023 (23.11.1958) 72 dk (140)
Bu dâr-ı iptilada, dünya denilen bu feryat âleminde, ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen, bu sahne-i şuhûtta, makam-ı hâl ne oluyoruz? En mühim nokta bu. Gelmede gitmede hiçbirimizin ihtiyârı yok. Sormuyorlar: “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var, hanımefendi bir âlem-i dünya var, teşrif eder misiniz?” Gelirken böyle bir sual hiçbirimize bilmem varid olmadı, değil mi? Giderken, giderken de yok.
Şu iki noktayı insan düşünecek
olursa ve bunun derinliklerine doğru gidecek olursa beşeriyetin ah sesi kalkar.
Her kimse, geliş ve gidişteki gayeyi anlayacak olursa benlik davasından
kurtulur. Bütün fenalıklar buradan çıkıyor. İblisin sıfatı çünkü. “Benlik” Bu hepimizde vardır. Fakat nispet dâhilindedir.
Bazı kimsede öyle bir benlik olur ki, firavunluk sahrasına o benlikten ihram
diker. O sıfat insana gelirse desek, doğru olmayacak; kalınlaşırsa, merhamet
kalkar, rikkat kalkar, şefekat kalkar, ne bileyim, canavarları utandırtacak
kadar cinayetler olur. Canavarlar, o insanın yaptığı kötülüklerden utanır
Kudret’e karşı. Benlik!
İşte ahlak, insanda o kesafeti
eritir. O bir, öyle bir kesif bir şeydir ki, bir hâldir ki, o müessese onu
eritir. Dört şey verir, dört ilaç verir. İlk önce iman ver. İnan! Neye inan?
Mensi ve mühmel bırakılmayacaksın. Unutulmuş, bir köşeye atılmış olaraktan
bırakılmayacağız. Kendisi, kendisine teslim olunup da henüz kendisinin yüzünü açıp
göremeyen zavallı beşerde ne vakit açacaksın? Yokluk çölünden varlık vücudu
pazarına bir kefen tedariki içün geldin. Daha ne kadar can yakacaksın? Netice
bu değil mi? Hüküm neticeye değil midir? Bir şeye hüküm neresine verilir?
Sonuna değil mi? Yokluk çölünden varlık vücudu pazarına bir kefen tedariki içün
gönderilen beşer, daha ne vakite kadar zulme divan duracaksın?
Seni, Kudret kendisine muhatap
yapmış. İsmini senin yüzüne va’z etmiş.
Sen, kitab-ı kâinatın fatihasısın. Nasıl kitab-ı tenzilinin Fatihası varsa sen de
kitab-ı kâinatın fatihasısın. Konuşma hakkını vermiş, düşünme hikmetini vermiş.
Düşünen bilir, bilen konuşur. Konuşturan da bir gün senle konuşacak. Acaba bir
şey anlatabiliyor muyum? Birkaç haftadır söylediğim gibi, onun için seraptan
şarap yapıp içme. Dikkat et! Seraptan şarap içme. Gelmede gitmede ihtiyâr yok.
Giderken sormuyorlar. Dünyanın ilmine malik ol, en büyük servetine sahip ol, en
yüksek câha, rütbelere malik ol “Hayattan azl oldun!” emri geldi mi paydos! O
semayı deler gibi bakan gözlerin, öyle mütevâzi bir hâl kesbeder ki, o yeri ezer gibi bastığın sert
bacakların, o şekilde melül bir vaziyet alır ki, üüüü.... Yer, yer adamı, yer!
Eski konuşmalarımda bir misal
getirmiştim, bu misali şimdi getireyim tekrar size.
Murad-ı Rabi, Dördüncü Murad
denilen hükümdar, geziyormuş. Bir deli elinde kağıt kalem hesap yapıyor, onun
önünde durmuş.
— Ne yapıyorsun? Demiş.
— Şu Murad var ya, demiş. Gerilir “ben varım!” diye yaşar. Onunla demiş, aramdaki servetin hesabını yapıyorum. O mu zengin, ben mi zenginim!
Gülmüş. Gülünce deli demiş ki,
kızmış:
—
Ne gülüyorsun be herif! Demiş.
—
Sen bir hasta adamsın, Murad-ı Rabi şimdi
Bağdat’ı da fethetti. Bağdat’ın da fatihi, şöhret afak-ı cihan bir hükümdar. Sizin
ikinizin arasındaki servet, nispeti var mı ki bunu ölçmeye kalkmışsın, ondan
güldüm, demiş.
—
Ben çıkardım neticeyi, demiş.
—
Ne çıkardın?
—
Üç akçe benden fazla serveti var ama o da
külfetli!
—
Nasıl çıkardın? Demiş, yine gülmüş.
—
Otur da hesabını göstereyim, demiş. Hesabı
göstermeden evvel bir sual soralım. Hüküm bir işin evveline midir, sonuna
mıdır? Demiş. Neticesine midir?
—
Tabi neticesinedir.
—
O hâlde hesap meydana çıktı!
—
Ne oldu?
—
Düşündüm, taşındım, demiş. Murad’ı da boyunun
aldığı kadar bir çukura sokacaklar, beni de boyumun aldığı kadar bir çukura
sokacaklar. Çukur farkımız yok. Benim boyum Murad’dan büyük olduğu için biraz
benim çukur büyük, demiş. Çukurda fark etmiyor.
Sultan Murad, şöyle bi gülen ağzı daralmış. Bir tuhaf eblehleşmiş
suratı şööyle bi, sarsılmış.
—
Yine düşündüm taşındım, demiş. Murad’ı da (demiş)
götürürlerken, o bir hükümdar olması hasebiyle, belki on binler, yirmi binler,
birçok insan taşır. Beni de, demiş. İşte
hasta diyerekten, üç kişi dört kişi belki sürükler atar. Fakat demiş. Kapak kapanırken,
ne onun on bin kişisinden bir kişi içeriye giriyor, ne bizim üç kişiden, demiş.
Kapak kapanıyor, kapak kapandıktan sonra Murad’ın yapmış olduğu işlere Kudret
vücut verir beraber içeriye sokar, benim yaptığımı da sokar, bakalım hangimizin
ki daha cicili güzel bir iştir. O yine belli değil.
Sultan Murad demiş ki:
—
Peki, bu üç akçeyi nereden buldun bu farkı?
—
Fark, demiş. O hükümdar olması hasebiyle, son elbisesi, dikişsiz elbisesi, Beytü'l-
Muazzama’dan gelir, oradan getirttirirler, ikram olsun diyerekten. Benim ki de
karşı ki aktardan alınır, patiskadır. İşte yol masrafı olur, ara yerdeki fark
odur, demiş.
Burada hepimize bir ibret vardır
değil mi? Haa, yok mu? Yalnız şöyle bir
sual çıkar. Bu gibi şeyleri söylerken de mevzûa girdik korkarım, yanlış
anlaşılır diyerekten. Peki, ahlak bize, mütevâzi bir hatt-ı hareketi
emrederken, öyle fakr-u zarureti mi tayin eder? Yok, öyle bir mânâ almayın.
Bunları söylerken ahlak der ki:
“Kalbinle kalıbının vazifesini
ayır!” der. “Kalıbının maddeye ihtiyacı vardır, kalbinin de habibe ihtiyacı
vardır.” Acaba anlatabiliyor muyum?
Ne kadar zengin olursan, ahârın
zararına olmamak şartı ile. Ahârın, başkasının zararına olmamak şartı ile. O
bütün zenginliği, tamamıyla maddelikten çıkar, mânâ olur. Başkasının zararına
değil. “Musluk olacağım.” diyorsun, Kudrete karşı, “Hazine senin, Ya Rabbi! Ne olur beni musluk yap da benden aksın!”
Anlatabiliyor muyum acaba? “Beni musluk yap, benden aksın.” Ahlaksız parası
mukabilinde nice ahlaklıyı satın almaya kalkar. Sen de ahlak ile zengin ol da birçok
ahlaksızı satın al. Acaba anlatabiliyor muyum?
Para Sünnetullahtır. Bak,
en mühim nokta. Hiçbir müessesede söylenmemiş bir kelimedir bu. Yaa, sen şöyle
bir düşün. Aczini bir itiraf et. Mavi kâğıt neyse, herhangi bir renkte kâğıdın
üzerinde yüz yazılı, beş yüz yazılı, bin yazılı, binlerce insan sabahtan akşama
koşar, o kâğıdın peşinde. Sonra “Akıllıyım!” diye de gezer. Orada Kudret’in bir
tecellisi olmasa, bir mânânın onun üzerinde bir nazar-ı tecellisi bulunmasa,
hiç seni beni onun peşinde koşturur mu? Evler yıkılır, canlar yakılır, hukuklar
kesilir, ne bileyim ben, elli senelik hukuk bir anda o kâğıdın üzerindeki yazı
içün birdenbire çürür. İşte ahlak, çürütmemeklik yollarını gösterir. Ara yerlerindeki
fark bu. Anlatabiliyor muyum? Bu işi der, gel bunu sen kalp âlemine sokma. Bunu
kalıbınla idare et!
Yüzlerce defa misal vermişimdir.
Bir geminin yürüyebilmesi için denize ihtiyaç vardır. Deniz olmazsa gemi
yürümez. Fakat o gemi dibinden şöyle rahne[1]
alırda şu kadar bir yeri açılır, deniz içeriye girerse o gemiyi batırır. Bir
insanın suret itibariyle, teâli ve terakkisi için hatta mânâ itibariyle de teâlisi
içün servete ihtiyaç vardır. Fakat o kalıbından çıkıp da kalbinin içerisine
girerse o adam batar. Anlatabiliyor muyum acaba? Batar! İhtirasat-ı nefsaniye
ile gözü kör olur. Görmez bu gözü. Bu sefer hedefi menfaat yapar, faziletten
ayrılır. Koşar, zalime uşak olur. Birikmiş ahların vebalinden manevi vücudu münhanî[2]
olur. Unutur bir huzura gideceğini, nihayet kâm almadan geçer gider. Bir şey ama
o fena, o iyi değil o!
Bir misal vereyim size yine.
Humus’u alan Talha Bin Huveylid’dir. Ebu Ubeyde’ye izafe eder tarih. Ebu Ubeyde
başkumandan olduğu içün ona izafe ediliyor fakat asıl Humus’u işgal eden Talha
Bin Huveylid. Ebu Ubeyde, büyük adam.
Nasıl büyük adam? Bedir harbinde, birkaç konuşma evvel tekrar etmiştim,
söylemiştim. Dünyada Bedir harbi gibi
hiçbir harp ne olmuş ne olur ne olacak. Yok! Olmamış. Olmaz da.
Yine ondört asır evveline, fikren
seyahat eder gezersek, tüylerimiz ürperir. Öyle bir hâl gelmiş ki dünyaya,
medeniyetler vahşetlerin en yükseği. Zayıf kavîden hakkını katiyen alamaz.
Fuhuş memduh, edep makduh, ırz şeref namına satılır. Her şeyden soyunmuş, lügat
da kelimesi bulunmayan insanlar en büyük mevkii işgal eder. Hani bir kelime bul
da, o kelimeyi ona izafe et, anlatamazsın. Lügatte kelimesi var edilmemiş çirkinlikleri
taşıyanlar, en büyük mevkîlerin sahibi olurlar. Olur, öyle. Kadın hakkı filan
öyle şey yok. İnsan hakkı filan, mesela Yunan medeniyetinde, büyük medeniyet
diye okunur dinlenir filan. Kadın pazarda satılır. Kocası öldü mü miras gibi,
tel dolabı gibi, masa gibi bardak gibi kalır mirasçılara. Götürür, pazarda
satar.
Beşeriyete medeniyetin kapısını
Hazreti Muhammed açmıştır. Fakat onun devamına hiçbir camia tahammül edemez.
Hiç, kimsenin işine gelmez. Daha en yüksek medeniyet sahası olan Garp’ta, 1870
tarihine kadar İngiltere’de kadın kocaya vardığı vakitte bütün malı kocasına
intikal eder. Kadının tasarruf hakkı yoktur. Bin sekiz yüz yetmiş, daha bir
asır bile yok. Daha bir asır bile olmamış. On dört asır evvel, Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi: “Kadın, bizâtihi malını tasarruf eder; hibe eder, satar, alır, verir.”
Acaba anlatabiliyor muyum? Roma medeniyetinde en büyük reis-i ruhaniler,
kadını; alet-i tezvir[3],
alet-i şerir, alet-i zevk. Tabirler böyle. Böyle tarifler! Kıymeti yok! Ben-i
İsrail medeniyetinde kız çocuk hizmetçi defterine kaydedilir. Arap
medeniyetinde diri diri gömülür. Böyle acip bir devir.
Hiçbir büyük adamın
kurtaramayacağı; ne İsalar, ne Musalar, ne sair büyük semavi insanların elinden
tutup kaldıramayacağı bir devirde, umulmadık beklenilen bir sahadan bir Zât
zuhur etti. Gurubu olmayan bir güneş. Tek başına bir dava açtı. Malum ya, biz âlem-i
esbaptayız. Sebep âleminde. Sebepler görünmeyince o iş olmaz, deriz. Yalnız o
öyle olmakla beraber, sebepler Allah’ın
iradesine bağlı. Fakat Allah’ın iradesi sebeplere bağlı değil. İnsan
bunu da unutmamalı. Bunu unutmadan yaşarsan çok rahat yaşarsın. Mesela biz ufacık
aklımızla bakarız, “Bu iş olmaz” deriz. Neden olmaz, şu yok, şu yok olmaz. Allah
var ya! Allah varken “olmaz” olmaz! Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Ah, O
irade etmişse olmamasına, ona diyeceğim yok! ... Seni de kendisine muhatap
tutmuş ya, insan demiş.
İnsan, kime derler? Allah’ın
enisi olan kimseye derler. İnsanın tarifi bu ahlakta. Hakk’ın kim enisi, munisi,
yâri ise ona insan, der. Kısa tarif. Hak ile ünsiyeti olan kimsenin adına
insan, denir. Kısa tarif. Ünsiyeti ne derecedeyse insanlığı da o
derecededir. Buraya bağlı. Ne kadar...
Mevzû uzatmayalım, böyle bir
sahne, dünya. İki kuvvet var. Daima zaten dünya, âdet-i İlahi öyle, iki
kuvvetle idare edilir, hep öyle gelmiş. Allah’ın bir sıfatı Celal, Cemal. İşte diğer
ufak kuvvetler, o iki büyük kuvvete ne'ş-e[4]
itibariyle hangisi mülayim[5]
gelirse onun peşinden gider. O vakitte de iki kuvvet var; Kisra kuvveti, Kayser
kuvveti. Bizans hâkimiyeti, Kisra hâkimiyeti. Diğer camia onların peşinden
gidiyor. Şimdi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi davayı tek başına açmış, bu iki
kuvvet de ikisi de hasım. Siz zannetmeyin ki böyle muhitinde şu kadarcık bir
camia. Hayır! Kimsenin işine gelmiyor. Neden? “Putperestlik yıkılacak!” diyor.
Hangi put, Kilise’deki put mu? Hayır.
İnsan putu! Ona yirmi maddelik amanname vermiştir. O döner dolaşır bir yere
gider de, ona ilişmez. Yaa. Aciz insana tapılmayacak. Zulme divan durulmayacak.
Vicdanlarda müsâvat hâsıl olacak, suretlerde değil!
Bir de bir acayip nazariyeler
vardır. Madde de müsâvat olmaz. Olamaz o maddede müsâvat olmaz! Maddede müsâvat
olduğu vakitte; herkes doktor olursa, herkes mühendis olursa, herkes fırıncı
olursa, olur mu? Cüz’ü küll
yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad [6]
Kudret onu yapmamış, o Kudret’le harp etmek demektir. Anlatabiliyor muyum
acaba? O Kudret’le harp etmek demektir.
Bir gram ilaç alacaksın, bin
kiloluk baskülle tartamazsın, bir gramlık terazi lazım. Cüz’ü küll
yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad. İlaç koyacaksın, koydun kâğıtları, hiç
yok, terazi filan yok, fakat bin kiloluk bir baskül var. Al bakalım tart, ilacı tartabilir misin? Tartamazsın.
Ama büyük? Büyük ama işe yaramaz ki o sahada. Orada küçük lazım. İnsanlarda da
büyük maddeci küçük maddeci, ufak rütbeli büyük rütbeli, birleşecek. Musiki bile öyledir. Pek sesler,
yüksek sesler bir araya gelecek ki, kulakta bir iş yapabilsin. Acaba
anlatabiliyor muyum? Olmaz! Bir sesle musiki yapabilir misin? Olur mu? Olmaz!
Yaa?
Müsâvat vicdanlarda. Buna manevi
bir misal vereyim. Mesela, her din de mabedine girdiğin vakitte locası vardır.
İslam da yok. Bak, vicdanda müsâvatı nasıl gösteriyor. Çöpçü de gelir, daha
cemiyette en küçük rütbeli bir adam da gelir. Reisicumhur da gelir, mabette
namaz kıldıranın arkasına geldiği vakitte “Sen şöyle biraz geriye çekil!”
diyemezsin, ona. Allah adamın gözünü patlatır. Bilinmez ki kim reisicumhuru da.
Kalkar orada rütbe filan kalkar. Orada kalkar. Abdu'n-nâs olur. Yok, yan yana
gelir. Hatta ilk zuhurunda ne de olsa bir örf, bir adet var, köle ile efendisi
geliyor, hizmetçi ile efendisi, alışılmış, şöyle bir parça geriye duruyor,
misal olaraktan getiriyorum, dini bir misal, anlatabiliyor muyum vicdanlardaki
müsâvatı? Bir defa tembih etti. Burada dedi, fark yoktur. Huzur-u ilahide kimin
kimden üstün olduğu bilinmez. Hatta daha ince bir mesele vardır. Daha ince
biliyor musunuz? Hadi orası dursun. Niye söyleyeyim? Acayip! Bir parça şöyle
geriye durdu.
“Burada öyle olmaz, dedi. Bir
hizada olacaksınız. Kalıplarınız, kalpleriniz birleşecek, müteaddit vücutta bir
ruh olarak, Allah diyeceksiniz!”
Biraz vakit alışılmış, çabuk
çabuk atılmıyor yine öyle. Üçüncü seferinde “İnkisar edeceğim, Hak sizin
yüzünüzü çevirsin diyeceğim!” Hatta bir
günde dedi ki: “Bir kimse mabette kendisine hususi bir köşe ayırıp, daima
girdiği vakitte onu bir tefahür hissesi olarak ‘beni arayan burada bulsun’ gibi
gönlünden geçer de öyle bir yer ayırıp da oturacak olursa onun yapmış olduğu
ibadetler makbul değildir.” dedi. O nefsine tapan adamdır, henüz o nefsinin
kuludur, Hak kulu değildir. Acaba anlatabiliyor muyum?
Vicdanlarda müsâvatı veriyor.
Tabi bu kimsenin işine gelmiyor. O gün sivrilmiş adamların işlerine gelmiyor. “Hepsi
yıkılacak. Hepsi yıkılacak!” diyor. Nihayet cephe alındı. Esbap da yok, ne ordu
var ne masa var ne kasa var ne servet var ne rütbe var ne câh var, hiçbir şey
yok! Vâkâ, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Cenab-ı Muhammed, Hakk’ın karîbi ama zahirde
de bir hüküm var, Abdulmuttalib’in yetimi. Evet, o herkesin burasındaki göz
işlemez ki. Görsün de onun ne olduğunu anlasın. Zahirine hüküm verecek. Duruyor!
Muhitin en şerif Zâtı. En kibar
ailesine mensup, Haşîmi. Kureyş’in Ceziretü'l-Arap
da bunların kıymeti var. İsimlerde de mânâ var. Neyse ben daha başka bir gün
anlatırım, o isimlerin. Şecerede geçen isimlerin her birisi bir cemiyet-i
insaniyeye bir hizmet etmiş, o hizmetin mukabilinde o isim verilmiş. Mesela
Cenab-ı Peygamber’in İsmi Muhammed. Ne demek Muhammed? Hamdolunmuş. Kim hamd etmiş? Allah! Acaba
anlatabildim mi? İnce bir mânâ. Kendi koymuş Allah, ismini. “Hamd olunmuş.”
Neyse bu bahisler bu mevzûmuzla alakadar değil ama misale girdi de konuşuyoruz.
Çok insanlar üzenmiştir onun gibi
olayım, diyerekten. Çok münkirler, üzenmiştir. Kendi kendilerine “Yahu ben bu
kadar müktesebat-ı ilmiye, yirmi sene otuz sene okumuşum, sekiz tane lisan
bilirim, ben niye onun gibi olamıyorum, çölde yetişmiş bir kimse gibi?”
Olamazsın kardeşim. O’nun nübüvvet kuvveti var. Sen karını peşinden
getiremezsin. O ayrı bir iş o işte. Durdurur adamı. Sen üç kişiyi peşinden
getiremezsin. Sağlığında çanağına bir şey doldururken “Evet efendim” der,
içinden de küfür eder.
Bugün bilinsin ki haddizatında,
şöyle bir kâğıt parçasına “Bir gün Hazreti Muhammed terlemişti de şöyle terini
silmişti.” Bunu milyarla liraya alacak dünyada insan vardır. Milyar verip
alacak insan vardır. O keyfiyet bilinmez. Yoksa çoook insanlar üzenmiştir. Ben
niye olamıyorum, diyerekten. Olamazsın. Nübüvvet kuvveti, ayrı bir kuvvet o.
Bizim peşimizden on kişi gelmez!
Bugün kürede kaç tane minare var?
Hesabını bilir misin? Binaenaleyh, kürenin her tarafı nazar-ı dikkate alınacak
olursa, geceli gündüzlü sahalar göz önüne getirilecek olursa, muhakkak her
dakikaya tesadüf eden “Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah” sesi vardır. Resmi
olarak arşa yükselen bu sedalar olduğu gibi arifin gönlünde de her an o şekilde
çalkalanmaktadır. Bu kolaylıkla olur mu? Yüzünü gördü mü? Görmedi. Sözünü
işitti mi? İşitmedi. Yüzünü görmeden Fem-i[7]
saadetinden çıkan sedanın anını işitmeden, gönlünü bağlamak, verdiği habere
gönül vermek kolay şey midir? Sen kaç yılını tatbik ettirebilirsin?
Bugün milyonlarla insanın
içerisinden, senede malının kırkta birini vermek. Hadi bedava kısmını bırakalım
ibadetin. Namaz kılarken katılık olmasın diyerekten, damar sertliğinden
kurtulayım diyerekten. Hadi öyle dedin. Bahane ettin. Öteki de tasarruf etti,
oruç tuttu. Efendime söyleyeyim işte hasis bir adamdı. Hiç olmazsa bir iki öğün
yemekten kurtuldu. Ya, para meselesi var ya. Hiç karşı karşıya gelme, elini
tutup sıcaklığını alma, yüzünün anındaki o teraveti[8]
o harareti görme. Fem-i saadetten çıkan sedayı
işitme, onun vermiş olduğu habere gönül ver. Malının kırkta birini ver, kırkta
kırkını ver, şunu ver, bunu ver. Kolaylıkla olur mu bu işler? Senenin bir
ayında ben tutmam. Tutanları hesap et sen. Ne kadar tutmuş, daha ne kadar
tutacak, durmuyor. Görmüyor musun? Sönmüyor ki, acayip bir iş bu.
Kendi kendini muhafaza eden bir mânâ.
Kâinat hasmı olduğu halde yine duruyor. Dört yaşında çocuğun sadrında mahfuz.
Seksen yaşında piri faninin sadrında mahfuz. Büyük Kitap öyle değil mi ya!
Sekiz yaşında çocuk vardır, bakarsın ki altı bin altı yüz atmış altı tane ayeti
cayır cayır ezberinde. Bu bir mânâ değil
de ya nedir? Hangi kitap ezberlenmiş ve ezberlenir? Hangi dinde böyle binlerce
defa okunur? Bir defa iki, eriniyorum dersin. Bırak. Anlatabiliyor muyum acaba?
Biliyorum, dersin.
Bize lazım olan yerleri buraları
değildi ya buralara kadar girdik. Bize lazım olan yeri neydi? Fazileti menfaate tercih etmek, ahlakta.
Buradan buraya girdim.
Beşeriyet fazileti menfaate
tercih etmedikçe, ilimde istediği kadar yükselsin, fende gözleri kamaştıracak
kadar teâli etsin, aya değil de güneşe çıksın ki bir gün olacak bu aylar maylar.
Bizim Kitabımız bunu haber verir, ama biz alakadar olmadık. Bizim Kitabımız
bunu haber verir. Daha dünyanın semasıyla uğraşıyoruz, dünyanın semasından
başka semalara da çıkılacağını haber verir. Öyle mi dünyanın semasından başka
sema var mı ya? Bu dünyanın seması adi sema. Başka sema da var, başka sema da
var. Dünyanın seması ne? O, adi o. Ona tıpış tıpış gideceğiz bir gün. Biz
gitmesek de çocuklarımız gider. Demek böyle şeylerin haberi var. Var! Dünyanın,
dünyanın seması ayrı mı? Hayır!
[9] زَيَّنَّا
السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا. Diyor bak. Dünyanın semasını, diyor.
Başka semâvât, yine ayrı o. O seb’a semâvât dediğimiz yedi sema dünyanın
semasından değil, onu şey zannediyorlar. Yeni, daha oraya girmedi. Fen mevzûu daha oraya girmedi. O Kudret
bu, bu Allah Allah! Muazzam iş o. Üüüü! Akıl
durur. Bir gün şöyle yaptı, eliyle bir hareket-i devriye yaptı, Rasul-ü Ekrem
şöyle bir elini devirdi, dostlarına dedi ki:
“Şu elimin hareket-i devriyesinde
çarpmış olduğu can, âdet manzumesine girmez. Elimi çevirdim ya şöyle, hafif bir
çevirişimde, o kadar cana çarpmıştır ki, sayıya girmez, yok rakam!” dedi.
Durur adamın aklı! Nübüvvet
kuvveti olan başka bir iş o. Çok özenen olmuştur. Bakıyor beş on sayfa bir şey
okuyor, ondan sonra etrafında da şöyle birkaç tane insan şöyle biraz “Evet
efendim” diyor, filan. Onların çoğu sahtedir inanma! Çoğu, çoğu sahtedir. Neyse
dava açıldı.
(Buraları çok söyledim,
isterseniz bırakayım. Lazım gelen yerini söyleyeyim. Yeni arkadaşlar gördüğüm
için tekrar ediyorum.)
“Acaba bu davadan vazgeçirir
miyiz?” diyerekten daru'n- nedve’de toplandılar. O günün dünyaca büyük tanınmış
kimseleri. Daru'n-nedve, bugünkü tabir, partide. Ebu Cehil’in riyasetinde toplandılar, Ebu
Süfyan’nın riyasetinde toplandılar. Bunlar rüesa[10].
Müracaat ettiler, dediler ki:
—
Bu davadan maksadın nedir? Eğer başımıza emir
olmak isterseniz, hepimiz ittifak etmişiz, bütün Ceziretü’l-Arab’ı sana bende
yapacağız, tabi olacağız fakat bu davadan vazgeç!
—
İşte yanlış anlıyorsunuz!
—
Peki, ne istiyorsun?
—
Aciz insan putuna tapılmayacak! (Çıldıracak
herifler!) Köle ile ikiniz yan yana duracaksınız. Zayıf kavîden serbestçe
hakkını alacak. İnsan hakları yerine gelecek. Vicdanlar serbesttir, istersen
inanırsın, istersen inanmazsın!
Biraz vakit geçti. “Gidelim bir
teklif, bir teklifte daha bulunalım.”
—
Ne kadar
güzel kızımız, ne kadar güzel kadınımız varsa sana verelim, sen bu davadan
vazgeç, dediler.
—
Yanlış anlıyorsunuz, işte onun için siz bunda
şey ediyorsunuz, dedi.
—
Peki, ne olacak?
—
Mabudum bir Hak’tan başka bir şey olmayacak!
Nihayet işi kılınca havale
ettiler. Şöyle bir bin sayfalık yerini atlayalım da vakit dar. Nihayet
Peygamber ana vatanından hicret etti. Hicret ettikten sonra bu sefer: “Hicrete
biz sebep olduk fakat bizim ticaret sahamız kapandı, daha fena oldu, gittiği
yerde herkes ona meftun oldu!” diyerekten işi kökünden halletmek istediler.
Bedir harbi zuhur etti hülasa. Hani yoktur, dedim ya böyle bir harp. Öyle bir
harp ki düşman tarafı kavî. Hepsi atlı, silahlı. Beri tarafta yok, bir şey yok.
Üç yüz on üç kimse. Onlara imtiyazlı insan deniyor. Bunlar hakkında Allah öyle
demiş:
[11]
اعْمَلُوا
مَا شِئْتُمْ . “Onlara haber ver, Benim Habibim. Onlar istediklerini
yapsınlar, Ben onlardan sual sormayacağım. Kalemi kaldırdım.” Allah’ın ağası
değilsin ya. Öyle diyor. “Sormayacağım!”
اعْمَلُوا
مَا شِئْتُمْ Ama sormayacak kadar da kıymet onlarda.
Akıl katiyen kabul etmiyor ki, on
dört asır sonra burada o an yaşatılsın. Bak şimdi değil mi ya? O gün kabul
etmez. Öyle bir harp ki; Ebu Bekir’in karşısında oğlu, Peygamber’in karşısında
amcası, Ömer’in karşısında yeğeni, Ebu Ubeyde’nin karşısında babası. Söz
buradan açıldı. Mevzû buradan açıldı. Peygamber’e dil uzatıyor. Ebu Ubeyde’nin
babası, Cerrah. Diyor ki, “karşında” çünkü öyle bir harp ki o, usul itibariyle
herkes yakını ile yakını kimse ilk önce onunla çarpışacak. Ona çıkacak. Hatta
bir an Ebu Bekir, elindeki kılıcı oğlunun boynuna indirirken, tesadüfen Peygamber
kılınca böyle vurmuş: “Biraz sonra yola
gelecektir indirme! Az kalmıştır.” diyor. Peygamber’in karşısında amcası,
damadı. İnce bir iş. Bu dil uzatınca, Ebu Ubayde diyor ki:
“Oğlum var, belki bir şey yapmaz
zannedersin, bil ki nesep mülgadır, diyor. Ebediyet âlemini yaşamak üzere
karşındayım, benim senden olan hissim turabidir. Ben asıl nesebi Allah’a
bağlamışım, bir daha dil uzatırsan alırım kelleni!” diyor. Ve uzatıyor! Kellesini
aldıktan sonra götürüyor, onun üzerine Peygamber bir rütbe veriyor. Milletin en
emin adamı. Ki Ömer şehit olup yani o yaralandı ya, nihayet vefatı, halet-i
ihtizarda, “Adam tayin et diyorlar, oğlun gelsin mi yerine?” “Bir evden bir
kurban kâfidir, işi şura’ya bıraktım, Ebu Ubeyde sağ olsaydı düşünmeden
getirirdim.” diyor.
Şimdi buralardan çıkaracağım bir
nokta var. Ebu Ubeyde bu kadar büyük bir adam. Bu kadar büyük bir adam fakat
günün birinde bir hizmetçisi var, bir hata yapmış. Gelmiş başını yere koymuş,
ısrar ile yalvarıyor zenciye:
— Ayağını koy yüzüme, diyor.
— Canım estağfurullah!
—
Hayır! İşitmedin mi sen, çok felaketteyim ben,
diyor.
Vicdanlardaki müsâvata misal,
anlatabiliyor muyum acaba? Haa! Bizim yapacağımız işler değil de hiçbir
cemiyetin yapacağı işler değil. O öyle gelmiş gitmiş. Ona idare-i maneviye-i Ahmediye
denir. Dünyada bir daha olmanın imkânı da yoktur ve olamaz. Ebu Ubeyde’nin o
kadar kıymeti var. Bununla beraber günün birinde kızmış, siyahi bir hizmetçisi
var, “Gidi zencinin oğlu!”[12]
“Eşyaya nazar-ı hakaretle baktın
Ebu Ubeyde, mevcûdâta nazar-ı hakaretle baktın. O zencinin oğlunda da Allah’ın
varlığını müşahede edemedin, sen. Demek ki, yandın sen yandın!” diyor. Ondan
sonra gidiyor: “Benim başım...” Israr ile yalvarmış, ant vermiş de artık… Bir
şey anlatabildik mi acaba?
Medeniyet, medeniyet bu! Cicili
bicili konuşmak. Süslü püslü gezmek, bunların hepsi güzel ya tenkit ediyor mânâsına
değil. Hepsi iyi, fakat bir de insan ayaklarına bakmalı. Tavus kuşu ayağına
bakar utanırmış. Acaba anlatabiliyor muyum? Sahte güler yüz, bir şey yok.
Yanıyor dünya işte. Ahhh! Bütün dünya iktisatçısı bir araya gelsin, bütün dünya
diplomatları bir araya gelsin, en yüksek siyasi kimse... (45:48—47:11 dakika arasında ses kaydı yok.)
Huzuru veren birdir, bir. Vermez.
[13] وَمَنْ
يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ
اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟ Diyor. “Bana sarılmadıkça Ben yol açmam!”
Beşer tenekecilikte biraz ilerledi. “Yaratırım sevdası!” geldi. Ne yaratırsın ya!
Kapasana kabrin kapısını. Öldürsene ölümü, gidersene beşeriyetten aczi! “Efendim,
param olsaydı şu doktora gitsem... Bütün doktorlar pervane gibi döndüklerini
söylüyorlar peşinde.” Yok azizim! “Gel!” dedi bir defa, para eder mi
dinler mi O? Doktora gitme mânâsına,
değil. Hudâ “gel!” deyinceye kadar, hastalıkların tahfifine[14]
Allah’ın Şâfi ismine mazhar olmuştur, o ismin tecellisi olursa, şüphe yok ki
şeydir.
Hazreti Musa, kuvvetli mide ağrısına müptela oldu,
kıvranıyordu. Aman, dedi git filan yerde, epey de uzak. “Senden istiyorum!” “Niye yabancı gördün?” dedi. “Onun kendisinde vücudu var mıdır? Şâfi
ismi oradan tecelli edecek, git!” Acaba anlatabiliyor muyum inceliklerini? “Oradan tecelli edecek. Onun malı mı
zannediyorsun? Git!” İkisinin ortasını bulamıyorum ben. Bir kimse ona vücut
veriyor, doğru o elden olacak. Yok, o musluktur. Bir kısmı olarak, “Ben doktora
gitmem.” O da zavallı ahmak. Canı yanmışsa değil, hani birde canı yanar da
gider yakar canını. Mesleğine âşık olduğu, hazakate[15]
malum oldu mu git. Ama telefon ederse “Bir kaz geldi yoluyorum, sende yol!”
diyerekten, diğer arkadaşına gönderirse o vakit hakkı da var. Bunları da
işitiyoruz. Anlatabildim mi acaba bunu da işitiyoruz.
Dert büyük, neden büyük biliyor musun?
Tarihi çok köklü bir nesiliz biz. Öyle ufak zamanın bir nesli değil ki. Tarihi
geniş, tarihin en eski efendisinin oğluyuz. Zulme hiçbir vakit divan durmamış.
Değil insan hakkını, hayvan hakkına bile en kuvvetli riayet etmiş. Bin kere
söyledim yayın diyerekten söylüyorum.
Aç ecdadın evkafını,
vakıfnamelerine bak. Mahalle arasındaki köpeklere bile vakfiye yapmışlar.
Seksen sırık ciğer, elli sırık işkembe, köpeğe kadar. Bugün de anasının
nafakasını vermez. Çocuğunun nafakasını vermez. Ne bileyim işte! Çocuğunun
nafakasını vermez. Ne olur vermez de? Netice ne? Şekiller düşünür, kurnazlık
yapar. Kendini aldatıyorsun kardeşim! Zalim kendi budunun etinden kebap yapıp, yiyen
adama derler. Zalimin tarifi böyledir, Amiyane tarifi, herkesin anlayacağı
şekilde. Zalim, kendi budundan kesip
kebap yapıp yiyen adamdır. Bir gün biter o. Her ateş yerini küle teslim eder,
zalim de muhakkak yerini teslim eder. Ne kadar büyük ateş olursa olsun ne
kadar galeyanlı ateş olursa olsun, netice nereye teslim eder yerini? Küle.
Bitti!
Buraya nereden girdik? Talha Bin
Huveylid almıştı. Ebu Ubeyde başkumandan olduğundan dolayı ona izafe
edilmiştir. Talha Bin Huveylid aldıktan sonra, Ebu Ubeyde kendisi teftişe
gelmiştir. Bizans ekâbiri o vakit; kumandanları, başpapazları, arz-ı ubudiyet
edecekler. “Başkumandan nerede?”
diyorlar. Şurada kalas üzerinde ekmek yiyor. Gayet mütevâzî, arpa ekmeğini
kırmış, yiyor. Gelmişler, ihlas hürmet göstermişler ve bir lisan-ı münasiple:
“Efendim memleketin hazineleri,
kasaları emirlerinize amadedir.” Yani, niçün
böyle bu kadar vâzî bir hayat yaşıyorsunuz? Gülmüş tabi anlamış.
“Biz altına sahip olmaya değil,
altına sahip olanlara sahip olmaya memuruz.” Bir şey anlatabildim mi acaba?
“Biz altına sahip olmaya
değil, altına sahip olanlara sahip olmaya memuruz.” diye cevap vermiş. Bu, ne
ile olur? Bu insan, bir şey almadıkça bunları söyleyemez. Binâ-i kalp olmadıkça
geniş bir zenginlik olmadıkça böyle kolay kolay atılır mı madde? Biz niçün
ayrılamıyoruz. Ayrılamadığımız hâldede de niçün hayrını göremiyoruz? Bir de o
var. Ayrılamıyorsun, hayrını görüyor musun? Hayır, göremiyorsun! Omuzlar bu
kadara indi. Kulağının yumuşağıyla öbür tarafı seyret. E vitamini C vitamini ha
bire ver vitamin, bi de iğne, fayda yok. Çin halısında, kaloriferli oda da
bilmem seksen türlü teşkilat arasında yine çocuğun dilinde leke var efendim.
Yaa! Yekvücut olmadıkça leke kalkmaz.
“Zayıflarınızın içinde
oturmadıkça beni bulamazsınız!” diyor. Yahu, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi.
“Beni zuafânızın[16]
arasında bulursunuz. Zayıflarınızın içinde oturmadıkça beni bulamazsınız!” Yok, herkes bir yerinden yakalanmış, kimse de huzur
yok. Masası olanda var mı? Yook! Câhı olanda var mı? Yook! Geniş serveti olanda
var mı? Yok! Hiç yok, Huzur yok! Niye? Sıktı! “Musluk Benim elimde!” diyor. “Bana sarılmadıkça yolu açmayacağım.” Niyetimiz
yok!
Dört şeyle huzur veriliyor.
Biri, dört şey dedik de bir tanesini söyledikdi. İman. Neye iman? Ebediyete. Ne
demek o? Gelişinde gidişinde ihtiyârım yok. (Topluyorum şimdi konuşmayı.
Yoruldunuz mu? Keseyim mi?) İhtiyârım yok. Benim, diyecek elimde bir medarım
yok. Gelmede gitmede hiç öyle bir ihtiyâr yok. O hâlde ben kimim? Nereden
geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim?
O geçen konuşmam da dediğim gibi:
Medeniyetini taklit ettiğimiz sahada dahi, maddecilik ölmüştür. Allah bu asırda
fen ismiyle tecelli etmiştir, bütün düğümleri çözmüştür. Anlatabildim mi acaba?
O isimle tecelli etmiştir. Bütün mânâ kabak gibi ortaya çıkmıştır. Nasıl
uyuduğun vakitte, tenin canını çeker uyanırsan, çukura girdiğin vakitte de yine
uyanacaksın. Anlatabildim mi acaba? Nasıl uyursun, teninin canını nasıl
çektiğini de bilmezsin, o kadar meçhuller içindesindir ki, kendini tahlil
edemezsin. O kadar zavallı bir vaziyettesindir. (Kendimi)
Hemen hemen her konuşmamda tekrar
ettiğim gibi; benim ceketim dendiği vakitte, bu ceket ben mi? Kendime izafe
ediyorum, izafet kaidesiyle, ben değil. Nasıl bu gömlek tenime bir gömlek
olmuşsa benim bu tenim de, bu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbamda ben
değilim. Benim canımın gömleğidir. Nasıl bu gömlek bu tenden agâh değilse
haberi yoksa bu tenin de canımdan haberi yok. Gaye onu bulmaktı. Niye geldim bu
âleme? Onu bulmaya geldim. Bulup da gidene ne mutlu. Burada bulamadın mı?
Ebediyetde de bulamazsın.
[17] وَمَنْ كَانَ
ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰ “Burada göremeyen öbür tarafta da göremez.”
Bitmek üzereyiz kardeşim. Niyet
et de hiç olmazsa da “niyetliydim” de de gözüksün. Ben sana kolay yerlerini
göstereyim. Kolaylık yerlerini. İhlas ile niyet et. “Ben görmeye niye ettimdi.”
de, o ihlası sen yine görürsün. Niyet de yoksa çok fena. Kafa gözü kapalı olmak,
gönül gözü kapalı olmaya benzemez. Gönül
gözü kapalı olursa çok fena şeydir. Kafa gözünün ehemmiyeti yok. Ne ehemmiyeti
var. O zaten bir şey görmez. Gönül gözü gönül!
[18] وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى
. [19] قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪ [20]
قَالَ
كَذٰلِكَ
İlâ ahirihî. “Benimle nispeti
kesildi mi insanın, diyor. Ben onu inim inim inletirim. İnler o adam!”
İsterse altında seksen türlü renkli
tenekesi olsun. Bin tane kâşanesi olsun, yine burada huzur yoktur. Çünkü,
huzur-u kalp kisbi değildir. Çalışmakla kalbe rahat gelmez. Vehbidir. Şöyle
oturursun; şu adam buradan niye geçti dersin, akşama kadar senin canın sıkılır.
Sıkar Kudret. Hıııı! “Şunu ben sevmiyordum, niye karşılaştım canım!” Karşılaştın ama Kudret yapıyor sana, niye
karşılaştın? İçindesin daha, benlik var
ondan. Türlü türlü. İkinci hayatta da “Kör olarak haşr ederim!”[21] Diyor.
Soruyor o vakit:
“Ben görürlerdendim Ya Rabbi! Beni
niçin böyle gözümü kapadın, Sen?”
“Görülecek şeyi görmeden
geldin de onun için. O vakit beni unutmuştun. Bende şimdi seni unuttum!” İstihza muamelesi.
Kolay bir şey mi bunlar!
Bunlar, kolay şey değil! İnsan biraz
nazlı olmaya çalışmalı. O kadar hukuk tedarik etmeli ki, o hukukundan sonra, bir
itâba[22] mazhar olduğu zaman
konuşabilmeli.
Yevmiye dersini iyi yapan
çocuk, imtihanda şaşırdığı vakitte: “Beni sen tanırsın hocam, ben her gün
kalktığım vakitte müfettiş geldiği zaman, sizin yüzünüzü ağartacak kadar
çalışanlardanım. Fakat şimdi bugün nasılsa bir şey bilemedim. Bilmiyor musunuz
ki filan teftişte şunları şöyle, şöyle, şöyle her gün…” O vakit ver numarayı,
der. Fakat hiçbir şey daima, hoca derse kaldırdığı vakitte bööyle bakarsa,
çatır çutur, çatır çutur ayağını sıraya vurursa, hani ne istiyorsun benden
gibilerden. Ve ondan sonra imtihan gününde ben şaşırdım diyebilir mi? Yüzü yok
ki. İnsan yüzlü olmalı yüzlü. Anlatabiliyor muyum acaba? Yüzlü olursa bir
işaret-i Nebeviyeyle yakasını kurtarır. Öyle bir emir var. Şöyle yapacakmış, Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi. Çok sıkıştırıldığı vakitte, korkuyor ya “Korkma!” İnceliğini anlatabiliyor muyum acaba? “Bilsen
de bilmesen de ben buradayım. Fakat usulden geçeceksin.” Böyle tebessümlü bir
eda ile korkma, dermiş. Yani sen emniyettesin. Bu ne ile olacak? Uzun boylu bir
iş değil.
İnsanlığa hizmet edeceksin.
Sahte benliğinden soyunacaksın. Canım kolay bir şey bu, o kadar da zor bir şey
değil. Eğer bir-iki de, düşmüşü kaldırmışsan. Masanda bir telefon var, bir garip geldi, açtın telefonla işini gördün
mü aldın kâinatı korkma. “Ama şimdi buradan bu çıkar, bu benim başına musallat
olur, yarın bir daha gelir, yaptıracağım işe karşı acaba yüzüm şey mi olur?” Acabalar, macabalar geldikçe, öyle çürür o işten
hiçbir şey olmaz.
Hak verdiği nimetlere şükür
ister. Yerine
getirdin mi korkma işte. Ne demek şükür? Her verdiği nimeti yerli
yerinde kullanmak. Böyle şükrederim, diye ağzınla konuşmak değil. Hep bizde tersinedir
o. Hangi nimeti verdiyse o nimeti yerine.
Göz vermiş. Neye bakacaksan onu yerine kullandın mı yaptın şükrünü. Kulak, neyi
işitiyorsa. İşitmesi lazımsa onu işitirse, onun yeri geldi. Şükrü yapıldı. Güzelliğin şükrü; iffet,
namus. Büyük rütbenin şükrü, adalet. Çok büyük servetin şükrü, infak. Bunlar
yapıldı mı iş bitti. Benliğinden de soyunursun. Mevcûdâta kötü, böyle kıymetsiz
nazarla bakmazsın. Ahlakın bir diğer yeri burası.
Medine sokağından gidiyormuş,
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Bir köpek lâşesi, yanında dostları var, burnunu
kaşını çin-i cebin[23]
göstermişler. Yüz buruşmuş filan. Tabi gayet nazikâne ders verir. Kendilerine
tebessüm ederek: “ Ne de güzel dişleri var.” demiş. Yani “Eşyanın kemaline
nazar edin. Çirkin tarafını görmeyin.” Kudret de bize öyle yapmamış mıdır
ya? Her birimizde şimdi kilolarca necaset vardır. Çirkinlikler doludur. Fakat
hiçbirisi nazar-ı dikkatimizi celp etmez.
Nefs-i kemalimiz ile meşgulüzdür. Acaba anlatabiliyor muyum? Yaa, onunla
meşgulüz.
Eşyanın kemaline nazar ediyor.
Hatta tekâmülün, yani insan-ı kâmil olmanın misalini verir, Şeyhi Ekber
Muhyiddin-i Arabi. Tabi, bilmek üzenmek başka, biz olamayız, kendi hesabıma
söylüyorum. Başkası olur onu bilmem. Bir iki konuşma evveli söylemiştim: “Yaradan
bereden dökülen bir kelp[24]
ile hasna müstesna dilara bir yüz arasında bir adam fark gördü mü henüz insan
olamamıştır.” der. Durur adam. “En
çirkin bir hımarın[25] anırmasıyla,
en rakik bir kemanenin en son perdesinin taksimindeki seda arasında fark buldu
mu henüz insan olamamıştır.” der. Ama bunlar son sınıfa ait şeyler. Bunlar istisnalar.
Büyük insanlar. Hep insandan olur bu, yaramaz insandan olmuyor ki bu. İnsandan.
Senden benden oluyor. Oluyor böyle şeyler.
Dört şey dedik değil mi?
İnanmak. Birisini daha bitiremedik. İnan! Neye inanacak? “Abes yaratılmamışım.
Benim gibi şuurlu, akıllı, vicdanlı bir varlığı; şuursuz, vicdansız, izansız,
bir varlık meydana getiremez.” Bir defa buna inanacak. Benim gibi şuurlu... Bir
şeyin küll’ünde bir şey olmalı ki cüz’ünde olabilsin. Kendini yapan her şeyi
yapar. Kendini yapamıyorsun, o hâlde hiçbir şeyi yapamazsın.
Teslim ol teslim! Teslim
olursan, nasıl denize teslim olursun böyle tutar, Kudret’e de teslim olursan
böyle tutar seni. İnkâr sahası bizden de geçer, bizde biraz çoğalmıştır ama
bizden de geçer. Biz kâinata iman verirken birdenbire böyle bizde neden hastalandı
bilmem. Ama bu kan kabul etmez, derhal
onu atacaktır. Kabul etmez kan. Bizim kan acayip bir kandır, öyle bir, ufak bir
rüzgâr, geçer.
Dünyaya para veriyor Amerika, yahu
lazım-ı dünya. Atomu var, şusu var, busu var, kâğıt parasının üzerinde “Yalvarın
Allah’a sulh olsun.” diyor. Madeni parasının üzerinde de “Allah’a güvenin”
diyor. Paranın üzerinde. Öyle değil mi
ya! Bir yere hesap vereceğine inanmayan bir kimseden bir cemiyete hayır gelir
mi?
İki asker tasavvur edin, biri:
“Ben kör bir tesadüfün neticesiyim, tekâmül etmiş bir hayvanım. Ne ebediyetten
bahsediyorsun, ne felahtan bahsediyorsun? İhtirasat-ı nefsaniyeni tatmin
etmeklik sahası geldi, vurdun, kırdın, yaktın mı işte en mesut adamsın!” Böyle
yaşıyor. “Başka bir şey yok!” diyor.
Biri de diyor ki: “Düşündüm
taşındım, hilkate baktım, kendi üzerimde tahlil yapmaya başladım, bir dirhem
yağ parçasına taalluk eden rüyet nedir bir türlü anlayamadım.”
Konuşuyorumda konuşmanın ne
olduğunu bilmiyorum. Hiç kimse de bilmez. Hiç mi bilen yoktur. Onların ne
lüzumu var. Allah’ın El-Kelam isminde fani olacak, o isim onda tecelli edecek
de konuşmanın ne olduğunu bilecek. Bugün bütün ilimler gözü tarif eder fakat
görmeyi tarif edebilir mi? İşitmeyi tarifi, kulağı anlatıyor, kulağı sormuyorum
ki ben, işitmek nedir? Radyoyu yapanın karşısında hürmetle eğilir de kulağını
yapanın karşısında kafasını kaldırır. Kulağını yapmasa nasıl duyacaktın bunu? Ne işe yarar.
“Binaenaleyh, ben bir vücudum
yoktu, yokluk çölünden varlık vücudu pazarına geldim. İsim aldım, resim aldım,
tayin ettim. İlmen ikinci oluşuma,
olmayışıma imkân yok. Çünkü bir defa kendimi bilmiyordum ki var oldum.
Şimdi tekrar ben bir daha bu ebediyete doğru gitmez diye ilmen bir şey, kaide
kurabilir miyim? Kuramam!” diyor.
Şimdi bu iki askeri gönderelim
harbe. Birisi yirmi yaşında: “Daha ben ihtirasat- nefsaniyemi tatmin etmedim,
kimin masasına öleceğim, kimin kasasına can vereceğim, hangi rütbeye gidiyorum!”
der, elini bile kıpırdatmaz. Öbürkü: “Allah’a gidiyorum!” diye cezbe halinde
harp eder, silahı kâfi gelmez de ağzıyla kulağını koparır düşmanın. Ve bu dedemiz
bizim, böyle harp etmiştir. Bire on dövüşmüştür. Anlatabiliyor muyum acaba? Bire
on, bire on. Öyle bir geniş varlık. Buna inanacak, huzur bulmak için, iyi
yaşayabilmesi için, beşeriyetin kurtulabilmesi için daha doğrusu.
Terbiye tezgâhı istediği kadar
dokusun, fayda yok! Yine ana, nafakası için adliyeye müracaat eder. Yine mini mini
çocuklar yetim kalır. Keyif için boşanmalar başlar. Kapanmıyor boşanma kapısı. Teâli
terakki ailenin saadetine bağlıdır. Ölçü o. “Kavgalı ailelerde ki
çocuklar (diyor) cemiyete hayrı olmaz!” diyor Peygamber. Biz bunları
bilmiyoruz daha. Onların manevi veçheleri var. Anlatabiliyor muyum acaba? Geçimsiz
ailelerde, kavga her gün dırıltı, dır, dır dır, dır... Çocuk olursa, o çocuk
cemiyete hayrı olmaz. Şerir olur, diyor. Ruhunda sefa olmaz. İnsanlığa hizmet
etmez, diyor. O kadar şey incelikler var ki: “İyi geçinen ailenin az ibadeti
çok ibadet diyerekten Allah kabul eder.” diyor. Çünkü iyi geçinmeyi en büyük ibadet
diyerekten kabul etmiş. Bir şey anlatabiliyor muyum? Fakat ne kadar acıdır ki;
insan söylerken dahi biraz gücüne giderekten söylüyor, bugün Hristiyanların
aileleri bizden daha iyi geçiniyorlar. Orada boşanma kapısı yok. Acaba
anlatabildim mi? Birbirlerine çok merbut oldukları için rızıkları da bol
oluyor. Rızkı veren Allah çünkü olmuyor. Bizde olmuyor!
Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Rahne: Gedik, yarık, delik
[2] Münhanî:
Eğri, kamburlu, eğilen, eğrilen. Beli bükülmüş yaşlı kişi
[3] Tezvir: Söze
yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. Şahidin şehadetini iptal etme.
Kendini ziyaret edene ikram etme.
[4] Ne'ş: Şiddetle
ve kahirle almak. Zorla almak.
[5] Mülayim:
1. Uygun.2. Yumuşak huylu, sakin kimse. ⁴Lahîm Semiz, etli, şişman.
[6] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad:
Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı
hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi
Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi
yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her
zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye
yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri
sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de
gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan,
vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden,
....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası
olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her
parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de
ancak bu kadar yetti.)
[44] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad:
Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı
hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi
Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi
yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her
zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye
yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri
sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de
gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan,
vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden,
....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası
olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her
parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de
ancak bu kadar yetti.)
[7] Fem-i: Ağızla
alakalı ağıza ait
[8] Teravet:
Tazelik.
[9] Saffat
Suresi 6’ncı Ayet-i Kerime اِنَّا زَيَّنَّا
السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِز۪ينَةٍۨ الْكَوَاكِبِۙ
Meali:
Gerçekten biz
dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[10] Rüesa: (Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar.
Başkanlar.
[11]
[10](Buhârî, hadis no:3007, Müslim, hadis no: 2494 ) (Hadisi, Ali b. Ebî Tâlib
-Allah ondan râzı olsun- rivâyet etmiştir.)
لَعَلَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ
اطَّلَعَ عَلَى أَهْلِ بَدْرٍ، فَقَالَ: اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ، فَقَدْ غَفَرْتُ
لَكُمْ
"Belki de Allah -azze ve celle- Bedir'e
katılanların durumlarına (rahmet ve mağfiret bakışıyla) bakmış ve: (Ey Bedir
Ehli!) Ne yaparsanız yapın, ben sizleri bağışladım, demiştir."
[12] Gidi
zencinin oğlu: Siyahi kadının oğlu[13] Ali
İmran Suresi 101’nci ayet-i Kerime: وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali:
Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken
nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı
bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[14] Tahfif: (Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma.
Kolaylaştırma. Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. Maddî-manevî bir ızdırabı
azaltmak. Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu kolaylaştırmak.
[15]Hazakat:
İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği
gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
[16]Zuafâ:
Zayıflar, yoksullar.
[17] İsra
Suresi 72‘nci Ayet-i Kerime: وَمَنْ
كَانَ ف۪ي هٰذِه۪ٓ اَعْمٰى فَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ اَعْمٰى وَاَضَلُّ سَب۪يلً
Meali. Her
kim bu dünyada (manen) kör ise ahirette de kördür. Ve gidişçe daha şaşkındır.
[18] Taha
Suresi’ncü 124’nü Ayeti Kerime:وَمَنْ
اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ
اَعْمٰى
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz
çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak
haşrederiz.
[19] Taha
Suresi 125’nci Ayet’i Kerime: الَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي
اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪
Meali: (O zaman Kur’an’dan yüz çeviren kimse)
"Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir
kimseydim" der.
[20] Taha
Suresi 125’nci Ayet-i Kerime قَالَ
كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى
Meali:
Allah: "Böyledir,
sana âyetlerimiz gelmişti de onları sen unutmuştun, bugün de öylece
unutulursun" der.
[21] Taha
Suresi’ncü 124’nü Ayeti Kerime وَمَنْ
اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ
اَعْمٰى
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz
çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak
haşrederiz.
[22]İtâb: Tekdir
etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak
[23] Çin-i
Cebin: Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
[24] Kelp: Köpek
[25] Hımar: Eşşek
0 yorum:
Yorum Gönder