019 (26.10.1958) 80 dk (67)
(En mühim yer amma gözler uyku
halinde, hava da sıcak değil amma) Esnenir eee? Hâliniz bana düşer, benimde
zevkim kesilir, bir şey olmaz. Malum ya insanlar da bir elektrik vardır, ona
alaka-i asabiye derler. Çok var ya, bir tanesi de bu. Kaç türlü? Ne demek o
alaka-i asabiye? Esnersin ben de esnerim. İşte. Sen esniyorsun, ben de. Alaka-i
asabiye işte o, bende esnerim. Acaba anlatabildim mi? Canlı misalini vereyim de
şöyle, daha iyi anlaşılsın. Sen esnersin bende başlarım esnemeye.)
Hülasa, öyle bir birlik ki, bugün
ki konuşacağım yerin en mühim yeri bu. Biraz zor, zor amma konuşmamızın zevki
burada toplanmış. Anlatabilirsem
eğer. Konuşmanın zevki bu cümleye, şimdiki sarf edeceğim cümleye, gayet
de zor bir yer.
Bir defa birlik ne? Bunu anlatmak
lazım. Bu âdet manzumesinde[2]
çiftin mukabili olmayan bir birlik. “Bir” deyince “bir,iki,üç...” böyle sayıdaki
birlik değil. Öyle bir birlik ki bu, âdet manzumesinde çiftin mukabili[3]
olmayan bir birlik. O birlik geldiği vakitte “benlik/senlik” kalkar. “Benlik/senlik”
ne ile kalkar? Ne ile kalkar? İşte çözülüyor artık, anlatılma yeri geldi. Bu
birlik akılla idrak olunmaz, dedim. Bazı insanlar vardır ki, “Biz işi akılla
hallederiz!” derler. Maddenin kesafetinde boğulmuş, yalnız maddeye inanmış
insanlar vardır. Hâlbuki madde mananın tekâsüf[4]
etmiş olan kısmıdır. Harici kaba bir misal verelim.
Buzun hakikati nedir? Sudur.
Fakat hiçbir vakit buza “su” diyemezsiniz. Neden? Teâli etti, şekil aldı, renk
aldı, kesafet peyda etti. Fakat onun hakikati? Su. Madde de, maddenin hakikati
de mânâdır. Bu misalden bir şey anlatamazsam başka misal vermem. İsim
değiştirmekten başka bir şey değildir o. İsmini değiştirir.
Hakikatte mânâ, ilim, fen
birbirinden ayrı gitmez. Ayrı gördün mü, o işin mütehassısı değilsin.
Cahilisin, yetişememişsin! Hakikatte mânâ, ilim madde, birbirinden ayrı gitmez.
Nâhak[5]
yere boğuşurlar insanlar. Onun içün ahlak insana: Hayat-ı insan nedir? Mevlidi
neresidir? Mâadı nerededir? Niçün gelmiştir? Niçün burada bu şekilde mükellef
kılınmıştır? Buradan nereye gideceğini bildiren bir ilimdir.
Gelme de gitme de ihtiyârımız var
mı? Gelme de gitme de ihtiyârımız yok. Hiç birimize sordular mı? “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var, teşrif eder
misiniz?” diyerekten, sorulmadı. Giderken de sorulmaz. Bir vücudu taayyün[6]
etmemiş, yarın da tahakkuk edeceği, bu saha, bu sahne de bulunacağı muhakkak
değil. Kendisi, resmen bir şey altına alamaz. E öyle olduğu halde Kudret’le
azamet yarışına kalkmak, biraz acip şey değil midir ya?
Ölümü öldüremiyorsun? Kabrin
kapısını kapayamıyorsun. Beşerden aczi gideremiyorsun? Ne diye “yaratırım!”
diye geziyorsun? Ölümü öldürebiliyor muyuz? Kabrin kapısını kapayabiliyor
musun? Beşerden aczi giderebiliyor musun? Bunların hiç birisini yapamıyorsun? O
hâlde ne diye “yaratırım” diye gezersin!
Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.
Birliğin tarifi. Akılla idrak
edilmiş olsaydı, bu ahlakta ki birlik. (Kesiyorum bu bahsi) Netice: Akılla
idrak edilmiş olsaydı bu bahisteki birlik; Kudret, nefisle cihadı emretmezdi.
Nefis katledilmedikçe, o
birlik anlaşılmaz. Niçün anlaşılmaz? Nefis bulunduğu müddetçe; sen bana “benim”
diyeceksin, bende sana “benim” diyeceğim. Ben “ben” dedikçe, sen de “ben”
dedikçe, hayatın zevki çıkmaz. Beşeriyete huzur verilmez. Ne vakit sen bana
“Ben yokum sen varsın.” dersin, bende sana “Ben yokum sen varsın.” derim, o
vakit birleşiriz. Acaba anlatabildik mi? Şimdi henüz ben “benim” diyorum, sen
de “ben benim” diyorsun. Bunun neticesi paylaşmak, boğuşmak çıkar. Bu da
nereden ileri gelir? Nefsin dipdiri kalmasından ileri gelir.
Ahlak nefsi terbiye eden
müessesedir. Bir şey anlatabildim mi acaba? Nefis nasıl şey edilebilir?
Nefsin öldürülmesine mânâ ilmi taraftar değildir. Pek aciz kalırsan öldür, der.
Anlatabildim mi acaba? Büyük insanlar nefislerini öldürmüyorlar. Büyük insanlar
nefsini öldürmüyor. Nefsini teslim alıyor. Çünkü, evet zahirde nefis çok fena
bir şey. Fakat hakikatte de öyle bir kıymeti var ki, Allah müşteri! Bir tuhaf
şimdi, değişti işin şekli. Bambaşka bir şey. Anlatabildim mi? “Sen bunu, diyor.
Öldürmeden gel Bana sat!” Akıllı
insanlar bunu çok pahalıya satıyorlar, Allah’a ve bütün işi de bununla
hallediyorlar. Acaba anlatabiliyor muyum? Hiç söylemediğim yerler burası. Gayet
tatlı yerler. Şimdi buna büyük Kitap’tan, mânâ ilmi ile birleştirerekten
konuşalım, şu mevzûyu, şurasını. Allah der ki:
[7]
اِنَّ
اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ
لَهُمُ الْجَنَّةَۜ
Bi daha okuyayım dinle bak. Ne
kadar güzel akıntısı var. Tabi Allah’ça.
اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ
وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ
Mânâ tahsil edelim, çıkaralım.
Muhakkak surette, öyle hiç gayet kat’i. O, Azîmüşşan; inananlarla ve istikbal
inananların olduğuna inananlarla. Malum ya bizim bir, asıl bir hayatımız var. Bu hayat, bu değil bu? Bu
değil!
Mânâya gönül vermeyen bir
kimsenin, bir yerin haberine inanmayan bir kimsenin, şu yaşayış tarzını “rüya
mıdır/ hakikat midir?” ifade edemez ilmen. Ya, o kadar da aciz vardır. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Tecâvürsün.[8] Ruh-u hayvanin vücudundadır.
Ruh-u insanîn alakasını kesmiştir. Anlatabiliyor muyum acaba? Çünkü ruh-u insanî,
o ruhu menfûh, zannetme ki senin kalıbının içerisinde rıp da rıp gibi durur.
Yaa, yaa! Mevzû biraz daha dağıldı. Dur bakalım, inşallah toplarız. Güneş bu
odaya doğdu, dersiniz. Güneş odadan içeriye girdi tamamıyla istila etti, güneş
içeriye mi girdi? Güneş fezada lazım gelen yerinde durur.
[9] وَالشَّمْسُ تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ
Der, Kudret ona. Durur fakat sen
perdeleri açmışındır; simsiyahken içeriye gelmiştir, ısıtmıştır ısınırsın, bööyle.
Güneş içeride, dersin. “Güneş içeride!” Güneş hüppadak, dünyadan bu kadar büyük
olan güneş, geldi odanın içine mi girdi(!) Sonra öyle bir de varlıktır ki, hiç
kimseye iltiması yoktur. Kim kendisini açarsa şaha da gedaya da, hadime de
efendiye de, herkese de aynı şekilde feyzini verir. Ama sen simsiyah perdeyi
çekersin, şekillerini bağlarsın şöyle edersin, içeriye girmez. Güneşte bir
eksiklik yoktur.
Sen kalbini tamamıyla kapamışsan,
ruh-u sultanî sana gelmemiş. Onda bir
eksiklik yok ki? Anlatabiliyor muyum acaba? Onda hiçbir eksiklik yok. Sen
kalbinin odasına güzeeel bir haset perdesi, daha kalın olsun diyerekten, güzeel
bir kibir perdesi, daha azametli görünsün diyerekten, daha kalınlaşsın
diyerekten bir kat da adâvet perdesi, daha daha katmerli olsun diyerekten bir
de riya boyası, hiç ışık almasın diyerekten, bir de şehvet cilası vurdun mu
içeride ruh-u sultanî yok, ruh-u hayvanî ile yuvarlan, yuvarlan, geç git! İnsan
mevzûu onun içün zordur zor! Zor iş. Kolay bir iş değil ki bu.
“Güneş girdi!” dersin, güneşin
feyzi girdi. Güneş seninle alakalandı. Sen de güneşle alakalandın. İşte ruh-u
sultanî de senin vücuduna taalluk etti. Anlatabiliyor muyum acaba? Perden ne
kadar açıksa. Malum ya viranelere güneş daha fazla vurur. Yüksek seksen katlı
şeddadi[10]
binaların içerisinde koridorunda elektrikler yanar. Onunla insanlar iftihar
eder. Ne muazzam bina diyerekten. Ne iftihar ediyorsun, elektrikle geziyorsun
içerisinde. Keşke Topkapı’da bir kulübe olaydı. Zaten göreceğin ışık bu âlemde,
bu âleme taalluk edeni de muvakkatdır[11].
Anlatabildim mi? Duvarı şöyle böyle ama içeriye elektrikle girersin. Yak
elektriği otur içeride. Birde böyle bir tane kol duruyor böyle kâğıttan elinde.
Viranelere daha kuvvetli vurur. Benlikten soyunan adama ruh-u sultanî daha
güzel tecelli eder. Başka türlü ışık verir. Başka türlü feyz verir. Daha
huzurlu yaşatır. Nasıl anlatayım!
(Buraya nereden girdik?
Konuşmamızın girdiğimiz yerini hatırlatacak var mı? (Nefsi satın alır, Hazreti Allah...)
Onları epeyi söyledik, geçtik. (...) Oraları da geçtik. Ben hatırlatayım size. Olur ya konuşurken iyi
dinlemiyorsunuz diyerekten. Buradan geçmedik. Mânâya gönül vermeyen insan şu
yaşayış tarzının rüya olmadığını ispat edemez, dedim. Öyle değil mi? Uyuduğunuz vakitte dedim, bu vücutlar
âlem-i misale gider, ruh-u sultanî
alakasını keser, ruhu hayvanî ile kalırsınız, dedim. Bu da burada bitti. İyi dinliyor musunuz diye
soruyorum.)
Öyle değil mi ya? Yatarsın; hâkim
olursun, mahkûm olursun, elemlisin sefalısın, birçok üüüü... Sonra zamanın
olmadığını, Kudret misal getirir. O uyku rüya kesitinde neler olur neler olur.
Büyürsün, küçülürsün, evlenirsin. Sonra uyanırsın “rüya” dersin.
Ona rüya dedin. Bu hayat sorulsun
acaba rüya mı değil mi? Ama o öyle bir şey değildir ki! Öyle hâller vardır ki mesela, rüyasında uyurken
hastalanır, demek ki büyük bir darbe yiyor. Çirkin bir şey yedirirler,
istifra eder, hayatta en çok sevmiş olduğu şeyi o rüyadaki istikrahten[12]
ölünceye kadar yemez. Yaa! Ne muazzam iş o. Kudret neler kaçırmış. Ne işler
yapmış.
Neyse, neyse biz dönelim yine. Sonra
bu uzun sürer bu bahis, derinlikleri, çok uzun sürer. Buraya nereden girdik?
Bazı insanlar vardır ki, yalnız maddenin kesafetinde kalır. Öyle insanlar
vardır. Pek acınacak sınıf. En acınacak sınıf! “Acaba benim burada şüphem vardır.
O şüphemi bir türlü halledemedim!” Böyle sü-sükûû kalır. Yoksa samimi itikadı mı öyledir? Birinden birini daha kendi halledemez. Mesela, Kudret'i inkâr eden adam,
ebediyeti inkâr eden adam. Kendisini tekâmül etmiş bir hayvan zanneden adam. Kör bir
tesadüfün neticesi olaraktan yakîn ifade etmiş olan kimse. Bunu hakikaten böyle
samimi inanır da mı söyler yoksa cahildir, bilmiyordur! Cahilse nasıl yaşar? Samimiyse
ters söyledim. Üç gün, beş gün, on gün nihayet, yirmi sene, otuz sene, elli
sene, yüz sene ondan sonra bitti. Hiihh!! Bu düşünce adamı çıldırtır yahu!
İki adam tasavvur edin. Biri nâmütenâhiye
gidiyor: “Aslıma kavuşacağım, diyor. Konuşturanla konuşacağım, beni muhatap
tutacak, cennet-i rızasında
kalacağım. Hakk’a kendimi vereceğim, muhatap olacağım. Ve bu, nâmütenâhi.” diyor.
Buna da diyorlar ki: "Sana on milyon sene var. -Ha bu adama diyorlar ki-
bu dünyada sen on milyon sene yaşayacaksın, ya bu yaşamayı kabul et veyahut
senin kendi bildiğini kabul et!” Dünyada tabi bu. On milyondu ya, yüz milyon değil
bin milyon sene versen, yoook o biter! O biter o. Biten şeyi insanın hilkati
istemez. İnsan elindeki saltanatın bittiğini ister mi?
Makam-ı insaniyete kadem basan,
burada biri itiraz eder der ki: “intihar edenlere ne diyeceksiniz?” Ahlak, onu makam-ı insaniyete kadem basmamış,
der. Nefsinin kölesi! İnsan niçin intihar eder? Nefsine köle olduğundan dolayı
intihar eder. Çünkü hayattan iflas yok ki intihar etsin.
Hayatta iflas var mı? Yok hayatta
iflas. Hayattan iflas yok. Ne demek o? Doğduğun vakitte sineğini kovabilir
miydin? Yanında muhafaza eden olmasa seni telef ederlerdi. Parça parça
ederlerdi. Gelmez daha olmaz. Ne kadar düşsen, sineğini
kovamayacak kadar düşersin, ondan fazla düşmezsin. Demek ki, vergi bir yerin
vergisidir. Niye tasallut[13]
yapıyorsun alındığı vakit. Sermayede bir eksiklik var mı onu söyle bana. Hiçbir
şey yok. Sermayede eksiklik yok ki. “Efendim yirmi milyon lirası varmış da ani
birdenbire mahvolmuş, tahammül edememiş intihar etmiş.” Yalan! “Birisini sevmiş
de sevdiği rağbet etmemiş, intihar etmiş.” Yine yalan! Sevseydi şey ederdi, intihar
etmezdi çünkü neden? İnsan sevdiğine gücenmez ki intihar etsin. Sevse bir defa
kendi vücudu kalmaz. Sahte o, anlatabildim mi? Sevince kendi vücudu kalmaz.
Eski konuşmalarımda söylemiştim,
tekrar edeyim: Aşıkın ölçüsü, vücudunda maşukundan başka bir şey
kalmamaktır. Eğer hakikaten
âşıksa maşukundan başka bir şey yok. Niye diyorsun öyle? Hem sen varsın, hem
maşukun, ona sevgi derler mi! Aşkta öyle şey olur mu? Anlatabildim mi acaba?
Ona süfliyat[14] denir.
Kad enâr
el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hudâ
Bu tarifat içerisinde hiç öyle
şey olur mu? Ölçü bu. Aşk maşukun rızasıdır, ama anlatabiliyor muyum? Burada ki
aşk romanda ki aşk değil haa! Ahlakın aşkı. Romanda ki aşkı konuşmuyoruz. O ayrı
o. Şehzadebaşı’nda sevdi, Fatih’te soğudu, Çarşamba’da boşadı. Öyle değil o, o
değil, ondan bahsetmiyoruz. O ayrı. O herkesin bildiği o. Yalnız kelimeyi
bozduğundan dolayı insan müteessir oluyor. Kelime kelime! Aşk, Allah’ın ismi,
Muhammed o ismin cismi. Bütün vücutlar da O'nun. O'nu bulup da oynamak.
Anlatabildim mi acaba? Bütün vücutlar O’nun.
Aşk, maşukun rızası.
Tarifini yapıyorum dikkat et! Maşukun rızasında olan aşık; ne talib-i
izzettir, ne talib-i zillet. Yaa, işin tadı bu.
Sahra-i beyâbanda Mecnun’u bulmuşlar.
Muazzam bir ordu gidiyormuş, hükümdarı da başında olarak. Demişler ki: “Efendim, işte şöhret-i
afak-ı cihan olan Mecnun budur. Bu Leyli’nin mecnunudur.” Acımış. “Bu ordu
emrine amade!” demiş. Leyli’nin babası da hükümdar. “Onun ordusuyla harp
edeceğim, Leyli’yi alıp sana vereceğim.” Harp ilan edilmiş. Leyli’nin
ordusundan birisi yaralanır yaralanmaz, Mecnun açmış elini yukarıya: “Ya Rabbi,
bu bela ordusunu kahret!” Kendisi ona yardım ediyor. Durup dururken sarsıntılar
başlamış, demişler ki: “Efendim aleyhinize dua ediyor!” “Ben tahammül edemem!”
demiş. Anlatabiliyorum mu acaba? Zevk alabiliyor musunuz? Uzun boylu şeyler bunlar.
Hiçç! O ayrı bir iş...
Mecnûn ki
“lâ-ilâhe illâ” der idi
Teklif-i şu’ûr
eyleseler “lâ” der idi
Ol
mertebe meşgûl idi Leylâ ile kim
Koca Muhyiddin, ne güzel anlamış
ne güzel anlatmış. Okuyacaktım da getiremedim aklıma. O aşığın ölçüsü,
vücudunda maşukundan başka bir şey kalmamaktır. Yoksa mertebe-i beşeriyette
kalıp, nefsani hazlar içerisinde müstağrak olan kimsenin “aşığım” diye
geçinmesi, ahlak da çok büyük edepsizliktir. Anlatabildim mi acaba? En mühim
şey. O ayrı bir saha, ahlakta ayrı bir yeri var, onun. Muazzam bir saha.
Buraya nereden girdik? Madde, mânânın
tekâsüf eden kısmı. O elli altmış kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret
değil bizim varlığımız. Beşer burayı idrak edinceye kadar bocalayacaktır. Bizim
varlığımız, bu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası denilen kesafetten
ibaret değil. Bunun, Kudret dersini de kaçırmıştır.
Bağrına basarsın, evladındır,
yavrundur. Ne güzel kaşı var, dersin. Ne güzel gözü var, dersin. Ne güzel ânı
var, dersin. Yahut bir maşukan, neyse. Bir an gelir, gözünü kapar; kaşı da
yerindedir, gözü de yerindedir, her şeysi yerindedir, bir saat evinde
tutamazsın. Eğer maddeden ibaretse hayat bundan ibaretse bir gün evveli, beş
saat evveli, bir an evveli bağrına basıyordun, şimdi neden basamıyorsun? Niçün
tutamıyorsun? Hepsi yerinde duruyor onun. Kudret, bunun dersini çok açık kere kaçırmıştır. Bir
dostun gelir: “Bana müsaade et, yorgunum şurada, der. Biraz yatayım, uzanayım,
minderin şu kenarında ben biraz dinlenmek istiyorum.” Pekâlâ, buyurun, dersin.
Üzerini de örtersin. Dikişini dikersin, odanı süpürürsün, yahut yazıhanenin
yanında bir yazını yazarsın, hiç alakadar değilsin. Onun bütün maddesi görünüyor, niye alakadar
değilsin? Kendi yok da onun içün. Kendi bu değil. Bu, değil bu!
Kaç defa söyledim, nasıl bu ceset
yahut bu gömlek, benim tenim değilse yalnız tenime giymişim bunu, tenime kapsa
ve bu gömleğim benim tenimden agâh değil, bilmiyorum hiçbir şeysini ücretini
filan hiçbirisini bilmem. İşte, bu ten de
benim canımın elbisesidir. Canımdan agâh değildir.
Maddenin kesafetinde kalanlar,
yalnız cesedi görenlerdir. Acaba anlatabiliyor muyum? Senin gibi akıllı, senin
gibi gören, düşünen bir varlığı; izansız, vicdansız, kör bir tesadüf meydana
getiremez. Bir şeyin cüz’ünde olan şey küll’ün de olmalı ki meydana gelsin.
Anlatabildim mi acaba? Sen bir cüzsün, o küll’de bulunmalı ki meydana gelsin.
Bunların inceliklerini anlatıp, insana muhabbet denilen zevki veren müessesenin
adına, ahlak derler. O muhabbet insanı götürür, götürür, götürür. Nihayet
kesafetini attırır.
Yeni misal vereyim ben. Biraz
kabaca ama misal öyle geliyor ne yapalım, ta’yîb[15]
etmezsiniz.
Toprağın bir kenarında bir
çirkinlik görseniz, necaset. O toprağa, güneş vura vura, vura vura, onun
çirkinliğini izale eder. Anlatabildim mi acaba? Tekâsüf eden kısmını da toprak
kendisi yer. Bir insan da ne kadar çirkin olursa olsun; eğer bir Hazreti İnsanın
putesinde, mazhariyetinde, bir hakikat güneşi olan bir insanın nazarında
eriyecek olursa seyyiatı gider. Hatta güneş münted tecellisi ile oradaki
çirkinliği güzelliğe inkılap ettirir. Toprak onu yedikten sonra oraya bir şey
ekerseniz o necaset olmayan yerde bir kilo verirse orada beş kilo verir.
Anlatabiliyor muyum acaba? Beş kilo verir. Tasavvur edin ki bir teneke buğday,
bir necaset içerisinde kalmış, bir teneke buğday. Onu götürdünüz, güneşli bir
araziye ektiniz mi gayet muazzam bir buğday olur. Necasetten eser kalmaz, pük(pak)[16] bir
lokma olur. “İnsan da zararını kötülüğünü Benim yanıma gelir de aşk ile
kararmış olan semasını gözyaşı olaraktan bulutunu döker de ben yokum Sen varsın.”
derse, Kudret: “Hasenatı seyyiata tebdil ederim.” der. Nasıl ki o
necasetli buğdayı gayet güzel bir nan yaparsa senin kesafetin de senin iklim-i
vücudunda gübre olur. Senden lazım
gelecek olan arazi-i kalbiyende maarif meyveleri meydana getirir. Bir şey
anlatabiliyor muyum?
Allah öyle Allah'tır! Öyle,
rahmeti öyle. Âdede rahmeti sığmaz fakat tefhim[17] makamında
beşerin kulağı sayı ister. Alışmışız biz. Yoksa âdedi Allah’ındır, ne ismi âdede
sığar ne merhameti âdede sığar, ne tecelliyat-ı keremi âdede sığar. Dememiş
ki bunları fakat
beşer olduğumuzdan dolayı, kulak rakam ister. Onun içün Habibine demiştir ki:
“Yüz rahmetimin bir tanesini dünyada doksan dokuzunu öldükten sonra vermişim.”
Anlatabildim mi? O kadar Rahim ki ölümü
bile ölen kimsenin seyyiatına kefaret olaraktan kabul ediyor. Şimdiye
kadar söylememiştim. Şimdiye kadar söylememiştim. Hem verir ki inan. Hem verir
ki inan! Bak dikkat et, ne kadar ince bir yer burası. Yaa!
Benliğinden soyun. Boynunu bük,
insanlığı inletme! İnlettin mi bu seyyiat, bu kubur. Bu kabul olmayan şey. Ah
olmasın. İnsan lehine. İnilti bulunma, ah alma! Bilerek, bilmeyerek. En mühim
nokta. Öyle bir çıkar ki iki gözümün nuru. Eğer dünyada çıkarsa yine iyi
adamsın. İkinci hayata bırakmadı, burada halledip nasıl olsa göçüp gideceksin. Çıkar
o imkân yok. Çıkmadı mı dünya sahnesinde, yaptın bir fenalık, herkes bilir
kendisini. Uzun boylu düşünmeye lüzum yok. İnsan müebbet âlemde...
“Efendim onu Allah bilir!” Allah
bilir kul sezer. Amenna. Allah bileceği o malum. O da laf mı bu? “Allah bilir!” Bir şey
söylersin: “Allah, Allah bilir.” Bunu
söyleme! Allah bilir elbet! Acayip acayip konuşma. “Onu Allah bilir!” İnşallah.
Allah bilir, kul sezer. Herkes kendi kendisini bilir. Meçhul yok.
Adi imtihana geçen, bilen bile
sınıfta kalıp kalmadığını bilir. “Efendim ben bilmiyorum.” Yoook, öyle bilirsin ki! Cayır cayır bilir.
Zaten bildiğin konuşma tarzından belli olur. Kekremsi çıkar o. “Yaa, işte bir
parçasını yaptım gibi de bilmem amma...” filan dedin mi o bitti bitti, o olur.
Acaba anlatabiliyor muyum? Cayır, cayır bilir! Böyle tek tek söylersek.
Ahlakı yaymak isteyen insanlar, maarifte
birinci gelmeleri şarttır. Ahlak adama vazife verir. Münasebet almışken
konuşayım. Bilgi de, sanatsa sanatta. Meslekse meslekte. Mektepse mektep de.
Hangi sahadaysa orada birinci gelir. Ki ahlaksız, istihza eder tavır aldığı vakitte
de, “Dur!” diyecek. “Dur! Sen ne bilirsin sen, edepsizlikten başka ne bilirsin?
Bak ben bu sahanın mütehasısıyım.” Bunu diyebilmeli. Anlatabildim mi acaba?
Bunu diyebilmeli. Başka türlü de muvaffak olamaz.
Ben insanlığa hizmet edeceğim,
ahlakı yayacağım dendiği dakikadan itibaren vazife verilmez. Mesleğinde birinci
ol, der. Sahanda birinci, bileğini büken olmasın. Mektepte de mi, mektepte
birinci geleceğim. Hoca dersi okuturken senden korkacak. Acaba bir yerden vurur
mu, diye. Yanlış anlama sakın ha! “Tokat vurur!” mânâsına değil. “İlmen karşıma
çıkar mı?”
O vakit bak. Nasıl ahlak
yayılıyor. Nasıl mânâ yayılıyor. Ama sen daima her sahada geri kaldığın müddetçe,
“Ahlakın var da ne duruyorsun yahu!” derler. İşte, “Bırak, bırak!” Ne kadar acı
değil mi? “Mânâya inanmışsın da, beceremedin de işini züğürt tesellisine
bıraktın. Bu hayatta muvaffak olamadın da ondan dolayı bunları söylüyorsun!”
der. Bunları dedirtmemeli. Bu sözü kaldırtmalı. “Evet, sen dünyaya muvaffak
olamadın, olamadığından dolayı kendine bir teselli buldun, öyle değil şöyle
olacak, böyle olacak diyerekten, ben kabul etmiyorum!” dedirtmemeli. O kabul
etmiyorum, diyene sen nereden bu işleri biliyorsun dendiği vakitte: “Ben mânâya
gönül vermişim, verdiğim yer bana bunu açar. Onun için ben ezelden bilirim.” Bir
şey anlatabiliyor muyum iki gözüm? Sonra kendisi çok kontrollü yaşıyor, der.
Çok...
Bir yerde sebze gördün, bir
araziden geçiyorsun. Buraya yağmur
yağmış, dersin. Bir insanda da işte onu büyük Kitap öyle gösterir:
[18] س۪يمَاهُمْ ف۪ي
وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِۜder.
O büyük insanların yüzünde
eser-i secde vardır, der. Onu eksik anlayanlar yanlış anlayanlar da zavallı,
“Eser-i secde vardır.” diyerekten böyle alnını korlar. O hasır mı olur azcık kilim
mi olur, burası simsiyah olur, böyle bu değil eser-i secde, yahu! Çirkin
olursun öyle. Vardır öyle insanlar. Böyle orasını çürütür böyle. Kuru secdegâha
böyle basar. Hakk’ın o nazmına ben muhatabım, diye. Öyle değil. Eser-i secde, o
değil!
Secde zahirde âzânın
ıslahıdır, hakikatte Hakk’a isti'lâ’ptır.[19]
Anlatabildim mi acaba? Vardır öyle insanlar,
burası çürük, ee çirkin oldun.
Eser-i secde nedir? Bakın, secdenin
tarifini yapıyorum. Şekli, bildiğimiz şekildedir. Fakat hakiki tarifi, şekli
var birde kendisi var. Âzânın ıslahı. Hakk’a isti’lâ’p demin söylemiş olduğum,
biraz evveli söylemiş olduğum, birlik.
Hakk'a İsti'lâ’p.
Âzâ ıslah edilmiş mi? El iman
etti mi iki gözüm, inandı mı iki el?
Eğer nefisten gelen emre uşak olmamış, daima düşmüşü kaldırmışsa zalimden
mazluma inen yumruğa karşı siper olmuşsa bu el iman etmiş. Eli, âzâdan eli
ıslah ettin. Anlatabiliyor muyum?
Ağız ıslah oldu mu olmadı mı?
Dedikodu yapmıyorsa, gıybet yapmıyorsa, lüzumsuz konuşmuyorsa, lüzumsuz
konuşmakta mezmum[20]
olur. Bazı insanlar vardır, lüzumsuz konuşur. Konuşmalar bile tasarruf
ediliyor. “Ben Üsküdar’a gittim.” diyecek, üüü “Evden çıktım, tramvaya bindim, şu
oldu bu oldu...” beklersin artık bakalım daha ne çıkacak. Üsküdar’a gittim,
desene. Niye uzatıyorsun ya? Zaman kısa, ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir
nefes. “Üsküdar'a gittim!” İhtiyacı var
para isteyecek, taa yedi silsilesinin görmüşlüğünden geçirmişliğinden, filanca zadeliğinden
filanca düşüklüğüne... Bırak azizim! “Ben muhtaç vaziyetteyim paraya ihtiyacım
var, verebilir misin?” Kestirme. Üüüü...
Ahlakta bunlar çok mühim şeyler.
Durur bunlar üzerinde. Ağzına diken batan adam lokmayı yiyemez, der. Misal
getirir. Diline diken battı mı bir adamın, lokmayı çeviremez. Yutamaz yani ya, diline
diken batınca. Yalan söyleyen adamın diline diken batmıştır, hakikat
lokmasını yutamaz. Anlatabildim mi? Hakikat lokmasını yutamayınca ruhu
gıdasız kalır. Ruh gıdasız kalınca ruhu kendisinden çekilir gider ölür. Sahib-i
kalp değil, diyor bu adam. Yalan söyledi. Diline diken battı. Manevi vücudunun
diline. Hakikat lokmasını yutamaz. Hakikat lokmasını yutmayınca zafiyet gelir
manevi vücuduna, nihayet manevi vücudu öldükten sonra hayvani cephen kalır, o
halde hiç farkı olmaz. Hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer
tenasül eder. Her an bir şanda olması icap eder insanın her an bir şanda. Yaa. Onun
için aşk tedarik et der. Demirden ayak yaptırır, ...
alınmaz.
Burada ahlakın putesinde erimek
lazım gelir. Aşk yolunu kat etmek isteyen kimsenin, alayık-ı kevniyede ki alakası bambaşka olması
lazım gelir. Yüz kızarması vardır biliyor musun? Allah’ın aldığı bir şey. Ondan
büyük bir şey yok. “Allah'tan
bir şey istemeyin. Ya Rabbi bunlara hayâ
verin! diye dua edin.” der. Çünkü hayâ verdi mi Cenab-ı Hak, derhal
sarılıyor. Hüküm kalkar. El hayâ- u katretün iza kutire kutile. Hayâ
öyledir dedi İmam-ı Ali. “Bir damladır,
düştü mü ölür. Damladı mı ölür.”
Samimiyet başkadır; yüzsüzlük,
arsızlık, edepsizlik yine başkadır. Anlatabildim mi? Biz bunun ikisinin ortasını
bulamadık. Çocuk hocasıyla şakalaşıyor, saymıyor. Onun için Allah’ta netice vermiyor.
Feyz yok! İlimlere mevzû, kitap yazamıyoruz. Sanatlara model eser meydana
getiremiyoruz.
Bizim kafamız dünyanın en zeki
kafasıdır. Sonra biz sahib-i kalbiz. Cenab-ı Hak bu millete ayrıyeten hususi
bir imtiyaz vermiştir. Hem kafa vermiş, hem kalp vermiştir. Garp de kalp yoktur,
kafa vardır. Enbiya oradan gelmedi, hükema[21]
oradan geldi. Buradan Enbiya da geldi hükema da geldi. Sahib-i kalbiz biz. Tarihin
efendisi olaraktan yaşamışız. Karadan gemi yürütmüşüz, ilimlere mevzû,
sanatlara model vermişiz. Düşmüşü kaldırmışız. İnsan hakkı değil, hayvan
haklarına dahi elimizi uzatmışız. Dünyanın bir tarafında bir kitle bir davaya
uğradığı vakitte sinemizi açmışız. Ama iki yaş büyüğümüzün yanında haddizatında
oturuş tarzımız başka türlü olurdu. Kudret bunları istiyor iki gözüm. Yaa,
bunları istiyor.
“İlmi verenle ilmi alan
arasında bir manevi sevgi olmadıkça, saygı olmadıkça feyzi vermem!” diyor
Allah.
Ampulde değildir iş, cereyan
yerindedir. Sigorta çıkmıştır, istediğin kadar çevir, gelmez ışık. Sigortayı
takacaksın ki ışık gelsin. O muhabbeti, o ihlası, o sevgiyi koyacaksın ki,
Allah onun okutmasından
sana feyz versin. Vermez! “Efendim, samimi olursa daha iyi olur!” Samimi olmak demek, hürmetsiz olmak demek
midir? Samimi olmak demek, alay etmek demek midir? Samimi olmak demek, haddizatında,
kıymet vermemek demek midir? Buna yüzsüzlük denir, edepsizlik denir, arsızlık
denir. Çocuğun bile eğleniyor seninle. Değil
mi ya! Şunu yapma dersin “Hayır
sanane!” der. “Döverim söverim de yapmaz.”
O makbul değil. İçinde bir mehabbet olacak, üzülüyor diye üzülecek de yapmayacayak!
Anlatabildim mi azizim? “Dövmüşün de sövmüşün de...” o hiç, onlar zırıltı o. “Babam
üzülecek. Benim bu âleme gelmeme sebep olmuş. Anam üzülecek, bana memelerini
sarf etmiş, uykusuz kalmış. Onun üzülmesi Allah’ı üzecek.” Bağlanacak bunlar
birbirine. Ama maddenin kesafetinde yaşayan insanlara bunlar hiç gelir, yapar o
yine. Yapar.
“Hayattan azl oldun!” emri
geldiği vakitte, bükülen dudaklar, kırılan burunlar, gevşeyen tavırlar, hepsi
birden rapp, durur. Öyle bir tatlıdır ki o. Ölümü öldüremiyorsun ya, mesele bu.
Ölümü öldüremiyorsun.
Ana, ana! Var mı ana? Ana hakkı
bir, hoca hakkı iki. Yaa, yetim kalır bir kimse, bak ne kadar incelikleri var. Daha
iyi anlatayım diyerekten, hikmetlerini anlatayım. Yetim kalsa bir kimse, yetim.
Sekiz yaşında yetim, dokuz yaşında, on yaşında yetim. On beş yaşında, on sekiz
yaşında abisi var. Kalk şu işi yap, diyemez. Der başka Fakat cebr edemez. Allah, durun, der. Mecbur değil sana iş yapmaya. İki insan emredebilir;
anası bir, hocası iki. Yapmakla mükellef! Anlatabildim mi? Bunu da söylerken
korkuyorum, bu sefer belki de kardeşine isyan eder misin acaba? Anlatmak için,
inceliğini anlatmak için söylüyorum.
“Bir evde bir yetim ağlasa, diyor.
O yaş, benim yaşımdır.” diyor Hazreti Muhammed. Hudâ’da âlem-i arşa hitap
ediyor. “Annesini babasını yere yedirdiğim çocuğu, kim ağlatıyor, kaydedin!” Allah bilmez mi!
Bilir ama işin azametini beyan içün. “Ben onun anasını babasını yere yedirdim, şimdi
onu kim ağlatıyor!” Bunlar, iş bunlar.
Şimdi bir sual çıkar, mevzûun
başka yerlerine girdik. Nereden girdik, neyi söyleyecektim ben atladım? Ben
neyi söyleyecektim? Ben yine hatırlatayım size. Unutturulmam da söylerim
inşallah. Büyük insanlar nefislerini öldürmüyorlar, nefsin büyük bir kıymeti
var, buna büyük bir müşteri var dedim, birde nazım okudum size. Değil mi? Günah bana, dinlemiyorsunuz.
“Aldım bir yetimi yetiştiriyorum,
kusurları var, sen böyle dedin. Ben buna hiçbir şey yapmayacak mıyım?”
Ölçüsü var. Kendi evladına şefkatli
bir vaziyette ne muamele edersen onu yapmak hakkını vermiştir. Terbiyesi,
ıslahı, yetişmesi hususunda onları yaparsın. Ama evladına ne yaparsan? Sen
yetimi aldın, ne lüzumu var buna diyorsun, evde. Mektebe göndermezsin değil mi?
Kendi çocuğun olsa gönderirsin? “İlk mektebi bitirsin ondan sonra...” Ama kendi
çocuğun olsa arzu edersin, liseyi bitirsin, daha büyüğünü bitirsin, daha
büyüğünü bitirsin, ihtisas yapsın, onda yok. Demek ki burada ayrıldın. İnce iş
bunlar. Anlatabiliyor muyum? Kendi çocuğuna öz mutî evladına, ne yapmaklık
kabiliyetin varsa, dövmeklik zamanı gelmiş hak etmişse, kendi evladın olsa
döver miydin? Döverdin. Döv! Ceza verir miydin? Ver! Fakat kendi evladını
gözünün önüne getir. Beraber sofraya bile oturtmuyor ya. Boyunun aldığı kadar
yatak da vermiyorsun. Garip bir yetim ki bunlarda incelikler vardır.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle
diyor: “Küntü yetimen fis-siberi
ve gariben fi’l-kiberi.
Çocukluğumda hayatım yetim geçti, büyüklüğümde de garip geçti.” diyor. Ağlayayım
mı? Buralarda incelik var. Yaa, neyse.
Bir yerden geçiyoruz bir araziden. Gördük ki yeşillenmiş,
büyük büyük mahsulat vermiş, sebze filan. Buraya yağmur düşmüş, burası sulanmış,
deriz. Bir insanda gördük, kendisinden maarif kaynıyor, mânâ kaynıyor. Şey, haa
buraya hususi su verilmiş. Anlatabildim mi acaba? Burada hususi bir şey var. O
bostan nasıl sıkı sulandığını ilan eder sebzesi, insanın da hayra taalluk eden
tecellisi kendisine bir yerden su verildiğini gösterir. Onun için ahlak insana
maarif hazinelerine, hikmet definelerine varis kılar. Arazi-i kalbiyesini
hususi bir su ile sulandırttırır, sulattırır. Şimdi konuşmamıza başladığımız
vakitte ki şeyi söyleyelim.
اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ
الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ
Bunu niçin söylemiştik? Bir birlik var, dedim. Bu birlik,
akılla idrak edilmez. Akıl zaten insana âlem-i hikmette yarar. Dünya işinde
yarar akıl. Hâlbuki insanın bir vücudu da Âlem-i Kudret’e taalluk etmiştir.
Oraya geldi mi tıkanır. İşlemez.
Tahkik yolunda akıl
n’etsin?
Âmâ u garip kande
gitsin.
Meğer sen olasın
refikim
Taa sehl ola tarikim.
Bir yere kadar gider akıl. Meçhulden malumu çıkarır. Hissin
galatlarını tashih eden kuvvenin adına akıl denir. Fakat öyle bir âlem ki; o âlemde, o âlemde ne geçer? Aşk geçer. İman geçer,
ondan başka bir şey geçmez o âlemde.
İşte Kudret de diyor ki: “Sizi rahat yürütmeyen bir
engeliniz vardır. Ben ona müşteriyim. Siz onu Bana satın.” Anlatabildim mi? “Ben
müşteriyim” diyor, okuduğum şeyin mânâsı bu. “Ben ona müşteriyim, siz onu, Bana
satın. Ben mukabilinde daru’s-selamı size veririm. Hatta kendimi veririm.
Değişin, verin faniyi baki ile değişin, rahat yaşamak isterseniz.”
Onun içün birinci sınıf olan insanlar, nefislerini
öldürmezler. Onlar çook muazzam. Malum ya, aşk her şeyi hallettiği içün, iyi
görüyorlar, derhal sefa. Bak ruhu istemiyor. Ruh mevkuf[22].
Anlatabildim mi acaba? Ruhunuzu Bana satın, demiyor. Gayreti büyük, merhameti
büyük. “Sana engel olan şu nefsi bana sat.” diyor. Nefsi sattığını ne vakit anlayabilirsin?
Arzusunu yapmadığın vakitte satmışın yapmıyorsun. Anlatabildim mi acaba?
Nefsin arzuları vardır. Ne vakit ki arzularını
yapmıyorsun, nefsi sattın Hakk’a. Hak’ta sana kendisini verecek. Alışverişi
bozma. Bazen de bozulur, tüy olursun da. Anlatabiliyor muyum acaba?
Sonra cayarsın, öyle yapma. Hani bir iki gün nefsinin arzularını yapmazsın da.
Belli et bakalım! O arzulardan iğreneceksin. Nefs arzu ettikçe yapıyorum,
iştiyakını iğreneceksin. O vakit sattın onu. Tutuyor, Sahibi tutuyor. Sana
engel değil.
O vakit, nefis satıldı mı gözünü, Hudâ tedavi eder. “Ne
demek o? Benim gözüm görüyor.” Senin gözün hayali görüyor. Sen serabı şarap
diye içiyorsun. Gözünü tedavi eder, gözünü. Anlatabildim mi acaba? Çünkü
bazılarının gözü âdemin[23] ve
hayalin evi olmuştur. Göz âdemin ve hayalin evi olmamalı. Bu göz bir şey
görmeye gelmiştir. Acaba anlatabildim mi? Kaç defa eski konuşmalarımda
söylemişimdir.
Yakup aleyhisselam’ın gözü Yusuf için kör oldu, derler.
Onu biz zannediyoruz ki, böyle baya bildiğimiz kör. Hayır! “Kudret bana bu gözü,
Yusuf’u görsün diye verdi. Yusuf gittikten sonra neyi göreceğim!” dedi?
Görmüyorum, dedi. Anlatabildim mi? “Kudret
bana bu gözü, Yusuf’u görsün diye verdi.”
Bize de bu göz verilmiştir bir şeyi görmeklik için. Görebildin
mi? Yoksa âlemi mi gözetledin. Ona görüyor, denmez. Kör o göz. İblisin gözü o!
Kendini gözetlesene içini. Pencerenin kenarından, duvarın kenarından, caddenin
orta yerinden, ayakkabını bağlar gibi ayağının arasından. Göz, göz! İnsanın bir adı da gözdür. Sırf görmek için
gelmiştir. Anlatabildim mi acaba?
İnsanın bir mânâsı lügatte gözdür, göz. Gördün mü
görüleceği? Kamis-i Yusuf’u Yakub’un
gözüne sürdüler de açtılar, derler. O zahirde ki gömlek aynı mânâsı var. Evet
öyle bir gömlek ama o kamis-i Yusuf yani gömlek Yusuf’un gömleği. Yusuf kim bir
defa, gömlek kim? Anlatabildim mi?
Söyleyeyim mi bunu da? Yoook! Öyle hemen olur mu?
Afitab²⁰ tulû²¹ edince şems-i zulmet zail[24] olur. Şems-i
Hakikat-ı Ahmediye hangi kalpte tulû ederse o kalbin karanlığı zail olur.
Anlatabildim mi?
(Bunu niçin söyledim? Bıraktığım yerler var da oraları
tamamlıyorum şimdi. Filan şey olmuş da intihar eder. Buralarda kaldıydık değil mi
ya. Hep unuttunuz. Mis gibi unuttunuz. Ben biliyorum, miss gibi unuttunuz.)
Parası vardı kaybetti de intihar etti, yalan! Filanı
sevdi de rağbet etmedi, intihar etti. Zaten sevmedi o, nefsini sevdi. Nefsine
uymadı, onun için intihar etti. Nefsini istemek para etmez, ruhunu iste.
Buradan nefsi anlatıyorduk, değil mi? Şu oldu filan. Ne zaman intihar etti. Henüz
gönlü karanlıktaydı da onun içün intihar etti. Kendini gösteren ayineyi görememişti
de onun içün intihar etti. Anlatabildim mi acaba? İnsanın kendisini gösteren
bir ayinesi vardır. Kalıbını gösteren ayinesi bu. Birde kendini özünü gösteren
bir ayinesi vardır. Onda kendini göremedi de intihar etti. İşte ahlak insana
kendi hakikatini gösteren ayineye kavuşturur. O vakit gam kalkar. Keder kalkar.
Hiçbir şey kalmaz. Hatta tedbir de çocuk elinde oyuncaktır, der.
Biraz sizi tekâmül etmiş mânâya yetişmiş zevki ile
konuşuyorum. Bu konuşma sınıf sınıftır. Tedbiri sakın terk edin, mânâsına
anlamayın. Fakat bazı insanlar var ki, bazı insanlar bambaşka konuşuyorlar.
Bambaşka. Yoksa tedbire hepimizin ihtiyacı vardır. Tedbirsiz olur mu? Ha, o bir
sınıf var, orada o ihtiyaç kalkıyor. Size şöyle bir misal vereyim, eskiden
vermiştim. Herkesin zihnini kurcalayan bir misaldir bu.
Vaktiyle büyük ilim adamlarından birisi, o asrın
hükümdarına iyi bir şey anlatıp, memleketin milletin refah-ı saadeti içün bazı
şeyler anlatacak. Hamiyeten, bir şey mukabilinde değil. Allah dostu adam. Fakat
o günün hükümdarın etrafını almış olan insanları biliyorlar ki; bu adam
hükümdarla temas ederse hükümdar buna meftun olur, bunu sepetler. Hâlbuki o
adamın öyle bir davası yok. Ona kâinatı versen hükümdarla oturup kalkmaz. O adam
aşk adamı. Onun sahası ayrı, ötekinin sahası ayrı, bambaşka iş. Fakat insanlık âlemine
de yarayacak bir şekiller var, onu da ona öğretmek istiyor. Yahut söylemek
istiyor. Yaklaşmanın imkânı yok. Yaklaştırmıyorlar.
Düşünmüş o zât-ı âli.
“Allah'ın hakkı içün, ben onla konuşacağım. Ne yapacağım yapacağım şekil
yapacağım...” Bir konuşma vardır beş
dakika ayakta şöyle şöyle yaparlar; o değil, öyle değil. Merak uyandıraraktan, sayarak
konuşma. Anlatabildim mi acaba? Ona konuşma denir. Yoksa gitmiş de üç dakika sonra
kafasını böyle sallarken aklı ile başka bir şey hallediyor, öbür taraf da
gözünün ucu ile başka bir tarafa bakıyor,
seni dinlemiyor o, nezaketen idare ediyor. Onda iş yok. Bööyle bakacak.
Anlatabildik mi? Ona konuşma denir.
Ayasofya Mabedine gitmiş, o vakit bir ders yapıyor,
derste diyor ki: “İrade-i cüzziye denilen şey yok!” Ohh, diyorlar. Hemen bir
jurnal[25]
yapıyorlar. “Tam esasa temas etti. Binaenaleyh, bu söz dinin en büyük yerine bir
darbedir. Bu kendi kendisini kovduracak. İrade-i cüzziyeyi inkâr etti.”
Jurnali alıyor hükümdar bakıyor. Arifçe bir adammış, o
adamında nispeten ismini filan işitmiş herhâlde. Çağırıyor o günün reis-i ulemasını.
—İyi amma, diyor. Bu jurnali yaptınız, ben huzurumda sizin
bu hususu konuşmanızı isterim. Evet, bu söz tehlikeli bir söz. Fakat bu adam da
bunu böyle ceffe'l-kalem[26] nasıl
söyledi. Onun bir münakaşası olsun benim yanımda, bende dinleyeyim.
Hay hay, diyorlar. Kırk kişilik bir heyeti emrine veriyor.
Hükümdar lisan-ı edeple, diyor:
—Efendi hazretleri,
dersinizde, takririnizde irade-i cüzziyeyi inkâr etmişsiniz. Bir sürçülisan
mı vaki oldu. Yani Bir tefadüfen bir şey mi oldu. Yoksa bir kast-ı maksud mu
var?
—Ben, diyor. İnkâr da ederim tasdik de ederim! Diyor. Hem
inkâr ederim, hem tasdik ederim.
—Allah, Allah! Diyor. Nasıl iş bu?
(Devam edelim mi yoksa yoruldunuz mu?)
—Siz, diyor hükümdara. Bende bir irade olduğunu kabul
eder misiniz?
—Elbette, diyor.
—İrade, müridin muradının hariçte tahakkukunu icap
ettirir. Demek bende böyle bir irade var.
—Elbette, dedi.
—O halde irade ediyorum, hazinenizde on para kalmamak
şartı ile ne kadar mevcut varsa hepsi millete dağıtılacak.
Deyince bakmış öbür adamlara. İşte onlar “Efendim mugalata
yapıyor, şöyle ediyor, böyle ediyor, filan...” Belli olmuş hükümdarın yüzünden
ki, doğru düzgün cevap veremiyorlar. Demiş:
—Efendim bunlar zavallı adamlardır. Bunlar mazurdurlar. Müsaade
edin de yine ben cevabını kendim vereyim.
Emrediyor: “Buyrun”
—Bu huzurda hiç birimizin iradesi yoktur, irade sırf zât-ı
şahanenize aittir. Ben şimdi buradan ayrılırım, evime giderim, benim orada bir irade-i
hususiyem vardır. Karıma sofrayı kur, derim. Şimdi burada bunları diyemem.
Yemeği getir, derim. Filanı çağır, derim. Binaenaleyh, Allah’ın (demiş ki) kaba
bir misal ama böyle değil amma anlatayım diyerekten, avama[27] anlatmak
için bunları getirdim, demiş. Haşa size öyle bir mevkii verdiğimden de değil. (Haa, ilim adamı öyledir.) Fakat, avamın bir
kıymeti var ya o avam kıymetine olarak bu şekilde konuşuyorum. Ve söylemiş:
“Yalnız bir yere boyun keserim, adına Allah derler. Fakat
örfün kıymet verdiği bir şekiller var. Ona göre bunu anlatmak istiyorum.
Allah’ın bazı kulları vardır. Onlar
daima nasıl biz şimdi sizin huzurunuzdayız, onlar daima huzur-u ilahidedirler.
Bir an gafil değillerdir. Binaenaleyh, o huzurda daim bulunan kimsenin iradesi olur
mu ya? O huzurdan gafil olanları da bîirade kabul etmezsek bu iş, demiş. Altı
üstüne gelir.”
Bir şey anlatabildim mi acaba? İşte tedbir de böyledir
tabiatıyla, bazı insanlar var, daima takdire yapışmış, başka bir şey görmüyor.
Elinde gayr-i mahfuz Kitabı, kalem-i âlâ hadimi. Ee ne yapsın zavallı neye
tedbir edecek o. Biz perdenin (arkamdakini
ben göremiyorum.) Sonra onu gören de bazı insan vardır, ahkâmlarına riayet
ederekten gider. Dinlediği şekilleri muhafaza ederek gider.
Hazreti Muhammed, Bedir harbine gitmeyebilirdi. “Ya Rabbi
imha et, bunları!” derdi, derhal olurdu. Fakat gitti. Uhud’a gitmeyebilirdi,
gitti yaralandı. Hendek’te düştü, bacağı sakatlandı, mübarek dişi şehit oldu.
Bu sûrîyyetin kemâla ait sahaları görülecek. Şehit düştü haberi geldi, Hazreti Fatıma
harp meydanına koştu. Nihayet iki yüz kişinin içerisindeyken yetişti. Mübarek
başındaki örtüsünü çıkardı, kesti yaktı. Onun şeyini dışını, onunla yüzünün
yaralanmış olan kısmına bastı, ağladı. “Ya Rabbi! Senin hidayet dinin için mi yapıyorlar!” dedi. Bunlar dünyanın şeyi bu, sahaları.
Nereye geldikti konuşmamızda? Nihayet tekâmül eder eder,
her zerrede Hakk’ı müşahede eder. Her
şeyinde Hakk’ın kayyumiyet-i zatiyesini görür. Bu kâinatın Allah ile kaim, onun
muhabbeti ile daim olduğunun zevkini tadar. Ondan sonra elinde hiçbir şey
kalmaz.
Tedbîrini terk eyle, takdir
Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü
gümânındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe
bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı
cihânındır
Bu zevkler hâsıl olur. Hiçbir vakit kaşını çatmaz.
Nâçâr
kalacak yerde
Nâgâh
açar ol perde
Derman
eder her derde
Mevlâ
görelim neyler
Ama bunu ağzıyla söylemez. Hâli
ile tatbikatını gösterir.
Bil
kâdî-i hâcâtı
Allah’ın senin üzerindeki muradı
senin muradından çok üstündür. Sen zanneder misin ki seni böyle bırakmış da
yapmış böyle haddizatında ya bir saatçinin saati yapıp da kurup da işlesin diye
bıraktığı gibi, öyle değil ya. Öyle değil, öyle değil! Yani saatçi saati yapar
da kurar bırakır, ondan sonra bozulur kurulur öyle değil. Saatçinin saat yapışı
gibi değil!
[28] وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ
حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Saatçinin saat yapışı gibi değil!
Nâçâr
kalacak yerde
Nâgâh
açar ol perde
Derman
eder her derde
Deme
niçün şol şöyle
Yerindedir
ol öyle
Bak
sonunu seyreyle
Biz dayanamıyoruz. Dayanamayınca cılk çıkıyor cılk. Yaa, şöyle bir misal getirebiliriz. Oturup kalkmak, oturup kalkmak çıkmıyor. Tavuk, bazı tavuk cins olur, oturur. Kaç tane yumurta korsun, alır onu özenle şey eder, yavruları tertemiz çıkarır. Yavru çıkarken de ona kim emir veriyor ki, vur da patlat yumurtanın kabuğunu diye.
Ey maddeci! Kim söylüyor ona tık
tık, diyerekten. “Efendim sevk-i tabii!” Lüzumsuz isimler zikrederek kelimeyle
boğma, ne demek sevk-i tabii? Sevk-i tabii ne? Lazımı kim? Kim diyor ki ona haddizatında
vur bakalım şuraya, o mini mini gaganla “vur vur da çık” diye, kim söylüyor. O
nakış, nakkaşından hâli olur mu hiç. Bazı tavukta böyle oturur kalkar,
oturur kalkar, korsun yumurtaları hepsini birden, kokutur gider. Olacak, diye
üzerinde dur. Bir yerden iste, kafanı çevirme! Katiyen olur. “Acaba” girdiği
dakika da çürür işte. Yumurtadan kalkan tavuk gibi kim kalkarsa siler.
Seni ilminde tutmuş, kıymet
vermiş. Sen ne diyorsun yahu! İlm-i sübhanisinde tutmuş, kıymet vermiş, muhatap
yapmış. Âlem-i gayba göndermiş, buruc-u isna aşerde seyirler yaptırtmış,
kevakipde gezdirtmiş, seyyaratta gezdirtmiş, anasır âlemine sokmuş, gabaiden geçirmiş, nihayet rahm-i maderde...
Rahm-i mader bak, merhametten, rahmetten
anlatabiliyor muyum? Ana rahmi. Allah ismini böyle rahim kelimesi ile merhamet
kelimesi ile incelikler koymuş. Sen niye
anana isyan edersin. Neden? (İçimizde muhakkak anasına isyan edenler var da,
Kudret döndürüyor onu söylettiriyor. Ben bunu konuşmaya çıkmadım. O da duyar
inşallah. Çok fenadır çok!)
Aşksız akıl işe yaramaz. Üzüm
ne kadar tatlı olursa bâdesi o kadar acı olur. Akılda, aşksız ne kadar parlak
olursa yapacağı iş o kadar acı olur. Anlatabildim mi acaba? Üzüm ne kadar tatlı
olursa, bâdesi o kadar acı olur. Aşksız, Allah’sız akıl da ne kadar parlak
olursa yapacağı iş insaniyet üzerinde o kadar acı olur.
Bugün ki konuşma bu kadar yeter.
[1] Taalluk : Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma.
Dünya alâkası. Sevme
²Künh:
Bir şeyin aslı, özü, gerçeği, cevheri, esası, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihayeti,
vechi.
[2] Manzume:
Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. Sıra, dizi. Sistem.
[3] Mukabil:
Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı.
[4] Tekâsüf:
Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan
kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
[5] Na-hak: Farsça Haksız, beyhude, boş.
[6] Taayyün:
Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak
[7] Tevbe
Suresi 111’nci Ayet-i Kerime اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى
مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ
فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ
وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ
فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ
الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah, müminlerden,
canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah
yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da,
İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'tan
ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden
dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[8] Tecâvür:
Komşu olma
[9] Yasin
Suresi 38’nci Ayet-i Kerime وَالشَّمْسُ
تَجْر۪ي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَاۜ ذٰلِكَ تَقْد۪يرُ الْعَز۪يزِ الْعَل۪يمِۜ
Meali: Güneş belirlenmiş olan rotasında akıp gitmektedir.
Bu Üstün ve Bilgin olanın kurduğu bir düzendir.
[10] Şeddadî:
Çok büyük ve sağlam yapı.
[11] Muvakkat:
Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[12]
İstikrah:. (Ar. Kerh) iğrenmek,
tiksinmek
[13] Tasallut:
Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket
etmek.
[14]
Süfliyat: Dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin
işleri.
[15] Ta'yîb: Ayıplamak. Kötü görmek, Kötülüğünü söylemek.
[16] Pük/pûk: Pak. (Kar gibi temiz) Tipi, kar fırtınası,
toz şeklinde kar yağışı
[17] Tefhim: Anlama, düşünme, bilme
[18] Fetih Suresi
29’ncu Ayet-i Kerime مُحَمَّدٌ
رَسُولُ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ مَعَهُٓ اَشِدَّٓاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَٓاءُ
بَيْنَهُمْ تَرٰيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ
وَرِضْوَانًاۘ س۪يمَاهُمْ ف۪ي وُجُوهِهِمْ مِنْ
اَثَرِ السُّجُودِۜ ذٰلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرٰيةِۚۛ وَمَثَلُهُمْ فِي
الْاِنْج۪يلِ۠ۛ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْـَٔهُ۫ فَاٰزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوٰى
عَلٰى سُوقِه۪ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغ۪يظَ بِهِمُ الْكُفَّارَۜ وَعَدَ اللّٰهُ
الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَاَجْرًا
عَظ۪يمًا
Meali: Muhammed
Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi
aralarında merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün.
Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.
Bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar
filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi
üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider.
Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah
inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.
[19]İsti'lâ’: (Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak.
Terfi' eylemek. Galib olmak. ¹⁵İstilab: (Selb. den) Kapma, kapıp alma,
selbetme. İSTİÂP: İçine alma, sığdırma
[20] Mezmum:
Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[21] Hükemâ:
(Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler.
[22] Mevkuf:
Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. Tevkif edilen. Tutulup
hapsedilen. Ait, bağlı.
[23] Adem:
Yokluk, olmama, bulunmama.²⁰Afitâp: Güneş ²¹Tulû: (Güneş
için) doğma, doğuş.
[24] Zail: (Zâile)
Geçip gidici, yok olucu. Yok olan, yok
olucu.
Zâil olmak: Yok
olmak, ortadan kalkmak.
[25] Jurnal Farsça İlk önce gazete ve rapor mânasına
kullanılırken sonradan "hükümete ihbar" gibi olan hâdiselere
denilmeğe başlandı. İhbar, şikâyet, polis raporu. İnsanı kötüleyerek verilen
haber veya rapor.
[26] Ceffe-l
Kalem: Düşünmeksizin, birden, hemen. Kalemin yazısı kurumuş, silinmez. Kat'i
olan şey.
[27] A'yan: (Ayn. C.) Bir yerin ileri gelenleri. Meclis
âzaları. Senato âzaları. Muayyen ve müşahhas olan eyler. Altınlar. Kaymakam.
[28] Kaf
Suresi 16’ncı Ayet-i Kerime وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ
وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ
اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[i] Gazel 1
Fuzuli
Metin (Düzenle)
Kad enâr el-aşkı li’l-‘uşşâkı minhâci’l-hüdâ
Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ
Aşktır ol neş’e-i kâmil kim andandır müdâm
Meyde teşvîr-i harâret neyde te’sîr-i sadâ
Vâdi-i vahdet hakikatte makâm-i aşktır
Kim müşahhas olmaz ol vâdide sultândan gedâ
Eylemez halvet-sarây-i sırr-i vahdet mahremi
Âşıkı ma’şûktan ma’şuku âşıktan cüdâ
Ey ki ehl-i aşka söylersen melâmet terkin et
Söyle kim mümkin midir tağyîr-i takdîr-i Hudâ
Aşk kilki çekti hat levh-i vücûd-i âşıka
Kim ola sâbit Hak isbâtında nefyi- mâ’adâ
Ey Fuzûlî intihâsız zevk buldun aşktan
Böyledir her iş ki Hak adiyle kılsan ibtidâ
[ii]
Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü gümânındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Meyhâneyi seyrettim uşşâka matâf olmuş
Teklîf ü tekellüften sükkânı muâf olmuş
Bir neş’e gelip meclis bîhavf u hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya
Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Mahzun idi bir gün dil meyhâne‐i mânâ’da
İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda
Bir pir gelip nâgâh pend etti alel‐âda
Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Bir bâde çek, efzûn kap mecliste zeber‐dest ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol
Alçağa akar sular, pay‐i hümâ düş mest ol
Pür çûş olayım dersen Gâlib gibi ser‐mest ol
Aşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Şeyh Galip
1 yorum:
Hizmetiniz kabul olsun,
Yeşil efendi ve Safiyuddin Bey başta olmak üzere Ahmet Hakan abim Sizden, Said kardeşimden, Hacı Fuat abimden ve bu kasetleri bize ulaştıran kardeşlerimizin cümlesinden Rabbim razı olsun.
Sâyenizde bu garibte müstefid oluyor.
Teşekkür ederim.
Yorum Gönder