Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

20. Kaset

 020 (09.11.1958) 90 dk (37)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın mastarı kalp olduğu söylenmişti. Vazife, ışk, kalp, bunlar mânâ-i  insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, esas mevzû insan mefhûmu ile alakadar. İşte en güç kısmı da burasıdır.  İnsanın tarifi.

İnsan suret itibariyle, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret, mânâ itibariyle de bütün mevcûdâtı muhit. Bir veçhesi âlem-i hikmete bağlı, bir veçhesi de âlem-i kudrete taalluk etmiş. Âlem-i hikmet işte bu sahne-i şuhûd. İmtihan denilen, feryat âlemi bulunan, daru'l-belvâ, bir geçit. İkbalinde hud’a, idbarında fecia gizli. Herkes bir yerinden yakalanmış. Bu âlemde akıl insana rehberlik yapıyor. Meçhulden malumu çıkarıyor, hissin galatlarını tashih ediyor. Bunları söylerken dolayısı ile aklın tarifini yapıyorum.

Bir kuvve-i İlahi ki; hikmet âleminde bir yere kadar insana rehberlik yapan, meçhulden malumu çıkaran, hissin galatlarını tashih eden, kuvvenin adına akıl derler. Fakat insan yalnız bu akılla kendisini idare edemiyor. Tekâmül ettikçe âlem-i kudretle olan ünsiyetini idrak ettikçe akıl tıkanıp kalıyor. Ondan sonra iman ve aşk geliyor. Tabi bu aşk, romanda okunan aşk değil. Aslını aramak. Kendi kendine asûde kaldığı vakit; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz vücudu ile baş başa olduğu zaman:

Ben kimim?
Nereden geldim?
Niye geldim?
Nasıl getirildim?
Ne olacağım?

Bu suallerinin cevabından hâsıl olan, enfüsünden duymuş olduğu, ebed sedasından kendisinde olan yakınlığın adına aşk diyor, ahlak. O romanda okunan aşk, başka. Şöyle bir an içün alayık-ı kevniyeden, alakalardan soyunup da kendi kendine:

Yahu, ben kimim? Beni bu âleme getirirlerken sormadılar. Bir günde götürecekler, yine sormuyorlar. O hâlde ben nereden geldim ve niye geldim? Niçün geldim? Nereye götürüleceğim?

Bu dört tane sual. Bu dört sualin insan üzerinde yapmış olduğu yakınlığın adına aşk diyorlar. Aslını aramak, taharri etmek. Ve ahlaka göre bu sualleri kendisine tevcih[1] etmeyen kimse zavallı kimsedir işte. Hayvan da yer içer tenasül eder; zahirde insan da, yer içer, tenasül eder. Fakat insanın ruh-u menfûh ile tekrim edildiğine...

Hususi bir imtiyaz, insan deyip geçmeyelim. Bu mevcûdât içerisinde, Allah insana yer üzerinde kendisine naib olma hakkını vermiş. Bütün eşya emrine müsahhar. Çok kavîyi kendisinin elinde oyuncak gibi durabilmesi için Kudret hususiyet vermiş. Naib-i Hak yapmış. Emanet-i İlahiye var her insanda.

Konuşuyoruz, konuşan bilir, bilen konuşur. Konuşmak için düşünmek şart, o başka mevcudatta yok. Binaenaleyh, konuşturan bir gün bizimle bir gün konuşacak. Konuşmanın ne olduğunu tarif eden var mı içinizde? Konuşuruz da bilmeyiz konuşmanın ne olduğunu. İlk önce hamuşuz[2]. Yani doğunca böyle, ders veriyor Kudret. Dinle, sonra söyle! Acaba anlatabiliyor muyum? Önce dinle, öğren, sonra söyle. Hangi anda ne oldu da konuştun? Onu da bilmeyiz, değil mi? İlk söylediğin cümle neydi? Nasıl oldu da konuşabildin? Bir mürebbi[3] var. Yumurtanın içerisinde mini mini varlığa: “Vur gaganı, del onu del!” Kim öğretti ona. “Del de çıkacaksın del.”  Sana da “konuş” derler. Konuşmaya başlarsın. Ve bir yere kadar götürüyor bunu işte insan, ondan sonra tıkanıyor.

Hadisatın dalgaları var. Eski konuşmalarımda söylediğim gibi: Doğum, vahdet denizinden kesret[4] denizine düşmeye derler. Mânâ ilminde doğumun tarifi budur. Dalgasız denizden dalgalı denize düşmek. Şimdi sen bu denizde kendi aklına mağrur olur, kendi bilgine meftun olur da ben kendi kulaçlarımla sahile çıkarım dersen, çook aldanırsın. Çıkamaz, hiç kimse çıkamaz!

Bu öyle bir denizdir ki, bunun iki dalgası vardır. Birine cemal birine celal derler. Biri batırır, biri çıkarır. Nihayet takatin kesilir, boğulur kalırsın. Fakat denizin orta yerinde bir sefine[5] var. Sefine-i Ahlak. Ücretsiz, mânâ sefinesi, külfetsiz, minnetsiz ve hiç kimseye de bir sınıf farkı yapmaksızın.  “Yalnız ihlasını göreyim.” der. “Buyurun” der. Bu şekilde sahile çıkılabilir. Nasıl uzun yolculuk yapan bir kimse, bir aylık bir yere, iki aylık bir yere giden bir kimse; muntazam bir geminin içerisinde, sineması var, uyku yeri var, yemek yeri var, şusu busu var, böyle kemal-i huzur ile, uyuyarak yaklaşır. Sabahleyin yaklaşmışız gelmişiz, derler. O, “Ne ya geldik mi?” der, haberi olmadan çıkar. Gene yoksul bir vaziyette. İşte mânâ sefinesine binip de benliğinin karanlığından kurtulan insanlar, o sefinede haberi olmadan Allah’a kavuşurlar.

Garaz ıyd-i visâlindir
Bu ay ü gün hisâbından

Acaba anlatabiliyor muyum? Kestirmesi bu, hülasası bu.  Geldik bir vazife ile. Bulup olup gidene ne mutlu. Tekrar edeyim, üç şey için gelmiştir buraya adam. Hepimiz. Öbür şeyler onlar teferruat. Kalıba ait işler. Onlar da vazife, ihmali caiz değil.

Burada gaye var, üç şey için gelmiştir. Bilecek, bulacak, olacak. Henüz daha buralarda değilsen, kendi kendine derhal zaman kısa müddet az, biraz himmet dersin, Hudâ kapıyı açar. Yine sen açamazsın o açar. İhlasını görür, kendisi açar. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Üç  şey içün var. Bilmek, bulmak, olmak.
Bildin mi?
Buldun mu?
Oldun mu?

Bu “olmak” son sınıfa ait. Hele bilmek, herkes içün lazım olan bir şey. Bilmek de üçe ayrılır. Bulmayı bırakalım da bilmek de üçe ayrılır.

Üç türlü biliş vardır. Biri ilmen bilir, ilme'l-yakîn bilmek. Bir de ayne’l-yakîn bilmek. Bildiğini görerek bilmek. Bir de hakka'l-yakîn bilmek, tadarak bilmek. Bilmek değince bu da bir türlü değil, o da üç türlüdür. Misal vereyim de daha iyi anlaşılsın.

Hepimiz öleceğimizi biliriz. Var mı bir kimse “Hayır, ben bilmem!” desin. Herkes bilir. İyi ama Kudret  bizi o bilmenin üzerinde bildirinceye kadar tutuyor da ekseriyeti o bir havas tabakası var onlar ayrı. Çünkü, ihlas taifesi olur. Onda da yine Kudretin büyük bir hikmeti vardır. Sen onu çok yakîn bir vaziyette şey ettin mi, umuru bir hale geldi mi, şöyle bir misal vereyim size.

Fatih, yirmi bir yaşında cihangir oldu. Tarihte devre açtı. Büyük bir varlık meydana getirdi. Ufak iş değil o. Senin tarihin çok muazzam bir şey, böyle tarihe sahip olan dünyada hiç bir camia yok. Elli yaşında, kırk yaşında, altmış yaşında cihangir var. Yirmi bir yaşında yok. Sonra bu kadar adl ile cihangir olan yok. Zulm ile olabilir fakat adl ile. “Aman” diyeni bağrına basmak şartı ile. O bizim, bizim millete mahsus, bizim kana mahsus bir hâlet. Sultan Ahmet meydanına, Sultan Ahmet Camii kadar beş bin senelik Bizans serveti yığıldı. Zaferle sarhoş olmadı. Bunlar bir büyük meseledir, insanın başına gelmeyince bilinmez.

İnsanın züğürtken yürüyüşü ile cebinde on parası yokken adım atışı ile cebi dolduktan sonra yürüyüşü arasında fark vardır. Masası varken konuşuşu ile masadan düştükten sonraki konuşmasında ki eda da farklar vardır. Ben belki, yüzlerce defa münasebet aldıkça söylemişimdir, Hazreti Câmîi’nindir.  Büyük ahlakçı, Molla Câmî denilen bir adam gelmiş bizden, ne kadar muazzam konuşur:

Hacegân der zeman-î mazûlî.
Heme Şiblî yü Bayezîd sevend.
Bas çûn der ser amel arend.

Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend

Öyle diyor birdenbire bir adamın böyle mülayim mülayim, tatlı tatlı konuşmasına sakın aldanma, biraz şöyle araştır bakalım. Masa sahibi, kasa sahibi, câh sahibi, bunları kaybettikten sonra düştü mü, konuşurken ya Bâyezıd-i Bestâmî zannedersin. O kadar büyük bir veli.  Ya Şiblî Nu’mânî, ehlullahtan bir zât, zât zannedersin, Şiblî zannedersin. Büyük bir veli zannedersin. Bas çûn der ser amel arend. Eğer fırsat gelir de kendisine yine o eski sahası gelecek olursa, Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend. Ya İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şimr-i mel'un olur yahut ona o emri veren Yezid olur. O züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. Düştün mü maneviyatın olur! Çook parasına güvenip de onu bunu vurup devirip kıranlar, felç isabet ettikten sonra, bir tarafı pertpak olduktan sonra melül melül konuşurlar. Tekrar o felç geçsin, o kuvveti gelirse yine aynı şekilde olur. Aynı şekilde değil. O hususi, istisnalar kaideye girmez.

Münasebet almışken bir iki konuşma evvel söylemiştim, mesela şeyi getirelim, mânâ ilmini.  Dinde bir tövbe vardır, tövbe. Nedir o? O bu. Derler ki: “Efendim bana bir tövbe ettirsene!” İslam’ın mânâsında öyle şey yok. Şahıs, şahısa tövbe ettirmez. O sair edyanda[6] olur.

Bizde Allah ile kulun arasına kimse girmez. Daha o kadar naziktir ki Allah, en nazik Allah’tır. Bir gün kötülüğünü yüzüne vurdu mu? Senin kötülüğünden O utanır. Anlatabildim mi acaba? Onda nazın vardır. O kadar naziktir. En nazik Allah! O’ndan sonra Hazreti Muhammed. Çok nazik. Birisinin bir çirkinliği söylendiği vakitte, önlemek için böyle buyururlardı: “Onu ben çok severim.” Ağzında kalır lakırdı. Ze’m[7] ediyor değil mi ya? “Onu ben çok severim.” Biz açarız daha altından ne çıkacak diye... “Hadi bakalım, var mı bir şey? Ee söyle bakalım!”

Bir gün olmuştur, kendi meclislerinde. Mescid-i Saadet de bir köylü geldi; dinlerken dinlerken, kalktı, köşeye abdest bozuyor. Hazret-i Faruk da orada, rengi döndü: “Bu ne edepsizlik, ne cür’et, ne biçim şey!”  Böyle omuzu gerip de arkaya bakıp bir şey söyleyeceğini anlayınca ter döktü Peygamber.

“Yapmayın, beni çok fazla mahcup etmeyin, sizin gibi çirkin olduğunu bilseydi, yapar mıydı? Görmemezliğe gelin, günün birinde sizden daha nazik, sizden daha zarif, sizden daha nazif olabilir.”

Anlatabiliyor muyum? Onlar ayrı iş. Ara yere adam koymaz. Geziyor işte, hani oradan ayrıldık ya, vücut. Kendisindeki eman. Yaptı bir kötülük, bir fenalık yaptı. “Ben, dedi. İnsanım. Ruh-u menfûh ile tekrim edilmişim. Kerremna tacı giydirilmişim. Kudret benim çadırımda gizli bir cevher koymuştur. Bunu sen saklayacaksın, demiştir. Bana bu kadar kıymet verdiği hâlde ben bu fenalığı yaptım ha!”

Nefis de var ya o insan da muazzam bir şey. “Yine yap!” diyor. O nefis “yine yap!” demezden evvel tövbe ettin, onun faydası yok. Şimdi şey edeyim ben,  nefis bunu yap, diyor. O öyle bir iblistir. Yedi başlı ejderhadır, insanın iklim-i vücudunda çöreklenmiştir. Bir başı hırstır, bir başı hasettir, bir başı buğzdur, bir başı şehvettir. Ne mevcûdât para eder, ne atom para eder, hiçbir şey, hiç. Övmek, ovuşmak. Onun müessiri yok mu?  Var. Şimdi söyler misin? Hayır! Hepsi birden olmaz.  O ayrı.  Onun ilacı var. Hangi hastanede yatacak o. Hangi doktorun tedavisine girecek ve ne gibi reçeteler kullanılacak, en müessir ilacı nedir, en tesirli illeti nedir? Hepsi var. Kudret hiç birisini meçhul bırakmamış. Hepsi mevcuttur. “Yine yap!”

İnsan o kadar hürriyete aittir ki, bak beni dinlerken bir yandan konuşuyorsun, bir yandan dinliyorsun, bir tarafa gidiyorsun, tekrar topluyorsun, kaç vücudun var? Âlem-i küll. Nüsha-ı kübra. Şaşılacak şey. İçeride kavga başladı. İnsaf hakem oldu, akıl orta yere geldi, ruh lazım oldu. Nihayet Allah’ın hakkı için yap beni.  Kendimden utanıyorum, dedi. Zaten dedik ya eski konuşmalarda:

Kendinden utanmayan kimseden utanmaz. Başkasında utanmayı arama. İlk önce kendin kendinden utanıyor musun? Yol aldın. Kendi kendisinden utanan bir camianın sahibi Hak’tır. Düşmenin imkânı yoktur.

Büyük Peygamber öyle der: “Hangi kavim de hangi camiada, hangi insanda hayâ kalkarsa muhakkak Kudret’in ağır bir darbesine vurulmuştur, sürüm sürüm sürünecektir.” İmkân yok. Ne ilim kurtarır, ne irfan kurtarır, hiçbir şey kurtarmaz. Hiçbirisi kurtarmaz. Hayâ kaybolduktan sonra zillete mahkûm olur.   Anlatabildik mi acaba? Durmaz! Çünkü hayâ gittikten sonra merhamet gider. Durmaz ki. Buracıkta ben durmam, der. Merhamet gittikten sonra muhabbet gider. Oturmazlar. İstiskal[8] kabul etmez onların hiçbirisi. Hayâ da bir korku ile kaimdir. Onun için öyle demişlerdir.

Ne irfandır veren ahlâka ulviyet ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdân'ın

Ne irfanın tesiri kalır katiyen ne vicdanın.

Süs halinde kalır o. “Sen benim vicdanıma bırak!” Var mı bakalım? “O işi benim irfanıma terk et!” Ne güzel şey o (!)

Sultan Ahmet meydanına beş bin senelik Bizans’ın serveti yığıldı. Sultan Ahmet mabedi kadar... Devre açıyor bir kavmi kapıyor, diğer bir kavme başlangıç yapıyor. Kendisini bütün dünyaya yaptırıyor. Karadan gemi yürütüyor. Akıl almaz ki bu. O zaferle de sarhoş olmuyor. Mesele burada işte.

Kadının evde şıp şıp terlikle gezişi ile topuklu terlikle, iskarpinle gezişi arasında fark olur. Böyledir bu. Eski bir elbiseyle yürüyüşünle yeni giydiğin kendine sevdirttiğin bir elbiseyle yürüyüşün arasında bir eda da fark vardır. Daima işin sonunu iyiye getirmek. Lazım olan o.

Sarhoş olmuyor, zafer. Gaflet şarabıdır o. O şarap, bizim bildiğimiz meyhane şarabına benzemez. Meyhane şarabı adamı, yirmi dört saatte, isti’dadına göre, fıtratına göre, altı saatte, on sekiz saatte neyse ayar, ayılırsın. Fakat gaflet şarabını içtin mi “Gel!” emri geldiği vakitte ayılırsın faydası yok. Görüyor, zapt ediyor, zaferi neticelendiriyor, devreleri kapıyor, devreleri açıyor. “Ben yokum. Sen varsın!” diye alnını secdeye koyuyor. Anlatabildim mi? Mühim nokta bu. O şecaatin, o imanın, semeresi olan marifet-i nefisten marifetullaha atlıyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Bizim böyle tarihimiz zengin. Çok. Türk daima kendine bir otağ bulur. Anlatabildim mi, otağsız yaşamamış. Daima hür, serbest ne hâle gelirse gelsin bir otağ bulur. Otağsız yaşamamış.

Buraya nereden girdim? (bilmekten...) Teşekkür ederim. Şu cümleyi de söylemiştim değil mi kelimeyi bulup bilirim, fakat üzerinden şöyle bir geçerim. Çünkü Kudret hikmeti ile eğer daha üzerinde durursak, işler paydos olur, ondan sonra Fatih’i misal getiriyordum, bu kadar zaferi yapmış, değil mi?

Bu bilmenin, bulmasının, olmasının zevkini tatmaklık içün; Ak Şemseddin, ahlakçı bir adam. Kendisine büyük faydası olan bir zât, daha doğrusu onun daire-i terbiyesinde. “Bana bu kısmı da aç!"  dediği vakitte. “Hayır. Sen tarihen bu millet için lazım bir adamsın, ben sana o zevki verirsem sen işten çekilirsin.” dedi. Anlatabildim mi acaba? “Ben sana o zevki verdim mi o zevki sen tattığın gün, içtiğin gün, ben ne padişahlık isterim, ne hükümdarlık isterim, ne inkılabın en büyük adamı olmak isterim, diye ben didar-ı cemal-i rahmaniden müstağrak oldum, bu akıl gayeye vasıl oldum, der çekilirsin.  Dünya işi gelir, lazım işte sende, dedi. Bu zevki sonunda sen bizden alırsın. Hizmet et!” Bir şey anlatabiliyoruz değil mi?

Haa, bilme de üç kısım dedik. İlme’l-yakîn bilmek, onu hepimiz biliriz. Hiç şüphe yok. Buna ilme'l- yakîn bilme denir. Bir gün “gel!” emri tecelli edeceği zamanda, perde-i gaflet açılır. Hazreti mevt ile karşı karşıya geliriz, görürüz onu, o vakit de biliriz. Ona ayne’l-yakîn bilme denir. Onu tadarız, inşallah biz iyi şekilde tadarız. Hiç düşündünüz mü bunu? Bir ana bağlı bütün hayatın gayesi, bütün ebediyet, nâmütenâhi bir anda ki vaziyete bağlı. Bir an işte. Tarfetü’l-ayn.[9] Karar çıkacak bir anda. O ana bağlı. O vakit hakka’l-yakîn.

Daha bir misal daha vereyim. O gelir, dünyanın bir tarafında Amerika denilen bir saha var. Bunu biz biliriz. Kendi varlığına bu mucibince ne kadar imanın varsa Amerika diye bir yer var. Bunu nasıl biliriz biz, ilme'l-yakîn biliyoruz. Gitmeyenler, kendim için söylüyorum. İcap eder binersin bir vasıtaya, görürsün Amerika kıtasını, yine Amerika var dersin. Hiç görmeden de var dedin, gördükten sonra da var dedin. Bu bilgin nasıldır? Ayne’l-yakîn. Çıkarsın, otelinde oturursun, insanları ile temas edersin, yersin, içersin, yatarsın, yine Amerika var dersin. Bu da hakka’l-yakîn bilgidir. Anlatabildik mi acaba? Şimdi bilinecek nedir? Biz “Bil” dedik ya, neyi bileceğiz?  Mesele burada. İlk önce kendisini bilecek. İlk önce.

(Fısıltı var ara yerde benim mevzûu kaybediyor.)

İlk önce kendisini bilecek. E biliyoruz ya işte! Aynaya baktım, şu şekilde bu şekilde. Öyle değil, öyle değil! Kendileri öyle nazik bir kelime ile ifade edilmiştir ki, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi tarafından:

 من عرف نفسه فقد عرف ربّه    diyor.   عرف   kelimesi ile ilim kelimesi, ilimle ifade bulunmamışlardır. İfade etmemişlerdir. Büyük fark vardır. Evet ben, size şimdi onu uzun boylu anlatamayacağım. En mühim nokta bu. İlim kelimesi ile söylemiyor.  İrfan ile ilim arasında çooook büyük şey vardır. Biz onu anlatırken ilim kelimesi ile anlatıyoruz. Öyle demiyor. Kudret müsaade ederse zaman zaman, gelir sırası anlatırım.

Kendi nefsini bilecek o. Kendi nefsini bilirse, ondan evvel Allah’ı bildiğine işaret vardır. Bugün bir mânâ üzerinde ahlakı konuşuyorum. Sebebine gelirse her vakit söylediğim gibi, beşer şu hayatta artık huzursuzluğa, medeniyet iflas etti. Açıkça söylemeli.

Medeniyet iflas etti. Beşerin ah sesini dindiremiyor. Kafalar, zeki kafalar, kıvırcık kafalar, büyük büyük iktisatçılar, muazzam muazzam terbiye tezgâhları, inzibat teşkilatı, çalışıyor çabalıyor.  Efendim ne bileyim, büyük büyük teşkilatlar, beşere kırık kalbine merhem bulamıyor. Yok, iflas muhakkak. Üç günlük hayatta insan ah sesini dindiremeden gidiyor. Ve dindiremeyecek de.  Ta ki rücû etmedikçe. 

Biraz tenekecilikte ilerledi. Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde cevher-i akıl denilen ki sorsak beyefendi gösterebilir misin sen o aklı bana. Kabil-i vezin midir? Rengi nedir? Tartılır mı, eczanede mi satılır? Nerede bulur? Yine onun bir şeyi vardır. Bir yeri vardır. Ariyet bir nimettir verilmiştir. Onunla biraz bir şeyler yaptı madde sahasında, Kudret ile azamet yarışına çıktı, Kudret musluğu kıstı. “Al bakalım, buyrun! Saha sizin. Verin insanlık âlemine huzur!”

Hakiki demokrasiyi senin, sen koymuşundur dünyaya, bilmedin de âleme verirsin. Akl-ı hazıra mal etmeye çalışırsın. Büyük Kitap “Hukuk-u ibad” diye bağırır. İnsan hakları, işte demokrasi. Reyine muvafık[10] hiçbir rey bulunmayan bir Zât-ı Âliye “veşâvirhûm fî’l-emr” der. “İnsanlarla müşavere et, öyle yap.” der. İşte demokrasi. Yaa Ne kadar zengin mallarımızı biz âleme  verdik. Hakiki olanlar, senin hepsi senin. Dünyada iyilik ne varsa hepsi senindir. Neyse bize lazım olan orası değil. Şimdi faydası yok. Medeniyet iflas etmiş. Beşere bir şey veremiyor. Felah kapısını bocalıyor, çalışıyor evet bir şey olsun diyor ama  yok. Kendi kendine olmaz ki.

Bir kimse kendi zaafını, aczini, şu yaratırım sevdasından vazgeçsin, elini cebine koyup da gerilmesin, semayı deler gibi bakmasın,  yeri ezer gibi basmasın, beyninin  kenarında baş parmağını koyup da şöyle etrafına karşı edalanmasın. Fayda yok bunlarda bir şey. Yer, adamı yer!

Dünyada hangi sath-ı âli vardır ki yere düşmemiş. Onun için Nemrut olmaktansa İbrahim ol. Firavun olmaktansa Musa ol. Şedid, Şeddat olmaktansa Nuh ol. Bunların hepsi bu sahnede geldi gitti. Kimse  yok! Bu varlığın abes olmadığını ve mensi mühmel de bırakılmayacağını, netice itibariyle bir cephesi çok kavî gözüküp fakat bir cephesinde hiçbir şey bulunmadığını idrak ettiği dakikadan itibaren, Allah’a karşı ihtiyacını ilan etmiş olur. Ağzı ile olmayacak bunlar. Bunları yapanlar vardır. Hâl’en. O vakit: “Beni bana bırakma!” der. Malın asıl sahibi de O’dur. Gelir sende, seni tasarruf etmeye başlar. İşin şekli değişir. İnsanlık âlemi bundan uzaklaştı şimdi. Acaba anlatabiliyor muyum? Buna nasıl dönebilir? Nefsinin zaafını bildiği vakitte Hakk’a karşı olan ihtiyaç aşikâr olur. İşte  من عرف نفسه فقد عرف ربّه.   ’nin mânâsı bu. İkinci bir mânâsını da söyleyeyim size. Ufak bir cümleye ne kadar geniş mânâlar gizlenmiş.

Biz nefsimizin evsafından[11]  gönüllerimizden, bir şeyi yapar da onu bunu tenkit edersek, kızar mıyız kızmaz mıyız? Şunu yaptın, meydana getirdin, birisi tenkit ediyor, beğenmiyor. Kızar mısın kızmaz mısın? Kızarsın. Sen ki bütün noksanı ile kendi ef’âlinden bir şey yapıldığı vakitte birisi tenkit eder beğenmez de kızarsın da ya bütün kemalatı ile tecelli eden Allah’ın ef’âline ne diye canın sıkılır? Bir şey anlatabiliyor muyum? Senin hakkındaki kâzâsına niçün haddizatında kaşlarını çatarsın? Bildin mi bunlar kalkar. 

من عرف نفسه فقد عرف ربّه.   Orta yerden kalkar. Bunlar kalkınca ne olur?

Ünsiyet olur. Enisi, munisi, yârı, nigârı Hak olur. O vakit Hakk’sız hiçbir zerre olmadığını, her zerrede Hakk’ın vücudunun varlığına,  gönlünde bir zevk hâsıl olur. Yekvücut olarak yaşar insanlar. Ben seni hak tanırım, ağzınla değil, bugünkü câlî iltifatlarla değil, böyle samimi bir eda ile aşk derecesinde bir muhabbet ile o vakit sana yalan söyleyebilir miyim? Sana fenalıkta bulunabilir miyim? Hak tanıyorum artık. Sende bende ki sıfatların tecellisi olursa sende beni hak tanırsan, sende bana yapamazsın. İşte huzur meydana gelir. Başka türlü olmaz.

Menfaat hâkim, fazilet atılmış. Tecrübeleri de orta yerde olduğu hâlde yine beşeriyet göremiyor. Görüyoruz, ihtirasat-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılıyor. Öyle değil mi?

İhtirasat-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılıyor. Sonra Kudret kendisine ait o kadar açık burhan getirmiştir ki, cemâd denilen şu kalıp da şu nasukiyette[12] ruh denilen bir mânâ va’z etmiş.  O mânâ müdebbir[13] olmuş, muarrif olmuş, bütün işleri gördürüyor ve de gitmiyor. Çekildiği vakitte de kimse yanında durmuyor. Âşıktır, maşuktur, aman ölüyordun, kalıyordun, şöyleydi böyle... Versene tarifini hiç bir şeysini eksilmedi onun.  Muarrifi, müdebbiri gitti. Bu heykel-i insaniyeye bir mânâ koymuş. Nâtukâ[14]  ve göremiyorsun. Sen onu bırak göremediğini, bugün bâkılayı[15] bile anlatamazsın. Vermez. Kimisi bâkâl için derki, intiba iledir, kimisi şua’ın zuhuru iledir. Şanları öyle. Koklamak. İhtilaflı ihtilaflı, daha elinde olan koklamanın ne olduğunu anlatamayan beşer, semayı deler gibi nazar eder. Karşısındakini de inlettirir. Değil mi?

O kadar kendisine ait ders vermiştir ki Hudâ, o kadar. İşte bu nasûk. Ruh denilen bir mânâyı taalluk ettirtmiş. Göremediği hâlde her tarafını muhittir. Ne kadar bocalayıcı işler. Ondan sonra ehh... “Ruh senin cesedinin muarrifi müdebbiri olduğu hâlde, Ben bütün kâinatın muarrifiyim. Sen kendini nasıl böyle her tarafını ihata ettiğin hâlde, o mânânı göremiyorsan, Bende kâinata ihata ettim ama sana göstermem ki!” Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Nasıl ruh alakasını kestikten sonra ecelde var sonu da var. Mükevvenat[16]taki sahib-i hakikide o da öyle.

Gelelim yaptığımız tarifler üzerinde tekrar tarifleri yapmaya. Mevzû tarif ederken buraya kadar uzandık.

Vazifeden doğan ahlak dedik, aşktan doğan ahlak dedik. Vazifeden doğan ahlaka anne olarak akıl olduğunu söyledik. Akıl tarifini yaptık. Aşk tarifini yaparken biraz daha onun üzerinde duralım. Eski konuşmalarımda bulunan arkadaşlar bilirler fakat yeni gördüğüm arkadaşlar olması dolayısı ile tekrar ediyorum.

Aşkın lügat mânâsında bile ışk vardır. Kelime asıl doğru telaffuzu ışktır. Fakat örfte aşk konuşulduğundan dolayı öyle konuşuyoruz. Kelimenin aslı ışk. Sarmaşık otu mânâsına gelir lügatta. Bu ot hangi ağaca sarılırsa o ağacı kurutur. Aşk da hangi insana sarılırsa onun benliğini kurutur. Hani iklim-i vücudunda çöreklenmiş bir ejderha var, dedim ya. Harici misalle, o başlar filan, ilacın birini söylüyorum. Anladın mı? Böyle çıtır çıtır, çıtır çıtır kurur. Benlikten eser kalmaz. Benlikten eser kalmayınca:

Olmasa kibr ile riya
Sensin ol beyt-i Kibriya.

Anlatabildik mi acaba? Bu hâl tecelli eder. Olmasa kibr ile riya. Riya ne demek? Olduğu gibi görünmemek demektir. Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol.  Riya insanı olduğu gibi göstermez. Ve olunduğu gibi oldurtmaz. En fena şey.

Olmasa kibr ile riya
Sensin ol beyt-i Kibriya

Lügaten mânâsı böyle olduğu gibi, manen mânâsı da aşk Allah’ın ismidir. Anlatabildim mi acaba? O ismin tam tecellisi kimde zahir olursa ne talib-i zillet olur ve ne talib-i izzet olur. İnsanlar bunlardan soyunabilirse... Bunları ben konuşuyorum amma konuşması kolay, tatbikatı çok zordur. Tatmayınca olmaz!

Bazı insanların kıssalarını işitirsiniz. Mânâ ilmine intisap etmiş, şöyle yapmış böyle yapmış. Bu maddeyi atarken ona büyük bir şey verilmezse onu atabilir mi adam? Olamazsak da yolunda bulunmanın, üzenmenin de büyük bir nimet olduğunu idrak etmemiz icap eder. Tabi bu söylediğim şey mevzûun şu kısmı, birinci sınıfa ait olan yerdir. Evvela canan sonra can, diye yaşamayı zevk edinmiş olan kimseler.

Evvela canan sonra can. Aşktan doğan ahlak.

Bizim dedelerimiz böyle yaşamış tarihen. Ekmek gitmemiş harbe gitmiş. Ben sekiz saat harp edeceğim, dememiş. Saat yok, aşkta saat olmaz ki. Onun içün yok. Çünkü bizim kanımızda Allah hususi bu hâli vermiş. Çok zorluk çekmeden biz bu hâli giyinebiliriz. Bu var! Vazifeden doğan ahlakla muhazzab[17] olan insanlar, evet, saat gibidir. “Sekiz de başladım, on iki de bitirdim. Bir de başladım.” İşte aşktan doğan ahlak olanda saat yoktur. Saati yok onun. Ve biz bunu tarihen göstermişizdir. Cepheye gider, ekmeği yetişmez, Allah der doyar. Ayakkabısı yetişmez, nasırından çarık yapar. “Arkamdan vurulursam imansız giderim!” der. Arkadan kuvvet biraz geç kalır; sekiz saat, on sekiz saat, yirmi dört saat, üç gün, beş gün, yine dövüşür, vazifeli orada. Aşktan doğandan onlar hâsıl olmuş. Onun içün bizim tarihimiz hususi bir vaziyete sahip. Bu safveti[18] kaybetmemeli. Bunun üzerinde durmalıyız, en büyük servetimiz budur. Bu da elimizden gitmesin. Ya, en büyük servetimiz bu. Bunu kaptırmamalıyız.

Bizim mânâmız, mazimizdeki varlığımız hakkında birisi aleyhte konuşmaya başladı mı “Dur, de. Senden şüphelendim. Senin şecereni yoklayacağım ben. Ben senden şüphelendim!” dersin. Cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı, zulmü gördüğü yere adli va’z eden, va’z eden dedenin aleyhinde birisi konuşmaya başladı mı “Dur, bir seni biraz tetkik edeyim seni!” de. Karıştırdın mı muhakkak senin kanından çıkmaz.

Kasamızı kilitledik, kapımızı kilitledik, hırsız girmesin diyerekten fakat kalbimize bir şey yapamadık. Mânâmızın çoğu çalınmıştır. Yalvar Allah’a versin. Kapıyı kilitledik, kapıyı kilitledik amma mânâ, mânâ çalındı. Böyle değildik biz. Böyle değildik! On nüfuslu bir ailede onunun da fikri ayrı. Yükselmenin imkânı yok kardeşim. Yükselemezsin. Lafla yükselinmez. Ortaya bir şey koymak lazım. On tane nüfus, onunun da kafası ayrı işliyor. Kudret’in vergisi birliktedir. Ayrıldın mı vermez. Âdeti öyle. Ayrıldın mı zalim olursun.

[19] وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا   “Zalim, bir işi yapmaklık içün hakikaten niyet etse ve iyi yapmaklık içün de çalışsa Ben hüsrandan başka bir şey eline vermem. Hüsrandan başka bir şey vermem.”

وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَار .  Sonra taklit daima afete götürür. Her şey taklit edilmez. İyilik taklit edilir. Cahil bir camia, sahte mütemeddi[20] bir camiayı taklide kalkıştığı gün, ilk önce sefahatini ve rezaletini alır. Lazım olanı alıncaya kadar kendi mahvolur, geçer gider. Kaide-i külliye bu. Tarihen böyledir bu. Sonra sen üredi türedi bir camia değilsin ki, senin kendi varlığında muazzam zenginlik var. Aç tarihini bak. Nasıl düştün, nasıl kalktın. Kaçıncı düşüşün, kaçıncı kalkışın, hepsini birer birer kalkış tarzına bak. Birleşeceksin ama. Gönül birleşecek, kalp birleşecek. Bir vücut da müteaddit vücutta bir ruh olaraktan yaşayacak. Daha evlerde birleşme yok. On tane nüfus, beş tane nüfus, her birisinin her kafası ayrı. Heyyt,  diyor yürüyor. Heyyt, diyor yürüyor. Öyle değil mi ya? İlk önce evlere sevgiyi koymaya çalışır ahlaka kavuşmak isteyenler. Evlere sevgiyi. Aile teşkilatından başlayacak o iş. Kendi ehlibeytine karşı muhabbeti olmayanın millete karşı muhabbeti olmaz. Olmaz öyle, yok öyle bir kaide yok!

Büyük küçük mânâ farkları bilinecek. On sekiz yaş kişiyi reşit kılar, der kanun. Ee reşit kıldı, evine isyan et, dedi mi?  Din de, buluğ reşit kılar, der. Daha küçük yaş gösterir, on dördü, on beşi, on üçü isti’datına göre. Reşit kılar demek; evine isyan et, demek değil. Daha ziyade seni teklif altında tutar demektir. Acaba anlatabiliyor muyum? “Efendim on sekiz yaşına girmişim, sen bana ne karışıyorsun!” diyor babasına. “Sen bana ne karışıyorsun!” diyor anasına. O, o mânâya değil ki.  Ben artık reşit oldum, size daha ziyade itaat edeceğim. Ben reşit oldum seni daha ziyade sayacağım. Evveli rüşdüm yoktu. Kusuruma bakma. Biz hepsini tersine almışız. Anlatabiliyor muyum? On sekiz yaş kişiyi reşit kılar, ee ne olacak?  “Vur kır yak, isyan et!” Böyle mi? Mânâda da daha küçük gösterir, o reşit kılınmak demek, sen kendi kendine isyan etmek mânâsına değil ki o. “Efendim on sekiz yaş kişiyi reşit kılar. Sen bana karışamazsın.” Eh buyur, karışmayalım. Sürün! Süfli hayata atıl! Ama bu ferdin tekâmülü ile birleşecek.

Nefse uşak olmaktan kurtulmanın çaresi. Nefse uşak olmaktan kurtulmanın çaresi. Sonra belaya sabretmenin zevki. Olur mu? Olur. Şeyi bile var, eski bizim musikimizde ama beğenmeyiz biz şimdi. İnsan şaşırıyor da hani, ne konuşacağını da şaşırıyor biliyor musun? Mesela bazı adam çıkıyor diyor ki: “Efendim, bırak şu dedenin musikisini, diyor.  Bu şey, insanı bir şey eder.” Müdafaa ederken birisi çıkıyor. “Senin musikin recebim değil” diyor. Ee ne diyeceksin şimdi onlara. “Recebim, sarı lira vereceğim.” Benim musikim değil kardeşim. Bunun ikisinin ortasında insan şaşırıyor. Öbür taraf da diğer musiki beğeniyor. O musiki. Musiki, musikidir. Onun beğenilecek, beğenilmeyecek şekli yoktur.

Musiki bütün ilimlerin üstünde bir ilim. Her ilimde res[21] nihayet bulunur fakat musikide bulunmaz. Öyle zor bir şeydir o, kolay iş değil o. Herkesin bildiği gibi bir şey değil. Çünkü neden o? Kitab-ı İzzenin[22] eşya da gizlenmesi, nâmütenâhiye gider o. Evet, Garbın musikisini beğendin mi? Kendininkini kötüledin mi? Onun lisanını bileceksin. Ondan sonra onun edebiyatını bileceksin. Onun içtimaiyatını bileceksin, onun felsefesini bileceksin, ondan sonra ben senin anladığına kani olacağım. Sen daha ekmek peynir istemesini o lisanla bilmeden, demek ki süs halinde söylüyorsun. Beri tarafta da mahsustan getirilen, o da benim musikim değil. Benim musikimdeki şeyler öyle değil ki. Recebim filan, değil. Mesela bir tanesini söyleyeyim. İnsanı, derhal insana en sıkıntılı zamanındayken atar böyle, güzel bir eda ile söyleyecek olursa.

Mihneti zevk etmedir âlemde hüner, yeter değil mi ya.
Mihneti zevk etmedir âlemde hüner.
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider
Gelir elbette ne ise hükm ü kader.

İsyandayken, tuğyandayken, iyi bir sâmiâya[23] malik, güzel bir edayla vurulunca, rappadaak durursun. Taklit iyi bir şey değil. Birleşeceğiz, kalplerimiz birleşecek. Birbirimizi seveceğiz. Ben size, buna bir de dini misal vereyim, daha hoşunuza gitsin.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi dedi ki: “İman etmedikçe!” Ne demek iman etmedikçe? Burada bunun tarifi var.

Benim gelme de gitme de ihtiyârım yok. Bir vücudum yoktu, bugün vücut buldum. İsmim, resmim, cismim yok iken, kendim kendimi bilmezken, muhitim beni tanımazken, hiçbir defterde kaydım bulunmazken, ben ilm-i ilahide olmuşum. Âlem-i gaybe sevk edilmişim. Buruc-u isna aşerde seyrimi yapmışım. Kevâkib âlemini gezmişim. Semâvât âleminde turlar devretmişim, nihayet anasır âlemine gelmişim. Mahall-i tekvin olan rahm-i maderde... (Rahm-i mader, bak ne ince, ne ince tabirler var. Merhametten oluyor işte, nasıl annene karşı gelirsin? Rahm-ı mader, merhamet mahalli.) Tekevvün etmişim, nihayet konuşma hakkını almışım. İnsan hakkı diye sende bir hak vardır, diyerekten Kudret tarafından bir imtiyaz almışım. Binaenaleyh, ben ebediyete inandım, bir gün bir yerde bir hesap vereceğim. Anlatabiliyor muyum acaba?

Ben bir hesap vereceğim. Bana dört sual sorulacak. Ömrünü nasıl geçirdin? Sayılı dakikan nasıl gitti? Nereden kazandın, nasıl yedin, kimi kaldırdın? Ben bunların hesabını vereceğim. Bunun adına iman denir. Anlatabildik mi acaba?  

Sözle değil o. Bunu tatbikatı ile. Böyle inanacak. Bu inanmasının neticesinde de kendisi huzur bulacak. Yükünü ona yükleyecek. Başka türlü hayatta huzur olmaz. Sen taşırsan kendin, zaten Allah diyor ki: “Ya Ben, seni insan yaptım, diyor. Yük taşıyasın diye göndermedim ki!” Hani belaya zevk alın, diyorum ya. Belayı kendi taşırsa adam zevk alır mı hiç. Belayı kendi taşırsa zevk alır mı hiç. “Ben sana bir iman verdim, diyor. Yüklesene yükü oraya, sen elini kolunu salla yürü gez serbest serbest. Ben seni kendime ellik yaptım. Yükle onu.” Yükleyemiyor işte onu oraya. O yok da ondan yükleyemiyor. Belayı zevk edinmenin maksadı o. Çünkü belanın akabinde büyük bir hil’at vardır. Ona gizlemiştir.

İnsan kendinde ki cevheri bilmez. İblis de bilmedi onu. İblis Âdem’e isyan eder miydi? O çamurun içerisinde Allah bir cevher saklamıştı. Senin de çamurunun içerisinde bir cevher var. O cevheri görmeyen iblisler haddizatında sana isyan ederler. İblis-sıfat olanlar Hakperest olanlara karşı isyan eder. Kestirmesi bu. İblis-sıfat oldu mu Hakperest olana karşı, nasıl ki iblis, çünkü göremiyor, çamurun içerisindeki şeyi. Kesafetin içerisine bir şey gizlemiş Hudâ. Kaldır aç da kendin de kabul et.  Huzurla yaşamanın çaresine bak. Ne ile açılır o?

Muhabbetle açılır. Sevgi ile açılır. Anahtarı muhabbet. Muhabbette insana bir “ah” gelir, ah. Öyle diyor Mevlana. “Yahu, diyor.  Gece yarısı sende bir ah anahtarı yok mu hazine açılsın? Hayatında bir ah anahtarı bulamadın mı?” Ama bizde ah deriz ama bizim ah başka.

Hani eskiden büyükler söylerlerdi, biliyor musun? Ah deme, ah deme! O neden derler biliyor musun? Birinci sınıf insana ait. Avamın ağzında, şeysinde, indinde, lisanında. Lisan-ı avamda Hakk’ın ismi, Allah’tır.  Sadıkînde Eyvah’dır. Aşıkînde Ah’tır. Pek söylemedimdi bunu. Az söylediğim şey. Ah demek, ver Ya Rabbi, belamı ver. Onun içün sen tahammül edemezsin diyerekten, söyleme derler. Fuzûlî bunları bildiği için: “Bin belaya müptela kıl beni” der.

Bin belaya müptela kıl beni.

Belaya talip olmayan, velâya sahip olamaz. Belaya ragıp olacaksın ki, velâ gele. Velâ ne?  Dostluk işte. Hak ile ünsiyeti olan. Neden öyle? Neden yok! Uşak efendiden sual soramaz. Asker olursun, “Yat yere!” der. Çamur vardır burada,  diken vardır, şurada çamur var, diyemezsin. Hep Kudret ondan ders kaçırttırıyor. “Kendi cinsinden, kendi sıfatından, kendi şeklinden bir insanı, kumandan yaptın. Yat, dedi. Çamur demedin, diken demedin yattın. Ben Allah’tım, niye, kafanı başını yere koymadın!” der. Niye sual sorarsın benden?

Ehl-i kil,[24] ehl-i dîl’in hâlinden haberdar değildir. Toprak ehli gönül ehlinden ne haberi olacak. Nerede bulacaksın o muhabbeti? Anlatabildik mi acaba? Surette kalan can cevherinden ne haberi olacak. Hep biz bunlardan haberdardık. Severdik birbirimizi. Şimdi sevmiyoruz. Birbirimizi sevmedikçe işte netice yok.

Cümleyi atladım siz söylemediniz bana. Ben yine hatırlatayım da söyleyeyim. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, dedim.  Bir gün dostlarına dedi ki:  

“İman etmedikçe daru’s-selama giremezsiniz, dünya da da şeyde de.”

Efendim, birçok adamlar var, dünyada işte muntazam bir vaziyette yaşıyorlar. Yaşıyorlar mı? Yaşamak o değil efendim. Yaşamak gönül dolgunluğuna denir. O hırs, elemle emel arasında yuvarlanıyor, o değil o. Hayat, elemle emel arasında çırpınmak ve o çırpınmanın arasında sefa sürmek değil. Onu yaşamak olaraktan kabul etmiyor ahlak. O yaşamak değil o. Altında bir teneke olacak. Rengine uygun elbisesi olacak. O tenekeden o tenekeye atlayacak. Şaşaası o filan, onlar değil ya. Onun sonra firakı daha acip olur. Çok acip olur. “Gel!” dedikleri vakitte, senelerden beri ihtirası ile yapmış olduğu bütün varidat birdenbire “ben bunlardan, ben bunlardan...” bir şeyde göremiyor. Ötekine Allah kendini gösterir. Veyahut Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi “Korkma, bana geliyorsun.” der. Beriki bütün mahrumiyet içerisinde: “Gidiyor bunlar hepsi haa gidiyor!” O, ne kadar acı bir şey o, bilir misin o dakikayı yaşamak? Ondan sonra acip bir şekilde de:

 [25]. اِلٰى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍۨ الْمَسَاقُۜ۟  وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِۙ  “Şunun ayaklarına kelepçe vurun da Bana yürümeyen ayaklar yürüsün bakalım!” Ağır şeylerdir onlar. Bunların hepsini biz bileceğiz. Fakat biz inandık, inşallah böyle hitaplara mazhar olmayız. Öyle diyor, Kendisi:

[26] وَق۪يلَ مَنْ۔ رَاقٍۙ  كَلَّٓا اِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَۙ Şuraya geldiği vakitte (diyor) şuraya.”

İkinci hayata gidenlerin yanında bulunanlar, bu işi daha iyi anlarlar. Benim bir dostum vardı. İnşallah akıbeti hayır olmuştur, başka. Münkirdi. Biraz üzerinde işledim. Ömrü vefa etmedi, belki etseydi bir şey olurdu. İşlemek üzereyken şöyle. İkinci hayata, asıl doğuma yani ya. Öyle de acip oluyor ki, perde açıldı. Hâli gelince başını yastığının arasına sokmaya başladı, kaçıyor. Başını yastığın arasına sokuyor böyle... Nihayet biraz daha perde açıldı, o elle çevrilmeyen kafa, külçe halinde olan o kafa, süratle böyle bir bakıyor böyle, ondan sonra bakıyor beni çağırıyor. Yanına gidiyorum, ağzını açıyor, öbür kapıyı çeviriyorlar. Sümme bir yana gitmeyecek. Hükümet-i Esrar-ı Süphâni meydana çıkar mı hiç? Üç beş sefer bööyle… Ben biliyorum ki dediklerim tamamıyla tahakkuk etti ama ne yapayım. Ne yapayım ööyle! İlk önce bir yastığın arasına soktu, istemiyor. Hani var mı? Ondan sonra bir bak kumandası verilir. Baktı böyle... Adım adım takip ediyor böyle. Gözüm göreceğini gördüm. Göz görür mü? Göz görüyor. Öyle, adım adım, nokta nokta, ondan sonra süratle dönüyor böyle, eliyle böyle yapıyor, böyle yaparken yine  kapıyor rap. Çeviriyor bak. Söyleyemeyecek! Eee, şimdi hâl böyle olduğu halde, değer mi ya!?

Can yakmak, ah almak, birikmiş ahların vebalinden kambur olmak. Bu vücudun kambur oluşunda ehemmiyet yoktur. Bir de manevi vücudu insanın kambur olur, biliyor musunuz? Birikmiş ahlardan manevi vücutta bir kamburluk olur.

“İman etmedikçe, dedi. Daru's-selama kapı açılmaz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” Acaba hangimiz mü’miniz. Anlatabildik mi acaba? Birbirinizi sevmedikçe...

Birbirini sevmeyenin
Kendi özün bilmeyenin
Âdem’e baş eğmeyenin
İsmini şeytan okuruz. Demişler.

Birbirini sevmeyenin, kendi özün bilmeyenin… İvazsız, garazsız sevecek ha. Hiçbir ivaz garaz olmayacak. Rütbesi için, câhı içün, hüsn-ü anı içün, şusu içün, busu içün, hiçbir şey yok.  İvazsız garazsız. 

 [27]وَرَجُلانِ تَحَابَّا في اللَّه . اجتَمَعا عَلَيهِ . وتَفَرَّقَا عَلَيهِ  

“Yedi sınıf insanı, gölgesi olmayan günde Ben gölgelendireceğim.” diyor Allah. “Ben gölgelendireceğim.”

 سَبْعَةٌ يُظِلُّهُمُ اللَّهُ في ظِلِّهِ يَوْمَ لا ظِلَّ إلاَّ ظِلُّهُ .

“Yedi sınıf halkı, gölgesi olmayan günde, Ben kendi gölgemle...”

Hak cisim mi ki? Allah’ın, Allah tecellisi. Ağası mısın!? Öyle konuştu. Senin aklına geldiği şekilde gölge değil. Gölge cisimde olur, ama O’nun kendi zâtına ait. Rahmeti, merhameti işte. Onlar hep birer remizdir. Mesela tuğba ağacı deriz. Güler, öteki adam, tuğba ağacı neymiş!? Kökü yukarıda dalları aşağıda. Bütün kâinatı kaplayacak. Evet, öyledir bütün kâinatı kaplayacak, bütün mevcûdâtı. Hazreti insan o, işte kökü bu. Dalları da bu. Bütün mevcûdât sâye-i[28]  insandadır. Anlatabildik mi acaba? Ne yapalım?

Muhabbet üzerinde duruyoruz. Evlerimizden başlayacağız, camiaya yayacağız. Vazifelenmeli insanlar. Vazifelenmeli! Neden oluyor? İnsan hakları diyoruz, öyle duruyor insan hakları. Ne insan hakları! Evladının hakkını tanımaz, evlat babanın hakkını tanımaz.  Baba, çocuğunu makam-ı iftiharla meyhaneye götürür! Bir de o var. Arkadaşlarına teşhir eder. “Bak on yaşında ama bir şişe içiyor!” der. Yaa, ben ne söylüyorum. Heheeh!  Ben ne  söylüyorum! Ne söylediğime ait şöyle bir şey ver bakayım da. On yaşında ondan sonra “iç bakalım!”  Ondan sonra der ki: “Bak on yaşında der, bir şişeyi bitirdi.” der!

Çâşne-i[29] cam û cemşide[30] de lezzet kalmadı.

Meclis-i işret bozuldu, eski ülfet kalmadı.

Bir kuru gayret hamiyet istikamettir gider.
Kisve-i rengin-i mânâ da letafet kalmadı.

Hangi yoldan doğru gitsin bilmiyor cûyendegân[31]
Cennet û fevze sırat-i istikamet kalmadı.

Ey hatib-i mimber-i himmet yazık elfâzına[32]
Hutbeler irad edersin, bak cemaat kalmadı.
 

Yaa... Bir daha okuyayım, bir daha iyi dinle. Çâşne-i  cam û cemşide'de lezzet kalmadı. Meclis-i işret bozuldu, eski ülfet kalmadı. Bu işret bizim bildiğimiz işret değil, değil mi? Muhabbet içkisi. Bir toplantı olduğu vakitte, haddizatında insani konuşmalar. Kadınlar toplanır, model veriyor diyerek. “Bak bakalım, şu şöyle filan gibi giyinmiş, bu bunu giymiş.” Bir saat, iki saat, üç saat. Ee bir gün olur canım, beş gün olup da her gün olur mu? Her gün olur mu canım! Ağla! Eskiden erkeklerde dedikodu yoktu. İiiiiğhh! İşte ona işaret ediyor.

Çâşne-i[29] cam û cemşide[30] de lezzet kalmadı.
Meclis-i işret bozuldu, eski ülfet kalmadı.

Bir kuru gayret hamiyet istikamettir gider.
Kisve-i rengin-i mânâ da letafet kalmadı.

Hangi yoldan doğru gitsin bilmiyor cûyendegân[31]
Cennet û fevze sırat-i istikamet kalmadı.

Ey hatib-i mimber-i himmet yazık elfâzına[32]
Hutbeler irad edersin, bak cemaat kalmadı.
 

[Yoruldunuz mu? (hayır, hayır)]

Diyor Hûdâ: اِلٰى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍۨ الْمَسَاقُۜ۟  وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِۙ . “Şu, bana cephe almıştı, cephe. Vurun bakalım ayaklarına bir kelepçe, gelir mi gelmez mi?”

[33] فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلّٰىۙ  “Ne doğru konuşur ne Hakk’a boyun keser. Daima işi yalanla!”

Yalan, malum ya ahlakta en fena şey. Her vakit söylüyoruz bunu. Mümkün oldukça azaltmaya çalışmak lazım. Yalan en fena şey. Yıkım oradan başlıyor zaten. Yaa! Çocuklara da alıştırmalı. Korkar bir şey yapar. Yalan söyler. Korkutma! Korkutmadan “Olmuş bu, sen bana bunun hakikatını söyle.” de. Hırpalama, daima doğru söylemeye alışsın.

Cenab-ı Abdulkadir-i Geylani,  sertac-ı iftihar zât-ı âli, mânâ üzerine doğmuş zaten, başka. Ramazan’da doğmuş, otuz gün iftar vakti olmadan memesini emmemiş annesinin. Başka bir iş. Emmiyor! Bunlar ayrı ayrı şeyler. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi de  annesi, süt annesi Hazreti Halime, “Bir kere sol mememi emdirtemedim.” der. Sağ memesini emermiş. Sol memesini verdiği vakitte; o vakit o, (Bir kelime yok ki hata ederim, neyse o) o parmağı ile o parmağı ile o parmağı ile Şeyma’yı gösterirmiş. Sütkardeşini. Yani, ona aittir o.  O parmağı ile.

On dört yaşında tahsile çıkıyor, annesinden izin istemiş. “Ben Allah için ilim öğreneceğim.” Kazanmak için ilim öğrenenlerin feyzi yoktur. Hiç kazanmayalım mı? O mânâya değil. Gaye o olmamalı,   Fer’iyatta kalmalı. Anlatabildim mi? Gaye o olmamalı. “Ben şu ilmi öğreneceğim, bundan bu kadar para kazanacağım!”  Allah yok bu işte. Hiç işi sormaz, neticesi olmaz. Ben bunu öğreneceğim, bu ilimle Hakk’ın istediklerini yapacağım. Onun arasında milyar kazan. Daha tatlı değil mi canım. Daha tatlısı var mı?

“İzin ver” demiş. Annesi “Hayhay, demiş. Babandan hisseme kırk altın kalmıştır. Elbisene dikeyim yerleştireyim, buyur git.”

Geylan'dan Bağdat’a gelecek.  O vakit, orada ki ilmin membaı var. Çok ilim var. Avrupa gönderiyor, dünyanın her tarafından adam geliyor oraya. Büyük bir yolcu kütlesi var. Onlarla beraber git, demişler. Yolda eşkıya çeviriyor. Herkesi şey etmiş, almış soymuş. Ee bu on dört yaşında, çocuk bunda bir şey olmadığını kani olmuşlar. Eşkıyanın reisi oturuyor bir yerde. Gönderdiği adam da:

—Sende bir şey var mı çocuk! demişler.

—Var, demiş.

—Ne var sende?

—Kırk altın var.

Alay ediyor demişler, geçmişler. Getirdikten sonra:

—Hepsinden aldınız mı?

—Aldık. Yalnız bir çocuk var, bizimle eğlendi.  demişler.

—Ne demiş?

—Kırk altın var, dedi.

—Getirin bakalım şunu canım.

—Sende kırk altın varmış, öyle mi?

—Evet

—Nerende?

—Kol kenarlarımda böyle etrafıma doğru dikili, demiş.

—Çıkarın bakalım, demiş. Açmışlar, dikilmiş altınlar duruyor.

—Niçün, demiş. Biz sana bir şey yapmayacaktık.

—Sizin alacağınız maden parçası, ben onu Allah ile değiş edemezdim, demiş. Ben O’nu değiş edemem. Yalan insanı Allah’tan ayırıyor, demiş. Ben ayrılamam O’ndan. Kırk altına da ayrılmam, kırk milyara da ayrılmam, kâinata da ayrılmam. Ben Allah’tan ayrılamam.

Onu hangi boya ile (Bir boya vardır insanda, bazen söz boyanır.) boyayıp söylemişse, kalbe saplanmış, başlamış ağlamaya.

—Herkesin malını yerine verin, şimdiye kadar aldıklarımızdan da bildiklerimiz varsa onları da verin de biz bu çocuğun peşinden gidelim, demişler. Bu çocuğun peşinden gitmeyince olmayacak.

Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Bunun yanında bir şey daha söyleyeyim, eski konuşmalardan söylemiştim ya.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin dostlarından, Osman İbn-i Affan değil, bir Hazreti Osman daha var. Bir dostundan yüz dinar, karz-ı Hasen[34] para almış, ödünç para. Ödemiş, fakat paranın sahibi de unutmuş. Günün birinde demiş ki:

—Sizde bizim bir yüz dinar vardı onu verin.

—Ödedim ben o parayı, demiş.

—Hayır!  

Uzatmayalım mevzûu, iş adalete aksetmiş, makam-ı kazaya. Ee yemin düşecek. “Siz o yüz dinarı…”  “Ödedim” demiş. Yemin düşecek, demişler. Ne istiyor. Yüz dinar. Pekâlâ, vereyim, demiş. Şimdi paranın ehemmiyeti yok. “Efkâr-ı umumiyede o güne kadar böyle tutunmuş bir adam yemini duydu da korktu ödedi. Demek ki bunun da ahlakı yokmuş. Aldığını inkâr etti!” Çalkalanıyor. Çok tanınmış bir şahıs. Allah Allah, diyorlar. Nasıl yapmış bu işi. Gün gelmiş, hariçte ticarette bulunan üç-beş şahıs, şehire gelince demiş:

—Haberiniz var mı ya, bu Osman ahlakı bozuk bir adam. İnkâr etmiş.

—Neyi?

—İşte filan adamdan aldığı şu parayı. Yok canım, onlar filan muhitte bizim yanımızda verdi parayı.

Gidin, demiş.  Şeye söyleyin, parayı alana. Çağırmışlar.

—Filan yerde şu şekilde konuşulurken, sana bu adam (Hazreti Osman yok orada.) parayı vermişti. Hatırlamıyor musun?

—Eyvah! Demiş, şimdi tam hatırıma geldi. Ama nasıl telafi edilir?

—Git işte, yalvar yakar filan.

Soruyorlar, diyorlar ki kendisine:

—Bu haktı, bir mesuliyet yoktu, yemin edip söyleyebilirdin. Niçün yemin ettin diyecek yoktu.

—Vallahi ben onu düşündüm, demiş. Evet, bu adi mesele. Herkesin bakış tarzı bana değişti. Ben onu da biliyordum. Ben, demiş toplu bir yere gittiğim vakitte kimse bana bakmıyor. Hatta arkasını dönenler oldu. Selam verenler azaldı. Bunların hepsinin ben olacağını biliyordum. Bu iş benimle demiş, asıl işin an yerinde düşündüm.  Benim, demiş. O meselede Allah’ı oraya davet edip şahit ikame etmektir. Ben bir yüz dinar, ben demiş ki alelâde bir insanım. Herhangi bir işte beni şahit ikame etseniz, giderim tabi ama beni görmeseydiniz, beni bu işte kullanmasaydınız diye gönlümden geçer. Ben ki böyle gönlünden geçer. Kâinatın sahibi olan Allah’ı yüz dinar için oraya getirmek benim insanlığıma yakışmaz. Başkasına karışmam. Yüz bini verdim, bu kadar da ter içinde de kaldım. Fakat Hak yardım etti. Sizin aklınızda kalmış, bu adamın da aklına geldi şimdi kurtardım kendimi.

Başlamış insanlar, o birçok insanlar, aleyhinde bulunan insanlar…

Bizim içün hepsi hoş. Yunus Emre’nin dediği gibi. Yunus Emre öyle der. Halk şairi derler amma o hem halk şairi, hem Hak şairi. Yunus Emre.

Çıktım erik dalına anda yedim üzümü.

Bilir misin nedir manası? Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü. Ne demek o? Tabi o, deli bir adam değil, haşa. Büyük büyük mânâlar var. Söyleyeyim mi? Çıktım erik dalına anda yedim üzümü. Onu öyle yarım saatte söylenmez ki o.  Ona yüz tane konferans lazım, yüz. Bidayetinden başlayacaksın, onun sülûkûnden, uğradığı devrelerden, mevrelerden, geçirmiş olduğu hâlatı birer birer anlattıktan sonra oraya geleceksin. Birdenbire söyleyince zaten anlaşılmaz. Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü. Öyle der.

Elifi okuduk ötürü
Yaratılmışı hoş gördük
Yaradandan ötürü.

Nasıl yapabilir misin? İşte bu hâl gelirse, o vakit insan olduk, demektir. Elifi okuduk ötürü, öyle diyor.

Elifi okuduk ötürü
Yaratılmışı hoş gördük
Yaradandan ötürü.

Ahlak insanı buraya kadar yükseltir. Buraya kadar yükseltir. Yunus Emre, Mevlana gibi bir adama kendisine bir tokat vurdurtmuştur, kendi kendine Mevlana. Etle kana büründüm. Yunus diye göründüm. Yunus’un sözü, onu görmüş koca adam. “Benim yaptığım bütün demiş varidatı, bir cümle içerisine koymuş.” demiş, şak bir tokat vurmuş. Onu görseydim ben bunları yazmazdım, utanırdım. Etle kana büründüm Yunus diye göründüm. O ne demek? O da uzun bir iş. Ama şey kadar değil. Çıktım erik dalına anda yedim üzümü. Onun kadar değil. O gayet basit gelir. Erik dalına çıkmış...

Mevzûda bir muhabbet ile başladık. Artık bitiriyorum. Ondan sonra yalanın mezmum olduğuna dair misaller verdik. Tenezzül etmiyorum, dedik. Ama ittiza-i[35] hâl hepimizde yer etmiştir. Azar azar hiç olmazsa atarak, o vakit Allah insana başka türlü bakar.

Bak ne olmuş mesela, on dört yaşındayken bu kadar sadakat göstermiş. Fakat netice?  Netice, Hakk’a varis olmuş azizim. Kolay iş değil ki o. Kolay iş mi? İcad ve îdam[36] kuvvetine malik olmuş. Bu ayrı bir zevktir. İcad, yani Kudret, ona müsaade etmiş: “Ol dediğine olsun, olma dediğine olmasın.” Tabi onlar da o kabiliyete göre veriyorlar. Ben sizi, bir inananlar sınıfında gördüğüm için, mesela şimdi şurada bir şeysini söyleyeyim. Ama münkir o işten anlamaz.

Bir vakitler yine söylemiştim ya münasebet almışken söyleyeyim. “Ol dediğin olsun, olma dediğin olmasın.” Oraya misal vereyim. Bazı insan geliyor. Daire-i terbiyesinde kalıyor; bir ayda, on günde, beş günde, lazım gelen ilmi iktisab[37] ediyor gidiyor. Hizmetinde bulunan bir zât varmış, senelerce bulunmuş, canı sıkılıyor, demiş:

—Efendim, bende bir şey isterim sizden.

—Pekâlâ! Demiş.

Hâliyle, yani bana karşı hafiflik yaptınız, demek istiyor. Ağzıyla söylemiyor da işte hâliyle. “Filanca geldi beş-on gün durdu, lazım gelen ilmi aldı ve o ilmi yaymaya başladı. Ben senelerce durdum, bana vermediniz bir ilim.” demek istiyor.

Latife etmiş, demiş:

—Sen bana bugün bir helva pişirebilir misin? Bir helva pişir. Öğreteyim sana da, demiş.

—Sevinmiş adam “Hayhay” demiş.

—Ama demiş. Helva şöyle yalnız bana göre olmasın, bir cemiyet yapalım. İnsanlar yesin.

Helvayı pişirirken, Hint’ten bir heyet gelmiş. Orada ona çok hürmet eden insanlar var. Hâlâ da vardır yine. Mecusi'dir, sever hürmet eder. Bazı insanlar Allah’ın her sıfatı ile gözüktüğünden dolayı bütün beşeriyet sever. Mesela, Mevlana Celaleddin; Hristiyanlar bizimdir der, Museviler bizimdir der, Muhammediler bizimdir der. Her sıfatla gözükmüş anlatabiliyor muyum acaba? Acayip bir neşe. Demişler:

—Efendim, biz başımıza bir hükümdar istiyoruz.

—Gel,  demiş. Nasıl Hint emirliği?

Bayılmış adam, ağzının suyu akıyor. “Alın götürün” demiş. Giderken demiş ki:

—Seni bir şartla gönderiyorum. Ne kazanırsan yarı yarıya olacak. Ne kazanırsan yarı yarıya olacak.

—Peki.

Gitmiş tabi, o günün merasimi neyse istikbali, bütün saltanatlar yerinde. Evlenmiş tabi, bir oğlu olmuş. Ara yerden on bir sene geçmiş. Bir gün demişler ki, Hazreti Abdulkadir geliyor. Hazırlanmış istikballe külfet. Ağırlamış. Üç gün kaldıktan sonra demiş ki:

—Ben gidiyorum.

—Aman efendim işte doyamadık, şöyle böyle.

—Yok gideceğim. “Pekâlâ” denmiş. Yok, demiş. Sizinle bir şartımız vardı, siz ne kazandıysanız bize onu verecektiniz. Yarısını.

—Peki, demiş. Hazinesinde, serveti tespit etmişler. Hazır, efendim.

—Bir de evlat kazandın demiş. Bir de oğlun var.

—(Duraklamış) Ne olacak!?

—İkiye böleceğim, sen hangi tarafını istersen al!

Peki, demiş amma eda başka türlü. Neyse çocuğu getirmişler, nur topu gibi bir çocuk. Hazret elindeki vasıtayı almış. Öyle bir “Dost” diyerekten şey ederken, o hükümdar olan adam, belinden pırlant işlemeli yakut işlemeli hançerini çıkarmış.

—Ey sahhar herif! Senelerdir beni uşak ettin, şimdi de çocuğumu şey ediyorsun, demiş.

Nasıl birdenbire saplar bir vaziyet almışsa yüzükoyun elinde kaşık tencere, helva! Ne hükümdarlık var ne çocuk var ne bir şey(!)

Bugünkü konuşma bu kadar.



[1] Tevcih: Döndürmek, yöneltmek. Tefsir etmek. Birisini bir tarafa göndermek. Rütbe vermek. Bir kimseye söz atmak.
[2] Hamuş: Suskun, susmuş.
[3] Mürebbi: Terbiyeci, terbiye eden, yetiştiren, ders veren
[4] Kesret: Çokluk, sıklık. Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk
[5] Sefine: Gemi
[6] Edyan: Dinler.
[7] Ze'm: Tahkir etmek, hakaret etmek. Ayıplanmak.
[8] İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek
[9] Tarfet-ül Ayn: Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
[10] Muvafık: Uygun. Yerinde. Denk.
[11] Evsâf   (Vasf. C.) Vasıflar, sıfatlar.
[12] Nasukiyet: [Nesk,Nâsik/Nâsuk:  (ﻧﺎﺳﻚ )  “kulluk"]  Dînine bağlı olup ibâdet eden, dînî emirleri yerine getiren kimse, Kul, Kulluk.
[13] Müdebbir: Evvelden düşünüp işleri ona göre ayarlayan. Her şeyin evvelden tedbirini yapan, gören.İlmi ile her şeyin akibetini ihâta edip ona göre hikmetle iş yapan Allah (C.C
[14] Nâtuka/ Nâtık ( نَاطِقْ ): Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen.
[15]Bâkıl/Bâkal: Görünen, açık. Aşikar. Ortaya çıkma. Filizlenme. Apaçık. Ayan beyan// Bakula: Güzel kokulu çiçekler, bakla bitkisi
[16] Mükevvenât: Yapılmış ve yaratılmışlar. Bütün mahlûkat.
[17] Muhazzab: Boyanmış, tahzib olunmuş.
[18] Safvet/ Saffet: Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik
[19] İsra Suresi 82’nci Ayet-i Kerime وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا
Meali: Biz Kur'ân'dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır.
[20] Mütemeddih (C.: Mütemeddihîn) (Medh. den): Kendini medhedip öven. Temeddüh eden, övünen
[21] Res: (Residen: Erişmek mastarının emir köküdür.) "Ulaşan, erişen, yetişen" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
[22] Kitab-ı İzze: İzzetli, aziz Kitap. Kur'an-ı Kerim..İlâhi Vahy. Kâinat ayetleri.
[23]Sâmiâ: (ﺳﺎﻣﻌﻪ) i. (Ar. sāmi‘ “işiten”den sāmi‘a) [Kuvve-i sâmiâ tamlamasından kısaltma yoluyla] İşitme gücü, duyma melekesi.
[24] Kil: Toprak. *Kîl/Kâl: Söz, kelam,Laf
[25] Kıyamet Suresi 29 ve 30 ‘ncu Ayet-i kerimeler. اِلٰى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍۨ الْمَسَاقُۜ۟  وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِۙ 
Meali: Bacak bacağa dolaşır.. İşte o gün sevk, ancak Rabbinedir.
[26] Kıyamet Suresi 26 ve 27 ‘nci Ayet-i kerimeler وَق۪يلَ مَنْ۔ رَاقٍۙ  كَلَّٓا اِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَۙ
Meali: Hayır hayır, ne zaman ki can köprücük kemiklerine dayanır, "Tedavi edebilecek kimdir?" denilir.
[27] Hadis-i Şerifin tamamı bk. Buhari, Salât, 187; Müslim, Zekât 91; Tirmizî, Zühd, 53.  

    سَبْعَةٌ يُظِلُّهُمُ اللَّهُ في ظِلِّهِ يَوْمَ لا ظِلَّ إلاَّ ظِلُّهُ :. وَرَجُلانِ تَحَابَّا في .  بالمَسَاجِدِ

اللَّه  إِمامٌ عادِلٌ ، وشابٌّ نَشَأَ في عِبَادَةِ اللَّه تَعالى  وَرَجُلٌ قَلْبُهُ مُعَلَّق

 فَقَالَ : إِنّي أَخافُ اللَّه .  اجتَمَعا عَلَيهِ . وتَفَرَّقَا عَلَيهِ ، وَرَجَلٌ دَعَتْهُ امْرَأَةٌ ذَاتُ مَنْصِبٍ وَجَمالٍ

  ورَجُلٌ تَصَدَّقَ بِصَدَقَةَ فأَخْفاها حتَّى لاَ تَعْلَمَ شِمالهُ ما تُنْفِقُ يَمِينهُ.
[28] Sâye: سایە Gölge. (Farsça) Mecazen Himaye, sahip çıkma, koruma. Muavenet, yardım.
[29] Çâşni / چاشنى :  Çeşni, lezzet, tad. Yemeğin tadına bakmak için ağza alınan miktar, tadımlık.  Çeşni.
[30] Cam û cemşide: (Cam-ı Cem) Cemşid’in kadehi.
[31] Cûyende / جوینده :  Arayan, arayıcı, araştırıcı, isteyen
[32]Elfâz/Elfaz: (Tekili: Lafz) Lafızlar. Sözler.
[33] Kıyamet Suresi 31’nci Ayet-i Kerime فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلّٰىۙ
Meali: Fakat o, ne sadaka verdi, ne namaz kıldı.
[34] Karz-ı Hasen: Sadece Allah rızâsı için verilen ödünç. Faizsiz verilen borç.[35] ittiza' : Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik.
[36] İdam/Îdam: 1. Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak 2.Yok etme, öldürme.( Nefs tezkiyesi) 3.Katık, ekmekle yenen şey
[37] İktisab: Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017