025 (30.11.1958) 60 dk (137)
Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın
membaı akıl, ışktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik.
Ahlak iki esasa ayrıldı. Biri vazifeden doğdu, biri aşktan doğdu. Vazifeden doğanın annesi akıl, ışktan doğanın annesi kalp. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil. Muhabbet-i zâtiye derler, onun bir adına da. İnsan asûde kalırsa, alâik-i kevniyeden kurtulursa, hırsı mırsı bir kenara atarak kendi hüviyetini düşünmeye başlarsa, her hafta söylediğim gibi birkaç sual kendisine tevcih eder.
“Kimim?” der. “Ben kimim?” Elli altmış
kiloluk kan ve kemik torbasına girmiş olan bir varlık. Sureti, zahir itibariyle
bir çukura sığabilirse de mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı
muhit. Bu geniş varlık bana nereden geldi? Ben nereden geldim? Ben kimim? Bu
suali sorar. Bu sualin bir zevkli tarafı vardır. İnsanı alır bir yere götürür.
Ve kendisinin bir yer tarafından, ona naib olarak, kendisinde büyük bir imza
bulunduğunu... Ya, insan küçük bir şey değil ki! Biz bunun kıymetini bilmiyoruz
da hayat böyle geçip, göçüp gidiyor. Hâlbuki bunu öğrenmeye gelmiş. Herkes bunu
öğrenecek. Nedir öğreneceği?
Kendi aslını bulmak. Bir tek
kelime ile. Kendi aslını, mebdeini, mâadını, mevlidini, Rabbisini bulmak
heyecanına aşk derler. Anlatabildik mi acaba? Bu aşk. Bir terennüm-ü[1]
hafî[2]
kendisinde cereyan eder. Bak, bööyle değil mânâsını, suretindeki alâmeyi
dinleyecek olursa, içeriye nefesine alırken, gizli bir isim verirken de gizli
bir isim verir. Bir terennüm-ü hâfî vardır. Ama beşeriyet bugün bunların
hepsiyle alakasını kesmiş. Onun içün elemle emel arasında yoğruluyor,
yoruluyor, göçüp gidiyor.
İki üç haftadan beri “İnsanların taptığı medeniyet iflas etmiş,
insanlara huzur veremiyor.” söylüyoruz değil mi ya? Bu üçüncü konuşuşum galiba, bu mevzûu.
İnsanlık âlemi huzur içinde
değil. İflas etmiş. Ne vakit insanlık
tamamıyla iflas eder? Allah’ın göz bağlaması vardır. Allah adamın gözünü
bağlar. Anlatabildim mi? Allah’ın bağladığı gözü de hiçbir kuvvet, hiçbir
kudret açamaz, yine Kendi açar. Başka hiçbir kimse çözemez. Onun içün der ki
ahlak: “Sevdiğin şey, muhabbet ettiğin şey, hakikate kötü bir bedel olmasın,
der. Seveceğini iyi bil de öyle sev!” der. Anlatabildik mi acaba? En mühim
yeri bu. Bu cümleyi söylemek için bugün çıktım. Mevzûun an yeri bu.
Muhabbet ettiğin şey,
hakikatine kötü bir bedel olmasın. Seni sürüklemesin. Zira hırs; çömleği
kaynatır, adamın ağzını yakar, elini de kara eder. İşte ihtirasât-ı nefsaniye
ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasât-ı nefsaniye ile yıkılıyor. Niçün
ilim önüne geçemiyor, niçün fen düzeltemiyor, niye büyük feylozoflar bir çare
bulamıyor, neden çok seri, zeki kafalar toplanıyor, toplanıyor da beşeriyetin
ahını dindiremiyor. Dinmiyor! Yok! Neden? Beşerin muhabbet ettiği şey aslına
kötü bedel oluyor da onun için. Aslına kötü bedel oluyor.
İnsanlar zannediyor ki, iman
zevkinin üstünde başka bir zevk bulabileceğiz. İman zevkinin üstünde başka
bir zevk yoktur ki. Çünkü iman zevkinin neticesi, aşka götürür adamı.
Muhabbete götürür. Onun haricindeki zevkler insanı süfliyata götürür. Nihayet
aciz insana tapmaklık şekilleri tecelli eder. O şekil tecelli ettikten sonra
başlarsın zalime divan durmaya! Zalime divan durmak demek; Kudret’e karşı arka
çevirmek, demektir. Kudret de musluğu kısar. Nihayet beşeriyet inler, işte bu. Şekil bu.
“Efendim, şu kadar param olursa...”
Yok, azizim yok! Milyarlar olsa dahi haddizatında
fayda etmez. Fayda etmez! İş para ile kasa ile masa ile câh ile değil. İş
huzur-u kalp ile. Huzur-u kalp ile. Hak’tan gelmişin, cinsini ara bul! Kestirmesi bu. Bul! O bir darb-ı mesel vardır: “Cins cinsi
çeker.” Biz onu surette çeker zannediyoruz. Surette cins, cinsi çekmez. Bunu ekseriyet
yanlış anlar. “Efendim cins cinsi çeker, cins cinse meyleder.” Surette mi kalıp da mı? Ruhlarınız birbirine,
mânânız birbirine ait olur da o vakit çeker. Ten değildir çeken, candır can!
Anlatabiliyor muyum?
Ten değil, candır çeken. Fakat
onu biz göremeyiz. Düşünmezsek üzerinde de. Bu neye benzer bilir misiniz?
Simsiyah bir halı, keçe, kapkara, karanlık bir gece veyahut karanlık demeyelim
de simsiyah bir keçe; üzerinde iki tane kapkara karınca, göremezsin. Fakat iki
tane karınca da birer buğday almış, arpa almış çekiyor, o buğday dolayısıyla
karıncayı görürsün. Anlatabildim mi acaba? Bundan daha canlı misal olur mu? Hüviyetini
göremezsin ama çekiyor ya seni. Bunu görüyorsun ya işte onu görüyorsun,
demektir. Bu sana onu gösterir, onun içün dikkat et. Kim, kimi çekiyor? Yalnız,
mânâya sahip olan insanlar, zıt olanları toplayabilir. Karınca buğdayı da
götürür, arpayı da götürür. Birbirine
zıttır, birleştirir. Anlatabildim mi? Can icabında zıt olan şeyleri
birleştirir.
(Biraz mevzû ağırca galiba.
Nazarlar anlamıyor gibi geliyor. Anlatamıyorum gibi geliyor.)
Onun içün sen, sana dost
olmadıkça hariçten dost arama. Dost bulamadık, diyoruz. Bir defa kendimiz, kendimize
dost olamadık ki hariçten bize dost gelsin. Kendime dost olduğum vakitte, canım
bana dost olduğu zaman, çekecek dost gelir. Bunu anlatmak istiyorum. Kendimiz
kendimize dost olmadık. Bir insanın sana dost oldu mu olunca, bu sefer dostu
çekecek. Kendimiz kendimize dost olmadığımızdan dolayı, kendimiz kendimize
düşman olduğumuzdan dolayı, bütün adüvvü[3]
çekiyoruz. Ondan dolayı da yol alamıyoruz.
Şimdi yine başladığımız yere
dönelim. Mevcûdât içerisinde insan kadar tarifi zor, anlatılması güç, hiçbir
şey yok. Biz de bunu aramaya gelmişiz; bu
da iman ile aranır, ahlak ile aranır, mânâ ile aranır. Mânâdır intizam-ı âlem.
Anlatabiliyor muyum acaba? Ne kadar maddeye sahip olursan ol, mânâ olmadı mı
intizamı olmaz. İntizamı olmayan şeyde de huzur olmaz. İntizamı O veriyor.
Şöyle bir hesap edildiği vakitte, gelmede gitmede bir ihtiyâr yok.
Kopuk kopuk hafızamda kalmış.
Nazım bozuluyor ama neyse bir mânâ çıkar. Fuat Paşa köprüsünde vardır, önünde.
Yazmış, kendisi koymuş.
Bende sadr-ı asrı fuâd idim.
İki mânâya geliyor. Bende büyük bir makamın sahibiydim. Sadr[4],
bir de kendisi. İnsanın şu sadrı var ya iki mânâyı toplamış güzel. Fuâd, gönül.
Hem orada hem burada bir gönüldüm ben. Fakat hiç “Gel!” dediler, orta yerde bir
şey yok. Uğraşma hâl ferd ile değmez dünyaya has[5]
demiş. Biz kendimizi aramayı bırakmışız, birbirimizle uğraşırız. Onun şusu var,
bunun busu var, bununla meşgul oluruz.
Fâriğ[6]
ol redd ü talebden himmetinle hizmet et. (Söylüyor, söylüyor da)
Verseler dünyayı göz doymaz, gönül açılmadan
İzz ü câhın kesreti belki felakettir sana.
Bir kıla malik misin kendi vücudun sandığın.
Cümle âzâ-i vücudun bir emanettir sana.
Kimsenin mâlin hesap etme, karartır kalbini
Kimsenin hâlin sual etme, kasâvettir[7]
sana.
Dediler, derler, desinler, diyecekler kaydını, atmadıkça
Hep hayat, kîn-ü kedûrettir[8] sana.
Bir şey anlatabiliyor muyum? Gelmede
gitmede ihtiyâr yok. Benim diyecek, elde de bir medar yok. Bir hesap yapmak
lazım. Ahlak onun adına muhasebe-i nefis, der. Nasıl dikkatli tacir, meraklı
ticaret erbabı, varidatı ile mesârifını, geliri ile giderini çok iyi kontrol
ederse yorgunluk çekmez. Bugün yaparım, yarın yaparım, birikti mi ondan sonra
boyuna saçlarını yolarsın. Yaparsın, tekrar yaparsın, bir daha yaparsın, oradan
çıkmadı, buradan kaldı orada, fakat “saati saatine yapmış mı muntazam”
dahilinde hiç sıkıntı çekmez. O nihayet üç günlük hayatın bir hesabıdır.
Bir büyük hesap var, büyük emanet
var. Allah’ın emaneti var. “Hesabını ver!” diyor. Ariyet alınır, her şey
eğretidir. Tabi biter tükenir. “Ver benim hesabımı!” diyor, Allah. Zanneder
misin ki istemeyecek? Hiç, o kadar titiz ki. Aklına gelmeyen şeyin hesabını
dahi isteyecek. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, “Seni kendim içün bütün mevcûdâtı
da senin içün yarattım.” diyor.
“Halaktü'l-eşyâ li-eclîke ve
halaktüke li-eclî. Bütün mevcudatı senin için yarattım, seni de kendi zâtım
için yarattım.” Misalen. “Senin
suretin Rahman, siretin Hak.” diyor, Allah. Öyle olduğu hâlde, bir gün bir su
istediler, verdiler suyu. Soğuttular, kendilerinin geleceğini biliyorlar,
soğuttular suyu. Suyu içtikten sonra,
ayine-i Hak olan gözlerinin etrafı incilendi. Yaş geldi gözlerine.
“Bir eleminiz mi var, rikkate geçtiniz?”
“Evet, su bir nimettir, hesabını
vereceğim; soğukluğu da bir nimettir, onun da hesabını vereceğim.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? “Su bir nimettir hesabını vereceğim; soğukluğu da ayrı bir nimettir, onun da
hesabını vereceğim.”
Haa, şimdi bak, bir mesele daha çıkar.
Bazı kimseler vardır ki: “O hâlde ben nefsimi hapsedeyim. Bu nimetlerin hepsinden
hesap vermektense kullanmayayım!” “Niye kullanmadın!” diye bir hesap daha var. Bir de o var. Soğuk
su vardı, sen niçün soğuk su nimetini kullanmadın? Onu kullanmak şekillerini
bilip kullanacaksın, der. Onunda hesabını sorar. Hani vardır ya bazı insan, “Ben
nefsime zulmederim, mâdâmı ki, helalında hesap,
haramında azap var deniyor, o hâlde ben bunun helalından birçok kısmını
terk ederim bu hesabı vermem!”
“Niçün vermedin, diyor. Niçün
kullanmadın! Senin içün yapmıştım, niye kullanmadın!”
[9] كُلُوا مِنْ
طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ
“Yaptığım şeylerin, en güzelini, en tayyibini,
en hoşunu, ne kadar güzel olursa o kadarını, kullanmakla mükellef kılınmışsın.”
“Efendim onun hesabı var da ben...” Yook! Hesabını vereceksin yine yapacaktın. Abdiyet[10]
bu. Bunu istiyor.
Âdem vasıta-i füyûzat-ı[11]
İlahidir, kardeşim. İnsan âdem olmaya gelmiş buraya. Âdemin tarifi bu. Âdem,
Allah’ın feyizlerini dağıtma vasıtasıdır. Bu cereyan Hazreti insandan bütün kâinata
geçecek. Bunu alamadı mı fayda yok.
Bizim dedemiz böyleydi. Bizim dedemiz var ya meşhur. Şöyle “Oğlum serbest mânâya
sahip olsun, Allah desin. Kızım ismet ve iffet numunesi olaraktan yaşasın.” Ama
bazı insanlara göre bu cümleler!.. Yaa, nasıl olmak lazım? “Vur, kır, ez, kendi nefsini tatmin et. İşte bugünkü
marifet budur!” diyor.
İyi ama ölümü öldüremiyorsun. İyi
ama kabrin kapısını kapayamıyorsun. O göğü deler gibi, semaya bakar gibi
gözlerin, bir an içerisinde öyle melûl[12]
oluyor ki! Zalim nefis ihtiyarlayınca mazlum olur. Hiç tanıyamazsın bile. Acaba
bu o adam mıydı? Evet, insanın kaç devresi vardır. Onun içün mânâ ilminde
derler ki: Akıbet güzelliği akıbet! Büyük Kitap’ta öyle der:
[13] وَالْعَاقِبَةُ
لِلْمُتَّق۪ينَ
“Müebbet istikbal, inananlarındır. İnanların olduğuna
inananlarındır.”
İnanmayıp ne yapacaksın zaten. Ne
gelir elinden. Bu âlem, dar-ı gururdur, ebediyet âlemi de dar-ı sürûrdur. Gel gurur âleminden,
sürûr âlemine sizinle geçelim, gel! Gönüller birleşmiyor nedense. Bak tabirime
dikkat et!
Burası âlem-i gururdur. Gurur
adamı yuvarlar. Çünkü önüne bakamaz. Gurur bir perdedir, hicaptır. Cananı
göstermez. Hâlbuki bu asır, merhamet devrini geçmiştir. Anlatabiliyor muyum?
Buna Hazreti Muhammed’in devri derler. Bu devir, bu devirde merhametten daha
yüksek tecelli vardır. Bu devirde rüyet-i didâr-ı cemali İlahi vardır. Allah
onun devrine kadar, sıfatıyla büyük velilere kendisini göstermiştir. Fakat onun
devrinde kendisini aşikâr etmiştir.
Söylemediğim sözler bunlar, iyi
dinle. Yazık günah değil mi? Görüleceği görmeden gitmek. Ne demiştim, başlarken?
Dikkat et! Muhabbet ettiğin şey, gönlünü bağladığın şey, asıl görüleceğe karşı,
bedel olmasın. Yanar!
Burası dar-u gurur. Gurur ahmağın
sıfatıdır, değil mi ya? Niye benlik yapıyorsun? Onu yaptın bari uyuma. Bir
insan böyle gayet sert durur, ondan beş saat sonra başlar minderin ucunda
kafasını… Kudret eğleniyor. “Zavallıya bak, diyor. Bak, bak!” diyor. Ne kadar
ders kaçırmıştır. Öyle sert sert bakar, kuvvetli kuvvetli eda ile “Yakarım seni!”
der, filan. Ee Altı saat geçtikten sonra da bakarsın ki bir kenarda, bazen de
ağzını da açar, ondan sonrada bir de ses çıkar. Neyi yakarsın ya(?) Çağır, o sende
doğsun, o vakit bak neler olur?
İşlet nefsini, işlet! Nefsini
iyilikle işletirsen, başka yerde kullanırsın. Bizim nefsimiz kötülükle işliyor.
Ona nakış yaptır. Yılanın boynuzunu altın yaparlar da çocuğa nazar boncuğu
yaparlar. Bak yılan boynuzudur o. Anlatabiliyor muyum acaba? Senin nefsin
yılanın boynuzundan da mı kötü canım. İşlet de bir yere boncuk olsun. İşlet onu
işlet! Onu işlet. O nasıl işler bilir misin? Nasıl işler o? Ne vakit ki dudağın
kalbindekini konuşursa o vakit işlemeye başladı. Söylüyorsun da ilacını
vermiyorsun, dersin belki. Ne vakit bu dudakların burandakini konuşuyor, burada
konuşma başka burada konuşma başka olmayacak. Dudakların var ya şurada
dudaklar. Bu dudakların ne vakit buradakini konuşuyor, kalbindekini konuştu mu
nefsin işlemeye başladı. Ayrılıyor, süsleniyor, tezyin ediliyor, mânâ-i
insaniyeye mal oluyor. Ama o insan belli olmaz. Kendi kendine insanlar böyle
yüzüne güldükleri vakit, tatlı tatlı konuştukları vakit, eh nispeten iyiyim,
filan gibi gelir. Hele bir putumuza bassınlar, üüüüü. Yahu biz putperest miyiz?
Binlerce! Bir tane olsa!..
Ey gönül sana sen gelmek için az mı dolaştın?
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et. Diyor. Koca bir
adam diyor, bunu. Sen düşün bir defa.
Ey gönül, ey dil, sana sen gelmek için az mı dolaştın.
Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et.
Kasa bir puttur, masa bir puttur,
câh bir puttur, emelin bir puttur, çocuğun bir puttur. Gönlünü neye bağladıysan…
[14]
اَرَاَيْتَ
مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ .
Gel, derleyelim toplayalım, büyük
Kitab’ın söylediği, tabi onun üstünde bir şey yok. Derlemiş toplamış, bir cümle
içerisine sokmuş.
اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ
هَوٰيهُۜ
Allah diyor ki: “Kişinin sevdiği, kişinin ibadeti taati
sevdiğinedir. Gönlünü nereye bağlamışsan, bütün taatın orayadır.” Allah’a yapıyorum dersin, kabul etmez Allah. “Gönlünde
bir bağlandığın yer var, oraya gider.” der. Biliyor muydun bunu? Onun için
netice alamayız. Hani öyle kolay mı zannedersin? O bağ olmasa, sen bir defa
Allah desen, sema ayağına iner. O kadar kerimdir, Hudâ. Ara yerde hicaplar
olmasa ayağına arş da iner. Semayı bırak, arş!
اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ
هَوٰيهُۜ
Çok dikkatle dinle burayı, bak ne kadar zevkim var,
çıktığımda o kadar yoktu ama yavaş yavaş açılıyorum.
Kişinin bütün taati bütün kulluğu, bütün efendiliği, hangi
tabirle anlatayım? Bütün ibadeti, gönlündeki sevdiğine aittir. Ne varsa oraya.
Alnın secdede çürüse yine oraya, bin defa hacca gitsen gelsen yine oraya,
milyarla sadaka versen yine oraya, milyonlarla zekât versen yine oraya. Her ne yapsan
oraya. Onun için diyor ki, konuşmaya başladığım vakitte, söylemiştim misal
getiriyorum.
Muhabbet ettiğin şeye dikkat et, ona kötü bir bedel
olmasın. Bir
bedel! Anlıyorsunuz, değil mi bedel?
Bunlar söylendiği vakitte de bazı insanlar: “Aman ne kadar zormuş!” Yok, zor değil ha. Hiç zorluk yok. Bir
intibak edinceye kadardır. Ondan sonra öyle zevk alırsın ki bütün putlar ölür,
bütün. Çok eski konuşmamda buna bir misal vermiştim. Çok defa misalini verdim
ya, yine aynı misali verirsem daha canlı olacak.
Hudeybiye müsalahasından[15]
sonra Hayber’in fethi, siyaset-i Ahmedi’de idi. Hudeybiye Müsahalasından sonra,
Hayber’in feth olunması, siyaset-i Cenab-ı Ahmediyet’de idi. Sebebi? Orada Ağyâr
toplanıyor, teşkilat yapıyor, fitne fesat! Huzur bulmanın imkânı yok. Yani yine
tedafiî bir harp. Tecavizi değil. Hükümet-i Maneviye-i Muhammedi de hiç
tecavüzi harp olmamıştır. Tecavüzi gibi gözükür, bir zulmü görmüştür, kaldırmak
içündür. O tecavüzi değil o. Öyle olur mu?Şöyle bir misal vereyim.
Onların sahne-i şuhûdda yapmış oldukları harpler, cihatlar
şuna benzer. Hudâ-nekerde[16] kol
kangren oldu. Eğer kangren olmuş olan o kolu kesmezsek bütün vücut mahvolacak.
Kolu keseriz, kol gider, vücut kurtulur. Anlatabildim mi acaba? Dünya üzerinde
kılıncını çekmiş olduğu yerde kangren olmuş olan bir uzvu kesmek içündür, bir
adamı kesmek içün değil. Anlatabiliyor muyum, bu işte! Burayı belle bir defa. Çünkü
ağyâr çıkar, “Efendim, hani bu kadar şöyleydi...” Bırak şimdi, onu bırak! Getir,
bütün tarihi beraber okuyalım seninle, beraber şey edelim. Mukayese edelim,
konuşalım. Uhde ediyorlar,
Hayber feth edilmedikçe, iç âleminde lazım gelecek insan haklarına layıkı ile
sahip olunacak şekiller olmayacak. Dünya üzerinde demokrasinin hakiki kısmını
biz kurmuşuzdur. Hakikisini. Mesela, canlı misal vereyim, tarihi.
Hazreti Muhammed,
bu âlemden âlem-i Cemale teşrif edecekleri vakitte, hanedan-ı Ehl-i Nübüvvet
hayattaydı. Gelsinler bu makama, derdi. Anlatabiliyor muyum? Buyrun, der.
“Yerle sema arasında, bugün arş ile ferş arasında, Ali kâbında[17] hiçbir şahıs yok.” dedi, Amr ibn-i Abduved
namında haydud-u bî-hududu parçaladığı vakitte.
Çünkü öyle bir harpdi ki, gelmiş harp meydanına: “Muhammed
bana adam göndersin!” diyor. En büyük insanlar orada. Kim çıkacak dendiği
vakitte, herkes böyle önüne bakıyordu. Küfür ediyor, Peygambere! Cenab-ı Haydar:
“Beni gönder!”
diyor. “Karşındaki filancadır, sen dur!” diyor. İkinci bir sefer yine “Kim
çıkacak!” Herkes bööyle duruyor. Üçüncü hitapda, “Ben dayanamayacağım!” dedi.
Gel dedi, kılıncını kuşattı, alnından öptü. “Âlâ
Berâkâtillah!” dedi, meydana saldı. O vakit nikablı[18]
harp oluyor, âdet-i harbiye öyle, örtülü. “Kimle karşılaşıyorum!” dedi haydut?
“Ben filancayım.” “Sen çocuksun, dedi. Git, benim akranımı göndersin!” “Sözü
uzatma, inde inde boy ölçüşelim.” dedi. “Bırak şimdi!” Butuna birdenbire
dokundu, bir hamle etti, Ali altına düştü. Fahr-i Âlem’de başını secdeye
düşürdü. “Ya Rabbi! Allah dedirtmek istemiyor musun? Amcam Hamza’yı aldın
Ali’yi vermem.” dedi. Cibril geldi, teksib[19]
etti. Ali onun işini bitirdi. Ondan sonra elini açtı:
“Bilin, dedi. İşte
mevcûdât içerisinde, ondan efdâl insan yoktur.” dedi. Böyle dedi, fakat
giderken “Benden sonra, bu olsun.” demedi. Anlatabiliyor muyum acaba? Demedi.
Millete bıraktı seçmesini. Var mı böyle bir demokrasi? Millete bıraktı.
Hakikisi. Hem öyle bir şekilde ki geçen konuşmada söylemiştim, yine
hatırlatayım size.
Bir adam geldi, mesela seçimle olan Ömer’e. Ömer gibi bir
adama. Bin dört yüz şehir fethetmiş, her şehir bir kıta gibi, bir eyalet.
Dünyanın iki büyük varlığını böyle rapp devirmiş. Kisra hâkimiyeti, Kayser hâkimiyeti.
Zaten dünya daima iki hâkimiyetle yaşar. Âdet-i İlahi öyle. Böyle bir insan
olduğu hâlde, “Veyl[20]
ya Ömer!” diyor biri çıkmış gelmiş “Yazıklar olsun sana yazıklar!” İleri geri,
daha hepsini söylemeyeyim, işte bu kadarı sana yeter. Yanında kibar-ı ashaptan
birisi oturuyordu. “Çok ileri gittin, dedi. Çok, çok ileri gittin!” Onun
üzerine şöyle tuttu:
“Bırak, dedi. Bir millet ki reisine acı acı konuşmasını
bilmez, o millet ölmüştür. Bir reis ki milletinin acı acı sözünü alaka ile
dinlemez, o reis de ölmüştür. Bu bizim için bir nimettir. Söyle kardeşim, söyle!” Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa. Biz şöyle ufacık
bir parça sivrilsek, reyimize muhalif bir rey olmasın diyerekten, kaşımızı
çatarız, gözümüzü ezeriz, hâlimizle kâlimizle, şusunla busunla inletmeye
kalkarız. İki büyük varlığı. Dünya, dünya böyle!
Onun bir kıza talip oluşu var. Çok eski konuşmalarımda
söyledim ama münasebet aldı da söleyeyim yine. Varlıktan bak nasıl soyunmaya
misal. Bir ana kız var; anne dul kalmış, kızı da yetim büyümüş, işte zaruret
içerisinde. Geçimleri yalnız sağılır bir hayvanları var. Onun sütü ile
geçiniyor. Sütün kıtaldığı zaman olur. Süt kıtalınca da koyu olur. Su kaldırır
yani ya. Sütü sağmış, süt az çıkmış. Annesi demiş ki:
—
“Kızım
bu sütün geliri bizim bugün nafakamızı yerine getirmez. Buna biraz su katalım.”
deyince. “Eyvah!” demiş, kız. Kızı, annesine:
—
Bunun
geliri mi bizi doyuruyordu?
Bize şimdi bu sözler bir tuhaf gelir. Bunu biz tecrübe
etmedikçe pek şey edemeyiz, boyun kesemeyiz. Bu başka bir zevk.
—
Bizi
bunun geliri mi doyuruyor, Allah mı doyuruyor?
—
Şimdi
canım, oraları karıştırma, demiş. Sen, şimdi buna biraz su koy, onu öyle ver. Rızkımızı karşılasın bunun geliri.
—
Ben,
demiş. İmansız bir kadınla beraber, bir yatakta yatıyormuşum! (Anasına şimdi
ana, demiyor.) Bu akşamdan itibaren ayrı yatarız. Sen su kat, istersen ne
katarsan kat! Benim artık bu sütün geliriyle nisbetim kalmamıştır.
—
Anası
diyor ki: Emire’l-Mü’minin emir etti, karışık bir mal satılmayacak, dedi. Ondan
korktuğundan dolayı mı yapıyorsun? Dostlarımıza vereceğiz bunu, kimsenin haberi
olacak değil, bir muayeneye gidecek şey değil ki bu!
—
Canım,
bırak o emiri, dedi kız. Ben hariçteki emirden şu kadar korkmam. Bana benden
yakın bir Emir var, gizleyebilir misin sen O'ndan! Sen hangi hangi emiri söylüyorsun!?
Tesadüfen Ömer’de oradan geçiyormuş. Şu kadar korkmam
filan, hangi emiri filan dediği vakitte durmuş bööyle. Kulak kesilmiş. Dinlemiş
aynen konuşmayı dinlemiş. Titremeye başlamış. Nihayet anne, eee bazen söz çok
tesir eder, ona da tesir etmiş, ona da rikkat gelmiş. “Kızım, ne yaparsan yap,
demiş. Rücû ettim ben.” demiş. Sütü verdiği yerlere götürmüş. Kapıyı da çalmış Ömer. Kadın açmış bakmış ki Ömer. Buyurun, demiş
Ömer’e hürmetle, itaatle. Girmiş. “Kiminiz var.” söylemiş. “Bir kızım var.” “Görebilir miyim?” “Bir yere süt götürdü,
şimdi gelir, görürsünüz.” Geçmiş oturuyor. Kız gelmiş, daha genç küçük. Ömer EhliBeyt’ten
başka kimseye, bir de Selman’a Bilal’e ayağa kalkmıştır. Kimseye
ayağa kalkmaz. O genç kız içeriye girerken, tekbir alaraktan ayağa kalkmış. Yaa!
Aman efendim filan diyorlar, yani kerem
ediniz. Örf ve adet.
—
Nasıl
kalkmayayım, daha neler yapmak isterim, diyor. Kızınız Allah ile girdi. Ondan
sonra diyor ki: Niye geldim bilir misiniz? Hanım, diyor. Benim oğlum sizin kızınızın
eşi değil, küfüv[21]
değil, ona layık değil. O çok büyük bir varlık.
Görüyor musun soyunmayı? Kabak çekirdeği kadar büyür, biz
deriz ki “Sen benim oğluma layık mıydın ya?” Ne oldu, ne var? O belli olmaz, kimin kime
layık olduğu. Anlatabiliyor muyum acaba? Kabak çekirdeği kadar, kabak! Çünkü
çürür o varlık, onun ki çürümez.
—
Benim
oğlum, sizin kızınızın eşi değil, küfvü değil.
Allah onu biliyor layık değil, fakat siz ne olur kızınızı benim oğluma eş tutar
mısınız? Allah’ın izni ile alacağım.
—
Bu
hususta, demiş. Kızımın da kendinin de reyi vardır. Soralım bakalım.
Yine kadında da bir iş var ha. Anlatabiliyor muyum acaba? Bir
şey var. Neyse. Ne konuşuldu şimdi uzun sürecek konuşmamızın yeri ya. Allah’ın
emri ile alınıyor. İşte tarihte ikinci Ömer diye ün almış, Ömer İbn-ü Abdulaziz
denilen zât o şecereden yetişmiştir.
Nerede kalmıştık? (Hayber) Hayber’in fethi murat ediliyor,
Hayber önüne gidiliyor. Hazreti Ebu Bekir başkumandan tayin ediliyor. Fetih
müyesser olmuyor. Ömer başkumandan tayin ediliyor. Yine fetih olmuyor. Cenab-ı
Zinnureyn tayin ediliyor, yine olmuyor. Dedikodu da başlıyor. Münafıklar var
ya. O zaman da münafık var mı? Münafıksız dünya yok. Öyle derdi Resulullah:
“Her gün huzuruma 330 tane erkek münafık, 170 tane kadın
münafık gelir, hiç birisinin de yüzüne vurmam.” İman nuru ile onun nifakını sezeceksin, ona
göre hareket edeceksin. Münafıksız dünya olmaz. Fakat sana bir iman nuru
verilmiş ya bir aşk verilmiş ya onu bakarsın. Nezaketinle yine ahlakını
muhafaza edersin bu münafıktır ama dersin, ona göre kullanırsın. Anlatabildim
mi acaba? Ne vakit sen münafıklığı
kullanabilirsin? Ne vakit emr-i mânâ olursan ne vakit Kudret’le aran iyi
olursa. Söyledik ya, daha demin de boyuna konuşuyoruz. O bahsi konuşuyoruz, o
vakit:
اتقوا فَرَاسَةِ
المؤمنِ ، فإنه ينظرُ بنورِ اللهِ عَزَّ وجَلَّ
Öyle diyor. İnananın ferasetinden çok sakının.
Allah onun kalbine kendi nurundan bir projektör takmıştır, sıkar, senin kim
olduğunu bilir. Onun için, aldatandan ziyade aldanana kusur bulurlar. “Efendim,
bilemedim de yaptım!” Yoo bilemedin, kabul etmez! Bilebilecek hassayı sana
verdim, der. Mü’min bilerek aldanır, bilmeyerek aldanmaz. Bilmeyerek
aldandın mı kendi kendine “zavallıyım!” de, “İmanım eksik!” de. Anlatabiliyor
muyum acaba? Hep bunlar ölçüdür.
Sabah namazı vakti oldu, böyle oturuyorlarmış. Bizde o
kadar, her şey kayıtlıdır ki, ekseriyetle böyle otururmuş Hazreti Muhammed.
Mesela hatırlasan da böyle otururmuş diye elini böyle koymuş olsan, Allah’ın
hoşuna gider. O dahi sana bir şey verir. Ekseriyetle böyle otururlarmış. Bu
oturuş tevâzûu muciptir. Hikmetinin bir tanesi bu. Başıma güvenmiyorum. Kafamın
geliriyle geçinmiyorum. Kalbimden medet umuyorum. Anlatabildim mi? Daha
hikmetlerini söyleyeyim mi? Uuuu dolu. Öyle otururlerken sabah namazı vakti
gelmiş. Bilal ünledi, demişler. Çünkü çook böyle, çok düşünceli bir vaziyette
böyle oturuyorlar. Acaba ne emredecekler, diyerekten.
“Efendim vakit geldi.” demişler. Oraya hiçbir şey
söylemeden. “Arkadaşlarım bu yapacağımız cihat hususunda ne düşünüyorlar?” “Size
her şey malum, Efendim!”
Bak bu ne kadar büyük bir düstur, bize talim vardır. Biz
düştüğümüz vakitte karşımıza adam alır, konuşmak isteriz. Vaziyetimiz müsaitken
kimse ile konuşmak istemeyiz. Ama en büyük masanın sahibi gitsin, orada
desinler; o kadar güzel konuşur ki ne işitiyorsun bakalım, bir şey var mı
etrafta filan ha. Anlatabiliyor muyum acaba? “Senin ağzından da dinlemek
isterim.” demiş. “Efendim, münafık sınıfı var. Evet, bunlar, daire-i tevhide
giren yeni kimseler üzerinde tesir etmeklik şekillerini gösterebiliyorlar.”
Tesir ediyorlar. Yani şimdi ticaret mevsimi idi, o biraz sonra olsaydı filan.
“Pekii, demiş. Fetih müyesserdir. Amcazâdemi çağır,
Ali’yi. Kudret o elle bu kapıyı açacak.”
Demişler ki: “Çok rahatsız!” Gözleri de o kadar ağrıyor
ki, semadan yıldız dökülür gibi. Çok ağır bir ağrı. “Getirin getirin, geçer inşallah!” demiş. Gelmişler.
“Getir gözlerinden öpeyim senin.” demiş. Ağrı dinmiş. Nasıl olur? Ee sen, içerisine bir parçacık bir su
koyuyorsun da morfin vuruyorsun da tık basıyorsun da adamı parça parça
ediyorsun. Ona manevi morfin derler. Anlatabildim mi acaba, haa?
Teçhiz[22]
etmiş. Hayber’in önüne gitmişler. O gün âdât-i harbiyesinde, şahıs şahsa böyle
câbecâ[23]
oluyor. Tesadüf Hayber emirinin oğlunun da düğünü yapılıyor, Hayber kalesinin
üzerinde. Gayet fasîh[24]
bir Yahudi Arap kızı. Bir Yahudi kızı, fasîh bööyle. Yüz görümlüğü, mücevher,
altın götürmüş ki duvağını açacak, yüzünü açacak. Eline vurmuş, azametle: “Maden
parçası ile benim yüzüm açılmaz, aşağıda dolaşan çulsuz Arabı çıkar bana
bakayım.” Şimdi sevgilisi, nişanlısı genç, dinç, en onurlu bir tuhaf damarına
vuruyor. O da şeci bir adam. Hemen
kılınçlanmış, kalenin içerisinden fırlamış. Ali, süvari değil, yerde, o at
üzerinde veyahut ikisi de atlı. Ali atından aşağıya inmiş. Hafızam aldatmış
olmasın o günün âdât-i harbiyesi, uzuun müşacere-i kelamiyede yani çok
konuşmalar olur. Herkes meziyetini sayar. Sayıyor, Yahudi sayıyor. (İmam-ı Ali)
Demiş:
—
Sözü
burada keselim. Senin sevdiğin nişanlın seni bekliyor, Allah ile Muhammed de
beni bekliyor. İki tarafı bekletmeyelim. Sende seninkini bekletme bende
benimkini bekletmeyeyim. Boy ölçüşelim bakalım.
Rap, atından atlamış. Soruyor diyor ki:
—
Hamle
hangimizin hakkıdır? Hayber emirinin oğluna.
—
Sizin
hakkınızdır, diyor. Hazreti Ali. “Ben hakkımı sana verdim hamleni yap!”
Bir hamle yapıyor, İmam-ı Ali’nin
kalkanının ucunu hart koparıp atıyor. O da çarpışan bir adam. Sıra Cenab-ı Haydar’a
geliyor. Bir hamle yapıyor yerde iki dizlerinin altında omuzlarını görüyor.
Kılıncı da böyle almış. Hayber emirinin oğlunun kafası böyle. Şöyle şu kadar
kalmış. Fakat alttaki düşmanın hâline bak ki, iradesini kaybetmiyor. Ölüme
ramak kalmış, şuur falan hepsi yerinde, yalnız müdafaa edecek şekli kalmamış,
rak bir tüküyor yüzüne. Ağır bir balgam. İradeyi görüyor musun? Bu da böyle. Hemen
kılıcı kaldırmış. “Kalk!”
Soruyor diyor ki:
—
Hangi
şey men etti benim kellemi vücudumdan ayırmaklık hususunda, ayırmadın? Bu en
kuvvetli bir fırsattı, hangi şey men etti haa? Diyor.
—
Biz
bir kulun boynunu, bir insana Allah için
yaparız. Beşeriyeti zulme divan durdurtmamaklık için biz bunu çekeriz. Aciz
insan putuna tapılmayacak diyerekten biz bunu kullanırız. Fakat kendimizde put
mevkîne gelirsek, o vakit derhal onu kaldırırız. Sen, diyor. Aczin zamanında,
en son kuvve-i müdafaan tükrüğündü. Benim
yüzüme vurunca, benim nefsim galeyana geldi. Yarısı kendi nefsimin hesabına
yarısı Allah’ın hesabına biz kimseye dokunmayız. İkinci bir çarpışma daha
yapacağız. Yine ben hakkımı sana vereceğim, sen hamleni yap!
Ondan sonra soruyor şimdi, diyor ki Ali’ye:
—
Benim
metin bir adam olduğumu kabul eder misin?
—
Evet,
harpçi bir adamsın. Sen harpçi bir adamsın. Ve bu işte de kabiliyetin var.
Elbette kabul ederim.
—
Yılmayacağımı
da kabul eder misin?
—
Ederim.
Çünkü şuurunu kaybetmedin. Benim silahımın altında öyle şuur kalmaz, fakat
sende kaldı. Kaybetmedin şuurunu.
—
Pekâlâ,
diyor. Sana bir niyazım var. Bana, sen şahit ol. Sen bir yerden bir şey
almışsın. O aldığın yere beni bağla. Bana şahit ol. Bunu senden isterim ve beni
şimdi imha et! Sana korktu da nasıl olsa ikinci hamlede de yine altında
kalmayacak şekli gelmesin. Ben bunu sana seve seve veriyorum, yalnız bir şey
dileniyorum senden. Sen şahit ol. Sen
nereye gönlünü vermişsen, bu da sana gönlünü vermişti diyerekten, bu haberi götür.
Ve ondan sonra beni imha et!
Bööyle seyrediyorlar, yukardan sahne. Gözünün önüne getir,
şimdi bak o cemiyeti gözünün önüne getir. Dişlerini bileyenler var, vaziyet ne biçimdir
diyenler var. Eee bütün mevcûdât Allah’ın iki parmağı arasında. Cemal ile Celali
arasında hoop, çevirir başka olur. Der, demez Ali şöyle kollarını açıyor:
—
Gel
sarıl, kardeşim, diyor. İş buraya döndükten sonra benim gönlümü bağladığım yere
sen gönlünü bağlamak istedikten sonra artık ayrılık kalmaz ki. Biz insanı
imhaya değil ihyaya gelmişiz. Biz müteaddit bedende şimdi tek ruh olduk.
Bir ruh olarak kalmışızdır.
Bağrına basıyor.
Ondan sonra, “Beraber kapıyı kıracağız.” diyor. Ne oldu sonra, oraları bize ait
değil. İki yüz sayfalık bir mevzûu okumam, anlatmam lazım size, oraları dursun.
Bize lazım olan yer şimdi.
Nefis nasıl terbiye edilmiş, görüyor musun? Sonra o Hazreti
Ömer’in aldığı kız, hangi terbiye tezgâhında okunan kanuniyeyi okumuştu, o
kitabı okumuştu da o hâl gelmişti? Kimin nazariyesiyle bu hâl gelmişti?
Anlatabiliyor muyum acaba? Hangi kanun ona tesir etmişti de “Ben bu süte su
koymam!” diyerekten tutturuyordu?
Evet! Önce dost, sonra yol. Allah ile dost olmuştu.
Bir putede erimişti. Yol almıştı. Anlatabildim mi? Dostu bulmadıkça bundan yüz
bin sayfalık kitap okusan yine hiçtir hiç! Faydası yok, onun. Bin sayfa yazı. Şu
gönül yazıya, yazı yazabilir misin? Yazılmaz! Gönül kitabında kâinatın
karanlığında yazılı kalmışsa Allah oraya bir şey yazmaz. Gönülde yazsın, çıkar
içinden. Onun içün, ahlakın ilk tavsiyesi: Hubbu'l- Haktır, insaftır,
itidaldir.
Hadi konuşma bu kadar yeter.
[1] Terennüm:
Güzel güzel anlatma. Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. Ötmek. Musikîleşmek.
[2] Hafî: Gizli.
Açıkta olmayan. Saklı. Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası
kapalı kalan lafız.
[3] Adüvv: Düşman, hasım.
[4] Sadr: Her
şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. Kalb, göğüs, ön. Meclisin önü ve en
muteber yeri. Reisin oturduğu yer. Rücu.
Bir aruz kalıbı. Baş, reis, başkan. Oturulacak yerlerin en iyisi.
[5] Has’:
Reddetme. Uzak olmak. Uzaklaştırma
[6] Fâriğ: Vazgeçmiş, çekilmiş. Rahat,
âsûde. Huzurlu
[7] Kasavet:
Kalb katılığı, gaflet. Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet)
[8] KEDÛRET KÜDÛRET: Bulanıklık. * Gam, tasa,
keder
[9] Taha
Suresi 81’nci Ayet-i Kerime: كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا ف۪يهِ فَيَحِلَّ
عَلَيْكُمْ غَضَب۪يۚ وَمَنْ يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَب۪ي فَقَدْ هَوٰى
Meali: Size verdiğimiz
rızıkların en temizlerinden yiyin ve bunda taşkınlık etmeyin, sonra
üzerinize gazabım iner. Kimin üzerine de gazabım inerse, muhakkak o mahvolur.
[10] Abdiyet:
Kulluk. Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte
bulunmak.
[11] Füyuzat:
Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi tecelliler.
[12] Melul: Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. Mahzun
[13] Kasas
Suresi 83’ncü Ayet-i Kerime: تِلْكَ
الدَّارُ الْاٰخِرَةُ نَجْعَلُهَا لِلَّذ۪ينَ لَا يُر۪يدُونَ عُلُوًّا فِي
الْاَرْضِ وَلَا فَسَادًاۜ وَالْعَاقِبَةُ
لِلْمُتَّق۪ينَ
Meali: İşte
ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan
kimselere veririz. (En güzel) akıbet, takva sahiplerinindir.
[14] Furkan
Suresi 43’ncü Ayet-i Kerime اَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُۜ اَفَاَنْتَ تَكُونُ
عَلَيْهِ وَك۪يلً
Meali: Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün
mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?
[15] Müsalaha
(Sulh. dan): Barışma. Anlaşma. Güvenlik
[16] Hudâ-nekerde
(negerde): Allah göstermesin, Allah korusun.
[17] Kâb: İzzet,
şeref, şan, onur
[18] Nikab: Yüz örtüsü, peçe, perde
[19] Teksib (Kesb. den): Kazandırma.
[20] Veyl: Vay
hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran.
[21] Küfüv
(küfv): Şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet)
[22] Teçhiz: Hazırlama,
donatma, tedarik etme. ¹⁸* Tecviz: Câiz görme. İzin verme, cevaz
verme.
[23] Cabeca:
Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
[24] Fasîh: Fasahat
sâhibi. Güzel, açık ve düzgün. Açık ve güzel konuşan.
0 yorum:
Yorum Gönder