Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

19. Kaset

019 (26.10.1958) 80 dk (67)

Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi görüldüğü halde; hakikatte mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, bütün mevcudâtı muhit. Varlığın bir numunesi kendi iklim-i vücudunda meknuz. Bir cephesi ile bakılırsa gayet aciz. Bir veçhesiyle bakılırsa bütün mevcudât emrine musahhar kılınmış bir can. Onun için bunun mütalaası gayet güç oluyor. Sebebine gelince: İnsanın iki âleme taalluku[1] var. Âlem-i Hikmete, Âlem-i Kudret’e. 

Âlem-i Hikmet dediğimiz dünya denilen bu feryat âlemi. Feryat, darü'l-iptila! İnsanı emel ile elem arasında yoğurur. Düşün kendi kendine, ya elemin var ya emelin var. Düşün! Şöyle bir mülahaza et,  ya elemin var yahut emelin var. Bu İkisinden başka bir şey yok. Ama bazı istisna var,  ne elem var ne emel var ne kendi var. Tabi onlar istisna. İstisnalar da kaideye girmez. Vücut şaibesinden eser yok. Kendi hesabına bir şeysi yok. 

İyi bir yere uğradık, hadi onu da söyleyelim de geçelim. Nasıl olur böyle, kendisinden hesabı olmayan, kendisinden kendi varlığı olmayan nasıl olur? Sual bu, değil mi ya? 

Bu öyle bir birliktir ki, akıl bunu idrak etmez. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Bu öyle bir birliktir ki, akıl bunu idrak etmez. E nasıl akıl idrak etmez? O öyle bir ittihat ki, künhün² de ondan bir şey anlamaz. Akıl idrak etmiş olsaydı, Kudret: “Nefsinizle cihat edin!” der miydi? Bak açıyorum şimdi. 

(En mühim yer amma gözler uyku halinde, hava da sıcak değil amma) Esnenir eee? Hâliniz bana düşer, benimde zevkim kesilir, bir şey olmaz. Malum ya insanlar da bir elektrik vardır, ona alaka-i asabiye derler. Çok var ya, bir tanesi de bu. Kaç türlü? Ne demek o alaka-i asabiye? Esnersin ben de esnerim. İşte. Sen esniyorsun, ben de. Alaka-i asabiye işte o, bende esnerim. Acaba anlatabildim mi? Canlı misalini vereyim de şöyle, daha iyi anlaşılsın. Sen esnersin bende başlarım esnemeye.)

Hülasa, öyle bir birlik ki, bugün ki konuşacağım yerin en mühim yeri bu. Biraz zor, zor amma konuşmamızın zevki burada toplanmış. Anlatabilirsem eğer. Konuşmanın zevki bu cümleye, şimdiki sarf edeceğim cümleye, gayet de zor bir yer.

Bir defa birlik ne? Bunu anlatmak lazım.  Bu âdet manzumesinde[2] çiftin mukabili olmayan bir birlik. “Bir” deyince “bir,iki,üç...” böyle sayıdaki birlik değil. Öyle bir birlik ki bu, âdet manzumesinde çiftin mukabili[3] olmayan bir birlik. O birlik geldiği vakitte “benlik/senlik” kalkar. “Benlik/senlik” ne ile kalkar? Ne ile kalkar? İşte çözülüyor artık, anlatılma yeri geldi. Bu birlik akılla idrak olunmaz, dedim. Bazı insanlar vardır ki, “Biz işi akılla hallederiz!” derler. Maddenin kesafetinde boğulmuş, yalnız maddeye inanmış insanlar vardır. Hâlbuki madde mananın tekâsüf[4] etmiş olan kısmıdır. Harici kaba bir misal verelim.

Buzun hakikati nedir? Sudur. Fakat hiçbir vakit buza “su” diyemezsiniz. Neden? Teâli etti, şekil aldı, renk aldı, kesafet peyda etti. Fakat onun hakikati? Su. Madde de, maddenin hakikati de mânâdır. Bu misalden bir şey anlatamazsam başka misal vermem. İsim değiştirmekten başka bir şey değildir o. İsmini değiştirir.

Hakikatte mânâ, ilim, fen birbirinden ayrı gitmez. Ayrı gördün mü, o işin mütehassısı değilsin. Cahilisin, yetişememişsin! Hakikatte mânâ, ilim madde, birbirinden ayrı gitmez. Nâhak[5] yere boğuşurlar insanlar. Onun içün ahlak insana: Hayat-ı insan nedir? Mevlidi neresidir? Mâadı nerededir? Niçün gelmiştir? Niçün burada bu şekilde mükellef kılınmıştır? Buradan nereye gideceğini bildiren bir ilimdir.

Gelme de gitme de ihtiyârımız var mı? Gelme de gitme de ihtiyârımız yok. Hiç birimize sordular mı?  “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var, teşrif eder misiniz?” diyerekten, sorulmadı. Giderken de sorulmaz. Bir vücudu taayyün[6] etmemiş, yarın da tahakkuk edeceği, bu saha, bu sahne de bulunacağı muhakkak değil. Kendisi, resmen bir şey altına alamaz. E öyle olduğu halde Kudret’le azamet yarışına kalkmak, biraz acip şey değil midir ya?

Ölümü öldüremiyorsun? Kabrin kapısını kapayamıyorsun. Beşerden aczi gideremiyorsun? Ne diye “yaratırım!” diye geziyorsun? Ölümü öldürebiliyor muyuz? Kabrin kapısını kapayabiliyor musun? Beşerden aczi giderebiliyor musun? Bunların hiç birisini yapamıyorsun? O hâlde ne diye “yaratırım” diye gezersin! 

Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.

Birliğin tarifi. Akılla idrak edilmiş olsaydı, bu ahlakta ki birlik. (Kesiyorum bu bahsi) Netice: Akılla idrak edilmiş olsaydı bu bahisteki birlik; Kudret, nefisle cihadı emretmezdi. Nefis katledilmedikçe, o birlik anlaşılmaz. Niçün anlaşılmaz? Nefis bulunduğu müddetçe; sen bana “benim” diyeceksin, bende sana “benim” diyeceğim. Ben “ben” dedikçe, sen de “ben” dedikçe, hayatın zevki çıkmaz. Beşeriyete huzur verilmez. Ne vakit sen bana “Ben yokum sen varsın.” dersin, bende sana “Ben yokum sen varsın.” derim, o vakit birleşiriz. Acaba anlatabildik mi? Şimdi henüz ben “benim” diyorum, sen de “ben benim” diyorsun. Bunun neticesi paylaşmak, boğuşmak çıkar. Bu da nereden ileri gelir? Nefsin dipdiri kalmasından ileri gelir.

Ahlak nefsi terbiye eden müessesedir. Bir şey anlatabildim mi acaba? Nefis nasıl şey edilebilir? Nefsin öldürülmesine mânâ ilmi taraftar değildir. Pek aciz kalırsan öldür, der. Anlatabildim mi acaba? Büyük insanlar nefislerini öldürmüyorlar. Büyük insanlar nefsini öldürmüyor. Nefsini teslim alıyor. Çünkü, evet zahirde nefis çok fena bir şey. Fakat hakikatte de öyle bir kıymeti var ki, Allah müşteri! Bir tuhaf şimdi, değişti işin şekli. Bambaşka bir şey. Anlatabildim mi? “Sen bunu, diyor.  Öldürmeden gel Bana sat!” Akıllı insanlar bunu çok pahalıya satıyorlar, Allah’a ve bütün işi de bununla hallediyorlar. Acaba anlatabiliyor muyum? Hiç söylemediğim yerler burası. Gayet tatlı yerler. Şimdi buna büyük Kitap’tan, mânâ ilmi ile birleştirerekten konuşalım, şu mevzûyu, şurasını. Allah der ki:

[7] اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ  

Bi daha okuyayım dinle bak. Ne kadar güzel akıntısı var. Tabi Allah’ça.

 اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ  

Mânâ tahsil edelim, çıkaralım. Muhakkak surette, öyle hiç gayet kat’i. O, Azîmüşşan; inananlarla ve istikbal inananların olduğuna inananlarla. Malum ya bizim bir, asıl bir hayatımız var. Bu hayat, bu değil bu? Bu değil!

Mânâya gönül vermeyen bir kimsenin, bir yerin haberine inanmayan bir kimsenin, şu yaşayış tarzını “rüya mıdır/ hakikat midir?” ifade edemez ilmen. Ya, o kadar da aciz vardır.  Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Tecâvürsün.[8] Ruh-u hayvanin vücudundadır. Ruh-u insanîn alakasını kesmiştir. Anlatabiliyor muyum acaba? Çünkü ruh-u insanî, o ruhu menfûh, zannetme ki senin kalıbının içerisinde rıp da rıp gibi durur. Yaa, yaa! Mevzû biraz daha dağıldı. Dur bakalım, inşallah toplarız. Güneş bu odaya doğdu, dersiniz. Güneş odadan içeriye girdi tamamıyla istila etti, güneş içeriye mi girdi? Güneş fezada lazım gelen yerinde durur.

[9] وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ   

Der, Kudret ona. Durur fakat sen perdeleri açmışındır; simsiyahken içeriye gelmiştir, ısıtmıştır ısınırsın, bööyle. Güneş içeride, dersin. “Güneş içeride!” Güneş hüppadak, dünyadan bu kadar büyük olan güneş, geldi odanın içine mi girdi(!) Sonra öyle bir de varlıktır ki, hiç kimseye iltiması yoktur. Kim kendisini açarsa şaha da gedaya da, hadime de efendiye de, herkese de aynı şekilde feyzini verir. Ama sen simsiyah perdeyi çekersin, şekillerini bağlarsın şöyle edersin, içeriye girmez. Güneşte bir eksiklik yoktur.

Sen kalbini tamamıyla kapamışsan, ruh-u sultanî sana gelmemiş.  Onda bir eksiklik yok ki? Anlatabiliyor muyum acaba? Onda hiçbir eksiklik yok. Sen kalbinin odasına güzeeel bir haset perdesi, daha kalın olsun diyerekten, güzeel bir kibir perdesi, daha azametli görünsün diyerekten, daha kalınlaşsın diyerekten bir kat da adâvet perdesi, daha daha katmerli olsun diyerekten bir de riya boyası, hiç ışık almasın diyerekten, bir de şehvet cilası vurdun mu içeride ruh-u sultanî yok, ruh-u hayvanî ile yuvarlan, yuvarlan, geç git! İnsan mevzûu onun içün zordur zor! Zor iş. Kolay bir iş değil ki bu.

“Güneş girdi!” dersin, güneşin feyzi girdi. Güneş seninle alakalandı. Sen de güneşle alakalandın. İşte ruh-u sultanî de senin vücuduna taalluk etti. Anlatabiliyor muyum acaba? Perden ne kadar açıksa. Malum ya viranelere güneş daha fazla vurur. Yüksek seksen katlı şeddadi[10] binaların içerisinde koridorunda elektrikler yanar. Onunla insanlar iftihar eder. Ne muazzam bina diyerekten. Ne iftihar ediyorsun, elektrikle geziyorsun içerisinde. Keşke Topkapı’da bir kulübe olaydı. Zaten göreceğin ışık bu âlemde, bu âleme taalluk edeni de muvakkatdır[11]. Anlatabildim mi? Duvarı şöyle böyle ama içeriye elektrikle girersin. Yak elektriği otur içeride. Birde böyle bir tane kol duruyor böyle kâğıttan elinde. Viranelere daha kuvvetli vurur. Benlikten soyunan adama ruh-u sultanî daha güzel tecelli eder. Başka türlü ışık verir. Başka türlü feyz verir. Daha huzurlu yaşatır. Nasıl anlatayım!

(Buraya nereden girdik? Konuşmamızın girdiğimiz yerini hatırlatacak var mı? (Nefsi satın alır, Hazreti Allah...) Onları epeyi söyledik, geçtik. (...) Oraları da geçtik. Ben hatırlatayım size. Olur ya konuşurken iyi dinlemiyorsunuz diyerekten. Buradan geçmedik. Mânâya gönül vermeyen insan şu yaşayış tarzının rüya olmadığını ispat edemez, dedim. Öyle değil mi?   Uyuduğunuz vakitte dedim, bu vücutlar âlem-i  misale gider, ruh-u sultanî alakasını keser, ruhu hayvanî ile kalırsınız, dedim. Bu da burada bitti. İyi dinliyor musunuz diye soruyorum.)

Öyle değil mi ya? Yatarsın; hâkim olursun, mahkûm olursun, elemlisin sefalısın, birçok üüüü... Sonra zamanın olmadığını, Kudret misal getirir. O uyku rüya kesitinde neler olur neler olur. Büyürsün,  küçülürsün,  evlenirsin. Sonra uyanırsın “rüya” dersin. Ona rüya dedin. Bu hayat sorulsun acaba rüya mı değil mi? Ama o öyle bir şey değildir ki!  Öyle hâller vardır ki mesela, rüyasında uyurken hastalanır, demek ki büyük bir darbe yiyor. Çirkin bir şey yedirirler, istifra eder, hayatta en çok sevmiş olduğu şeyi o rüyadaki istikrahten[12] ölünceye kadar yemez. Yaa! Ne muazzam iş o. Kudret neler kaçırmış. Ne işler yapmış.

Neyse, neyse biz dönelim yine. Sonra bu uzun sürer bu bahis, derinlikleri, çok uzun sürer. Buraya nereden girdik? Bazı insanlar vardır ki, yalnız maddenin kesafetinde kalır. Öyle insanlar vardır. Pek acınacak sınıf. En acınacak sınıf! “Acaba benim burada şüphem vardır. O şüphemi bir türlü halledemedim!” Böyle sü-sükûû kalır. Yoksa samimi itikadı mı öyledir? Birinden birini daha kendi halledemez. Mesela, Kudret'i inkâr eden adam, ebediyeti inkâr eden adam. Kendisini tekâmül  etmiş bir hayvan zanneden adam. Kör bir tesadüfün neticesi olaraktan yakîn ifade etmiş olan kimse. Bunu hakikaten böyle samimi inanır da mı söyler yoksa cahildir, bilmiyordur! Cahilse nasıl yaşar? Samimiyse ters söyledim. Üç gün, beş gün, on gün nihayet, yirmi sene, otuz sene, elli sene, yüz sene ondan sonra bitti. Hiihh!! Bu düşünce adamı çıldırtır yahu!

İki adam tasavvur edin. Biri nâmütenâhiye gidiyor: “Aslıma kavuşacağım, diyor. Konuşturanla konuşacağım, beni muhatap tutacak, cennet-i rızasında kalacağım. Hakk’a kendimi vereceğim, muhatap olacağım. Ve bu, nâmütenâhi.” diyor. Buna da diyorlar ki: "Sana on milyon sene var. -Ha bu adama diyorlar ki- bu dünyada sen on milyon sene yaşayacaksın, ya bu yaşamayı kabul et veyahut senin kendi bildiğini kabul et!” Dünyada tabi bu. On milyondu ya, yüz milyon değil bin milyon sene versen, yoook o biter! O biter o. Biten şeyi insanın hilkati istemez. İnsan elindeki saltanatın bittiğini ister mi?

Makam-ı insaniyete kadem basan, burada biri itiraz eder der ki: “intihar edenlere ne diyeceksiniz?”  Ahlak, onu makam-ı insaniyete kadem basmamış, der. Nefsinin kölesi! İnsan niçin intihar eder? Nefsine köle olduğundan dolayı intihar eder. Çünkü hayattan iflas yok ki intihar etsin.

Hayatta iflas var mı? Yok hayatta iflas. Hayattan iflas yok. Ne demek o? Doğduğun vakitte sineğini kovabilir miydin? Yanında muhafaza eden olmasa seni telef ederlerdi. Parça parça ederlerdi.  Gelmez  daha olmaz. Ne kadar düşsen, sineğini kovamayacak kadar düşersin, ondan fazla düşmezsin. Demek ki, vergi bir yerin vergisidir. Niye tasallut[13] yapıyorsun alındığı vakit. Sermayede bir eksiklik var mı onu söyle bana. Hiçbir şey yok. Sermayede eksiklik yok ki. “Efendim yirmi milyon lirası varmış da ani birdenbire mahvolmuş, tahammül edememiş intihar etmiş.” Yalan! “Birisini sevmiş de sevdiği rağbet etmemiş, intihar etmiş.” Yine yalan! Sevseydi şey ederdi, intihar etmezdi çünkü neden? İnsan sevdiğine gücenmez ki intihar etsin. Sevse bir defa kendi vücudu kalmaz. Sahte o, anlatabildim mi? Sevince kendi vücudu kalmaz.

Eski konuşmalarımda söylemiştim, tekrar edeyim: Aşıkın ölçüsü, vücudunda maşukundan başka bir şey kalmamaktır. Eğer hakikaten âşıksa maşukundan başka bir şey yok. Niye diyorsun öyle? Hem sen varsın, hem maşukun,  ona sevgi derler mi!  Aşkta öyle şey olur mu? Anlatabildim mi acaba? Ona süfliyat[14] denir.

Kad enâr el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hudâ

Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ[i]

Bu tarifat içerisinde hiç öyle şey olur mu? Ölçü bu. Aşk maşukun rızasıdır, ama anlatabiliyor muyum? Burada ki aşk romanda ki aşk değil haa! Ahlakın aşkı. Romanda ki aşkı konuşmuyoruz. O ayrı o. Şehzadebaşı’nda sevdi, Fatih’te soğudu, Çarşamba’da boşadı. Öyle değil o, o değil, ondan bahsetmiyoruz. O ayrı. O herkesin bildiği o. Yalnız kelimeyi bozduğundan dolayı insan müteessir oluyor. Kelime kelime! Aşk, Allah’ın ismi, Muhammed o ismin cismi. Bütün vücutlar da O'nun. O'nu bulup da oynamak. Anlatabildim mi acaba? Bütün vücutlar O’nun.

Aşk, maşukun rızası. Tarifini yapıyorum dikkat et! Maşukun rızasında olan aşık; ne talib-i izzettir, ne talib-i zillet. Yaa, işin tadı bu.

Sahra-i beyâbanda Mecnun’u bulmuşlar. Muazzam bir ordu gidiyormuş, hükümdarı da başında  olarak. Demişler ki: “Efendim, işte şöhret-i afak-ı cihan olan Mecnun budur. Bu Leyli’nin mecnunudur.” Acımış. “Bu ordu emrine amade!” demiş. Leyli’nin babası da hükümdar. “Onun ordusuyla harp edeceğim, Leyli’yi alıp sana vereceğim.” Harp ilan edilmiş. Leyli’nin ordusundan birisi yaralanır yaralanmaz, Mecnun açmış elini yukarıya: “Ya Rabbi, bu bela ordusunu kahret!” Kendisi ona yardım ediyor. Durup dururken sarsıntılar başlamış, demişler ki: “Efendim aleyhinize dua ediyor!” “Ben tahammül edemem!” demiş. Anlatabiliyorum mu acaba? Zevk alabiliyor musunuz? Uzun boylu şeyler bunlar. Hiçç! O ayrı bir iş...

Mecnûn ki “lâ-ilâhe illâ” der idi              
Teklif-i şu’ûr eyleseler “lâ” der idi          
Ol mertebe meşgûl idi Leylâ ile kim          

“Mevlâ” diyecek yerde “Leylâ” der idi

Koca Muhyiddin, ne güzel anlamış ne güzel anlatmış. Okuyacaktım da getiremedim aklıma. O aşığın ölçüsü, vücudunda maşukundan başka bir şey kalmamaktır. Yoksa mertebe-i beşeriyette kalıp, nefsani hazlar içerisinde müstağrak olan kimsenin “aşığım” diye geçinmesi, ahlak da çok büyük edepsizliktir. Anlatabildim mi acaba? En mühim şey. O ayrı bir saha, ahlakta ayrı bir yeri var, onun. Muazzam bir saha.

Buraya nereden girdik? Madde, mânânın tekâsüf eden kısmı. O elli altmış kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret değil bizim varlığımız. Beşer burayı idrak edinceye kadar bocalayacaktır. Bizim varlığımız, bu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası denilen kesafetten ibaret değil. Bunun, Kudret dersini de kaçırmıştır.

Bağrına basarsın, evladındır, yavrundur. Ne güzel kaşı var, dersin. Ne güzel gözü var, dersin. Ne güzel ânı var, dersin. Yahut bir maşukan, neyse. Bir an gelir, gözünü kapar; kaşı da yerindedir, gözü de yerindedir, her şeysi yerindedir, bir saat evinde tutamazsın. Eğer maddeden ibaretse hayat bundan ibaretse bir gün evveli, beş saat evveli, bir an evveli bağrına basıyordun, şimdi neden basamıyorsun? Niçün tutamıyorsun? Hepsi yerinde duruyor onun. Kudret,  bunun dersini çok açık kere kaçırmıştır. Bir dostun gelir: “Bana müsaade et, yorgunum şurada, der. Biraz yatayım, uzanayım, minderin şu kenarında ben biraz dinlenmek istiyorum.” Pekâlâ, buyurun, dersin. Üzerini de örtersin. Dikişini dikersin, odanı süpürürsün, yahut yazıhanenin yanında bir yazını yazarsın, hiç alakadar değilsin. Onun bütün maddesi görünüyor, niye alakadar değilsin? Kendi yok da onun içün. Kendi bu değil. Bu, değil bu!

Kaç defa söyledim, nasıl bu ceset yahut bu gömlek, benim tenim değilse yalnız tenime giymişim bunu, tenime kapsa ve bu gömleğim benim tenimden agâh  değil, bilmiyorum hiçbir şeysini ücretini filan hiçbirisini bilmem.  İşte, bu ten de benim canımın elbisesidir. Canımdan agâh değildir.

Maddenin kesafetinde kalanlar, yalnız cesedi görenlerdir. Acaba anlatabiliyor muyum? Senin gibi akıllı, senin gibi gören, düşünen bir varlığı; izansız, vicdansız, kör bir tesadüf meydana getiremez. Bir şeyin cüz’ünde olan şey küll’ün de olmalı ki meydana gelsin. Anlatabildim mi acaba? Sen bir cüzsün, o küll’de bulunmalı ki meydana gelsin. Bunların inceliklerini anlatıp, insana muhabbet denilen zevki veren müessesenin adına, ahlak derler. O muhabbet insanı götürür, götürür, götürür. Nihayet kesafetini attırır.

Yeni misal vereyim ben. Biraz kabaca ama misal öyle geliyor ne yapalım, ta’yîb[15] etmezsiniz.

Toprağın bir kenarında bir çirkinlik görseniz, necaset. O toprağa, güneş vura vura, vura vura, onun çirkinliğini izale eder. Anlatabildim mi acaba? Tekâsüf eden kısmını da toprak kendisi yer. Bir insan da ne kadar çirkin olursa olsun; eğer bir Hazreti İnsanın putesinde, mazhariyetinde, bir hakikat güneşi olan bir insanın nazarında eriyecek olursa seyyiatı gider. Hatta güneş münted tecellisi ile oradaki çirkinliği güzelliğe inkılap ettirir. Toprak onu yedikten sonra oraya bir şey ekerseniz o necaset olmayan yerde bir kilo verirse orada beş kilo verir. Anlatabiliyor muyum acaba? Beş kilo verir. Tasavvur edin ki bir teneke buğday, bir necaset içerisinde kalmış, bir teneke buğday. Onu götürdünüz, güneşli bir araziye ektiniz mi gayet muazzam bir buğday olur. Necasetten eser kalmaz, pük(pak)[16] bir lokma olur. “İnsan da zararını kötülüğünü Benim yanıma gelir de aşk ile kararmış olan semasını gözyaşı olaraktan bulutunu döker de ben yokum Sen varsın.” derse, Kudret: “Hasenatı seyyiata tebdil ederim.” der. Nasıl ki o necasetli buğdayı gayet güzel bir nan yaparsa senin kesafetin de senin iklim-i vücudunda gübre olur.   Senden lazım gelecek olan arazi-i kalbiyende maarif meyveleri meydana getirir. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Allah öyle Allah'tır! Öyle, rahmeti öyle. Âdede rahmeti sığmaz fakat tefhim[17] makamında beşerin kulağı sayı ister. Alışmışız biz. Yoksa âdedi Allah’ındır, ne ismi âdede sığar ne merhameti âdede sığar, ne tecelliyat-ı keremi âdede sığar. Dememiş ki bunları fakat beşer olduğumuzdan dolayı, kulak rakam ister. Onun içün Habibine demiştir ki: “Yüz rahmetimin bir tanesini dünyada doksan dokuzunu öldükten sonra vermişim.” Anlatabildim mi? O kadar Rahim ki ölümü bile ölen kimsenin seyyiatına kefaret olaraktan kabul ediyor. Şimdiye kadar söylememiştim. Şimdiye kadar söylememiştim. Hem verir ki inan. Hem verir ki inan! Bak dikkat et, ne kadar ince bir yer burası. Yaa!

Benliğinden soyun. Boynunu bük, insanlığı inletme! İnlettin mi bu seyyiat, bu kubur. Bu kabul olmayan şey. Ah olmasın. İnsan lehine. İnilti bulunma, ah alma! Bilerek, bilmeyerek. En mühim nokta. Öyle bir çıkar ki iki gözümün nuru. Eğer dünyada çıkarsa yine iyi adamsın. İkinci hayata bırakmadı, burada halledip nasıl olsa göçüp gideceksin. Çıkar o imkân yok. Çıkmadı mı dünya sahnesinde, yaptın bir fenalık, herkes bilir kendisini. Uzun boylu düşünmeye lüzum yok. İnsan müebbet âlemde...

“Efendim onu Allah bilir!” Allah bilir kul sezer. Amenna. Allah bileceği o malum.  O da laf mı bu? “Allah bilir!” Bir şey söylersin: “Allah, Allah bilir.”  Bunu söyleme! Allah bilir elbet! Acayip acayip konuşma. “Onu Allah bilir!” İnşallah. Allah bilir, kul sezer. Herkes kendi kendisini bilir. Meçhul yok.

Adi imtihana geçen, bilen bile sınıfta kalıp kalmadığını bilir. “Efendim ben bilmiyorum.”  Yoook, öyle bilirsin ki! Cayır cayır bilir. Zaten bildiğin konuşma tarzından belli olur. Kekremsi çıkar o. “Yaa, işte bir parçasını yaptım gibi de bilmem amma...” filan dedin mi o bitti bitti, o olur. Acaba anlatabiliyor muyum? Cayır, cayır bilir! Böyle tek tek söylersek.

Ahlakı yaymak isteyen insanlar, maarifte birinci gelmeleri şarttır. Ahlak adama vazife verir. Münasebet almışken konuşayım. Bilgi de, sanatsa sanatta. Meslekse meslekte. Mektepse mektep de. Hangi sahadaysa orada birinci gelir. Ki ahlaksız, istihza eder tavır aldığı vakitte de, “Dur!” diyecek. “Dur! Sen ne bilirsin sen, edepsizlikten başka ne bilirsin? Bak ben bu sahanın mütehasısıyım.” Bunu diyebilmeli. Anlatabildim mi acaba? Bunu diyebilmeli. Başka türlü de muvaffak olamaz.

Ben insanlığa hizmet edeceğim, ahlakı yayacağım dendiği dakikadan itibaren vazife verilmez. Mesleğinde birinci ol, der. Sahanda birinci, bileğini büken olmasın. Mektepte de mi, mektepte birinci geleceğim. Hoca dersi okuturken senden korkacak. Acaba bir yerden vurur mu, diye. Yanlış anlama sakın ha! “Tokat vurur!” mânâsına değil. “İlmen karşıma çıkar mı?”

O vakit bak. Nasıl ahlak yayılıyor. Nasıl mânâ yayılıyor. Ama sen daima her sahada geri kaldığın müddetçe, “Ahlakın var da ne duruyorsun yahu!” derler. İşte, “Bırak, bırak!” Ne kadar acı değil mi? “Mânâya inanmışsın da, beceremedin de işini züğürt tesellisine bıraktın. Bu hayatta muvaffak olamadın da ondan dolayı bunları söylüyorsun!” der. Bunları dedirtmemeli. Bu sözü kaldırtmalı. “Evet, sen dünyaya muvaffak olamadın, olamadığından dolayı kendine bir teselli buldun, öyle değil şöyle olacak, böyle olacak diyerekten, ben kabul etmiyorum!” dedirtmemeli. O kabul etmiyorum, diyene sen nereden bu işleri biliyorsun dendiği vakitte: “Ben mânâya gönül vermişim, verdiğim yer bana bunu açar. Onun için ben ezelden bilirim.” Bir şey anlatabiliyor muyum iki gözüm? Sonra kendisi çok kontrollü yaşıyor, der. Çok...

Bir yerde sebze gördün, bir araziden geçiyorsun.  Buraya yağmur yağmış, dersin. Bir insanda da işte onu büyük Kitap öyle gösterir:

 [18] س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜder.

O büyük insanların yüzünde eser-i secde vardır, der. Onu eksik anlayanlar yanlış anlayanlar da zavallı, “Eser-i secde vardır.” diyerekten böyle alnını korlar. O hasır mı olur azcık kilim mi olur, burası simsiyah olur, böyle bu değil eser-i secde, yahu! Çirkin olursun öyle. Vardır öyle insanlar. Böyle orasını çürütür böyle. Kuru secdegâha böyle basar. Hakk’ın o nazmına ben muhatabım, diye. Öyle değil. Eser-i secde, o değil!

Secde zahirde âzânın ıslahıdır, hakikatte Hakk’a isti'lâ’ptır.[19]  Anlatabildim mi acaba? Vardır öyle insanlar, burası çürük, ee çirkin oldun.

Eser-i secde nedir? Bakın, secdenin tarifini yapıyorum. Şekli, bildiğimiz şekildedir. Fakat hakiki tarifi, şekli var birde kendisi var. Âzânın ıslahı. Hakk’a isti’lâ’p demin söylemiş olduğum, biraz evveli söylemiş olduğum,  birlik. Hakk'a İsti'lâ’p.

Âzâ ıslah edilmiş mi? El iman etti mi iki gözüm,  inandı mı iki el? Eğer nefisten gelen emre uşak olmamış, daima düşmüşü kaldırmışsa zalimden mazluma inen yumruğa karşı siper olmuşsa bu el iman etmiş. Eli, âzâdan eli ıslah ettin. Anlatabiliyor muyum?

Ağız ıslah oldu mu olmadı mı? Dedikodu yapmıyorsa, gıybet yapmıyorsa, lüzumsuz konuşmuyorsa, lüzumsuz konuşmakta mezmum[20] olur. Bazı insanlar vardır, lüzumsuz konuşur. Konuşmalar bile tasarruf ediliyor. “Ben Üsküdar’a gittim.” diyecek, üüü “Evden çıktım, tramvaya bindim, şu oldu bu oldu...” beklersin artık bakalım daha ne çıkacak. Üsküdar’a gittim, desene. Niye uzatıyorsun ya? Zaman kısa, ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. “Üsküdar'a gittim!”  İhtiyacı var para isteyecek, taa yedi silsilesinin görmüşlüğünden  geçirmişliğinden, filanca zadeliğinden filanca düşüklüğüne... Bırak azizim! “Ben muhtaç vaziyetteyim paraya ihtiyacım var, verebilir misin?” Kestirme. Üüüü...

Ahlakta bunlar çok mühim şeyler. Durur bunlar üzerinde. Ağzına diken batan adam lokmayı yiyemez, der. Misal getirir. Diline diken battı mı bir adamın, lokmayı çeviremez. Yutamaz yani ya, diline diken batınca. Yalan söyleyen adamın diline diken batmıştır, hakikat lokmasını yutamaz. Anlatabildim mi? Hakikat lokmasını yutamayınca ruhu gıdasız kalır. Ruh gıdasız kalınca ruhu kendisinden çekilir gider ölür. Sahib-i kalp değil, diyor bu adam. Yalan söyledi. Diline diken battı. Manevi vücudunun diline. Hakikat lokmasını yutamaz. Hakikat lokmasını yutmayınca zafiyet gelir manevi vücuduna, nihayet manevi vücudu öldükten sonra hayvani cephen kalır, o halde hiç farkı olmaz. Hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Her an bir şanda olması icap eder insanın her an bir şanda. Yaa. Onun için aşk tedarik et der. Demirden ayak yaptırır, ... alınmaz.

Burada ahlakın putesinde erimek lazım gelir. Aşk yolunu kat etmek isteyen kimsenin,  alayık-ı kevniyede ki alakası bambaşka olması lazım gelir. Yüz kızarması vardır biliyor musun? Allah’ın aldığı bir şey. Ondan büyük bir şey yok. “Allah'tan bir şey istemeyin. Ya Rabbi bunlara hayâ verin! diye dua edin.” der. Çünkü hayâ verdi mi Cenab-ı Hak, derhal sarılıyor. Hüküm kalkar. El hayâ- u katretün iza kutire kutile. Hayâ öyledir dedi İmam-ı Ali.  “Bir damladır, düştü mü ölür.  Damladı mı ölür.”

Samimiyet başkadır; yüzsüzlük, arsızlık, edepsizlik yine başkadır. Anlatabildim mi? Biz bunun ikisinin ortasını bulamadık. Çocuk hocasıyla şakalaşıyor, saymıyor. Onun için Allah’ta netice vermiyor. Feyz yok! İlimlere mevzû, kitap yazamıyoruz. Sanatlara model eser meydana getiremiyoruz.

Bizim kafamız dünyanın en zeki kafasıdır. Sonra biz sahib-i kalbiz. Cenab-ı Hak bu millete ayrıyeten hususi bir imtiyaz vermiştir. Hem kafa vermiş, hem kalp vermiştir. Garp de kalp yoktur, kafa vardır. Enbiya oradan gelmedi, hükema[21] oradan geldi. Buradan Enbiya da geldi hükema da geldi. Sahib-i kalbiz biz. Tarihin efendisi olaraktan yaşamışız. Karadan gemi yürütmüşüz, ilimlere mevzû, sanatlara model vermişiz. Düşmüşü kaldırmışız. İnsan hakkı değil, hayvan haklarına dahi elimizi uzatmışız. Dünyanın bir tarafında bir kitle bir davaya uğradığı vakitte sinemizi açmışız. Ama iki yaş büyüğümüzün yanında haddizatında oturuş tarzımız başka türlü olurdu. Kudret bunları istiyor iki gözüm. Yaa, bunları istiyor.

“İlmi verenle ilmi alan arasında bir manevi sevgi olmadıkça, saygı olmadıkça feyzi vermem!” diyor Allah.

Ampulde değildir iş, cereyan yerindedir. Sigorta çıkmıştır, istediğin kadar çevir, gelmez ışık. Sigortayı takacaksın ki ışık gelsin. O muhabbeti, o ihlası, o sevgiyi koyacaksın ki, Allah onun okutmasından sana feyz versin. Vermez! “Efendim, samimi olursa daha iyi olur!”  Samimi olmak demek, hürmetsiz olmak demek midir? Samimi olmak demek, alay etmek demek midir? Samimi olmak demek, haddizatında, kıymet vermemek demek midir? Buna yüzsüzlük denir, edepsizlik denir, arsızlık denir. Çocuğun bile eğleniyor seninle.  Değil mi ya! Şunu yapma dersin “Hayır sanane!” der. “Döverim söverim de yapmaz.” O makbul değil. İçinde bir mehabbet olacak, üzülüyor diye üzülecek de yapmayacayak! Anlatabildim mi azizim? “Dövmüşün de sövmüşün de...” o hiç, onlar zırıltı o. “Babam üzülecek. Benim bu âleme gelmeme sebep olmuş. Anam üzülecek, bana memelerini sarf etmiş, uykusuz kalmış. Onun üzülmesi Allah’ı üzecek.” Bağlanacak bunlar birbirine. Ama maddenin kesafetinde yaşayan insanlara bunlar hiç gelir, yapar o yine. Yapar.

“Hayattan azl oldun!” emri geldiği vakitte, bükülen dudaklar, kırılan burunlar, gevşeyen tavırlar, hepsi birden rapp, durur. Öyle bir tatlıdır ki o. Ölümü öldüremiyorsun ya, mesele bu. Ölümü öldüremiyorsun.

Ana, ana! Var mı ana? Ana hakkı bir, hoca hakkı iki. Yaa, yetim kalır bir kimse, bak ne kadar incelikleri var. Daha iyi anlatayım diyerekten, hikmetlerini anlatayım. Yetim kalsa bir kimse, yetim. Sekiz yaşında yetim, dokuz yaşında, on yaşında yetim. On beş yaşında, on sekiz yaşında abisi var. Kalk şu işi yap, diyemez. Der başka Fakat cebr edemez. Allah,   durun, der. Mecbur değil sana iş yapmaya. İki insan emredebilir; anası bir, hocası iki. Yapmakla mükellef! Anlatabildim mi? Bunu da söylerken korkuyorum, bu sefer belki de kardeşine isyan eder misin acaba? Anlatmak için, inceliğini anlatmak için söylüyorum.

“Bir evde bir yetim ağlasa, diyor. O yaş, benim yaşımdır.” diyor Hazreti Muhammed. Hudâ’da âlem-i arşa hitap ediyor. “Annesini babasını yere yedirdiğim çocuğu, kim ağlatıyor, kaydedin!” Allah bilmez mi! Bilir ama işin azametini beyan içün. “Ben onun anasını babasını yere yedirdim, şimdi onu kim ağlatıyor!” Bunlar, iş bunlar.

Şimdi bir sual çıkar, mevzûun başka yerlerine girdik. Nereden girdik, neyi söyleyecektim ben atladım? Ben neyi söyleyecektim? Ben yine hatırlatayım size. Unutturulmam da söylerim inşallah. Büyük insanlar nefislerini öldürmüyorlar, nefsin büyük bir kıymeti var, buna büyük bir müşteri var dedim, birde nazım okudum size. Değil mi?  Günah bana, dinlemiyorsunuz.

“Aldım bir yetimi yetiştiriyorum, kusurları var, sen böyle dedin. Ben buna hiçbir şey yapmayacak mıyım?”

Ölçüsü var. Kendi evladına şefkatli bir vaziyette ne muamele edersen onu yapmak hakkını vermiştir. Terbiyesi, ıslahı, yetişmesi hususunda onları yaparsın. Ama evladına ne yaparsan? Sen yetimi aldın, ne lüzumu var buna diyorsun, evde. Mektebe göndermezsin değil mi? Kendi çocuğun olsa gönderirsin? “İlk mektebi bitirsin ondan sonra...” Ama kendi çocuğun olsa arzu edersin, liseyi bitirsin, daha büyüğünü bitirsin, daha büyüğünü bitirsin, ihtisas yapsın, onda yok. Demek ki burada ayrıldın. İnce iş bunlar. Anlatabiliyor muyum? Kendi çocuğuna öz mutî evladına, ne yapmaklık kabiliyetin varsa, dövmeklik zamanı gelmiş hak etmişse, kendi evladın olsa döver miydin? Döverdin. Döv! Ceza verir miydin? Ver! Fakat kendi evladını gözünün önüne getir. Beraber sofraya bile oturtmuyor ya. Boyunun aldığı kadar yatak da vermiyorsun. Garip bir yetim ki bunlarda incelikler vardır.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle diyor: “Küntü yetimen fis-siberi ve gariben fi’l-kiberi. Çocukluğumda hayatım yetim geçti, büyüklüğümde de garip geçti.” diyor. Ağlayayım mı? Buralarda incelik var. Yaa, neyse.

Bir yerden geçiyoruz bir araziden. Gördük ki yeşillenmiş, büyük büyük mahsulat vermiş, sebze filan. Buraya yağmur düşmüş, burası sulanmış, deriz. Bir insanda gördük, kendisinden maarif kaynıyor, mânâ kaynıyor. Şey, haa buraya hususi su verilmiş. Anlatabildim mi acaba? Burada hususi bir şey var. O bostan nasıl sıkı sulandığını ilan eder sebzesi, insanın da hayra taalluk eden tecellisi kendisine bir yerden su verildiğini gösterir. Onun için ahlak insana maarif hazinelerine, hikmet definelerine varis kılar. Arazi-i kalbiyesini hususi bir su ile sulandırttırır, sulattırır. Şimdi konuşmamıza başladığımız vakitte ki şeyi söyleyelim.

 اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ

Bunu niçin söylemiştik? Bir birlik var, dedim. Bu birlik, akılla idrak edilmez. Akıl zaten insana âlem-i hikmette yarar. Dünya işinde yarar akıl. Hâlbuki insanın bir vücudu da Âlem-i Kudret’e taalluk etmiştir. Oraya geldi mi tıkanır. İşlemez.

Tahkik yolunda akıl n’etsin?
Âmâ u garip kande gitsin.
Meğer sen olasın refikim
Taa sehl ola tarikim.

Bir yere kadar gider akıl. Meçhulden malumu çıkarır. Hissin galatlarını tashih eden kuvvenin adına akıl denir.  Fakat öyle bir âlem ki;  o âlemde, o âlemde ne geçer? Aşk geçer. İman geçer, ondan başka bir şey geçmez o âlemde.

İşte Kudret de diyor ki: “Sizi rahat yürütmeyen bir engeliniz vardır. Ben ona müşteriyim. Siz onu Bana satın.” Anlatabildim mi? “Ben müşteriyim” diyor, okuduğum şeyin mânâsı bu. “Ben ona müşteriyim, siz onu, Bana satın. Ben mukabilinde daru’s-selamı size veririm. Hatta kendimi veririm. Değişin, verin faniyi baki ile değişin, rahat yaşamak isterseniz.”

Onun içün birinci sınıf olan insanlar, nefislerini öldürmezler. Onlar çook muazzam. Malum ya, aşk her şeyi hallettiği içün, iyi görüyorlar, derhal sefa. Bak ruhu istemiyor. Ruh mevkuf[22]. Anlatabildim mi acaba? Ruhunuzu Bana satın, demiyor. Gayreti büyük, merhameti büyük. “Sana engel olan şu nefsi bana sat.” diyor. Nefsi sattığını ne vakit anlayabilirsin? Arzusunu yapmadığın vakitte satmışın yapmıyorsun. Anlatabildim mi acaba?

Nefsin arzuları vardır. Ne vakit ki arzularını yapmıyorsun, nefsi sattın Hakk’a. Hak’ta sana kendisini verecek. Alışverişi bozma. Bazen de bozulur,   tüy olursun da. Anlatabiliyor muyum acaba? Sonra cayarsın, öyle yapma. Hani bir iki gün nefsinin arzularını yapmazsın da. Belli et bakalım! O arzulardan iğreneceksin. Nefs arzu ettikçe yapıyorum, iştiyakını iğreneceksin. O vakit sattın onu. Tutuyor, Sahibi tutuyor. Sana engel değil.

O vakit, nefis satıldı mı gözünü, Hudâ tedavi eder. “Ne demek o? Benim gözüm görüyor.” Senin gözün hayali görüyor. Sen serabı şarap diye içiyorsun. Gözünü tedavi eder, gözünü. Anlatabildim mi acaba? Çünkü bazılarının gözü âdemin[23] ve hayalin evi olmuştur. Göz âdemin ve hayalin evi olmamalı. Bu göz bir şey görmeye gelmiştir. Acaba anlatabildim mi? Kaç defa eski konuşmalarımda söylemişimdir.

Yakup aleyhisselam’ın gözü Yusuf için kör oldu, derler. Onu biz zannediyoruz ki, böyle baya bildiğimiz kör. Hayır! “Kudret bana bu gözü, Yusuf’u görsün diye verdi. Yusuf gittikten sonra neyi göreceğim!” dedi? Görmüyorum, dedi. Anlatabildim mi?  “Kudret bana bu gözü, Yusuf’u görsün diye verdi.”

Bize de bu göz verilmiştir bir şeyi görmeklik için. Görebildin mi? Yoksa âlemi mi gözetledin. Ona görüyor, denmez. Kör o göz. İblisin gözü o! Kendini gözetlesene içini. Pencerenin kenarından, duvarın kenarından, caddenin orta yerinden, ayakkabını bağlar gibi ayağının arasından. Göz, göz!  İnsanın bir adı da gözdür. Sırf görmek için gelmiştir. Anlatabildim mi acaba?

İnsanın bir mânâsı lügatte gözdür, göz. Gördün mü görüleceği?  Kamis-i Yusuf’u Yakub’un gözüne sürdüler de açtılar, derler. O zahirde ki gömlek aynı mânâsı var. Evet öyle bir gömlek ama o kamis-i Yusuf yani gömlek Yusuf’un gömleği. Yusuf kim bir defa, gömlek kim? Anlatabildim mi?

Söyleyeyim mi bunu da? Yoook! Öyle hemen olur mu?

Afitab²⁰ tulû²¹ edince şems-i zulmet zail[24] olur. Şems-i Hakikat-ı Ahmediye hangi kalpte tulû ederse o kalbin karanlığı zail olur. Anlatabildim mi?

(Bunu niçin söyledim? Bıraktığım yerler var da oraları tamamlıyorum şimdi. Filan şey olmuş da intihar eder. Buralarda kaldıydık değil mi ya. Hep unuttunuz. Mis gibi unuttunuz. Ben biliyorum, miss gibi unuttunuz.)

Parası vardı kaybetti de intihar etti, yalan! Filanı sevdi de rağbet etmedi, intihar etti. Zaten sevmedi o, nefsini sevdi. Nefsine uymadı, onun için intihar etti. Nefsini istemek para etmez, ruhunu iste. Buradan nefsi anlatıyorduk, değil mi? Şu oldu filan. Ne zaman intihar etti. Henüz gönlü karanlıktaydı da onun içün intihar etti. Kendini gösteren ayineyi görememişti de onun içün intihar etti. Anlatabildim mi acaba? İnsanın kendisini gösteren bir ayinesi vardır. Kalıbını gösteren ayinesi bu. Birde kendini özünü gösteren bir ayinesi vardır. Onda kendini göremedi de intihar etti. İşte ahlak insana kendi hakikatini gösteren ayineye kavuşturur. O vakit gam kalkar. Keder kalkar. Hiçbir şey kalmaz. Hatta tedbir de çocuk elinde oyuncaktır, der.

Biraz sizi tekâmül etmiş mânâya yetişmiş zevki ile konuşuyorum. Bu konuşma sınıf sınıftır. Tedbiri sakın terk edin, mânâsına anlamayın. Fakat bazı insanlar var ki, bazı insanlar bambaşka konuşuyorlar. Bambaşka. Yoksa tedbire hepimizin ihtiyacı vardır. Tedbirsiz olur mu? Ha, o bir sınıf var, orada o ihtiyaç kalkıyor. Size şöyle bir misal vereyim, eskiden vermiştim. Herkesin zihnini kurcalayan bir misaldir bu.

Vaktiyle büyük ilim adamlarından birisi, o asrın hükümdarına iyi bir şey anlatıp, memleketin milletin refah-ı saadeti içün bazı şeyler anlatacak. Hamiyeten, bir şey mukabilinde değil. Allah dostu adam. Fakat o günün hükümdarın etrafını almış olan insanları biliyorlar ki; bu adam hükümdarla temas ederse hükümdar buna meftun olur, bunu sepetler. Hâlbuki o adamın öyle bir davası yok. Ona kâinatı versen hükümdarla oturup kalkmaz. O adam aşk adamı. Onun sahası ayrı, ötekinin sahası ayrı, bambaşka iş. Fakat insanlık âlemine de yarayacak bir şekiller var, onu da ona öğretmek istiyor. Yahut söylemek istiyor. Yaklaşmanın imkânı yok. Yaklaştırmıyorlar.

 Düşünmüş o zât-ı âli. “Allah'ın hakkı içün, ben onla konuşacağım. Ne yapacağım yapacağım şekil yapacağım...”  Bir konuşma vardır beş dakika ayakta şöyle şöyle yaparlar; o değil, öyle değil. Merak uyandıraraktan, sayarak konuşma. Anlatabildim mi acaba? Ona konuşma denir. Yoksa gitmiş de üç dakika sonra kafasını böyle sallarken aklı ile başka bir şey hallediyor, öbür taraf da gözünün ucu ile başka bir tarafa bakıyor,  seni dinlemiyor o, nezaketen idare ediyor. Onda iş yok. Bööyle bakacak. Anlatabildik mi? Ona konuşma denir.

Ayasofya Mabedine gitmiş, o vakit bir ders yapıyor, derste diyor ki: “İrade-i cüzziye denilen şey yok!” Ohh, diyorlar. Hemen bir jurnal[25] yapıyorlar. “Tam esasa temas etti.  Binaenaleyh, bu söz dinin en büyük yerine bir darbedir. Bu kendi kendisini kovduracak. İrade-i cüzziyeyi inkâr etti.”

Jurnali alıyor hükümdar bakıyor. Arifçe bir adammış, o adamında nispeten ismini filan işitmiş herhâlde. Çağırıyor o günün reis-i ulemasını.

—İyi amma, diyor. Bu jurnali yaptınız, ben huzurumda sizin bu hususu konuşmanızı isterim. Evet, bu söz tehlikeli bir söz. Fakat bu adam da bunu böyle ceffe'l-kalem[26] nasıl söyledi. Onun bir münakaşası olsun benim yanımda, bende dinleyeyim.

Hay hay, diyorlar.  Kırk kişilik bir heyeti emrine veriyor. Hükümdar lisan-ı edeple, diyor:

—Efendi hazretleri,  dersinizde, takririnizde irade-i cüzziyeyi inkâr etmişsiniz. Bir sürçülisan mı vaki oldu. Yani Bir tefadüfen bir şey mi oldu. Yoksa bir kast-ı maksud mu var?

—Ben, diyor. İnkâr da ederim tasdik de ederim! Diyor. Hem inkâr ederim, hem tasdik ederim.

—Allah, Allah! Diyor. Nasıl iş bu?

(Devam edelim mi yoksa yoruldunuz mu?)

—Siz, diyor hükümdara. Bende bir irade olduğunu kabul eder misiniz?

—Elbette, diyor.

—İrade, müridin muradının hariçte tahakkukunu icap ettirir. Demek bende böyle bir irade var.

—Elbette, dedi.

—O halde irade ediyorum, hazinenizde on para kalmamak şartı ile ne kadar mevcut varsa hepsi millete dağıtılacak.

Deyince bakmış öbür adamlara. İşte onlar “Efendim mugalata yapıyor, şöyle ediyor, böyle ediyor, filan...” Belli olmuş hükümdarın yüzünden ki, doğru düzgün cevap veremiyorlar. Demiş:

—Efendim bunlar zavallı adamlardır. Bunlar mazurdurlar. Müsaade edin de yine ben cevabını kendim vereyim.

 Emrediyor:  “Buyrun”

—Bu huzurda hiç birimizin iradesi yoktur, irade sırf zât-ı şahanenize aittir. Ben şimdi buradan ayrılırım, evime giderim, benim orada bir irade-i hususiyem vardır. Karıma sofrayı kur, derim. Şimdi burada bunları diyemem. Yemeği getir, derim. Filanı çağır, derim. Binaenaleyh, Allah’ın (demiş ki) kaba bir misal ama böyle değil amma anlatayım diyerekten, avama[27] anlatmak için bunları getirdim, demiş. Haşa size öyle bir mevkii verdiğimden de değil.  (Haa, ilim adamı öyledir.) Fakat, avamın bir kıymeti var ya o avam kıymetine olarak bu şekilde konuşuyorum.  Ve söylemiş:

“Yalnız bir yere boyun keserim, adına Allah derler. Fakat örfün kıymet verdiği bir şekiller var. Ona göre bunu anlatmak istiyorum. Allah’ın  bazı kulları vardır. Onlar daima nasıl biz şimdi sizin huzurunuzdayız, onlar daima huzur-u ilahidedirler. Bir an gafil değillerdir. Binaenaleyh, o huzurda daim bulunan kimsenin iradesi olur mu ya? O huzurdan gafil olanları da bîirade kabul etmezsek bu iş, demiş. Altı üstüne gelir.”

Bir şey anlatabildim mi acaba? İşte tedbir de böyledir tabiatıyla, bazı insanlar var, daima takdire yapışmış, başka bir şey görmüyor. Elinde gayr-i mahfuz Kitabı, kalem-i âlâ hadimi. Ee ne yapsın zavallı neye tedbir edecek o.  Biz perdenin (arkamdakini ben göremiyorum.) Sonra onu gören de bazı insan vardır, ahkâmlarına riayet ederekten gider. Dinlediği şekilleri muhafaza ederek gider.

Hazreti Muhammed, Bedir harbine gitmeyebilirdi. “Ya Rabbi imha et, bunları!” derdi, derhal olurdu. Fakat gitti. Uhud’a gitmeyebilirdi, gitti yaralandı. Hendek’te düştü, bacağı sakatlandı, mübarek dişi şehit oldu. Bu sûrîyyetin kemâla ait sahaları görülecek. Şehit düştü haberi geldi, Hazreti Fatıma harp meydanına koştu. Nihayet iki yüz kişinin içerisindeyken yetişti. Mübarek başındaki örtüsünü çıkardı, kesti yaktı. Onun şeyini dışını, onunla yüzünün yaralanmış olan kısmına bastı, ağladı. “Ya Rabbi! Senin hidayet dinin için mi yapıyorlar!” dedi. Bunlar dünyanın şeyi bu, sahaları.

Nereye geldikti konuşmamızda? Nihayet tekâmül eder eder, her zerrede Hakk’ı müşahede eder.  Her şeyinde Hakk’ın kayyumiyet-i zatiyesini görür. Bu kâinatın Allah ile kaim, onun muhabbeti ile daim olduğunun zevkini tadar. Ondan sonra elinde hiçbir şey kalmaz.

Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü gümânındır

Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır

Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır

Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır[ii]

Bu zevkler hâsıl olur. Hiçbir vakit kaşını çatmaz.

Nâçâr kalacak yerde
Nâgâh açar ol perde
Derman eder her derde
Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler

Ama bunu ağzıyla söylemez. Hâli ile tatbikatını gösterir.

Bil kâdî-i hâcâtı

Terk eyle murâdâtı

Allah’ın senin üzerindeki muradı senin muradından çok üstündür. Sen zanneder misin ki seni böyle bırakmış da yapmış böyle haddizatında ya bir saatçinin saati yapıp da kurup da işlesin diye bıraktığı gibi, öyle değil ya. Öyle değil, öyle değil! Yani saatçi saati yapar da kurar bırakır, ondan sonra bozulur kurulur öyle değil. Saatçinin saat yapışı gibi değil!

 [28] وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ 

Saatçinin saat yapışı gibi değil!

Nâçâr kalacak yerde
Nâgâh açar ol perde
Derman eder her derde
Deme niçün şol şöyle
Yerindedir ol öyle
Bak sonunu  seyreyle

Biz dayanamıyoruz. Dayanamayınca cılk çıkıyor cılk. Yaa, şöyle bir misal getirebiliriz. Oturup kalkmak, oturup kalkmak çıkmıyor. Tavuk, bazı tavuk cins olur, oturur.  Kaç tane yumurta korsun, alır onu özenle şey eder, yavruları tertemiz çıkarır. Yavru çıkarken de ona kim emir veriyor ki,  vur da patlat yumurtanın kabuğunu diye.

Ey maddeci! Kim söylüyor ona tık tık, diyerekten. “Efendim sevk-i tabii!” Lüzumsuz isimler zikrederek kelimeyle boğma, ne demek sevk-i tabii? Sevk-i tabii ne? Lazımı kim? Kim diyor ki ona haddizatında vur bakalım şuraya, o mini mini gaganla “vur vur da çık” diye, kim söylüyor. O nakış, nakkaşından hâli olur mu hiç. Bazı tavukta böyle oturur kalkar, oturur kalkar, korsun yumurtaları hepsini birden, kokutur gider. Olacak, diye üzerinde dur. Bir yerden iste, kafanı çevirme! Katiyen olur. “Acaba” girdiği dakika da çürür işte. Yumurtadan kalkan tavuk gibi kim kalkarsa siler.

Seni ilminde tutmuş, kıymet vermiş. Sen ne diyorsun yahu! İlm-i sübhanisinde tutmuş, kıymet vermiş, muhatap yapmış. Âlem-i gayba göndermiş, buruc-u isna aşerde seyirler yaptırtmış, kevakipde gezdirtmiş, seyyaratta gezdirtmiş, anasır âlemine sokmuş, gabaiden geçirmiş, nihayet rahm-i maderde...

Rahm-i mader bak, merhametten, rahmetten anlatabiliyor muyum? Ana rahmi. Allah ismini böyle rahim kelimesi ile merhamet kelimesi ile incelikler koymuş.  Sen niye anana isyan edersin. Neden? (İçimizde muhakkak anasına isyan edenler var da, Kudret döndürüyor onu söylettiriyor. Ben bunu konuşmaya çıkmadım. O da duyar inşallah. Çok fenadır çok!)

Aşksız akıl işe yaramaz. Üzüm ne kadar tatlı olursa bâdesi o kadar acı olur. Akılda, aşksız ne kadar parlak olursa yapacağı iş o kadar acı olur. Anlatabildim mi acaba? Üzüm ne kadar tatlı olursa, bâdesi o kadar acı olur. Aşksız, Allah’sız akıl da ne kadar parlak olursa yapacağı iş insaniyet üzerinde o kadar acı olur.

Bugün ki konuşma bu kadar yeter.



[1] Taalluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. Dünya alâkası. Sevme

²Künh: Bir şeyin aslı, özü, gerçeği, cevheri, esası, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihayeti, vechi.

[2] Manzume: Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. Sıra, dizi. Sistem.

[3] Mukabil: Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.

[4] Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.

[5] Na-hak: Farsça  Haksız, beyhude, boş.

[6] Taayyün: Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak

[7] Tevbe Suresi 111’nci Ayet-i Kerime   اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ

Meali: Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'tan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.

[8] Tecâvür: Komşu olma

[9] Yasin Suresi 38’nci Ayet-i Kerime وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ

Meali: Güneş belirlenmiş olan rotasında akıp gitmektedir. Bu Üstün ve Bilgin olanın kurduğu bir düzendir.

[10] Şeddadî: Çok büyük ve sağlam yapı.

[11] Muvakkat: Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.

[12] İstikrah:(Ar. Kerh) iğrenmek, tiksinmek

[13] Tasallut: Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek.

[14] Süfliyat: Dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.

[15] Ta'yîb: Ayıplamak. Kötü görmek, Kötülüğünü söylemek.

[16] Pük/pûk: Pak. (Kar gibi temiz) Tipi, kar fırtınası, toz şeklinde kar yağışı

[17] Tefhim: Anlama, düşünme, bilme

[18]   Fetih Suresi 29’ncu Ayet-i Kerime مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًاۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا عَظ۪يمًا

Meali: Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.

[19]İsti'lâ’: (Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak.  ¹⁵İstilab: (Selb. den) Kapma, kapıp alma, selbetme. İSTİÂP: İçine alma, sığdırma

[20] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.

[21] Hükemâ: (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler.

[22] Mevkuf: Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. Ait, bağlı.

[23] Adem: Yokluk, olmama, bulunmama.²⁰Afitâp: Güneş ²¹Tulû: (Güneş için) doğma, doğuş.

 

[24] Zail: (Zâile) Geçip gidici, yok olucu.  Yok olan, yok olucu.

 Zâil olmak: Yok olmak, ortadan kalkmak.

[25] Jurnal Farsça İlk önce gazete ve rapor mânasına kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen haber veya rapor.

[26] Ceffe-l Kalem: Düşünmeksizin, birden, hemen. Kalemin yazısı kurumuş, silinmez. Kat'i olan şey.

[27] A'yan: (Ayn. C.) Bir yerin ileri gelenleri. Meclis âzaları. Senato âzaları. Muayyen ve müşahhas olan eyler. Altınlar. Kaymakam.

[28] Kaf Suresi 16’ncı Ayet-i Kerime  وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. 


[i] Gazel 1 Fuzuli

Metin (Düzenle)

Kad enâr el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ

Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ

Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm

Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ

Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır

Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ

Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi

Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ

Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et

Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ

Aşk kilki çekti hat levh-i vücûd-i âşıka

Kim ola sâbit Hak isbâtında nefyi- mâ’adâ

Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan

Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ

[ii] Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır

Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü gümânındır

Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır

Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır

 

Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır

Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

 

Meyhâneyi seyrettim uşşâka matâf olmuş

Teklîf ü tekellüften sükkânı muâf olmuş

Bir neş’e gelip meclis bîhavf u hilâf olmuş

Gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş

 

Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihanındır

Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

 

Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya

Dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya

Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya

Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya

 

Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır

Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

 

Mahzun idi bir gün dil meyhâne‐i mânâ’da

İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda

Bir pir gelip nâgâh pend etti alel‐âda

Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda

 

Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır

Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

 

Bir bâde çek, efzûn kap mecliste zeber‐dest ol

Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol

Alçağa akar sular, pay‐i hümâ düş mest ol

Pür çûş olayım dersen Gâlib gibi ser‐mest ol

 

Aşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır

Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır

 

 Şeyh Galip


1 yorum:

Hizmetiniz kabul olsun,
Yeşil efendi ve Safiyuddin Bey başta olmak üzere Ahmet Hakan abim Sizden, Said kardeşimden, Hacı Fuat abimden ve bu kasetleri bize ulaştıran kardeşlerimizin cümlesinden Rabbim razı olsun.

Sâyenizde bu garibte müstefid oluyor.
Teşekkür ederim.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017