Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

18. Kaset

018 (19.10.1958) 60 dk. (136) 

Pek severek, kendi zâtına muhatap tutarak, zâtî esrarına agâh kılarak, kendi sıfatlarına layık bularak, seçerek yaratmış olduğu insana, giydirmiş olduğu manevi elbisenin adına ahlak denir. Bir şey anlatabildim mi acaba?

O hâlde  ahlak; insanı maarif hazinelerine, hikmet definelerine, varis kılar. İnsana; mevlidini, mâadını, mebdeini bildiren bir ilimdir. Öyle bir ilimdir ki; her zerre de, bütün varlık da, Hakk’ın tecellilerini gösterir. Allah’sız hiçbir zerre olmadığını bildiren ilmin adına, ahlak denir.

Bu varlık; O’nunla daim, O’nunla kaim, O’nun muhabbetiyle daim olduğunu bildiren ilmin adına, ahlak denir.

Kaç tane tarif yapıyorum dikkat edin. Ağır, ağır söylüyorum ki, hafızanızda kalsın diye.

 Bazı nazariyeciler: “Efendim, kıymet hükmü!” derler. “Dün böyleydi bugün böyleydi!” Kıymet hükmüdür, amma cemiyetin verdiği kıymet değil, Allah’ın verdiği kıymet. Anlatabildim mi? Dün benim verdiğim kıymet değil, Allah’ın verdiği kıymet. Nereden geldiğini, nereye götürüleceğini, ne işle meşgul olacağını, bu âlemde  sayılı nefesini ne şekilde tüketeceğini ve neticede dört sualin cevabını, alın akıyla verebilecek tecellileri gösteren ilmin adına, ahlak derler.

Ahlak insanı suretten geçirir mânâya götürür. Neticeyi söyledik şimdi. Şöyle “Ee ne olacak bunları bildik, filan…”  Ne olacak var mı? Suretten geçirir, çünkü surette kalaraktan gidersek yandık. Suretten geçirir  mânâya götürür. Surette kalaraktan gidersek, hiçbir şey yok. Bu kudretin sahibi, surette kalıp gidene şöyle misal verir:

(Çok zevkim var, iyi dinle.)

“Ben, bârân-ı rahmetin her katresini, manzume-i kuvvâ-i ilahimden bulunan bir kuvveye indirir, bir daha da ona vazife vermeyen bir Allah’ım. İndirmiş olduğum sularla; nehirler yapar, ırmaklar yapar, dereler yapar, çaylar yapar, bu akıntı içerisinde de üzerinde bir köpük yaparım. Surette kalanlar o köpüğe benzerler. Hakikatte olanlar suyun kendisine benzerler.”

Anlatabildim mi acaba? İşte ahlak insanı surette bırakmayıp, mânâya geçiren ilmin adına denir. Surette kalma! Dünya her vakit tarif ettiğim gibi: İkbalinde hud’a idbarında fecia gizlenilen bir sahnedir. Gafil olma! Perde-i gaflet açılmadan, fırsat elden gitmeden, ferdâ-i mâadın için zâd-ı zahire topla. Avcı tane döker. Cömertliğinden mi döküyor zannedersin! Seni avlamak için döker. Dünyanın ikbali de insanı avlamak içün bir avcının tanesine benzer. Bir şey anlatabiliyor muyum? Avcı tane döker. Acaba cömert de onun için mi döküyor? Seni avlamak için döküyor. Avını avlamak için döküyor. Yanlış söyledim. Avcı, tane atar döker. Cömert de ondan mı döker? Hayır, avını avlayacak! Dünya da ikbali ile insana yem verir. Fakat seni avlamak içün. Avlanma! İnsanı avlanmaktan kurtaran şeyin adına, ahlak denir. 

Hepsi boş! Gelmede gitmede mâdâmı ki ihtiyâr yok. Bu âleme  gelirken: "Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır, bir âlem-i feryat vardır, bir dâr-ı belvâ vardır. Teşrif eder misiniz?” diye hiç birimize sormadılar. Bilmem sorulanınız var mı? Gidermisiniz böyle bir yer vardır, diye sormazlar. “Hayattan azl oldun!” emri gelirken de sorulmaz. Hiç sorulmaz, kimseye! Haaa, kimseye deyince bir kayıt lazımdır. Bazı insanlara sorulur ama onların da iradeleri yoktur. Onun içün sorarlar. “Bizim irademiz yok, irade Allah’ındır.” diyenlere sorarlar. Anlatabildim mi? Onlarda hiç, tav’an[1] teslim olurlar. Var, öyle. Bazı nazlı insanlar var. Hudâ onları sayıyor. Bu  da, bu bahiste yine ayrı birşey, burası dursun. Üüü… Bu kelime ile  lafz ile  seda ile  anlatılamayacak bir köşe. O nasıl şey, nasıl sayar, nasıl şey eder, sordurur, o ayrı o. O ayrı! Hüküm eksere olduğu için şimdi biz ekseriyeti konuşuyoruz. Onlar ölmezden evvel ölenler. Nefislerinden hiçbir şeysi kalmamış. Vücut şaibesinden eser yok. Benlik gitmiş, benlik gittikten sonra sahibi gelmiş. Acaba anlatabiliyor muyum? O ayrı bir sınıf.

 2 مُوتُوا قَْبلَ أنْ تمُوتوا   derler buna.

Ölmezden evvel ölün. O nedir biliyor musunuz? Mesela, en ceberruti semayı deler gibi bakan bir kafa, yeri ezer gibi basan bir  bacak, gerilip gerilip de “yaratırım” diye edayla dolan bir varlık, ki ona ahlakta ahmak derler. Ahmağın tarifi öyle yapılır.

Daha bir umur-u hariciyede misal verelim. Bu vücut canla doludur. Hayatsız hiçbir zerre yok. Gözle göremediğin bir hücren, bir damla kanda kaç milyon canlı şey var? o milyonların hepsi birbiri ile dövüşür. Dövüşmesindeki sebep: “benim/senin!”dir. “Hâlbuki  vücutta o dövüşen damlanın sahibi Benim. Benim varlığıma karşı o bir noktanın kendi kendine ‘ben varım!’ diye dövünmesidir. Çırpınmasıdır. Hâlbuki o Benim o.”  Lâteşbih! “Nasıl o bir damla kanın içerisinde, bir nokta kanın içerisinde gözle göremediğin, milyonla varlık birbiriyle ‘benim/senin’ diyerekten cihat ediyorsa, cidal ediyorsa, ki hâlbuki  vücut onun değildir, o vücut Benimdir!” Ne kadar kabarırsan kabar bu vücut Allah’ındır. Onun azametine karşı “ben varım!” diye, gadabına siper olmaklık, hamâkat nişanından ibarettir. İslam’ın kelime-i tevhidinde ki asıl mânâ da budur değil mi ya! Hadi dinî bir misal vereyim daha iyi anlaşılsın.

Lâ ilâhe İllallah, deriz. Lâ ilâhe İllallah demenin mânâsı nedir? Onun açık mânâsı budur: “Yarabbi ben yokum, Sensin.” Anlatabildim mi? Bunu ağzıyla söylemek kolay fakat hadisatta bunun tatbikatını yapan adama Müslüman denir. Gördün mü zorluğu?

Evet, Beşeriyetin Fahr-i   Ebedisi, nefs-i nâtıka-i kâinatın kalbi, ehâdiyet sarayının hususi misafiri, cenab-ı vahidiyetin terceman-ı hassı öyle buyurmuştur: “Bir kimse ömründe bir defa diyecek olursa, muhakkak Dâru’s-Selam’a davetlidir. Allah’ın husûsi misafiridir.” Fakat acaba diyebildik mi?

Bunları anlatırlar, kolay gibi gelir. Kolay değil bunlar zor. Bunun açık mânâsı bu. Lâ ilâhe illallah. Şunu tam Türkçe olarak benim kafama koy: “Ben yokum sen varsın Yarabbi!” Bunu demesi kolay. Hadi bakalım hadisat içerisinde gez.

Nefsimizin putuna tapıldığı vakitte öyle bir müşrik oluruz ki! Hepimizde put vardır. O putuna dokunmadan tatlı tatlı konuşursun, hele bir putuna dokunsunlar, dokunduğun ân, hoop!.. Ee hani sen Lâ ilâhe illallah demiştin! Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Zor! İşte nefsin putlarını derleyip toplayıp hepsini         hurdahaş eden müessesenin adına ahlak denir. Derler toplar. Bunlar sana engel olmuştur, der. Atar, geçer, gider. Safiyeti kalır.

Altın madenini alırsın, putenin içerisine korsun, erittiğin vakitte üstünde bir köpük kalır. O nasıl ki safiyeti varsa onun, bir de haddizatında insan da bir putede eriyecek. Aşk putesinde. O putede eriyecek, kesafeti def edilecek, letafeti ile latîf olacak. Nerdeee, daha biz, garip gelen misafir ile masası, kasası, rütbesi olan misafirin yerini bile ayırırız! Öyle değil mi? Bir garip gelmiş, bir fakir gelmiş, ona o kadar kıymet vermeyiz!

Men ekremé ganiyyen lî ginâihî fe kad zehebe sülusa dînûh. Bir kimse bir kimseye masası dolayısıyla, kasası dolayısıyla, câhı itibariyle, rütbesi sebebiyle hususi bir ikramda bulunacak olursa, bilsin ki mânâsının üçte ikisi gitmiştir. Üçte ikisini bu şekilde götüren kimse, üçte üçünü de herhalde götürmüştür, mânâsı çıkar ondan. Acaba anlatabiliyor muyum? Yaa, çok zor ama çok tatlı.

Senin çok kıymet vermediğin bir insan bakarsın ki, Hükümet-i Rabbaniyede başbakandır. Hiç haberin bile olmaz. Bilinmez o, o bilinmez. Hiç kıymet vermediğin adam bakarsın ki, bir gönül tahtında sultan olan bir insanın gözdesidir.

Mecnun’a soruyorlar, derler ki: “Sen, bu köpeği niye seversin?” Köpek, Leyla’nın köpeğiymiş. Yolda rast gelmiş. Böyle bağrına basıp seviyor. İstihza ediyorlar, diyorlar ki, işte senin esas itibariyle, ağzıyla söylemiyor da hâlden. “Ne var da bunu öpersin koklarsın!” Cevap veriyor, diyor ki: “Yârin kûyundan[2] gelen köpek öpülür, sevilir. Çünkü sevdiğimi gören bir gözü vardır.” 

Bir şey anlatabiliyor muyum? Tabi bunlar, sizi ben, mânânın zevkine çıkmış zannıyla konuşuyorum. Şöyle maddenin kesafetinde olan insan bu sözlerden bir şey anlamaz.

Mesela; kitabı parasının üzerindeki yazı olan bazı böyle insanlar vardır, hiç böyle şeylere girmez. O zavallı hammaldır o. Neyin hamalı? İhtirasât-ı nefsaniyesinin hamalı. Nefsine uşak olmuş, bîçaredir. Kendi kendine orada boğulur, geçer gider. O anlamaz ondan. O, bin, on bin, yüz bin, hep o onun üzerindeki şeylen meşguldür. Bu ayrı bu!

Bu Hak ile enis olan insana ait bu konuşma. Geliş ve gidişte ki gayeyi anlamış, “Yer, beni yer!” demiş. Yani düşünecek olursa herkes kabri biliyor, Fakat kabirden ötesini bilmiyor. Herkes âmel sandığı denilen o çukuru biliyor. Ondan sonra açılacak hayat üzerinde hiç birimiz durmuyoruz. Ölümü biliyoruz da ondan sonrasını niçün işte, bütün kötülük buradan çıkıyor. Sonra, Allah da öyle tecellilerin sahibidir ki, bize gizlemiş. Arif olanlara sofrayı açmış. Gafil olanlara “Batıla tapsınlar!” demiş. Yaa, mesele burada. Ömrün nefesi sayılı değil mi iki gözüm!  Gizliyor bizden onu. Ne büyük şeyi, ikramı. O da bir mesele.

Denizin içinde olsak dayanırız. Denizin içinde değiliz biz dayanamayız. Gizlemediği insanlar denizin içinde olanlardır. O ne demek? Anlatayım ben sana şimdi, bak. Bugün zevkim çok, dinle! Mesela, dün filan simsiyah geliyordu dalga. Korkunç değil midir o?  Hiihh bööyle geliyor. Bana göre korkunç, balığa göre korku yok. Bana göre çok büyük tehlike. Balık için tehlike mi o? Hiç umurunda bile değil onun. Zevk alıyor hatta. Onun içün tehlike değil. Bahr-ı Umman-ı Ehadiyette, aşk denizinde yüzen Allah’ın aşıkları vardır. Onlar içün bütün dalgalar, heyet-i umumisi bir zevkten ibarettir. Onlara gizli bir şey yok. Fakat benim içün dalga korkunç. Anlatabiliyor muyum acaba? Bana korkunç, onun içün korkunç değil. O denizden çıktığı dakikada ölür. Ben denize düştüğüm dakikada ölürüm.

Mesela, mahbub-u kulub olan Zât-ı Âlâ, bir gün dedi ki: زُرْ غِبًّا تَزَْددْ حُبًّ ا. “Haftada bir geliniz, bir geliniz. Muhabbetiniz artsın.”

Bunu ehl-i tabiata söyledi, ehl-i aşka söylemedi. Ali’ye söylemedi bunu. Anlatabiliyor muyum? O gelmediği dakikada ıraktadır. Öteki ehl-i tabiat. Ne demek o? O çok görürse bıkar. Bıktığı an helaka varır. “Sen hafta da bir gel!” dedi. Beriki, o denizin mahluku. O aşk deryasından çıkmış. Oranın cevheri. O oradan ayrılacak olursa mahvolur. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? 

Ne diyor, Mecnun: “Köyden gelenin, diyor. Yârin köyünden geldi, yüzünü öperler. Sevdiğimi gören gözle geldi, kucaklarlar. Sonra, diyor. Siz yalnız nakşa bakıyorsunuz, gel benim gibi tenin içinde olanı da görsene, niçin görmezsin?” Bir şey anlatabildim mi?  Tenin içini de gör. “Evvela, diyor. Bu köpek Allah’ın yed-i kudreti ile meydana geldi. Nasıl öpmem. Sevdiğimin sûrû var üzerinde. Sâniyen[3] cananımın köyünün bekçisidir, nasıl sarılmam? Öyle bir köpektir ki, Leyli’nin köyünden gelmiştir. Ben onu dünyanın aslanına değişmem!”

 

Konuşmanın heyet-i umumisini derle topla. O kırık kalpli adamı, kâinatın sultanı ile ölçmem bile. Senin kıymet vermediğin o kırık kalpli adam, zahirde pejmürde, bîçare, bîpâre haddizatında, fakat kırık kalp gibi büyük bir hazineye maliktir. Ben onu suret itibariyle, sultanlara şahlara değişmem. Bir tutmam. Değişmeyi bırak, ikisini yan yana oturtmam gönül evimde. Birisi kalıbında dolaşır. O gönül tahtında sultandır. Çünkü o insandır. Ya öteki, canlıdır.

İnsan kime denir? Kendisinde Hak gizlenen adama denir.

 

Geçen hafta okuduğum şeyi okuyayım şimdi. Geçen hafta açmamıştım bu hafta açıyorum  okuduğum şeyi.

On sekiz bin âlemi Hak sende pinhan[4] eyledi.  Bu âdet kefi[5] içündür. Allah’ın âlemi âdetle değildir. On sekiz bin, on sekiz milyon, on sekiz… Hayır! Fakat beşer konuşurken daima göz kulak alıştığından bu âlem-i  sûrîde bir rakam ihtiyacı vardır. Acaba anlatabildim mi? Onunla doyar. O kelimesini getiremedim, onun bir kelimesi de vardır amma gelmedi, gelirse söylerim. Ha anladın, bir şey ister. Yoksa on sekiz bin, yirmisekiz bin, yüz sekiz bin, milyon, milyar, üüüü… Duruyor akıl zaten. Kudret temâşa edildiği vakitte insan, küçük dilini yutacak. Bir içini çeker içeriye. Yutar!

 

On sekiz bin alemi Hak sende pinhan eyledi.

Cümlesi bir cins ve o cisme seni can eyledi.

 

Nasıl ki bu kalıbın içerisinde bir can varsa, bütün mevcûdât da bir kalıp  var. O kalıbın canı da sensin. Eğer zulme divan durmamışsan. Küfre, nifaka, şirke alet olmamışsan. Ah almamışsan. Geliş ve gidişte ki gayeyi duymuşsan. Kırık kalplilerle oturup kalkmışsan. Düşmüşü ivazsız garazsız, kaldırmaklık içün hayatını vakfetmişsen. Bilâ şek velâ şüphe[6], uzun boylu düşünmeye lüzum yok. Evvela canan sonra can diye yaşamışsan. Biraz evveli “Ben yokum, Sen varsın!” diyerekten hâlinde tatbikatını göstermişsen, sen kâinatın  canısın. Bu kadar büyük bir mevkiin var. Bu kadar büyük bir mevkiin var. Kâinatın kalbinin dostu olursun. Dost olunca yıldız olursun. Yanlış anlama, sinema yıldızı filan aklına gelmesin. Öyle değil!

 

Peygamber-i Hak dedi ki: “Benim yârânım, semâ-i lâhûtun yıldızlarıdır. Benim dostlarım, benim yârânım, semâ-i lâhûtun yıldızlarıdır. Yolumu tutanlar hidayete erenlerdir.”

 

O kadar incelik var. Biliyor musunuz, neden yıldız deniyor? Yolu izi kaybedilmiş, sahra-i beyabanda[7], kum çölünde yıldız adama yol gösterir. Anlatabildim mi acaba? Kelimeleri böyle üzerinde inceliğini aramadan bir zevk alayım, o öyle yıldızları… O öyle değil. Yolu izi bulunmayan, bir sahra-i bâyebanda, bir kum çölünde bakıyorsun ki; hiçbir yer yok, yalnız  o var. Bir yere gideceksin, reh[8]nümâdır[9] sana, o yıldızı görürsün, yol gösterir. “Benim izimden gidenlerde, sana Allah’ın yolunu gösterirler.” Anlatabildim mi? Bu yıldız, öyle yıldız. O başka yıldızmış. Onun içün dost ara, der.

 

İyi dostu arayıp bulamayan, kötüyle düşer kalkar. Kaide-i külliye.

Bu insanlarda kaide haline girmedikçe

yakasını kurtaramaz. Bir hangi bir adam ki zavallıdır, talihsizdir, bir dosta rast gelemeyen adamdır. Onun refiki muhakkak kötü adam olacaktır. O kötü ile kalkar. Ne olur sonra? Bütün konuşmalar, toz olur, toz! Kıyl-u kâl, dedikodu, ahlak da ismi, gubar. İşte o toz olduğundan dolayı biz Hakk’ı göremiyoruz. Gözümüz bulandı, hangi gözümüz? Kafa gözümüz değil, kalp gözüne geliyor manevi toz, bir türlü Hakk’ı göremeden geçip gidiyoruz, mahvoluyoruz. Burada göremeyen  orada göremez. 

وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِ۪ٓه۪ اعْمٰى فَهُوَ فِي الْْٰخِرَةِ اعْمٰى 10

“Bu dünyada göremeyen göz, öbür âlemde göremez Beni!”diyor. Yaa, burada görecek. Ona ters  mânâ  vermişlerdir. “Efendim işte Hakk’ın nimeti görülecek, filan.” Hakk’ın kendi görülecek! “E Hak görülmez!” Kendi gözükürse, sen  görünemez, der misin? Evet sen bu kafa gözünle göremezsin, fakat kendi gözükürse, hayır yapamaz mı diyeceksin? Bırak o mantığı, geç aşka.  

Size canlı bir misal vereyim. Vermiştim çok eskiden. Büyük Kitap’ta bir nazm-ı celil vardır. Uzatmayalım da yalnız ben onun lügat manasını söyleyeyim.

“Deve iğne deliğinden geçerse.” der lisan-ı ilahide. Onun bir mânâsı daha vardır. Halatın uçları lifli olur. İğnenin gözünü, ipliği iğnenin gözünden geçirmek için şöyle koparırlar da şöyle yapar. Öyle değil mi? İki tane olursa geçmez o çok uğraştırır adamı. Onu şöyle kopardıktan sonra… “Sizin kalpleriniz dağınık dağınık oldukça, Benim dediğim yola sizi sokmam!” diyor. Bir şey anlattım mı? Çok uzanma, kalplerimiz dağılmış. Faydası yok. Sağlam ip amma uçları açık, geçiremezsin iğneden, dikişi dikemezsin ki. Yaa? Uçlarını birleştirecek. Birleşmedikçe Hudâ vermez. Hilkatin kaidesi bu. Vermez, olmaz! Neyse bunun çok uzun mânâsı var, dursun da bize lazım olan yeri:

İki kişi münakaşa ediyormuş. İkisi de okumuş oldukları satır ilmi ile mağrur. Satır ilmi âlemin ilmidir. Sadır ilmi Hakk’ın sana verdiği ilimdir. Gönül kitabından bir harf okumuşsan kâinatı oyuncak gibi oynatırsın. Gönül kitabından daha harf okumayıp da satırda geziyorsan âlem seni oynatır. Anlatabildim mi acaba? Gönül kitabında. Gönül kitabından okuyacak olursan, sesin başka türlü çıkar.

Davud’un sesi demiri elinde yumuşatmıştı. Acaba anlatabiliyor muyum? Davud’un sesi, Davud’un elinde demiri mum haline getirmişti. Böyle böyle yumuşak yapıyordu. O demirin birde iç mânâsı var, ne bilir misin? Kaskatı adamın kalbine hayat veriyor. Yumuşatıyordu o. O ses, bambaşka bir ses. Anlatabildik mi acaba?  

Biraz evveli söylediğim gibi; kıyl-ü kal, dedikodu, toz. Gubar! “Şöyleydi de böyleydi de, şöyle olacaktı böyle olacaktı…” “Ben karışmam ama söylemek gibi olmasın.” Söylüyorsun işte,  söylemek gibi olmasın ne? Böyle birde ahmakça konuşmak vardır. “Söylemek gibi olmasın!” Söylüyorsun güzelim, âlemin  kötülüğünü söylüyorsun. Söylemek gibi olmasın diye niye ha bire konuşuyorsun? Bizde böyledir ekseriyet. Yüz tane ben rast gelirim. Söylemek gibi olmasın amma, e söylüyorsun  ama ne! “Söylemek gibi olmasın amma…” Ee söylüyorsun!

Sadırdan olan ilim, kalpten olan ilim, üstadsız  olur. Satırdan olan ilim harf suretinde olur. Aralarında fark var. Sadırdan olan ilimde benlik yoktur. O görür çünkü, sadırına kimin yazdığını, kimin verdiğini bilir o. Ne’me lazım, der. “Öyle şeye karışmam!” Satırdan olan ilimde benlik vardır. Hâlbuki  ona sorsan ki: Sen anlat bakalım bunlar senin mi, senin malın hangisidir senin? “Filanın, filanın…” Ee seninkini görelim. Âlemin malı ile ne övünüyorsun? Âlemin malıyla!

Bin defa dedim, bankanın önündeki veznedara benzer. Ööyle binlikler sayar sayar kırmızı kalem. Böyle kopya kalemi şöyle çizer, böyle yapar, filan, yorulur, terler. Şöyle bir bakar arada sırada kendininmiş gibi. Beşeri bir his var ya. Ee Hâlbuki  parada bir tane eksik oldu mu terler. Acaba birisi girip, teftiş ederse diyerekten. Bu encam11 hep âlemin  hesabına, kendi hesabına değil. Gönül âlemine  sahip olmayan insanların da bütün varlığı aynen banka önünde, bankanın içinde ki veznedarın, kasadarın para sayışından başka hiçbir şey değil. Bir tanesini harcayamazsın. Bir de onun telaşı heyecanı vardır acaba eksik midir, şey midir diyerekten. 

(Buraya nereden girdik? Mevzû nereden girdik?)

Satır ilmine malik olmuş, onunla benlik gelmiş olan iki insan münakaşa ediyorlar. Diyor ki:

—İğnenin deliğinden devenin geçmesi. Cenab-ı Hak murad ederse deveyi küçültürde mi iğnenin deliğinden geçirir yoksa iğnenin deliğini büyütürde mi deveyi geçirir?

Birisi diyor ki: “Deveyi küçültür de geçirir.” Birisi diyor ki, haddizatında “Hayır, iğnenin deliğini büyütür geçirir.” Bir ehl-i hâl adam geçiyormuş. Dinlemiş, dinlemiş, dinlemiş. Kendi kendine: “Vah vah, vah!” demiş. “Niye vah vah diyorsun?” demişler. “Şaştım” demiş.

—E sen ne dersin?

—Kim geçirecek bundan? Allah değil mi?   “Evet!”

—Azizim, benim öyle bir imanım vardır ki, ne deveyi küçültür ne iğnenin deliğini büyütür. İğnenin deliğini büyütmeden, deveyi küçültmeden geçirir.

Acaba bir zevk hasıl oldu mu? Ne deve küçülür, ne iğnenin deliği… Bir ikinci misal daha vereyim. Verdiğim misallerden bunlar amma şimdi münasebet aldı da.

İslam da mezhep imamları vardır. O imam dendiği vakitte aklınıza mahalle imamı gelmesin. O günün istilahatında, dünyayı ve mânâyı çok iyi bilen adama… İmam deyince bir de aklına gelir, yalnız dinin bazı yerlerini. Hayır! Dünyayı çok iyi biliyor, mânâyı da çok iyi biliyor? İnsan dendiği vakitte nasıl cesetle ruhtan ibaretse, Suret de öyledir işte. Netice itibariyle. Bütün âlem  öyle. Bir dışı var, bir içi var. Hem içini biliyor, hem dışını biliyor. Onlar da öyle bir tuhaf. Tarife gelmeyen şeyler. Milyonla adam peşinden gidiyor. Kolay mı o iş. Biz evimizdeki çoluğumuzu çocuğumuzu peşimizden götüremeyiz. Sen bırak şimdi onu. Gelmez! Evladın olur okutursun, cebine parasını verirsin, sofraya oturtturursun, harçlığını verirsin, arkandan böyle yapar. Karın gelmez peşinden. Öyle rap rup etmek para etmez. Dinlemez! (Yoruldunuz mu?)

Muazzam adam onlar. Sonra, benlikten eser yok. İşte, iş buradan tadı çıkıyor zaten. Mesela, İmam-ı Şâfiî içtihat etmiş. Kanaatı vicdaniyesi, bu madde budur, demiş. Fakat Ebu Hanife’nin sınırına geçtiği vakitte, onun muhitine geçtiği vakitte, “Efendiye hürmeten, onun içtihadı üzerine amel ederim.” der. Kendi kanaat-ı vicdaniyesini terk ediyor; edeben, o ne şekilde kanaat etmişse onunla amel ederim. Benlik yok. İş burada. Biz öyle değiliz. Benim dediğim doğrudur(!) Ne senin dediğin ne benim!

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dîl
Hem ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim
N’ola zenbûr evine dönse beytü’l-hazenimi

Ne güzel bulmuş Fuzûlî. Beytü’l-hazen. Bayılırım  bu tabire, kalp. N’ola zenbûr evine dönse beytü’l-hazenim. Zenbur nedir biliyor musunuz? Arı peteği arı peteği. Benim kalbim   hadisatla öyle delik delik olsun ki, arı tepeği gibi olsun da  Hak oradan baksın. N’ola zenbûr evine dönse beytü’l-hazenim. Beytü’l- Hazen  çok güzel tabir.

Onlar hakiki kıbleyi bulan adamlar. İnsan hakiki kıbleden gafil olursa, batıl olan kıbleye yüzünü çevirir. Anlatabildim mi acaba? Bunu belleyin. Hem  o batıl kıblenin de maskarası olur. Onlar yani hakiki kıbleden gafil olanlar, batıla yüzlerini çevirirler ve o batıl kıblenin masharası[10] olurlar.

O iki tane büyük İmam Şâfiî ile İmam-ı Ahmed. O vakit  feyiz çok, ne bileyim ben. Allah’ın  öyle tecellileri var ki, bazı tecelli de şeytan da külahını açar, bir şey toplar. Bazen de bir celal-i kahriyesiyle tecelli eder, kılıç sallanırken Enbiya’da başını eğer.  O devirler, şeytanın da külahını açıp bir şey topladığı devirler.

İmam-ı Şâfiî, İmam-ı Azam’ın vefat ettiği gün dünyaya gelmiştir. Hicri yüz elli de. Yani bin iki yüz yirmi  altı sene evvel dünyaya gelmiş. Sonra aralarında da bir tuhaf şey var. Kibar oluyor, kibarın latifesi çok kibar oluyor. Bir sohbette otururlarken, bir münasebet almış da: “Ebu Hanife Hazretleri, Benim geldiğime tahammül edemedi gitti.” demiş. Ben gelince gitmesi lazım gelir, diye latife ediyorlar. İmam-ı Şâfiî de yirmi dört ayda doğmuş, iki sene durmuş anasının karnında. İki sene. O gece rüyasında Ebu Hanife, İmam-ı Şâfiî’ye diyor ki, “Dikkat et! (diyor) Seni geldin diyerekten gitmedim, acıdım sana, gitmesem kaç sene duracaksın annenin karnında? Âlem dokuz ayda durur, sen yirmi dört. artık acıdım, gideyim de gelesin diyerekten. Acıdım.” Öyle adamlar.

İmam-ı Şâfiî ile İmam-ı Ahmed bir yerden giderlerken, herkesin hüsn-ü zan ettiği bir çoban. Hakk’ın nazarında insanların geniş bir mevkî vardır, kimseyi hor göstertmez de misal veriyorum. Anlatabildim mi? Ahlakçılardan daha zoru var şimdi. Biz bunu yapamayız fakat bilmek de bir faydadır ya. Üzensek de bir şey olur. Bir zevk olur.

Mesela, Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi der ki, muazzam adam: “İnsan-ı Kâmil ona derler ki, tam insan yani, hakiki.  En çirkin haşa huzurdan bir eşeğin anırması ile en yüksek müziğin bir mesela keman diyelim, gayet güzel bir taksim yapıyor, artık tüyler ürpertici bir vaziyette, bunun ikisinin arasında fark görüyor, ikisinden de aynı zevki almazsa henüz adam olamamıştır.” der.  “Bir uyuzdan dökülen bir köpekle, hasna müstesna dilara bir kız arasında bir fark görüyorsa henüz insan olamamıştır.” der.

Gidiyorlarmış, o çobana. İmam-ı Ahmed demiş ki:

—Bu çobana herkes hüsn-ü zan ediyor; buna hâl sahibi deniyor, kemâlat var iddia ediliyor. Ben bunu imtihan edeceğim! demiş.
—(Şâfiî) Gel ilişme, bunlar acib ruhlu adamlardır, bunların gönülleri nazik olur, olabilir ki bir yerine dokunur, neme lazım.
— Yapacağım birader, demiş. Çok merakım var.
 —Ben yokum bu işte, demiş. “Ben yapacağım.”

— Aramızda bir münakaşa oldu, seni hakem tayin edelim.
—Buyurun, demiş.
—Bir adam, beş vakit namazından bir vakti onu terk etse…

Kibarlık, o namazı terk etti demiyor da namaz onu terk etse, namaz onu terk etse, anlatabiliyor muyum acaba? İncelik. Biz, hadi buna ben, buraya birde dinin bu mevzuundan ahlaka ait bir yer ayırayım da söyleyeyim. Biz bunların asırlardan beri şekilleri ile meşgul olmuşuz. Onun içün zevk alamamışızdır, mesela der ki ekseriyetle tesadüf etmişim: “Sen azıcık dur, ben şu arada şu namazı çıkarayım.” Neyini çıkarıyorsun(?) “Vakit geçmek üzere de, şu arada şunu şey edeyim, seninle görüşeceğim.” Yok azizim sana henüz daha namaz filan farz olmadı. Ne lüzumu var. otur bırak bu işleri. “Hani şu kedinin yemeğini vereyim, miyavladı. Çocuk ağlıyor, şu çocuğun sütünü vereyim.” Böyle ibadeti Allah istemez, adamın başına çalar. Onun içün netice almıyor. Bir defa diyor ki kendisi:

“Bir şekl-i mahsus yapacaksın diyor. Benim huzuruma gelirken süslen.” 13 خُذُوا ز۪ينَتكُمْ عِنْدَ كُ لِ   Çaya giderken bile elbisen ayrı. “Ben bir çaya gidilecek yerden hariç bir varlık değilim.” Acaba anlatabiliyor muyum? Tahtanın parçasını şuraya alayım da kafamı şuraya sokayım da, öyle değil. Öyle istemez o.

Öyle nazlı bir yer ki, yanacak için muhabbetle. Çook birisine aşık olmuşsun, seviyorsun… Öbür tarafta maddi bir iş var. O sevdiğini de bir daha görmenin imkânı yok, neyse sevdiğime bir şey söyleyeyim de geleyim der misin? Şimdi git bakalım. Hakiki aşıksan, dediğim gibi, derya-i taatte, derya-i vahdet de, balık nasıl denizden ayrıldığı vakitte telef oluyorsa bu şekilde o sahanın aşıkı isen, hakikaten o şeklin abidi isen, acaba anlatabiliyor muyum? Orada milyar da olsa, milyon da olsa, câh da olsa, rütbe de olsa, her ne olursa olsun oradan çıkamaz ayrılamaz, ayrıldığın dakikada öleceksin çünkü. Hayat-ı maneviyen gidecek. “Dur ben şunu şöyle edeyim de…” Öyle şey yok. Neyse, söyleyeyim mi buralarını, ister misiniz?

İnsan; makam-ı hayvaniyetten, malum ya anasının karnındayken, hayvanî ruhu tasarruf eder onu. Kırk gün bir devre geçirir, bir kırk daha geçirir, bir kırk daha geçirir, ondan sonra hayvanî ruh tasarrufa başlar. İşte ona ruh-u hayvanî denir. (Zor yere girdik amma bakalım, hayırlısı. Anlatabilecek miyim acaba? Neyse şimdi uzun sürecek, şöyle atlayaraktan geçelim.)

Doğar, ruh-u menfûh ile tekrim edilmiştir. Ona ruh-u izafi derler. İş burada. Biz yalnız ruh-u hayvanî üzerinde dururuz. Ruh-u hayvaniye binen bir ruhumuz vardır. İşte iş burada. Bunun farkında olur da yahut onun tahriki olur da nasıl söyleyeyim kelimesi zor. Geliş ve gidişte ki gayeyi anlamaklık zevki kendisinde hâsıl olursa, aslını aramaklık aşkı başlar. Öyle ya insan bir şey görür de şu nasıl dokunmuş, neyin nesidir,bunun…

Koca insan bu yahu. Bunu hiç arayan yok, dert burada. Bunu aradığın gün kötülük orta yerden kalkacak işte. Bunu aramaklık yolu verilmedikçe; bütün dünyanın terbiye tezgahı çalışsın, bütün inzibat teşkilatı olanca kuvveti ile yapacağını hazırlasın, bütün diplomatlar bir araya gelsin, en muazzam kafalar birleşsin, yine vallahi oh sesi çıkmaz. İmkânı yok ona. Olmaz!  

Bu dert başlar; aslını aramaklık taharrisi, kendi hakikatını, içinden inan emri verilir. Bunu ararken eşyanın isimlerini öğrenir. Eşyanın isimlerini demek; Ahmet, Mehmet, ayna, duvar, taş filan bu değil. Eşyanın hakikatini görmeye başlar. Sırr-ı âdemiyet kendisinde zahir olur. Âdem bütün esma-i İlahiyi talim etti ya. Taallüm[11] etti ya. Biz daha bir şey bildiğimiz yok, bizim bildiğimiz, eşyanın suret-i zahiresinin, dimağlarının üzerimizde yapmış olduğu çizgilerden ibarettir. Çizgileri biliyoruz. Bir binanın planını bilip de şurası odasıdır, şurası mutfağıdır, şu çizginin öbür tarafında işte koridordur. Bunu bilmek başka, bir de binanın içerisinde oturmak yatmak başka. Anlatabildim mi acaba? Biz çizgilerle görüyoruz planı, mühendis şunu yapmış diyoruz. Şurası odadır, şurası bilmem salondur, şurası işte şudur budur filan. O çizgiler. Ağacı kesiyoruz, tabakalarını gösteriyoruz, gözü ayırıyoruz, ona ayırıyoruz, şurasını…

Ama rüyet ne, rüyet? Bunları anladığı gün âdem olur. Ondan sonra o isimlerin sahibini arar. Gönlünden inan denir. İnanır, inandıktan sonra ona bir isim verilir değil mi ya? İman etti denir. “İnanmak kâfi değildir. İnandığına teslim ol!” denir. Anlatabildim mi acaba? Teslim ol dendikten sonra o teslimiyyette, biraz evveli dediğim gibi hani ya, “Ben yokum sen varsın.” Bunu hâl’en gösterir. Bu yaşamış olduğu hadiseler içerisinde. Bir kenara çekilerekten değil.  İstemiyor öyle Kudret. Hani bazıları var, şöyle bir kenara… Hayır! Kenara çekilmek yok. Kesretin içerisinde, bütün varlığın içerisinde, ondan sonra Hudâ’nın hoşuna gider. “Gel seninle konuşalım!” der. Şimdi Allah ile konuşmayı bu işi çıkarayım diyerekten olur mu? Böyle mi konuşursun Allah ile. Onun içün o gafletin zıttıdır.

Şimdi görüyoruz, soruyorlar diyor ki:

—Bir adamı beş vakit namazından bir vakti terk etse, o değil de namaz onu terk etse, sonra kendi kendine o terk edilen namazı kılmak istese, fakat hangi vakitte kıldığını, hangi vakit olduğunu bilmese, benim bir vaktim yapılmamıştı ama sabah mıydı, öğle miydi, akşam mıydı bunda şüphesi olsa, bu adam hangi vaktin namazını kılar?

Çobana soruyorlar. İmtihan edeceğim, dedi ya. Çoban şöyle bakıyor. Ruhun penceresi nazarla. Başlıyor İmam-ı Ahmed zıngır zıngır, zıngır zıngır, titremeye.

—Söyle o edepsiz adama! (Tembih ediyor ona.) Salat gafletin zıttıdır. Huzur-u Hak gafletle olmaz. Demek ki kıldığının hangisi olduğunu bilmiyor, o hâlde gafletle kılmıştır. Beş vaktini birden kaza etmesi lazım gelir.

Acaba anlatabildim mi inceliğini? Beşini birden yapacak o. Elini öpmüşler, öptükten sonra, yine bir bakmış. Celali ile bakmış olduğu nazarı siliyor. İkram ile bakıyor bu sefer. Ve bakışında da iyi imtihan edebildim mi? Öyledir ya, nazar vardır ya şu: hâl, hâl! “Nasıl, ezecektin değil mi? Yaa…” Ayrılmışlar, İmam-ı Şâfiî demiş ki:

—Ben sana söyledim, niye böyle tehlikeli işlere filan…

—Birader Allah dostunun çobanı böyle, okumuşuna rast gelirsek berbat eder bizi!  Onun hele bir de okumuşuna rast gelirsek, bizi berbat eder! 

(Bant bitti)

 

i Fuzuli Gazel 204

Penbe-i merhem-i dağ içre nihandır bedenim

Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil

Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim

Taş deler âhım oku şehd-i lebin şevkinden

N’ola zenbûr evine benzese beytü’l-hazenim

Tavk-i zencîr-i cunun dâ’ire-i devlettir

Ne revâ kim beni anda çıkara za’f-i tenim

Aşk ser-geştesiyim seyl-i sirişk içre yerim

Bir habâbım ki hevâda doludur pîrehenim

Bülbül-i gam-zideyim bağ u bahârım sensin

Dehen ü kadd ü ruhun gonce vü serv ü semenim

Edemen terk Fuzûlî ser-i kûyun yârın

Ne kadar zulm yeri ise bana hoştur vatanım

 

 Osmanlıca:  پنبۀ داغ جنون ایچره نهاندر بدنم دیری اولدقچه لباسم بودر اولسم كفن م

 

 

 جانی جانان دیلمش ویرممك اولمز ای دل

 

 نه نزاع ایلیهلم اول نه سنكدر نه بن م

  طاش دلر آهم اوقی شه د لبك شوقندن  نوله زنبور اوینه بكزەسه بیت الحزن م

  طوق زنجیر جنون دائرۀ دولتدر  نه روا كیم بنی آندن چقرە ضعف تن م

  عشق سركشتهسیم سیل سرشك ایچرە یر م بر حبابم كه هوادن طولودر پیرهن م

  بلبل غمزدەام باغ بهارم سنس ن دهن و ق د و رخك غنچۀ سرو سمنم

  ایدەمن ترك فضولی سركوین یار ك وطنمدر وطنمدر وطنمدر وطنم



[1] Tav'an İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle. 2 Ölmeden evvel ölünüz, hadis-i şerif. 
[2] Kuy: Köy
[3] Sâniyen: İkincisi, ikinci olarak
[4] Pinhan:  Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.
[5] Kefi: Nazir, misil, benzer, denk, eş.

[6] Bila: Şek veya şüphe, şeksiz şüpesiz yani kuşkusuz demektir
[7] Beyaban: Çöl. Sahra. İmar olunmamış arazi.
[8] Reh Reh: Yol, kaide, tarz, usul. 
[9] Nüma: "Gösteren, gözüken" manasında birleşik kelimelerde kullanılan  son ek.    Rehnüma: Yol gösteren, Rehber, Klavuz.
 10 İsra Suresi 72’nci Ayet-i Kerime :وَمَنْ كَانَ ف۪ي هٰذِ۪ٓه۪ اعْمٰى فَهُوَ فِي الْْٰخِرَةِ اعْمٰى  وََاضَلُّ سَب۪ي ل 10  

Meali: Her kim bu dünyada (manen) kör ise ahirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.
11 Encâm: Son, nihayet, netice.
[10] Mashara: Maskara, soytarı. Tuhaflıklar yapan kimse. Komik, gülünç. Zevklenme, eğlenme. Kepaze, utanmaz, rezil.
[11] Taallüm: (İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme. 

1 yorum:

HİZMETİNİZ KABUL OLSUN TEŞEKKÜR EDERİZ.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017