Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

24. Kaset

 024 (23.11.1958) 88dk. (275)

 Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücuduyla baş başa olduğu an, kendi aslını taharri[1] etmeklik zevki hâsıl olur. Bu zevk, yalnız insan sınıfına aittir. 

Biliyorsunuz ki; dünya denilen bu feryat âlemi, bu imtihan sahrası, beşeri bir yerinden yakalamış olan bu sahne, bekâ âlemi değil. Buraya gelirken de, bize sormazlar. “Beyefendi bir âlem-i şuhûd vardır, geceli gündüzlü bir yer vardır, teşrif eder misiniz?” Giderken de sormazlar. Yani gelmede gitmede ihtiyârımız yok. Bunu insan düşünecek olursa, uzun boylu terbiye tezgâhlarının çalışmasına, muazzam inzibat teşkilatının gayretine, en büyük iktisatçıların fikir yormasına, en büyük diplomatların üzerinde durmasına, en zeki kafaların birleşmesine bile ihtiyaç yoktur. Bu ufak cümlenin üzerinde durabilirse, derinliklerine girebilirse... 

Yine her hafta tekrar ettiğim gibi; ilim denilen malumat, gözlerimizi kamaştıracak kadar ilerlemiş, fen denilen bilgi, aklımızı durduracak kadar yükselmiş, felsefe denilen varidat, fikirlere veleh verecek kadar parlamış. Ne bileyim işte, semavat âlemine geçecek kadar beşer terakki göstermiş fakat iç âlemine de gelince, hiç kimsede huzur-u kalp kalmamış. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Hiç kimsede! 

Huzur, huzur! Örfün lisanıyla gönül rahatlığı. Gece olur, gündüz olur; gece ile gündüz, Allah’ın kaza-i ilahi makasıdır. Açar kapar, hadisatı doğrar. Bütün emeller doğranır, bütün elemler doğranır, bütün sevdalar doğranır. Acayip bir şeydir, o gece ile gündüz. Gece gündüzü, gündüz geceyi takip eder, buna kaza-i ilahi mikası denir. Ne benlikler doğranır, ne firavunlar doğranır,  ne nemrutlar doğranır, ne “yaratırım sevdasındaki” zalimler doğranır, ne hadiseler doğranır. Üüüü! Son makas adama dokunur. Şimdi farkında olmayız fakat bir “Hayattan azl oldun!” diye bir makas vurulur, o doğranışta biraz insan uyanır. Gaflet şarabıyla şimdi ekseriyet mest olmuştur. O şarabın sarhoşluğunun ayılması, yirmi dört saat, on sekiz saat, iki gün, üç gün, beş saat, altı saat sürmez. Taaa ölünceye kadar sürer. O gün “Hayattan azl oldun!” emri gelinir. O vakit uyanır. Uyanır amma fayda yok. Ondan sonra fayda yok! 

Neyse, biz gelelim mevzûa. Neresindeydi iş. Şöyle insan asûde kalıp, kendi içinde gözüyle göremediği, eliyle tutamadığı fakat daima hissettiği... Ne kadar Kudret gizlemiştir, değil mi? Seni dinlemez o? Sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşur. Dur, desen durmaz; sus, desen susmaz!  Böyle akar. Acaba bu akıntının karşısında da hâlâ maddeciler ne der ki? Haa, bu da mı madde! Ampulü görüp de cereyanı görmemeye benzer o. Üüüüf!

 Onun içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki: “En çok kime acımalıdır? Kime çok merhamet etmelidir?” Sormuşlar, yine cevabını kendileri vermişler. 

“Ebediyette helak olacaklara çok nazar-ı merhametle bakın. Ne de olsa hilkatte beraber, hakikatte biraderdir.” Anlatabiliyor muyum acaba? 

Mânâya gönül verememiş, geliş ve gidişte ki gayeyi tanıyamamış; nokta-i istinadın Hak olduğunu duyamayıp da kuvvet, diye tapınmış. Hedefin fazilet olup, neticesinin mânânın rızasına çıkacağını öğrenememişte, hedefi menfaat diyerekten taşımış. Hayatı, cidal diye kabul etmiş. Hayatın teâvün[2] olduğuna, bir türlü inanamamış. Nihayet maddenin kesafetinde boğulmuş, sahte benliğinde kararmış; ebediyet inananların olduğuna bir türlü inanamamış, bu şekilde gelmiş, geçmiş, göçmüş olanlara çok acıyın, der. Anlatabildik mi acaba? “Bunlara çok acıyın!” Çünkü bu iş öyle bir ufak bir kayıp değil ki. Yüz milyar lirası var da bir anda yandı. Ne kıymeti var? Onun kıymeti yok! 

Ebedi mahrumiyet! Çok ağır bir şey. Kolay iş değil o. Böyle dinlerken insana tuhaf gelir amma şöyle bir düşün, akıbeti bir düşün. Kaç yaşındasın? Kırk. Ortaya bir şey koy, beyefendi. Hiçbir şey koyamazsın. Bitti, serap! Elli yaşındasın, bir şey koy bakalım ortaya. Altmış, yetmiş koy, hiçbir şey koyamazsın. O hâlde ne diye “yaratırım” diye, semayı deler gibi bakarsın? Niye ah alaraktan yaşarsın? Niçün zayıflarla oturup kalkmazsın? Niye bir günde gönlü kırık insan arayıp gezmezsin? Yaa! Koy ortaya bir şey, yok! Onun on misli daha bu suret âleminde otur bakalım. Yine bir şey koyamazsın. O hâlde yapılacak nedir? Ne yapmak lazım? 

Kâm alabilmek için dört esasa ihtiyaç vardır, demiştik. Geçen haftaki konuşmada o esaslardan bir tanesinin bir noktasını söylemiş gibi olduk, zannındayım. Belki bu haftada biraz söylerim. 

Gelmede gitmede ihtiyâr yok, bunun üzerinde duruyoruz. Bu hâlledilirse her şey hâlledilecek. Canının  sıkıntısı kalkacak, gam gidecek, yeis gidecek, keder gidecek. Değmez olduğunu o vakit anlayacaksın. Yoksa bu öyle bir denizdir ki…

 Doğumun tarifi nedir, bilir misiniz, doğum? Filan adam doğdu, filan çocuk doğdu, ne demek o? Dalgasız denizden dalgalı denize düştü. Derya-i vahdetten derya-i kesrete düşmesine doğum derler. Doğumun tarifi bu. Bu denizde iki mühim dalga vardır.  Birine cemal, diğerine celal denir. Biri çıkarır, biri batırır. Eğer sen, bu derya-i kesrette kendi kulaçlarına güvenir de, ben kendi kulaçlarımla yüzer bir kenara çıkarım dersen, çook şaşılır, muhakkak boğulursun. İmkân yok, takat yetmez. Bu öyle bir denizdir. Yalnız, Kudret acımış, kendisine muhatap tutmuş olduğu insan sınıfına yani bizlere. 

İnsanın çok büyük kıymeti var. Bir defa onu bilmek lazım, insanın kıymeti gaaayet büyük. Bir defa insan da emanet var. O emanet üzerinde tir tir titreyecek. Emanet! Allah, kendisine bir şey emanet etmiş ve onunla imtiyaz almış. Emanet var. Kendisine muhatap tutmuş. Bütün sıfatlarını alabilmeklik hakkını bahşetmiş. Melekûtta bu iş yok, bu hakkı vermiyor ona. Mesela dini bir misal verelim. Melek, Kur'an okuyamaz. Anlatabildim mi acaba? Bak ne büyük inceliktir. “Yalnız insan okur.”  der. O hakkı ona vermiş. Çünkü insan bütün mevcûdâtın fevkinde bir varlık. Ama bizim okumamız gibi değil. Biz okuruz, ölüye okuruz. Kur’an okumak başka bir şey! Acaba anlatabiliyor muyum? Daha açayım mı, o nasıl şey? Bugün geç, başka bir gün, sağ kalırsam. İnsanın kıymeti büyük hülâsa. 

Yalnız şurasını söyleyeyim de daha iyi anla.

Onu okuyan kimse her şeyin hakikatini bilir. Bütün haklara öyle riayet eder ki, o riayetinde kendisinde zevk hâsıl olur. Bir nefsini cebr ederekten bir taat vardır, bir de zevk alarak taat vardır. Anlatabiliyor muyum? Bak şimdi misal vereyim sana. Ahlak mevzûuna giriyor da bu mânâdan buraya misal aldım.

 Kur’an, şöyle bir kâğıt üzerine yazılır. Tebcil[3] edilir, tevkil[4] edilir, tekrim[5] edilir, hürmet edilir, hatta edeb-i terbiyesi yüksek olanlar mümkün oldukça yüksek tutar, içinden bir his ile onu bağrına basmak ister ki bunlar tabiatıyla layık olan şekillerdir. Fakat düşünelim. Neden biz o yazılmış olan, Kur’an yazılmış olan o Kitab’a, o hürmeti gösteririz? Onun kâğıdı bir ağaçtan yapılmış, bir fabrikadan çıkmış, mürekkebi Avrupa’dan gelmiş, mürettibi belki mübalatsız, belki mübalatlı şahıs diziltmiş onu. Neden? O bütün Kitab-ı kâinatın hülâsası olduğundan dolayı. 

Allah’ın iki kitabı vardır. Birine kitab-ı tekvini derler, birine de kitab-ı tenzili derler. Anlatabiliyor muyum acaba? Belki kelimelerini anlamıyorsunuz yahut ben anlatamıyorum fakat misallerinden anlaşılacak. Kitab-ı tekvini; gözümüzle gördüğümüz göremediğimiz, havâsımızla idrak ettiğimiz, ilmimizle bildiğimiz veyahut bilmeye üzendiğimiz, bilemediğimiz ne kadar varlık varsa bunun heyet-i umumisi Allah’ın Kitab’ıdır. Buna kitab-ı tekvini derler. Her göz o kitabı okuyamayacağından, her kulak o kitabı işitemeyeceğinden dolayı Allah merhamet etmiş, kendisine muhatap tutmuş olduğu insana o kitabın hülâsası olarak kitab-ı tenzili denilen yani Kur’an-ı Mübin’i ikram etmiş. Bütün kitabın hülâsası olduğundan dolayı. 

Binaenaleyh, o Kitap neden bahseder? Bütün mevcûdâttan, başta senden benden bahseder. Sen o onun kâğıdını öper, rafın en üstüne korsun da insanın canını nasıl yakarsın? Asıl ayet sensin. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Kâğıdını öpersin korsun, en yüksek bir mevkie ve öyle yapmanda lazım.  Peki, asıl onun mânâsı -ki sensin, bensin- niye birbirimizin canını yakarız. Böyle mi okuyacaktık? Bir şey anlaşılıyor mu? Mevzûun an yeri bu, en mühim nokta bu. 

Onu okursun, Ramazan’da ölüne gönderirsin, eline sürersin gözüne sürersin.

Öbür tarafta “Bir şey söyleyeyim mi sana? Söylemek gibi olmasın amma...”  zem ediyorsun birisini. Böyle mi okuyacaktın?

 Kâğıdı öptün de ayetini ayağının altına aldın! Canın sıkılmayacak kardeşim. Kestirmesi bu, sıkılmayacak. Eğer mânâya gönül vermişsen muhakkak her çirkinliğin altında bir güzellik gizlenmiştir. Kabuğunu aç lübbü'l- lübb'ü[6] bul. Cevizin dış kabuğu zehir gibidir, elini boyar, ondan bir kabuk daha tahtadır yenmez, içilmez. Onu da kırdıktan sonra içerisinden bir madde çıkar. Gayet kuvvetli vitamini vardır, sizin bileceğiniz tabirle konuşayım. Fakat işte onun kabuğu; elin kirlenecek, kırarken azıcık elin acıyacak. Hadisatta da böyledir.

 Hülâsa doğum; vahdet denizinden kesret denizine, dalgalı denize düşmek. “Ben bu denizde aklıma mağrur olurum, zekâma meftun olurum, riyasetime gönül veririm, kendi kendime kulaçlarımla dik dik ataraktan çıkarım.” dersen, orta yerde boğulursun. Çıkarmaz! Herkes bu denizin kenarına çıkacak. Ya diri olaraktan çıkar veyahut ölür, şişer öyle çıkar. Çıkacak, kenarına muhakkak çıkacak. Ya ölü veya diri! Kendi kulaçlarına güvenip, mânâya gönül vermeksizin, sahte benliğiyle kulaç atıp çıkarım diyenler, ölü olarak çıkar. Diri olarak nasıl çıkar? Bu denizin ortasında büyük bir sefine vardır. Yazar üzerinde: “Ahlâk” der.  Onun ücretsiz külfetsiz bir kaptanı vardır. Birinci mevkî, ikinci mevkî, öyle şekilleri yoktur. İhlas vardır. Kim ihlasını gösterir “buyurun” derler. Yalnız teslimiyet isterler, aciz isterler. Teslimiyet ve aciz isterler. Denize düşen adam aczini gösterir, ellerini yukarıya kaldırır. Bu denizde de ellerini böyle yukarıya kaldırdın mı, Allah elinden tutar, alır. Öyle mi?  “Ben varım!” dediğin müddetçe dibine yol olur gider. İşte “Ebediyette helak olacaklara nazar-ı merhametle bakın.” emri budur, buna işaret eder. Vardır öyle insanlar.

Ne dedik? Teslim oldu mu, gam yok, keder yok. Yeis zaten insana yakışmaz. İflas yok ki yeis olsun. İflas yok!

Sevdin mi sevilirsin. Sevdin mi muhakkak sevilirsin!  Sevdiğinle ikilik kalkar. Men kâne lillâh kânallâhû lêh. Belle bunu. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi  diyor ki: (Dostlarıyla uzun boylu bu incelikleri anlattıktan sonra)

Men kâne lillâhi kânallâhû lêh.   Manası:  “Kim ki Allah için olur, Allah onun içün olur. Kim ki Allah için olur, Allah onun içün olur.”  

Bunlar sana çok uzun boylu, pek zor şeyler de değildir. Vak’a zordur amma insan zevkini aldıktan sonra zorluğu kalmaz onun. Tercih, işte bu. Bunu ister Kudret. “Beni ve Benim sevdiğimi her şeye tercih etsin.” Yapabiliyorsan hiç korkma. “Beni ve Benim sevdiğimi her şeye tercih etsin. Ruhunu nefsinin esaretinden kurtarsın.” Ruhunu nefsinin esaretinden kurtarsın. Geliş ve gidişteki gayeyi düşünecek olursak, olursa ruhunu nefsinin esaretinden kurtarır. Kurtulur o. 

Düşmanı dost yapmak kolaydır, ihsan et. Hizmette bulun.  En büyük düşman nefsindir. Bak “öldür” demiyor o. Bugün, konuşma tarzı değişti. İhsan et diyor, O. Ruhun yemeğini yedirmeye alıştır. Hizmet et. Ruhu götürdüğün yere onu da götür, taşı. Acaba anlatabiliyor muyum? Öldür demiyor, O. Gıdasını değiştir. Biraz ısrar ettin mi derhal yola gelir. 

Eski konuşmalarım da misal vermiştim, bazı arsız çocuklar vardır. Yüzde seksen ebeveynin tesiriyle arsız olmuştur, yüzde yirmi kendi isti’dadında vardır. Fakat yüzde seksen, ana baba arsız etmiştir. “Efendim terbiye ile bir şey olmaz, kendisinde olmalı!”  Doğrudur amma eksik yeri vardır. Kendisinde olan bir kazmada su çıkan yerdir. Kendisinde terbiye ile olan, artezyenle suyu çıkan yer, demektir.  Acaba anlatabiliyor muyum? Herkesin isti’dadında bir mâ-i marifet, bir marifet suyu vardır. Bir hazine vardır fakat Kudret bazısına bir arşınlık bir metrelik yere koymuştur, bazısına da elli metrelik yer. Muhakkak çıkar o. Ve suyu da kuyucu koymaz. 

Ahlakı insana ahlakçı koymaz. Ahlak: “Küllû mevludûn yüledû alâ fıtrati’l- islam[7]  Herkes selamet-i fıtriyeyle meydana gelmiş”  emriyle,  dikkat ediyor musunuz? Ne demek? Herkes, Kudret tarafından ahlak hazinesine malik olaraktan bu âleme gelmiştir. Açar, açamaz! Onun içün kuyucu, kuyuya su koymaz, suyun çıkmasına engel olan toprağı izale eder. 

Ahlakçı da bu işin muallimi, mübelliği[8] de tebliğ eder gösterir, o aşkı vermeye çalışır. O kesafeti oradan atabilmeklik içün. Yoksa vergi Allah’ındır. Anlatabildim mi acaba?  “Terbiyenin tesiri olmaz!” derler. Olmaz olur mu? Hayvanda bile tesiri var. Hayvanda. Av köpeği yakaladığı avı isti’dadı ve sevk-i tabiisi iktizası ile yemeklikle mükelleftir. İçi titrer. Yakalar onu yiyeyim, diye. Fakat onu sahibine getirmeklik içün vaktiyle yemiş olduğu dayak, onu alır böyle titreyerekten götürür,  sahibine verdirttirir. Anlatabiliyor muyum acaba? Hayvanda bu olur da insanda olmaz mı? İnsanda da olur. Fakat ebeveyn ekseriyetle bu işi ihmal eder, mübalağatsızlık başlar. Yalan söylemiştir, yalanını o çocuk yakalamıştır, katiyen yola getiremezsin. Çocuk “Ben seni bilirim!” dememeli. Anlatabiliyor muyum acaba? Birinci şart bu.  “Ben seni bilirim!  Bana nasihat vereceğine kendine nasihat ver!”  diyememeli.  “Sen kendin yetişmemişsin ki beni yetiştirmeye çalışıyorsun!” şekline düşmemeli. Ahlak buralarda tutar adamı. Anlatabiliyor muyum acaba? Buraya düşmemeli! 

Mesela ahlak der ki: Çocuk bir suç yaptı, yaptığı vakitte o suçu fazla üzerine tazyik ederek inkâr edip yalan söyletmek şekline getirme. “Doğru söyle biz sana bunu bağışlıyacağız.” de, bir defa oradan alışsın. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Kendinden utanmaklık şeklini kendisine talim et, der.  Bunun bir devresi vardır, o devre geçtikten sonra sen onu dünyada yola getiremezsin. Meğer ki, Hudâ’nın bir iltiması ola da, mübarek bir göze tesadüf ede de, o gözde onu seve de… Şartları çooook ağır! Evet, görünür bazen, kopkoyu bir şaki birdenbire kocaman bir said olmuş. Kim bilir Hudâ’nın sevdiği kimin iltifatına uğramış da öyle olmuş. Bunlarla da meşgul olmaz ki insanlar. 

Alır bir yetim kız; sekiz on yaşında çocuğu vardır, gücü ona yeter, tekmeyle vurur. Ben bunları gözümle gördüm de onun içün anlatıyorum. Gözümle böyle. Kavl-i mücerret değil. Vurur bacağını kanatır. Öbür tarafta o ağlarken anası güler, ona nasıl vurdu, diyerekten. Babası güler. Sonra ne olur? Neticede cani olur tabi. Merhamet hissi kendi kendine körleniyor. Kalkıyor o. Kalkıyor. Onu diyordum. Arsız olur, yemek verirsin; ben bunu yemem, der. Şunu getir, bir daha onu getir. Sofraya tekmeyi vurur. Bardağı atar, kırar. Tabağı fırlatır. Bugün tabağı fırlatacak yarın icap ederse o ahlak ile büyür, eğer birazda ilim tahsil ederse, bir camianın da başına geçecek olursa, ihtirasât-ı nefsaniyesi içün bir anda kocaman bir kütleyi uçurumdan aşağı atar. Hiç acımaz! Acaba anlatabiliyor muyum? 

Onun içün İmam-ı Ali öyle demiştir: “Lâ tuallimû evlâde sefelete bilâ ahirihî.” Soyu, sütü, sulbu, şeceresi, kanı, mânâsı, belli olmayan insanlara ilim talim etmeyin. Öğretmeyin.” Çünkü ahlaksızın cahil kaldığı vakitteki ziyanı ile ahlaksızın ilim sahibi, fen sahibi olduğu vakitteki ziyanı ölçüye girmez. Cahilken şu kadarcık adamın canını yakar fakat ilime marifete sahip olduktan sonra ahlaksız, koca camiayı yakar. Adamın gönlünden mânâsını çalar, adamın gönlünden imanını çalar, adamın isti’dadındaki ahlakı bozar, zulme divan durdurur. Neler yapar, neler yapar, neler yapar! Kayda girmez ki o. Mum gibi adamı eritir de haberi bile olmaz. 

Nefsini teslim al, dedim de buradan geçtik, değil mi buralara. Ona eğer sabredip de lüzumsuz ağlayışında sızlayışında: “Hayır senin dediğin olmayacak, sen daha rüştünü ispat etmedin. Bunu yiyeceksin.” Yemez o. Bir öğün yemedi, iki öğün yemedi, üçüncü öğünde kanaat gelecek ki benim dediğimi yapmayacaklar, bunu verecekler, başlar şapır şupur yemeye.  Anlatabiliyor muyum? Şapır şupur yemeğe. İki üç ondan sonra hiçbir şey yoktur. İntizam yerine gelmiştir. “Çünkü benim dediğim olmayacak.”  Ve öyle de o hâlde sende bulunacak ki bu anne baba beni hakkıyla sever, o kanaatte gelecek. Ama sen kapıyı kilitler de sinemaya gidersen, çocukta içerde mangalda pişer yanarsa, böyle olursa olmaz o iş. “Hayatını bana vakfetmiş; benim için titriyor, yemiyor yediriyor,  giymiyor giydiriyor, bu yükü üzerine almış.”  Kanaatiyle sana nazar-ı merhamet ile bakmaya başladı mı, korkma! O evlat, bütün cemiyete hayırlıdır. Çünkü cemiyet, aileden teşekkül ediyor değil mi ya! 

Evlerde muhabbet olursa, evlerde haddizatında sadakat olursa, evlerde ne bileyim adalet olursa; zahirde de o adalet, o muhabbet, o saadet tecelli edecek, ondan sonra teâli terakki olacak. Yoksa hiç, ne teâli olur, ne terakki olur. Hiçbir şey olmaz. Hiç! Vermez ki Hudâ olsun. Vergi Allah’ın. Toprağı istediğin kadar ek. “Ol” emrini vermedikçe bir şey olmaz. O verecek! 

Bunu da söylerken korkarım, her vakitte söylerim ya yine, unutturulmadım ya yine söyleyeyim. Bazı çocuklar olur, hasta. Hasta, mecnun, şu bu, zaten teklif yok onlar içün. Kudret, ayrı bir sınıf ayırmış, mesela hasta. Bir ağladı mı katılır. Hani ben bunu söylerken de ürkerim. İyi anlamaz, dediğini yapmayacağım der, katılan cinsindense o hastadır o. Onun şeyi ayrı. Öldürürsün çocuğu. Beni de sebep oldu, dersin. O ayrı tabi. Mahiyesi ayrı, hasta değil mi ya. Teklif yok! Allah, teklif yapmamış. Hasta o. O ayrı. Tam-u sıhha. Hainliğinden yapıyor. Ondan sonra büyür, koca bir haydut olur. Hah, inle bakalım artık! Boyuna inle! Yalnız sana da zararı olmaz. Şümulleşir [9] o zarar. 

Çocukta böyle olduğu gibi bunu buraya getirmiştik misal, nefiste de böyledir. Nefis, daima isyana sevk eder. Gıdası, öyle gıda arar. Süfliyattan[10] rızık ister o. “Hayır, ruhun yemeğini vereceğim." dersin. Bir, iki, üç, ondan sonra onun da aklı keser, “Bana çare yok!” başlar ruhun yediği gıdayı yemeye. Bir de bakarsın ki temiiiz bir mânâ hâlinde o da Huzur-u İlahiye çıkar. Hüner budur işte, insanlık buna deniyor. Bunu yapabilene. Nefsini öldürmek, hüner değil o. Acizden o. Artık pek aciz insanlara mânâ onu emretmiş. “Öldür nefsini!”  Yok! Öldürme, öldürme onu yaşat fakat ruhun gıdasıyla yaşat. Öyle büyük sana faydası olur ki çok yükünü taşır, çook. Yükünü taşıt! 

Her eşya insanlarda değişebilir. Mesela, Yusuf’un hüsnü; Yakup’da gıda-i ruhani oldu, Zeliha’da da gıda-i nefsani oldu. Daha nasıl misal vereyim sana. En büyük misal. Hüsn-ü Yusuf, Yakub’da gıda-i ruhani oldu, Zeliha’da da gıda-i nefsani oldu. Yani ayır onları. 

Yoruldunuz mu? Daha konuşmaya da başlayamadık. 

Buralara nereden girdik? Gelmede gitmede ihtiyârı yok. Bunu düşündü mü insan, derhal derlenir toplanır. Geldim gideceğim. Nereye götürüleceğim? Bu pek kolay bir şey değil o. Allah’ın en büyük merhameti, istikbali bize örtmesidir. Yaa! O hakkını ödeyemeyiz Hudâ’nın. Bazı insanlar var.  “Efendim şunu bilsem.” Ne yapacaksın bilip de ya? Nediman-ı İlahinin[11] en korktuğu şey odur. İstemez!

Şimdi mânâ ilmine girelim de böyle konuşalım biraz. Hakk’a nedim olan insanlarda sınıf sınıf rütbeler vardır. İlk önce bunlarda keşif denilen şey hâsıl olur. Yani eşyanın şekillerini görür. Keşif. Yarınki hâli, öbür günkü hâli daha sonrayı şunu bunu görür. Buna da herkes bayılır, bende göreyim, diyerekten. Ne yapacaksın görüp de. Ondan, o acayip bir şey, Hakk’ın mekridir o. En büyük Nedim-i Sübhâni nazı geçerse Hudâ’ya yalvarır: “Al benden bunu!” der. Çünkü ona bağlar insan, oldum sevdasıyla, geçinir. Hudâ kendini gizliyor, onu veriyor eline  bir yem olaraktan, “Benim maksadım yarınki işi bilmek değil. Seni görmek.” Acaba anlatabiliyor muyum? Ben ne yapacağım yarınki işimi? O ne zor şeydir o. Onların içerisinde ehl-i kemal öyle bir hâl oldu mu, al der istemez, istemez. Ne yapacaksın onu.   

Mesela bir misal vereyim sana. Hadi sana bildirdi. Gün gelecek yirmi iki yaşında çocuğun; civan haddizatında birdenbire bir yerden düşüp ölecek. Bunu o andan evvel, elli sene evvel bildirdi. O ana kadar nasıl yaşarsın sen? Var mı sende bir huzur. Gizliyor senden. Gizleniyor. Öyle şey isteme Allah’tan. Lazım değil. “Bana kendi derdini ver!” de. Hangi adamda Allah derdi başlamıştır, o kimse kemale doğru yükselmiştir. Hem maddeye hâkimdir, hem mânâya hâkimdir. Züğürtledikten sonra başlamamalı o dert.  Faydası yok mu var ama her şey yakışırken değil mi ya? 

Bunu her vakit söylerim, züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. O makbul bir şey değil. Perde-i gaflet açılmadan, kudret elden gitmeden, her şeye sahip iken. Hüsn-ü ân’a maliksin, kuvvete sahipsin, masaya maliksin, rütbeye sahipsin, câhın hamilisin. Öyle varken mânâya doğru koşmak. Yoksa imkân var mı ki rücû etmesin? Rücû da fayda yok mu? Var başka. 

Et-tâibû mine’z-zenbi kemen-lâ zenbe leh.” 

Rücû eden, tövbenin mânâsı rücûdur, anlatabildim mi acaba? Filan adam tövbe etti, ne demek,  rücû etti? Nereye rücû etti? Allah’a döndü. Biliyor muydun böyle tövbeyi?  Filan adam tövbe etti. Ne demek, tövbe etti? Yüzünü Allah’a çevirdi. İstemediği şeyi yapmıyor. Tövbenin mânâsı budur. Burada bazı insanlar “Efendim gelirler tövbe ettirir misin?”(!) O,  sair edyan [12] da olur. Allah ile insanın arasına kimse girmez. Bizim mânâmızda sokmaz. O kadar naziktir ki. Biz bilmedik o mânânın kıymetini. Mesela Hûdâ der ki: “Günahından yalvarırken sakın ağzınla söyleme. Ben serair-i [13]zamair-i[14] hafâyaya[15] muttaliyim.[16] Gönlünle yalvar.” Ağzının kıpırdamasının fotoğrafı çekilir, diyor. Yarın vücut bulur. Yani bir fenalık yaptın. “Aman Ya Rabbi, benim şu fenalığımı affet!” diye ağzını açma. İçinden boynunu bük. “Ben onu biliyorum!” diyor, anlatabildim mi acaba? Bükmek fayda verir mi? “Dön bana.  İkinci bir sefer yapmaklık hevesi zevki elindeyken dönersen silerim.” diyor. Siler, siler! 

İşte onun içün diyor: “Et-tâibû mine’z-zenbi kemen-lâ zenbe leh.”Tövbe eden yani rücû eden -kime rücû eden?- Hakk’a rücû eden, hakikate yüz çeviren nefsine, uşak olmayan kimse o fenalığı yapmamış gibidir. Yapmamış demiyor, yapmamış gibidir. İncelik burada. Anlatabiliyor muyum inceliğini? Yapmamış başka, yapmamış gibidir başka. Ne var oradaki fark size söyleyeyim. Kaba bir misal vereyim daha iyi anlaşılsın. 

En güzel kumaştan en yüksek terziye bir elbise yaptırdın. İki tane elbise yaptırdın.  Altı yüz ellişer liraya sana mal oldu.  Güzel. Biri dolapta duruyor, birini giyiyorsun. Derken lüzumsuz bir leke oldu. Lekeciye götürdün, sildirttin temizlettin, yine giyiyorsun. Tertemiz giyiyorsun. Cemiyette de kimse sana onu çıkar demez. Her istediğin yere giyiyorsun. Sıkıldın veyahut başka bir tanesini yaptıracağım, dedin. Satılığa çıkardın. Aynı kumaştan aynı terzinin elinde aynı biçimde çıkmış. Götürdün. Kullanılmamışı götürdüğün vakitte buna iki yüz lira verir, buna buna da yetmiş lira verir. Canım aynı kumaştır. İyi ama kullanılmış, der. Tövbe eden de kullanılmış kuldur. Anlatabildik mi acaba? 

Rücûu anlattık, nefsin ıslahı şeklini anlattık. Geliş ve gidişteki gayeyi duymadıkça beşere huzur olmadığını; o duyulduktan sonra işlerin tamamen değişeceğini, hafifleyeceğini, ilan ettik. Bunun üzerinde duruyoruz. Onun içün şu netice çıkıyor: 

İnsanlar ölecekleri içün gam yemesinler. Boşuna geçirdikleri ömür içün gam yesinler. Anlatabildim mi? Bu hesabı yap. İnsanlar öleceğiz diye gam yemesinler. Ahh boşuna geçirdiğim anlar var. Hak ve hakikatten uzak, gafletle geçmiş. Malum ya ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Orta yerde bir şey yok. Hiçbir şey yok. Ne kadar gafiliz ki; her gün dostumuzu, babamızı, anamızı, ecdadımızı götürür, boyunun aldığı kadar bir çukura melül melül bakaraktan bırakır döneriz. Bundan büyük insana tembih eden acaba başka bir şey var mıdır? Düşün bir defa.  Eğer mânâya gönül vermiş, hakikaten inananların ebediyet istikbal onların olduğuna inanmışsan..

Yok, yok! Fakat böyle orta yerde kalmış. Ne yapalım? 

Muhasebe-i nefis yapalım. Yapılacak şeyin bir tanesi bu. Muhasebe-i nefis. Her gün kontrol et kendini. Ne kadar iyilik yaptın, ne kadar kötülük yaptın. Hasenat seyyiatı giderir. Acaba anlatabiliyor muyum? İyilik kötülüğü giderir. Karşılamaya çalış. Herkes kendisini bilir. Bilmez mi herkes kendisini? Bilir. Sonra en mühim şey, eğer bir kötülük yaptın da bu âlemde o kötülüğün cezasını görüyorsan sevin. Kaşını çatıp da hop ne oldu filan, deme! Ahhh merhamete uğradım. Allah bana bunun cezasını burada veriyor. Yine benim yüzüme bakıyor. Anlatabildim mi? Çünkü çok kuvvetli zalime, Allah burada ceza vermez. Büyük zalimler burada cezasını görmeden giderler.  Tarihen de öyledir. Çok büyük zalim mi? Zulmün birçok büyüğü var. Ona vermez, Kudret. Firavun ömründe baş ağrısı görmemiştir. 

(46:07. dakika ile 48:20. dakika arası ses kaydı yok) 

Belki maddenin kesafetinde kalmış insan varsa bu söze belki şöyle yapar ama yapmasın. Günün birinde onların hepsi zuhur eder. Kudret, fen ismiyle zahir olmuştur.  Atmış olduğu ok kanlı dönmüştür. Oraya birisini mi vurdu da döndü? Hayır hiçbir şey vurmadı. Fakat Kudret, onun hevesi, onun emeli böyle bir isyandı ona öyle gösterdi ki, son yapacağımı yaptım dedikten sonra tepelemiştir. Öyledir, âdeti öyle. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Büyük zalim oldu mu, zulmün zirvesine çıktı mı, Kudret bu âlemde bir şey yapmaz. Hani dünyada da öyledir ya. Bazı insanlar  te’dip [17] edilir de çok fena, “Onu sen bana bırak!” derler. Dursun şimdi o. Ondan sonra büyük hesabımız var. Bazı ufak tefek azarlar mazarlar, şöyle olur böyle olur tazyi[18] edilir filan, bir de azılı bir şey olurda onu bırak, şimdi değil onun sırası. Onunla görüşeceğim, der. 

Allah‘da zalime öyle diyor: “Onunla ben görüşeceğim diyor. Ben görüşeceğim. [19] كَيْفَ كَانَ عَذَابِي  Nasıl diyor? Nasılda yaparım! Kendisi öyle der. “Sevgilim, sana dil uzatanları nasıl yaparım bilir misin sen, diyor. Nasıl da yaparım?” Öyle.  Âdeti öyle onun. Asıl bize lazım olan yer, ufak tefek hatan olmuş, çekiyor musun burada. Oooh, o kadar sevin ki, o kadar sevin ki “ohh” de. Allah yüzüme bakıyor. Benim yüzüme bakıyor, de. Zulüm muhakkak yerine gelir. 

Birisi daima dermiş ki: “Ya Rabbi! (Sakın sen öyle niyaz etme Allah’dan. Ne lüzumu var, kolay kapılar varken zor kapıya niye gidersin?) Adlinle bana muamele et!” Öyle dua edermiş. “Adlinle bana muamele et. Adlinle bana tecelli et!”  

İktizâ-i hâl, her neyse, günün birinde, bir hüküm sadır olmuş, o günün ananesine göre kazığa çakın, demişler. Kazık mıhlayın. Gönlünden geçmiş, “Öyle yalvarmıyordum Sana!” 

“Dediğini yaptım!” diyor, sırra hitaben. “Ne istemişsen onu veriyorum. Adlinle muamele et, demedin mi? İşte, adlimle tecelli ettim!” 

“Neydi benim suçum?” 

“Sineği (diyor) iğneği  yapardın değneğin ucuna, sineğe batırırdın, vızzzz, ondan zevk alırdın. Sana kazık batırtırıyorum diyor, kısas yapıyorum!”   

Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

Sineğe böyle diyor, böyle değnek yapardın, ucunada çiviyi mıhlardın. Ondan sonrada sineğin göğsünden böyle batırırdın, vızzzz yaptıkça gülerdin, hoşuna giderdi. Şimdi aynı şeyi sana yaptırıyorum. Bir şey yok! 

Onun içün sakın öyle adlinle filan, deme! “Keremine güveniyorum!” de. “Lütfunla bana muamele et!” de. Anlatabildim mi? Bâb-ı lütfu çal. Başka kapı yok.

Bazıları efendim, “Allah senden razı olsun.”  derler. Allah kulundan razıdır, o kapıyı ne lüzumu var! Yaa? Sen Allah’ından razı ol. Anlatabildim mi inceliğini? Allah senden razıdır, razı olmasa seni meydana getirmez. Sen O’ndan razı olmadığından dolayı böyle olmuşundur. O’ndan nasıl razı olunur? Kaza-i ilahisine karşı rıza gösterir, belasına sabreder, nimetlerine şükreder. Nimet! Onun verdiği nimeti kimse veremez. O öyle bir Kudrettir ki, O'nun verdiği nimeti hiç kimse veremez. Misal vereyim sana. Belki bir çuval altın, nâmütenâhi bir para verirler fakat o altındır el değildir ki sayamazsın ki eli vermezse. Altın, el nimetine mi benzer? Acaba anlatabiliyor muyum? Onun verdiği nimeti kimse veremez. O verir, O! Hiç kimse veremez. 

Devam edelim mi? Şuradan açıldık buralara kadar. Geliş ve gidişteki gaye. İnsanı, çok eski konuşmalarda söylemişimdir, canlı misaldir o. 

Bütün, şah olsun geda olsun, bey olsun hanım olsun, kim olursa olsun, Kudret bir caddede yürütür. Muazzam bir cadde! Caddenin nihayetlerine doğru bakacak olursanız,  bir idam sehpası vardır. Her gün adamı asar. Gaflet perdesini kaldırdı mı onu görürsün. Tabi tüyleri ürperir. O dehşetle arkasına doğru baktığı vakitte arkasından da en süratli bir aslan kükremiş geliyor. Bu dehşetle vahşet bir araya gelir. Titremeye başlar. Yalnız dikkat ederse caddenin sağ tarafında bir Zât-ı Emin: “Korkma!” der. İki bilâd[20] var; birine tevekkül, birine sabır denir. Bunları al bu bilâdları ilerde o idam sehpasına verdikleri vakitte sana bir mesirenin salıncağı olur. O aslanla gelen kükreyen aslanda emrine amade müsahhar bir binek olur. 

Hakiki mütevekkil, (Tembel mânâsına değil, bizde bunlar hep ters anlaşılmıştır. Tembel değil o.) mini mini yavruya benzer. Nasıl mini mini yavru her sahada sıkılınca anne, der. Hakiki mütevekkilde her sahada sıkılınca “yaparım” diye kalmaz, Allah der. Mini mini yavru, üç yaşında, beş yaşında, ne vakit ki sıkıldı bir şey ürktü bir şey oldu mu,  “Annee” diyerekten, yavru annesine iltica eder.  Hakiki mütevekkilin mânâsı bu. Yoksa bir kenarda oturmuş miskin miskin mânâya değil. Hak’tan gafil olmayan adam. Sen Allahsız yaşamıyorsun değil mi? Ne korkuyorsun, diyor. Al bunu yaşamadığının vesikasını git orada göster. “Ben Hakk’la yaşadım. Ben zulme divan durmadım, ben beşeriyeti inletene uşak olmadım. Ben hiçbir vakit insanlığın haklarını ezenle beraber yaşamadım. Ben Elestü Bezminde vermiş olduğum sözde yüzüme el sundurmadım, ruhsara toz kondurmadım. Zulme divan durmadım” de, seni böyle ikram ile: “Buyur şu salıncağa” derler. O arkadan gelen kükreyen eceldir o, öteki de ölümdür anlatabildim mi? Misal bu. O ecelde sana öyle ikram ile gelir ki, “Emrinize amadeyiz efendim!” Ölüm vuslattır, vuslat! Bu şekilde yaşayan insan içün. Vuslat! Değer mi? Değmez! 

Her dem ararım geçen zamanı
Bin ömre değer anın bir anı
Artırsa becâ[21] gönül figânı
Müstakbel-i fikr üçün ne hak var.
Maziye anıp da ağlamak var. (Değil mi ya.)  

Viran şûde[22] gülsitân-ı ömrüm
Hicran dolu dâsitân-ı[23] ömrüm
Tatsız geçiyor hazan-ı ömrüm
Müstakbel-i fikr üçün ne hak var.
Maziye anıp ta ağlamak var.  

Öyle değil mi ya. Geçirmiş olduğun ömrünün bir dakikasını milyar versen geriye alabilir misin? Onun içün yakut vakitle satın alınır fakat  yakutla vakit alınmaz. Dikkat et! 

Eyyam-ı visali eyleyip yâd
Bülbül gibi etmeyim mi feryâd
Ferda beni hiç eder mi is’âd[24]  

Öyle değil mi, kudret elindeyken, her şeye sahip iken, Hakk’a arkanı döndün de geçirdin. Ağlasana şimdi.  

Ruyümde furû solmak üzre
Toprak bana mesken olmak üzre
Peymaneyi[25] ömr dolmak üzre
Müstakbel-i fikr üçün ne hak var.  

Bir tarafına nüzul isabet etmiş, bir tarafına haddizatında işitmemeklik arız olmuş, şöyle olacak böyle olacak. Sapsağlamken ne oldu? 

Artık kuruyor nihâl-i ömrüm
Hüzn-ü â derken meali ömrüm
Ruşen midir zevali ömrüm.
Faniyeti cümleden ziyade
Ak saçlarım eğliyor ifade.
Ben vermişim aaah ömr ü bâde. (Rüzgâra)

Bî-rind-i  garib-i sinesâfım.
Her an yaşamakladır mesafım.
Ferdayı düşünmeden meafım.

Bî-rind-i garib-i sinesafım.
Her an yaşamakladır mesafım.
Ferdayı düşünmeden meafım.
Müstakbel-i fikr üçün ne hak var.
Maziye anıp ta ağlamak var.

Kâm alabilmeklik içün, dört esas, dedik. Biri iman. İnanmak. Asûde kaldığı vakitte böyle, kendi aslını aramak aradıktan sonra içinden ebed sedasını duymak ve bu sedaya gönül vermek. İmanın yemişi vardır. Bazı insanlar der ki: “Efendim  inandım ebediyete!” Burhanın yemişi, yalnız böyle inandım da değil. 

İnandığın an, azâ-i cevârih ıslah olur. Bütün uzuvlar salâh halindedir. 

İnanan adamın elinden kötülük gelmez. 

İnanan adamın gözü yalnız görmekliğe ait olan şeyi görür. 

İnanan adamın aklı isyana inkılap etmez. Asa-i hakikat olur. 

İnanan adam, kazancını taharri eder, aslını arar. Nasıl misal getireyim? 

İnanan adam, Hakk’ın sıfatlarına girer. Sıfat-ı ilahiyeye doğru. Afüv sıfatı tecelli eder, settar sıfatı tecelli eder. Üüüü. Sahî olur, cömert. Kendisine layık görmediği bir şeyi katiyen başkasına layık görmez. Göremez! 

Bunu geçen konuşmada epey uzun boylu söyledik. Geçiyorum ikinci maddesine. 

İkinci maddesi takvadır. Ne demek? Bizim mânâmızda iki büyük esas var. Bunları da söyleyeyim de keseyim konuşmayı. 

  [26] كلكم راعٍ وكلكم مسئولٌ عن رعيّته   

Beşeriyetin Fahr-i  Ebedisi’nin bu emr-i celili ile istibdada[27] nihayet verir. İnsanın bu âlemde insanca yaşayabilmesi içün, iki şekle ihtiyacı vardır. Bir istibdat altında yaşamamak, ikincisi adaletle tahdid[28] edilmiş hürriyete malik olmak. Hülasa edebildim mi acaba? Kestirmesi bu. Bunu da iki büyük esasla, iki büyük, kelime bulamıyorum ki zevkimden. Ne kelimesi söylesem? Hata olur, hata. 

 كلكم راعٍ وكلكم مسئولٌ عن رعيّته    

Maddenin biri bu. Diğer madde: 

 لا طاعة لمخلوق في معصية الخالق [29]    

yahut لا طاعة لمخلوق في معصية الخالق[30]   

Elfazda belki hata etmeklik ihtimalim vardır. Hafızamdan çıkmış olabilir. “Her biriniz çobansınız. Her çoban eline teslim edilen matahından mesuldür.”  Bu neyi kaldırıyor? İstibdadı kaldırıyor. Neden istibdad kalkıyor? Herkes mesul. Kimse keyfi üzerine hareket edemeyecek. Anlatabiliyor muyum acaba? “Ben şuyum buyum!” Yok azizim, yok! Herkes mesuldür, diyor.  كلكم مسئولٌ  Birer birer. Tam meal alınacak olursa, her fert birer birer mesuldür. Kendi sahasına teslim olunandan. Başıboş hiçbir kimse yok. Biri çıkar der: “Evladım yok, ıyalim yok, maaşım yok, didinmem yok, arzum yok, emelim yok…” Bulunmaz ya ben söylüyorum. Farz-ı muhâl. “Emelim yok, şöyle sayılı nefesimi bitirip gidiyorum. Ben de mesul müyüm?”  Mesulsün ya. “Bana ne teslim edildi?” Aza-i cevarihin. Elin, gözün, aklın, düşüncen, bunların hepsi sana teslim edildi. Bunların her birisinden mesulsün. Kurtulmanın imkânı yok. Bir şey anlatabildik mi? Hepsinden mesulsün. Birer birer. Hudâ soracak: “Babanın malı değildi, bu kulağı verdim neyi işittin? Ver hesabını!” 

O âmel sandığı denilen kabir çukurunun başında bir telkin verirler. Bir de mânâdan misal vereyim size. Maddenin kesafetinde bulunanlar eğlenirler. “Acaba işitir mi oradaki, derler?” Hani böyle dank, der kafasını vururmuş filan. Öyle bir şey var mı? O kafa değişti. Vuracak kafadır amma oradaki kafa değil.  O vesikadır o. Anlatabildim mi? O kafa değişti senin bildiğin gibi böyle, bunun kafası değil, vurulacak. Kudret, inkâr etmeyesin diyerekten de bir âlem-i misal halk etmiştir. Âlem-i misal sen uyuduğun vakitte ruhunun gezindiği yerdir. Onun adına âlem-i misal derler.  

Az değil âlem, öyle çok ki, âdede mi girer, o! Ne âlemler, ne âlemler. Bizim bildiklerimiz hiç. Evlenirsin, boşanırsın, mahkemeye gidersin, hâkim olursun, mâhkum olursun. O bu yine duruyor yine olduğu yerde durur. Anlatabiliyor muyum? Haa! O ufacıcık ders kaçırmasıdır, Kudret’in. O ikinci hayat öyle bizim bildiğimiz rüya değil o. Rüya gibi değil. İnkâr etmeyesin diyerekten, merhamet etmişte böyle bir misal vermiş. Bak demiş, şöyle bir bak. Sonra onun inkâr sahası da kalkmıştır. Mesela efendim işte, midesinde tebahhur[31] buhar şu bu filan. Tazyik etti de filan, ona adgâs-u ahlâm[32] diyor, o ayrı o. O âlem-i misalde olan şey değil, o.  O âlem-i şuhûdda olan bir kâbus. O ayrı. Onun bazı öyle acayipleri oluyor ki mesela; Amerika’da maktul, katili haber veriyor varisine. “Beni filanca adam öldürmüştür!” Rüyasında. Bulun itiraf da edecektir. Neredeki vücuduyla söyledi bunu. “Filanca adam öldürmüştür!”  Neyse bize şimdi oraları lazım değil. O esasen, oradaki insan, hayattan geçmiş olan adam, kayıttan kurtulmuştur. Onun kabri bütün dünyadır. Bu sahnedir o. Yaşarken bu kabrindeydi, kabrini üzerinde taşıdı zavallı. Anlatabildim mi? Bu tabutu yıkıldı, başka bir tabuta girdi. 

Kudret, adamı kaç tane âna tebdil[33] ettirir. Tecelliyatı ayrı ayrı şeyler. Durur akıl böyle. Ve durduktan sonra Allah dersen, zevk alırsın.  Durmadan, dersen bir şey anlamazsın.  Duracak. Aklı boşayacaksın da Allah diyeceksin, o vakit zevk alırsın. Akıl durur. Sonra o asıl dirileredir, o telkin dirilere. Götürenlere. “Ey, hâlâ gafilsin!” der. Vardır öyle insanlar. Götürür de götürdükten sonra üç kişi bir tarafa çekilir güler konuşur, dört kişi bir tarafa çekilir konuşur. Onu niçün götürdü onu? Dedikodu olmasın diyerekten işte canım. Kim bilir içinden de ne kadar kızdı. “Ölecek zaman mıydı, yağmurlu gün. Gitmesek bir türlü, gitsek bir türlü! Gitmesek bir türlü gitsek bir türlü. Ama kar yağıyor ya. Hafif de nezlem de var. Acaba artar mı, artmaz mı?” Kıza kıza, daha başka şeyler söyleye söyleye. Öyle bir zaman ki samimiyet kalkmışta, üç tane hamal taşısa daha güzel! Para verirsin taşır götürür. Çünkü belli oluyor. Neden? Sen bu hükmü nereden verdin diyerekten belki birisi bir sual sorabilir. Neden verdin? Eğer içinde bir zevk, bir iman, bir muhabbet, bir ışk varsa, onu mader-i aslisi olan toprağa vesikasını teslim ederken, bir heyecanla orada ona ait… Anlatılmaz ki o hâl. Konuşma gibi değil ki, bir hâl olur. Sigaranı yakar, ecdadının mezarının taşının üzerine çıkar, iki kişiyi de yanına alır da günün hadisatını konuşursan, niye geldin kardeşim? Niye geldin? İşte, Kudret onu bildiğinden dolayı, intibaha[34] davet ediyor. İçeridekine değil telkin, dışarıdakinedir. Senin de bir gün başının üzerinde böyle bağrılacak. Rütbenden, câhından hatta babandan da soyacaklar. Ahmed’in oğlu Mehmet demeyecekler de “Nuriye’nin oğlu Veli!” İfade verebiliyor musun? Acaba anlatabildim mi? Sonra güler. Ne gülüyorsun azizim? Sende kendine göre telkinini yapıyorsun. Yapmıyor musun? “Sen ölmedin(!)” Başının ucunda, “İçimizde yaşıyorsun!”  Eğer hakikatte bir şey varsa. Yoksa deli misin, ne konuşuyorsun kendi kendine? Evet, hakikaten inanmışsa ölmemiştir. Ama gönüllerde yaşar, gönül varsa! 

Mevlana, öyle demiş. “Benim adresim, Konya’da filan toprağın içerisinde değildir. Ben huzur-i İlahi’de siyahımı ak ettim. Meydanda beyazlandım ben. Beni toprak altında arayanlar aldanırlar.” Yaa? “Beni gönüllerde arayın. Beni sevenler vardır, bende yok olmuşlardır, oradadır benim adresim. Oraları gezin.” Acaba anlatabiliyor muyum?  Ne malum, hangi gönül, dedik. Kim onu anlatabilirse, kim o hâli sözünü değil, hâlini giydirebilirse... Büyük insanın hâlini giydirmek vardır. Haberi olmadan adamın, haberi olmayacak. Hani çağırırsın da şu fenalığı bırak, şu fenalığı vıdı vıdı iş yok. Haberi olmadan çağıracaksın onların hepsini. Haberi olmadan, o hâli giydirir. Hah demek ki Mevlana orada yatıyor. Öyle demiş. 

İkincisi dedik. Takva. Buradan istibdadı yıkan bir esas okuduk. Söyledik size. 

 كلكم راعٍ وكلكم مسئولٌ عن رعيّته   

Herkes, mesul olmayan kimse yok. Mesul! Hesap verecek. İkinci düstur, tadî-i[35] adaletle hürriyeti tahkik. 

Mahlûka itaat edilmez, o itaatten Halık’a isyan çıkarsa. Hürriyet budur. Anlatabildim mi acaba? Belle. Hürriyet bu. Mahlûka itaat edilmez, o itaatten Allah’a isyan çıkarsa. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? (Uyuyor musunuz ya? Gözler bir tuhafta onun içün. Ondan söyledim. Nerede kaldık diyerekten sormuyorum bu hafta, şimdi.) 

Mahlûka itaat edilmez, o itaatten isyan, Allah’a isyan çıkarsa. Olmaz. İşte adaletle tahsis edilmiş hürriyet. Dinin esası. Beşeriyetin  Fahr-i Ebedisi “Bunu kaybetmeyin.” demiş. “Bunu ne vakit kaybederseniz, yıkılırsınız.” 

Tarihin en büyük efendisi olan dedelerimiz... Biliyor musun dedeni? Deden çok büyük adam. Üüüü, hiç öyle dede hiç, Allah bir kavme vermemiş. Bizim dedemize Allah öyle kıymet vermiş ki, büyük Kitap’ta “Sizi ben insanlar üzerine şahit kıldım. (der) Ben yarın huzurumda sizi çağıracağım, bütün insaniyet âlemini sizi dinledikten sonra hüküm vereceğim. Şahit kıldım.” diyor. 

Şahit ne demek biliyor musun sen? O kadar mühim şeydir ki, şahit. Bak misal vereyim de daha iyi anla. Hâkim müddeinin sözünü şahidin sözüne uyarsa kabul eder. İnceliğe bak. Hâkim, kadı, hâkim, hükmü veren, anlatamıyor muyum acaba? Müddeinin sözünü, davacının sözüne, şahidi dinler o söz şahide uyarsa, onun içün uluorta herkesin şahidi, bu dedenin kabul ettiği mânâda yoktur. Ömründe yalan söylemediyse tahakkuk edecek şahidin. Adil olması şarttır. Şimdi gel azizim şahit ol, öyle değil, öyle değil! 

Şahit, muazzam.  Şahit, göz. Şahit, kulak. Gördüğünü bozmadan, işittiğini yaymadan, biçimini değiştirmeden aynen verebilecek kabiliyette olan adil insana denir, diyor. Yaa! Mesela, İslam ananesinde insanın hakkı alındı, dendi mi şehadeti kabul olunmuyor, denir. Ne kadar ağır! “Şehadetini kabul etmem!” der, Allah. Senin dedenin ebediyet âleminde bütün beşeriyet üzerine şahit olaraktan kabul ediyor. “Sizin üzerinize de Muhammed’imi şahit kıldım. Sizin üzerinize de Onu şahit kıldım. O şehadet ettikten sonra Ben karar vereceğim.” Anlatabiliyor muyum acaba? “O, şehadet ettikten sonra, Ben hükmü vereceğim.” Sizi âleme, dedeni öyle deden öyle. Onun içün, deden bire on döğüştü. Onun içün,  deden zulmü gördüğü yere adli koydu, onun içün deden haddizatında cehli gördüğü yere ilmi koydu. Sen öyle ufacık türedi üredi insanların çocukları değilsiniz. Kökün çok muazzamdır. Yalvar, yine o azameti Kudret sana versin. Verir, verir. Biraz dön, rücû et! 

Taklit afetin büyüğüdür. Kurtul taklitten. Kendi bünyende her şey var niye taklit ediyorsun kardeşim. Taklitten kurtul, kendi bünyende hepsi var. Nerede bir büyüklük bir şey buldun, bana getir, senin dedenin olduğunu göstereyim sana. Ne varsa makbul olanı hep dedenin malı. Almışlar biçimine koymuşlar sana vermişler. Kötüsüyle beraber. Üç kötü, bir iyi! Taklidi bırak! 

Nenen gibi anne var mı? Her vakit söylerim. Yayasın diye söylerim. Meydan-ı gazaya evladını götürürken alnından öper. “Buradan şehit olduğunu isterim” der. Kim diyebilir bunu. Bu ne gördü de bunu dedi. Aptal insan değil ki o. Hani diyebilirsin ki efendim zavallıymış. Ne zavallısı azizim. Ne zavallısı! Nazımla hırsız yakalamıştır hırsız. 

Öyle kadın ki, Fahreddîn-i Razi gibi, Fransızlar Razo diyerekten şapkasını çıkarır, eğilir. İki yüz küsûr haddizatında, ne iki yüz küsur, üç yüz-beş yüz eseri olan bir adam. Tıpta, heyette, sema ilminde, yer altı ilminde, ne bileyim ben, üüüü akıl durur. Biz bilmeyiz ne vakit geldi, ne yaptı ne gitti, fakat frenk bilir ve ismi anıldığı vakitte de böyle şapkasını çıkarır, hürmetle eğilir. “Size ait değil, der. Bütün insanlığa ait bir adamdır.”  der. Böyle bir adamı, nenen mağlup etmiştir. Yenmiştir yani. 

Geziyor seyahati esnasında da, işte tabi asrın feridi bir adam; herkes ziyaret ediyor, acaba gelmeyen var mı demiş. Bir münasebet aldı da var demişler bir hanım gelmedi, yok ama. “Hayret” demiş, ben gideyim demiş, gitmiş.  Bir biçimine getirmiş.

      Ben binbir delille Allah’ı ispat eden bir şahsım, sen bana gelmedin, demiş.

  Onun içün gelmedim, demiş, kadın. Bir defa sen binbir delil bulduktan sonra Allah demişsin. Biz öyle delilsiz Allah diyenlerdeniz. Sonra ne kadar sakat konuşuyorsun, demiş. Allah   muhtac-ı ispat değildir. Allah ispattan münezzehdir. Her şeyde onun kayyumiyeti zatiyeti meşhuttur. Her şeyde varlığı gözüken bir şey ispat olunur mu? 

Başlamış ağlamaya Fahreddîn-i Razi. Anlatabildim mi? Böyle titretiyor adamı. O söz hangi boyayla çıkıyorsa zıngır zıngır yetmiş yaşında adam titriyor. Öyle senin bildiğin gibi de değil. Enbiya, öyle diyor: Allah’ı ispata değil, beyana gelmişlerdir. Tahakkuk et bu fikrini, bu söz, çok büyük bir sözdür, diyor. Çook ağır bir sözdür, diyor. Başlamış ağlamaya… Böyle annenin çocuğusun sen, böyle annenin çocuğu. 

Bir de adalet va’z eder. Ne dedik bir defa? İstibdadı şu emriyle yıkılmasını ister. Layık olursan yıkılır kendi kendine. Çünkü zalimi yetiştiren mazlumdur. “Firavuna iman edenler, firavundan kırk sene evvel âlem-i nâra gireceklerdir.” dedi, Peygamber. Çünkü firavun vaktiyle öyle değildi, dedi. Firavunun etrafında durdular. El pençe divan durdular. “Sensin dediler, sen yaratırsın!” dediler. Nihayet onların bu sözleri karşısında Firavun kabardı, kabardı, kabardı.  أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى  [36]  dedi. 

Zalimin etrafında mazlum olmasa zalim yetişir mi? Kendi kendine yıkılır o. Anlatabildim mi acaba? Yaa. Öyle, diyor. Zalimi mazlum yetiştirir. 

İkincisi, adaletle tahdid[37] edilmiş hürriyet dedik. Bir de adalet, muâvenet. Şimdi takvaya geçelim.  Öyle, diyor. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: 

“Rabbiniz birdir. Baba cihetine gelecek olursa beşeriyet, babanız da birdir. Binaenaleyh; ne beyazın siyahiye ne siyahinin kırmızıya, ne kırmızının sarıya hakk-ı tercihi yoktur. Masa, kasa, rütbe, câh tercih hakları değildir. Hakk-ı tercih, hakk-ı tercih, hakk-ı rüchan[38] takvası olandadır.” Sormuşlar nedir diye. “Kimin kalbi bilâkayd velâ şart, kayıtsız şartsız, ivazsız garazsız Allah'ın mahlûkuna karşı rikkatle çarpar, o rükn[39] üzerine geçer.”  Bir şey anlatabildim mi acaba? Şart! Bugünkü medeniyet daha bunu verememiştir. Renk farkı var. Değil mi ya? Bugünkü medeniyet insan renginde bile fark görüyor. Koca dedenin tanımış olduğu mânâdaki büyüklüğe bak ki hiçbir yere bağlamıyor. 

Şunu da söyleyelim de konuşmaya nihayet verelim. Cenab-ı Muhammed’in mescidi, camisi yani ya. O yalnız cami diyerek bakmayın, orası mahkeme, orası meclis-i meşveret[40], orası erkân-ı harbiye dairesi, orası efendim üüüü, o bambaşka bir şey. Dertler dinlenir, o toplantıda kim gelinmemişse merak eder, aranılır. Oranın da bir hizmetçisi var, siyahi bir kadın. İmre-i Sevda, temizlermiş.  

Renk farkı dedim de oraya misal veriyorum. Temizliyor, İmre-i Sevda. Vefat etmiş. O vakit emr-i Peygamberi öyle. Bekletmeyin, diyor. Derhal götürün. “Efendim ya ölmemişse böyle bir kan tutukluğu filan.” Gayet sıcak suyla yıkama var bizde. Başka edyan[41] gibi değil ki. Acaba anlatabiliyor muyum? Onun yıkanmasının bir amili de o,  ova ova diyor, ova ova böyle kullanılmamış böyle liflerle gayet sıcak sıcak suyla bir saat ova ova yıkananda eğer içerde hayat varsa acaba harekete gelmez mi? Acaba anlatabiliyor muyum? Onların hepsini düşünmüş. Neyse biz dayanamıyoruz da bir gün daha kalsın filan diyoruz. Şöyle ediyoruz filan açıp açıp bakıyoruz. Vefası olanlar, bir de kapıyı kitler “görmeyeyim!” der. Evlatlara da rast geldik. Niye, sen ölmeyecek misin? Hangisini anlatacaksın? Bitmez ki? 

O vakit öyle, gece ölse gece götürüyorlar, gündüz ölse yani namazını kılıyorlar. “Siz bilmezsiniz!”  diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Hakiki insan için ölüm gelin olmaktır. Muhabbeti tekâmül etmiş olan bir gelinin günler geçerek beklemesinde zevki azalır. Bu öyle bir gelin ki Allah’a gidiyor bu, diyor. Onu sen tuttuğun müddetçe sıkılır. Beni bir anda verin.” Anlatabiliyor muyum bir şey? 

Neyse o günde, yoruldunuz mu keseyim mi? O günde çok yorulmuş, çok meşgul olmuş, Sultan-ı Resûl. Fukara ile gureba ile işlerle çok meşgul olmuş. Haberde gelmiş, İmre-i Sevda vefat etmiş. Haber verelim, demişler. Hazreti Ebu Bekir: “Çok yoruldu, demiş. Şimdi geç vakitte geceleyin kendisine haber vermek... Ben demiş, o vazifeyi yapayım. Tevcib[42] edin tekvir[43] edin, namazını kıldıralım, kendisini gizleyelim.” Yapılmış, namazını kıldırmış, gizlenmiş. Hükümet-i Sübhaniyenin büyük sefiride Cibril, Rasul-ü Ekrem’e gelmiş. 

“Selam-ı İlahi var. İmre-i Sevdanın namazını, Benim Habibim kıldırmalıydı. Onun bulunması lazımdı. Onun Benim indimde büyük mevkî var.” 

Siyahi hizmetçi kadın anlayabiliyor musunuz acaba? Onu anlatmak için söylüyorum, işin ruhu burada. Siyahi, siyah renkli, zenci, hizmetçi! Fakat Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine taraf-ı İlahiden Cibril’i gönderttiriyor. 

Ebu Bekir derki: “Hayatta bir defa peygamberden azar işittim, bu hadisede. Pür hiddet geldi, celal ile: 

Efelâ küntüm azentüm muni. Bana haber vermek yok muydu? Allah’ımdan azar işittim.”  Özür dilediler. “Efendim sizi rahatsız etmemekliğe...”  “Hayır, hayır! Bana haber vermek yok muydu, diyor. Rabbim beni azarladı. Li ruini ‘ala kabrina. Gösterin bakalım kabrini de gideyim onun namazını kılacağım. Tekrar o muamele yapılacak.” 

Daha bugünkü medeniyet, yarın ki medeniyet, öbür gün kü medeniyet, daha sonra ki medeniyet böyle bir şey yapmaya niyeti bile yok! Ve yapamaz, o ayrı bir şey. Anlatabildim mi acaba? 

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖➖ 

Cenab-ı Hak, bu mevcûdâtı hâlk ettiği vakit; mevcûdât içerisinde kendisine muhatap, bütün sıfatlarına layık, en güzel surette seçerek, imtiyaz vererek büyük bir aile olarak insan sınıfını ayırmış. İnsan, tabiri caizse Hakk’a ayine olmuş. O, sureti elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaretse de mânâsı bütün kâinatı muhit olabilecek şekilde taraf-ı İlahi’de hâlk edilmiş. Sonra mevcûdât  içerisinde nikâhsız hiçbir zerre yok. 

Esas itibariyle dört türlü nikâh var. Evvela, Allah bu kâinatı kendisine nikâhlamış. Sonra “Kûn!” emriyle mevcûdâtın oluverme tecellisinde her zerreyi birbirine nikâhlamış. Ondan sonra insanları muhabbet-i ilahiyesinin sureti olarak yaratmış. Mevcûdâtta  ne varsa insanda onun hülâsası olduğunu beyan etmiş ve nikâh bizim dinimizde ibadetlerin en büyüğü olarak kabul edilmiş. Bunu bilirse  bunu duyarak evlenmekle eğlenmeyi ayırarak, bilmem tabirlerimi anlatabiliyor muyum? Bir eğlenmek vardır, bir de evlenmek vardır. Tabi bunlar insanın içerisinde kalbine ait âlemde gizli olan niyetleridir. Onu Allah bilir. Yalnız işte biz konuşuyoruz, ikaz ediyoruz. Siz Allah’ın Kitab’ında تَنَاكَحُو[44]   emrine imtisalen [45] Peygamber’in  “Şirarekûm üzrabükûm. En hayırsızlarınız evlenmeyenlerinizdir.” diye buyuruyor.  “Şirarekûm üzrabükûm.” Tabiri caizse, evlenmeyenleriniz edepsizlerinizdir, diyor. Siz bu emirden hisse alarak, 

 [46] إذا تزوج العبد فقد استكمل نصف دينه، فليتق الله في النصف الباقي   

Yani “Evlenenler dinlerinin yarısını yapmıştır, yarısı içün de çalışsınlar.” buyuruluyor.

Bu emre gönül vererek, hayırla  bir ev yapıldıktan sonra yarısı yapılınca içine girilip oturulabilir. Öbürkü de nasıl olsa olur. Bir insanda demek ki iyi bir niyetle:  

“Allah’ın nikâh dairesine kendimi vakfediyorum, hayırlı neticeler alacağım, hadim-i Din olacak, hadim-i Peygamber olacak, hadim-i Kitap olacak, insanlara hizmet edecek, bütün düşmüşlerin elinden tutabilecek ruhta yaratılacak, Allah bana çocuk ihsan edecek. Gayem budur. İnsanlığa hizmet edecek yerime bir insan bırakacağım!” Aşkıyla evleniyorsanız şimdi bu nikâhın suretini  Cenab-ı Hakk arşta bizzat kendisi akdeder, kendi kıyar. Onun içün siz şu andan itibaren müstakil vücudunuz yoktur. Gerek senin gerek bu hanımın. Senin vücudun onun, onun vücudu da sizin oluyor. Kur’an’da öyle diyor. Evlenen kimseyi birbirine elbise yaptım.


 [1] Taharri: (Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.

[2] Teavün: Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek.

[3] Tebcil :Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek.

[4] Tevkil: Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek.

[5] Tekrim: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.

[6] Lübb-ül lüb: Özün özü

[7]  Buharî, Cenâiz 80, 93; Sünne 17; Kader 3; Müslim, Kader 22, 23, 24, 25; Ebû Davud, Sünnet 17; Muvatta, Cenaiz 52; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 233, 275, 315, 346, 393, 410, 481; III, 353

[8] Mübelliğ : Tebliğ eden, bildiren, duyuran, ulaştıran.

[9] Şümul: Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. Hükmü altına almak.

[10] Süfliyat: Dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri.

[11] Nediman-ı İlahi: Allah dostları / Nedim: (Nedmân - Nüdemâ)  arkadaş, dost

[12] Sair edyan:  Öteki, başka dinler

[13] Serair: (Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.

[14] Zamair: (Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. İsim yerine kullanılan kelimeler.

[15] Hafaya: (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.

[16] Muttali': Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.

[17] Te'dib: Edeblendirme. Terbiye verme. Haddini bildirme.

[18] Tazyi': (C.: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama.

[19] Kalem Suresi 16. Ayet-i Kerime : فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ  Meali: azabım ve uyarılarım nasılmış!

[20] Bilâd: (Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler.

[21] Beca': Geniş, bol.

[22] Şüd: Farsça Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd $: Geldi gitti

[23] Dâsitân: (Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. Şöhret.

[24] İs'ad: Mes'ud etmek. Mübarek eylemek. İâne, yardım etmek.

[25] Peymane: Büyük kadeh. Ölçek, kile.Şarap bardağı.

[26] (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)

[27] İstibdad: Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi.

Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara bağlı olmayarak, çok defa da kanun namına kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi tanımadan kendi dediğini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptırmaya çalışmak. Allah'ı ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek.

[28] Tahdid: Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. Tarif etmek. Bir şeyi kasdetmek. Keskin etmek. ilemek.

[29] Muslim, Kitabu’l İmara 40. “Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Ancak taat ma'ruftadır!"

[30] Muslim, Kitabu’l İmara 40. “Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Ancak taat ma'ruftadır!"

[31] Tebahhur: (Buhar. dan) Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. Kokmak.

[32]Adgâsu Ahlâm:         Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.

[33] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.

[34] İntibah: Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi.

[35] Tadî: Adalet

[36] Nazirat Suresi 24. Ayet-i Kerime. فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى  Meali: Benim en büyük Rabbiniz! dedi

[37] Tahrir: Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. Hürriyete kavuşturmak.

[38] Rüchan: Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak.

[39] Rükn: Direk. Esas. Kuvvet. Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse.

[40] Meşveret: Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre)

[41] Edyan: (Din. C.) Dinler.

[42] Tevcib: Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek. Bir iş için vakit belirlemek.

[43] Tekvir: Yuvarlaklaştırmak. Kıvırmak. Sarmak. Toplamak. Cemolmak.

[44] Tenakehu: تَنَاكَحُو  : Evlenin (Aşağıdaki hadis-i şerifte geçmektedir.)

تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَاِنّ۪ى أَبَاه۪ى بِكُمُ الْأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَتّٰى بِالسَّقْطِ“Evlenin çoğalın. Zira doğan çocuk düşük de olsa, kıyamet günü ben sizin çokluğunuzla  iftihar ederim. (İhyâu Ulûmid- Dîn, Cild-2, Hadis No: 74, Sayfa 61) 

[45] İmtisalen: Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak.

[46] “Kişi evlendiği zaman dininin yarısını korumuş olur. Geriye kalan yarısı içinde Allah’a Karşı gelmekten sakınsın.’’ (Heysemi, Mecme’u’z Zevaid, No: 7310; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, 2/239)

[▪︎]Şiraze: düzen, nizam, esas.

[▪︎] Giryan: Gözyaşı

[▪︎] Halâ: (Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder.

[▪︎] Sa'y: Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma.

[▪︎] Cem': Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar. Az olarak cemaat için isim olur. Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma. Gr: Arabçada (ve tesniye olmayan dillerde) ikiden çok olan şeylere delâlet eden kelime. (Kitabın başındaki cemi' hakkındaki izahata bakınız) Tas: Bütün eşyayı Cenab-ı Hak ile görerek kendi havl ve kuvvetinden teberri etmek.

[▪︎]Hüre: Eşek yavrusu, sıpa

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017