Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

21. Kaset

 021 (16.11.1958) 60 dk (50)


Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei, menbaı, mastarı akıl, aşktan doğan ahlakın annesi de kalp olduğunu söylemiştik. Tabi burada ki aşk romanda ki aşk değil. (Çok rica ederim, fısıltı kesilsin.)

Aşk; insan asûde kaldığı vakit, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan mânâsıyla baş başa bulunduğu zaman, bir an içün alayık-ı kevniyeden, zahiri alakalardan kendisini kurtarıp, kendi kendine dört tane sual sorar.

Ben kimim?
Nereden geldim?
Ne olacağım?
Nereye götürüleceğim?

Buna, aslını arama derdi denir. İşte bu derdin adına ahlakta aşk denir. Acaba anlatabildim mi? Gelme de gitme de ihtiyârım yok. Soruyorlar mı? “Beyefendi bir âlem-i şuhud vardır, bir feryat âlemi vardır. Dünya denilen zahirde bal gibi tatlı fakat içinde semm-i[1] katil bulunan bir sahne.” Sormazlar! Giderken kâinatın serîr-i[2] saltanatına sahip olsan, yine sormazlar. Gelirken sormaz giderken sormaz. Şimdi eğer bunu da insan, nazar-ı ibretle temaşa edecek olursa, ah orta yerden kalkar.

Görüyorsunuz, bütün medeniyetler iflas etmiştir. İnsanlar iktisadi ve manevi iflaslar altında kaldığı vakit, taalluklar da harap olur. Bugün bütün medeniyet, beşerin kırık kalbine bir merhem bulamıyor ve bulamaz. Mevzû etmedikçe bulamayacaktır da. İlim, akıllara veleh verecek kadar yükseldi. Fikir, fennin karşısında durmaya başladı. Semâvât âlemiyle irtibat neredeyse olmak üzere. Felsefesi, insanın zihnini durduruyor. Bu kemâlât karşısında beşeriyet yine inim inim inliyor. Hüner, ona ilaç bulmaktır.

Küre, vasati olarak iki buçuk milyar insan beslediği söylenir; bunun masası olan da sıkıntıdadır, kasası olan da inlemektedir, rütbesi olan da “ah vah!” ile geçinmektedir. Ee ne olacak netice itibariyle? İşte ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü Âdem bir nefes. Ne vakit huzura kavuşacak?

Medeniyet dünyası beşeriyete felah verecek sebeplerini kaybetmiş. Veremiyor. Her ciheti ile iflas ettiği tezahür etmiştir. Aklen iflas etmiş, kalben iflas etmiş, örfen iflas etmiş, cemiyeten iflas etmiş, intizamen iflas etmiş, nizamen iflas etmiş!

En yüksek terbiye tezgâhları çalışıyor, en muazzam inzibat teşkilatı çalışıyor, büyük büyük tanınmış bulunan kafalar toplanıyor, yine beşerin ah sesi dinmiyor. Başkalarının zararında menfaat aramaklık siyaseti devam ettikçe nokta-i istinat kuvvet diye tarif edildikçe Hak bırakılıp kuvvete tapıldıkça sebep fazilet olmayıp menfaat oldukça hayat teâvün[3] diye değil de cidal[4] diye tarif edildikçe beşeriyet inleyecektir. Ahlak böyle ilan eder. Buyurun, der. Hadi, derlenin toplanın, huzur verin bakalım!

Allah sermaye olarak, dört eşya va’z etmiştir: Hava, su, toprak, ateş. Dünyanın havası aynı havadır, bu su aynı sudur. Bu güneş; her günkü yerinden doğar, her günkü yerinde batar. Toprak da aynı topraktır. Mesai birkaç misli artmıştır. Deden altı saat çalışırken, şimdi sen on sekiz saat çalışırsın. Evveli on nüfuslu bir evde bir kişi çalışırken, şimdi onu birden çalışır. İştirak-ı[5] hayat var, der çalıştırır. İflas etti medeniyet. Tabi o durursa durur, ne yapsın. Anlatabiliyor muyum acaba?  İştirak-ı hayat var, diyor. Ee fen de yardım ediyor. Çekmece’den buraya bir günde gelirken, şimdi yirmi beş dakikada geliyor. Yine akşamın yiyeceği yok. Olanda da huzur yok. Sende yok, olan da olan da huzur yok! Neden?

Tevâzün[6] olmadıkça, muvâzene! Havas ile avamın tevâzünü yapılmadıkça, fakirle, gariple, kırık kalpliyle, varlıklı, ikisinin kalpleri birleşmedikçe acaba anlatamıyor muyum? Benlik orta yerden kalkmadıkça “yaratırım sevdası” atılmadıkça musluğu kısmıştır, Kudret. Olmaz! Kalır orta yerde. Bunu ispata, berâhine[7]  lüzum yok, sahne açık.

Bugün bu kâinatta kimin huzuru vardır? Tarifi tekrar ediyorum. En mühim nokta bu. Ve bunu yayın!

Bir yığın kitap yaz, bir yığın konuş, şöyle böyle, onun hiç faydası yok. Nazariye halinde kalır. Nazariye halinde kalır. Yazık insanlık âlemine! Canavarları utandırtacak kadar derekeye düşmüştür. Canavar utanır! Bugünkü beşeriyetin irtikâp ettiği rezaletten dolayı tüyler ürperir!

Görüşmeler sahte, iltifatlar sahte. Emniyet yok; sen benden emin değilsin, ben senden emin değilim. Hâlbuki insanda emanet-i İlahiye vardır. O emanet, insanları birbirine emin kılacaktır. İtimat orta yerden kalkarsa huzur olur mu? Sonra biz tarihin en eski efendisi olan, bizim şeceremiz çok acayip. Öyle üredi, türedi bir camia değiliz biz. Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı, ikanı[8] irfanı va’z eden...

Kudret ki bize bu âlemde bize üç büyük nimet vermiştir; birine iman derler, ondan sonra ikan gelir, ondan sonra irfan gelir, buna büyük ihsan denir. İhsanın tamamı da gündüzün olacaktır. Ne demek o? Yani yarın sabah mı? Hayır! Dünya gecedir, ikinci hayat gündüzdür. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Ben, sizi mânâya gönül vermiş şahsiyetler olarak haber ettiğimden dolayı bu şekilde konuşuyorum. Bu sözlerimden, maddenin kesafetinde kalan kimse bir şey anlamaz. Fakat ben, bilsem ki o sahada bir varlık var, o şekilde de konuşmasını Allah’ın izni ile bilirim. Fakat sizlere öyle değil de mânâya gönül vermiş, Hak ile enis olmuş; yârı, nigârı, enisi, munisi Hak olmuş, bir şey arıyor, zannı ile konuşuyorum. Yoksa şimdi bu sözler, “İnsan tekâmül etmiş bir hayvandır, bu mevcudat bir kör tesadüfün neticesidir. Binaenaleyh, hayat denilen şey işte burada bir kaç gün yaşamaktan ibarettir!” İhtirasat-ı nefsaniyesi kabardığı vakitte: “Vurmak, kırmak, yakmak, en büyük bir varlıktır, ondan başka bir şey yoktur!” diyenler, o itikatta yaşayanlar tabi benim bu konuşmamdan bir şey anlamazlar.

Bu, biraz evveli konuşmaya başladığım vakitte: “Kendisi ile baş başa kalmış, sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz içinde bir konuşanı vardır. Sus, dediğin vakitte susmaz; dur, dediğin vakitte durmaz. Onunla beraber, abes yaratılmış hiçbir zerre yok. Benim gibi akıllı, izanlı, vicdanlı bir varlığı; şuursuz, izansız, vicdansız, bir varlık meydana getiremez. Ruhta bir şey bulunduğu vakit küll'de de olması zaruridir. Binaenaleyh,  ben tesadüf etmiş, bir varlığın neticesi değilim. Konuşturan bir gün benimle konuşacak. Konuşan bilir, bilen düşünür, düşünen de ortaya bir şey koyar. Binaenaleyh, bende bir emanet var. Ben yarın ebedi bir vücudun malı olarak nihayete erecek bir varlık değilim. Bir nâmütenâhiye gidiyorum.” zevki ile yaşayanlara aittir, bu konuşmam.

Bir şeyin inkârında faide yok, tasdikinde de mazarrat[9] yoksa ilim tasdike götürür, cehil de inkâra. Bu da bir düsturdur, kaide vereyim. Hangi bir şey olursa olsun, inkâr ettin ne faydası var? Fayda yok, değil mi? Bir. Tasdik ettin ne zararı var? Zarar da yok, o hâlde ilim tasdike götürür. Daima! Cehilde inkâra götürür. Hem mânâ nasıl inkâr edilebilir, ona imkân  var mı! Kudret, insana kendi vücudunda onun tatbikatını vermiştir.

Kaç defa kaba bir misal olaraktan getirmişimdir ki, herkes anlayabilsin diye: İşte iki tane dudak. Mini mini yavrun olur, kundağını açarsın. Kendisine mahsus mahsuni bakışları ile onun kendi kendine olan bir anı vardır, o anına tahammül edemez bağrına basar, öpersin. Bir hâl duyarsın. Seksen yaşında piri fani bir baban olur, bir annen olur. Bayram gelir, sarılır öpersin. Yine başka bir hâl tecelli eder. Bir maşukan olur öpersin, başka bir hâl tecelli eder. Her birisini öptüğün vakitte dudak değişiyor mu, maddesi değişiyor mu bunun? Acaba anlatabiliyor muyum? Takma dudak mı var! Kudret, insanın kendi iklim-i vücudunda, mânânın varlığını adi adi şekillerle dahi insana, huzur verebilecek şekilde önüne koymuştur. Mademki beşeriyet bu sahadan gafil, yarın içün inliyor. Ne vakite kadar inler? Görünceye kadar. Öyle!

Nasıl ki kupkuru bir kış olur; her taraf saçaklardan buzlar sarkar.  Hiç yazı görmeyen bir şahsı o kışın içerisinde birdenbire tecelli ettirelim, üşüdüğü vakitte desek ki: “İki-üç ay sonra bunların hepsi erir, bir hararet gelir bu seferde öf demeye başlarsın.” İnandıramazsın. Evet, bugün sahne-i şuhutta canavarları utandırtacak kadar beşeriyet süfliyata düşmüştür. Fakat ufak bir mânâya doğru nazar edecek olursa, onun elinden tutanı vardır, dendiği vakitte de ekseriyet inanmazsa,  kışın geldiği vakitte yazın gelmesine inanmayan adama benzer. “Bütün mevcudat, Allah’ın celal ve cemal parmağı arasındadır. Ben açarım, bambaşka olur.”  El verir, tutar.

Ferdin tekâmülü kâfi değil. Cemiyet tekâmül edecek. Ferdin tekâmülü kâfi değil. Cemiyet! Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle buyurmuştur. Dostları ile beraber otururlarken: “Ya Rabbi! Senin hilm gadabından sana sığınırım.” Sormuşlar:

“Ey Habib-i Sûbhûn. Ey Hazreti İnsan! Ey Peygamber-i Hak! Allah’ın hilm gadabı nasıl olur?”

“Bir şahsa bir camiaya, bir kitleye, Allah hilm ile gadap edecek olursa hayâsını öldürür.” Terbiye mühürlendi mi iş çöktü demektir. Onun içün ahlak der ki: -Dikkat olunacak nokta-  “Terbiyeyi zelilleyip de alçalma! El hayâ u katretü’n iza kutire kutile. Hayâ bir damladır, damladı mı ölür.”

Bir yerin membaı idik. Şu, bire on dövüşen necip Türk milleti. Evvela canan sonra can, diye yaşamış. Kıyas-ı nefsi esas tutmuş. Malum ya ahlak da düstur bu. İki mühim esas var. Biri kıyas-ı nefis, biri de hubb-u gayr. Azıcık daha şunu aç. Hubb-u gayr demek; evvela canan sonra can, demek. “Evvela can sonra canan!” ahlakta yeri yok onun.  Evvela canan sonra can. Biraz söylemesi kolay ama tatbikatı zor. Bildikten sonra o da kolaylaşır, diyor. Sev, yalnız sev! Aşk tedarik etmek lazım, malum ya hakiki insanın sermayesi nedir? Aşktır. Aşk, kabil-i tecezzi[10] değildir. Cüz’ünden feragat, küll’ünden feragat hükmündedir. Biraz daha size tarifini yapayım.

Maşukun rızasına aşk denir. Maşukunun rızasında olan âşık; ne talib-i izzettir, ne talib-i zillettir. Yokla kendini! Eğer izzete talipseniz yahut zillete cephe almışsan, bu kalıplarla mukayyetsen henüz makam-ı aşkta değilsin. Makam-ı aşka çıkmadıkça da “evvela canan” diyemezsin. Fuzûlî ne güzel söylemiştir:

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil

Hem ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim[i]

Bir şey anlatabiliyor muyum? Fuzûlî ne kadar güzel söylemiş. Elbette.

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil

Hem ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim

Söyle söyler de:

N’ola zenbûr evine dönse beytü’l-hazenim

Beytü’l-hazen, güzel tabir, kalp demek. Zenbûr evi, arı peteği. Çünkü bela, Allah’ın insanı severek rüşvet vermesine denir. Hayatta hiç kaşlarını çatma! Belâya talip olmadıkça velâya ragıp olamazsın. Yani hakiki insan olamazsın. İnleyecek bu âlemde. Burası öyle. Sahne böyle açılmış. Belâ, Allah’ın sevdiği insana verdiği rüşvettir. Arkasında azıcık tahammül edersen, çok büyük saadet gizlidir. Hazine onun altındadır. Onun için Fuzûlî de yine öyle der. “Bin belaya müptela kıl beni!  O lutûftan beni geri bırakma, der.

Evvela canan sonra can. Buna misal verelim size. Bedir harbinde Ümm-ü Ammâre su dağıtıyor. Hafızam aldatmasın ya Bedir yahut Uhud. Zannederim Uhud harbinde olmuş. Yedi kişi yaralanmış. Yaranın ıstırabı ile su diye feryat ediyor. Feryat edenlerin içerisinde sedanın birisinin kendi oğlu olduğunu işitiyor. Ana! Koşuyor tam suyu verecek, öbür taraftan birisi daha “Su” diyor. “Yavrundan geldin, ben Allah’a gidiyorum.” “Benden de selam götür.” Ne buldu da bunu söyledi? Bunlar kolay kolay olan işler değildir. Sonra onlar aptal adamlar değil. Dünyayı böyle elinde parmağında oynatmış insanlar. Ne aldanır ne aldatır! Öyle hani, “ben, ben...” öyle değil. Fakat ne buldu ki, bu hâl ona geldi?  “Suyu iç” dediği vakitte, “O benden önce seslendi, o içmeden ben içmem!” Onun başına gitti. Öbür taraftan biri daha. O da aynı cevabı verdi. “O içmeden ben içmem!” Nihayet hepsini tavaf etti, geldi ki hepsi Allah’a gitmiş. O’ndan içmişler. Var mı böyle bir medeniyet! Biz adi süfli mataha seksen türlü çerçeve yaparız, elimize düşsün, diyerekten. Artık ölüm anı bu. Yaralanmış, ıstırap had devrine gelmiş. Yanındaki benden önce istedi, diyor. “Evvela canan!” Bu kubbe bunları göstermiştir. Bunlar hangi münasebet oldu da bu terbiyeyi aldı? Hangi terbiye tezgâhından dokunmuş kitapları okudu da, bu hâller onlara geldi? Bunlar, mânâ köşkünde büyüdüler. Bunlar, vasıtasız inananlardır. Bunlar, ölmeyenden okudular. Bunlar, hakiki demokrasi esasını dünyaya va’z edenler. Maalesef onlar va’z ettiler de, biz de akl-ı hazıra atfettik. Demokrasi esasını, senin deden va’z etti, ya! Büyük Kitab ilan etti.

 [11] وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ . Habib-i Hudâ rey’ine şerik, bedi[12], muadil[13], hiç bir şey yok kâinatta, öyle olduğu hâlde “Milletinle istişare et, yapacağın işi müşavere[14] et, öyle yap.” dedi. İşte demokrasinin esası. On dört asır evvel, sen va'z eyledin. Acaba anlatabiliyor muyum? Farkında değilsin de, akl-ı hazıra[15] mal eyledin. Ne, oradaki daha şöyle böyle acaib, öyle demokrasi(!) bilmem...

Bir defa bizim mânâmız, ilk önce insana, “Zulümden kaç!” der. Zalimin hiç mevkî yoktur, affetmez. Hiç! Sonra mazlum olmuşu da kabul etmez. Zalim işte sen! Çünkü nefis ihtiyarlayınca kuzu gibi olur. Zalim nefis ihtiyarlayınca mazlum olur. Dişleri dökülen kurt koyunlara çobanlık eder. Acaba anlatabiliyor muyum? Dişleri dökülen kurt koyunlara çobanlık eder. Öyle değil! Hüsn-ü anın varken, güzelliğin yerinde, servetin cebinde, masan elinde, kasan yanında, rütben sırtında, câhın altındayken “Ben yokum O var!” dedin mi, kırık kalp aradın mı?

Dünyada en büyük şey, en büyük servet; en, en zengin adam kimdir? Belki yüz defa söyledim. Hanı var, apartmanı var, çiftliği var, şusu var busu var. Ecnebi bankasında parası var. Ne olur ne olmaz, demiş. Belki buradan kaçarım, orada yerim demiş. Hatta belki bana yeter amma evladıma yeter mi demiş, onunkini de ayırmış. Belki torunuma demiş, onunkini de ayırmış. Malum ya insan iki şeyin içerisinde yaşar. Ya elemi vardır ya emeli vardır. Şöyle bir düşün kendi kendine: Ya elemin var ya emelin var. Ya bir şey istiyorsun ricadasın yahut bir ıstırabın var, bitsin diye bekliyorsun. Bundan başka bir şey yok. Bundan başka bekleyenler var mı? Onlar müstesna, istisnalar kaideye girmez. Onlar ayrı. Az bir kısım, bu kubbenin altında. Öyle insanlar da var. Yalnız bir şey istiyor! Ya elemin ya emelin, başka bir şey yok.

Buraya nereden girdim? Hatırlatın bakalım. Mevzûu kaybettik.  Hubb-u gayr, kıyas-ı nefis. Evvela canan, sonra can. Söylemesi kolay, tatbikatı zor, içine girdikten sonra yine kolay.  Hatırlayalım bi bakalım.

Hubb-u gayr, bunun hüviyeti nedir? Müteaddit vücutta bir ruh olmak. Nasıl olur? Dedelerimiz böyle yaşamış. Müteaddit vücutta bir ruh olmak. Nasıl olur, bilir misiniz bu? Beşer birkaç şeyden gafildir. Çok şeyden gafiliz ya, asıl en mühim noktası. Allah der ki:

[16] وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ  Ben size can damarınızdan daha yakınım.

[17] وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ   “Siz ne tarafa dönerseniz Ben sizinle beraberim. Ben her şeyden münezzehim, fakat hiçbir şey Benden münezzeh değil!”  Buraya çok dikkat edin. “Ben her şeyden münezzehim! Fakat hiçbir şey Benden münezzeh değil. Bensiz hiçbir zerre yok. Ne tarafa dönerseniz.” Üçüncü:

 [18] اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعًاۜ    “Ben Allah’ım, dönenin suçunu örtbas ederim. Döndü mü bir kimse, bana döndü mü, ‘Aman’ dedi mi... Nasıl ki sema kararır, bulutu gözyaşını döker, tekrar aydınlanır; sema-i insan da kararır, kendi kendine kalır, gözyaşını döker, sema-i kalbi aydınlanır. Onun bu hâlini göreyim, örtbas ederim.”

Hak ile aşinalığımız az! Hâlbuki O diyor ki: “Sen ne tarafa dönersen, ben beraber geliyorum. Sana senin can damarından daha yakınım. Çok yakın olduğum için göremiyorsun.”  

Bak ruyet için bir mesafe var. Yaklaştır, yaklaştır, yaklaştır daha böyle gözüne kadar önünü göremezsin mesammatı[19]. Acaba anlatabildik mi? Öyle değil o yakınlık, misal olarak getirdim, böyle maddi bir yakınlık değil. O bambaşka bir yakınlık! Sen kendine hariçte, biraz zorca yerler buraları ama inşallah zevk ediniriz. Diğer konuşmalarda buna misaller getirdim, bugün gelmez bunun misalleri vakit yok. Hiç söylemediğim bir şey söylüyorum bugün. Gayet mühim bir şey.

Sen Hakk’ın varlığı karşısında; O’na, O’nun varlığına karşı kendinde bir varlık görürsen, O'ndan başka varlık batıldır, batılsın. Anlatabildim mi acaba? Batıl, batılı cezbeder. Nasıl batıla aşina olursun. Hak ile aşina olmadığımızdan dolayı, batıl batılı cezbettiğinden dolayı, birbirimizi sevemiyoruz.

Cenab-ı Hak da kâinat içerisinde en büyük sermayeyi muhabbet olarak va’z etmiştir. Muhabbet! İki adam ortak oldu, beş milyon lira sermaye koydular, milyar koydular fakat günün birinde birbirini sevmemezlik başladı, iflas muhakkaktır.

Nikâhın esası da muhabbettir. Öteki belediye kaydıdır. Dini nikâh derler de bu odur. Aslı nedir, muhabbettir, anlatabildim mi acaba? Belediye kaydı, kaydeder. Muhabbet olursa Allah kıyar nikâhı. Öteki belediye kaydı. Ne oldu? Ne demektir? Dedikodu olmaz. Bu buna aittir. Ölürse birbirinin mirasını alır. Çocuklar bir yere tespit edilir bu! Fakat asıl nikâh, çünkü Allah kâinatı kendisine muhabbetiyle nikâhlamıştır. Allah’ın sünnetidir nikâh. Anlatabiliyor muyum? Mevcudatı muhabbeti ile meydana getirmiş. Ve o muhabbet nikâh. Aile esası da öyledir, muhabbet olduğu müddetçe nikâh Allah tarafından kıyılmıştır. Akit vardır.

Ortak, en büyük sermayesi muhabbettir. Millet, hükümet, en büyük sermayesi: Hükümet milleti sever, millet hükümeti severse dünya bir araya gelse yıkılmaz. Neden? O muhabbetin içerisinde Allah var. Yıkılır mı Allah! Kimin haddine düşmüş! Muhabbet Allah’ın sıfatı.  [20] يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ

“Sevdilerse seviyor.” Esas bunu koymuş. Deminde sordum, tam cevabını alamadım. Yaklaşıldı cevaba. Sermaye-i aşk dedim, buradaydık değil mi? Hatırlatıyorum size. Mahsustan soruyorum, iyi dinliyor musunuz diyerekten.  Topladım eski misallerini getirerekten oraya geldim bile.

Maşukun rızasıdır. Maşukun rızasında olan âşık, ne talib-i izzettir ne talib-i zillettir. O ne vakit olur? Muhabbetle olur. Muhabbet esas. Muhabbet yok, evin içine her an bir milyar lira giriyor. Yok, o iş değil. Dedemiz; elli sene, altmış sene ömrü olduğu müddetçe evlenir, huzur içinde yaşar, değil mi? Neden: Muhabbet sermayesi var, nikâhı var. O bambaşka bir şey o. Cemiyette bu azaldı. Ve bizim en büyük sermayemiz de bu. Buraya kaç defa misal getirmiştim.

Mecnûn’u öyle bir hikâye olarak dinlemeyin, okumayın. İşittiniz mi? Bu kubbe altında Mecnûn isminde bir şahıs gelmiş. İsmi Kays’tır onun. Leyli isminde de bir kız gelmiş. İkisi de emir çocuğu. İkisi de emir/hükümdar çocukları ikisi de. Kız tarafı vermiyor. Mecnûn sahra-i nişin olmuş. Ama buradaki Mecnûn bizim bildiğimiz “Bakırköy Mecnunu” değil. Bu başka türlü bir mecnûn. Bambaşka! Bak nasıl mecnûn.

Mecnûn ki “La ilahe illa!” der idi
Teklif-i şuur eyleseler “Lâ" der idi

Ol mertebe meşgul idi Leyla ile kim
Mevlâ diyecek yerde Leyla der idi        

Yukarıki mısra ile aşağısını birleştirirsen, büyük bir mânâ çıkar. Şimdi yapıvereyim mi size? Uzun sürer. Yaa, evet ama hepsi birden olur mu? Neyse, benim söyleyeceğim yerde değil. O okuyup da içinizde yazanlarla tutanlar...

Mecnûn ki “La ilahe illa!” der idi
Teklif-i şuur eyleseler “Lâ” der idi

Hayır, derdi. Aklını başına al dedikleri vakit de hayır!

Ol mertebe meşgul idi Leyla ile kim
“Mevlâ” diyecek yerde “Leyla” der idi

Babasına hikâye ettiler. Müjdele, dedi. Vuhuş[21] ile tuyur[22] ile ülfet peyda eylemiş. Neden? Hazreti İnsan’a bütün mevcudat âşıktır. Ben gitsem beni parçalar. Fakat o aşk-ı İlahiyi bende gördü mü gelir aslan da ayağını öper. Kurt da gelir el pençe divan durur. Anlatabiliyor muyum acaba? Çünkü sebeb-i hilkat-i âlem, Âdem’dir. İnsan Hazreti Âdem oldu mu bütün varlık ona tapar. Bunu Fuzûlî ne kadar güzel söyler:

Verseydi âh-i Mecnûn feryâdımın sadâsın [ii]
Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade

Diyor ki: “Mecnûn, diyor. Başında kuş yuva yapmış, eksikmiş.” diyor. Ne kadar güzel misal getiriyor. Başı baca yapıyor, baca baca.

Verseydi âh-i Mecnûn feryâdımın sadâsın.

Benim ahımın sedasını Mecnûn vermiş olsaydı, onun başında kuş yuva yapabilir miydi? Neden? Baca değil mi ya? O ah, onu yakardı kuş tutunamazdı ki, eksik oluyor.

Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ

Bir râhat içre her kim ancak benim belâde

Neyse, sahrada gitmiş nasihat ediyor babası. Size çok defalar bunu anlattım ama mevzû buraya uğradı da tekrar ediyorum. Fakat bu sefer anlattığımda birliği anlatıyorum, birliği. Uzun boylu nasihat ediyor. Benim saltanatım sana kalacak, diyor. Bu hâl sana yakışır mı, diyor. Neler söylüyor neler? Söz bittikten sonra “Kimsiniz siz?” diyor. “Tanımadın mı beni, diyor. E bu kadar nasihat ettim.”  “Meşgul idim.” diyor. O esnada kolundan, bir kan fışkırıyor. Tüyleri diken diken oluyor. Celalli bir çehre ile:

Fassâd[23] neşterin aheste vur
Zira Leyla’nın kanı Mecnûn’un azasındadır.

Oraya bir operatör gelmiş, bir amale-i cerrahiye yapıyormuş, ona vururken neşteri ondan da fırlamış. Şimdi sen dersin ki belki içinizden diyen olur ki: “Canım bunlar hissi sözler. Biri bir yerde biri bir yerde!” Yok, ben sana ispat edeyim. Burada oturursun, tramvay geçerken, Hudâ-nekerde[24] Allah muhafaza etsin, birisi rapp tramvayın altına giderken, sen eğer biraz şeyinde rikkatin galipse, “Hayyy!” dersin bayılırsın. Ee düşen o, altına giden o. Ara yerde metrelerle saha var, sana ne oldu da bayıldın. Allah diyor ki:

“Birsiniz bir! Kün merkezinin dairesinden meydana gelen varlıksınız. Bir. Fakat batıl vücutlarınız sizi birbirinizden ayırmıştır.” Anlatabildim mi acaba? Biriz yani!

“Haayy!” dersin birisi bir damdan düşerken, apartmandan düşerken, sen öbür katta da olsan böyle yığılırsın. Katı da olsan, hiç olmazsa böyle yaparsın. Artık ne bileyim ben, hilkatten ayrılmışsan ona bir şey denmez. Birsiniz, diyor!

Şu tatlı yeri tamam edeyim size. Yoruldunuz mu keseyim mi? Daha konuşmaya başlamadım. Amma bilmem. Ne demiştim?

Hakk’ın varlığının karşısında, sen kendine müstakil bir varlık verir de durursan, ondan mâadâ ne varsa batıldır. Anlatabildik mi acaba? Batılda batılı cezbeder. Batılı çeker. Görmez misiniz? Bir kötü insan daima bir kötü insanı bulur ve onunla beraber. Cins cinsi çeker. Hiçbir vakit, bülbülle karga bir arada gezmemiş. Çekecek o.

Göz, mahbubu çeker. Mide, ekmeği çeker. Kulak, musikiyi çeker. Dimağ, güzel bir gülfidan kokusu çeker. Bu çekicilerin arasında yakasını kurtarmak içinde Hazreti İnsan olmak şarttır. Ne olacak? “Yarabbi sen her çekicilerden galipsin, sen beni çek!” Anlatabildim mi? Bugün bunu konuşmak için çıkmıştım. Cümle bu. Asıl konuşacağım nokta, şunu anlatmak.  Tekrar etmeye lüzum yok.

Bu Hak, galip. Her şeyi çeker. Bu batıl vücuttan geçer de, hakikaten öbür cezbeye sahip olursan, ne olursun? Size çok eskiden, arada sırada çok sevdiğim ve okuduğum, o şiiri okuyacağım. Bu mânâyı o vakit anlayacaksınız. O vakit, kâinatın habbesi olur o insan. Banisi olur. Bütün varlık onun tafsili olur. Kendisinde vücut kalmadı ya, batıl vücut kalmayınca ne olacak? Mevcudat onun tafsili olacak. İşte okuyorum. İstiyor musunuz?

Kâinat olmuş tefasilim benim ben taneyim
Ruh-u ekvânım zevale saadet bigâneyim

Acaba anlatabiliyor muyuz mânâsını da?

Kâinat olmuş tefasilim benim ben taneyim. Bu kâinat benim tefasilimdir ben onun mürebbiyim.
Ruh-u ekvânım zevâle saadet bigâneyim. Zevâl ve bigâne olunca insanda gam olur mu, keder olur mu, kötülük olur mu, yalan olur mu? Yalan, yalan olur mu?

Ahlakın en mezmum[25] gördüğü şey yalandır. Yalanın tarifini yaptık değil mi ya? Dile batan diken. Diline diken batarsa lokmayı çevirebilir misin? Diline diken battı, lokmayı yiyebilir misin? Çıkarmayınca yiyemezsin. Yalan dikeni lisan-ı hakikatine batmışsa katiyen yürüyemezsin. Yok, kapalı bu kapı. Aşk cımbızı ile ilim cımbızı ile onu çıkar at. Rahat etmek istersen. Dünyada en fena şey yalan. Bak ne kadar fena,  buna bir dini misal getireyim size, bir mânâ ilminden bir misal getireyim.

Bir gün Peygamber’e sordular. “Mümin zina eder mi Ya Resülullah?” Soruyorlar. “Yakışmaz ama edeni bulunur.”  ... İmandan çıkarmıyor. “Yakışmaz ama edeni bulunur.” Yine soruyorlar. “Mümin yalan söyler mi? “Hayır!” diyor. Şimdi suçumuzu örtelim. Kendi kendimize baş başa kalalım. Şu emr-i Peygamberinin sahne-i şuhuda koymuş olduğu şu esası göz önünde tutarak, kendimizi bir anlayalım. Soruyorlar: “Mümin zina eder mi Ya Resülullah?” “Yakışmaz ama edeni bulunur.”

Kâinat olmuş tefasilim benim ben taneyim

Ruh-u ekvânım zevâle saadet bigâneyim 

Ta ezelden mest-i canandır bedr eyler felek
Feyz, safâsı haramidir bir meyhaneyim.

Meyde teşvîr-i harâret ateşimdendir benim.
Maye-yi cuş-u huruş-u meclis-i rindaneyim 

Sende iflak-ı müsellem, bende kayd-ı mahftır
Mayedar-ı gayet-ı efkârı serbestaneyim

Asuman her şart hezaran kalp ile dinler beni
Her şikâfi bir gülnihanı me’va bir viraneyim. 

Gözlerim bigâneyi ham oldu anlardan beri.
Mah ile encüm ile her şeb söyleşir bir divaneyim.

Anlatabildim mi? Uyumuyor, uyumayan Allah’la aşinalık yapar, Allah ile aşinalık yapan, gündüzün rahat eder. Gündüzü anlattık değil mi? Gündüz, hani bu karanlığın gündüzü değil. Gündüzü anlattık, bununla alakası yok. Dünyada bitti.

Dünyayı, Cenab-ı Haydar, haydarane bir tarifi vardır. Hem kime?  İmameyn Hazretlerine. “Ruh-u aynım, Hasaneynim,  siz benim timsal-i şerefimsiniz.” Söyler, söyler, söyler de “Hacet mest etmedikçe bir işin peşinden koşmayın. Kavval olmaktan ziyade faal olun.” Söz adamı değil, iş adamı olun.

Söz adamı yalancı damada benzer. Ne demek yalancı damat? Mevlana öyle tarif ediyor. Mevlana'nın aciptir neşesi. “Söz adamı, diyor yalancı damada benzer.” diyor. Düğün yaptı, cemiyet oldu, Peki kız? Kız evinde kaldı. Acaba anlatabiliyor muyum? Anlatır anlatır, orta yerde bir şey yok.  Düğün yaptı, bir cemiyet yaptı, şöyle oldu, böyle oldu, orta yerde bir şey yok. Peki, şey, kız? Kız evinde kaldı. Yalancı damat.  Gündüz o.

Tarif der ki: “Kavval olmaktan ziyade, faal olmaya çalışın. Dünya, hezar aşina bir acuzeye benzer.” Çok tarif ettim size bunu ben. Onun tarifini çok naklettim. Ben değil de tarif onundur ben nakilim. Hazer aşina acuze, yüz insanla görüşen kadın. Sana ikbal ederken öbür taraftan başkasına işaret eder. İkbalinde hud’a idbarında fecia vardır, diyor. Anlatabildim mi acaba? Sakın buraya kadar gülme der, idbarı zamanında da kaşlarını çatma der. İkbalinde hud’a idbarında fecia gizlenmiştir. Onun içün perde-i gaflet açılmadan, kudret elden gitmeden, zamanı fırsat bil, büyük bir varlıkla huzur-u Süphaniye gel. Yani zengin ol.

Şimdi misal getiriyorum. Taa konuşmanın bidayetinde hakiki zengin kime derler dedim, söylemedim. Sizde bana sormadınız, değil mi? Hanı var, şusu var busu var, bunlar değil, dedim ve buraya kadar söyledim, öbür tarafını söylemedim.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al.
Eğer tükenmez hasra gelmez dâ'imî îrâd lâzımsa[26]

En büyük zengin, en büyük varlıklı insan, hayatında birkaç tane kırık kalp almış olan adamdır. Aldın mı neyle alırsan al, al da. Kırık kalp.

İki çeşm-i çünkü sirişk-i efşân ver diyor. Para ver, pul ver demiyor, onun kıymeti yok. Onlar adi şey. Allah pazarında satılan bir matah vardır. Kimsenin parası yetişmez. İnci yok mu inci, gözyaşı yani ya. O bizim bildiğimiz denizden çıkarılıyor ya o. Ne kıymeti var onun. Gözyaşı: Burun tulumbası ile çıkar. Şöyle bir sızlar o. Kalp kuyusundan anlatabiliyor muyum? Öyle, onu yalnız Allah alır. Hiç kimse alamaz. Hiçbir padişahın hazinesinde, hiçbir lordun kasasında, onu ödeyecek kudret yok. Sen diyor, çıkar onu.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al.
Eğer tükenmez hasra gelmez dâ'imî îrâd lâzımsa.

Eğer almamışsan bu güne kadar bu işin peşine düş. Komisyoncusunu bul, çok para ver komisyoncusuna. Böyle yüzde iki, yüzde beş, yüzde on filan değil. Ver kendini. Bul, kırık kalp.

Onun içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Allah sizin amellerinize suretinize bakmaz,  kalplerinize bakar.” demiştir, değil mi?   

Allah adamın kalbine bakar. Kalp var mı acaba bende? Yaa, iş burada. Kalp bende var mı? Hiç kimseye karışmıyorum ya kendime. Kalp bende var mı? Neden demiştir, kalplere bakar, diyerekten? Zira kalp Allah’ı müşahede eden yerdir. O’nu görene bakar. Et parçası olana bakmaz kardeşim. Anlatabildim mi acaba? Et parçası mudga. Öyle değil. Mahall-i müşahede. Temaşa-ı cemal-i suphâni, didâr-i rahmani kalp ile olduğundan dolayı “Beni gördü” diye ona bakar. Bu da ilk söylediği şeydir. Cümle. Söyler söyler de Allah büyük Kitab’ında: 

[27] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ Bu söylediklerim kalbi olan içündür, der. Acaba anlatabildim mi? Belki kendi kendine içinden dersin ki: “Kalp bende var mı onda var mı diye niye konuştu. Bir tuhaf geliyor.” Bir tuhaf gelmesin. Allah kendisi öyle diyor. Söyler söyler söyler, söyledikten sonra:  لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ  

Bu söylediklerim kalbi olan içündür.

Demek ki herkes de kalp yok. Yokla var mı yok mu? İçin bütün mevcudata karşı rikkatle çarpıyorsa sahib-i kalpsin. Nerdee, anamızın nafakasını vermiyoruz. Züğürtken yürüyüşümüzle ilâ varlıkla yürüyüşümüz arasında fark var. Öyle değil mi ya?  Masası varken konuşması ile masasından düştükten sonra konuşması arasında fark var. Nasıl kalp olur öyle. Kalp oldu mu hep pişanda[28]. Hep o an da hep o şanda. Sahib-i kalp. Yalvar, olur. Niyet et, olur. Azmet, olur.

Bir zaman kırılmam el temas etmez bana.

Hani söylemiştik ya yukarı da. Onları anlatıyoruz nazm ile.

Bir zaman kırılmam el temas etmez bana. Neden?
Bende madem can evinde devreden peymaneyim.

Sen, beni nasıl göreceksin? Hariçte benim vücudum yok ki! Ben bu gönülden bu gönülde, böyle gönül evimde can evimde. Bende benlik yok. Ben hani

[29]  وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ    Yok mu ya! O’nunla beraber gezerim ben. Ben O'nu duyanlardanım.

Nar-ı aşkın benden öğren taz'if[30] etti sözünü Nar-ı... bunlar şimdi, bitiriyor da nar-ı aşkın, çok güzel şah beyit burasıdır. İstersen belle. Söylenmemiş bu. Ben çok meşgul oldum bu işlerle, böyle söylenmişine rast gelmedim. Söylenmemiş.

Nar-ı aşkın benden öğren tâz'if etti sözünü
Ben âna pervaneden evvel yanan pervaneyim… Anlata bildim mi acaba? Ben âna pervaneden evvel yanan pervaneyim.

Bir de bunun kardeşi var, kardeşini de okuyayım sana.

Matla-ı nur safâ-i meşrebi rindaneyim

Aşinayı aşka mahrem gayrıya bigâneyim .

Yahu benim yanımda ne dedikodu ediyorsun? Niye âlemi bana anlatıyorsun? Ben aşktan başka hiçbir şeye aşinalığım yok. Bigâneyim ben anlamam. O lügatten ben anlamam.

Neşve-i feyzi ezelden mayeyi esti bana

Badesi birden tükenmek bilmeyen bir meyhaneyim.

Bu meyhane tabi aklı nâra inkılap ettiren değil, aklı nura inkılap ettiren. Acaba anlatabildim mi? Burada pir-i mugan, Allah. Kadeh kalp. Hazreti insan, kalbine gelen marifet-i ilahiye enharından akan sekr ile sarhoş olmuşum ben. Acaba anlatabiliyor muyum? Kadeh, kalp kadehi ile. 

Hem yanar hem neşr-i envar eylerim etrafıma
Şem-i bezm-i âşıkan-ı bihiş-i fenaneyim 

Kıblegâhım her zaman, her yerde yâr ebrûsudur

Nûr-ı mihrâb-ı cemâle tâ ebed pervaneyim. 

Kays’e ilham-ı cünun-u aşk eden divaneyim.

Bir daha okuyayım.

Cezb-i edna[31] çâv[32] ferimdir[33] ettiğim miraçta
Kays’e ilham-ı cünun-u aşk eden divaneyim 

Kibriya ı aşk her mesulumü is’af eder. Allah’tan ne istersen, o istediğini is’af[34] eder.

Kibriya ı aşk her mesulumü is’af eder.

Ben ânın fahri nedimanı değil de ya neyim.
İnkisarım mucibi hüsran olur Muhyi benim. Kırma beni diyor, Yakarım ben adamı.

Bende madem sinelerde devreden peymaneyim.

Bugünkü konuşma bu kadarlık yeter.



[1] Samm(e): Zehirleyen. Ağulu. Semm-i Katil: öldürücü zehir
[2] Serîr-i saltanat: Saltanat tahtı; sultanlık makamı
[3] Teâvün : Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.
[4] Cidal: Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. Muharebe. Cenk. Kavga.
[5] İştiyak: Arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek.
[6] Tevazün: Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek.
[7] Berâhin: (Bûrhan) Deliller, burhanlar.        
[8] İkan: İyi ve yakînen bilmek. Sağlam bir iş. Yakin hâsıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek.
[9] Mazarrat: Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
[10] Tecezzi: Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma.
[11] Ali İmran Suresi 159’ncu Ayet-i Kerime   فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّل۪ينَ
Meali: Sen (o zaman), sırf Allah'ın rahmetiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları sen bağışla, onlar için Allah'dan mağfiret dile. (Yapacağın) işlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.
[12] Bedi'(Bedia): Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. Garib. Acib. Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. Beğenilen. Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. Edb: Sözün garib ve güzel olması hâli.
[13] Muad: Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş.
[14] Müşavere: Bir iş hususunda iki veya daha fazla kimseler arasındaki konuşma ve danışma. İstişare etme. (Bir kavim müşaverede bulundu mu rüşd ü salâha nâil olur. Hadis meâli)
[15] Akl-ı hazır: Şimdiki akıl sahipleri, zamanın aklına...(bkz. efkâr-ı hâzıra: Şu anda mevcut olan düşünceler, fikirler)
[16] Kaf Suresi 16’ncı Ayet-i Kerime:وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.
[17] Hadid Suresi 4’ncü ayet-i Kerime:هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Meali: O'dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istivâ etti (hükümran oldu). Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
[18] Zümer Suresi 53’ncü Ayet-i Kerime:قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذ۪ينَ اَسْرَفُوا عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَم۪يعًاۜ اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّح۪يمُ
Meali: De ki: "Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."
[19]Mesâmât (Mesammât) Gözenekler, pencereler. Cilt üzerinde küçük delikler, gözenekler.
Veya Mesafat: (Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar.
[20] Maide Suresi 54’ncu Ayet-i Kerime:يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ 
Meali: Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücahede eder, hiçbirkınayıcının kınamasından da korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.
[21] Vuhuş (Vahş. C.): Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar.
[22] Tuyur: Kuşlar.
[23] Fassat: Cerrah
[24] Hudânekerde: / خدانكرده   Allah göstermesin, Allah etmesin. (Farsça)
[25] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.
[26] Yenişehirli Avni.
[27] Kaf Suresi 37’nci Ayet-i Kerime: اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[28] Pişan   Farsça En ön, en ileri.
[29] Hadid Suresi 4’ncü Ayet-i Kerime:هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِۜ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا يَعْرُجُ ف۪يهَاۜ وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْۜ وَاللّٰهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَص۪يرٌ
Meali: O'dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra arş üzerine istivâ etti (hükümran oldu). Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.
[30]  Taz'îf: ( تضعيف ):1)Ziyade etmek: Artırmak. Kat kat etmek.  Bir kat, iki kat daha artırmak. Çoğaltmak. 2) Zayıf addetmek. Zayıf düşürme.
[31] Edna: Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. Çok yakın.
[32] Çav: Göz/gözler ●Câ (جا) :Yer. Mekân. Mevki.● Çâr / چار  *Çare. * Dört● Câr: Çeken, sürükleyen. * Komşu. * Medet eden, yardımcı. * Müşteri.
[33] Fer ( فَرْ  ) :Işık, parlaklık, zinet, süs. 2. Fazl ve vakar. 3. İktidar, şevket, kuvvet.● Çâv-fer: Göznuru, gözün feri...
[34] İs'af: Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
*Taz': 1.Gayretsiz olmak, zayıf düşme/düşürme 2.koşmak koşturmak


[i]  Fuzuli Gazel 204

Penbe-i merhem-i dağ içre nihandır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim

Cânı cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir ne benim

Taş deler âhım oku şehd-i lebin şevkinden
N’ola zenbûr evine benzese beytü’l-hazenim

Tavk-i zencîr-i cunun dâ’ire-i devlettir
Ne revâ kim beni anda çıkara za’f-i tenim

Aşk ser-geştesiyim seyl-i sirişk içre yerim
Bir habâbım ki hevâda doludur pîrehenim

Bülbül-i gam-zideyim bağ u bahârım sensin
Dehen ü kadd ü ruhun gonce vü serv ü semenim

Edemen terk Fuzûlî ser-i kûyun yârın
Ne kadar zulm yeri ise bana hoştur vatanım 

[ii] Fuzuli 246’cı Gazel

Olsaydı bendeki gam Ferhâd-i mübtelâde
Bir âh ile verirdi bin Bisütûn’ı bâde

Verseydi âh-i Mecnun feryâdımın sadâsın
Kuş mu karâr ederdi başındaki yuvade

Ferhâd’a zevk-i sûret Mecnûn’a seyr-i sahrâ
Bir râhat içre her kim ancak benim belâde

Eşk-i revânıma il cem’oldu var ümîdim
Kim ola vara vara cem’iyyettim ziyâde

Geh gamzen içmek ister kanımı gâh çeşmin
Korkum budur ki nâ-geh kanlar ola arade

Ser-verlik ister isen üftâdelik şi’âr et
Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde

Ger görmemek dilersen resm-i cefâ Fuzûlî
‘Olma vefaya tâlib dünyâ-yi bi-vefâde

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017