17 (12.10.1958) 85 dk. (66-a)
Vazifeden doğan ahlak, aşktan
doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesinin akıl olduğunu, ışktan doğan
ahlakın menşeinin kalp olduğunu söylemiştik.
Gerek vazife, kalp, ışk, akıl, bunların her birisi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Tarifi en güç olan kısım da, anlatılması zor olan yer, insan mefhûmu üzerinde durmaklık.
Surette elli altmış kiloluk kan
ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken ve nihayet sureti iki metre
uzunluğunda bir çukura istiâp edebilecek kabiliyette olan insanın; mânâsı,
vicdan-ı kibriyası, bütün kâinatı muhit. Bir veçhesi âlem-i hikmete bağlanmış,
bir veçhesi âlem-i Kudret’e taalluk etmiş. Âlem-i hikmet ki dâr-ı iptila olan
dünya dediğimiz bu sahne. Burada akıl insana rehber olabiliyor. Fakat âlem-i
Kudret’e taalluk eden veçhesine gelince akıl duruyor. Akla durak mahallinden
ileriye yol vermiyorlar. Burada iman ve aşk insana rehber olabiliyor. İşte o âlem-i
Kudret’e taalluk[1] eden
kısmını, elfâz[2] ile esvât[3]
ile harflerle
anlatabilmek beşerin takâti dâhilinde değil. Ama hiçbir şey söylemeden de
geçmek, o da doğru değil. Hülasa edelim sözümüzü, İnsan nedir?
Hemen hemen her konuşmada tekrar
ettiğim gibi; sizde bir dinleyen var, bende bir söyleyen var. Yahut sizde bir
söyleyen var, bende bir dinleyen var. Dinleyenle söyleyenin mecmûuna[4]
insan denir. Anlatabildim mi acaba? Biraz tefhimi⁵ güç amma hâl’en insan anlayabilir.
İnsan insanın ayinesi, diyoruz.
Ne demek? Ne demek, insan insanın ayinesi? Böyle bir misal verelim, geçen
konuşmada da söylemiştik. Ya elemimiz vardır ya emelimiz vardır. Şu
dakikada düşün; ya elemin var, bir şeyi talepdesin, emelin var yahut elemin var
ıstırabın var, onunla meşgulsün. Beşer bundan hâlî değil. Bütün kâinata sahip
olsan da bundan kurtulamazsın. Bundan kurtulanlar yok mu? Var. Fakat istisnalar, kaideye girmez. Onlar,
vücut şaibesinden geçmiş, kendilerinde, kendilerine ait bir varlık iddiası
kalmamış. Fakat bunlar tabi istisna teşkil eder. İstisnalar da kaideye girmez.
Hüküm eksere göredir. Biz şimdi beşer camiası üzerinde konuşuyoruz. Şöyle bir
asûde kaldığın vakitte kendi kendine düşün, ya elemin var ya emelin var. Öyle
değil mi? Bu hâldeyken Kudret size dese ki, herhangi birimize: “Emelin var
değil mi? Bütün hilkati sana verdim; semasıyla, arzıyla, arşıyla, ferş[5]iyle,
melekûtu ile ceberrutu ile bildiğin âlemlerle, bilmediğin avâli ile fakat insan
sınıfını kaldıracağım yalnız sen kalacaksın!” Acaba bir an durabilir misin? “Ya işte, emelin
var ya senin, birçok sebeplerin. Hepsini veriyorum fakat yalnız, şu
geçinemediğin insanlığı kaldırıyorum!” Bir an duramayız. İşte insan insanın
ayinesinin açık mânâsı budur.
İnsan kendini görmek ister.
Nerede göreceksin? Yine insan da
göreceksin. Bu bir hakikat olduğu halde neden birbirimizi yiyoruz! İşin ince
yeri burası. Neden birbirimizi yiyoruz? Hâlbuki hilkat, semayı tavan, arzı
taban, ara yerdeki insanı ihvan olarak yaratmış. “Hilkatte beraber,
hakikatte biradersiniz.” demiş. İş aranacak olursa, incelenecek olursa, Cüz’ü
küll yek diğerinden eyler istimdat-ı dad[6].
Bunlar birer hakikat olduğu hâlde, üç kişi bir araya gelip, dört kişi bir araya
toplanıp bir türlü geçinemiyoruz. Huzur yok. Neden acaba? Benlikten, benlikten.
Tek bir kelime ile benlik. Hâlbuki ne var işin içinde. Verir mi Hûdâ hiçbir
şeysini. Hiçbir şeysini vermez.
Vücut cûdi
İlahi, hayat bahş-i kerim.
Nefes
atiye-i rahmet kelam fazl-ı kadîm
Beden bina-i
hûdâ, ruh nef’ayı tekrim
Hepsi O’nun, bu kâr-ı hanede.
Hiçbirimizin bir şeysi yok. Ve bunu da biliriz biz. Biliriz de amel edemeyiz.
Gaflet şarabıyla mestiz. Diğer içki adamı isti’dâdı nispetinde, bir günde, altı
saatte, üç saatte, beş saatte nihayet ayılır adam. Fakat gaflet şarabıyla mest
olan “Hayattan azl oldun!” emrini aldığı an ayılır. O vakit de ayılmanın
faydası olmaz. Ayılmaya ayılır amma neden sonra?
Gelir abit ibadethaneye amma
neden sonra
Semayı deler gibi bakan nice
gözler sönmüştür. Titrer! Yeri ezer gibi basan ayaklar nasıl tir tir
titremiştir. Yalnız ayaklar titrese iyi, büyük Kitap öyle der: “Ben insan haklarını ezen, insanlığı inleten,
mahlûkata nazar-ı hakaretle bakan insanları topladığım vakit, hiçbirisi ayak
üzerinde duramayacak o azamet karşısında!” der. “Muhakkak diz üstü çökecektir.”
der. “Ben zalimi huzurumda ayak üzerinde tutup da isticvab[7]
etmem.” der. “Duramaz ki!” der. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Duramaz! “Ben
zalimi, ahh almış adamı, gönüllerde ki mânâyı silerek, hayvan derekesinden daha
aşağıya düşürmek isteyen zalemeyi, hiçbir vakit huzur-u izzet-i sûbhânime davet
ettiğim vakit, ayaküstünde duramaz ki tutmam! (der) Çöker, diz üstüne çöker!”
Bunu böyle haber verdiği gibi “Yaradılışındaki gayeyi duymuş, ahlak denilen öz
elimle biçmiş olduğum elbiseyi giymiş...”
Ahlakın manevi tarifi, Allah’ın
sevip seçip, ayırmış olduğu kimselere, ikram etmiş olduğu elbise-i manevi
derler. Anlatamadık mı acaba?
“Taatın sıcaklığını duymuş,
masiyetin soğukluğunu idrak etmiş, gönül kazanmış olan kimseyi de yürüterek huzuruma
getirmem!” der. Emir böyle apaçıktır. “Ben onun ayaklarına kıyamam. Benim
yanıma gelirken, yürüye yürüye gelsin, Öyle getirmem!” diyor. “İttikasının[8],
gönül vermiş olduğu o aşkın uğrundan ona bir binek yaparım, onun azameti ile
getiririm. O geçerken bütün melekût da ona selam durur” der. Acaba
anlatabiliyor muyum? Sure-i Meryem’in nihayetine ait olan beyyinat da bunlar
açık açık böyle yazılıdır. Şeyini de veriyorum, adresini de. Öyle ya, belki
merak edersin de “Nerede bu?” dersin. “Yok!” diyor. “Ben gönlünü bana vermiş...” Öyle diyor: “Öyle getirmem
onu. Kıyamam ona!” Bunlar hepimizin
başına gelecek, değil mi? Karar, bir an-ı gayr-ı munkaseme[9]
bağlanmıştır, kardeşim. O kolay bir şey değil. “Gel!” emrinin yanında daha yakîninde
böyle son bir ân’a.
Niçün gafil yaşıyoruz? Neden muhabbet sermayesine sahip
olmak istemiyoruz? Diğer varlıkların hepsi geçecek. Ters anlaşılmasın, ahlak
bütün varlığı gayet kıymet verir. Üzerinde durun! der. Fakat nihayet kalıbında
kalsın, der. İnsanın cesedinin nasıl ekmeğe, suya, havaya ihtiyacı varsa, bir
gıda ise; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücud-u manevisinin de neye
ihtiyacı vardır? Bir gıdaya ihtiyacı var. O gıdanın adına ne derler? İki üç konuşma sonra söyleyeceğim.
Beşer, semavî bir cazibeye
tutulmadıkça kat'iyen felaha kavuşamayacak. Buna imkân yoktur. Beşer semavî bir
cazibeye, semadan inen bir cazibe var, ona kendini kaptırmadıkça, imkânı yoktur
ki ah sesi dinebilsin. Dinmeyecektir! Beşerin zekası, mini mini kafaları, Büyük
büyük malûmâta sahip olan varlıkları, ne kadar toplanırsa toplansın, huzur-u
kalp meydana getiremeyecektir. Gelmiyor işte!
Hepimiz görüyoruz. Çalışıyorlar,
terbiye tezgâhları işliyor. İnzibat teşkilatı muntazam. Semaya kadar
çıkılmaklık hâlleri tecelli etmiş. Mütefekkirler uğraşır, diplomatlar uğraşır,
iktisatçılar uğraşır fakat bir türlü beşer “Ohh” diyemiyor. Semavî cazibeye,
oradan inen cazibeye tutulmadıkça diyemeyecek, imkânı yok!
[10] وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ
هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ .
Allah kendisi resmen ilan
etmiştir: “Bana sarılmadıkça yolu açmam!” diyor. “Açmam!”
Akıl yalnız kendi başına,
fenalıkların, rezaletlerin, kötülüklerin önünü alamaz. “Aklım hâkimimdir,
vicdanım amirimdir!” diye yaşayan insanlar, çok aldanmışlardır. Bak cümleyi
tekrar ediyorum. “Akıl bütün fenalıkların bütün rezaletlerin, bütün
kötülüklerin önünü alabilir. Akıl kâfidir!” diye onun sahasında boğulanlar,
aldanmışlardır. Alamıyor işte.
Akıl, nasıl Akıl! Bugün değil mi?
Fakat o akıl ki, nefse tabi olmuştur.
Ahlak, ona akıl demez yine nefistir, der. Bir şey anlatamadım mı acaba? Onu
ayırmaz ondan. Ona tabi olmuştur yine nefistir, der. Nefiste insanı hüsrana götürür.
İlk önce yolları ayrıdır, tefahura[11]
sevk eder. Tefahur tekebbüre çıkarır. Kibir
zulme götürür, zulme! Zalim yapar adamı. Ondan sonra da düşer. Başlar kalbi
kararmaya, taştan katı olur. Taştan su çıkar ondan su çıkmaz. Öyle diyor.
Taştan su çıkar, fakat katı olan kalpten su çıkmaz, değil mi ya? Biz vaktiyle
kalbe sahiptik. Ne demek o? Evet! Büyük Kitab’ın tarifinde Allah öyle der,
söyler söyler de:
[12] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ .
“Bu sözlerim kalbi olanlara
aittir.” der. Demek herkes de kalp olduğunu Hûdâ kabul etmiyor. Beyan eder,
beyan eder, ondan sonra لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ . “Bu ancak kalbe sahip olanlara, kalbe ait
olanlara.” demek herkeste ki kalbi kabul etmiyor. Herkeste bir et parçası var,
kalp yok gibi.
Dedemiz, tarihin en eski efendisi
olan, ecdadımız; zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı
gördüğü yere imanı koyan dedelerimiz, kalp sahibiymişler. Kalp! Kaç defa
söyledim. Kavl-i mücerred[13]
halinde kalmamalı söz. İspatı lazım gelir. Değil mi ya!
Evet, ufak bir misal verelim.
Eski verdiğim misallerden.
Dedenin vakıfnâmelerini okuyacak
olursan; filan semtte ki köpeklere şu kadar ciğer, insan hakkını bırak hayvan
hakkı ile meşgul. Filan semtte ki hayvanata şu kadar eşya, neyse o. Tımarhanelere
musiki heyeti, saz heyeti. Deden onu va’z ederken, bugün de fennin en nihayet
kararlaştırdığı o hastalıklar musiki ile tedavi olabilir, diye en son çıkan
rapora binaen, deden asırlarca evvel onu sezmiş. Anlatabiliyor muyum? Onu
nereden sezmiş? Ne de olsa, insanın mânâsıyla alakadardır o hastalık, musiki de
Allah’ın âlem-i ezelde [14] اَلَسْتُ
بِرَبِّكُمْۜ . Hitabındaki
tecellisinin eşyaya gizlenmiş olan hâlidir. Öyle değil mi ya?
Al bir kemanı eline, üzerinde nihayet bir tahta, tahtanın üzerinde
çelik teller yahut hayvan bağırsağından yapılmış teller, at kılından yay, etten
kandan kemik birleşir bir araya seda çıkarır. O seda elinde mi gizlenmişti,
bağırsak da mı gizlenmişti, çelikte mi gizlenmişti, tahta parçasında mı? Hayvan
yürümezken iradesini bırakır, tıpış tıpış yürür. Efkâra, hayvana tesiri oluyor. İnsana olmaz mı? Nedir
o? O Kitab-ı İzze’nin[15]
eşyada ki gizlenen hâlinin aksidir. Onun içün “Ruhun gıdasıdır.” denmiş.
Anlatabiliyor muyum acaba? Söyler onu bazı adam:
“Efendim, musiki ruhun gıdası.” Ne demek ruhun gıdası? Nasıl neden ruhun
gıdası oluyor? Çünkü ezel âleminde bizden Allah söz alırken, ne diye söz
almıştı: “Bak, sana imzamı va’z ettim, tesviye ettim seni. Seni tesviye ettim.
Öz elimle yaptım seni. İmza-i İlahimi yüzüne va’z ettim. Kendime muhatap
tuttum.”
Konuşmayı kimse tarif edebilir mi
konuşmayı? Konuşuruz da o kadar aciziz. Fakat neden sahte benlik gösterir
bilmem. Bin defa söyledim bunu. Nedir konuşma? Hangi adam anlatabilir? Hangi
ilim adamı, hangi fen adamı, hangi felsefe adamı bana konuşmayı tarif edebilir
mi? Ne mümkün! Meğerki Allah’ın kelâm isminde fani ola, o isimle tahakkuk ve
tecelli ede, o vakit de söz kesile! Konuşursun da konuşmanın ne olduğunu
bilmezsin. Konuşmuyordun, doğduğun vakitte de birdenbire konuşmaya nasıl
başladın. Konuşturan bir gün konuşacak. Konuşan bilir düşünür yahut düşünen
bilir, konuşur. Hangi tarafından tutarsan, bir gün konuşacak. “Sana konuşma
hakkı verdim. Kendime muhatap tuttum. Yüzünü benden başka yere çevirecek misin
çevirmeyecek misin? Benden başka dayanacak, güvenecek var mı?”
Bazı insanlar aciz insana
taparlar, izzet bulalım diyerekten!
[16]َاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًا diyor Allah. “Ne
izzet arıyorsun insandan? Çalsana Benim kapımı sana vereyim izzet. Ben
toplamışım bunları.”
“Filana şöyle yaparsam; bana
ikbal verir, istikbal verir, izzet verir!” Hayır kardeşim, öyle demiyor O!
َاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ Çünkü her senin güvenmiş olduğu o
izzetin sahibi, Benim yed-i[17]
kahrı tecelliyat-ı ilahiyemdedir. Bütün mükevvenat[18].”
Vücud-u ruhimizde Allah’a söz
vermişiz: Bize kıymet verdin, insan yaptın. Öyle ya, en büyük fenalık; insan,
insan olduğu hâlde, insan olarak gitmezse ne fena şeydir o!
(Konuşuyorsunuz, fısıltı
yapıyorsunuz, mevzûyu kaybettiriyorsunuz.)
O geçenlerde günü yapılan,
Amerika’da kürsüsü bulunan, geçen sene resmen Papa’ya ilan ettiren, “Bütün
Hristiyaniyet namına o büyük insanın karşısında hürmetle eğiliyorum.” dedirten
Mevlana. Göğsün kabarsın. O ne muazzam iştir o.
Senin mânânı, senin varlığını,
sen anlayacaksın amma kâinat anlayıp sana anlattıktan sonra! Acı tarafı da
budur. Yoksa anlayacaksın, sen de anlayacaksın. Senin nasıl bir mânân varmış,
nasıl bir efendin varmış, nasıl bir kurtarıcın varmış. Minnetsiz ücretsiz,
külfetsiz, nasıl sana rah-ı hakikati[19]
gösteren bir varlık varmış. Bunu
anlayacaksın amma kâinat anladıktan sonra! Sen anlasan da anlatsan daha iyi
değil mi?
Anlamaya başlamış kâinat. Atomu
var, serveti var, kâinata borç veriyor. “Lazım-ı dünya olacağım.” diyor.
Kuvveti var. Muazzam ordular idare etmiş, rütbesi var, mükellef masası var,
milyarlara sahip olabilecek nüfusu var, geliyor senin memleketinde: “Beşeriyete
sulh-u selameti Kur’an ve İncil ile getireceğiz!” diyor. Ulu’l-elbâb[20]
değil de kafası en kalın adama Kudret nasıl ders kaçırtırıyor? Acaba
anlatabildim mi? Kudret nasıl ders kaçırttırıyor? Gazeteler yazdı okumadın mı?
Radyolar söyledi, gazeteler yazdı. Hem Kur’an’ı takdim ediyor. “Kur’an ve
İncil’in arzusunda beşere huzur hazırlayan o iki arzu tahtında biz sulhu getirebiliriz.” İnceliklerini düşünecek olursa insan,
kendisinin mânâ itibariyle nasıl bir mevkîden geldiğine karşı, yerlere kapansa
yine o hakkı ödeyemez, değil mi? Ödenmez o.
Neyse mevzûyu dağıttık
toplayalım.
Vakıfnameleri açarsan,
tımarhanede ki deliye bile, musiki heyetleri. “Tedavi olur.” diyor. Fennin de
bugün en son verdiği şeyler bunlar. Yaptığı işler bunlar. Biz o gün onu
yaparken dedemiz, medeniyetini taklit ettiğimiz Garp da deliye “cin çarpmıştır!”
diyerekten hakk-ı hayat vermiyor, vadesi gelmeden yakıyordu kardeşim. Öyle
cayır cayır yakıyor ve temâşa ediyordu. “Deli nasıl yanıyor.” diyerekten yaa!
Kalp meselesini konuşuyorduk değil
mi? Belki mevzûyu kaybettin. . لِمَنْ كَانَ
لَهُ قَلْب Öyle diyor Allah: “Bunu kalbi olan için
konuştum.” Öyle söyledi. Kalp!
Bugün de görüyoruz ki anasının
nafakasını vermiyor. Evladının nafakasını vermiyor. Evladı bu! Babasına nazar-ı
hakaretle bakıyor. Köpeklere nafaka veren, anasının nafakasını vermiyor! Akıl
duruyor. Nasıl insan kabul etmez ki Hazreti Muhammed: “İnsanların kalbi Allah’ın
iki parmağı arasındadır.” diyor. Böyle bak... O kalp böyleyken bugün böyle
olmuş. Yalvaralım da yine böyle dönsün. Yalvaralım, yine dönsün.
Evet! İnsan bu, insanın tarifi
tuhaf. Suret itibariyle görülüyor, her birisi böyle kaşı gözü filan var. Fakat
insan vardır ki, mazhariyet-i[21]
gaybiyesi cehalet içinde marifet meydana getirir. Deden gibi.
Kâinatı en kesif bir zulmet
perdesi kaplamıştı. Zayıf kâvîden hakkını alamazdı. Edep makdûh, fuhuş memdûh,
ırz şeref namına satılırdı. Kadın hayvan gibi pazarda matah-ı adiye gibi,
kocası öldükten sonra adi eşya gibi, dolap gibi, sürahi gibi pazarda satılırdı.
Daha ötesi var mı? O cehaletin içerisindeyken, koca bir marifet getirdi senin mânân.
Sen çok övün, kendini küçük görme!
Sonra yine insan vardır ki, tesvilât-ı²¹
şeytaniye arasında marifethaneleri yıkar. Bunların ikisi de bir gözükür,
bunları nasıl tarif edeyim? İnsan vardır ki rayiha-i[22]
kerihesi[23] âlemin
dimağını zehirler. Mü’minken adamı kâfir yapar. Öyledir.
İnsan vardır ki, hilm-i tevâzu
ile karıncayı incitmek istemez. İnsan vardır ki, benliğiyle firavunluk
vadisinde yılan diker.
Hepsi bunlar, insan ismi altında.
Sözü hülasa edecek olursak;
beşeriyet, semadan inen cazibeye tutulmadıkça yakasını kurtaramaz. Tecrübesi
olmuştur dünyada. Mevzii konuşmuyorum şöyle bir muhit filan değil, umum dünya
üzerinde. Muhit değil, bütün dünya üzerinde.
Huzur-u kalp kisbî[24]
değildir, yani öyle kendi elinde değildir. Onun huzura kavuşabilmesi içün,
Kudret’in göstermiş olduğu esaslar vardır. O esaslara girince, senin haberin
olmadan Allah huzuru verir. Verir O, O verecek. Görecek sende ki isti’datı,
kendi verecek.
On nüfuslu bir ev, her birinin
kafası ayrı işler. Huzur olur mu orada? Sen şimdi o teşkilatı daha genişlendir.
Sen benden emin değilsin, ben senden emin değilim. Nasıl huzur olacak? Olur mu?
Öyle dedi Peygamber, Cenab-ı Muhammed Aleyhisselat-ı vesselam: “Reyler çoğalır.”
dedi. İnsan mânâdan soyunursa, nefsin hükümlerine tabi olursa, reyler çoğalır.
Çoğalır da ne olur? Ruhtan mı gelir? Kalpten mi gelir? Akıldan mı gelir? “Hayır!”
dedi. “Nefisten gelir. Hevâ-i hevesten gelen reyler çoğalır, beşeriyet ona tabi
olduktan sonra yıkılır!” dedi. Yıkılmak demek, böyle düşüvermek demek değil,
huzursuz yaşamak, huzur yok. Sonra ömür gayet kısadır, Öyle değil mi? O kadar
uzun bir mesafe yok ki. Uzun bir şey değil ki.
Ömr-ü dünya bir dakika
Ömr-ü âdem bir nefes.
Allah u bes Baki heves.
Kaç yaşındasın? “Otuz” ortaya bir
şey koy. “Yok!” Kaç yaşındasın? “Elli” koy
bir şey. “Yok!” Yetmiş, seksen, yüz yine yok! Kâinatta marifetullah zevkinden mâadâ
bütün zevkler hiçe çıkar. Allah öyle bir Allah’tır ki; insanı bir hadise
karşısında otuz sene evveli şakır şakır güldürür, aynı hadiseyi otuz sene sonra
önüne diker, hüngür hüngür ağlatır. Üüüü! Yine Hûdâ der ki: “Ben sizi bir
sahaya gönderdim, bir av avlamaya...” Söyleyemedim cümle bozuk çıktı. “Sizi bir
sahaya sevk ettim. Benim bir şeyimi
almaya kenetlen.” Anlatabildim mi acaba?
Hiçbir şeyin yoksa diyor. Ne olur kelime-i tayyiben ile güzel sözle...
Sahte olmayan kalbinle ağzının
birleşmiş olduğu söze, güzel söz denir. Bizim kalbimiz başka konuşuyor, ağzımız
başka konuşuyor. Ondan muvaffak olamıyoruz.
Muvaffak olamayışımızda iki
illet vardır. Biri, ağzımızdan kuvveti kolumuza almıyoruz. Kuvvet
ağzımızda, kolda hiç kuvvet yok.
Anlatabildim mi? İkincisi konuşma tarzımız iki türlü. Dudaklar başka türlü
konuşuyor, kalp başka türlü konuşuyor. “Şunun ikisini birleştirin de güzel
konuşun da Benim rızamı avlayın.” Anlatamadım mı acaba? Çünkü bilir misiniz; Rızâ-i İlahi bâhâ ile değildir, bahane
iledir. Neler, neler yaparsın da senden razı olmaz. Ufacık bir şey yaparsın
da üüü böyle. Demin ki dediğim gibi, ikram ile karşılar. Neler neler yaparsın,
olmaz. Neden olmaz? Yaparsın yaparsın,
niyet halis olmaz, ihlas halis olmaz. Şuna benzer, gayet temiz bir inek kendi
öz elinle sağdın, güzeeel bir süt fakat yukarıdan şişe devrildi içerisine bir
damla iki damla gaz döküldü. İçemezsin. Birçok güzel şeyler yaparsın. Ufacıcık
içerisine bir benlik girer, ağzının konuşması ile kalbinin konuşması bozulur,
hadi bakalım yapılan iş de bozulur. Öbür tarafta gayet hafif bir şey yaparsın,
temiz bir ihlas olur, İhlas. İş başka türlü olur.
Eski konuşmalarda size bir misal
vermiştim. İhlas, temizlik, samimiyet misali olaraktan. Ben hepinizi sizin
inanmış bir zümre olarak konuşuyorum. İnanmış, hilkatteki gayeyi duymuş, geliş
ve gidişte kendisinin ihtiyârı olmadığını anlamış, gelirken bana sormadılar,
giderken de sormuyorlar. Binaenaleyh, ibtida[25]
ve iddiadan[26] iade daha
kolaydır. İmana nail olmuş. Anlatamadık belki bu cümleleri. Hani bazı insanlar
vardır ki: “Adam, ne malum gelip gideceğiz, ne malum bir huzura çıkacağız(?)”
İlim bunun artık gitmiştir, ne malumu
yok bunun. İlim keramet bahsine kadar yürüdü.
Geçenlerde Cumhuriyet gazetesi
yazıyordu. Amerika’da kutupların altında taht-el bahir[27]
de bulunan bir adamla bir laboratuvarda bulunan bir adamın saat onda
birbirleriyle konuşmuş olduklarını, kutbun altında işlemiyormuş. Haber alma imkânı
yok. Yaa, bunun bir manevi cephesi varmış, vaktiyle filan yerde ki insan, filan
yerde ki insanla konuşurmuş. Buraya girmiş adamlar. Ben daha hâlâ dedikodu ile
meşgulüm. Senindi benimdi, ne senindi ne benimdi. Hep O’nun. Adam oraya kadar
girmiş ve aynen çıkıyor. Şimdi, ben uzun boylu anlatamayacağım, merak edersen bul
o gazeteyi oku, tavsiye ederim okumanızı. Bulun o Cumhuriyet gazetesinin o
nüshasını, okuyun. Hem elli defa okuyun. Bir defa da anlayamazsın elli defa
oku. Bir doktor yazıyor oku: “Kutuplarda buzun altında seda irtibatı
olmuyormuş, haber yok. Ama bu hilkatte bunun manevi veçhesinde varmış.” diyor,
bak nereye kadar gidiyor. Ve tatbikatına başlamış. “Bunun üzerinde çok
incelemeler olacak.” diyor. Tabi olacak. Neden? Öyle dedi, Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi. O’nun dediği olacak kâinatta. İşin zevkli tarafı bu. Hep O’nun dediği
olacak. Öyle, zaten O’nun dediği olur, olacak.
Bak! Sen ne zannediyorsun insanı.
İnsan, ne demek insan? İnsan...
Nereden girdim buraya?
Hatırlatabilir misiniz? Mahsus soruyorum, iyi dinleniyor mu diyerekten.
Şurasındaydık:
Yaratılışındaki gayeyi duymuş, değil
mi? Kendi kendine hesap veriyor, diyor ki,
cümleler böyle gelecekti. Gelme de gitme de ihtiyârım yok. Sormadılar
bana. Hani derler ya, “Ne malum, ben gideceğim de geleceğim(!)” Asıl cümle
şurada kalmıştı, ibda ve iddia, iadeden[28]
daha zordur. Söyleyemezsin ki “Ben ikinci bir huzura nasıl kavuşabilirim, olur
mu böyle bir şey(?)” Neden? Başlangıcın
ve bu oluşundaki iddia. Bedehâtın[29],
hayat denilen, sûrî hayat denilen zahirdeki bitişten sonraki tekrar oluşun,
oluşa iade-i itibariyle… Cümle bozuk çıktı, düzelteceğim dur. Elbette daha
zordur. Şöyle derdim ben size, daha iyi anlardınız.
Kaç yaşındasınız? “Altmış.” Altmış
bir sene evveli, zât-ı âlîniz kendinizi bilir misiniz? İsminiz var mıydı?
Resminiz, vesminiz[30],
bir defterde kaydınız, kuyudunuz, nüfusunuz böyle bir şeyler bilir misin? Hiç kimse sizi tanır mıydı? Tanımazdı. Demek
ki sizde bir ibda ve bir iddia olmuş. Bir başlangıç, başlangıçtan sonra da
şöyle güzel bir varlık meydana gelmiş. Bu varlığı tanımazken; maddesi modeli,
zamanı müddeti, sizce malum değilken var oldunuz değil mi? Var oldunuz. İkinci
iadeyi nasıl inkâr edebilirsiniz? Acaba anlatabildim mi? İkinci iadeyi nasıl
inkâr edebilirsin sen? Ben sana, hani diyor ki “Efendim kim gitmiş de gelmiş(?)”
Zât-ı âlîniz kardeşim, siz gittiniz, siz geldiniz! O dava kapanmış. Batıl! Haa...
Onun içün sizi ben bunları takdir
etmiş, hilkatte ki gayeyi duymuş, geliş ve gidişte ihtiyârı olmadığını anlamış,
bir varlık karşısında konuşuyorum, diye konuşuyorum. Yoksa inkâr sahasında bir
varlık olsa orada başka türlü konuşuruz. Onun içün bir misal vereceğim. Misal
de nereden geliyordu?
Mevlana’dan. Mânâ büyüklerinden.
Hem maddeye sahip hem mânâya. Muafiyet serumunu daha dünyada kimse bilmezken o
söylemiştir. Aç, bak Mesnevi’sinde bulursun.
Öyle dert vardır ki devası içinden
çıkar. Alıyorsun aynı mikrobu, vuruyorsun, tedavi ediyorsun. Öyle dert
vardır ki devası içinden çıkar. Acaba anlatabildik mi? Deden senin, göğsün
şöyle kabarsın. Bir emir vardır, bir hadise olmuş. Hadise, onu tefsir[31]
eder şimdi o. Bir misal getirir orada. Hadise şöyle:
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, mazhâr-ı
kâinat efendimiz; her Cuma konuşurlarken, beşeriyetin bütün ihtiyacına kâfi
olan mânâyı anlatırlarken, insanlar çoğalmaya başlamış. O marifet-i İlahiye
enharı[32]
olan, fem-i[33]
saadetinden çıkan cümleleri işitmek kâfi gelmiyor, yüzünü de görmek istiyorlar.
Çoğalmış. Kendileri yerde, ayakta konuşuyorlar. Bulunmuş oldukları mabedin, bir
sütununa, bir direğine, mübarek sırtlarını vuruyorlar. Öyle istinat ederekten
konuşuyorlar, konuşuyor. Âyine-i Hak olan yüzünü görmek isteyenler çoğalmış.
Geride kalan göremiyor. Niyaz etmişler, demişler ki: “Bir yüksek bir şey
yapılsa da orada bize ikramınızı yapsanız.” “Hay hay!” demiş. Bir kadının
kölesi marangozmuş, ona üçayaklı bir kürsü yaptırmışlar. Ertesi hafta o kürsüye
çıkmışlar, başlamışlar beyanatta bulunmaya. Huzurda bulunanlar, şehadet ederler
ve derler ki: “Annesinin kucağından ayrılan (o bir annede bir iştiyak ile
sarılan bir yavru vardır. Birdenbire alınca ağlar, bağırır.) yavrunun ağlaması
ve şey etmesi gibi, hayrette kaldık, sütun başladı konuşmaya, ağlamaya!” Bugün
bunu da insan inkâr edemez. Çünkü sahâ-i fen artık cemâdı[34]
konuşturuyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Neyse onun izahı sonra kalsın?
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi; onun
rikkatli ağlar gibi sesine (Çatlar ve ağlar gibi, tabir böyledir.) dayanamadı. Hepimiz de dikkat kesildik, sözünü kesti,
indi ve yavrusunu kucaklayan anne gibi kucakladı sütunu. Bizde bunu temâşa
ediyorduk. Kucaklar kucaklamaz ses kesildi. Öyle bir hâl oldu ki; sema etten, arz hamuş[35],
sanki yeryüzünde ses seda kalmamış, sema da etten
bir hale gelmiş, arşta temaşa da hadiseyi.
Sordular: “Niçün yapıyorsun? Şikâyetin
nedir?”
“Siz sırtınızı bana dayardınız,
hayatımdınız. Bu iftirâka[36]
tahammül edemedim.”
“Sizi yerinizden çıkarttırayım.” Ha, şöyle diyorlar: “Rabbime dua edeyim, her
şeyi yapan Kadir-i Mutlak’tan yalvarayım, sana tekrar meyvalı bir vaziyet,
yeşillenmek şeklini versin.”
“Ben bilmem, benim ebedi olarak
senden ayrılmamaklığım neye bağlıysa onu isteyin.”
Çıkarttırtıyor, minber-i saadetin
altına gömüyor. “Yarabbi, buna yarın ahirette insan muamelesi yap.” Şimdi bunu
alır, Mevlana alır, öyledir. Değil böyle kendisine tabi olanlara, Hazreti Muhammed’in
kokusu asilere bile şefaattir. (46:30)
(Yeşil Efendi’nin konferansı iki
banda alındığı için, birinci bant burada nihayete erdi. İkinci banda devam
ediyoruz.)
17 (12.10.1958) 85 dk. (66-b)
Nasıl Yusuf’un kokusu zayıf, nahif[37]
olan babasına bir sıhhat olduysa Hazreti Muhammed’in kokusu da kâinata sıhhat ve
şefaattir. El verir ki o kokuyu duymak isteyen bir burun olsun. Mevlana der ki:
“Dikkat edin!” der. “Bir şecer[38]
insan olaraktan gelmiş de, bir insan muamelesi görmeden gelip giderse çok acı
değil midir?” Yine o zât misal verir der ki:
“Birisi varmış, diyor. Çok
susamış, bir duvarın arkasında bir şey görmüş, berrak bir su görmüş, ikide bir
de geçmenin imkânı yok. İkide bir de tutar bir taş atarmış.” diyor. Yine durur
durur, taşı atarmış. O suyun böyle hani, anlatamıyor muyum, hani gözünün önüne
gelmiyor mu? Hani, şöyle su şöyle bir şey yapar ya hani. Su bir gün ona demiş: “Yahu,
sen bana taş atarsın, sonra sanki susuzluğunu giderirmiş gibi bir hâl var. Ne
fayda var bana taş atmaktan?” “Ahh
bilmezsin! Diyor. Bilmezsin, çok susuzum, çok susuzum. Tırmanıyorum, sana taş
attığım vakitte sanki içiyormuş gibi oluyorum.” Bunun mânâsını söyleyeyim mi
size? O, bu kadar, der geçer. Mânâsı var onun. Yoksa kalsın mı?
O su, âb-ı hayattır. Biraz daha
Türkçeleştir, ne demek âb-ı hayat? Allah’ın tecellisidir. Hilkatten gaye mahlûka
taattır, kardeşim. Onun içün marifet, ibadâttan daha efdâldir. Bir şeyi
bileceksin ki; o şeyin tazim mi icap eder, tahkir mi icab eder, herhangi bir
şeyin uluvvi kadrini şanını bilmedikçe ona tevkir[39]
edemezsin. Babadan kalma mirasyedi şeklinde ben bir mânâya iman ettim, deyip de
onun hakikatini bilmedikçe birisi gelir yarım saat konuşur, senin elinde nen
varsa alır gider. Bilmiyorsun çünkü ki, o şeyin azametini, uluvvi kadrini,
şanını bileceksin ki, ona lazım gelen, layık olan, takdiri yapabilesin.
Anlatamıyor muyum?
Önce takdir, sonra tevkir.
İşte ona binaendir ki bizim mânâmızda; kim felaha kavuşur, kim zavallı vaziyete
düşer. Kim ki tazim edilecek bir şeyi tahkir ederse yıkılır. Kim ki kıymeti
olmayan bir şeye lazım gelen bir kıymetin fevkinde muazzam bir kıymet verirse
yine yıkılır. Âb-ı hayat bu.
Duvar ne? Duvar var ya hani böyle
duvara çıkıyor. Haa, o su diyor ki: “Hiç olmazsa tırmanmaman için şu duvarı bir
parça, bir parça yık. Bari yerden gör. Şıkırtımı duyuyorsun tırmanıyorsun. Şunu
yerden gör, yık bir parça, yık! Tamamen yıkarsan içiririm sana. Duvar; sıfat-ı beşeriye, sıfat-ı nefsaniye.
Hepimizde var. Anlatabildim mi? Onu yıkmadıkça kurbiyet hâsıl olmaz. Hatta
bunun din ilminde daha iyi anlatılabilecek veçheleri vardır. Mesela evliyaullah
der ki: “O zâtta secde-i karîb olmuştur.” der. Yani herkes namaz kılar secde
eder ama bir şey olmaz ki ondan. Secde-i karîb.
Bikatrı taalluk abeses inheme
taat serta nebûrî dest ez o secde révânî. Hak ve hakikatten alıkoyan,
alayıktan kendini kurtarmadıkça, bütün ibadât-u taatin abesle meşgul olmaktır.
Hiç faydası yok!
Mesela, yine Fahr-i Âlem’in
dediği gibi: Rubbe kaimin hazzuhû min kıyâmihî esseh ve rubbe saimin hazzuhû es-sıyâmihî[40] ilâ
ahiriyi, getiremedim aşağısını, mânâsı şöyle: “Birçok gece namazı kılanlar
vardır ki, feraizi[41]
yapmış da geceleyin de kalkmış. İbadât-ı taatta bulunmuş. Bunların bir alacağı ecir
vardır bilir misin nedir?” diyor. “Uykusuz kalmak! Ve rubbe saimin hazzuhû min-sıyâmihî
el-cû vel'atş.” Geldi şimdi. Tamamladım emri. Birçok da oruç tutanlar vardır
ki, hele ramazan orucu değil, her gün. Yahut savm-ı Davud gibi bir gün tutuyor,
bir gün yiyor. Bu zavallının da alacağı nedir bilir misin? “Aç ve susuz kalmak!”
Şimdi biraz evveli okumuş olduğum şeyin manası:
Bikatrı taalluk abeses inheme
taat sertâ neburî dest ez o secde révânî. Hak ve hakikatten uzaklaştıran
alakalardan soyunmadıkça bütün taat yorgunluktan ibarettir. Hak ve hukuku
yerine getirmeklik hususunda kelleyi ortaya atmadıkça secde yapmamışındır. “Şöyle
olursa böyle olur, böyle olursa şöyle olur, şu şöyle olur, bu böyle olur.” Ee,
istersen alnın secde de çürüsün, hiçbir şey yok onda, secde yok. Secde-i karîb
diyoruz. Anlatabildim mi?
Şimdi asıl şeyi misal verelim. Âb-ı
hayatı söyledik, duvarı söyledik. Duvar yıkıldıkça su yaklaşır. Temelli
kalkarsa içeceğin kadar içersin. Koyar
koyar, doya doya içersin. O vakit Hakk’a karin olursun. Bunun da makbul olanı, kötülük
insanın vücudunda kökü çok sağlam olan bir varlıktır. İhtiyarladığında söküp
çıkaramazsın, kudretin yetişmez. Anlatamadım mı acaba?
Kötülük insanın vücudunda öyle
sağlam bir köktür ki, çok zor çıkar. Gençliğinde, gençlikteyken o kuvvetin
vardır. İhtiyarlıktayken gelmez. İhtiyarladığın vakit yemeğin zevkini alabilir
misin? O eski yürüyüşünü yapabilir misin? O eski hazlarını yerine getirebilir
misin? Nasıl maddisi bunun böyleyse, manevisi de böyledir kardeşim. İhtiyarlıkta
Hakk’a vuslat pek zor olur pek! Gençlikte kendi çıkarır getirir. Ne güzel olur.
İhtiyarlıkta Hakk’a vusûl, maksûda nail olmak pek güçtür. Gençlikte öyle
değil. Misal verelim:
İhtiyarlıkta adamın yüzü değişir,
gözü değişir, yemek zevki değişir, uyuma zevki değişir, hepsi değişir. Mânâya
ait olan da aynen öyledir. Hiçbir farkı yoktur. Öyle değişik olur. Fakat
bunları layıkı ile yerine getirebilmek içün, biraz evveli konuştuğum gibi ihlas
ve niyet esastır. Buna misal verirken buralara girdik, eskiden vermiştim size
ihlasa misal. İhlas.
Vaktiyle bir efendi vaaz
ediyormuş. Vaazında demiş ki: “Efendim iş ‘Rıza’yı bulmaktadır.” demiş.
Saf, temiz bir adam, anasından doğmuş gibi… (Konuşmayın, fısıldamayın, rica
ederim.) “Rıza” isimli adam zannetmiş, “Rızayı bulmak” diyor ya! “İş kolay!”
demiş. Dışarıya çıkmış, soruyor kime rast gelirse: “Senin adın ne?” “Filan”
“Geç sende iş yok!” “Senin adın ne?” “Filan” Böyle şeylerde de Hûdâ’nın
hikmet-i sûbhânisi aciptir, hikmet-i meskûtûna. Rıza bulmak,
ismini rıza isminde bulmak zor. Üç sene dolaşıyor “Rıza” ismin de bir
adama tesadüf etmiyor. O derde de müptela olmuş, “Bulacağım ben bu Rıza’yı, diyor.
Ölünceye kadar arayacağım, bulacağım!” Nihayet, ücra, tenha bir sahadan
geçiyormuş, biri oradan geliyor.
“Kuzum sizin isminiz nedir?” demiş.
“Niye sordun?
“Merak ettim sordum.” “Rıza”
demiş. “Haah! Kıpırdanmak yok, demiş. Ne zor bulunur bir adammışsın sen?” “Hayır,
ola!” o adam da, bakıyor öyle bir tuhaf tuhaf.
“Derin bir hocayı dinledim ben,
ihlası ile derin.” diyor. Derin olur mu hoca, ne demek derin? “Dedi ki: ‘İş Rızayı
bulmaktadır.’ Ben, sendeymiş iş...” demiş ki:
“Azizim, sen yanlış anlamışsın. Bu
benim gibi ‘rıza’ değil, mevcûdâtın sahibinin rızası, seni yaratanın rızası.”
Şimdi bütün emeller, ümitler
bağlanmış, nasıl olur adam? Kollar düşmüş.
“Yaa! (Birdenbire toplanmış) Peki
o nasıl razı olur?”
“Vallahi onu razı et de nasıl
edersen et. Taatle et, ibadetle et, gönül kazan et. (Artık daha daha, kızmış.)
Oyna et. Nasıl edersen et!”
“Onu iyi bilirim, demiş. Başka
senin dediklerinin hiç birisini yapacak bende kabiliyet yok fakat onu bilirim,
hilkatimde o var.” Demiş ve ağlamaya başlamış.
Boynunu bükmüş. “Yarabbi, bilmem
ki kabul edebilir misin?” diye başlamış dönmeye. Boynunu bükmüş, burnunun
direkleri sızlayarak, tatlı bir sıcak yaşı arasında, dönmeye başlamış. Orada
bulunan zâtta şöyle bir bakmış, âlem-i mânâdan
kendisine muazzam bir taç. Ama taşlı çakıldaklı makıldaklı değil, taç, taç! Ölmeyenin
giydireceği bir taç. O zât demiş ki: “Kırk sene elli sene çalışır çabalar, bu
taca nail olamaz, köftehor, demiş. İki defa döndün, bir defa elini şıklattın,
koca bir tacı da nasıl giyiyorsun?” demiş. İhlas. Anlatabildik mi acaba? Hoş
yine o tacı da kim giydirmiş. Sırrı belli ya.
İlim de öyledir, ihlas olacak. “Bir
adam, kendi iklim-i vücudunda altı hasleti cem etmedikçe öğreneceği ilimden
cemiyete hayır olmaz.” Cenab-ı Ali Keremallahû Zâtehû Hazretleri öyle
diyor. Söyleyeyim mi onları da,
yoruldunuz mu?
Evvela ilme talip olan insan,
şöyle kendisini şöyle bir ortaya koyacak. Şöyle asûde bir vaziyette.
Yaradılışındaki gayeyi düşünecek. O gaye dolayısıyla kendisinin eshab-ı
tekliften olduğunu, yani Allah’ın ona yapmış olduğu teklifleri, gözünün önüne
getirecek. “Mükellefim” diyecek. “Bu teklif bana birçok farzları, üzerime
emretmiştir. Binaenaleyh, ben memurum. Bunları, bu vazife-i memuriyetimi layıkı
ile yapabilmeklik içün ilme muhtacım. O halde ilmi öğrenmekliğe mecburum.” Bir!
Anlatamadım burayı galiba? “Yok,
işte şunu bileyim, bunu bileyim, şunu yapayım da cemiyette bana şöyle kıymet
versinler, bana kıymet versinler.” İcabında, o ilmin cehilden daha fazla zararı
da olabilir beşeriyete. Dünya da insani en büyük yangınları, aklını nefsinin
esaretinde geçirip de birçok malûmâta sahip olanlar yapmıştır. Anlatamadım mı acaba?
Yine düşünecek, bu hilkat, bu tevâzûn[42],
bu ismin bende bulunması binaenaleyh, beni isyandan men etmiştir. Öyle değil mi
ya? Allah böyle diyor:
[43]
اَوَلَمْ
يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ .
“Kabahat mi oldu seni insan yaptık? Kabahat mi bunu yaptık
Biz, seni insan yaptık da kabahat mi ettik? İlk önce Bana hasım oldun.
Bidayet-i hilkatini düşün sen. Ey nutfeden meydana getirmiş olduğum insan, seni
insan yaptım, kabil-i hitap ettim de kabahat mi ettim. Niye Bana apaçık düşman
oldun!”
Binaenaleyh, yaradılışındaki
gayeyi düşündükten sonra, ikinci suali sorar: “Ben isyandan men olunmuşum. Men
edildiğim isyanı bilebilmek içün. Hangi şey isyandır, tuğyandır? Hangisi
değildir? İlmi bilmekliğe ilme sahip olmaklık mecburiyetindeyim. Yine ilmi
öğrenmeklik mecburiyetindeyim.” der, ikinci hasleti gösterir.
Üçüncü? “Binaenaleyh insanım,
evvela insan yapması dolayısı ile şükretmeklikle mükellefim.” Anlatabildim mi?
Bırak, başka nimetleri. “Efendim bana ne nimet verdi(?)” Sayılı nefes. “Ne nimet verdi(!)” Öyle mi
zannediyorsun sen? Sayılı nefes, daha ne istersin? O semayı deler gibi bakan
insana, bir an-ı gayr-ı munkasem de o nefesin şöyle ufacık bir tevakkufu[44]
olsa, birdenbire öyle düşüyor ki böyle. Diksene kafanı, dik bakayım kafanı! Bedava,
haberimiz olmadan.
Bizim mânâmız hilkate
mütenazırdır, kardeşim. Bu ilmin mütehassıslarına soracak olursan, senin
iklim-i vücudundaki kan damarları yüz bin kilometre ediyormuş. Durur akıl. Bu
dimağ dönmesi için elli kilo kana ihtiyacı varmış. Vücudundaki kan mahduttur ne
elli kilosu? Beş on kilo içerisindedir. Onu ne hale getiriyor da burada elli kilo
kanı kullandırttırıyor? Bu makine sahipsiz olur mu?
Radyoyu yapanın karşısında
hürmetle eğilirsin de, “Ne kafa!” dersinde kulağını yapanın karşısında niçün
eğilmiyorsun? O ince damarlar filan hesabı yapılmış. Tam yüz bin kilometreymiş.
Durur bu kafa. Eklersen böyle birbirine. Sonra hiç birisi de vazifesini
bırakmıyor. İnsana çalışmak kendi iklim-i vücudundan gelmelidir. “Adam ben
yoruldum!” deyip kalp dursa, gidersin gürültüye. O nasıl çalışıyorsa sende öyle
çalışacaksın. O âzâ-i cevahirin bir tanesi haddizatında “Ben yoruldum yapmam!”
dedi mi, söndü o. Sende herhangi yorulma yok. Hiç mi yorulmayacam? Hiç
yorulmayacan! Mola taşı var, yükü yükle imana. Taşıyan var, yorulmazsın hiç.
Ama kendi benliğine mağrur olursan yorulursun. Kaç defa söylemişimdir:
Doğumlar âlem-i muhabbetten âlem-i
mihnete gelmeye denir. Doğum nedir? Muhabbet âleminden mihnet âlemine geldin, burada çekeceğim,
imtihanını vereceğim, ondan sonra dar’us
selam da... Ne var? Niye söyleyeyim bir dakikada. “Yapmam!” Öyle, tav’an[45]
yapmassan kerhen[46]
yaptırır. Kabrin kapısını kapayamıyorsun. Öyle adama getirir ki Hûdâ, “Hadi!”
der “Çık bakalım meydana kapa kabrin kapısını, kaldır beşeriyetten aczi, ölümü
öldür bakalım!” Yok! Vardır öyle bazı insanlar. “Canım bana ne verdi ki ben...
Bırak şimdi onları. Bırak!” Bıraktık hadi bakalım. Bıraktık, buyurun! Ne
verecek sana? Nen vardı ki elinden aldı. Hangi mertebeden aşağıya saldı.
Fuzûlî’nin dediği gibi: “Nen vardı
ki elinden aldı, hangi mertebeden aşağıya saldı.” Var mıydı bir şeyiniz?
Hayatta iflas yoktur. Verir alır,
kendinin. Alır verir değil, yanlış konuşurlar. Senin bir şeyin yok. Verir,
alır. Yalnız iki şeyi merhameten almıyor. Bak! Nefsi satın almak ister, Allah.
“Sana beladır, gel bunu bana sat!” der. “Sana Ben kendimi vereyim!” der. Ne de
büyük. Ruhunu sat demiyor. Anlatabildim mi inceliğini? Burada incelik var, bunu
anlatmaya kalksak, bu elli konferans gider. Beğenmiyor musun sayılı nefesi?
Şöyle bir ân, şöyle bir tanesi, şöyle azıcık filan şöyle o dik dik bakan göz birdenbire
üü... Onların hepsini Kudret, anlayanlara “Bak, bak!” der. “Bak eziyordu!” der.
“Bak bir Firavun geldi ama Musa’nın elindeki çobandeğneği ile yıktık!”
der. Beşeriyet. “Ben öyle bir kadirim ki, çok kavîyi çok zayıf ile tepelerim.”
Ebu Cehil gibi amud[47]
bir adam gelmemiştir dünyada, dünyaya. Mânâya hasım. Gayet zayıf mini mini boylu
bir zât, harp de üstüne çıktı, kellesini alıyor. Fakat Ebu Cehil’deki sûrî
iradeye de bak. O, bir yeri yaralanmış, kesmiş atmış onu. Bir tuhaf adam onlar.
Öyle şey ediyor. Engel oluyor bu diyor, öyle vuruyor, kesip atıyor. Hani, kasabın
but keser gibi. Ne biçim hilkatse? Gözü kapalıymış çıkmış, “Kim var benim
üzerimde…” Dağ gibi herif. Kendi öyle tabir kullanıyor. “Çok sarp bir dağa
tırmanmışsın!” “Evet Kudret’in mucizesini görüyorum. Senin gibi bir kavîyi
benim gibi bir zayıfın elinde yitiriyor, bitiriyor!” Anlatabildim mi? “Çok acı
geldi!” diyor, gözlerini kapıyor, geberiyor. Bir şey anlatamadık mı?
Sonra insanın çok övünmeye lüzumu
yok. Ondan daha mühim şeyler, Kudret kaçırmış. Gözünle göremediğin, bazen vasıta
ile “Efendim mikrop yok!” diyor. Vasıta göremedi, vardır. Anlatabildim mi? O
senin vasıtan daha henüz ondan aciz. Oraya gelecek o. “Efendim o mikrop mikrop,
olmazsa olmaz! Vücut olacak o üstünde olması içün.” Anlatamadık mı acaba? Ama
senin vasıtan göremez. Gözü ile göremediği vasıtası ile idrak edemediği bir
varlığın karşısında koca bir varlığı tak yıkar. Hiç! Ee o halde? O hâlde zamanı fırsat bil. Her anı
ganimet bil. Ferda-ı[48]
mâadın[49]
için zad-ı[50] zahire
topla. Nedir o? Kalp al, kalp! Muhabbetle insanlar birleşelim, değil mi ya? Her
konuşmada söylüyorum ki yayın diyerekten.
İnsanlık âleminde felaha kavuşmak
isteyen insanların tek bir şeye ihtiyacı vardır. Rapor verilmek lazım gelirse
bugün menfaat fazilete hâkimdir. Fazilet menfaate hâkim olduğu gün beşer
kurtarır kendisini. Hayatı cidal diye tarif ediyor, hayat teavündür[51]
kaidesi girdiği gün, derhal sema ayağına iner. Derhal iner.
Evet, altı hasleti sayıyorduk. Ve
çok nimetler vermiş. Buna karşı şükür ister. Şükür demek böyle “Yarabbi şükür!”
demek mânâsına değildir. Hani bazıları vardır ya, yer içer, ondan sonra da: “Ben
mânâya da hizmet ettim nankör değilim!” Ne o? “Hamdolsun” dedi! Allah’la alay
ediyor gibi! Ağzınla dediğini istemez yahu! “Vermiş olduğu nimeti, yerli yerine kullanabiliyor musun?” diyor.
Anlatabildim mi?
Bunu yedin, gözünde bir kuvvet
oldu, Hakk’ı görmekliğe çalışıyor mu bu göz? Şükür bu. Bunu yedin, kolunda bir
kuvvet oldu. Zalim mazluma yumruğunu indirirken, “Dur, bende hâsıl olan
kuvvetin şükrünü yapacağım, ne yapıyorsun zalim?” diye elini böyle itebiliyor
musun? Yoksa ye iç: “Yarabbi şükür(!)” “Benimle eğleniyor musun?” Yaa, öyle
değil. Artık bütün âzâ-i cevarihinde[52],
ruhunda. Ruhun şükrü ayrı, aklın şükrü ayrı. Masanın şükrü; geniş bir masaya
sahip olmuşsun, ben doğduğumda çırçıplaktım, iki kelimeyi bilmiyordum,
herkesten acizdim, nihayet bana Allah bir zekâ verdi.
Ne diyelim, belki de tramvay
iskemlesi gibidir makamlar. Eski konuşmalarımda anlatmıştım. Kudret’in olduğuna
en büyük delildir. Kudret’i bir, tramvay iskemlesi insana anlatabilir, kâfi gelir
anlaması içün. Yine misal, münasebet almışken söyleyeyim:
Eminönü’nden bindin vasıtaya, bacaklarında
romatizman var yahut ne var, sızı var yorgunsun, her neyse. Yapışmışsın oraya,
öteki itiyor, beriki itiyor, gözlerinle arıyorsun. “Birisi kalksa da otursam
ben” diyerekten. Bitapsın! Önde birisi önüne koymuş çantasını, şöyle bir
eğiliyor, eğildiği vakitte “Hah, bu kalkıyor” diyerekten acele ediyorsun. Şıp
şıp yürüyorsun oraya. O da çantayı alıyor, şöyle bir arkaya dayanıyor, içinden
bir evrak bakıyor. Eminönü’nden bindin Aksaray’a geldin, “hah” diyorsun, oraya
koşuyorsun, o çantayı aldı evraka bakıyor filan, sen bir tuhaf olurken, sen
oraya yürürken orada hemen biri atlıyor, senin beklediğin iskemlede ki
kalkıyor, o oraya oturuveriyor. Sen Eminönü’nden beri oraya kadar geldin, gözün
arıyordu ama iskemlede bulamadın. Bir de oraya gittin kaçtı. Acaba o adam
senden akıllı mıydı? Senden daha hünerli miydi? Senden daha bilgili miydi?
Hayır. Onları biz bilmeyiz. Oraya oturmaklık icap ediyordu, oturdu. Oturuverdi iskemleye
birdenbire. Sen Eminönü’nden beri yürü. Çok misalleri vardır bunun. İki kişi birden çıkar yola, aynı saatte aynı
parayı alır. “Şuradan piyango çekeceğiz” der. Çekerler, birine on bin çıkar
birine hiçbir şey. Acaba bu ondan daha mı süratli yürüdü, adımını başka türlü
mü attı, biletlere başka türlü mü baktı? Buna çıktı buna niye çıkmadı? Bunların
hepsinin cevabı var ha. Şimdi söyleyelim mi? Bunlar cevapsız değil, hepsinin
cevabı var, yaa!
Bilenler
macera i meclis i nahnu kasemnayı
Humar ı
neşve i idbarda asla melûl olmaz
Zaruridir
bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar
ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz
Ona cevap vermiyorum, söyleyeyim
onu anlama, o cevap geniş vakitler ister geniş. Uzun misaller vermek lazım.
Başka bir şey üzerinde dolaşıyoruz. Cevap diye dinleme. Daha uzar, uzun. Bu konuşmalar çok
ilerleyecek, ondan sonra sen kendi kendine halledeceksin, onun cevabını kendin
bulacaksın. Değil mi? Konuşmalar. İnsanlar,
mektep de bile öyledir. Şimdi, henüz üçüncü sınıfta bir adama, çift meçhullü bir cebir
muadelesi yaptırmaya kalkarsa, maarif müfettişi görürse “Ne yapıyorsun sen!”
der. “Müfredat programında var mı bu? “Yok!” “Sana kim dedi bunu?” Mânâ da
öyledir. Konuşa dinleye, konuşa konuşa, kendi kendine halleder. Hallolur hepsi.
Kâinatta meçhul bir şey
bırakmamıştır Allah. Anlamak istemeyenlere de
[53] يَوْمَ تُبْلَى
السَّرَٓائِرُۙ . [54]
فَمَا
لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ . “Meçhul bırakmayacağım. (diyor) Senin ukdende neler
kalmışsa açacağım böyle. Her şeyin içini dışına çıkardığım vakit, kuvvet
edicilerin kalktığı zaman anlatacağım.”
Bilenler macera i meclis i nahnu kasemnayı
Humar ı neşve i idbarda asla melûl olmaz
Zaruridir bütün bey ü şira kişver i icad
Bu bazar ı kazada şart ı icab ı kabul olmaz.
Yalnız bunu söylemekten maksadım
bazı insanlar zahirde görmüş oldukları mahrumiyet dolayısı ile Kudret’e isyan
etmeye kalkarlar! Hoş böyle şey Allah’ın umurunda değil ya. Hiç, kıymet bile
vermez. Dinlemez! Kimi dinler, ya? Çok
severse dinler. Yaa, çok severse dinler. Bâyezıd-i Bestâmî’nin dediği gibi:
“Otuz iki sene ben O’nun dediği ile oturup kalktım, otuz iki senedir de O benim
dediğimle oturur kalkar.” der. Haa, bu ne demek? Haşa böyle bir insan böyle
dedi şöyle dedi, o mânâya değil. Yani otuz iki sene sonra benim kendi benliğim
kalmadı. Anlatabildim mi acaba? Kendi hesabıma bir şeyim kalmadı. Otuz iki sene
benliğim vardı, şöyle olsun, böyle olsun. Dediğim vakit hep onun dediği ile
yaşadım. Otuz iki seneden beri de benim kendi benliğim kalmadı. Yokum ben.
Zevkim var da, bunlar biraz zor yerler. Allah’ın diyor: Bilenler meclis i
nahnu kasemnayı
Allah’ın bir mutfağı var. Doğrusu
matbahtır. Ama örfümüzde mutfak denir, değil mi? O mutfak da yapılan taksimatı
kendi öz eliyle yapar. Hiç kimsenin eline vermez. Herkesin kabına kendi verir.
Onu beşer takatıyla arttırmaya eksiltmeye imkân yoktur. Satılmaz, o.
Anlatabildim mi acaba? “Nafile mânânı satma! Hiçbir vakit ahlaksızlığa dönmeden
dünyevi bir sahaya. Ben vereceğim, diyor. Benim verdiğimi kimse arttıramaz ki!”
Ama şu kadar bir misal vereyim sana. Ufak bir misal. Görürsün de olmaz. Misal olaraktan
diyoruz. Tefhim[55]
makamında.
İki yaşında çocuğun var, bir
buçuk yaşında nihayet, gidiyorsun köprünün üzerinde gidiyorsun. Haşa huzurdan
birisi çirkin bir vaziyette yere tükürmüş. Çocuğun elinde çikolata var. Tükürüğün
yanına düşmüş. Çocuk bu, tükürük anlamaz çikolatayı alacağım, derken yapışır.
Hayır, dersin çekersin ısrarla, elinden kurtuldu mu, birde hemencecik sen o
kalabalığın içerisinde çocuğu mu kurtarayım, onu mu yedirtmeyeyim derken canın
sıkılır, şak vurursun eline. Sevmediğinden mi vurdun? Allah adama bazen böyle
vurur. Sevmediğinden değil, sevdiğinden. Anlaması güçtür yalnız. Teslim ol!
Şükrü de anlattık değil mi? Haa bu şükrü yerine getirebilmek içün, ilme ihtiyaç
vardır. Binaenaleyh, taallüm-ü[56]
ilme mecburum. Bitti mi?
Dördüncüsü. Bu haklayacak, ilme
talim olan adam. Ondan sonra ilme iktisap ederse insanlık menfaat görecek. Yaratılmışın,
yaratan: “Ennas iyâlullah[57]”
dedi, “Bütün insanlar benim iyâlimdir. Bana hizmet etmek isteyen, bana taat
etmek isteyen iyâlime hizmet etsin. O hâlde halk ile insaf ile geçinsin.” Halk
ile insaf ile geçinmek nasıl olabilir? Bir ilme bağlıdır. Binaenaleyh taallüm-ü
ilme mecburum. Anlatamıyoruz galiba. Veyahut yoruldunuz.
Bu sahnede celal ve cemal
dalgaları vardır. Hadisat adamı yıpratır. Dayanmak lazımdır, dayanmak için
belaya sabır lazımdır. Sabır ne şekilde olur? Eşek sabrı olmaması için ilme
ihtiyaç vardır. Bazı adam da sabır yapıyor, ona sabr-ı himari derler. Sabır
değil o. Anlatabildim mi?
Mânâsına tecavüz edilmiş,
varlığına tecavüz edilmiş. İmanına tecavüz edilmiş. “Efendim sabır!” Ona sabır
demiyor O. “Öyle Ben sabır istemem!” diyor, “Ona eşek sabrı derler” diyor.
İnsan sabrı ayrı. Bunu da anlatmak lazım, beş on konferans gider. Sağ kalırsak
anlatırız. Bu sabrı da iyi anlayabilmek içün yine ilme ihtiyaç vardır.
Taallüm-ü ilme, ilmi öğrenmeye, yine mecburum.
En büyük bela, sizin en büyük
düşmanınız, iblistir, şeytan. “Aranızda bir düşmanlık vardır, bu düşmanlığı, o
sana dost gibi görünüp seni çalmazdan evvel, düşmanlığı muhafaza etmekliğin
icap eder.” der, Kudret. Onu nasıl icap ettirir, o icabâtı nasıl yapayım
diyerekten ilme ihtiyacım vardır. Binaenaleyh, yine taallüm-ü ilme mecburum, der.
Bu altı hasletten sonra bir adam,
bir ilim iktisap ederse; gerek mânâ olsun, gerek madde olsun, beşeriyet ondan
huzur bulur, kendisi de kâm[58]
alır, alın aklığıyla ikinci hayata gider. Yok! “Ben şuna sahip olacağım, bunu
şöyle edeceğim, şunu şöyle edeceğim, şöyle bir mevkî alacağım!” dedi mi,
zavallı cahil kalsaydı zararı daha az olurdu.
Bazı hilkatler vardır.
Evliyaullahtan bir zât bir gün bir dükkânda oturuyormuş, hava sıcak, “Bana bir su
getirir misiniz?” demiş. Dükkânın sahibi koşarak bir soğuk su tedarik etmiş.
Yani hoşa gitsin, susuzluğunu iyi gideririm, diye. Getirmiş, suyu içtikten
sonra, dua etmiş, “Berhudar ol!” demiş. Demiş “Efendi bizim size çok
ihtiyacımız var, dua edin, ben demiş, okuyamadım, adam olamadım!” “Çok iyi
ettin, senin hilkatinde okuyaydın, sen iblis olacaktın, demiş. Sen şeytan
olacaktın, sana yaramaz. İblis olacaktın!”
Tabi bu bir zevk, bundan da yanlış mânâ anlamayın. Bazısı sözüm ters
anlıyor da “İnsanı ilimden alıkoyuyor!” diyor. Öyle değil o, tabi.
Âlim-i fasık olundu tercih
Cahil-i âbide bâ nakl-i sarih.[ii]
Ben bir adamın zevkini size
anlattım, hoşunuza gitsin diyerekten. Ters anlarsın da. Ama kendi kendini
seziyorsan iblis olacağını, ters anlama. İnsan kendisini sezer. “Ben iblis
olacağım galiba!” dedin mi, ters anlama. Yerinde anla.
Bu kadar konuşma kâfidir.
[1]
Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. Dünya alâkası.Sevme.
[2]
Elfaz: (Lafz. C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[3]
Esvat: (Savt. C.) Sesler. Savtlar.
[4]
Mecmu': Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş
şey.
⁵ Tefhim: Fehm ettirme, Bildirme,
anlatma, Anlaşılmasını sağlama.
[5]
Ferş: Yer. Yeryüzü. Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. Küçük
develer.
[6]
Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı
dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine
yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun
organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden
her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç
halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı
hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her
zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela;
hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında
kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku
karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre
Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden... Ve nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre,
tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de
daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm
kılınmıştır.
Tam manayı veremedik.
Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[7] İsticvab:
Cevab istemek. Sorguya çekmek. Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak.
Söyletmek.
[8] İttika Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün
kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih)
[9] Münkasım:
sıf. (Ar. inḳisām “bölünmek”ten munḳasim) Kısımlara
ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. An-ı Gayr-ı Münkasim: Bölünemeyen, kısımlara
ayrılmayan zaman
[10] Ali
İmran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime:وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve
Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola
iletilmiştir.
[11] Tefahur:
Hirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
[12] Kaf
Suresi 37’nci Ayet-i Kerime: اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ
وَهُوَ شَه۪يدٌ Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup
kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[13] Kavl-i
Mücerred: Delilsiz söz.
[14] Araf
Suresi 172’nci Ayet-i Kerime وَاِذْ اَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي
اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ
اَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غَافِل۪ينَۙ
Meali: Bir de
Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi
nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil
miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz"
dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu."
demeyesiniz diye (yapmıştık).
[15] İzz: Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir
olmak. Kavi. Şerif. Azim.
[16] Nisa
Suresi 139’ncu Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ
دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًاۜ
Meali: Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost
ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet
ve şeref Allah'a aittir.
[17] Yed: El
[18] Mükevvenât:
Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlukat
[19] Rah-ı
hakikat: Hakikat yolu.
[20] Ulü-l
Elbab: Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri.
[21] Mazhariyet:
Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet
²¹ Tesvilât: Fena bir şeyi güzel göstererek aldatma. Yalanlar,
hileler.
[22] Rayiha:
Koku, hoş koku.
[23] Kerihe:
Kerih, İğrenç, tiksindirici. Muharebe ve cenkte olan şiddet. Pis, çirkin, fena
şey. Nefse kerahetlik vercek kabahat.
[24] Kısbi:
Kazanç
[25] İbtida: Baş
taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
*İbda': İzhar
etmek. Bir yerden diğer bir yere çıkmak. Yaratmak. Nümunesiz şey yapmak.
[26] İddia: Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla
söylemek. İleri sürülen fikir.
[27] Taht-el
Bahir: Denizaltı. Denizaltı gemisi.
[28] İade: Geri
vermek. Eski haline getirme. Mukabilini yapma. Karşılığını yapma. Avdet
ettirmek.
[29] Bedahat:
(Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.
[30]
Vesim(e): (C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. Damgalı.
[31] Tefsir:
Açıklamak, beyan etmek, yorumlamak.
Tefkir: Düşündürme veya düşündürülme.
[32] Enhar: (Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar.
[33] Fem: Ağız.
Dihen.
[34] Cemad:
Cansız ve kurumuş olmak. Yağmur yağmayan yer. Sütü olmayan deve. Donmuş, katı
cisim.
[35] Hamuş: Farsça
Susmuş. Sessiz. Sâkit.
[36] İftirak: Ayrılık., Ayrılmak, Hicran.
[37] Nahif: İnce, duygulu, hassas, kibar•zayıf, cılız,
güçsüz, çelimsiz
[38]
Şecer(e): Ağaç. Kütük.
[39] Tevkir:
Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
[40] Hadis-i
Şerif. İbn-i Mâce, Sıyâm, 21 ) (Rubbe kaimin hazzzuhü min kıyamihi, ve Rubbe
saimin hazzuhü es-sıyamihi el-cu’ş vel'atş.
[41] Ferâiz:
(Farîze. C.) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din
emirleri.
Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi
bilgisi. İslâmın miras hukuku.
⁴²Tevâzûn:
Birbirine denk olma, dengede bulunma. (ya da)
Tevatür:Kuvvetli
haber. Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak.
[43] Yasin
Suresi 77’nci Ayet-i Kerime اَوَلَمْ
يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan,
kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım
kesildi?
[44] Tevakkuf:
Durma. Eğlenip kalma. Duraklama.
[45] Tav'an:
İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[46] Kerhen:
İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz,
tiksinerek, iğrenerek.
[47] Amud: Dik,
dikine. Sütun, direk
[48] Ferda: Farsça
Yarın. Bugünden sonraki gün.
[49] Maad:
Ahiret
[50] Zad: Azık.
Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi.
[51] Teavün:
Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.
[52] Cevarih:
El, ayak gibi vücud azaları.
[53] Tarık
Suresi 9’ncu ayet-i Kerime يَوْمَ
تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ
Meali: O gün
bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır.
[54] Tarık
Suresi 10’ncu Ayet-i Kerime فَمَا
لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍۜ
Meali İnsanın
o gün ne bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı.
[55] Tefhim:
Anlatmak. Bildirmek.
[56] Taallüm:
(İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme.
[57] İyaullah:
İslam yönetim felsefesinde halk, “iyaullah”tır. Yani “Allah'ın ailesi”dir
[58] Kâm: Farsça
İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet.
[i] Muhammes
Bu gülistanda benimçün
ne gül ne şebnem var
Bu çarşude ne dadu sited
ne dirhem var
Ne kudret ü ne tasarruf
ne biş ü ne kem var
Ne kuvvet ü ne teayyum
ne zahm ü merhem var
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Vücûd cud-i ilâhi hayat
bahş-i kerim
Nefes atiyye-i rahmet
kelam fazl-ı kadim
Beden bina-yı Hüda ruh
nefha-i tekrim
Kuva vedia-i kudret
havas vaz-i hâkim
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Bu kârhânede bir başka
kâr ü barım yok
Ne varsa cümle anındır
bir özge varım yok
Cihana gelmede gitmekle
ihtiyarım yok
Benim benim diyecek elde
bir medarım yok
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Zemin bisat-i kader çerh
hayme-i azamet
Nücum-i sabit ü seyyar
meş’al-i kudret
Cihan netice-i cud-i
hazain rahmet
Sahaif-i suver-i kevn
nüsha-i hikmet
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Vücud ariyetidir hayat
emanettir
İbade da’vi-i mülk
iddia-yi şirkettir
Kulun vazifesi teslimdir
itaattir
Bana kulum dediği
lütfdur inayettir
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Benim fakir-i tehidest
cud Hakkındır
Adem benim sıfatımdır
vücud Hakkındır
Zuhur ü hestiy ü bud ü
nebud Hakkındır
Temaavvüc-i yem-i gayb ü
şühüd Hakkındır
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Nasibsiz alamam rızkı
huşk ile terden
Ne asman ü zeminden ne
bahr ile berden
Gelir mukadder olan o
denlü nukre vü zerden
Ziyade kabzedemem
rızkımı mukadderder
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var
Sâbahı şam ü şeb-i
tireyi nehar edemem
Hevayı ateş ü ab-ı
haksar edemem
Sipihri sakin ü kühsarı
bikarar edemem
Hazanı kendi muradımca
nevbahar edemem
Bu kârhânede bilsem
neyim benim nem var. (Nabi)
[ii] Abdulkadir Ungan Hoca efendinin oğlu Memduh’ a
yazdığı vasiyeti
"Nur-ı aynım, re'fet-i kalbim
Rih-ı cenanım, oğlum Memduhum.
Nushum gûş et, kalbine nakş et
Talib-i irsim, tahsil-i ilm et.
O dâd-ı haktır, ama sen sa'yet,
Çeksen de cefa, sefa bil, zevket.
Var mıdır faidesi dünyada
Deseler sana, Abdülkâdir-zâde
İrs olur mu eb ve ceddin hüneri,
Oğluna ilmidir irs-i pederi.
İlim ve
irfan sebeb-i rif'attir.
Âlim olmak ne büyük devlettir.
İlmin
izhar edince Âdem
Oldu bilcümle melâik mülzem
Enbiya
varisi olmuş ulema
Anla kim, bu ne veraset, ne gına
Mal ile
ilmi müsavi sanma,
Mala rağbetle varup aldanma
Ağniya
müflis olur bir demde
Görmüşüz nicesin bu âlemde.
Mal bir
nesne ki çok düşmanı var.
Yolunu bekleyici rehzeni var.
Ulema
çekse de faraza hüsran,
İlim sermayesi bulmaz noksan.
Ateşe
yansa da cihan, gark olmaz
Kopsa tufan, suya da gark olmaz.
Cebr ile
hâkim, vali alamaz
Kalsa meydanda, hırsız çalamaz
Kusur
noksan veremez bezl ve seref,
Yoktur onda hatar, mahv ve telef
Dar-ı
ukbaya beraber gider
Hem cihanda bırakır binlerce eser
Âlim-i
fasık olundu tercih,
Cahil-i âbide bâ nakl-i sarih
İlmin
evsafına nihayet yoktur
Ne kadar söylesem, ondan çoktur.
Evveli
sa'y, sonu mevhıbedir.
Kuluna canib-i Hak'tan hibedir
Pendimi
etme sakın mahv-ü heba
Deme kim lâf, nasihatçı baba
Sana bu
pak nasihat benden
İsterim tutmaya himmet senden.
Var ise
sehv ve hata benden,
Umarım ola karîn-i gufran
Vazifen
yavrum, dine hizmettir
Sonra pederine afv dilemektir.
Cenab-ı
Hak benim niyazım kabul buyursun
Oğluma salih amel ile kâmil imanı nasip buyursun.
Pederiniz Abdülkadir
0 yorum:
Yorum Gönder