040 (05-06-1959) 60 dk (279)
Mevzû başlıca iki esasa
ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye
edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın membaı
kalp. Gerek vazife gerek aşk gerek akıl, kalp, bunların hepsi mâna-i insaninin
birer vasıfları olması hasebiyle, mevzû esas itibariyle doğrudan doğruya
insanla meşgul.
İnsan. Evvela insan nedir? Bunun bir sureti var, bir içi var, bir hafâsı[1] var, bir mânâsı var. Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret. Bu görünüş vücudu nihayet iki metre uzunluğundaki bir çukura sığar fakat bunun bir vicdan-ı kibriyası var. O olmasa vücut olmaz, vücut olmasa vicdan bulunmaz. Onun mânâ-i ihtivaisi bütün kâinatı muhit. Bu geniş varlık nedir? Burayla meşgul işte ahlak.
Ahlak, insana hakiki
kıbleyi buldurur. Anlatabildim mi acaba? İlk söylediğim söz. Zapt edin.
Ahlak, insana hakiki kıbleyi buldurur. Hakiki kıblesini bulamayan adam yahut
hakiki kıblesinden gafil olan kimse, her batılı kıble ittihaz[2]
eder. Beşeriyet onun için muvâzenesini[3]
kaybetti. Ondan dolayı, dünya sahasında Hakk’a naib olan Hazreti İnsan zavallı
vaziyete düştü. Herkes inliyor. Bütün dünya, mevzîi konuşmuyoruz. Şurası
burası, orası değil, bütün.
Cümleyi tekrar edelim: Ahlak, insana hakiki kıblesini buldurur. Hakiki kıblesinden gafil olan kimse yahut
bulamayan kimse, batılı kıble ittihaz eder. Bütün batıl ona kıble olur. Her
batıl ona kıble olur. Kâinatta diken arar, hâlbuki kendisi diken olur. Acaba
anlatabildim mi? Çünkü hakiki insana karşı bütün varlık bir cennettir. Hakiki
insana, çünkü o Naib-i Hak’tır. O, esrar-ı zâtiyeden agâhtır. O, sıfat-ı
rabbaniyeye layıktır. Bu sıfatlara layık olan, bu hâle sahip olan kimse içün,
bütün varlık cennettir. Cennette diken aranmaz, ararsan kendini bulursun. İşte
ahlak, insana bunları öğrettirir. Bu cümleleri belle, bunların üzerine sonra
ileride daha açacağız, misaller vereceğiz.
Ahlaka göre genç adam kime
derler, ihtiyar adam kime derler. Söyleyeyim mi biliyor musunuz? Sabırlı adama, ahlak genç der.
İsterse bin yaşında olsun. Sabırsız
adama, ahlak ihtiyar der. İsterse on beş yaşında olsun.
Kendini imtihan et, genç misin, ihtiyar mısın?
İnsanın sohbeti, muhabbeti,
sıhhati bir kuzudur, gadabı da kurttur. Binaenaleyh, ahlak der ki: Sıhhatini,
sohbetini, muhabbetini, sakın kurdun önüne koyma. Hayatta birçok iyilikler
yaparsın fakat bu gadap önüne gelir. O iyilikleri birer kuzudur. Misal olaraktan
söylüyorum. Kurt parçalar değil mi ya? Bir an-ı gadabında bütün iyiliğini
parçalatırsın, geçer gider. Huzur vardı ama parçalandı. Pişirip yiyemedin ya
yahut eline alıp sevemedin ya kurt parçaladı. Bugün parça parça söyleyeceğim
böyle. Müfret[4],
müfretle.
Hakiki insandan dost ittihaz edemeyen kimse, cahille oturur kalkar.
Geçen de söylemiştik size, biz cahil deyince örf-i beldede, okuması
yazması olmayana derler. Yok, ahlaka göre okuması yazması olmayana cahil denmez.
Ahlak cahil diye, doğru histen mahrum olan
kimseye der. Acaba, bunu eskiden söylemiştim. Anlatabildim mi? Doğru
histen kim ki mahrumdur, nazar-ı ahlakta cahildir. İsterse bin hayvan yükü
kitap okusun, isterse yüz tane büyük mektepten kâğıt alsın bööyle büyük. Doğru
histen mahrum mu? Mahrum. Cahildir, der. Binaenaleyh, hakiki insana mülaki
olmayan kimse muhakkak onunla oturur kalkar, onunla oturup kalkanda mânâsını
imha etmiş olur. Vücudu nâri olur, nuri olmaz.
İnsan, İbrahim gibi can beslemeli
ki onun nuru ateşin içerisinde cennet ve köşk görebilsin. Bu sahne öyledir. Bu
derya, öyle bir deryadır. Yaa! Onun içün öyle demişlerdir: Kâmil insanın,
hakiki insanın, göreceği gören kimsenin, sözü toz olmaz. Toz koparmaz.
Belki sükûnet verir, teskin eder. Demir, Davud’un elinde yumuşak olması onun
sesini duyduğundan dolayıdır. Dikkat et, konuştuğun insan ortalığı toza mı
veriyor yoksa sükûnet-i kalp mi meydana getiriyor. Şimdi beşeriyet birbirine
düşüyor, neden? Sözü toz kaldırıyor.
İbrahim gibi cana malik olmalı. O vakit, o canın nuru, ateşte
cennetler gösterir. Balığın deryadan pervası olmaz. Derya ne kadar geniş olursa
ne kadar dalgalı olursa balık o kadar zevk alır. Hakiki insanda bu sahnede
ne kadar belaya uğrarsa, hangi hadise çarparsa altında gizlenmiş olan güzelliği
görür, zevk alır. Anlatabiliyor muyum acaba? Balığın deryadan şeysi yoktur,
pervası yoktur. Hakiki insanında derya-i taattan, derya-i muhabbetten…
Şakiye taat, itaat, ibadet,
ahlak, bir korku verir. Şakidir çünkü. Hakiki insanda taatın deryasından zevk
alır. Anlatabildim mi acaba? Evet, cemaddır[5]
böyle bir şeydir amma bunu değiştirebilir. Şöyle suret itibariyle nihayet kan
ve kemik torbasıdır. Bir cemaddır fakat bu değişir. Misal vermiştim size, yine
tekrar edeyim. Fakat o günkü verdiğim misali bugün anlayabileceksin. Çünkü bunu
getirdim misal olaraktan, daha iyi anlayacaksın. Güzel bir taş; içinden su
akar, ona taş demezsin, çeşme dersin.
Anlatabildim mi? Taata hak ve adalete, fazilete sahip olan kimseden de Hak
akar, Hak!
İnsanda iki mühim esas vardır. İki esas. Biri şefkat, diğeri adalet. Yokla kendini, varsa hakiki
insansın, yoksa olmaya çalış. Adalet de çok zordur. Hakkı yerinde kullanmaklıktır.
Ne kadar acı olsa da, acı değildir ama misak-ı mânâmız, eski konuşmalarımda
söylediğim gibi kuvve-i zâikası fesada uğrayan kimseye en güzel yemek en çirkin
bir şekilde gelir. Hasta, en nefis güzel bir yemek pişiyor, kokusundan dışarıya
çıkaracağım çıkarın, diyor. Öbür tarafta sıhhatli adam pişsinde bekliyor aç, yiyecek.
Beriki de aman diyor, çıkarın. O da adam o da adam. Birinin midesi fesada
uğramış. Kuvve-i zâikası bozuk. Ona kötü geliyor.
Zâika-i maneviyesi, zâika-i
ruhiyesi bozuk olan kimseye de hakikat acı gelir. Hakikat acı değildir, hakikatten
daha güzel bir şey yoktur ama o zâika bozuk olduğu içün ona acı gelir. Hani
derler ya konuşurlar, yine. “Efendim hakikat acıdır.” Herkes kabul eder mi? Yanlıştır
o söz. Hakikat tatlıdır ama hasta adama layık değil. Hakikat acı olmaz. Acı olan şeyi, Kudret “Kabul edin” demez.
O yerindedir, zâikası bozuk. Onu izah etmiştik.
Çeşme misalini anlatabildik mi
acaba? Taş denmez, güzel bir taş, iyi bir su akıyor! Burada taş var denmez. Çeşme
var, akıyor denir. E bu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasında da fanisini
baki ile değişmiş olan kimseye, kan ve kemik torbası denmez. Hak ondan akıyor,
denir. Anlatabildim mi acaba? Yokla kendini, hep bunlar insana ait olan şeyler.
Surette kalma! Sevmediğinin bir resmi olsa, altından yapılsa, hiçte
sevmiyorsun. Ben bunu sevmem diye, o altını atar mısın? Neme lazım sana sureti? Bana zâtı lazım
dersin, altını alırsın. Değil mi ya? En canlı misal. Hiç sevmediğin bir adamın
resmi. Senin düşmanın, seni imhaya hazırlanmış, fakat heykeltraş bir altının
üzerine onu yapmış. Ha bu benim sevmediğimdir, diye atmazsın. Ha bunun altını
var altını, dersin. Mevcûdâtta daima o mânâ gizlidir. Anlatabildim mi? Surette kalma, onun iyi tarafını al. Binaenaleyh, gayibâne aramayı bırak.
Gayibâne aramanın neticesi çıkmaz. Emeğin boşa geçer. Gayibâne aramayı bırak.
Aradığını aradığından sor. Kâinata ziyasının feyzini veren güneş, güneşten
sorulur.
Yine mevzûu ilk söylediğimiz yere
gelelim, o taş misaline. Orada taş isim aldı, çeşme oldu. Vücut değişti. Sende
evet böyle gözüktüğü vaziyette netice itibariyle bir kalıptan ibaretsin ama
vücudun değişir. Çeşme o çeşme. Mecnûn’un akrabası bunun farkına varmamıştı.
Bir de tarihi misal verelim. Varmamıştı da “Sana Leyli’nin yerine daha başka
birini bulalım, daha güzelini bulalım.” diyordu. Mecnûn onlara cevap verdi. “Suret kâse gibidir, dedi. Füsunda[6] onun içerisindeki mey gibidir.” dedi. Siz bu işin farkında
değilsiniz, dedi. Ben balını yerim sen sirkesini iç, dedi geçti. Acaba
anlatabildik mi? Daha uzun anlatamadım. Burası çok uzun konuşmak lazım.
Yakup’da Yusuf, gıda-i rûhânî
oldu. Yusuf kardeşlerine karşı da haddizatında ne oldu? Haset ateşiyle bunları
yaktı. Kurt oldu. Kurt yedi, diyorlar ya! Zeliha’da daha başka bir şey oldu.
Binaenaleyh, insan bu âlemde bir şey olmaya gelmiştir. Bir şey olmak lazım
gelir.
Gelelim başladığımız yere. İnsan
dedik, anlatılması zor. Tarifi güç. Birçok şeye benzer, birçok vücudu câmidir.
Şurada bile ispat edebilirsin, birçok vücuda sahip olduğundan. Beni dinlerken
bir yandan konuşuyorsun, bir yandan geziyorsun. Hangi vücudunla dinliyorsun?
Hangi vücudunla konuşuyorsun? Hangi vücudunla geziyorsun? Kudret ne kadar eşya
gizlemiş, ne kadar varlık gizlemiş sende. Bir yandan dinliyorsun, bir yandan
konuşuyorsun. Dinlediğin vücudun hangisi, konuştuğun vücudun hangisi? Bir
yandan kâinatın filmini çeviriyorsun. Hangi vücudun o filmi çeviriyor? Yaa.
Günde kaç ana girer çıkarsın? Dua
et ki son anında insan anında geç. Kaç an değiştirirsin. Hâl-i gadabında mükemmel bir hayvansın. “Kapacağım,
keseceğim…” Ya o anında gidersen. Yazık günah değil mi? İlm-i ezelide insan ol.
Levh-i mahfûzda insan ol. Kudret sana isim versin, kendisi beğensin, ilm-i huzurisinde
tutsun, nihayet sahneye göndersin. Bu imtihan âleminde burası geçit âlemi.
Kalma yeri değil ki burası, geçme yeri. Âdî bir şeye tap, ondan sonra birdenbire
bir makam-ı hayvaniyetle, geç göç git. Çok fena, en ağır şey bu. Büyük iflas.
Kaç vücuda sahipsin?
Bütün hukuklar bütün muvâlât[7]
bütün işler, son nefes içindir. Sen eğer dünyada birisiyle bir hak ve
hukuk tedarik ettin de şurada sayılı günlerle söyle böyle dedinse
aldanmışsın. Zavallı adamsın.
Maddeperest sayılırsın, madde. Hukuki insan, öyle üç günlük hayat içün, yandı. Meveddet[8],
muvâlât, taa ilâ maşallaha bağlıdır.
Onun içün merhaba diyeceğin adamı iyi düşün, taşın. Ölç, biç, boş kalmasın. O
da ne vakit olur? Biraz evveli söylediğim gibi, gayibâne aramayı bırakmakla
olur. Aradığını aradığından soracaksın. Her şeyi gösteren güneş, güneşten
sorulmalı. Eşyayı sana ne gösteriyor, güneş gösteriyor değil mi ya? E sen şimdi
eşyadan mı güneşi soracaksın. Güneşten sorsana güneşi!
Sonra ömür gelip gidiyor. Gittikçe
de merhamet-i İlahi insan üzerinde fazlaca tecelli ediyor. Bir emr-i ilahi var,
insan çok utanır, çok. “İhtiyarlar hakkında azap yapmaklıktan Allahlığımdan
hayâ ederim. (diyor) Ya ihtiyarlar!” Sırf bunu söylemek için çıktım buraya.
Söyleyeceğim cümle bu. Emr-i İlahi böyle: “İhtiyarlara azap etmekten
Allahlığımdan hayâ ederim. Bende öyle olduğum hâlde ya ihtiyarlar!” diyor
arkasından. Hiç olmazsa, hiç olmazsa makam-ı âdemiyete kadem basarak gitmek
lazım. Hiç olmazsa. Vazgeçtik, o arif rütbesini, âşık rütbesini. Onları bırak, onlara üzenenler
çoktur ama sözünde kalır. Ölçüsü var onun. İnanma makamında olsun, göster bize
kâfi vâfi[9].
İnanma makamında yaşayan kimseler eşyayı kendileriyle değil de Allah’ın
nuruyla görürler. Arifler âşıklar ise eşyayı Allah ile görürler. Bir şey
anlatabiliyor muyum acaba? Bak, kendini imtihan et. Kendi kendini aldatma!
İnsanın kalbine üç şeyden hatarât[10]
gelir. Ya Allah’dan gelir, ya manzume-i kuvve-i melekuttan gelir, ya iblisten
gelir. İblisten geleninki vesvesedir. Öbürkülerini de söyle. Öbürkülerin hepsi
bir günde söylenmez. Güzel, sağ kalırsam. Şöyle midir, böyle midir, işte
vesvese. Şöyle idi böyle idi, şöyle midir böyle midir? Vesvese. Demek ki daha henüz
Rahman’dan bir şey gelmiyor. Kendime söylüyorum. Kimse, üzerine alınacak bir
şeysi yok. Ya, insan zor iş zor… Kolay mı insan? Naib-i Hak. Üç beş konuşmadır
tekrar ediyorum, yine tekrar edeyim. İnsan, evet zor. Allah, diyor: “Benim
güzelliğime bütün kâinat ayine olamaz. Ben kendimin güzelliğini insanda
gösterdim, diyor. Onu ayna yapmışım.” Ama her iki ayağı üzerinde yürüyene de
insan demiyor. Zor olan yeri burası.
Bu hakikat bâdesi[11]
nâmahremlerin dîdesinde nihandır. Öyle denmiş.
“Hiç hasene ile seyyie bir midir!”
diyor, kendisi. Hiç hasene ile seyyie bir midir!
[12]
وَلَا
تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ
Hiç şey olur mu? Sonra seyyieyide
seyyie ile def et, demez. Kötülüğü kötülükle, ahlaka göre kötülük kötülükle def
olmaz. Güzel de koymuş tarzı yani. “Kötülüğü, çirkinliği, en güzellikle def
et!” der.
Misal vereyim size daha iyi
anlaşılsın. Hani konuşurken demiştim ya ahlaka göre ihtiyar kime denir?
Sabırsız adama ihtiyar, der. Ama bir de sabr-ı himarî vardır o hariç ha. Mânânı
çalıyorlar boynunu bük(!) Hak ve hakikat üzerindesin eziyorlar boynunu kes(!) Şeref-i
haysiyetine tecavüz ediyorlar! Yook, ona sabır yok! Eşek sabrı diyorlar ona.
Öyle değil!
Kudret tarafından sana taksim
olunmuş olan yerde kaşını çatmamaklık sabır, anlatabildim mi acaba?
Karıştırır, bunları söylerken de insan korkar. Gadaba karşı yapılacak muameleyi
Allah tarif eder. Yani kötülüğü seyyieyi en güzellikle def et. Bunu sormuşlar
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine: Biraz açar mısınız, nasıl olur? Gadaba karşı
sabır, diyor. Anlatabildim mi? Geldi karşına bir cahil, nadan, dın dın dın dın
cevap vermeye çalışırsın, sen de onun gibisin, demektir. Değmez. Hiçbir vakit,
her insanın lisanı vardır, her mahlûkun. Hiçbir vakit köpeğe buyurun teşrif mi
ettiniz denmez, anlamaz ondan. Kuçukuçu diye çağıracaksın. Anlatabiliyorum mu? Köpeğe
gidiyor musunuz, sefa geldiniz dedin mi hiç anlamaz. Hoşşt, diyeceksin.
Anlatabildim mi? Lisanı var. Her mevcûdun kudret tarafından kendisine verilmiş
lisanları var.
Gadaba karşı, sabır. Cehle
karşı, ilim. Fenalığa karşı da af. Anlatabildik mi acaba? Bu sıfatlar varsa
ahlaka nispetin var. Aczinden dolayı değil ama. Gücün yetmez de aczinden dolayı
ben onu affettim, dersin. Kuvvetinde var tepelemekliğe de kadirsin fakat
ahlakın vermiş olduğu düstur elinde de tepelemeklik kudreti varken affettin.
Anlatabildim mi? Ezmeklik sahası mevcut.
Kerîm odur ki mücâzâtın af ede
hasmın
Zaman müsaade-i intikam
verdikçe. [i]
Anlatabiliyor muyum acaba?
Kerîm odur ki mücâzâtın af ede
hasmın
Zaman müsaade-i intikam
verdikçe.
Elinde bir şey yok gücün yetmez, “Artık
ben sabrettim(!)” Onunla öğretmiyor. Her şeyi yapmaklık kudretine maliksin,
Kerimsin. “Ben Allah-sıfatım dersin. Onun sıfatıyla yaşarım.” Görmez misin
Allah’ı? Rezzâk-ı erâzil ü eâzımdır. Alçağında yiyeceği rızkını verir
yükseğinde, âliye de adiye de.
Niçün Hazreti Ali’ye Ebû Turab
denmiştir? Toprakta ism-i azam vardır. Niçün Ebû Turab denmiştir? Onu
derler ki; bir gün gitmiş, bir yerde yatıyormuş, Peygamber Efendimiz görmüş,
yüzü topraklanmış, toprağını uyuyorken silmiş, “Ya Ebû Turab” demiş. Hakikat o
değil o. Hakikati o değil. Her şeyi o kabul eder. Toprak, sen en ziyade
sevdiğini kaç dakika yanında tutabilirsin gözünü kapadıktan sonra. Şöyleyim
böyleyim filan. Üüüü, gözü kapandıktan sonra işte. Şimdi o da yok ya. Şimdi
kedi ölüsü kadar da kıymeti yok. Cenazeyi teşyîye[13]
geliyor. Eli arkasında, yanındakiyle öpüşür, sevişir, koklaşır, güler, oynar! O
insani rikkat filan, onlar, onlar bitmiş, fatiha! Kapısı kapanmış. Gelmez belki
ama işte dedikodu olur, der. Canım işte maiyetindeydi, iyiliğini görmüştü,
şuydu buydu, içinden kızarak.
Ölüsüne hürmeti olmayanın dirisine merhameti olmaz. Usul böyle.
Ölüsüne hürmeti yok dirisine merhameti olmaz. Neden Ebû Turab denmiş? Toprakta
ayrı bir sır var. Âşığını, maşukunu, evladını, anneni, çok sevdiğin yavrunu,
bağrına bastığın çocuğunu, gözünü kapadı mı nihayet, şöyle böyle. Birkaç zaman
kaç saat, ondan sonra derhal götürür. Sinesine teslim eder. Tükürürsün,
pislersin, hiç sana bir şey demez. Peki, der. Ezersin; buyrun der, nimetini
yetiştirir yine önüne kor. İnsanda öyle ahlaklı olacak. Anlatabildim mi acaba?
Bak bakalım. Ondan dolayı Ebû Turab denmiştir. Hasmına dahi merhamet elini
uzatır, Ali. Hasmına! Hasım var mı? Hasmına dahi merhamet eder.
İbn-i Mülcem o cinayeti irtikâp[14]
ettiği vakitte, zehirli kılıçla boynundan yaraladığı zaman, o nasıl bir câriha[15]
ise alet-i câriha ise o vücutta dehşetli bir ateş verdi. “Bana şerbet
yetiştirin!” dedi. İsmini unuttum, o günün bir şerbeti var, harareti derhal alıyor.
Sonra yaraladı etrafındakiler katili yakaladılar. Başladılar dövmeye.
— Ben
yaşıyorum, daha ne yapıyorsunuz? Zulüm yapıyorsunuz, dedi. Ben öldükten sonra
kısas yaparsınız. Ben daha hayattayım, dedi.
Yapabilir misin, nasıl? Tabi
onlarda hususi...
-
Ben daha yaşıyorum, dedi. Ona da getirin, dedi. Şerbet,
dedi. O da heyecanla vurdu, onun da rengi kaçtı. O da heyecanını teskin etsin!
Daha böyle medeniyet dünyada yok.
Olur mu? Olmaz! Getirdiler.
— Verin
ilk önce içsin, dedi.
İlk önce o tarafa tabi emre riayet
ediyorlar. Verirlerken içmedi.
— Niçin
içmiyorsun, dedi.
— Korkuyorum, şimdi nadim[16]
oldum, dedi. Yaptığım cinayetin cezası veriliyor, zehirleniyorum galiba, dedi.
— Seni Allah’ın yanında da kucaklayıp kurtaracaktım, dedi. Bana ihanet izafe ettin, seninle nispetimi kestim, dedi. Beni hain tasavvur ettin. Yoksa dedi, ben bu kazaya da boyun kesmiştim. Seni, yarın o huzurda bağrıma basacaktım. Bunu bana bağışla, diyecektim fakat sen bana şimdi hain nazarıyla bakıyorsun. Benim nispetim senden ayrılmıştır kesilmiştir, dedi.
Ahlakın ölçüsü bu.
Vaktiyle ahlakçılardan bir zat,
yanındaki insanları yetiştirmek için şöyle demiş; sizinle bir gezinti yapalım,
kale kapısından dışarıya çıkalım. Çıkmışlar, öyle ilkbahar mevsimi, bakla
ekiyorlar filan yahut bakla çıkacak toplanacak her neyse. Bir Müslümanın
bahçesinin önünde durmuş. O yanındaki insanlarda duruyor. Ağa demiş bu ektiğin
arazi, şu bostan ne kadar bakla verir? O gün okka devri, şu kadar okka verir,
demiş. Bereketli olsun inşallah demiş geçmiş. Biraz ilerisine geçmiş, bir Hristiyanın
bahçesi o da. Ona da sormuş, kolay gelsin demiş. Aynı mevsim olduğu için aynı
muhit, aynı şeyler dikiliyor o da aynı şeyi dikiyor. Ona da demiş ki bu sizin
bu sizin bahçe ne kadar şey verir. “Ahh efendim! Demiş, onu ben ne bilirim? Allah
ne kadar verirse o kadar verir. Onu ben bilmem ki demiş. Ben ekerim, bana ek
demiş. Bakalım kendisi ne kadar verecek?” Döndükten sonra, şöyle geçtikten sonra,
inşallah olur demiş. İnsan yetiştiriyor yanındaki adamlarına, şakirtlerine,
talebelerine: “Hangisi, Hakk’a iyi teslim olmuş, dersiniz.” demiş. Bunların
hangisi Allah’a daha iyi ziyade teslim olmuş? Ondan sonra biraz daha ileriye
gitmişler. Bir bostan dolabı dönüyor.
— Burada
iki şeye dikkat edin, demiş.
— Buyurun
efendim, demişler.
— Biri
demiş, saatlerden beri şu hayvan yürüyor, demiş. Yol alabiliyor mu alamıyor mu
ona dikkat edin.
— Hayır
efendim! Aynı yerinde dönüyorlar.
— İşin
sözüyle geçinenlerde aynen bu bostan dolabında dönen hayvana benzerler demiş.
Söyler, söyler, söyler, söyler, söyler ama aynı yerde döner demiş. Binaenaleyh
sözlerinizi hâle intibak ettirin. Hâlen olmaya çalışın. Bir de demiş: Şu bostan
dolabının kovalarına dikkat edin, demiş. Kova demiş bak doluyor. Dolduktan
sonra tekrar böyle hiç kendisinde tutmaksınız veriyor. Anlatabildim mi?
Zenginde buna derler, demiş. Zengin parayı tutana değil, paranın yerine
tutulup da kullanana denir, demiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Zengin parayı
bir yerde tutana denmez, demiş. O zavallı demiş, bekçi.
Para ondan lanet eder. Kudret ondan nefret eder. Zenginde demiş, bak bu
bostan dolabına benzer. Hiçbir vakit kendisinde onu devreder. Böyle gelir ve
böyle gider. Zenginde binaenaleyh, parayı böyle derleyip tutana değil, kullanma
yerinde kullanana denir. Hiç kendisine benlik vermeden demiş görüyor musun nasıl
veriyor dolap?
Oradan ayrılmışlar. Bunlara
tatbikatlı ahlak dersi denir. Sen istersen yüz tane hayvan yükü kitap yaz. “Ben
neyim işte bilmem ne?” Hiç faydası yok.
Bu akşam bizde yemek yiyelim
demiş. Gelmişler, mum, mum. Ben, demiş. Mumun şeysinden, şimdi öyle mumda yok
ya, şimdi insan boğulur dumanından. O hakikaten balın mumundan yapılan şule
ciğere iyi gelirmiş. Deden her ne kullanmışsa bir hikmeti var. Sakın alay etme.
Sakın istihza etme. O bal var ya bal. Nerede bulacaksın şimdi o yok. O feyz o
bereket yok ki bulursun. Balın kendi yok.
Deden o vakit o kadar gayretliymiş ki her ev kendi şekerini kendi
yapıyor. Balınla, her evde var o petek. Bundan bir asır evvel, her evde var.
Kumaşını kendi dokur. Ee Nasıl kumaş? Öyle kumaş nerede? Öyle Fabrikada yok.
Elle mi olur onun ipini nasıl yapmışlar, nasıl şeydi o bilinmez? Allah’ın bir
ihsanı. O nasıl parmak, o ne biçim olmuş, kim kullanmış o parmağı? Onlar hayret,
o oyalar, o düğümcükler filan o tuhaf bir şey. Dedikodu yok ki? İlim var o
vakit ilim. Çünkü cehalet adamı dedikoduya sevk eder. Çık hadi bakalım filanca
yere, tıkır, tıkır, tıkır, tıkır. Evvel de erkeklerde yoktu şimdi erkelerde
daha çok. Çıkar kahveye, ya dedikodu
edecek, ya haddizatında şak şuk şak şuk, şak binlerce sigara dumanı içerisinde.
O ciğer ne olur?
تسيحوا
وسيروا diyor.
“Açık havalarda gezin ve sıhhat alın.” diyor. Hazreti Muhammed aleyhissalatü
vesselam. Emir öyle. Açık alanlarda gezin de sıhhat alın.
تسيحوا وسيروا … تسيحوا وسافروا ... سيروا öyle açık havalarda سافروا uzak uzak memleketler değiştirin. Hep
bir yerde oturmak mânen zaten mekruhtur, derler.
Neresinde kalmıştık? Evet. Mumu
uyandırmış, örfün tabiriyle yani yakmış. Niçün uyandırmış, diyorum biliyor
musun? Belki içinizde eski konuşmalarımda bulunmayanlar vardır da. Dedemizin şu
tarihin en eski efendisi olan ecdadımızın, nezaket ve nezahetine ait olan birer
şeydir bunlar. Hani beğenmeyiz ya. Onlar derler ki: Söz tohumdur. Ve
onların dediklerini de fen ispat etti. Ve bir gün gelecek istenilen şahsın
sözleri de toplanacak. Toplanacak mı? Evet toplanacak. Bin sene evveli filanca
gelmiş. Onu bu fezadan sözlerini toplayacaklar. Kudret buraya kadar ilham
edecek insanlara. Ne olacak? Zayi olmuyor değil mi ya? Dünyanın bir köşesinde
konuşuyor, sen burada dinliyorsun. O mahfûz[17]
ki dinliyorsun. Mahfûz olmasa.
Onun için meş’um[18]
kelime kullanmazlarmış. Hiç. Mesela biz deriz ki, öyle alışmışız.
Koşma düşeceksin. Düşmekliği
tahakkuk ettiriyoruz. O öyle demezmiş. “Koşma düşmeyesin.” Arandaki farkları
ölçebiliyor musun acaba?
Elinle onu tutma yanacaksın. “Tutma
onu yanmayasın.” Binaenaleyh, mesela yakmak kelimesi meş’um bir kelime. Onu kullanmıyor
o. Lambayı yak, demiyor. “O lambayı uyandır.”
Sönmek kelimesi âdeme[19]
taalluk eden bir kelimedir, onu kullanmıyor. “Lambayı dinlendir.” Anlatabildim
mi acaba? Ama şimdi tabi belki bunları söylersek, zavallı denir değil mi? Yahut dırıltı. Bu aşka, zevke, sefaya, mânâya,
kalbe, hafâya taalluk eden bahisler.
“Kapıyı kitle, kapın kitlensin.” Eski
intizarlardan yani arayanın soranın bulunmasın. Onu meş’um olduğu için söylemiyor. “Kapıyı
sırlayınız.”
Birisi vefat etmiş, gitmişler
toprağa teslim etmişler. Şimdi hepimiz evet hep filanca adam öldü filan yere
gömüldü. Kedi mi bu? O kelimeyi küçük görüyor. “Ahmet Efendi Hakk’a geçti,
filan yerde gizledik.” Nezaketlerine idrak ettirebiliyor muyum acaba? “Filan
yerde gizledik.” Âlî
şeyler bunlar.
Neyse, mumu uyandırın demiş. Bugünkü
tabirimizle yakın şu mumu bakalım. “Ben onun, diyor. Öyle ihtizazlı[20]
ışığından burada otururken de oraya gölgem vurur, o gölgede benimde kendimim
bir gölge olduğunu idrak ederim.” Bir şey anlatabiliyor muyum? Nasıl ben burada
otururken mum buradayken benim gölgem oraya geçmişse, ben de bir gölgeyim, bir
varlığın gölgesiyim. Binaenaleyh, bende bir varlık olmadığını idrak ederim.
Bunları anlattırıyor. Ondan sonra bir yandan yemek yiyorlar bir yandan da diyor
ki: “Hakiki insan neye benzer bilir misin? İşte bu muma benzer. Bu mum etrafıma
ışık vereceğim diye, neşr-i envar[21]
eyleyeceğim diye kendi yakarda kendi ışıklanmaz.” Niye bir şey anlamadınız. Ben
etrafıma ışık vereyim diye kendisi yanar, etrafı ışıklanır fakat kendi yakmaz.
Hakiki insan da buna derler.
İşte bu devre kapandıktan sonra
ihtilalat-ı beşeriyenin[22]
madeni ikiye ayrılır. Biri “Sen çalış ben yiyeyim!” diğeri de “Ben yaşayayım, sen
geber ne olursan ol!” Dünya şimdi bu nazariye üzerine yaşıyor. O devreyi
kapıyor Kudret. Onun ehli kalmayınca, tabi celal devri geliyor, gelince şimdi
bütün beşeriyette o sevda vardır. “Sen çalış ben yiyeyim. İkincisi ben yaşayayım
sen ne olursan ol!” Büyük kitap bunun ikisinin ilacını gösterir. Ve bütün, bir
gün söylerim, şimdi söyleyemeyeceğim. O zaten biraz az söyleyeceğim. Ne vakit
ki bu düşünce, bu fikrin ilacı tatbik edilir, insanlar felaha kavuşur. Ve illa
kavuşamaz.
En büyük kafalar toplansın, en
muazzam iktisatçılar bir araya gelsin, mükellef mükellef toplantılar olsun,
yine çaresi bulunmaz. Pislik çıkmış meydana. İhtilâlât-ı beşeriyenin madeni
ikidir. Bak ara cümle veriyorum. Biri, insanlarda “Sen çalış ben yiyeyim!”
nazariyesi başlamıştır ve tatbikatı da gözükmektedir. Ve Görülüyor. İkincisi: “Ben
yaşayayım sen ne olursan ol!” O bostan dolabındaki kuyunun suyu, mumun
kendisine vermiş olduğu ışık filan onlar tamamıyla onlar, onlar….
Onlara onlar diyorlar ki;
maddenin kesafetinde boğulan kimseler, o şefkat merhamet filan bunlar, onlar
zaaf alametidir. A’sab[23]
zaafından ileri gelir. İyi güzel, hepimiz doğuracağız, o doğurtucu Zât geldiği
vakitte: “Aman, der herkes amma Bende acıma merhamet damarı yok der. Sen onu
vaktiyle zem etmiştin. Hiç Ben katiyen acımam. Ben kendime zaaf izafe
ettirebilir miyim? Sence merhamet bir alamet-i zaaf olaraktan tarif ediyordun
düne kadar. Binaenaleyh, Bende öyle zaaf filan yok.”
كَلَّا إِذَا بَلَغَتْ التَّرَاقِيَ ﴿٢٦﴾
وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ
﴿٢٧﴾
وَظَنَّ أَنَّهُ
الْفِرَاقُ ﴿٢٨﴾
وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ ﴿٢٩﴾
إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ ﴿٣٠﴾ [24]
Azm-i takva, oraya geldi mi
diyor, hepimize gelecek. Ama biz inşallah bir maşuk-u hakiki görerek… Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi öyle der. “Hakiki insan, bu âlemden geçerken garip bırakılmaz.
Garip kalmaz.” Anlatabiliyor muyum acaba? O ayrı. Bir de hakiki insan olmayan
vardır. İşte böyle ona zaaf der, ötekine bilmem zırıltı der, güler, burnunu büker,
dudağını keser, her neyse. O hiç bulunmadın mı? Bulun bu âlemden diğer âleme
gidenin yanında. Bazısında belli olur bazısında belli olmaz fakat neticede yine
belli olur.
Mesela en canlısı koma halinde
gidenlerdedir. Daha iyi belli olur orada. Ve o maharelerde bir hırıltı, hırıltı.
Fakat “Gel!” der demez, koma birden kalkar. Gözünü diker. Ne oldu orada?
Anlatabiliyor muyum acaba? O hani, koma halindeyken kendinde böyle bir hırıltı
hırıltı hiç öyle kendi anlamaz, söylesen de anlamaz. Bak filanca geldi seni şey
ediyor filan, onların hiçbirisiyle
alakası kesilmiş, yok. Fakat o tam o hâl biter de bir “Gel!” derler, o vakit
açar. O külçe halindeki kafa döndüremezsin. O bir bakıştır o. Acayip bir şey.
Ya, işte o vakit garip kalmamak. Buradaki hayata bağlı o. Buradaki hayata
bağlı. Bu hepimizde olacak. Bunun uzun boylu bir zamanı ve mekânı da yok.
Ama herkes hayalinde kendisine
bir ömür verir. Verdirttirir, Allah. Öyle âdeti var, O’nun. Mesela bir dakika
sonra gidecek de yine onun hayalinde kendi kendine bir emir verdirtmiştir, O.
Hepiniz kendi kendinize hayalen bir ömür korsunuz
kendinize. Şimdi şöyle yetmiş beş seksen dersin, kimisi şöyle bir doksan, der.
O bazısı da efendim ben hemen şimdi de razıyım. Onların hepsi yalandır o.
Veyahut yalan değildir de öyle bir gelir gider. O bir maşuk şeklinde gelmesinde
o umumi bir vaziyette gelsin o, o zât-ı âlâ. “Ben değil!” dersin.
E İntihar edenler, şeyi var
herhâlde, onları insan kabul etmiyor. Cenaze namazı kılınmaz ya. Biz insan
üzerinde konuşuyoruz, onu insan kabul etmez. Allah, insan olarak kabul etmiyor,
müntehiri. Cenaze namazını kılmayın, der. Ya, o ayrı iş biz insan üzerinde
konuşuyoruz. Ne vardı ki intihar ettin? Hangi mertebeden aşağıya saldı? Neyin
vardı ki elinden aldı? Sebep ne? Hepsi ariyet değil mi? Hepsi O’nun değil mi? O’nun
malına sen sahip mi olacaksın? Onun için kabul etmiyor işte. “Bu vücut Benim diyor,
ne salahiyetle kundak soktun diyor? Kendi malın mıydı da soktun? Komşunun
on paralık bir kulübesini yaksan cayır cayır sürüklendirirler, mahkûm ederler. Ben,
beden-i Hudâ’ya sana kundak sokturayım da sonra sana numara vereyim namazın kılınsın,
öyle mi?”
O, hiçbir dinde yok o. Hiçbir mânâda
yok, o cenaze namazı mevzûu. O yalnız bize ait Allah tahsis etmiş. Biz, biz
putperest miyiz!? Biz putperest değiliz ki! Görüyoruz bak mesela; böyle
yapıyor, namazı kıldıran adam, onunda şekli değişmiş ya, namazı kıldıran adam
onun en yakın adamı olacak. Biz işin suretinde kalmışız. En yakın adamı. Babasıysa
oğlu kıldıracak. Oğluysa babası kıldıracak. Kardeşi kıldıracak, en yakını
kimse. En yakınından kimse yoksa en iyi dostu kıldıracak. Ondan da kimse yoksa İmam-ı
hayyi kıldıracak. İmam-ı hay demek, hayatındayken mânâya taalluk etmiş olduğu
bilmediklerini öğrettiği insan. Hepsinde iş var. Şekilden ibaret değil ki o. Gelir
böyle, tam kalbinin hizasına, sadrına. Ee putperest miyiz biz bunu kıble yaptık
işte, önümüzde duruyor. Dirinin namazı kılınmıyor da ölünün ki niye kılınıyor?
Dirinin ki niye kılınmıyor böyle? Diriyi böyle yatırıp kılarsa olmaz. Niye olmaz?
Diride nefis bakidir daha. Nefis puttur. Gittikten sonra nefis bitti artık,
anlatabildik mi acaba? İncelik burada? O hizasına gelir, çünkü orada nazar-ı İlahi
vardır. Allah bırakmıyor. “Bana inanmıştı, tak onun kalbine ben baktım, o
baktığım kalbin hizasında dur. Orada ben varım.” diyor. E müntehir de var mı
öyle şey? Hikmetini tahlil eyledim. Anlatabiliyor muyum acaba?
Hiçbir namazda وجل ثناؤك demezsin. Yalnız onu dersin. Düşündün mü bir gün acaba niçün وجل ثناؤك derim, orada diyerekten. “İşte öyle ezberledim öyle derim ben..” Söyler miyim,
söyleyeyim mi? Hayır, bugün söylemem. Bir araştır sor bakalım kendi kendine.
Bak şöyle, neden hepsinde böyle denmez de yalnız cenazede وجل ثناؤك denir.
Biz ne tatlı şeylere sahibiz amma atıvermişiz. Biz ne tatlı şeylere.
Bizde olan tatlı, bizde olan zevk, hiçbir şeyde yok. Çok tatlı şeylere sahibiz.
Ölümümüz bile bir gelin gibidir. Zaten gelindir ya gibisi fazla. Gelin oluyor
Kudret’e. Hakiki insan ölür mü? Ölen zalimdir, münkirdir, mürteddir. Müşriktir,
insan hakkı yiyendir, inletendir. Onun cesedi cife[25] olan tarafı, bir çukura
hubut[26] ederken, inerken mânâsı
refik-i âlâya uruc[27] eder. Sen öyle mi zannedersin.
Ama gidiyoruz da ziyaret filan yapıyoruz. Haa. Adres o. Orası adres.
Mesela namaz kılarken kıbleye döneriz. “Beytullah” deriz. Allah haşa onun
içinde mi oturuyor? Öyle mi? Yok! Beşer daima arzusunu bir yere kayıtlamak
ister. Beşeri hassadır, o. Bir yere kayıtlayacak. Binaenaleyh, Hudâ’da demiş ki:
“Siz o tarafa teveccüh edin. Ben, sizi o taraftan ikbal ederim.” Ölenin mezarı
da öyledir. Sen oraya ziyaret etmeye gittiğin vakitte, derhal ispat-ı vücûd eder.
Onun içün zaman mekân mefhûmu kalmamıştır artık. Anlatabildim mi? Bu bana geldi,
der. Mânen seni karşılar, seninle konuşur fakat bizde kesafet olduğu içün biz onu
göremeyiz. Göreni olmaz mı? Çoook, çoook, çoook!.. O, onun yazıhanesidir. Yoksa
oraya vesikası düşer.
Mânâ bütün âlemdedir, bütün varlıktadır. Nasıl olur, dersen Kudret
dersini kaçırmış. Sen hindistan cevizi kadar muhafazanla bir madde olaraktan
meydana getirmiş olduğun elektriğin vidasını çevirirken, cereyanı verince
bütün, bütün yerler aydınlanıyor da Allah’ın kıymet vermiş olduğu bir rûh, bir
rûh-u menfûh; rûh-u menfûh ile tekrim edilmiş olan bir var, neden istediği
yerde ispat-ı vücûd etmesin. Anlatabildik mi? Vasıta o. Mânâya taalluk eden
bahisler bu asırda hiç kapalı kalmamıştır. Hepsi meydandadır. Hepsi!
Hakiki insan, orada kaldık
değil mi ya? Toprak gibi olacak. Toprakta
İsm-i Azam var. O isme sahip olacak.
İşte o getirmiş olduğum misal gibi yanacak, kendinden önce etrafına ışığını
verecek.
Bir şey okuyacağımda size onun için arıyorum. Geçenlerde yine okumuştum
size bu, yanacak etrafına ışık verecek dedim ya, ona misal getiriyorum.
Matla-ı[28]
nûr safâ-i meşreb-i rindaneyim
Aşinâ-i aşka mahrem gayrıya bigâneyim
Hayatında böyle bir program
yapacaksın. Hesabını yap. Hakk’a aşina olanla hukuk tedarik et. Öbür tarafı
kalır.
Matla-ı nûr safâ-i meşreb-i rindaneyim
Aşinâ-i aşka mahrem gayrıya bigâneyim
Neşve-i feyzi ezelden mayeyi esti bana
Bâdesi birden
tükenmek bilmeyen meyhaneyim.
Bu bâde, bizim bildiğimiz aklı nâra inkılab ettiren bâde
değil. Bu bâdenin kadehi kalp. Ben öyle
Füyuzat-ı[31]
İlahiye mazhar olmuşum ki bende intifa[32]
yoktur, diyor. Kalp kadehi ile isteyen talibe nûş[33]
ederim. Hem yanar, hem neşr-i envar eylerim etrafıma. Muma misal
getiriyorum.
Hem yanar
hem neşr-i envar eylerim etrafıma
Şem-i
bezm-i âşıkan-ı bihişt-i ferdâneyim
Kıblegâhım
her zaman, her yerde yâr ebrûsudur
Nûr-ı mihrâb-ı cemâle tâ ebed pervaneyim
Hakiki Hazreti İnsana
ezelden beri pervane olmuşum, diyor. Açık mânâsı bu.
Cezb-i edna[34] çâv[35] ferimdir[36] ettiğim
miraçta
Kays’e[37] ilham-ı
cünun-u aşk eden divaneyim
Kibriya-ı aşk her mesulumü is’af[38] eder .
Ben anın fahr-i nedimanı değil de ya neyim.
Yoruldunuz değil mi? ( Hayır,
hayır efendim) Yok. Gözlerde uyku, hâllerde bitkinlik. Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Hafâ: Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.
[2] İttihaz edinmek:
Kabullenmek. "Öyle" diye bakmak. Kabul etmek.
[3] Müvâzene: Denge, dengede olma.
[4] Müfred (Müfret): Tek, yalnız. Müteaddid
olmayıp yalnız birden ibaret olan.
[5] Cemad: Donmuş, katı isim Cansız ve kurumuş
olmak. Yağmur yağmayan yer.
[6] Füsun: Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine
cezbedici bir güzellik. Büyü.
[7] Muvalat: Dostluk, karşılıklı sevgi. Yardım,
koruma.
[8] Meveddet: Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet
etmek. Sevmek.
[9] Vâfi(ye): (Vefâ.
dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. Sözünün eri. Va'dini mutlak yerine getiren
Cenab-ı Hak.
[10] Hatarât: İnsanın iradesi dışında zihnine gelen veya kalpte hissedilen
duygu ve düşünceler anlamında bir terim.
[11] Bâde: Şarap, içki. Kadeh
[12] Fussilet Suresi 34. Ayet-i Kerime وَلَا تَسْتَوِي
الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ
وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
Meali: Hem hasene (güzellik, iyilik) de bir değildir kötülük de.
Kötülüğü, en güzel olan hasene ile önle. O zaman bakarsın ki, seninle arasında
bir düşmanlık bulunan kimse yakılgan (şefkatli) bir hısım gibi olmuş!
[13] Teşyî: Yolcu
etme, gideni uğurlama. Cenazenin musallâya ve kabristana taşınmasına katılmayı
ifade eden fıkıh terimi.
[14] İrtikâb: Bir işe girişmek. Kötü bir iş
işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. Bir makamı âlet ederek, hakkı
olmayan para veya malı hile ile almak.
[15] cârih, câriha
( cerh'den.) : 1) cerheden, yaralıyan. Esliha-i câri-ha: yara açan silâhlar.
2) çürüten.
[16]
Nadim: Nedamet etmiş, pişman.
[17] Mahfuz: (Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış.
Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. Korunup gözetilmiş. Gizlenmiş, saklanmış.
[18] Meş'um: Kötü. Uğursuz. Bedbaht..
[19] Adem: Yokluk, olmama, bulunmama.
[20] İhtizaz: Hafif titremek. Deprenmek. Şevk ile
meyil ve hareket. Harekete geçme. Sallanma, sıçrayıp oynama.
[21] Neşr-i envar: Nurları yayma.
[22]
İhtilalat-ı beşeriye: İnsanlardaki ihtilaller, karışıklıklar.
[23] A'sâb : (Asab.
C.) Sinirler. Damarlar.
[24] Kıyamet Suresi 26,27,28,29,30’ncu ayet-i Kerimeler.
Meali: 26. Hayır,
hayır! Ne zaman ki, can köprücüklere dayanır 27. ve: «Okuyacak kim var?»
denilir. 28. ve o zaman (o da bunun) tam bir ayrılış olduğunu sezmiş. 29. el,
ayak, bacak bacağa dolaşmıştır. 30. O gün kişi yalnız Rabbinin huzuruna
sevkedilir.
[25] Cife:Kokmuş et, ölü hayvan, leş.
[26] Hubut: Aşağıya inme, düşme.
[27] Uruc: Yukarı çıkmak. Yükselmek.
[28] Matla': Güneş veya yıldızların doğdukları yer,
ufuktan çıktıkları yer.
Yıldız veya güneşin
zuhur etmesi. Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra')
[29] Neşve: (Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. Büyümek
ve yetişmek. Koklamak. Rayiha. Bir şeyi tekrarlamak. Mest ve sarhoş olmak.
İyice duyup vâkıf olmak.
[30] Maye: Damızlık. Esas. Temel. Bir şeyin mayalanması
ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde.
Para, mal. İktidar.
Güç. İlim.
[31] Füyuzat: Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi
tecelliler.
[32] İntifa': Bir şey ortadan yok olma. Aradan
çıkma.
[33] Nuş: İçen, içici. Tatlı şerbet gibi içilecek
şey. Zevk ve safâ.
[34] Edna: Pek
aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. Çok yakın.
[35]
Çâv/Câw: Göz/gözler
[36] Fer ( فَرْ ) :Işık, parlaklık, zinet, süs. 2. Fazl ve
vakar. 3. İktidar,şevket, kuvvet.● Çâv-fer: Göznuru, gözün feri...
[37] Kays: Leylâ
ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı.
[38] İs'af:
Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
4 yorum:
Cennette diken aranmaz, ararsan kendini bulursun.
Balığın deryadan pervası olmaz. Derya ne kadar geniş olursa ne kadar dalgalı olursa balık o kadar zevk alır. Hakiki insanda bu sahnede ne kadar belaya uğrarsa, hangi hadise çarparsa altında gizlenmiş olan güzelliği görür, zevk alır. Anlatabiliyor muyum acaba? Balığın deryadan şeysi yoktur, pervası yoktur. Hakiki insanında derya-i taattan, derya-i muhabbetten…
Surette kalma! Sevmediğinin bir resmi olsa, altından yapılsa, hiçte sevmiyorsun. Ben bunu sevmem diye, o altını atar mısın? Neme lazım sana sureti? Bana zâtı lazım dersin, altını alırsın. Değil mi ya? En canlı misal. Hiç sevmediğin bir adamın resmi. Senin düşmanın, seni imhaya hazırlanmış, fakat heykeltraş bir altının üzerine onu yapmış. Ha bu benim sevmediğimdir, diye atmazsın. Ha bunun altını var altını, dersin. Mevcûdâtta daima o mânâ gizlidir.
İbn-i Mülcem o cinayeti irtikâp[14] ettiği vakitte, zehirli kılıçla boynundan yaraladığı zaman, o nasıl bir câriha[15] ise alet-i câriha ise o vücutta dehşetli bir ateş verdi. “Bana şerbet yetiştirin!” dedi. İsmini unuttum, o günün bir şerbeti var, harareti derhal alıyor. Sonra yaraladı etrafındakiler katili yakaladılar. Başladılar dövmeye.
— Ben yaşıyorum, daha ne yapıyorsunuz? Zulüm yapıyorsunuz, dedi. Ben öldükten sonra kısas yaparsınız. Ben daha hayattayım, dedi.
Yapabilir misin, nasıl? Tabi onlarda hususi...
- Ben daha yaşıyorum, dedi. Ona da getirin, dedi. Şerbet, dedi. O da heyecanla vurdu, onun da rengi kaçtı. O da heyecanını teskin etsin!
Daha böyle medeniyet dünyada yok. Olur mu? Olmaz! Getirdiler.
— Verin ilk önce içsin, dedi.
İlk önce o tarafa tabi emre riayet ediyorlar. Verirlerken içmedi.
— Niçin içmiyorsun, dedi.
— Korkuyorum, şimdi nadim[16] oldum, dedi. Yaptığım cinayetin cezası veriliyor, zehirleniyorum galiba, dedi.
— Seni Allah’ın yanında da kucaklayıp kurtaracaktım, dedi. Bana ihanet izafe ettin, seninle nispetimi kestim, dedi. Beni hain tasavvur ettin. Yoksa dedi, ben bu kazaya da boyun kesmiştim. Seni, yarın o huzurda bağrıma basacaktım. Bunu bana bağışla, diyecektim fakat sen bana şimdi hain nazarıyla bakıyorsun. Benim nispetim senden ayrılmıştır kesilmiştir, dedi.
Ahlakın ölçüsü bu.
Yorum Gönder