Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

16. Kaset

 016 (28.09.1958) 80 dk (61)

...Bu zât kendisine musahhar kılınan, bir cephesiyle de gayet aciz bir hâle malik olan, elinde hiçbir şey bulunmayan...

“Ben kimim?” der, sualin birini sorar. Ondan sonra “Nereden geldim?” der, etti ikinci sual. Ondan sonra “Ne olacağım?” der, etti üçüncü sual. “Nereye götürüleceğim?” der, dördüncü sual. Bu suallere enfüsünden cevap almaklık; aslını, mebdeini, mâadını, Rabbisini, kendi hakikatini aramaklık heyecanına, ahlak aşk der. Anlatabildik mi? Burada ki aşk, bu aşk.

Şimdi gerek aşk, vazife, kalp, akıl, bunların hepsi; mânâ-i insani ile alakadar olduğundan dolayı, mevzû doğrudan doğruya insan mefhumu ile alakalı. Ve en güç olan yeri de bu.

İnsan nedir?

Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası, görmüş olduğu varlığı neticede taaffün[1] edecek, bir çukura hubut[2] edecek bir mazhar. Fakat bunu kaplayan bir de mânâ-i latifi var. Onun içün Kudret der ki:

“Ruh olduğunu unutma. Yalnız neticede taaffün edecek olan, hiçe inkılap edecek olan senin için bir gaye bulma. Bir de Ben, seni rûh-u menfûh ile tekrim ettim. Sana kerremna tacını giydirdim. Kendime muhatap tuttum, konuşturttum. Konuşan bilir, bilen bulur, bulan olur. Bu gayeler üzerinde duruyor musun?” der.  Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? “Ben sana konuşma verdim. İlk önce hamuş oldun; dinledin durdun, sonra konuştun.”

Hiçbirimiz bilir miyiz konuşmanın ne olduğunu?  Var mı bir ilim adamı, bir fen adamı, bir felsefe adamı, bana konuşmayı tarif edebilsin? Haddine mi düşmüş! Kendi elindeki varidatını tahlil etmekten aciz olan bir insan, nasıl olur da semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi bakar da insanlığı inletir? Mevcut elindeki varidatı tahlil etmekten acizdir. En basiti, konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu bilmeyiz. Konuşturan: “Bir gün konuşacağım!” der. Ve gaye de odur. Ahlak; yalnız tenini göstertmeyip, mânâsına gıda bulduran müessesenin adına derler. Anlatabildim mi acaba? Yeni bir tarifini yapıyorum bugün.

Yine bidâyete dönelim. Kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim?

Bugün bütün dünya sahnesinde, bu suallerin saliki azaldığından dolayı, beşer inim inim inliyor. Ve inleyecek! Bütün dünya mütefekkirleri bir araya toplansa, en zeki kafalar içtima etse, büyük büyük akla veleh[3] verebilecek mütefenniler bir arada cem olsa, en yüksek iktisatçılar bir araya gelse, yine beşerin top sesini bastıran ahının önüne geçemez, geçemez! Bu sualleri sormadığından dolayı, beşer; biraz tenekecilikte ilerlediğinden dolayı, zavallı vaziyete düşmüştür. Mânâ ile alakası kesilmiştir. Mânâ ile ana ile alaka kesildikten sonra ahlak-ı âliye, büyük sıfatlar, hastalık diye tarif edilmeye başlanmıştır. Mesela, bugün camia-i beşeriye de “Merhamet zafiyettir!” der. Kabul bile etmez. “Acımak neymiş!” der. Acımanın ne olduğunu hayattan azl olduğu dakikada anlar amma fayda yok. O emir geldiği vakitte, bizi doğurtucu olan O ebe: “Ben de acımam!” der. “Bende acımak yok. Sen acımayı, merhameti aciz diye tatbik ettin. Ben aciz değilim. Bunlara acımam Ben.”

[4] لَوْلَٓا اَخَّرْتَن۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ    O emir geldiği vakitte, hiçbir fert var mıdır ki, “Ahh, bir an müsaade et, istediğin gibi olacağım!”  Geçti, derler. Kudret elden gitmeden, fırsat tükenmeden, perde-i gaflet açılmadan; zamanı ganimet bilerek, insan kendisi üzerinde muhasebe-i nefse başlamalıdır.

Ahlak; insanın günlük hesabını yaptırttırıp, eksik olan yerlerini, doldurmak şekliyle yaşatan, bir varlıktır, ertesi gününe bırakmaz! Nasıl ki defterini muntazam tutan, varidatını, masarifatını daima kontrolle geçiren, bir ticarethane öyle çabuk çabuk iflas etmezse, insan da netice itibariyle iyi muhasebe ile yaşayacak olursa, iflas etmeden alın akıyla bir mahall-i mahsusa gider. Yoksa hayvan da yer içer tenasül eder, insanda yer içer tenasül eder. Bir fark yok mu aramızda? Farkımız yok mu? Hilkatte abes yaratılmış bir zerre var mı, abes yaratılmış? O kadar uzun boylu kütüphaneleri gezmeye, büyük büyük kitapları okumaya lüzum yok!

En büyük kütüphane, senin nüsha-i kübra olan vücuduna Kudret yapmış, teslim etmiş, bırakmıştır. Kendini mütalaa et. Zaten eğer benim Kitab’ımdan bir şey okuyamamışsan, diğer kitaplardan okuduğun sana bir şey vermez. O taklittir. Davud olmak başkadır, ses olmak başkadır. Anlatabildim mi acaba? O, O’nun malı o. O bütün senin bildiğin, senin kendine ait bir bilgi değildir.

Bilgi demek; kıyl-u kal, dedikodu, şunun sözünü, bunun sözünü, şunun varidatını, bunun varidatını ortaya getirip taşımak değil, gönlünü karanlıktan kurtarmaktır.

Doğru hisse malik olan adama âlim derler, çok kitap okuyana demezler ahlakta. Kimin ki hisleri doğrudur, işte o âlimdir. Kimin ki hisleri doğru değildir; isterse seksen tane lisan bilsin, isterse yüz büyük hayvan yükü kitap okusun, yine zavallıdır, yine zavallıdır! Âlemin malını taşıyor. Bir şey anlatabiliyor muyum? Var mı bir şey? Sonra görüyorsunuz, ne kadar süratli geçiyor ömür. İki üç sene geçtikten sonra kendi yaşını hesaplarsan, şaşırırsın birdenbire. Ve inanmayacak kadar bir hâle gelirsin. O kadar süratli. “Yaa, ben bu kadar mıyım?” dersin. Sonra koy orta yere bir şey bakayım. Otuz yaşında beyefendi, koyun,  ortaya bir şey koy, yok! Onun on misli daha olsa yine bir şey koyamazsın. O hâlde niçin ahh alıp yaşıyorsun. Niçün hürriyet-i insaniyene malik olmuyorsun?

Ruhunu nefsinin esaretinden kurtarmayan bir adam, şah da olsa köledir, en büyük makamın efendisi de olsa yine köledir. Ona hürriyet vermemiştir Allah. Anlatabildim mi acaba? Ahlaka göre bir adamın hür olabilmesi içün, kendisini ihtirasât-ı nefsaniyeden kurtararak, kalbini alayık-ı[5] kevniyeden[6] ayırt ederek yaşayan adam, diye tarif eder. Yaa, yoksa esir! İç âlemine esir. Dışa esir olmaktan çok fenadır. Onun içün öyle der Hûdâ: “Benden hiçbir şey isteme, der. Hakikati görecek göz iste, onu vermedikten sonra ne istesen faydası yoktur!” der. Anlatabildim mi? Bugün bunu konuşmak için şuraya çıktım. İşin ân yeri bu. Söyleyeceğim sözlerin içerisinde, bunu vermek için gelmiştim. “Ben’den hiçbir şey isteme, ilk önce isteyeceğin, bana bir göz ver!” O verildikten sonra insan; haa, görür derhal derlenir, toplanır. Değer değmez anlar.   

Hayât içinse bunca gam
Değil mi akıbet âdem

Hayât içinse bunca hem
Bakidir asl-ı mültezem

Hayâta minnet eylemem
Hûdâ’ya eylerim kasem

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var. [i] 

Nedir yani, ne olabilir? Seraptan şarap yapma! O şarabı içen ölürken ayılır. Faydası yok onun. Acaba anlatabiliyor muyum? Seraptan şarap yapma! Gaflet şarabı, öyle insana sekir[7] verir ki, ötekinde on saat, yirmi saat, yirmi dört saat neyse bir vakti vardır, ayılır adam fakat gaflet şarabı ile nûş eden, seraptan şarap yapıp da içen, ölürken ayılır ama fayda yok. Hiç faydası yok! 

Mevzûun en zor yeri insan. Evet, niçün zor? Şeyi büyükte onun içün zor. Beşeri takatle insan tarif edilmez. Onun bazı mezahirde ki tecellileri tarif edilebilir. Kendisi, kendisi tarif edilmez. Yok! Çünkü bir veçhesi âlem-i kudret’e bağlı, bir veçhesi hikmete bağlı. 

Âlem-i hikmet, bu dünya; dar-ı feryat, feryat âlemi. Burada inlemeye gelmiştir beşer. Ne kadar çok inlersin, o kadar çooook iyi netice alırsın. Acayip, öyle. Darılma pazarı değil, dayanma pazarı. Kestirmesi bu. Buraya âlem-i iptila denir. Pazarı açan öyle açmış. Buğday, değirmende öğüttükten sonra bembeyaz olur.  Bu bir değirmendir, tane-i tenini öğütüceksin ki beyazlanasın. Gözünün yaşınla ekmeğinin hamurunu yoğurabilir misin? İçindeki enfüs ateşinle o yemeği pişirebilir misin? O vakit, kalbinde mehbet-i ilham olabilir? Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Gözünün yaşınla ekmeğini yoğurabilir misin? İçinde yanan ateşle yemeğini pişirebilir misin? Böyle bir gıdayı alırsan, bu kalp tamamıyla tenezzül eder, oraya.   Evvela lazım gelen şey. Semâ-i lahûttan[8] lazım gelen şey, oraya öyle iner. Yoksa kaskatı kalır. Kalıbını doyurursun da kalbin aç kalır. Ruhun aç kalır. Ne faydası var onun! 

Bir veçhesi âlem-i kudret’e, bir veçhesi âlem-i hikmete dedik. Bunları hemen hemen her konuşmam da tekrar ediyorum ama sofranın ekmeği. Yemek değişir ekmek değişmez. Bunun üzerine kuracağım, temel bu. Evet, bazen tarifleri yeniliyorum. 

Âlem-i hikmet işte bu, bu sahne. Dünya denilen, ikbalinde hud’a[9], idbarında fecia gizlenen, hazer aşina bir acuzeye benzer. Zahirde bal gibi tatlıdır, içinde semm-u[10] katil vardır; dikkatle otur, dikkatle kalk. Öyle bir yerdir ki burası, yirmi sene evveli bir hadise karşısında adamı şakır şakır güldürür; yirmi sene sonra aynı hadise önüne getirilir, hüngür hüngür de ağlatır. Öyle bir yerdir bu. Ne yapmak lazım? 

Teslim olacaksın, teslim! Sahte benliğinden soyunacaksın? Sende ki varidatın görevini anlayacaksın. Nasıl mini mini çocuk, yavru, annesine teslim olur da herhangi bir korkudan koşar, o da bağrına basarsa sen de Allah’a teslim olursan, O da bağrına basar! Öyle değil mi, mini mini bir yavru, bir tehlikeyi gördüğü zaman, koşar “Anneciğim!” diyerekten, o da böyle bağrına basar. Sende, bu âlem böyle bütün tehlike ile doludur, koşacak yere koş!  Kerem-i afitâb-i[11] Rabbani de mahfûz kal. Yaratırım sevdasıyla, yaparım kafasıyla, ezerim şeysiyle, yok hiç kimse birşey yapamaz! Bu âlemde ne kadar sath-ı âli vardır ki yere düşmemiştir. Gösterebilir misin ki bu kâinatta bir yüksek ziynetli tavan neticede yere düşmemiştir. Var mı öyle bir şey? Yer, adamı yer! Marifetullah zevkinden mâada bütün zevkler geçicidir. Hiçbiri kalmaz. Eğer kendine öyle bir şey bulamamışsan, çok acı bir vaziyettesin. O dert başlamalı insanda. O dert başladıktan sonra işin şekli değişir. 

Âlem-i hikmet, dünya. Bir yüzümüz buraya bağlı, burada akıl para eder. Meçhulden malumu çıkaracaksın. “Şunu şöyle yapacağım bunu böyle…” 

Kudret’in vermiş olduğu bir büyük ruh-u Rabbanidir, akıl. Göster, desen de gösteremezsin. Var mı içinizde aklını gösterebilecek! Burada değil bütün kâinatta. Satılır mı, rengi var mı, eczanede mi satılır, bakkalda mı bulunur, depoda mı vardır, nerede bulunur bu? Rengi nedir? “Efendim işte dimağın şurasında hücre filan...” Sayfa numarasını görelim! Ampulü gösterip de elektrik diye şeyle çıkma karşıma. Ampulü al, bu elektrik(!) Ampul, elektrik değil. Senin dimağ dediğin âlem,  ampuldür. Kaç defa misal getirdim; o sahrâ-i beyâbânda veyahut hâlâ yine vardır, bizim memleketimizde de vardır. Şurasıyla orasının ışığını karanlığını izale eden, şehir hayatını hiç görmeyen bir köylüyü getirelim; birdenbire alalım, bunu gösterelim. “Buraya ne koydun da yakıyorsun?” der. Yahu bunda bir şey konmaz. O hiç dinlemez.  Bir elektrik var, müspet menfi iki kutup derler. Onun ne olduğu daha bilinmez ama böyle konuşulur. Asarıyla böyle anlaşılır. O hiç onları dinlemez. “Ne koydun bunun içine, ne var yanıyor?” der.  Hakk’a cephe alanlarda, aynen böyle bunun cereyan gelen yerlerini bilmeksizin, ampulü görüp de bunda ne var diyenlere benzer. “Dimağdır şudur budur filan...”  Orada bir yer var, bir yerden gelir. Membaı var onun. 

Şu parmağını alsan da tahlil etsen, kafanı yere vurup Allah demekten başka bir şey bulamazsın. Şu parmağını, bir tek parmağını çıkar; koy fen üzerinde yap tahlilini, icabatına bak, çıldırırsın! Hiç bu nakış, nakkaşiden olur mu hâli. İmkân var mı ona. Ben senin üzerinde dursam kafanı yine yere korsun. Dümdüz uzanıp yere yatsan uyuyabilir miydin, kalkabilir miydin? Sıkıntılar alır  “Dün böyle oldu olmasaydı, şöyle böyle...”  Eğil, bakalım! 

İşte beşerin bu mânâ ile arası açıldığından dolayı, huzur içinde yaşayamıyor. Parası olan yaşar mı? Hayır! Ya büyük bir masaya sahip olsa şöyle. Daha fena! En yüksek bir rütbenin maliki de olsa olur mu huzur? Hayır! Yok. Yok! Allah öyle diyor: “Musluk bende.  Ben verirsem olacak. Olmaz!” 

[12] وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا  “Biraz maddede teâli terakki edip de, ki onun da sahibi Benim. Biraz evveli söylediğim gibi, bütün icatlar Benim tecelliyatımın neticesindedir. Malın sahibi Benim!” Cevher-i akli babamızdan mı geldi bize? Nereden geldi? “Senin elinle sana yaptırtırım. Benim olduğunu bil. Benim olduğunu bil!” 

Başını yukarıya kaldırma! Kaldırdın mı mahrumiyet başlar. Kaldırınca etrafındakiler âcize tapınmaya başlar. Tapındıkça; sen, haddizatında sen, zalim olmaya başlarsın. Çünkü zalimi mazlum yetiştirir. Onun içün mânâ ilminde de öyledir. “Firavun’a iman edenler, firavundan kırk sene evvel âlem-i nara gireceklerdir.” der Allah. Çünkü firavunu muhiti yetiştirdi. Zalime kimse uşak olmazsa zalim mazlum olur. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? 

Eski konuşmalarımda söylediğim gibi mâdâmı ki bizde nefs-i emmare denilen bir şey var, hepimizde firavunluk sıfatı var. Sahayı bulamadığımızdan dolayı firavun olamıyoruz. O hepimizde vardır, o firavunluk sıfatı. Sahayı bulamayız, bulamayınca olamıyoruz. Sana da gelseler tapınsalar; sen yaratıcısın deseler, senden başka yok deseler, miskin miskin otururken birdenbire böyle diri oturmaya başlarsın. Sonra daha gerilir, daha şişer filan. Bu sefer işin şekli değişir. Öyle değil mi?  Yok şimdi kimse onun için, tenkit edersin. “Şurası bozuk” dersin. “Burası şey” dersin. Kendin o yere geldiğin vakitte, bakalım hâlin ne?  Herkeste vardır o firavunluk. Haa, bir iki sınıf var; onlar, onlar tabi istisnalar, kaideye gelmez. Bir Allah’ın dostları vardır. Allah, bir zâtı için yarattığı insan vardır, bir de umumi yarattığı insan vardır. O zâtı için yarattığı insanlar bu işin içine girmez. Onlar mahdut. Anlatabildim mi acaba? Öyle şey olur mu, biri öyle biri öyle? Öyle olur ya, hilkatte bile öyle. Hilkatte bile öyle değil mi ya? Misal vereyim size, eski konuşmalarda vermiştim. 

Evde hanımın, bir de hizmetini gören bir hanım, evin hizmetini gören hanım. Hanımın der ki: “Şu, şu eksiğim var, bunları bana alır mısınız.” der. Ehh iyi bir insansan, vaziyetin müsaitse, teklif makulse, kabul eder yaparsın. Makul değilse, anlatırsın, “Şunlar makul değil, doğru değil.” dersin, anlatırsın. Lisan-ı nezaketle, nezahatle, zerafetle. Malum ya ahlak bunlara âmil. Vaziyetin müsait değilse özür dilersin. E kapıdan çıkarken hizmeti gören hanım dese ki: “Şunları şunları getir bakalım bize.” dese, bakarsın hanıma. Bu ne kadar mübalağatsız[13] olmuş. “Bu, evin ahengini bozar, ben böyle hizmet gören istemem!” der, hesabını görür yol verirsin. E o da kadın, o da kadın. Hüviyet itibariyle, maddesi, anasırı itibariyle aynı şekildedir. Birinde “peki baş üstüne” dedin de birine niye yol verdin? Mevkîleri ayrı! 

Allah’ın kullarının da Allah yanında mevkîleri vardır. Mevkii ayrı. Musa’nın dediğini sen söyleyebilir misin? Musa (as) mesela dedi ki:  [14] اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ “Bu fitne sendendir!” Sen dersen, kâfir olursun. Musa, der. O makama çıkmak için, onun yanında, onun Firavunla ağzı yandı. Anlatabildim mi? Sen “İn hiye illâ hikmetik” dersin. “Bu hikmet sendendir.” dersin. Allah, bazı kuluna istediği şekilde kendisiyle konuşma hakkı vermiş. Ağası mısın? Hareme girmiş. Nâmahreme hanede yer vermezler. O harim-i Hak olmuş. O, işi başka. (Yoruldunuz mu?) Mevkîler ayrı. Onlar kaza-i İlahiye razı olmuşlar.  Belaya sadır[15] bulunmuşlar, nimete şakir olaraktan yaşamışlar, hususi imtiyaz almışlar. Şimdi sana daha bi, daha mühim bir şeyle, tarihi bir misal vereyim daha iyi anla. 

On dört asır evveline sizinle fikren bir seyahate çıkalım. Dünyayı gezelim. On dört asır evvel, şöyle fikren bir seyahat yapalım. Göreceğiz ki, dünyayı en kesif bir zulmet perdesi kaplamış. Medeniyetler vahşetleri utandırtacak kadar cinayetle dolmuş. İnsan hakkı diye öyle hiçbir şey kalmamış. Fuhuş memduh[16], edep makduh[17], ırz şeref namına satılır.  En kötü adamlar, en büyük mevkînin sahibi olur. Zayıf kavîden hakkını alamaz. Kocası öldü mü kadın mirasa girer. Yanlış söyledim, mirasçıların eline mal gibi geçer, pazarda satılır, hayvan gibi. Yunan medeniyetinde alet-i tezvir[18] diye tarif edilir. Roma medeniyetinde alet-i zevk, diye tarif edilir. Hiçbir kıymeti yoktur, der. Ben-i İsrail medeniyetinde kız çocuk hizmetçi defterine kaydedilir. Arap medeniyetinde diri diri gömülür. Öyle bir hâl dünyada. 

İnkılabı kâinatta bir şahıs yapmıştır, adına Muhammed derler. Bir tane. Ne gelmiş ve ne de gelir, o kadar! Acaba anlatabiliyor muyum? Yaratılışı itibariyle selamet-i fıtriyesini bozmayan, o zamanda kenarda köşede kalmış inleyen insanlar; ne vakit bir kurtarıcı gelecek, diye böyle dünya bekliyor. Umulmadık bir muhitten, umulmadık bir zamanda, gurubu olmayan bir güneş doğuyor. Gurubu olmayan bir güneş. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Artık o zulmet perdesini parçalayabilecek, hiçbir şahıs yok. O gelen büyük şahısların da gücü yetmez. Onun eliyle parçalanacak. Nihayet Hira dağından bir dava açılıyor. 

(Anlatacağım şeyi, Kudret yanında bazı imtiyazlara misal vermeklik içün söylüyorum. Biraz uzadı ama buraları anlatmazsam, oraların zevki çıkmayacak. Anlatayım değil mi, istiyorsunuz.) 

Dava açılıyor. Tek başına! Malum ya madde âlemindeyiz. Esbâb âlemindeyiz, sebeplere bakarız. Akıl bunları ister. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, tek başına davayı açtığı vakit... 

Dava ne?

Aciz insan putuna tapılmayacak, mabudum bir Hak Allah. Bu. Davanın aslı bu!Zulme divan durulmayacak. Hak ve hakikate düşman olan kimseye boyun kesilmeyecek.

Kudret sana emanetini vermiştir, o emanet de hürriyet ve iradedir. Emanetin tarifi o.
“Ben sana imtiyaz verdim.” diyor. “Eşyayı musahhar[19] kıldım. Emanetim var sende.  Seni esrar-ı zâtiyeme agâh ve sıfat-ı İlahiyeme layık bir kabiliyetle kendime muhatap yaptım. Mevcudât içerisinde seni kendime muhatap tuttum. Bunun kıymeti bilinecek!” Dava bu. 

O günün insanlarının işine geliyor mu bu? Tabi, o günün değil, nâmütenâhi zamanın zalemesinin, hiçbir vakit zalim yaşayan muhitte kimsenin işine gelmeyebilir. Dedik ya herkes de firavunluk neşesi var. Nefs-i emmare var, o var. Ama nispet dâhilindedir; kiminde yüzde üç kalır, yüzde beş, bazen yüzde yüz olur çok fena. Yüzde altmış, yüzde seksen. İspatı gayet kolaydır. İnsanın parası varken yürüyüşü ile yokken yürüyüşü arasında fark vardır. Öyle değil mi? Parası yokken yürürken ekseriyetle ayağı taşa takılır. Yürüyüş tarzı mütevâzidir. Hiç gerilmez. Takıla takıla. Büyük bir masanın sahibiyken konuşmasıyla, masadan düştükten sonra konuşması arasında fark vardır. Öyledir o. Büyük bir rütbeye sahipken, rütbeden ayrıldıktan sonra edası arasında fark vardır. Kadının evde şıp şıp terlikle gezişiyle, topuklu iskarpinle gezişi arasında eda da fark vardır. Bunlar adi misaller. Birisinde yok: Hazreti İnsan, istisna kaideye girmez. Öyle adamlar var. Onlar hür adam işte, hür insan. ... Onda çok böyle insan yetişmiş. Tarihi o kadar zengindir. Çünkü aşktan doğan ahlak böyle yapıyor. 

Mesela Ebu Hanife. Büyük hukukçu, büyük müçtehid. Koca mezhebin imamı. Hangi ismi ile söyleyeyim? Mahalle imamı zannetme! “İmam” dendiği vakitte, gözüne mahalle imamı filan gelir, öyle değil o! Bin iki yüz küsur sene olmuş, bugün yüz milyonla insan peşinden gidiyor. Sen karını getirttiremezsin peşinden, çocuğun gelmez! Cebine parasını korsun, yemeğini verirsin, yedirirsin içirirsin, şöyle yapar arkadaşı geldiği vakitte. “Bırak bunun kafası eskimiştir!” der. Kolay mı o? Çoook, İngiltere’de hukukçular: “Ebu Hanife, biz meseleyi halledemedik, nasıl halletmiş!” diyerekten müracaat etmişlerdir. Yaa, o öyle imam, mahalle imamı değil. “Günde üç bin mesele içtihat ettiğim olur.” diyordu.  Sen daha üç tanesini yan yana getirip hafızanda tutamazsın. Üç bin mesele bu, anlatabildim mi! Bunlar hususi birer imtiyaz. 

Asrın halifesi çağırdı. Bak, nasıl ahrardan olduğunu, ebrardan olduğunu bu kubbe altında ispat ediyor.
 “Makam-ı kazayı sana vereceğiz.” dedi.  Makam-ı adaleti yani ya. “Olmaz!” dedi. “Neden?” 

 “Ben seni kabul etmiyorum ki olsun. (dedi) Sen bu makama gelmişsin. Bugün senden çok efdal, senden çok âlem, senden çok yüksek insanlar var.  Senin hakkın değildir, bu yeri işgal etmeklik. Ben makam-ı adalette seni takallüd[20] edemem!”  

“Yaa, öyle mi!” dediler. Orasını ekseriyetle gizlerler. “Efendim, ben yerine getiremem, adaleti yerine getiremem,  diyerekten almadı.” Hayır! Ebu Hanife kocaman mezhep üzerinde yürüyor adam, içtihat yapıyor. Öyle şey olur mu? Koca bir yol açmış, gider de iki haklıyı ayıramaz mı o? Öyle değil. 

“Sen zalimsin! (dedi) Bağisin! Hak sahibinin hakkını gasp etmişsin. Sen bu icra-i şeyde bulunduğun müddetçe, makam da bulunduğun müddetçe, ben seni takallüd edemem. Senin namına iş göremem ben. Kabul etmiyorum seni!” Bu hariçte böyle dedi. Döve döve öldürdüler! Hürriyetini feda etmedi. Ölüm onu men edemedi. Anlatabiliyor muyum acaba?  Ölüm onun elinden hürriyet-i insanisini alamadı. 

Said İbn-i Cübeyr,  Haccac-ı Zalimin keyf-i kahrında hürriyetini feda etmedi. Çıkarırlarken, “Sana kendisi hakkında sual soracak, lisan-ı münasiple idare et.” “Ben zalime boyun keser miyim yahu? (dedi) Hayata minnet eyler miyim ben?” Sordular. “Alçaksın!” dedi. “İmha edeceğim seni” “Eeett!” dedi. Yaa, onun sünnetidir işte!  “Zalim, iki rekât namaz kılayım da ondan sonra idam edersin!” dedi. Namazı kıldı, namazın nihayetinde: “Ya Rabbi, bunun zulmüne[21] benimle nihayet ver, benden sonra kimseyi bunun eliyle imha ettirtme. Senden bunu isterim!” dedi. Ve ondan sonra da Haccac, ne denilir lügatte, zalime bir şey demek için kelime bulunmaz ki! Daha yaşayamadı. Hakikaten de kimseyi ondan sonra imha edemedi. Çünkü o geceden itibaren her gece Hazreti Said tecelli etti rüyasında. “Suçum neydi beni nasıl imha ettin!” dedi boğazına sarıldı,  o da öldü geberdi, geçti gitti. Daha böyle çok, bizim tarihimiz zengin böyle, ahrar ile dolu. Dolu. 

Gelelim şimdi biz şeye, mevzûmuzun ân yerine. 

Dava açıldı, fakat sebep yok. Davanın ilerlemesine. Malum ya esbâb âlemi burası. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hira dağından tek başına açmış olduğu dava da; ne ordu var, ne masa var, ne kasa var, ne muhit var. On yaşında bir Ali’si, bir de harim-i ismet-i cananı olan Hatice’si var. Onun karşısında -Yalnız şöyle bir ufacık muhit tararruf etmeyin- bütün dünya var. Bütün medeniyetler hasım! Öyle ufacık bir yerde insanlar değil, bütün dünya. Dünya daima iki kuvvetle idare ederekten gider. Öyle, adetullah öyle. Kisra hakimiyeti, Bizans hakimiyeti. İki büyük kuvvet var. Kisra Yemen valisine yazıyor. "Orada birisi çıkmış, ensesinden kelepçe vur bana gönder!” Kayser, Suriye valisine yazıyor. “Orada biri çıkmış, en süratli vasıtayla bağla, bana gönder!” 

Hısımlar hasım olmuş, hiçbir şey yok. Fakat ne var? İrade-i İlahiye var. Esbâb, bütün sebepler, irade-i İlahiyeye bağlıdır fakat Allah’ın iradesi sebeplere bağlı mı ya? Acaba anlatabildim mi? Evet, sebeplerin hepsi Allah’ın iradesine bağlı fakat Allah’ın iradesi sebeplere bağlı mı? İrade etmiş. 

[22] هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ    

[23]وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُون  .[24] وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًا  .[25] مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ  

“Benim Muhammedim, zât-ı  ehadiyetimle seni teçhiz[26] ettim. [27] وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ  . Lika-i İlahimden[28] zırh giydirdim. Kâfirler patlasa müşrikler çatlasa ilâ maşaallah senin saltanat-ı maneviyen devam edecek. Getirdiğin din bütün edyana galebe edecek. Sana ilk önce tasdik eden de şahit olan da Benim.” 

Daha bu ayetin tefsiri mânâsı dünyada çıkmadı. Bu ayetin mânâsı daha çıkmadı. Zamana bağlı. En iyi yer. Söylemediğim bir yer şimdiye kadar. “Bütün dinlere galip gelecek.” diyor. İlmen ve aklen galiptir maddeten de gelecek. Daha çıkmadı. Acaba anlatabiliyor muyum size. En ince bir yeridir burası. 

Bizim için zaman var, mekân var bocalarız. Allah içün var mı?  Zaman mekân hiç yok. Kim bilir. Ama kaynıyor, değil mi ya? Neyse söyleyeceğimiz yere gelelim. Tabi kimse kabul etmiyordu. Üstün tabaka.  Şaşırdılar. O güne kadar herkes gönlünü ona bağlamış. Müşküller halledilir. Ne derse peki, denir. Görüyor musun sen bu benliği? İnsanı ne kadar, ne kadar Allah’tan uzaklaştırır, sahte benlik. En fena şey! O davayı açıncaya kadar. Herkes kendisine büyük saygı “El-Emin” diyorlar. Nerede bir meselede aciz tahakkuk ederse, “Soralım kendisine.” Kendisinden çoook suret itibariyle büyük yaşta olan kimseler.  En ufak meselede herkesin iltica ettiği bir yer. 

Mesela, en ufak mesele dedim. Âdet damda, sıcak bir zamanda damda (yatarlar.) Çocuk saçağa geliyor, saçağa geliyor düşecek. Saatlerce oynuyorlar çocuğu almanın imkânı yok. Tam çıkacaklar onu alacaklar, çocuk emekleyerekten bir saçağa... “Aman, diyorlar. Bırakın şimdi ben görmeden atacak kendini.” ... “Dama bir çocuk çıkarın, şöyle gösterin görünce gelir.” Yaaa!

(İki yüz sayfayı atlayarak bir yere giriyorum.)

Nihayet ana vatanından hicret etmek zarureti hâsıl oldu. Medine’ye geldiler. Bu sefer ekabir-i müşrikin dediler ki: “Daha fena oldu, Buradan çıktı, orada daha ziyade iş ilerleyecektir, orada imhasına karar verelim!”

(Yine bir, iki-üç sayfa atlıyorum. Vakit yok, saatimiz yok.)

Herkesin tarihen bildiği Bedir harbi çıktı. Bilinen şey. Şimdi burada yalnız bir incelik var, orayı anlatmak istiyorum.  Böyle bir harp dünyada olmamış ve olamaz. Hiç yok! Neden? O öyle bir harp ki; düşman tarafında evlat, dost tarafında baba. Düşman tarafında amca, dost tarafında yeğen. Düşman tarafında kardeş dost tarafında abi. Böyle harp yok dünyada, hiç olmamış. Ebu Bekir’in karşısında oğlu, Peygamber’in karşısında amcası, Ömer’in karşısında haddizatında biraderi. Böyle hep! Ebu Ubeyde’nin  karşısında babası.

Mesela, Ebu Ubeyde gönlünü Fahr-i Âlem’e vermiş, babası gönlünü şirke vermiş. Harp meydanında herkes kendi akrabasıyla çarpışacak. Anlatabildim mi acaba? Ebu Ubeyde’nin karşısına babası çıkmış. Peygamber’e dil uzatıyor!

“Karşında oğlun var deyip güvenip, böyle dil uzatıyorsun ama dikkat et nesep mülgadır[29]. Senin, benim anasırımda üzerimde bir tesirin varsa ruhen ben nesebimi Allah’a bağlamışım, işitirsem alacağım kelleni!” diyor. Tekrar ediyor, alıyor kellesini. “İşte!” diyor, “Sana dil uzatan adamın kellesi!” Babamın demiyor. Öyle harp olmuş mu?   

Ebu Bekir, oğlu karşısına gelmiş, kılıcı boynuna indirirken; Sultan-ı Resul geliyor, şak kılıca vuruyor: “Yakında İslam olacak indirme!” Gözünde canlanıyor mu acaba hadise, bir şey?

Öbür taraf kat kat kuvvetli. Aklen bizim tarafın kazanacağını akıl kabul etmiyor. Nasıl kabul etsin! Biraz evveli dedik ya sebepler yok. Fakat akla durak mahalline kadar yer verirler. Akıl âlem-i kudreti bilmez ki. İman ve aşk bilir.

İşte İslam’ın mukadderatı söndürülmek üzere -ki insanın mukadderatıdır o- Hakiki İslam ile insan arasında fark yoktur. Dünya üzerinde iki buçuk milyar insana karşı, üç yüz on üç adam var, o vakit. Acaba anlatabildik mi? Bu üç yüz on üç kişi, Hakk’ın hukukunu muhafaza hususunda kendilerini ortaya koymuşlar, o Bedir harbinde. Harp bitiyor, düşman seriliyor. Zafer tecelli ediyor.

 Hûdâ da[30] اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ .  “Bedir harbinde bulunan insanların üzerinden kalem kalktı.”

Allah’ın ağası değilsin ya. “İstediklerini yapsınlar, sual sormayacağım!” İstediklerini yapsınlar, sual sormayacağım!

Zaman geliyor. Mekke’nin fethi hususunda Peygamber teşkilatını hazırlıyor. “Kimseye haber verilmesin.” diyor. Ashab-ı Bedir Peygamber’in en yakını olduğu içün onlara aşikâr ediyor. Onların içerisinden Hâtıb İbn-i Beltea,  yapılan teşkilatı, harekâtı Mekke’deki müşriklere bir kadın vasıtasıyla yazıyor, gönderiyor. Hûdâ Habibine bildiriyor.  Sefir-i İlahi vasıtası ile.  “Ali ile filancayı gönderin, kadını filan yerde önlesinler, üzerinde senin yapacağın iş haberi gidiyor.”   Derhal gidiyorlar, kadına orada rast geliyorlar. “Sende bir mektup var, istiyoruz.” “Hayır, öyle bir şey yok!”  “Saçlarının arasında saklamışsın, gizli. Biz elimizi sürmeyelim, çıkar, ver!” alıp geliyorlar. Şimdi herkes şaşırmış, çok fena bir vaziyet. Hakikatın zaptiye nazırı var, Ömer.  Celalli bir adam. Çağırmış Sultan-ı Resul: “Bunu sen mi yazdın, sen mi haber veriyorsun?” “Evet, ben haber veriyorum.” diyor.  Rengi uçmuş Ömer’in “Müsaade edin, bunu imha edeyim ben. Bak evet de, diyor.” Gülüyor Peygamber tebessüm ediyor: “Yok Ömer! Diyor.  Ne sen bir şey yapabilirsin, ne ben, ne de Allah. Bu Ashab-ı Bedir’dendir, elinde imtiyazı vardır. اعْمَلُوا مَا شِئْتُم .  ‘Ne yaparsa yapsın sual sormayacağım’ dedi.” Bir şey anlatabildim mi acaba? “Yapmayacağım!”  dedi, imtiyazlı bu! “Bunun elinde imtiyazı var!” “Niçin yaptın?”  diyorlar. “Benim orada ki kalan akrabam, arkalı bir kabileye mensup değil. Çok zayıftır. Çok zavallıdır. Onlara haberdar etmek istedim, niyetimde kötülük olsa Bedir Harbinde dövüşür müydüm?” Anlatabiliyor muyum inceliklerini?

Haa, buraya nereden geldik?

İnsanların Kudret yanında kısım kısım mevkîleri vardır. O olmayıp da başka bir şey olmuş olsa hıyanet-i vataniye maddesinden imha edilir. Fakat o işte öyle. Bu böyle olduğu gibi, Allah’ın yanında ki mevkiler. O gün öyle de bugün kapalı mı? Hayır! O her gün açıktır. Mesela, bugün Cenab-ı Hak daima beşeriyete imtihan suali, imtihan... Şey söyleyemedim, cümle bozuldu. Bu sahne-i şuhutta, her insanı Allah imtihan eder. Herkes imtihana tabi. Olmayan yok! Beş sual sorar. Münasip bir günde anlatırım, suallerin ne olduğunu.

Bu asırda tercih imtihanını yapıyor. Ne ibadetine bakar. Yanlış anlaşılmasın. İbadet etme, manasına değil! Fakat tercih imtihanını açıyor. İnkârın tecelli ettiği devirlerde bakar. “Kim Beni ve de kim Benim dostumu, tercih eder, numara alır.”  Bir şey anlatabiliyor muyum? Tercih! Misal vereyim.

(Bir zor yere girdik de çıkamıyoruz da buradan, girdik bir defa. Mevzûa misal veriyoruz, mevzûmuzla o kadar alakadar değil amma misali ile alakadar olduğu içün veriyoruz. Neyse söyleyelim bakalım.)

Mesela, oruçlu bir adam. Bak şimdi ne kadar zor yerleri vardır. Oruç tutuyor. Fakat öyle bir muhite tesadüf etti ki, o muhitte de Hak ve hakikat kabul edilmiyor. Belki oruç tutan geri kafalı bir adam diyerekten, tanınıyor. “Bırak canım, aharın[31] sözüyle oturup kalkmış!” Var ya zamanımızda. Bu insan ne medenidir, çünkü medeniyet, böyle şeylere cevaz vermez. “Vicdanlar hürdür!” der. “Herkes herkese hürmetle bakmak, her kanaati hoş görerek, insanlığa zarar vermediği müddetçe o şekilde karşılamak lazım.” der. Din de öyle emreder.

[32] لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ . Dinde cebir yok, der Allah. Habibine bile öyle diyor: [33] وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪ي. “Ben seni vekil-i umumi tayin etmedim. İsteyen iman etsin ister etmesin. Tebliğ. Ben vermişim.  Yalnız tebliğ et geç!” Anlatabildim mi?

Israr yok. Hem nimet verelim hem de yalvaralım mı? Hem nimet ver hem de yalvar! Hayır! Göster sergi halinde,  böyle bir şey var. Bak, istemez! Cebir ile iman istemez Allah. Emirler de nehiyler de bile yalnız, yalnız kabul şart değildir.  Hem kabul hem tahsin şarttır. Bunu kimse bilmez, ekseriyet bilmez, farkında değildir. Mesela deriz:  “Zor ama ne yapalım Allah’ın emri.” Öyle Allah’ın gadabına vücub[34] olur ki bu söz. Öyle, öyle  "Eeyyt!!” der. İstemez öyle.  Ya?

“Ne güzel yapmış da Rabbim emretmiş. Ya emretmeseydi.” Böyle tahsin ede ede. Anlatabiliyor muyum? Öyle kabul edecek. Nehiy de öyle kabul edilecek o da öyle kabul edilecek. İşte öyle kabul edilecek.

Oruçlu. Böyle bir muhite tesadüf etti. Beni şimdi burada ta’yib ederler, ayıplarlar küçük görürler, diyerekten oruçlu olduğunu söylemeyip, bir şey ikram edildiği vakitte “Müsaade edin ben perhizim, bu işte doktorun izni yoktur.” filan diye kaçamak gösterdi mi, derhal imanın şeyinden, sahasından kaydını terkin[35]  ederler. Kovar Allah.  “Benim emrim, kırk paralık adamın sana karşı alacağı vaziyetten daha mı küçüktür, sen tazimi tahkir ettin.  Binaenaleyh, benimle nispetin kalmamıştır!”  

İşte tercih imtihanı bu. Bir de bunun aksini söyleyeyim. Mukteza-i beşeriyet gaflet, nefsinin zebunu, oruçlu değil. Fakat alenen yemiyor. Değil, olmadığı hâlde böyle eğlenici bir muhite tesadüf edildiği zaman kendisine bir şey ikram edildi mi “Kabalık yapma, ben Allah’ın hukukunu tanıyan insanlardanım.” diye cevap verdi mi, bir milyar sene oruç tutsa o orucu alamaz. İş kemmiyetinde[36] değildir şeyin keyfiyetindedir. Anlatabiliyor muyum acaba? Bir milyar sene o orucu alamaz o. “Beni sevmeyenlerin yanında, Benim emrimi üstün tuttun. Beni onlara tercih ettin. Gel, seni bağrıma basayım.”

Bu asırda bu suali açmıştır. Tercih imtihanını yapar Allah. Kestirmesi bu. Hülâsa, insan iki yere bağlıdır, dedik; biri âlem-i kudret, biri âlem-i hikmet.   Âlem-i kudret de iman ve aşk geçer. Âlem-i hikmette de akıl geçer.

Akıl neye derler?

Hissin galatlarını tashih eden kuvveye, derler. Meçhulden malumu çıkaran varlığa,  derler. Bir yere kadar adamı götürür, öbür tarafta durur. Her zaman söylediğim gibi, akıl bizâtihi hayrı şerri müdrik[37] değildir.

Tahkîk yolunda akl ne etsin
A’mâ vü garîb kande gitsin

Meğer sen olasın refîkim

Tâ sehl ola tarikim[ii]

Ben akl eder isterim delalet

Aklım bana gösterir dalaletBiri “DE” ile. 

Ben akl eder isterim delalet. Delil isterim, burhan isterim. Aklım bana gösterir dalalet. Niçün? Bir yere kadar yarar, hatta bunu biz hayatımızda daima da söyleriz. Ben de daima size burada anlatırım.

“Ahh, benim bugün ki aklım olsaydı o işi öyle mi yapardım!” Ne malum yarın bu akıla hasret çekmeyeceğin? 

Şimdi bizim dedelerimiz, vazifeden doğan ahlakın saliki miydi, aşktan doğan ahlakın saliki miydi? Bizim malum ya bir geniş tarihimiz var. Bire on dövüşen dedemiz var ya bizim. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı rekz[38] eden, dedemiz var. Bize bu yerleri almış. Oğlum serbest mânâsına sahip olsun. Kızım ismet ve iffet numunesi olarak yaşasın, diye bırakmış ya.

Bunlar, hangi şeyin salikiydiler? Vazifeden doğan ahlakın mı aşktan doğan ahlakın mı? Aşktan doğan ahlakın salikiydiler. Arasında ki fark ne? 

Vazifeden doğan ahlak da henüz insanın kendisi orta yerden kalkmaz. Tenkit etmiyoruz, bugün ona da razıyız. Hepsi baş üzerine. Aşktan doğan ahlak da evvela canan sonra can, vardır. Onun içün mesela Türk askeri hâlâ o kanı taşıyor. Saatle harp etmez. Sekiz, on, on sekiz, yirmi sekiz, kırk sekiz, altmış sekiz… Çünkü onun kanında ecdadından kalmış bir aşk var. Orada fani olur. Diğer asker öyle değildir. Sekiz saat harp eder, “Ben vazifemi yaptım!” der. “Yetiştireydin” der.  “Canım etme” “Yok, suç ben de yok, ben vazifemi yaptım!”  Türk askeri öyle değildir. Ayakkabısını yetiştiremezsin, nasırından çarık yapar. “Arkamdan vurulursam imansız giderim.” der. Ekmeğini veremezsin, yetiştiremezsin. “Allah!” der, doyar. Ve bire on dövüşür. Harp meydanında da cezbe gelir. İçinizde meydan harbi yapanlar varsa daha iyi bilirler. O bir an gelir, süngü süngüye geldiği vakit de öyle yalnız hiçbir ses yok. Ha rt hart hart hart hart hart ve duramaz, hazmedemez, yanındakinin kulağını koparmak ister. Çünkü neden? Onda fani olmuştur. Kendi kalmamıştır, acaba anlatabiliyor muyum? Hakikat terazisinde kendisini tartmıştır. 

Aşktan doğan ahlakta benlik yoktur. Harice müracaat da yoktur.

Misal vereceğim anlatacağım şimdi, ne demek harice müracaat? Yoruldunuz mu? 

En yüksek ahlakçılardan Bestami der ki, dini mevzû ile birleştireyim daha iyi anlaşılsın mânâ  ile. Bizim büyük Kitap'ta: [39] وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ.  Gafiller Hakk’ı göklerde, arifler de gönüllerde arar. Zira Allah, “Ben size, sizin can damarınızdan daha yakınım!” buyuruyor. 

Beyazıt-i Bestami de diyor ki: “Eğer bu emre iman etmişsen, niye başkasının kapısını çaldın? Allah’tan daha yakın var mıydı?” Anlatabildim mi inceliğini? Eğer buna iman etmişsen, imanında hakikatten bir yakîn hâsıl olmuşsa, ikan[40] makamına çıkmışsan, malum ya ikan ne demektir? 

 [41]لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُون . Olanı görmeklik. Bir şeyin hakikatını bilmekliğe ikan denir. Anlatabiliyor muyum acaba? Buna böyle bir imana sahipsen neden başka yere? ... Kendisi söylüyor. Binaenaleyh, sen Allah’ı hariçteki misalleriyle tanımaya… Niçün Allah’ın dediği ile tanımazsın, diyor. 

Ey çok bilgisine mağrur olan, eserden müessire intikal tariki ile şunları yaptım, bunları yaptım, diye övünen. Allah’ın kendi tarifiyle kendisine niye iman etmezsin!?  Sen şunu gördün de bunun sahibi var diyorsun. Kendi diyor ki: “Ben sana can damarından daha yakınım.”  Biraz zor bir yer ama acaba anlatabiliyor muyum? İşte harice müracaat ettirmez, demenin mânâsı bu. Harice müracaat ettirmez! 

Bazı yerlerini atlayarak, belki layıkı ile anlatamayacağım ama hafızamda kalan kısmından bir şey anlaşılabilir. Vaktiyle okumuştum. Amerika’da kürsüsü olan, İngiltere’de kitabı tahsil ettirilip de otuz sene evveli yirmi beş liraya getirttirmiş bulunduğumuz kitabın sahibi olan, her sene günü yapılan, deden Mevlana Celaleddin-i Rûmi Mesnevi’sinde şöyle bir misal verir. 

İnsanlar diyor, bu sahne-i şuhutta iktiza[42] icabı neşeleri birbirine uymayanlar da bir arada toplanırlar. Hüner, zıtlarla beraber olduğunuz zaman, siz o zıtları hâlinizle yenin. Geçimsizlik yapmayın. Bir şey anlatabiliyor muyum? Ahlakla alakası olduğu için söylüyorum. Hüner o. 

Hep neşene uygun adam, oturmuşun orada hiç çıt yok, o faydası yok. Onun ne faydası var onun. Tamamen zıt olanların içerisinde… Birçok kuşları, ayrı ayrı cins kuşları bir kafese korlar, onların hepsi orada oturur. Fakat kafes kırıldı mı, herkesin uçuş tarzı, seyri, gideceği yer ayrı olduğu için birdenbire ayrılır. Nasıl olsa bu kafes kırılacak, ondan sonra uç. İçindeyken şey etme, hırçınlık etme. Kırılacak ya bu kafes. Senin vücudunla nasıl oturtturuyor Hûdâ.  Akılla nefis bir midir? Kavgasını gizli yaparlar. Bizde iki zıt bir adam bir yerde oturmuş olsa gürültüsü, üüüü ayyuka çıkıyor. Kendi vücudunda Kudret misalini kaçırmış. Ruh var, akıl var, nefis var, iblis var. Bunların hepsi birbirine komşu. Çıtları çıkmaz. Birbirine kin beslerler, fakat sesini duymazsın. Anlatabildim mi acaba? Sesin duyulmasın. Bir de bunu söylemeye gelmiştim. 

Öyle değil mi? Ruh var, nefis var, akıl var, sonra cemale nazır veçhe var. Bununla beraber vücutta birçok çirkinlikler var. Eşyanın kemâline nazar edin, der ahlak. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi; en yüksek ahlakçı, mahbub-u kulub, mürebbi-i vicdan olan Zât-ı Âla, sokakta giderken dostları ile beraber bir köpek lâşesi görmüşler.  Hepsi başlarını böyle, kaşlarını filan çatmış, çin-i cebin⁴³ göstermişler. Kerih bir vaziyet. Mübarek Zât-ı Âla tebessüm ederek: “Ne de güzel dişleri varmış.” demiş. Ne de güzel dişleri varmış. Maksat, eşyanın kemâline bakın. Çirkin tarafını mütalaa etme daima. 

Şimdi misal veriyor, diyor ki: Bir Yahudi, bir Hristiyan, bir Müslüman yolda tesadüf etmişler. O gidilecek yolda beraber gitmeklik şekli hâsıl olmuş. Öyle gidiyorlar. Belki ben bu mevzûu dağıtacağım ama bize lazım olan yeri toplarız. Hatalı söylersem o beni affetsin. Çünkü çok uzun zaman olmuş hafızamda, atlayan yerleri olmak ihtimali var. Yemek tedarik etmişler, gıda. Yahudi ile Hristiyan’ın karnı tok. Mü’min oruçluymuş. O yememiş karnı aç. “Biz bu yemeği yarın yiyelim.” demişler. Mü’min aç olduğu hâlde, “Pekâlâ!” demiş. Ertesi günde böyle bir şekil yapmışlar. İhlası tevekkülü, geçimsizliği ortaya getirmemek isteyen temiz insan, gönlünü Hakk’a bağlamış. “Ben açım!” demiş. “Fakat bunlar da, hepsi öyle olmaz. Bu camianın edepsiz insanları mahsus bana eza etmeklik içün vermek istemiyorlar! Bana (demiş) İhsan et Yarabbi!  Ummadığım bir yerden ver!”  Tesadüf yolda,  artık tesadüf denmez de sözünü Hakk’a kabul ettirtmiş.  Birisi bir helva getirmiş. “O helvayı da yarın yiyelim.” demişler. “Çünkü bizim karnımız tok.”  

Mü’min demiş ki: “Bunu biz taksim edelim, bu kabil-i taksim bir şey. Taksim edelim, isteyen yer, isteyen saklar.”

“Biz, taksime taraf değiliz, taksim yapamayız. Taksim doğru değildir, çünkü büyük yerlerin emri vardır, taksim edenler ekseriyetle ehl-i nar olurlar.”

Şimdi burada, Mevlana bunu söylerken birçok yerlere işaret ediyor. Bu sademeli[43] hayatta, dünya hadiselerinde birçok şeyler insana çarpar. Bunlarda kendini ayarla. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Mesela bu söz doğru, doğru ama hangi taksim eden ehl-i nar olur. Taksimi Hak namına yapmayıp, kendi nefsi hesabına yapacak olursa batılı Hak ile örtmek istiyor, denir ona. Mezmum[44] olan o. Yoksa adilane olan şeyde öyle şey olur mu? 

Nihayet, uzatmayalım. Şöyle karar vermişler. “Bu helvayı kim üstün rüya görürse bu gece o yiyecek. Helvayı üstün rüya gören yiyecek!” 

Sabah olmuş, başlamış şey rüyasını anlatmaya. Yahudi: “Bu gece demiş Musa karşıma çıktı, beni Tur’a götürttü, şöyle tecelliyata mazhar oldum, böyle tecelliyata mazhar oldum. İşte Tur da şunu gördüm, burada şunu gördüm, şöyle...” Uzatmayalım, kendi aklı sıra muazzam bir rüya meydana geliyor. “Orada büyük nimetlere nail oldum!..” 

Hristiyan da gelmiş,  o da: “İsa karşıma çıktı, dördüncü semada beraberdik, şöyle oldu böyle oldu, şöyle oldu...” O da anlatıyor.  Ben kesiyorum bu uzun. Vakit geç olduğu içün. Siz de anlıyorsunuz.

 Mü’min de gelmiş, “Sen de anlat bakalım!” demişler. “Bende, Zât-ı ehadiyeti  cenab-ı Ahmediyete fethedilen Zât tenezzülen beni karşısına aldı, dedi ki:

 “Onların hepsi yükseklerde uçtular, kimi Tur’daydı hariçte geziyordu, kimi dördüncü semadaydı. Ee onlar orada lazım gelen nimetleri aldılar. Sen şu helvayı yesene bakayım. Şu helvayı ye! Harice müracaat etme, kendinden o helvayı ye sen!”

 “E ne oldu?”

“Kalktım helvayı yedim. (demiş.) Ne olacak!” “Nasıl olur?”

“İsa sana bir şey emretseydi yapmam mı diyecektin? Musa sana bir şey emretseydi, hayır mı diyecektin? Kâinatın  Efendisi bana emretti hayır mı, derim? Yedim de bir şey kalmadı!”

 Onlar da demişler ki: “El-Hak, rüya-i salihayı sen görmüşsün, çünkü helvayı yemişsin!”

 Demek ki Hak ve hakikat uğrunda sebat eden insana, inkâr eden de icabında teslim olur.

 E bugünlük konuşma bu kadar yeter. Mevzûa giremedik. Söyleyeceğim şeylerin hepsi kaldı ama vakit geldi.



[1] Taaffün: (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
[2] Hubut: Aşağıya inme, düşme.
[3] Veleh: Hayret, şaşkınlık
[4] Münafikun Suresi 10’ncu Ayet-i kerime وَاَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاكُمْ مِنْ قَبْلِ اَنْ يَأْتِيَ اَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَٓا اَخَّرْتَن۪ٓي اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۙ فَاَصَّدَّقَ وَاَكُنْ مِنَ الصَّالِح۪ينَ
Meali: Birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!" demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.
[5] Alaik:   (Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar.
[6] Kevnî:  Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı.
[7] Sekr: (Sekir) Sarhoşluk.
[8] Lahut:  İlâhî âlem. Ulûhiyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem.
[9] Hud’a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak.
[10] Semm: Zehir, ağu. SEMM-İ KATİL: Öldürücü zehir.
[11] Afitâbî: Güneşe âit. Güzelliğe dâir.
[12] Taha Suresi 124’ncü Ayet-i Kerime وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًاوَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
[13] Mübalaga: (Mübalağa) Bir şeyi çok büyük veya çok küçük göstermek. Bir şeyi olduğundan fazla veya eksik göstermek. Haddini aşmak.
Edb: Bir şeyi ifade ederken ya olduğundan fazla veya olduğundan çok noksan göstermek." Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmak."
[14] Araf Suresi 155’ci Ayet-i Kerime وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ
Meali: Bir de Musa, mîkatımız için (tayin ettiğimiz vakitte tövbe için) kavminden yetmiş erkek seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa: "Rabbim! Dedi, dileseydin bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi bağışla, merhamet et, sen bağışlayanların en hayırlısısın."
[15] Sadır   Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
[16] Memduh(a): Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş.
[17] Makduh(e): (Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp.
[18] Tezvir: Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. Şahidin şehadetini iptal etme. Kendini ziyaret edene ikram etme.
[19] Müsahhar: (Sihriyy. den) Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[20] Takallüd: (C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. Takınma, kuşanma.
[21] Ze'm: Katı, şiddetli, şedid. Hacet, ihtiyaç. Mevt, ölüm.
[22] Tevbe Suresi 33’ncü ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ  
Meali O öyle bir Allah'dır ki, Resulünü hidayetle ve hak dinle bütün dinlere üstün kılmak için göndermiştir. Müşrikler hoşlanmasalar da.
[23] Saf Suresi 8’nci Ayet-i Kerime يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Meali: Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nurunu tamamlayacaktır.
[24] Fetih suresi 28’nci Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۜ وَكَفٰى بِاللّٰهِ شَه۪يدًاۜ
Meali: Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Şahit olarak Allah yeter.
[25] Fetih Suresi 29’ncu Ayet-i Kerime مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًاۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا   
Meali: Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.
[26] Teçhiz: Hazırlamak, donatmak.
Maide Suresi 67’ci Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Meali: Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola iletmez.
[27] Lika-i İlahi Allah’a kavuşma; İlâhî buluşma, görüşme.
[29] Mülga: İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
[30] (Buhârî, hadis no:3007, Müslim, hadis no: 2494 ) (Hadisi, Ali b. Ebî Tâlib -Allah ondan râzı olsun- rivâyet etmiştir.)    لَعَلَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ اطَّلَعَ عَلَى أَهْلِ بَدْرٍ، فَقَالَ: اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ، فَقَدْ غَفَرْتُ لَكُمْ
[31] Ahar: (Aher) Gayrı, başkası. Diğeri.
[32] Bakara Suresi 256’ncı Ayet-i Kerime لَٓا اِكْرَاهَ فِي الدّ۪ينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الْغَيِّۚ فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰىۗ لَا انْفِصَامَ لَهَاۜ وَاللّٰهُ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Meali: Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırt edilmiştir. Artık her kim tâğutu inkâr edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir.
[33] Yunus Suresi 108’nci Ayet-i Kerime قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ  
Meali: De ki: "Ey insanlar! İşte size Rabbinizden hak geldi. Artık kim hidayeti kabul ederse kendi canı için kabul etmiş olur. Kim sapıklık ederse kendi zararına sapıklık etmiş olur. Ve ben sizin üzerinize vekil değilim."
[34] Vücub Vâcib ve lâzım olmak. Sâbit olmak. Sukut ve vuku. Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. ırakılması mümkün olmamak. Güneşin batması. Muztarib olmak.
[35] Terkin: Yazılmış bir şeyi çizerek silme.
(Terkin; resmi defterlerde ya da tapu kütüğünde bulunan şerhlerin çizilmesi işlemine verilen isimdir.) 
[36] Kemmiyet: Miktar, sayı, nice oluş Az veya çok oluş. Kemmiyet, adet çokluğudur. Keyfiyet ise, bir şeyin esası ve kalitesidir.
³⁶Kevniyyat: Kâinat ilmi, kozmoloji. Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler.
[37] Müdrik: Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı. Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
[38] Rekz:  Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[39] Kaf Suresi 16’cı Ayet-i Kerime وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[40] İkan: İyi ve yakînen bilmek. Sağlam bir iş. Yakin hasıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek.
[41] Rad Suresi 2’nci Ayet-i Kerime اَللّٰهُ الَّذ۪ي رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَۜ كُلٌّ يَجْر۪ي لِاَجَلٍ مُسَمًّىۜ يُدَبِّرُ الْاَمْرَ يُفَصِّلُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَٓاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ
Meali: Allah O'dur ki, gökleri direksiz yükseltti, onu görüyorsunuz, sonra arş üzerine istiva etti, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirdi. Her biri belli bir vakte kadar akar gider. Bütün işleri O yönetiyor. Âyetleri O açıklıyor ki, Rabbinizin huzuruna çıkacağınızı iyi bilesiniz.
[42] İktiza:  Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.
⁴³ Çin-i cebin: Alın buruşuğu. Alın kırışığı. Kaş çatıklığı.
[43] Sademe/ sadme: (Çoğulu: sademat): Vuruşma, birbirine çarpma. Çarpışma, vuruşma. Çatışma
[44]Mezmum: Zemmedilmiş. Yerilen, kötülenen, beğenilmemiş, çirkin.


[i] Şiirin tamamı.

 NE OLMAK İHTİMÂLİ VAR

Dilin yine melâli var.
Melâlinin kemâli var

Cihâna infiâli var
Ne mâhı var ne sâli var

Güzîde bir hayâli var
Gelen gider meâli var

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Dök ehl-i necle âb-ı rû
Ricâle eyle ser-fürû

Bak imdi hâle sû-be-sû
Değer mi bir hayâta bû

Abes bu şiddet-i guluvv
Baş eğmem ölsem ey adû

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Bugün vücûd isem ne gam
Değil mi âkıbet âdem.

Hayât içinse bunca hem
İlâha eylerim kasem

Hayâta minnet eylemem
Bekadır asl-ı mültezem

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Bozuldu gülşenim gülüm
Daha nedir tezellülüm

Çok oldun ey teemmülüm 
Sükûta yok tahammülüm

Kemâle mi tevaggulüm
Âdemdedir tekemmülüm

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

Olunca söz evet belî
Cihânın oldun a'kali

Şu hâlde baş mı eğmeli
Ziyâ ben olmadım deli

Edip bir iş ki mücmeli
Hâyâta bâri değmeli

Hayâtımın zevâli var
Ne olmak ihtimâli var

[ii] [i] Leyla vü Mecnun / Fuzuli

Bu arsada her eser ki gördüm
Sensen dedüm ol eser yögürdüm

Çün verdi hayâl ana ham ü pîç
Men münfa‘il oldum ol eser hîç

Men akldan isterem delâlet
Aklum mana gösterür dalâlet

Tahkîk yolında akl n’etsün
A‘mâ vü garîb handa getsün

Tevfîk edesen meğer refîkum
Tâ sehl ola şiddet-i tarîkum

Gör hırsumı istegünce ver kâm
Senden ikbâl ü menden ikdâm

îlmünde ıyândur i‘tikâdum
Sensen senden hemîn murâdum

Dünyâ nedür ü ta‘allukâtıE
Endîşe-i mevtdür hayâtı

Ammâ demezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i imtihândur ol hem

Bi’llâh ki bu dil-fîrîb menzil
Eyle mana verdi râhat-i dil

Kim eski makâmumı unutdum
Sandum vatanum makâm dutdum

Müşkil gelür imdi terkin etmek
Bir özge makâma dahi getmek

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017