Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

17. Kaset

 17 (12.10.1958) 85 dk. (66-a)

Vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, ışktan doğan ahlakın menşeinin kalp olduğunu söylemiştik.

Gerek vazife, kalp, ışk, akıl, bunların her birisi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Tarifi en güç olan kısım da, anlatılması zor olan yer, insan mefhûmu üzerinde durmaklık.

Surette elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken ve nihayet sureti iki metre uzunluğunda bir çukura istiâp edebilecek kabiliyette olan insanın; mânâsı, vicdan-ı kibriyası, bütün kâinatı muhit. Bir veçhesi âlem-i hikmete bağlanmış, bir veçhesi âlem-i Kudret’e taalluk etmiş. Âlem-i hikmet ki dâr-ı iptila olan dünya dediğimiz bu sahne. Burada akıl insana rehber olabiliyor. Fakat âlem-i Kudret’e taalluk eden veçhesine gelince akıl duruyor. Akla durak mahallinden ileriye yol vermiyorlar. Burada iman ve aşk insana rehber olabiliyor. İşte o âlem-i Kudret’e taalluk[1] eden kısmını, elfâz[2] ile esvât[3] ile harflerle anlatabilmek beşerin takâti dâhilinde değil. Ama hiçbir şey söylemeden de geçmek, o da doğru değil. Hülasa edelim sözümüzü, İnsan nedir?

Hemen hemen her konuşmada tekrar ettiğim gibi; sizde bir dinleyen var, bende bir söyleyen var. Yahut sizde bir söyleyen var, bende bir dinleyen var. Dinleyenle söyleyenin mecmûuna[4] insan denir. Anlatabildim mi acaba? Biraz tefhimi⁵ güç amma hâl’en insan anlayabilir.

İnsan insanın ayinesi, diyoruz. Ne demek? Ne demek, insan insanın ayinesi? Böyle bir misal verelim, geçen konuşmada da söylemiştik. Ya elemimiz vardır ya emelimiz vardır. Şu dakikada düşün; ya elemin var, bir şeyi talepdesin, emelin var yahut elemin var ıstırabın var, onunla meşgulsün. Beşer bundan hâlî değil. Bütün kâinata sahip olsan da bundan kurtulamazsın. Bundan kurtulanlar yok mu?  Var. Fakat istisnalar, kaideye girmez. Onlar, vücut şaibesinden geçmiş, kendilerinde, kendilerine ait bir varlık iddiası kalmamış. Fakat bunlar tabi istisna teşkil eder. İstisnalar da kaideye girmez. Hüküm eksere göredir. Biz şimdi beşer camiası üzerinde konuşuyoruz. Şöyle bir asûde kaldığın vakitte kendi kendine düşün, ya elemin var ya emelin var. Öyle değil mi? Bu hâldeyken Kudret size dese ki, herhangi birimize: “Emelin var değil mi? Bütün hilkati sana verdim; semasıyla, arzıyla, arşıyla, ferş[5]iyle, melekûtu ile ceberrutu ile bildiğin âlemlerle, bilmediğin avâli ile fakat insan sınıfını kaldıracağım yalnız sen kalacaksın!”  Acaba bir an durabilir misin? “Ya işte, emelin var ya senin, birçok sebeplerin. Hepsini veriyorum fakat yalnız, şu geçinemediğin insanlığı kaldırıyorum!” Bir an duramayız. İşte insan insanın ayinesinin açık mânâsı budur.

İnsan kendini görmek ister. Nerede göreceksin? Yine insan da göreceksin. Bu bir hakikat olduğu halde neden birbirimizi yiyoruz! İşin ince yeri burası. Neden birbirimizi yiyoruz? Hâlbuki hilkat, semayı tavan, arzı taban, ara yerdeki insanı ihvan olarak yaratmış. “Hilkatte beraber, hakikatte biradersiniz.” demiş. İş aranacak olursa, incelenecek olursa, Cüz’ü küll yek diğerinden eyler istimdat-ı dad[6]. Bunlar birer hakikat olduğu hâlde, üç kişi bir araya gelip, dört kişi bir araya toplanıp bir türlü geçinemiyoruz. Huzur yok. Neden acaba? Benlikten, benlikten. Tek bir kelime ile benlik. Hâlbuki ne var işin içinde. Verir mi Hûdâ hiçbir şeysini. Hiçbir şeysini vermez.

Vücut cûdi İlahi, hayat bahş-i kerim.
Nefes atiye-i rahmet kelam fazl-ı kadîm
Beden bina-i hûdâ, ruh nef’ayı tekrim

Kuva vedia-i kudret, havas sun-u hakim.[i]

Hepsi O’nun, bu kâr-ı hanede. Hiçbirimizin bir şeysi yok. Ve bunu da biliriz biz. Biliriz de amel edemeyiz. Gaflet şarabıyla mestiz. Diğer içki adamı isti’dâdı nispetinde, bir günde, altı saatte, üç saatte, beş saatte nihayet ayılır adam. Fakat gaflet şarabıyla mest olan “Hayattan azl oldun!” emrini aldığı an ayılır. O vakit de ayılmanın faydası olmaz. Ayılmaya ayılır amma neden sonra?

Gelir abit ibadethaneye amma neden sonra

Semayı deler gibi bakan nice gözler sönmüştür. Titrer! Yeri ezer gibi basan ayaklar nasıl tir tir titremiştir. Yalnız ayaklar titrese iyi, büyük Kitap öyle der:  “Ben insan haklarını ezen, insanlığı inleten, mahlûkata nazar-ı hakaretle bakan insanları topladığım vakit, hiçbirisi ayak üzerinde duramayacak o azamet karşısında!” der. “Muhakkak diz üstü çökecektir.” der. “Ben zalimi huzurumda ayak üzerinde tutup da isticvab[7] etmem.” der. “Duramaz ki!” der. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Duramaz! “Ben zalimi, ahh almış adamı, gönüllerde ki mânâyı silerek, hayvan derekesinden daha aşağıya düşürmek isteyen zalemeyi, hiçbir vakit huzur-u izzet-i sûbhânime davet ettiğim vakit, ayaküstünde duramaz ki tutmam! (der) Çöker, diz üstüne çöker!” Bunu böyle haber verdiği gibi “Yaradılışındaki gayeyi duymuş, ahlak denilen öz elimle biçmiş olduğum elbiseyi giymiş...”

Ahlakın manevi tarifi, Allah’ın sevip seçip, ayırmış olduğu kimselere, ikram etmiş olduğu elbise-i manevi derler. Anlatamadık mı acaba?

“Taatın sıcaklığını duymuş, masiyetin soğukluğunu idrak etmiş, gönül kazanmış olan kimseyi de yürüterek huzuruma getirmem!” der. Emir böyle apaçıktır. “Ben onun ayaklarına kıyamam. Benim yanıma gelirken, yürüye yürüye gelsin, Öyle getirmem!” diyor. “İttikasının[8], gönül vermiş olduğu o aşkın uğrundan ona bir binek yaparım, onun azameti ile getiririm. O geçerken bütün melekût da ona selam durur” der. Acaba anlatabiliyor muyum? Sure-i Meryem’in nihayetine ait olan beyyinat da bunlar açık açık böyle yazılıdır. Şeyini de veriyorum, adresini de. Öyle ya, belki merak edersin de “Nerede bu?” dersin. “Yok!” diyor. “Ben gönlünü bana vermiş...” Öyle diyor: “Öyle getirmem onu.   Kıyamam ona!” Bunlar hepimizin başına gelecek, değil mi? Karar, bir an-ı gayr-ı munkaseme[9] bağlanmıştır, kardeşim. O kolay bir şey değil. “Gel!” emrinin yanında daha yakîninde böyle son bir ân’a.

Niçün gafil  yaşıyoruz? Neden muhabbet sermayesine sahip olmak istemiyoruz? Diğer varlıkların hepsi geçecek. Ters anlaşılmasın, ahlak bütün varlığı gayet kıymet verir. Üzerinde durun! der. Fakat nihayet kalıbında kalsın, der. İnsanın cesedinin nasıl ekmeğe, suya, havaya ihtiyacı varsa, bir gıda ise; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücud-u manevisinin de neye ihtiyacı vardır? Bir gıdaya ihtiyacı var. O gıdanın adına  ne derler? İki üç konuşma sonra söyleyeceğim.

Beşer, semavî bir cazibeye tutulmadıkça kat'iyen felaha kavuşamayacak. Buna imkân yoktur. Beşer semavî bir cazibeye, semadan inen bir cazibe var, ona kendini kaptırmadıkça, imkânı yoktur ki ah sesi dinebilsin. Dinmeyecektir! Beşerin zekası, mini mini kafaları, Büyük büyük malûmâta sahip olan varlıkları, ne kadar toplanırsa toplansın, huzur-u kalp meydana getiremeyecektir. Gelmiyor işte!

Hepimiz görüyoruz. Çalışıyorlar, terbiye tezgâhları işliyor. İnzibat teşkilatı muntazam. Semaya kadar çıkılmaklık hâlleri tecelli etmiş. Mütefekkirler uğraşır, diplomatlar uğraşır, iktisatçılar uğraşır fakat bir türlü beşer “Ohh” diyemiyor. Semavî cazibeye, oradan inen cazibeye tutulmadıkça diyemeyecek, imkânı yok!

 [10] وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ .

Allah kendisi resmen ilan etmiştir: “Bana sarılmadıkça yolu açmam!” diyor. “Açmam!”

Akıl yalnız kendi başına, fenalıkların, rezaletlerin, kötülüklerin önünü alamaz. “Aklım hâkimimdir, vicdanım amirimdir!” diye yaşayan insanlar, çok aldanmışlardır. Bak cümleyi tekrar ediyorum. “Akıl bütün fenalıkların bütün rezaletlerin, bütün kötülüklerin önünü alabilir. Akıl kâfidir!” diye onun sahasında boğulanlar, aldanmışlardır. Alamıyor işte.

Akıl, nasıl Akıl! Bugün değil mi?  Fakat o akıl ki, nefse tabi olmuştur. Ahlak, ona akıl demez yine nefistir, der. Bir şey anlatamadım mı acaba? Onu ayırmaz ondan. Ona tabi olmuştur yine  nefistir, der. Nefiste insanı hüsrana götürür. İlk önce yolları ayrıdır, tefahura[11] sevk eder. Tefahur tekebbüre çıkarır.  Kibir zulme götürür, zulme! Zalim yapar adamı. Ondan sonra da düşer. Başlar kalbi kararmaya, taştan katı olur. Taştan su çıkar ondan su çıkmaz. Öyle diyor. Taştan su çıkar, fakat katı olan kalpten su çıkmaz, değil mi ya? Biz vaktiyle kalbe sahiptik. Ne demek o? Evet! Büyük Kitab’ın tarifinde Allah öyle der, söyler söyler de:

[12] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ  .

“Bu sözlerim kalbi olanlara aittir.” der. Demek herkes de kalp olduğunu Hûdâ kabul etmiyor. Beyan eder, beyan eder, ondan sonra  لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ  . “Bu ancak kalbe sahip olanlara, kalbe ait olanlara.” demek herkeste ki kalbi kabul etmiyor. Herkeste bir et parçası var, kalp yok gibi.

Dedemiz, tarihin en eski efendisi olan, ecdadımız; zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı koyan dedelerimiz, kalp sahibiymişler. Kalp! Kaç defa söyledim. Kavl-i mücerred[13] halinde kalmamalı söz. İspatı lazım gelir. Değil mi ya!

Evet, ufak bir misal verelim. Eski verdiğim misallerden.

Dedenin vakıfnâmelerini okuyacak olursan; filan semtte ki köpeklere şu kadar ciğer, insan hakkını bırak hayvan hakkı ile meşgul. Filan semtte ki hayvanata şu kadar eşya, neyse o. Tımarhanelere musiki heyeti, saz heyeti. Deden onu va’z ederken, bugün de fennin en nihayet kararlaştırdığı o hastalıklar musiki ile tedavi olabilir, diye en son çıkan rapora binaen, deden asırlarca evvel onu sezmiş. Anlatabiliyor muyum? Onu nereden sezmiş? Ne de olsa, insanın mânâsıyla alakadardır o hastalık, musiki de Allah’ın âlem-i ezelde [14] اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ  . Hitabındaki tecellisinin eşyaya gizlenmiş olan hâlidir. Öyle değil mi ya?

Al bir kemanı eline,  üzerinde nihayet bir tahta, tahtanın üzerinde çelik teller yahut hayvan bağırsağından yapılmış teller, at kılından yay, etten kandan kemik birleşir bir araya seda çıkarır. O seda elinde mi gizlenmişti, bağırsak da mı gizlenmişti, çelikte mi gizlenmişti, tahta parçasında mı? Hayvan yürümezken iradesini bırakır, tıpış tıpış yürür. Efkâra, hayvana tesiri oluyor. İnsana olmaz mı? Nedir o? O Kitab-ı İzze’nin[15] eşyada ki gizlenen hâlinin aksidir. Onun içün “Ruhun gıdasıdır.” denmiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Söyler onu bazı adam:

“Efendim, musiki ruhun gıdası.”  Ne demek ruhun gıdası? Nasıl neden ruhun gıdası oluyor? Çünkü ezel âleminde bizden Allah söz alırken, ne diye söz almıştı: “Bak, sana imzamı va’z ettim, tesviye ettim seni. Seni tesviye ettim. Öz elimle yaptım seni. İmza-i İlahimi yüzüne va’z ettim. Kendime muhatap tuttum.”

Konuşmayı kimse tarif edebilir mi konuşmayı? Konuşuruz da o kadar aciziz. Fakat neden sahte benlik gösterir bilmem. Bin defa söyledim bunu. Nedir konuşma? Hangi adam anlatabilir? Hangi ilim adamı, hangi fen adamı, hangi felsefe adamı bana konuşmayı tarif edebilir mi? Ne mümkün! Meğerki Allah’ın kelâm isminde fani ola, o isimle tahakkuk ve tecelli ede, o vakit de söz kesile! Konuşursun da konuşmanın ne olduğunu bilmezsin. Konuşmuyordun, doğduğun vakitte de birdenbire konuşmaya nasıl başladın. Konuşturan bir gün konuşacak. Konuşan bilir düşünür yahut düşünen bilir, konuşur. Hangi tarafından tutarsan, bir gün konuşacak. “Sana konuşma hakkı verdim. Kendime muhatap tuttum. Yüzünü benden başka yere çevirecek misin çevirmeyecek misin? Benden başka dayanacak, güvenecek var mı?”

Bazı insanlar aciz insana taparlar, izzet bulalım diyerekten!

[16]َاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًا diyor Allah. “Ne izzet arıyorsun insandan? Çalsana Benim kapımı sana vereyim izzet. Ben toplamışım bunları.”

“Filana şöyle yaparsam; bana ikbal verir, istikbal verir, izzet verir!” Hayır kardeşim,  öyle demiyor O!

َاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ  Çünkü her senin güvenmiş olduğu o izzetin sahibi, Benim  yed-i[17] kahrı tecelliyat-ı ilahiyemdedir. Bütün mükevvenat[18].”

Vücud-u ruhimizde Allah’a söz vermişiz: Bize kıymet verdin, insan yaptın. Öyle ya, en büyük fenalık; insan, insan olduğu hâlde, insan olarak gitmezse ne fena şeydir o!

(Konuşuyorsunuz, fısıltı yapıyorsunuz, mevzûyu kaybettiriyorsunuz.)

O geçenlerde günü yapılan, Amerika’da kürsüsü bulunan, geçen sene resmen Papa’ya ilan ettiren, “Bütün Hristiyaniyet namına o büyük insanın karşısında hürmetle eğiliyorum.” dedirten Mevlana. Göğsün kabarsın. O ne muazzam iştir o.

Senin mânânı, senin varlığını, sen anlayacaksın amma kâinat anlayıp sana anlattıktan sonra! Acı tarafı da budur. Yoksa anlayacaksın, sen de anlayacaksın. Senin nasıl bir mânân varmış, nasıl bir efendin varmış, nasıl bir kurtarıcın varmış. Minnetsiz ücretsiz, külfetsiz, nasıl sana rah-ı hakikati[19] gösteren bir varlık varmış.  Bunu anlayacaksın amma kâinat anladıktan sonra! Sen anlasan da anlatsan daha iyi değil mi?

Anlamaya başlamış kâinat. Atomu var, serveti var, kâinata borç veriyor. “Lazım-ı dünya olacağım.” diyor. Kuvveti var. Muazzam ordular idare etmiş, rütbesi var, mükellef masası var, milyarlara sahip olabilecek nüfusu var, geliyor senin memleketinde: “Beşeriyete sulh-u selameti Kur’an ve İncil ile getireceğiz!” diyor. Ulu’l-elbâb[20] değil de kafası en kalın adama Kudret nasıl ders kaçırtırıyor? Acaba anlatabildim mi? Kudret nasıl ders kaçırttırıyor? Gazeteler yazdı okumadın mı? Radyolar söyledi, gazeteler yazdı. Hem Kur’an’ı takdim ediyor. “Kur’an ve İncil’in arzusunda beşere huzur hazırlayan o iki arzu tahtında biz sulhu getirebiliriz.”  İnceliklerini düşünecek olursa insan, kendisinin mânâ itibariyle nasıl bir mevkîden geldiğine karşı, yerlere kapansa yine o hakkı ödeyemez, değil mi? Ödenmez o.

Neyse mevzûyu dağıttık toplayalım.

Vakıfnameleri açarsan, tımarhanede ki deliye bile, musiki heyetleri. “Tedavi olur.” diyor. Fennin de bugün en son verdiği şeyler bunlar. Yaptığı işler bunlar. Biz o gün onu yaparken dedemiz, medeniyetini taklit ettiğimiz Garp da deliye “cin çarpmıştır!” diyerekten hakk-ı hayat vermiyor, vadesi gelmeden yakıyordu kardeşim. Öyle cayır cayır yakıyor ve temâşa ediyordu. “Deli nasıl yanıyor.” diyerekten yaa!

Kalp meselesini konuşuyorduk değil mi? Belki mevzûyu kaybettin.  . لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْب   Öyle diyor Allah: “Bunu kalbi olan için konuştum.” Öyle söyledi. Kalp!

Bugün de görüyoruz ki anasının nafakasını vermiyor. Evladının nafakasını vermiyor. Evladı bu! Babasına nazar-ı hakaretle bakıyor. Köpeklere nafaka veren, anasının nafakasını vermiyor! Akıl duruyor. Nasıl insan kabul etmez ki Hazreti Muhammed: “İnsanların kalbi Allah’ın iki parmağı arasındadır.” diyor. Böyle bak... O kalp böyleyken bugün böyle olmuş. Yalvaralım da yine böyle dönsün. Yalvaralım, yine dönsün.

Evet! İnsan bu, insanın tarifi tuhaf. Suret itibariyle görülüyor, her birisi böyle kaşı gözü filan var. Fakat insan vardır ki, mazhariyet-i[21] gaybiyesi cehalet içinde marifet meydana getirir. Deden gibi.

Kâinatı en kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı. Zayıf kâvîden hakkını alamazdı. Edep makdûh, fuhuş memdûh, ırz şeref namına satılırdı. Kadın hayvan gibi pazarda matah-ı adiye gibi, kocası öldükten sonra adi eşya gibi, dolap gibi, sürahi gibi pazarda satılırdı. Daha ötesi var mı? O cehaletin içerisindeyken, koca bir marifet getirdi senin mânân. Sen çok övün, kendini küçük görme!

Sonra yine insan vardır ki, tesvilât-ı²¹ şeytaniye arasında marifethaneleri yıkar. Bunların ikisi de bir gözükür, bunları nasıl tarif edeyim? İnsan vardır ki rayiha-i[22] kerihesi[23] âlemin dimağını zehirler. Mü’minken adamı kâfir yapar. Öyledir.

İnsan vardır ki, hilm-i tevâzu ile karıncayı incitmek istemez. İnsan vardır ki, benliğiyle firavunluk vadisinde yılan diker. Hepsi bunlar, insan ismi altında.

Sözü hülasa edecek olursak; beşeriyet, semadan inen cazibeye tutulmadıkça yakasını kurtaramaz. Tecrübesi olmuştur dünyada. Mevzii konuşmuyorum şöyle bir muhit filan değil, umum dünya üzerinde. Muhit değil, bütün dünya üzerinde.

Huzur-u kalp kisbî[24] değildir, yani öyle kendi elinde değildir. Onun huzura kavuşabilmesi içün, Kudret’in göstermiş olduğu esaslar vardır. O esaslara girince, senin haberin olmadan Allah huzuru verir. Verir O, O verecek. Görecek sende ki isti’datı, kendi verecek.

On nüfuslu bir ev, her birinin kafası ayrı işler. Huzur olur mu orada? Sen şimdi o teşkilatı daha genişlendir. Sen benden emin değilsin, ben senden emin değilim. Nasıl huzur olacak? Olur mu? Öyle dedi Peygamber, Cenab-ı Muhammed Aleyhisselat-ı vesselam: “Reyler çoğalır.” dedi. İnsan mânâdan soyunursa, nefsin hükümlerine tabi olursa, reyler çoğalır. Çoğalır da ne olur? Ruhtan mı gelir? Kalpten mi gelir? Akıldan mı gelir? “Hayır!” dedi. “Nefisten gelir. Hevâ-i hevesten gelen reyler çoğalır, beşeriyet ona tabi olduktan sonra yıkılır!” dedi. Yıkılmak demek, böyle düşüvermek demek değil, huzursuz yaşamak, huzur yok. Sonra ömür gayet kısadır, Öyle değil mi? O kadar uzun bir mesafe yok ki. Uzun bir şey değil ki.

Ömr-ü dünya bir dakika
Ömr-ü âdem bir nefes.
Allah u bes Baki heves.

Kaç yaşındasın? “Otuz” ortaya bir şey koy. “Yok!”  Kaç yaşındasın? “Elli” koy bir şey. “Yok!” Yetmiş, seksen, yüz yine yok! Kâinatta marifetullah zevkinden mâadâ bütün zevkler hiçe çıkar. Allah öyle bir Allah’tır ki; insanı bir hadise karşısında otuz sene evveli şakır şakır güldürür, aynı hadiseyi otuz sene sonra önüne diker, hüngür hüngür ağlatır. Üüüü! Yine Hûdâ der ki: “Ben sizi bir sahaya gönderdim, bir av avlamaya...” Söyleyemedim cümle bozuk çıktı. “Sizi bir sahaya sevk ettim. Benim bir şeyimi almaya kenetlen.” Anlatabildim mi acaba? Hiçbir şeyin yoksa diyor. Ne olur kelime-i tayyiben ile güzel sözle...

Sahte olmayan kalbinle ağzının birleşmiş olduğu söze, güzel söz denir. Bizim kalbimiz başka konuşuyor, ağzımız başka konuşuyor. Ondan muvaffak olamıyoruz.

Muvaffak olamayışımızda iki illet vardır. Biri, ağzımızdan kuvveti kolumuza almıyoruz. Kuvvet ağzımızda,  kolda hiç kuvvet yok. Anlatabildim mi? İkincisi konuşma tarzımız iki türlü. Dudaklar başka türlü konuşuyor, kalp başka türlü konuşuyor. “Şunun ikisini birleştirin de güzel konuşun da Benim rızamı avlayın.” Anlatamadım mı acaba? Çünkü bilir misiniz;  Rızâ-i İlahi bâhâ ile değildir, bahane iledir. Neler, neler yaparsın da senden razı olmaz. Ufacık bir şey yaparsın da üüü böyle. Demin ki dediğim gibi, ikram ile karşılar. Neler neler yaparsın, olmaz.  Neden olmaz? Yaparsın yaparsın, niyet halis olmaz, ihlas halis olmaz. Şuna benzer, gayet temiz bir inek kendi öz elinle sağdın, güzeeel bir süt fakat yukarıdan şişe devrildi içerisine bir damla iki damla gaz döküldü. İçemezsin. Birçok güzel şeyler yaparsın. Ufacıcık içerisine bir benlik girer, ağzının konuşması ile kalbinin konuşması bozulur, hadi bakalım yapılan iş de bozulur. Öbür tarafta gayet hafif bir şey yaparsın, temiz bir ihlas olur, İhlas. İş başka türlü olur.

Eski konuşmalarda size bir misal vermiştim. İhlas, temizlik, samimiyet misali olaraktan. Ben hepinizi sizin inanmış bir zümre olarak konuşuyorum. İnanmış, hilkatteki gayeyi duymuş, geliş ve gidişte kendisinin ihtiyârı olmadığını anlamış, gelirken bana sormadılar, giderken de sormuyorlar. Binaenaleyh, ibtida[25] ve iddiadan[26] iade daha kolaydır. İmana nail olmuş. Anlatamadık belki bu cümleleri. Hani bazı insanlar vardır ki: “Adam, ne malum gelip gideceğiz, ne malum bir huzura çıkacağız(?)” İlim bunun artık gitmiştir,  ne malumu yok bunun. İlim keramet bahsine kadar yürüdü.

Geçenlerde Cumhuriyet gazetesi yazıyordu. Amerika’da kutupların altında taht-el bahir[27] de bulunan bir adamla bir laboratuvarda bulunan bir adamın saat onda birbirleriyle konuşmuş olduklarını, kutbun altında işlemiyormuş. Haber alma imkânı yok. Yaa, bunun bir manevi cephesi varmış, vaktiyle filan yerde ki insan, filan yerde ki insanla konuşurmuş. Buraya girmiş adamlar. Ben daha hâlâ dedikodu ile meşgulüm. Senindi benimdi, ne senindi ne benimdi. Hep O’nun. Adam oraya kadar girmiş ve aynen çıkıyor. Şimdi, ben uzun boylu anlatamayacağım, merak edersen bul o gazeteyi oku, tavsiye ederim okumanızı. Bulun o Cumhuriyet gazetesinin o nüshasını, okuyun. Hem elli defa okuyun. Bir defa da anlayamazsın elli defa oku. Bir doktor yazıyor oku: “Kutuplarda buzun altında seda irtibatı olmuyormuş, haber yok. Ama bu hilkatte bunun manevi veçhesinde varmış.” diyor, bak nereye kadar gidiyor. Ve tatbikatına başlamış. “Bunun üzerinde çok incelemeler olacak.” diyor. Tabi olacak. Neden? Öyle dedi, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. O’nun dediği olacak kâinatta. İşin zevkli tarafı bu. Hep O’nun dediği olacak. Öyle, zaten O’nun dediği olur, olacak.

Bak! Sen ne zannediyorsun insanı. İnsan, ne demek insan? İnsan...

Nereden girdim buraya? Hatırlatabilir misiniz? Mahsus soruyorum, iyi dinleniyor mu diyerekten. Şurasındaydık:

Yaratılışındaki gayeyi duymuş, değil mi? Kendi kendine hesap veriyor, diyor ki,  cümleler böyle gelecekti. Gelme de gitme de ihtiyârım yok. Sormadılar bana. Hani derler ya, “Ne malum, ben gideceğim de geleceğim(!)” Asıl cümle şurada kalmıştı, ibda ve iddia, iadeden[28] daha zordur. Söyleyemezsin ki “Ben ikinci bir huzura nasıl kavuşabilirim, olur mu böyle bir şey(?)” Neden?  Başlangıcın ve bu oluşundaki iddia. Bedehâtın[29], hayat denilen, sûrî hayat denilen zahirdeki bitişten sonraki tekrar oluşun, oluşa iade-i itibariyle… Cümle bozuk çıktı, düzelteceğim dur. Elbette daha zordur. Şöyle derdim ben size, daha iyi anlardınız.

Kaç yaşındasınız? “Altmış.” Altmış bir sene evveli, zât-ı âlîniz kendinizi bilir misiniz? İsminiz var mıydı? Resminiz, vesminiz[30], bir defterde kaydınız, kuyudunuz, nüfusunuz böyle bir şeyler bilir misin?  Hiç kimse sizi tanır mıydı? Tanımazdı. Demek ki sizde bir ibda ve bir iddia olmuş. Bir başlangıç, başlangıçtan sonra da şöyle güzel bir varlık meydana gelmiş. Bu varlığı tanımazken; maddesi modeli, zamanı müddeti, sizce malum değilken var oldunuz değil mi? Var oldunuz. İkinci iadeyi nasıl inkâr edebilirsiniz? Acaba anlatabildim mi? İkinci iadeyi nasıl inkâr edebilirsin sen? Ben sana, hani diyor ki “Efendim kim gitmiş de gelmiş(?)” Zât-ı âlîniz kardeşim, siz gittiniz, siz geldiniz! O dava kapanmış. Batıl! Haa...

Onun içün sizi ben bunları takdir etmiş, hilkatte ki gayeyi duymuş, geliş ve gidişte ihtiyârı olmadığını anlamış, bir varlık karşısında konuşuyorum, diye konuşuyorum. Yoksa inkâr sahasında bir varlık olsa orada başka türlü konuşuruz. Onun içün bir misal vereceğim. Misal de nereden geliyordu?

Mevlana’dan. Mânâ büyüklerinden. Hem maddeye sahip hem mânâya. Muafiyet serumunu daha dünyada kimse bilmezken o söylemiştir. Aç, bak Mesnevi’sinde bulursun.

Öyle dert vardır ki devası içinden çıkar. Alıyorsun aynı mikrobu, vuruyorsun, tedavi ediyorsun. Öyle dert vardır ki devası içinden çıkar. Acaba anlatabildik mi? Deden senin, göğsün şöyle kabarsın. Bir emir vardır, bir hadise olmuş. Hadise, onu tefsir[31] eder şimdi o. Bir misal getirir orada. Hadise şöyle:

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, mazhâr-ı kâinat efendimiz; her Cuma konuşurlarken, beşeriyetin bütün ihtiyacına kâfi olan mânâyı anlatırlarken, insanlar çoğalmaya başlamış. O marifet-i İlahiye enharı[32] olan, fem-i[33] saadetinden çıkan cümleleri işitmek kâfi gelmiyor, yüzünü de görmek istiyorlar. Çoğalmış. Kendileri yerde, ayakta konuşuyorlar. Bulunmuş oldukları mabedin, bir sütununa, bir direğine, mübarek sırtlarını vuruyorlar. Öyle istinat ederekten konuşuyorlar, konuşuyor. Âyine-i Hak olan yüzünü görmek isteyenler çoğalmış. Geride kalan göremiyor. Niyaz etmişler, demişler ki: “Bir yüksek bir şey yapılsa da orada bize ikramınızı yapsanız.” “Hay hay!” demiş. Bir kadının kölesi marangozmuş, ona üçayaklı bir kürsü yaptırmışlar. Ertesi hafta o kürsüye çıkmışlar, başlamışlar beyanatta bulunmaya. Huzurda bulunanlar, şehadet ederler ve derler ki: “Annesinin kucağından ayrılan (o bir annede bir iştiyak ile sarılan bir yavru vardır. Birdenbire alınca ağlar, bağırır.) yavrunun ağlaması ve şey etmesi gibi, hayrette kaldık, sütun başladı konuşmaya, ağlamaya!” Bugün bunu da insan inkâr edemez. Çünkü sahâ-i fen artık cemâdı[34] konuşturuyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Neyse onun izahı sonra kalsın?

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi; onun rikkatli ağlar gibi sesine (Çatlar ve ağlar gibi,  tabir böyledir.) dayanamadı.   Hepimiz de dikkat kesildik, sözünü kesti, indi ve yavrusunu kucaklayan anne gibi kucakladı sütunu. Bizde bunu temâşa ediyorduk. Kucaklar kucaklamaz ses kesildi. Öyle bir hâl oldu ki; sema etten, arz hamuş[35], sanki yeryüzünde ses seda kalmamış, sema da etten bir hale gelmiş, arşta temaşa da hadiseyi.

Sordular: “Niçün yapıyorsun? Şikâyetin nedir?”

“Siz sırtınızı bana dayardınız, hayatımdınız.  Bu iftirâka[36] tahammül edemedim.”

“Sizi yerinizden çıkarttırayım.”  Ha, şöyle diyorlar: “Rabbime dua edeyim, her şeyi yapan Kadir-i Mutlak’tan yalvarayım, sana tekrar meyvalı bir vaziyet, yeşillenmek şeklini versin.”

“Ben bilmem, benim ebedi olarak senden ayrılmamaklığım neye bağlıysa onu isteyin.”

Çıkarttırtıyor, minber-i saadetin altına gömüyor. “Yarabbi, buna yarın ahirette insan muamelesi yap.” Şimdi bunu alır, Mevlana alır, öyledir. Değil böyle kendisine tabi olanlara, Hazreti Muhammed’in kokusu asilere bile şefaattir.  (46:30)

(Yeşil Efendi’nin konferansı iki banda alındığı için, birinci bant burada nihayete erdi. İkinci banda devam ediyoruz.)

17 (12.10.1958) 85 dk. (66-b)

Nasıl Yusuf’un kokusu zayıf, nahif[37] olan babasına bir sıhhat olduysa Hazreti Muhammed’in kokusu da kâinata sıhhat ve şefaattir. El verir ki o kokuyu duymak isteyen bir burun olsun. Mevlana der ki: “Dikkat edin!” der. “Bir şecer[38] insan olaraktan gelmiş de, bir insan muamelesi görmeden gelip giderse çok acı değil midir?” Yine o zât misal verir der ki:

“Birisi varmış, diyor. Çok susamış, bir duvarın arkasında bir şey görmüş, berrak bir su görmüş, ikide bir de geçmenin imkânı yok. İkide bir de tutar bir taş atarmış.” diyor. Yine durur durur, taşı atarmış. O suyun böyle hani, anlatamıyor muyum, hani gözünün önüne gelmiyor mu? Hani, şöyle su şöyle bir şey yapar ya hani. Su bir gün ona demiş: “Yahu, sen bana taş atarsın, sonra sanki susuzluğunu giderirmiş gibi bir hâl var. Ne fayda var bana taş atmaktan?”  “Ahh bilmezsin! Diyor. Bilmezsin, çok susuzum, çok susuzum. Tırmanıyorum, sana taş attığım vakitte sanki içiyormuş gibi oluyorum.” Bunun mânâsını söyleyeyim mi size? O, bu kadar, der geçer. Mânâsı var onun. Yoksa kalsın mı?

O su, âb-ı hayattır. Biraz daha Türkçeleştir, ne demek âb-ı hayat? Allah’ın tecellisidir. Hilkatten gaye mahlûka taattır, kardeşim. Onun içün marifet, ibadâttan daha efdâldir. Bir şeyi bileceksin ki; o şeyin tazim mi icap eder, tahkir mi icab eder, herhangi bir şeyin uluvvi kadrini şanını bilmedikçe ona tevkir[39] edemezsin. Babadan kalma mirasyedi şeklinde ben bir mânâya iman ettim, deyip de onun hakikatini bilmedikçe birisi gelir yarım saat konuşur, senin elinde nen varsa alır gider. Bilmiyorsun çünkü ki, o şeyin azametini, uluvvi kadrini, şanını bileceksin ki, ona lazım gelen, layık olan, takdiri yapabilesin. Anlatamıyor muyum?

Önce takdir, sonra tevkir. İşte ona binaendir ki bizim mânâmızda; kim felaha kavuşur, kim zavallı vaziyete düşer. Kim ki tazim edilecek bir şeyi tahkir ederse yıkılır. Kim ki kıymeti olmayan bir şeye lazım gelen bir kıymetin fevkinde muazzam bir kıymet verirse yine yıkılır. Âb-ı hayat bu.

Duvar ne? Duvar var ya hani böyle duvara çıkıyor. Haa, o su diyor ki: “Hiç olmazsa tırmanmaman için şu duvarı bir parça, bir parça yık. Bari yerden gör. Şıkırtımı duyuyorsun tırmanıyorsun. Şunu yerden gör, yık bir parça, yık! Tamamen yıkarsan içiririm sana.  Duvar; sıfat-ı beşeriye, sıfat-ı nefsaniye. Hepimizde var. Anlatabildim mi? Onu yıkmadıkça kurbiyet hâsıl olmaz. Hatta bunun din ilminde daha iyi anlatılabilecek veçheleri vardır. Mesela evliyaullah der ki: “O zâtta secde-i karîb olmuştur.” der. Yani herkes namaz kılar secde eder ama bir şey olmaz ki ondan. Secde-i karîb.

Bikatrı taalluk abeses inheme taat serta nebûrî dest ez o secde révânî. Hak ve hakikatten alıkoyan, alayıktan kendini kurtarmadıkça, bütün ibadât-u taatin abesle meşgul olmaktır. Hiç faydası yok!

Mesela, yine Fahr-i Âlem’in dediği gibi: Rubbe kaimin hazzuhû min kıyâmihî esseh ve rubbe saimin hazzuhû es-sıyâmihî[40] ilâ ahiriyi, getiremedim aşağısını, mânâsı şöyle: “Birçok gece namazı kılanlar vardır ki, feraizi[41] yapmış da geceleyin de kalkmış. İbadât-ı taatta bulunmuş. Bunların bir alacağı ecir vardır bilir misin nedir?” diyor. “Uykusuz kalmak! Ve rubbe saimin hazzuhû min-sıyâmihî el-cû vel'atş.” Geldi şimdi. Tamamladım emri. Birçok da oruç tutanlar vardır ki, hele ramazan orucu değil, her gün. Yahut savm-ı Davud gibi bir gün tutuyor, bir gün yiyor. Bu zavallının da alacağı nedir bilir misin? “Aç ve susuz kalmak!” Şimdi biraz evveli okumuş olduğum şeyin manası:

Bikatrı taalluk abeses inheme taat sertâ neburî dest ez o secde révânî. Hak ve hakikatten uzaklaştıran alakalardan soyunmadıkça bütün taat yorgunluktan ibarettir. Hak ve hukuku yerine getirmeklik hususunda kelleyi ortaya atmadıkça secde yapmamışındır. “Şöyle olursa böyle olur, böyle olursa şöyle olur, şu şöyle olur, bu böyle olur.” Ee, istersen alnın secde de çürüsün, hiçbir şey yok onda, secde yok. Secde-i karîb diyoruz. Anlatabildim mi?

Şimdi asıl şeyi misal verelim. Âb-ı hayatı söyledik, duvarı söyledik. Duvar yıkıldıkça su yaklaşır. Temelli kalkarsa içeceğin kadar içersin. Koyar koyar, doya doya içersin. O vakit Hakk’a karin olursun. Bunun da makbul olanı, kötülük insanın vücudunda kökü çok sağlam olan bir varlıktır. İhtiyarladığında söküp çıkaramazsın, kudretin yetişmez. Anlatamadım mı acaba?

Kötülük insanın vücudunda öyle sağlam bir köktür ki, çok zor çıkar. Gençliğinde, gençlikteyken o kuvvetin vardır. İhtiyarlıktayken gelmez. İhtiyarladığın vakit yemeğin zevkini alabilir misin? O eski yürüyüşünü yapabilir misin? O eski hazlarını yerine getirebilir misin? Nasıl maddisi bunun böyleyse, manevisi de böyledir kardeşim. İhtiyarlıkta Hakk’a vuslat pek zor olur pek! Gençlikte kendi çıkarır getirir. Ne güzel olur. İhtiyarlıkta Hakk’a vusûl, maksûda nail olmak pek güçtür. Gençlikte öyle değil. Misal verelim:

İhtiyarlıkta adamın yüzü değişir, gözü değişir, yemek zevki değişir, uyuma zevki değişir, hepsi değişir. Mânâya ait olan da aynen öyledir. Hiçbir farkı yoktur. Öyle değişik olur. Fakat bunları layıkı ile yerine getirebilmek içün, biraz evveli konuştuğum gibi ihlas ve niyet esastır. Buna misal verirken buralara girdik, eskiden vermiştim size ihlasa misal. İhlas.

Vaktiyle bir efendi vaaz ediyormuş. Vaazında demiş ki: “Efendim iş ‘Rıza’yı bulmaktadır.” demiş. Saf, temiz bir adam, anasından doğmuş gibi… (Konuşmayın, fısıldamayın, rica ederim.) “Rıza” isimli adam zannetmiş, “Rızayı bulmak” diyor ya! “İş kolay!” demiş. Dışarıya çıkmış, soruyor kime rast gelirse: “Senin adın ne?” “Filan” “Geç sende iş yok!” “Senin adın ne?” “Filan” Böyle şeylerde de Hûdâ’nın hikmet-i sûbhânisi aciptir, hikmet-i meskûtûna.  Rıza bulmak,  ismini rıza isminde bulmak zor. Üç sene dolaşıyor “Rıza” ismin de bir adama tesadüf etmiyor. O derde de müptela olmuş, “Bulacağım ben bu Rıza’yı, diyor. Ölünceye kadar arayacağım, bulacağım!” Nihayet, ücra, tenha bir sahadan geçiyormuş, biri oradan geliyor.

“Kuzum sizin isminiz nedir?” demiş. “Niye sordun?

“Merak ettim sordum.” “Rıza” demiş. “Haah! Kıpırdanmak yok, demiş. Ne zor bulunur bir adammışsın sen?” “Hayır, ola!” o adam da, bakıyor öyle bir tuhaf tuhaf.

“Derin bir hocayı dinledim ben, ihlası ile derin.” diyor. Derin olur mu hoca, ne demek derin? “Dedi ki: ‘İş Rızayı bulmaktadır.’ Ben, sendeymiş iş...” demiş ki:

“Azizim, sen yanlış anlamışsın. Bu benim gibi ‘rıza’ değil, mevcûdâtın sahibinin rızası, seni yaratanın rızası.”

Şimdi bütün emeller, ümitler bağlanmış, nasıl olur adam? Kollar düşmüş.

“Yaa! (Birdenbire toplanmış) Peki o nasıl razı olur?”

“Vallahi onu razı et de nasıl edersen et. Taatle et, ibadetle et, gönül kazan et. (Artık daha daha, kızmış.) Oyna et. Nasıl edersen et!”

“Onu iyi bilirim, demiş. Başka senin dediklerinin hiç birisini yapacak bende kabiliyet yok fakat onu bilirim, hilkatimde o var.” Demiş ve ağlamaya başlamış.

Boynunu bükmüş. “Yarabbi, bilmem ki kabul edebilir misin?” diye başlamış dönmeye. Boynunu bükmüş, burnunun direkleri sızlayarak, tatlı bir sıcak yaşı arasında, dönmeye başlamış. Orada bulunan zâtta şöyle bir bakmış, âlem-i  mânâdan kendisine muazzam bir taç. Ama taşlı çakıldaklı makıldaklı değil, taç, taç! Ölmeyenin giydireceği bir taç. O zât demiş ki: “Kırk sene elli sene çalışır çabalar, bu taca nail olamaz, köftehor, demiş. İki defa döndün, bir defa elini şıklattın, koca bir tacı da nasıl giyiyorsun?” demiş. İhlas. Anlatabildik mi acaba? Hoş yine o tacı da kim giydirmiş. Sırrı belli ya.

İlim de öyledir, ihlas olacak. “Bir adam, kendi iklim-i vücudunda altı hasleti cem etmedikçe öğreneceği ilimden cemiyete hayır olmaz.” Cenab-ı Ali Keremallahû Zâtehû Hazretleri öyle diyor.  Söyleyeyim mi onları da, yoruldunuz mu?

Evvela ilme talip olan insan, şöyle kendisini şöyle bir ortaya koyacak. Şöyle asûde bir vaziyette. Yaradılışındaki gayeyi düşünecek. O gaye dolayısıyla kendisinin eshab-ı tekliften olduğunu, yani Allah’ın ona yapmış olduğu teklifleri, gözünün önüne getirecek. “Mükellefim” diyecek. “Bu teklif bana birçok farzları, üzerime emretmiştir. Binaenaleyh, ben memurum. Bunları, bu vazife-i memuriyetimi layıkı ile yapabilmeklik içün ilme muhtacım. O halde ilmi öğrenmekliğe mecburum.” Bir!

Anlatamadım burayı galiba? “Yok, işte şunu bileyim, bunu bileyim, şunu yapayım da cemiyette bana şöyle kıymet versinler, bana kıymet versinler.” İcabında, o ilmin cehilden daha fazla zararı da olabilir beşeriyete. Dünya da insani en büyük yangınları, aklını nefsinin esaretinde geçirip de birçok malûmâta sahip olanlar yapmıştır.  Anlatamadım mı acaba?

Yine düşünecek, bu hilkat, bu tevâzûn[42], bu ismin bende bulunması binaenaleyh, beni isyandan men etmiştir. Öyle değil mi ya? Allah böyle diyor:

 [43] اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ .

Kabahat mi oldu seni insan yaptık? Kabahat mi bunu yaptık Biz, seni insan yaptık da kabahat mi ettik? İlk önce Bana hasım oldun. Bidayet-i hilkatini düşün sen. Ey nutfeden meydana getirmiş olduğum insan, seni insan yaptım, kabil-i hitap ettim de kabahat mi ettim. Niye Bana apaçık düşman oldun!”

Binaenaleyh, yaradılışındaki gayeyi düşündükten sonra, ikinci suali sorar: “Ben isyandan men olunmuşum. Men edildiğim isyanı bilebilmek içün. Hangi şey isyandır, tuğyandır? Hangisi değildir? İlmi bilmekliğe ilme sahip olmaklık mecburiyetindeyim. Yine ilmi öğrenmeklik mecburiyetindeyim.” der, ikinci hasleti gösterir.

Üçüncü? “Binaenaleyh insanım, evvela insan yapması dolayısı ile şükretmeklikle mükellefim.” Anlatabildim mi? Bırak, başka nimetleri. “Efendim bana ne nimet verdi(?)”  Sayılı nefes. “Ne nimet verdi(!)” Öyle mi zannediyorsun sen? Sayılı nefes, daha ne istersin? O semayı deler gibi bakan insana, bir an-ı gayr-ı munkasem de o nefesin şöyle ufacık bir tevakkufu[44] olsa, birdenbire öyle düşüyor ki böyle. Diksene kafanı, dik bakayım kafanı! Bedava, haberimiz olmadan.

Bizim mânâmız hilkate mütenazırdır, kardeşim. Bu ilmin mütehassıslarına soracak olursan, senin iklim-i vücudundaki kan damarları yüz bin kilometre ediyormuş. Durur akıl. Bu dimağ dönmesi için elli kilo kana ihtiyacı varmış. Vücudundaki kan mahduttur ne elli kilosu? Beş on kilo içerisindedir. Onu ne hale getiriyor da burada elli kilo kanı kullandırttırıyor? Bu makine sahipsiz olur mu?

Radyoyu yapanın karşısında hürmetle eğilirsin de, “Ne kafa!” dersinde kulağını yapanın karşısında niçün eğilmiyorsun? O ince damarlar filan hesabı yapılmış. Tam yüz bin kilometreymiş. Durur bu kafa. Eklersen böyle birbirine. Sonra hiç birisi de vazifesini bırakmıyor. İnsana çalışmak kendi iklim-i vücudundan gelmelidir. “Adam ben yoruldum!” deyip kalp dursa, gidersin gürültüye. O nasıl çalışıyorsa sende öyle çalışacaksın. O âzâ-i cevahirin bir tanesi haddizatında “Ben yoruldum yapmam!” dedi mi, söndü o. Sende herhangi yorulma yok. Hiç mi yorulmayacam? Hiç yorulmayacan! Mola taşı var, yükü yükle imana. Taşıyan var, yorulmazsın hiç. Ama kendi benliğine mağrur olursan yorulursun. Kaç defa söylemişimdir:

Doğumlar âlem-i muhabbetten âlem-i mihnete gelmeye denir. Doğum nedir? Muhabbet âleminden  mihnet âlemine geldin, burada çekeceğim, imtihanını vereceğim, ondan sonra  dar’us selam da... Ne var? Niye söyleyeyim bir dakikada. “Yapmam!” Öyle, tav’an[45] yapmassan kerhen[46] yaptırır. Kabrin kapısını kapayamıyorsun. Öyle adama getirir ki Hûdâ, “Hadi!” der “Çık bakalım meydana kapa kabrin kapısını, kaldır beşeriyetten aczi, ölümü öldür bakalım!” Yok! Vardır öyle bazı insanlar. “Canım bana ne verdi ki ben... Bırak şimdi onları. Bırak!” Bıraktık hadi bakalım. Bıraktık, buyurun! Ne verecek sana? Nen vardı ki elinden aldı. Hangi mertebeden aşağıya saldı.

Fuzûlî’nin dediği gibi: “Nen vardı ki elinden aldı, hangi mertebeden aşağıya saldı.” Var mıydı bir şeyiniz?

Hayatta iflas yoktur. Verir alır, kendinin. Alır verir değil, yanlış konuşurlar. Senin bir şeyin yok. Verir, alır. Yalnız iki şeyi merhameten almıyor. Bak! Nefsi satın almak ister, Allah. “Sana beladır, gel bunu bana sat!” der. “Sana Ben kendimi vereyim!” der. Ne de büyük. Ruhunu sat demiyor. Anlatabildim mi inceliğini? Burada incelik var, bunu anlatmaya kalksak, bu elli konferans gider. Beğenmiyor musun sayılı nefesi? Şöyle bir ân, şöyle bir tanesi, şöyle azıcık filan şöyle o dik dik bakan göz birdenbire üü... Onların hepsini Kudret, anlayanlara “Bak, bak!” der. “Bak eziyordu!” der. “Bak bir Firavun geldi ama Musa’nın elindeki çobandeğneği ile yıktık!” der. Beşeriyet. “Ben öyle bir kadirim ki, çok kavîyi çok zayıf ile tepelerim.”

Ebu Cehil gibi amud[47] bir adam gelmemiştir dünyada, dünyaya. Mânâya hasım. Gayet zayıf mini mini boylu bir zât, harp de üstüne çıktı, kellesini alıyor. Fakat Ebu Cehil’deki sûrî iradeye de bak. O, bir yeri yaralanmış, kesmiş atmış onu. Bir tuhaf adam onlar. Öyle şey ediyor. Engel oluyor bu diyor, öyle vuruyor, kesip atıyor. Hani, kasabın but keser gibi. Ne biçim hilkatse? Gözü kapalıymış çıkmış, “Kim var benim üzerimde…” Dağ gibi herif. Kendi öyle tabir kullanıyor. “Çok sarp bir dağa tırmanmışsın!” “Evet Kudret’in mucizesini görüyorum. Senin gibi bir kavîyi benim gibi bir zayıfın elinde yitiriyor, bitiriyor!” Anlatabildim mi? “Çok acı geldi!” diyor, gözlerini kapıyor, geberiyor. Bir şey anlatamadık mı?

Sonra insanın çok övünmeye lüzumu yok. Ondan daha mühim şeyler, Kudret kaçırmış. Gözünle göremediğin, bazen vasıta ile “Efendim mikrop yok!” diyor. Vasıta göremedi, vardır. Anlatabildim mi? O senin vasıtan daha henüz ondan aciz. Oraya gelecek o. “Efendim o mikrop mikrop, olmazsa olmaz! Vücut olacak o üstünde olması içün.” Anlatamadık mı acaba? Ama senin vasıtan göremez. Gözü ile göremediği vasıtası ile idrak edemediği bir varlığın karşısında koca bir varlığı tak yıkar. Hiç! Ee o halde? O hâlde zamanı fırsat bil. Her anı ganimet bil. Ferda-ı[48] mâadın[49] için zad-ı[50] zahire topla. Nedir o? Kalp al, kalp! Muhabbetle insanlar birleşelim, değil mi ya? Her konuşmada söylüyorum ki yayın diyerekten.

İnsanlık âleminde felaha kavuşmak isteyen insanların tek bir şeye ihtiyacı vardır. Rapor verilmek lazım gelirse bugün menfaat fazilete hâkimdir. Fazilet menfaate hâkim olduğu gün beşer kurtarır kendisini. Hayatı cidal diye tarif ediyor, hayat teavündür[51] kaidesi girdiği gün, derhal sema ayağına iner. Derhal iner.

Evet, altı hasleti sayıyorduk. Ve çok nimetler vermiş. Buna karşı şükür ister. Şükür demek böyle “Yarabbi şükür!” demek mânâsına değildir. Hani bazıları vardır ya, yer içer, ondan sonra da: “Ben mânâya da hizmet ettim nankör değilim!” Ne o? “Hamdolsun” dedi! Allah’la alay ediyor gibi! Ağzınla dediğini istemez yahu! “Vermiş olduğu nimeti,  yerli yerine kullanabiliyor musun?” diyor. Anlatabildim mi?

Bunu yedin, gözünde bir kuvvet oldu, Hakk’ı görmekliğe çalışıyor mu bu göz? Şükür bu. Bunu yedin, kolunda bir kuvvet oldu. Zalim mazluma yumruğunu indirirken, “Dur, bende hâsıl olan kuvvetin şükrünü yapacağım, ne yapıyorsun zalim?” diye elini böyle itebiliyor musun? Yoksa ye iç: “Yarabbi şükür(!)” “Benimle eğleniyor musun?” Yaa, öyle değil. Artık bütün âzâ-i cevarihinde[52], ruhunda. Ruhun şükrü ayrı, aklın şükrü ayrı. Masanın şükrü; geniş bir masaya sahip olmuşsun, ben doğduğumda çırçıplaktım, iki kelimeyi bilmiyordum, herkesten acizdim, nihayet bana Allah bir zekâ verdi.

Ne diyelim, belki de tramvay iskemlesi gibidir makamlar. Eski konuşmalarımda anlatmıştım. Kudret’in olduğuna en büyük delildir. Kudret’i bir, tramvay iskemlesi insana anlatabilir, kâfi gelir anlaması içün. Yine misal, münasebet almışken söyleyeyim:

Eminönü’nden bindin vasıtaya, bacaklarında romatizman var yahut ne var, sızı var yorgunsun, her neyse. Yapışmışsın oraya, öteki itiyor, beriki itiyor, gözlerinle arıyorsun. “Birisi kalksa da otursam ben” diyerekten. Bitapsın! Önde birisi önüne koymuş çantasını, şöyle bir eğiliyor, eğildiği vakitte “Hah, bu kalkıyor” diyerekten acele ediyorsun. Şıp şıp yürüyorsun oraya. O da çantayı alıyor, şöyle bir arkaya dayanıyor, içinden bir evrak bakıyor. Eminönü’nden bindin Aksaray’a geldin, “hah” diyorsun, oraya koşuyorsun, o çantayı aldı evraka bakıyor filan, sen bir tuhaf olurken, sen oraya yürürken orada hemen biri atlıyor, senin beklediğin iskemlede ki kalkıyor, o oraya oturuveriyor. Sen Eminönü’nden beri oraya kadar geldin, gözün arıyordu ama iskemlede bulamadın. Bir de oraya gittin kaçtı. Acaba o adam senden akıllı mıydı? Senden daha hünerli miydi? Senden daha bilgili miydi? Hayır. Onları biz bilmeyiz. Oraya oturmaklık icap ediyordu, oturdu. Oturuverdi iskemleye birdenbire. Sen Eminönü’nden beri yürü. Çok misalleri vardır bunun.  İki kişi birden çıkar yola, aynı saatte aynı parayı alır. “Şuradan piyango çekeceğiz” der. Çekerler, birine on bin çıkar birine hiçbir şey. Acaba bu ondan daha mı süratli yürüdü, adımını başka türlü mü attı, biletlere başka türlü mü baktı? Buna çıktı buna niye çıkmadı? Bunların hepsinin cevabı var ha. Şimdi söyleyelim mi? Bunlar cevapsız değil, hepsinin cevabı var, yaa!

Bilenler macera i meclis i nahnu kasemnayı
Humar ı neşve i idbarda asla melûl olmaz
Zaruridir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz

Ona cevap vermiyorum, söyleyeyim onu anlama, o cevap geniş vakitler ister geniş. Uzun misaller vermek lazım. Başka bir şey üzerinde dolaşıyoruz. Cevap diye dinleme. Daha uzar, uzun. Bu konuşmalar çok ilerleyecek, ondan sonra sen kendi kendine halledeceksin, onun cevabını kendin bulacaksın. Değil mi? Konuşmalar.  İnsanlar, mektep de bile öyledir. Şimdi, henüz üçüncü sınıfta bir adama, çift meçhullü bir cebir muadelesi yaptırmaya kalkarsa, maarif müfettişi görürse “Ne yapıyorsun sen!” der. “Müfredat programında var mı bu? “Yok!” “Sana kim dedi bunu?” Mânâ da öyledir. Konuşa dinleye, konuşa konuşa, kendi kendine halleder. Hallolur hepsi.

Kâinatta meçhul bir şey bırakmamıştır Allah. Anlamak istemeyenlere de  [53] يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ   . [54] فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ . “Meçhul bırakmayacağım. (diyor) Senin ukdende neler kalmışsa açacağım böyle. Her şeyin içini dışına çıkardığım vakit, kuvvet edicilerin kalktığı zaman anlatacağım.”

Bilenler macera i meclis i nahnu kasemnayı
Humar ı neşve i idbarda asla melûl olmaz
Zaruridir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz.

Yalnız bunu söylemekten maksadım bazı insanlar zahirde görmüş oldukları mahrumiyet dolayısı ile Kudret’e isyan etmeye kalkarlar! Hoş böyle şey Allah’ın umurunda değil ya. Hiç, kıymet bile vermez. Dinlemez! Kimi dinler, ya?  Çok severse dinler. Yaa, çok severse dinler. Bâyezıd-i Bestâmî’nin dediği gibi: “Otuz iki sene ben O’nun dediği ile oturup kalktım, otuz iki senedir de O benim dediğimle oturur kalkar.” der. Haa, bu ne demek? Haşa böyle bir insan böyle dedi şöyle dedi, o mânâya değil. Yani otuz iki sene sonra benim kendi benliğim kalmadı. Anlatabildim mi acaba? Kendi hesabıma bir şeyim kalmadı. Otuz iki sene benliğim vardı, şöyle olsun, böyle olsun. Dediğim vakit hep onun dediği ile yaşadım. Otuz iki seneden beri de benim kendi benliğim kalmadı. Yokum ben. Zevkim var da, bunlar biraz zor yerler. Allah’ın diyor: Bilenler meclis i nahnu kasemnayı

Allah’ın bir mutfağı var. Doğrusu matbahtır. Ama örfümüzde mutfak denir, değil mi? O mutfak da yapılan taksimatı kendi öz eliyle yapar. Hiç kimsenin eline vermez. Herkesin kabına kendi verir. Onu beşer takatıyla arttırmaya eksiltmeye imkân yoktur. Satılmaz, o. Anlatabildim mi acaba? “Nafile mânânı satma! Hiçbir vakit ahlaksızlığa dönmeden dünyevi bir sahaya. Ben vereceğim, diyor. Benim verdiğimi kimse arttıramaz ki!” Ama şu kadar bir misal vereyim sana. Ufak bir misal. Görürsün de olmaz. Misal olaraktan diyoruz. Tefhim[55] makamında.

İki yaşında çocuğun var, bir buçuk yaşında nihayet, gidiyorsun köprünün üzerinde gidiyorsun. Haşa huzurdan birisi çirkin bir vaziyette yere tükürmüş. Çocuğun elinde çikolata var. Tükürüğün yanına düşmüş. Çocuk bu, tükürük anlamaz çikolatayı alacağım, derken yapışır. Hayır, dersin çekersin ısrarla, elinden kurtuldu mu, birde hemencecik sen o kalabalığın içerisinde çocuğu mu kurtarayım, onu mu yedirtmeyeyim derken canın sıkılır, şak vurursun eline. Sevmediğinden mi vurdun? Allah adama bazen böyle vurur. Sevmediğinden değil, sevdiğinden. Anlaması güçtür yalnız. Teslim ol! Şükrü de anlattık değil mi? Haa bu şükrü yerine getirebilmek içün, ilme ihtiyaç vardır. Binaenaleyh, taallüm-ü[56] ilme mecburum. Bitti mi?

Dördüncüsü. Bu haklayacak, ilme talim olan adam. Ondan sonra ilme iktisap ederse insanlık menfaat görecek. Yaratılmışın, yaratan: “Ennas iyâlullah[57]” dedi, “Bütün insanlar benim iyâlimdir. Bana hizmet etmek isteyen, bana taat etmek isteyen iyâlime hizmet etsin. O hâlde halk ile insaf ile geçinsin.” Halk ile insaf ile geçinmek nasıl olabilir? Bir ilme bağlıdır. Binaenaleyh taallüm-ü ilme mecburum. Anlatamıyoruz galiba. Veyahut yoruldunuz.

Bu sahnede celal ve cemal dalgaları vardır. Hadisat adamı yıpratır. Dayanmak lazımdır, dayanmak için belaya sabır lazımdır. Sabır ne şekilde olur? Eşek sabrı olmaması için ilme ihtiyaç vardır. Bazı adam da sabır yapıyor, ona sabr-ı himari derler. Sabır değil o. Anlatabildim mi?

Mânâsına tecavüz edilmiş, varlığına tecavüz edilmiş. İmanına tecavüz edilmiş. “Efendim sabır!” Ona sabır demiyor O. “Öyle Ben sabır istemem!” diyor, “Ona eşek sabrı derler” diyor. İnsan sabrı ayrı. Bunu da anlatmak lazım, beş on konferans gider. Sağ kalırsak anlatırız. Bu sabrı da iyi anlayabilmek içün yine ilme ihtiyaç vardır. Taallüm-ü ilme, ilmi öğrenmeye, yine mecburum.

En büyük bela, sizin en büyük düşmanınız, iblistir, şeytan. “Aranızda bir düşmanlık vardır, bu düşmanlığı, o sana dost gibi görünüp seni çalmazdan evvel, düşmanlığı muhafaza etmekliğin icap eder.” der, Kudret. Onu nasıl icap ettirir, o icabâtı nasıl yapayım diyerekten ilme ihtiyacım vardır. Binaenaleyh, yine taallüm-ü ilme mecburum, der.

Bu altı hasletten sonra bir adam, bir ilim iktisap ederse; gerek mânâ olsun, gerek madde olsun, beşeriyet ondan huzur bulur, kendisi de kâm[58] alır, alın aklığıyla ikinci hayata gider. Yok! “Ben şuna sahip olacağım, bunu şöyle edeceğim, şunu şöyle edeceğim, şöyle bir mevkî alacağım!” dedi mi, zavallı cahil kalsaydı zararı daha az olurdu.

Bazı hilkatler vardır. Evliyaullahtan bir zât bir gün bir dükkânda oturuyormuş, hava sıcak, “Bana bir su getirir misiniz?” demiş. Dükkânın sahibi koşarak bir soğuk su tedarik etmiş. Yani hoşa gitsin, susuzluğunu iyi gideririm, diye. Getirmiş, suyu içtikten sonra, dua etmiş, “Berhudar ol!” demiş. Demiş “Efendi bizim size çok ihtiyacımız var, dua edin, ben demiş, okuyamadım, adam olamadım!” “Çok iyi ettin, senin hilkatinde okuyaydın, sen iblis olacaktın, demiş. Sen şeytan olacaktın, sana yaramaz. İblis olacaktın!”  Tabi bu bir zevk, bundan da yanlış mânâ anlamayın. Bazısı sözüm ters anlıyor da “İnsanı ilimden alıkoyuyor!” diyor. Öyle değil o, tabi.

Âlim-i fasık olundu tercih
Cahil-i âbide bâ nakl-i sarih.[ii]

Ben bir adamın zevkini size anlattım, hoşunuza gitsin diyerekten. Ters anlarsın da. Ama kendi kendini seziyorsan iblis olacağını, ters anlama. İnsan kendisini sezer. “Ben iblis olacağım galiba!” dedin mi, ters anlama. Yerinde anla.

Bu kadar konuşma kâfidir.


[1] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. Dünya alâkası.Sevme.

[2] Elfaz: (Lafz. C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.

[3] Esvat: (Savt. C.) Sesler. Savtlar.

[4] Mecmu': Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey.

⁵ Tefhim: Fehm ettirme, Bildirme, anlatma, Anlaşılmasını sağlama.

[5] Ferş: Yer. Yeryüzü. Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. Küçük develer.

[6] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.

“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif      

Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.

(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.

Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden... Ve nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.

Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)

[7] İsticvab: Cevab istemek. Sorguya çekmek. Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek.

[8] İttika     Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih)

[9] Münkasım:  sıf. (Ar. inḳisām “bölünmek”ten munḳasim) Kısımlara ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. An-ı Gayr-ı Münkasim: Bölünemeyen, kısımlara ayrılmayan zaman

[10] Ali İmran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime:وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟

Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.

[11] Tefahur: Hirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.

[12] Kaf Suresi 37’nci Ayet-i Kerime:   اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.

[13] Kavl-i Mücerred: Delilsiz söz.

[14] Araf Suresi 172’nci Ayet-i Kerime  وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ

Meali: Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).

[15]  İzz: Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim.

[16] Nisa Suresi 139’ncu Ayet-i Kerime  اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًاۜ 

Meali: Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah'a aittir.

[17] Yed: El

[18] Mükevvenât: Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlukat

[19] Rah-ı hakikat: Hakikat yolu.

[20] Ulü-l Elbab: Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri.

[21] Mazhariyet: Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet

²¹ Tesvilât: Fena bir şeyi güzel göstererek aldatma. Yalanlar, hileler.

[22] Rayiha: Koku, hoş koku.

[23] Kerihe: Kerih, İğrenç, tiksindirici. Muharebe ve cenkte olan şiddet. Pis, çirkin, fena şey. Nefse kerahetlik vercek kabahat.

[24] Kısbi: Kazanç

[25] İbtida: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.

*İbda':   İzhar etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak.

[26] İddia:  Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir.

[27] Taht-el Bahir: Denizaltı. Denizaltı gemisi.

[28] İade: Geri vermek. Eski haline getirme. Mukabilini yapma. Karşılığını yapma. Avdet ettirmek.

[29] Bedahat: (Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.

[30] Vesim(e): (C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. Damgalı.

[31] Tefsir: Açıklamak, beyan etmek, yorumlamak.

Tefkir: Düşündürme veya düşündürülme.

[32] Enhar: (Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar.

[33] Fem: Ağız. Dihen.

[34] Cemad: Cansız ve kurumuş olmak. Yağmur yağmayan yer. Sütü olmayan deve. Donmuş, katı cisim.

[35] Hamuş: Farsça Susmuş. Sessiz. Sâkit.

[36] İftirak: Ayrılık., Ayrılmak, Hicran.

[37] Nahif:  İnce, duygulu, hassas, kibar•zayıf, cılız, güçsüz, çelimsiz

[38] Şecer(e): Ağaç. Kütük.

[39] Tevkir: Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.

[40] Hadis-i Şerif. İbn-i Mâce, Sıyâm, 21 ) (Rubbe kaimin hazzzuhü min kıyamihi, ve Rubbe saimin hazzuhü es-sıyamihi el-cu’ş vel'atş.

[41] Ferâiz: (Farîze. C.) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri.

Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku.

⁴²Tevâzûn: Birbirine denk olma, dengede bulunma. (ya da)

Tevatür:Kuvvetli haber. Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.

[43] Yasin Suresi 77’nci Ayet-i Kerime اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ

Meali: İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?

[44] Tevakkuf: Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.

[45] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.

[46] Kerhen: İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.

[47] Amud: Dik, dikine. Sütun, direk

[48] Ferda: Farsça Yarın. Bugünden sonraki gün.

[49] Maad: Ahiret

[50] Zad: Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi.

[51] Teavün: Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.

[52] Cevarih: El, ayak gibi vücud azaları.

[53] Tarık Suresi 9’ncu ayet-i Kerime يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ

Meali: O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır.

[54] Tarık Suresi 10’ncu Ayet-i Kerime فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ

Meali İnsanın o gün ne bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı.

[55] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek.

[56] Taallüm: (İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.

[57] İyaullah: İslam yönetim felsefesinde halk, “iyaullah”tır. Yani “Allah'ın ailesi”dir

[58] Kâm: Farsça İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet.



[i] Muhammes

Bu gülistanda benimçün ne gül ne şebnem var

Bu çarşude ne dadu sited ne dirhem var

Ne kudret ü ne tasarruf ne biş ü ne kem var

Ne kuvvet ü ne teayyum ne zahm ü merhem var

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Vücûd cud-i ilâhi hayat bahş-i kerim

Nefes atiyye-i rahmet kelam fazl-ı kadim

Beden bina-yı Hüda ruh nefha-i tekrim

Kuva vedia-i kudret havas vaz-i hâkim

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Bu kârhânede bir başka kâr ü barım yok

Ne varsa cümle anındır bir özge varım yok

Cihana gelmede gitmekle ihtiyarım yok

Benim benim diyecek elde bir medarım yok

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Zemin bisat-i kader çerh hayme-i azamet

Nücum-i sabit ü seyyar meş’al-i kudret

Cihan netice-i cud-i hazain rahmet

Sahaif-i suver-i kevn nüsha-i hikmet

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Vücud ariyetidir hayat emanettir

İbade da’vi-i mülk iddia-yi şirkettir

Kulun vazifesi teslimdir itaattir

Bana kulum dediği lütfdur inayettir

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Benim fakir-i tehidest cud Hakkındır

Adem benim sıfatımdır vücud Hakkındır

Zuhur ü hestiy ü bud ü nebud Hakkındır

Temaavvüc-i yem-i gayb ü şühüd Hakkındır

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Nasibsiz alamam rızkı huşk ile terden

Ne asman ü zeminden ne bahr ile berden

Gelir mukadder olan o denlü nukre vü zerden

Ziyade kabzedemem rızkımı mukadderder

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

Sâbahı şam ü şeb-i tireyi nehar edemem

Hevayı ateş ü ab-ı haksar edemem

Sipihri sakin ü kühsarı bikarar edemem

Hazanı kendi muradımca nevbahar edemem

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var. (Nabi)

 

[ii] Abdulkadir Ungan Hoca efendinin oğlu Memduh’ a yazdığı vasiyeti

"Nur-ı aynım, re'fet-i kalbim
Rih-ı cenanım, oğlum Memduhum.

Nushum gûş et, kalbine nakş et
Talib-i irsim, tahsil-i ilm et.

O dâd-ı haktır, ama sen sa'yet,
Çeksen de cefa, sefa bil, zevket.

Var mıdır faidesi dünyada
Deseler sana, Abdülkâdir-zâde

İrs olur mu eb ve ceddin hüneri,
Oğluna ilmidir irs-i pederi.

İlim ve irfan sebeb-i rif'attir.
Âlim olmak ne büyük devlettir.

İlmin izhar edince Âdem
Oldu bilcümle melâik mülzem

Enbiya varisi olmuş ulema
Anla kim, bu ne veraset, ne gına

Mal ile ilmi müsavi sanma,
Mala rağbetle varup aldanma

Ağniya müflis olur bir demde
Görmüşüz nicesin bu âlemde.

Mal bir nesne ki çok düşmanı var.
Yolunu bekleyici rehzeni var.

Ulema çekse de faraza hüsran,
İlim sermayesi bulmaz noksan.

Ateşe yansa da cihan, gark olmaz
Kopsa tufan, suya da gark olmaz.

Cebr ile hâkim, vali alamaz
Kalsa meydanda, hırsız çalamaz

Kusur noksan veremez bezl ve seref,
Yoktur onda hatar, mahv ve telef

Dar-ı ukbaya beraber gider
Hem cihanda bırakır binlerce eser

Âlim-i fasık olundu tercih,
Cahil-i âbide bâ nakl-i sarih

İlmin evsafına nihayet yoktur
Ne kadar söylesem, ondan çoktur.

Evveli sa'y, sonu mevhıbedir.
Kuluna canib-i Hak'tan hibedir

Pendimi etme sakın mahv-ü heba
Deme kim lâf, nasihatçı baba

Sana bu pak nasihat benden
İsterim tutmaya himmet senden.

Var ise sehv ve hata benden,
Umarım ola karîn-i gufran

Vazifen yavrum, dine hizmettir
Sonra pederine afv dilemektir.

Cenab-ı Hak benim niyazım kabul buyursun
Oğluma salih amel ile kâmil imanı nasip buyursun.

Pederiniz Abdülkadir

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017