041 (12.04.1959) 90 dk. (84)
Mânâ-i insaninin birer vasfı olması hasebiyle, mevzûun esas rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor, demiştik. Gerek mânâsı ve maddesi üzerinde durulacak olursa insan mefhûmunun, beşeri takatla layıkıyla anlatılmasına da imķân olmadığından bir nebze bahsetmiştik.
·
Belki muntazam devam edenlerin canı sıkılabilir.
Bazı cümleler tekrar ediliyor. Fakat bu tekerrürün mecburiyeti vardır. Sofranın
yemeği değişebilir amma ekmeği değişmez. Bu söylediğimiz cümleleri layığı ile
anlamadan geçecek olursak veyahut bir arkadaş o söylediğimiz cümleye yetişmemiş
olursa, mevzûnun orta yerindeki bahisleri layığı ile anlayamaz. Bununla beraber
her cümlenin tekerrüründe de ayrı bedia[1]
gizlenmiştir. Dikkat edecek olursa o mânâyı da tahsil edebilir.
Evet, insan görünüş itibariyle
oluşu itibariyle, evvela maddesi insanın nazar-ı dikkatini toplar. Elli, altmış,
yetmiş, seksen kiloluk maddi bir kesafetten ibaret. Kan, et ve kemik
torbasından başka bir şey değil. Nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru kaplayabilir.
Fakat onun bir vicdan-ı kibriyası var, bir mânâ-i ihtivası var. O nokta-i
nazardan da nüsha-i kübra, birçok şeyleri câmi.
Konyalı bir adam, burada beni
dinlerken Konya’da gezer, daha birçok yerlerde de seyahat edebilir. Dünyanın
bir ucunda bulunan bir adam şurada bulunsa, o bulunmuş olduğu sahayı tamamıyla
muhit olaraktan burada bulunabilir. Nedir bu insan mefhûmu? Nasıl bir hilkat,
nasıl bir fıtrata bir isti’data malik?
Gelmesinde gitmesinde ihtiyârı
yok. Dünya denilen şu acayip âleme; elemle emelle dolu iptila sahası, hiç kimse
tamamıyla arzusunu alamadan gitmiş. Tabi konuşulurken ekser çokluk, göz önüne
alınır, konuşulur. Mesela hiç kimse kâm alamadan gitmiş, diyoruz. Bunun
içerisine istisnaları sokmuyoruz. O kâm alanlar, zaten kimse olarak gitmezler.
Onun içün sokmuyoruz. Surette öyle kalmış ama hakikatte vücut şaibesinden eser
kalmamış, faniyi baki ile değişmiş, o ayrı. Fakat böyle kesafetine sahip olduğu
hâlde, hiçbir insan bu âlemde emelini bitirip gidemez. Bu pazarı öyle açmamış
Kudret. Zahirde gayet tatlı gibi gözükür, fakat içerisi acayibatla doludur.
Yine büyük insan Hazreti Ali’nin
tarifini yapalım burada. O, şöyle tarif eder. Bir hakikatte tarifi vardır, bir
de beşeriyetin kaptırmış olduğu kendisini kaptırıp yürümüş olduğu bir dünya
tarifi vardır. Hakikatte tarifine göre dünya; tabi ayrı, onu size ben çok defa
tarifini yaptım. Bugün o tarif üzerinde yürümüyoruz. O sahnenin üzerinde
yaşayan insanların ekserisi dünya dedikleri vakitte ne anlıyorlarsa o tarif
üzerinde yürüyoruz. Bir de hakikate kadem basmışlar, geliş ve gidişteki gayeyi
anlamışlar, bilmek bulmak olmak mefhûmunda yetişmişler ve nihayet bulmuşlar
veyahut olmuşlar. Bunlara göre tarif başka.
O zât-ı âlî de bunlara göre
tarifi yaptığı vakitte der ki: Küllü mâ el-hâk an-mevlâk fe hûve
dünyak. Bazen de Küllü ma en-hâk an-mevlâk ve hûve dünyâk.
Yani hangi şey seni, Hak ve hakikatten alıkoymuşsa onun adına dünya derler.
Hangi şey seni helaka sevk etmişse diğer tarifinde, onun adına dünya denir,
der. Bu tabi çok yetişmiş insanlara ait bir tariftir.
Bir de umuma ait olan bir tarifi
vardır ki o tarifde: “Dünya hezar
aşina bir acûzeye benzer.” derler. Dirliği kısa. İnsan
şöyle on beş, on altı, yirmi yaşlarındayken, dünyayı başka türlü görür. Eğer
nasibi yokda bir de cehalet içerisinde kalırsa, cehlin pençesinde zebûn olursa,
tesadüfen bir masaya bir kasaya bir câha da malik bulunursa; “yaratırım sevdası”
gelir bütün mevcûdât benimdir, hayaline kapılır. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Beşerde bu hassa var.
Öyle bir hayal gibidir insan.
Oturması başka türlü olur, kalkması başka türlü olur, sözünün tonu edası başka
türlü olur, zavallı bir vaziyettedir hülâsa. Bilmez ki her nefesi, her sayılı
nefesi, kendi iklim-i vücudundan büyük bir yeri tahrip edip gidiyor, bunun
farkında değildir. Semayı deler gibi bakar. Yeri ezer gibi basar. Kendinden
başka bir varlığın, var olduğuna iman
dahi etmez. Benim kafam, der. Benim görüşüm, der. Benim anlayışım, der ve ben
istediğimi yaparım, der. Bu ne vakite kadar sürer? Hakk’ın bir merhamet-i subhânisine
mazhar olmazsa “Gel!” emrine kadar sürer. Zavallı, mahvolur gider. Eğer öyle
bir merhamet rüzgârı eserse ehh aldanmışım, der. Öyle zannettim, der. Aman, der
kendine bir penâh[2] bulur,
bir ilticagâh arar. Zararın neresinden dönülürse, kâr olur. Yakasını kurtarır,
yine müebbet istikbalde yüzüne bakılabilecek bir hâlde kalır.
İkinci tarifi yapıyorduk değil mi?
Öyle tarif ediyor, Hazreti Kerrar. “Hezar aşina bir acûzeye
benzer.” Ne demek, hezar
aşina bir acûze? Binlerce insanla düşüp kalkan ahlaksız bir kadına benzer.
Samimiyeti yok, aşkı yok. Güler yüzü sahte, seninle düşer kalkarken diğerine
işaret eder. İkbalinde hud’a[3]
gizli, idbarında[4] fecialar
gizlenmiş. Onun içün, kıymetli evladı Cenab-ı Hasan’a vasiyet buyururlarken, bu
söylediğim cümleleri söylemişler. Belki tesiri olur diyerekten, bende onun
ağzından cürret ediyorum, burada naklediyorum. Beni affetsin. Söz onun sözü.
“Nur-u aynım Hasenim. (Belli
oluyor zaten, sözün sahibi çıkar meydana.) Sen benim hayru'l- halefim, timsal-i
zî-şerefimsin. Sen benim yerime gelecek hayırlı yavrum, benim şerefimi muhafaza
edecek canımsın. Hacet mest etmedikçe bir işin peşinden koşma. Kavval olmaktan
ziyade faal ol.” Tam anlayacağımız lisanla, söz adamı olmaktan ziyade iş adamı
ol. Sözü ağzından bileğine getir.
“Şerefü’l-insan bi’l-himemi’l âlîye
lâ bi'l-rememi’l-bâlîye. Evet, sen nûr-u nübüvvet-i hanedana mensup bir zâtsın
fakat bunun parlaklığını kendi yüksek himmetinle göster. Ecdadından kalan
şeylerle bunu ispata kalkma. Yarın seni bu âleme getiren, o büyük varlığın sahibinin
huzuruna gittiğin vakit de: ‘Ya Rabbi, verdiğini yerli yerinde kullanabildim mi?’ diyerekten alın açıklığı ile çıkmaklık çarelerini ara.”
Ona söylüyor. Anlatabiliyor
muyum? Uzun bu, ben birkaç cümlesini aldım. Burada size naklediyorum.
“Daima merhametin kâinatı
istila etsin. Herkes senin
rahmetini düşündüğü vakitte gözünden yaş gelsin. Ben senden bunu beklerim. Hiç kimsenin ayıbını yüzüne vurma. Afüv, affetmek insanın şanını daima yükseltir. Bu
sıfatlarla mücehhez olaraktan yaşa.”
Bu vasiyetler onun cibilliyetinde
fıtratında meknuz olan, hazineyi o kadar cilalamış ki, insan ekseriyetle çok
yakınından zarar görür. Hikmeti sorulmaz. Onun içün yine onların verdiği büyük
ahlak dersinde; herhangi bir iyiliği yaparken şahıs orta yerden kalksın,
herhangi bir kötülüğü gördüğün vakitte, aynen kötülükle mukabele etmeyin. Onun
içün dedenin kabul etmiş olduğu mânâ da: “Lâ darâra velâ dırâr” vardır.
Bunun mânâsı: “Sana zarar verene
karşı zararla mukabele etmeyin.”
der. Anlatabiliyor muyum acaba? Hiçbir yerde bulamazsın bu maddeyi. Hiçbir
yerde bulamazsın. Ufak bir cümledir amma ben bunun izahına kalkarsam, bin
konferans vermem lazım. Ufak bir misal verebilsen, bir maddesini ver, vereyim.
Kalp[5]
bir para verdiler. “Ne yapayım bana zarar verdi, bende bunu başkasına vereceğim,
tabi atacak değilim ya!” Veremezsin!
Aşkında imanında kemalin varsa veremezsin. Neden? “Lâ darâra velâ dırâr” var. Âdi bir misal sana. Zarara zararla mukabeleyi yasak
eden bir mânâya deden gönül vermiş. Üüü, nerede bulacaksın?
Bir hanımını suçundan dolayı tatlik[6]
etmişti, boşamıştı. Bunu biz bugün yapamayız. Tabi misal olaraktan veriyoruz.
Boşadı ama kapı dışarı atmadı. Dedi:
— Bu
Hakk’ın hükmünde senin talakın icap etti. Tatbik ettim fakat kimsesizsin, himaye-i
insana muhtaçsın. Benden de daha ziyade kimse seni himaye edecek var mı?
— Yok, dedi, mutallakası[7].
— O
hâlde himayemde kal, bu konağın bir dairesi sana ait.
En nihayet zehirledi. O hukuk
başka insan hukuku başka.
— Ben
insan, sen insan olmak nokta-i nazarından, senin şu fiiline karşı seni
boşamaklığım icab eder, boşadım. Fakat sende insansın, bende insanım, senin de Halık’ın,
benim de Halık’ım. Diğer bir hukuk var, bu hukuk muhafaza edilecek. Ben seni
himaye edeceğim. Başka himaye edenin varsa, ale’r-re'si-ve’l-ayn[8]
buyur.
— Yok,
başka himaye edenim.
— İkramında
îzâzında[9]
yalnız hukuk-u zevciyet kalkmıştır. Dairen de mevcut, hizmetçin de mevcut,
bütün ihtiyacın da tamamıyla yapılacaktır, dedi.
Anlatabiliyor muyum acaba? Bunun
karşılığı olaraktan, o onu zehirledi! Nihayet zehirin ıstırabından içi
parçalanırken, son hayatının nihayet dakikalarında, kardeşim Hüseyin’i çağırın
dedi. Geldi.
— Allah’a,
dedeme gidiyorum, kardeşim bir diyeceğin var mı?
— Kim
yaptı bu fiili?
— Korkarım,
intikam mı alacaksın? Yoksa yüzüne bir muâhaze[10]
nazarıyla mı bakacaksın? Ona dahi tahammül edemem. Onu öğrenmek mi istiyorsun,
dedi.
Anlatabiliyor muyum? Bunlar,
bunlar bizim yapacağımız işler değil amma ahlakın son sınıfında insan-ı kâmilin
mânâsında, meknuz olan büyük varlıklar. İman aşk insanı bu kemale sevk eder. Bu
başka şeyle olmaz. Demek ki kan ve kemik torbasından ibaret olan maddi bedenden
hariç bizim bir şeyimiz var değil mi? Olmasa bunlar olur mu? Olmaz. Şu hâlde
yine konuşmanın bidayetine döneyim, şurada size bir şey anlatabildim
kanaatindeyim.
Gelmede gitmede ihtiyârımız yok.
Hemen hemen her konuşmada tekrar ediyorum. Bunun üzerinde durursak; ebediyete,
neşet-i saniyeye, iman etmedikçe huzura kavuşmanın imkânı olmayacağını anlarız.
Bunun üzerinde durmadan anlayamayız. Ebediyete, ikinci hayata, iman etmedikçe
huzura kavuşmanın neşve-yâb-ı bekâ olmanın, bulamayız zevke alamayız
yaşayıştan. Bunlara iman etmedikçe.
Geliş ve gidişte ihtiyârı
düşünmek lazım. Hem ne kadar, niçün düşünmüyoruz acaba? O kadar çabuk geçiyor
ki ömür denilen şey. Ne kadar çabuk geçiyor. Farkında değildir insan. Şöyle bir düşünse, yahu yirmi sene olmuş, der.
Küçük dilini yutacak kadar olur bazen. Şu iş yirmi sene olmuş, şu otuz sene
olmuş. Gözünü açıp kapayacak kadar. Onu on misline çıkaramazsın ki o seneleri.
Yok, olmuyor işte.
Altmış, yetmiş, seksen, doksan. İnsanlar
kendi kendine (Kudret öyle bir hâl vermiştir.) muhayyel bir yaş tayin eder, ben
etmem der ama edersin sen. Böyle kendisinden bir sene kor kendisine: -Tutar
tutmaz o ayrı bir iş-, tuttuğunu farz et. Tuttuğunu farz et. Hem biraz şöyle
uzunca bir rakam koy. Nedir neticesi? Bir şey çıkmıyor ki. O hâlde niçin
muhasebe-i nefisle yaşamıyoruz? Neden yaşayamıyoruz?
Hiçbir insan var mıdır ki
ölümünden yani şu ten kafesinin inhilale uğramasından ve darmadağın olacağından
şüphe eden var mı bir kimse! Zannetmem olsun. Peki, ondan sonraki akıbeti niçün
düşünmez. Muhakkak bu akıbet bir hastalığa bir musibete giriftar olup da kendi
kendine ümidini kestikten sonra mı insanda tecelli etmeli? Bu düşünce insana
ağır bir artık maraz-ı mevt denilen bir tecelli yahut en biçimsiz bir musibete
uğradıktan sonra mı insanın aklına gelmeli? O vakit mi bununla meşgul olmalı?
Ondan evvel düşünme imkânları yok mudur? Var. Olsa beni yemezsin, bende seni
yemem. Niye ben sana fenalık edeyim, düşünsem. O onu düşündükten sonra o
neticesi düşünmeye başlandığı vakitte acaba insanın o düşüncesini bir neşeye
inkılap ettirebilecek nedir? Madde midir?
Sen o maraz-ı mevtinin tecelli
edeceğindeki an sende düşünce başladığı vakitte en muazzam bir câha sahip olmuş
olsan, peşinde el pençe divan duranlar sana bir nefes geriye verdirtebilirler
mi? O muazzam servetin acaba sana şöyle bir an içün bir vakfe yaptırtabilir mi?
Böyle bir şeyler hayatta tasavvur olunabiliyor mu?
O anında çoook düşünüp de en fena
bir neticeler anındayken, birdenbire sürûra geçenler vardır. Hiç hayatta
tesadüf etmez misiniz kimlerdir onlar? İman ve aşk mertebesinde yükselenlerdir.
Derhal bir merhamet rüzgârı eser, merhamet-i sübhâniden. Anlatamıyor muyum
acaba? Ve onunla itminan-ı kalp hâsıl olur. Yok, olmuyorum yahu, der. Kesafetten
kurtuluyorum. Bir aşk-ı mânâya kavuşuyorum, der. Anlatamıyorum galiba? E bu
niçün bırakılıyor acaba? Ben bu kesafet âleminde eşyanın mertebelerini
ölçüyordum, şimdi perde kalkıyor. Artık
eşyanın hakikatinde yürümeye başlayacağım, zira ben bu hakikatte
yürüyebilmeklik içün, vaktiyle bu sahaya sahip olmuştum. Zira ahlak ile
yaşamıştım. Ahlakı da Allah’tan almıştım. Anlatamadık mı? Ahlak; ahlak…
Allah’ın ahlakı. Diğerleri nazariyedir, tutmaz. Dedikodudan ibarettir. ه واتصفوا بصفات الل .
تخلقوا باخلاق
الله .
Ahlak, Allah’ın ahlakıdır. En nazik Allah’tır. Onun için en büyük Ahlakçı öyle demiştir. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanırsanız rahat edersiniz. Ahlak bu. Demek oluyor ki
iman, mesut hayatın ruhu. Efendim saadet var mı? Ne? Saadetten ne bekliyorsun?
Güzel bir altımızda bir teneke olacak. Bir araba. Kalbinde huzur olmazsa
altında araba… Ne yapabilir? Kalbinde değil, âdi âzâ-i cevarihinde sızın olsa
dahi o arabanın sana bir hayrı olmaz. Ona dahi olmaz. Ah sıhhatim olsa da şöyle
cayır cayır iki kilometre yürüsem, dersin. O değildir o. Mesut hayat o değil.
Mesut hayat, kuvvetli imandır. Anlatamadım mı acaba? Yükünü imana
yükletebilen adam mesuttur. Sen insansın yük taşıma. Evet, insan çok yüklü
olaraktan gelmiştir. Kendi yükünü kendi taşıdığı vakitte çok inler. Fakat
yükünü imana yükletirse elini kolunu sallar gezer. Rahat yaşar. Kudret, sana
çok yük vurmuş ama bunun karşılığında da onu taşıyacak varlığı da vermiş. Sen
taşıyamamışsın şey, kabul etmemişsin, kendin taşımışsın çek azabı, diyor. Çeek!
Bırakır mı zannedersin? Ama imana yükler…
Ervahın/ruhların sükûn ve itminanını getiren, muazzam şeyin adına iman denir. O
imanın sıfatına ahlak denir. Anlatamadım
mı acaba? Şimdi böyle bir imana insan nasıl kavuşabilir. Bu muazzam varlığı, yeri
var bunun. Oturtulacak bir yer var. Onun şan-ı azametine yakışan, makamına kalp
derler. Fakat o kalp de beşeriyet zaaf içerisinde bugün. Çeşit çeşit zehirlerle
dolduruluyor. Zulmet abâd, karanlıklar içerisinde. Bir yığın telkinler var. Madde
simsarları orta yerde dolaşıyor. Her yerden manevi zehirli gaz sıkılmış. Bunlar
ayrılaraktan bu kalbi kurtarıp, bunun içerisinde güzel bir makam bulup, imanda
o kadar titiz bir şey ki, ufak istiskali[11] kabul
etmez.
[12] كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا
يَكْسِبُونَ diyor.
Geçen hafta konuştuğum derste söylediğim gibi; Hudâ, Allah: “O kadar
açık mahkeme yapacağım ki diyor, kendilerine karar verdirteceğim.” Tabi hep
böyle şey edecekler. Malum ya insan, aciz zamanında daima inkâr eder. Şöyle O
kendi cevap veriyor, Hudâ. “Hayır, hayır!” diyor. “Kendi elleriyle irtikâp
ettikleri; o inletmeler, o ezalar, o cefalar, o beşeriyete yapılan hakaretler,
o zulümler, kalplerinde öyle kesafet yapmıştı ki, orada iman oturur muydu?
Tiksindi, çıktı gitti. Bu hâlde geberdiler geldiler, bunları da gözüm görmesin!”
diyor.
Metin bir imana sahip olmak içün evvela inkâr nereden başlıyor, bunu
teşhis etmek lazım. Anlatır mısın nereden başlıyor? Bugün takatim yok. Birinci,
o sebebi bulmak lazım. Onu hangi sebepler doğuruyor. Bu bilinmeyince imana da
sahip olunmaz. İlim ile iman arasında ayrılık var mı yok mu? Yoksa bunlar ikisi
bir mânâya gelip de lafızları başka başka olan şeyler mi? Bunu bilmek lazım.
Deden kuvvetli inanmış adamdı, üç kıtada hâkimdi, değil mi? Bire on
dövüşürdü. İlimlere mevzû verirdi. Her sahada kemale ermiş. Madde elinde
oyuncak gibi. Mânâ gönlünde safâ halinde. İkisini birden birleştirmiş. Her
tarafı güzel. Nefsinin esiri değildi. Tam hürriyete sahipti. Malum ya nefsinin esiri olan adama
hürriyeti var adam, denmez.
Ahlaka göre, hürriyeti yok onun.
Nefsine esir. Öyle inanmıştı ki:
[13] فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ اِلَّا
الضَّلَالُۚ Hak’tan başka dalalden, Hak’tan sonra dalâldan
başka ne var, derdi. Maddeye
taptın mı Hak yok ki orta yerde, sâfi dalâlde kalırsın. Dalâl içinde kaldın mı
ne kadar kötülük varsa, iyilik yapıyor diyerekten yaparsın. Anlatamıyorum
galiba. Yıkım yeri buradan başlar. Güzeli çirkin görürsün. Geçen konuşmamda
söylediğim gibi, nefsaniyet başlar. Nefsaniyet hasedi doğurur.
Haset o kadar velûd[14]
bir şeydir ki, ihtiras başlar, kin başlar. O kin başlayınca zulüm başlar, bir
alay piçi vardır. Belâ-i mübremdir[15]. En
canlı misalini geçen hafta söylemiştim. Büyük Kitap, onu bize bir hikâye
olaraktan şöyle okunsun da geçsin diyerekten, o büyük kıssayı va’z etmemiştir,
beyan etmemiştir. Nefsaniyet o kadar fena bir şeydir ki der, güzeli adama
çirkin gösterir. Mahbûbu'l-kulûb olan, mahbûbu’l-cihan olan, Yusuf gibi bir Peygamberi,
kardeşlerine çirkin gösterdi de ölümüne kalktılar, der. Hayatına kıymaya
kalktılar, der. Kardeşi bu, artık daha ötesi var mı? Kardeşi ki hasedinden, kininden,
nefsinden dolayı; kardeşini boğmaya öldürmeye kalkarsa, sen ben nefsime kinime
sahip olursam kimi boğmam? İşte ahlak bunları temizler. Bunları temizleyen
ahlakın membaı da Allah da vardır. Onun kapısı da imandır. Kapıdan içeriye
girdikten sonra oturulacak yeri de aşktır. Anlatamıyoruz galiba. Ya, deden öyle
der. فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ اِلَّا
الضَّلَالُۚ Hak’tan
sonra dalâlden başka ne ola?
Bir insan Hak ve hakikati kabul etmezse, dalâl içerisinde değil midir? Dalâl
neye denir? Şeytanın sözüne ittibaya[16] denir. Dalâlin
tarifi bu? Şeytanın sözüne ittiba denir. Daha açık söyle. Nefs-i emmaresinin
sevk ettiği tecellidir. Helaka sevk eder. Nefs-i emarenin bütün arzularına
hizmet eden kimsenin mabudu kendi nefsidir. Kendi nefsine tapan, âharın
hukununa tecavüz eder. Zulüm oradan başlar. Anlatamıyoruz galiba. Bunun
büyük Kitap’da beyanı: [17] اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ
هَوٰيهُ der.
Görmüyor musunuz der, nefsini
mabut ittihaz edenleri? Kendine tapar. Kuvvet elinde olursa kendine tapar,
kuvvet elinde olmayan da ona tapar. İkiye ayırır. Acizleri zahirde kuvvet
tanıdığı acezeye tapar, kuvveti elinde sahte benliği olanlar da kendisinin
zanneder, kendisine tapar. Birdenbire İblis gibi İblisleşiverir. Neticede de. Fe
izâ hûm iblisûn. İblisleşiverir, diyor. Bırakıveririm!" diyor.
Şimdi misal geldi, size bu misali bundan birkaç ay evvel getirmiştim
fakat bu esas maddesini getirmeden getirmiştim. Belki o kadar zevk
almadınız. O misali tekrar edeyim daha iyi zevk alırsınız.
Vaktiyle zalim hükümdarlardan
birisi, Hak ve hakikate gönül vermiş bir insan-ı kâmilden intikam almak üzere
hazırlanır. Kendi zulüm divanına çağırır. O zât çıkar huzuruna.
— Ne
yapacağımı biliyor musun, der.
— Ne
yapabilirsin ki, der. Sen bir defa bayağı bir insansın, der. Bayağı. İnsan
makamını da tefhim[18]
makamında konuştum. İnsan; lafzı, lügati, Kudret tarafından ayriyetten bir
vücut bulur da Kudret’e beni şikayet ederse beni mahkum ettirir. Fakat
anlatayım diyerekten bu kelimeyi kullandım, der.
Anlatamıyor muyum acaba? “Benim
kim olduğumu bilmiyor musun yahu!?” der. Böyle azameti var, depdebesi var,
haşmeti var.
— Ben,
der. Bir hükümdarım, bir emirim, bir sultanım! Sen zavallısın, acizsin,
esirsin. Hem benim kölemin kölesisin sen, der. Sen benim yanımda emirliğini,
hükümdarlığını, sultanlığını nasıl ilan edebilirsin. Onlar benim sıfatım. Bana
ait sıfatlar onlar. Sen benim, kölemin, esirimin, esirisin.
— Sen
nasıl emirsin, nasıl sultansın, nasıl hükümdarsın? Bana anlat bakayım, der
adam.
— Ben
nefsimin dizginlerini çekmişim. Bütün arzularını tepelemişim. Mahkûm etmişim.
Ruhumun daire-i terbiyesine vermişim, kıpırdanamaz. Sana insaf ile soruyorum,
şimdiye kadar nefsinin hangi arzusunu yenebildin?
Yine herifin insafı varmış. “Hiçbir
arzusunu yenemedim.” “O hâlde benim yendiğim…” Demek oluyor ki, şu olan vak’ayı şu kıssayı anlatmakla, ahlakın
bir esas noktasını tarif etmiş oluyoruz. O tarif de şu. Ahlak, insanın nefsinin
arzularını tepeleyen şeyin adına denir.
Yine biz o bir yığın nazariyeleri
bırakalım da tatbikat âleminde: “Ahlaklı adam olabilir miyim olamaz mıyım?” yarından
itibaren işe başlayalım. Hepsi birden olmaz. Herkes kendi kendini bilir. Her
hafta, her insan kendisinin gönlüne ağır gelen bir şeyi terk edecek olursa
senede elli şey eder. Haberin olmadan sema ayağına iner. Hepsini birden terk
etme. Zordur edemezsin. Bir tanesini. On beş günde birini yap. Ayda birini yap.
Nasıl anlatayım? Ayda bir tanesini yap. Senede on iki çirkinlik eder. Bir
senede on iki çirkinliği atabilsen, çok
yol alırsın. Senede on iki çirkinlik eder. Evvela çirkinliğin başında gelen
hasettir. Altı ayda terk et. Bak ne kadar kolaylık çıkıyor. Altı ayda terk
edebilirsen et bakalım. Yarı yolu aldın. Hasedi terk ettiğin dakikadan
itibaren, kin gitti nefsaniyet gitti, ihtirasat-ı nefsaniye gitti. Seveceksin.
Birbirini sevmeme hastalığı, sevmemeklik hastalığı kalkacak. Kalkacak, haset.
Yap, niyet et, Kudret elinden tutar yaptırır. [19] وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
Ne muazzamdır. Sen zannetme ki,
sen el verir ki kabil ol, fail Allah’tır. Kabil, kabil.
[20] فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَاۙ
Sen kabil ol yalnız. Ne demek
kabil ol? O işin yapılmasına bir kabiliyet, o işi kabule müstait bir veçhe
tedarik et. Boynunu bük. “Ben bu andan itibaren, hasedi atmaya niyet ettim.”
diye acabasız şey et. Kudret elinden tutar. Allah diyor ki: “Kim ki cihat
ederek, Benim istediğim yolda yürümek isterse elinden tutar, Ben yürütürüm.”
diyor. Sen kendi kendine zaten yürüyemezsin. Anlatabildim mi? Ben niyet ettim
de olmadı, der ekseriyet. Tesadüf ederim ben. Yok niyet etmedin. O tam niyet
değil o. O niyetin içerisinde imtihanlar vardır. Sıkıntılar vardır. Tabi nefsin
arzuları, öyle çabuk çabuk terk olunan şeyler değildir. Birdenbire ruha geçmek...
Eski konuşmalarda size misal
vermiştim. Nefsi okşayan bir romanı verelim en kaba kafalı bir adama, bin
sayfalık. Gözünü böyle açar hiç uykusu
gelmez, karnı da acıkmaz. Sofrayı getirirler oraya, şimdi yerim, der. Koy oraya,
der. Ne o ya karnım filan acıkmadı, boyuna sayfayı çevirir. Okur okur okur,
sayfayı çevirir, çünkü daima nefsini kırbaçlıyor okuduğu sayfalar. Hepsini
bitirir. Uyku da yok açlık da yok. Suyun bardağını doldurmaya vakitte yok.
Ondan da bir şey kaybederim, diye yine oradan ayrılmaz. Belki böyle su yanında dururken
doldurur taşar ama taşsın ziyanı yok yine o. O, o şekilde olur.
Verelim bir ilim kitabını; ruha
hitap eder, en zeki adam yirmi sayfa okuyabilir. On beşinci sayfada başlar
saçlarını çekmeye. Alsın gibi mi çekiyor, kim bilir ne diye çekiyor? Kuvvet mi
alıyor saçlarını çekerken, tepesinden çeker filan, bir şeyler yapar. O bin
sayfalık romanı okur; şehvetini tahrik eden, nefsini tahrik eden, kırbaçlayan. Onu
bana anlat deyin, hiçbir kelimesini, bir mefhûmunu sakatlamadan tıkır tıkır, tıkır
tıkır anlatır. Anlattıkça da zevk alır böyle. Fakat o yirmi sayfalık ilim
kitabını okusa, yirmi sayfasını okusa bir ilim kitabının, anlat dense, iyi
anlamadım ama aklımda kalanlarını söyleyeyim, der. Üç beş sayfasını yarı sakat
yarı sukat filan bir şeyler anlatmaya başlarlar. Neden? Biri ruha hitap
etmiştir, biri nefse hitap etmiştir. Anlatamıyor muyuz acaba? Böyledir.
Konuşmayı hülâsa edeyim de
keseyim. Yoruldunuz mu?
Şu kan ve kemik, et torbasından,
maddi beden, şu kendisini muhit olan müesserât-ı tabiyenin, hücumundan
kurtulabilmek için, masun[21]
kalabilmek içün her taraftan muhasara edilmiş, arızalardan endişe eder değil
mi? Terli, şurada da pencere açık burada da pencere açık, cereyan var, birini
kapayayım, der. İşte artık sen kendi kendine bul. Tabii tesirlerden,
arızalardan, endişelenir kurtulmak içün, bir barınacak yere muhtaç.
Manevi hislerinde de temayülat-[22]
kalbiyesinde de fıtraten kendisine meknuz olan bütün infialata[23]
mahkûmiyetten asûde kalmaklık içün bir yere muhtaç değil midir? O maddi müesserât-ı
tabiyeden kaçınmaklık içün ihtiyacından fazla burada daha muhtaçtır. Çünkü
biraz evveli söylediğim gibi nasıl ki o maraz-ı mevtin alaimi[24]
gönderildiği gösterildiği vakitte “Eyvah! İnhilal-i vücut başladı, acaba ne
olacağım!” diyerekten, düşüncesini bidayeten kurmuş olsa, kâinat durur. Fakat
Kudret, kâinatı durdurmamaklık içün onu nispeten düşündürtmüyor. Sen biliyor
musun onu? Sen onun arasında düşünde insafa gel. İkisini muvâzi bir şekilde
yürü.
Bilsen ki bir sene sonra
öleceksin, çalışır mısın? Maddeye tapan adam, yarın öleceksin kararı eline
verilse çalışır mısın? Çalışmazsın. Fakat iman etmiş olsan bir an sonra
öleceksin desen çalışmayınca mânâ bir tokat vurur; bir anın var çalış, diye.
Nasıl aleyhinde bulunursun? Anlatamıyor muyum? Çünkü sönmüyorsun yeni kapıdan
içeriye giriyorsun. Daha mücehhez[25]
olaraktan gir, der.
O çalışmayı da ilk önce gönül
yapmaktan başlar, anlatabildim mi acaba? İnsan hayvan gibi değil. Hayvan yer
içer, cismani ihtiyacını giderir. Bu kâfidir, der. İnsan öyle değil ki. Yer
içer, yarın kader nereye sevk edecek, öbür gün kader nereye sevk edecek
diyerekten, bir düşüncesi vardır. Bir yere bağlanmıştır. Hatta mânâ metalibi[26]
maddi isteklerinden çok yüksektir. İsmini koyamaz. O isteklerin içerisinde
dolaşır da ismini koyamaz.
Bunların hepsi iman ve aşka bağlıdır.
Sonra Kudret, bu asırda çok iltimas etmiştir. Bu asır ilhâd[27]
ve inkâr kapısını, yanlış anlamak devresini kapamıştır. Cenab-ı Hak her
taraftan insanlara açılan kapı ile imanı, burhanı ile meydana çıkarmıştır. “Artık
inkâr etmeyin. Ben meydandayım.” demiştir. Anlatabildim mi? “Ben senin elinle
ihtira etmiş olduğun vaziyette ism-i zahirimle tecelli eyledim. Fen ismindeki
varlığı meydana koydum. Aşikâr gözüküyorum. Gel, seni Ben konuşmak bilmezken
konuşturdum. Görmezken gösterttim gördürttüm. İşitmiyordun, işittirdim. Kör bir
vaziyetteydin yahu, câmiddin[28]
canlı yaptım, ne istiyorsun Ben’den. Niçün kabul etmiyorsun.” der.
Anlatabiliyor muyum, galiba?
Öyle değil mi? Görüyor muydun?
Görmüyordun, göstertti. Söyleyemedik cümleyi, sen anla ne demek istiyorum.
İşitiyor muyduk? İşittirtti. Görüyor muyduk? Gördürdü. Konuşuyor muyduk? Konuşturttu.
“O hâlde câmid bir vaziyetteyken, şu hâle koyduktan sonra ne istersin Ben’den.
Niye Beni inkâr ettirtmeklikle uğraşırsın? Ne geçecek eline!” der. Anlatamıyor
muyum? Bu asır geçen asırlara benzemiyor. Artık inkâr ve ilhâd kapıları tamamiyle
kapanmış. Berahin-i[29]
hissiye kapıları o kadar açılmış ki, iman şek ve şüpheden artık azade kalmış.
Burhanı ile meydanda. Bütün burhanları ile açılmış.
...Oluyor, nefsaniyet meselesi
oluyor. O hâlde, bu kadar burhanı ile açık olduğu hâlde, cephe alınca, onu
nefsaniyet meselesi yapıyor. İnat meselesi oluyor. İnat! O insanın
aleyhinedir. İyi şey değildir, o. Aleyhine!
Ebu Cehil nefsaniyet meselesi yaptı, yıkıldı gitti. Şey değildi. Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisini kabul etmeyen bir adam değildi. Fakat sahte benliği, çok fena bir
şeydir insanlarda o, mani oldu.
Hani dedim ya. İnsanlar bazen
böyle kendi kendine “Ben yarattım!” der. Utanmaz ağaran saçından. Sıkılmaz
ağaran tüyünden. O kadar kuvvetin kudretin var, tüyüne sözün geçmiyor. Sıkılmaz
mısın hiç? Düşünmek lazım bir defa insan. Bir davayı ortaya atmalı ama o davayı
ispat etmeli. Sen o kadar acizsin ki, ağaran saçına sözün geçmiyor. Değil mi?
Hututat-ı veçhiyene sözün geçmiyor. Yüzün sütlaç gibi oluyor. Yaaa!
Ne oluyor, netice itibariyle.
Mânâdan soyundukça, muhabbet
orta yerden kalkıyor. Muhabbet orta yerden kalktıktan sonra ailelerde ünsiyet
kalmıyor. “Efendim, mânâya inanan ailelerde ünsiyet yok!” Lafzen
inanmıştır, gönlüyle inanmamıştır o. Kendi kendine aldatmıştır. İnanıyorum
zannetmiştir. İğne yaptırıp da iğnenin, lazım gelen şeklinin içeriye icrasını
yapamayan iğneye benzer o.
(Anlatamıyorum galiba? Bugün
sıhhatim yerinde değil demek ki o kadar.)
İnsan şu kadar düşünmüş olsa Zât-ı
Bâri’yi, Zât-ı Bâri yani Allah. İnsanı cemad[30]
iken, zî-hayat dilsiz iken, natık[31]
duymaz iken, işiten, görmez iken gören, batını zahirine hatta azasından her bir
uzvuna, her eczasından[32]
her bir cüzüne anlaşılmaz acayip garâip[33]
fıtratla mücehhez kılıp hikmetle doldurduktan sonra, bu kadar istihalat-ı[34]
meşkûreden[35] sonra
insanı başka bir tarz-ı alaniyette kâinatta gösterdikten sonra, artık hayır demenin imkânı
var mı? Senin yapmış olduğun bütün ihtiralar, O’nun yapmış olduğu icadın, birer
aciz numunelerinden çalmış olduğun sanatlardır. Anlatamıyoruz galiba. Maddesini
modelini yapmasaydı yapabilir miydin? Onun içün Hak ve hakikat olmayan
cemiyetlerde, zulüm payidar olur. Hakk’ın cezasıdır. Minterafillah[36]
cezadır o. Minterafillah cezadır. Kudret tarafından verilmiş cezadır.
İman ve aşk fertlerde layığı ile
yer ederse, onunla insan mücehhez olursa, hakiki medeniyet kurulur. Medeniyet-i fazıla, muhafaza-i haktan ibarettir. Hakk’ı muhafaza etmeyen medeniyete
vahşet-i musanna[37]
denir. Cicili bicili giyin, sahte sahte gül, yarı beline kadar eğil, düşmüş
orada dururken çiğne geç, ne medeniyeti! Niye kendini aldatıyorsun? Bas düğmeye,
bir milyon adamın bir dakikada canını al! Buna medeniyet mi denir? Hasta
hastanede inlerken, kadın vaz-ı haml[38]
ederken, çocuk annesinden memesini bir aylık emerken, piri fani haddizatında
tir tir titrerken, insan uyurken, bir an-ı gayr-ı munkasımda hayata nihayet
verilsin, onun adına medeniyet densin! İnsanlık namında böyle medeniyet yoktur.
Ahlakın tanıdığı, mânânın tanıdığı, böyle medeniyet yok. Medeniyet-i fazıla, hakikat-i
medeniyet, muhafaza-i haktan
ibarettir. Hak, hangi halk arasında taarruzdan masun kalırsa, o halk hakiki
medeniyetin timsal-i mücessemidir[39].
Çünkü büyük Kitap öyle der: “Medeni olmak isterseniz; Hakkı tavsiye edin, sabrı
tavsiye edin, der. Hak tavsiye edilmeyen, sabır tavsiye edilmeyen sahada
medeniyet olmaz.” der. Anlatabildim mi
acaba?
[40] وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Elbette, O güzel söyler. Yaa.
Hakkı tavsiye eder. Sabahleyin çıkarken bu niyetle hiç birimiz çıkıyor muyuz?
Bir kederli yüzü güldüreceğim niyetiyle bir gün kapıdan çıktın mı? Güldür
güldürme fakat kendi kendine aşk ile düşündün de: “Ben de insanım. Hilkat-i âlemde
beni, Kudret herhangi bir mahlûk-u süfli olaraktan meydana getirmemiş; bende
imzası var, beni birçok sıfatları ile mücehhez kılmış. Bugün, Ya Rabbi beni
acaba nerede kullanacaksın? Hiç olmazsa bir kırık kalbe bir sürûr benim elimle
ilka ettirebilecek misin?” diye bir gün niyet ettin mi? Birçok cicili bicili
sözler, birçok oturmalar kalkmalar, fakat böyle bir niyet var mı? Var. Varsa
ooo! Barekâllah. Tebrik ederim, hiç korkma. Hazreti insansın.
Herkesin ağzında bir adalet
kelimesi dolaşır. Adalet her şeyde hakkı kabul etmektir. O ne kadar zor
şeydir, adaletin tarifi bu. Adalet, adalet herkesin. Her şeyde… İlk önce kendinden
başlayacaksın. Biz bakıyoruz ki karşımızdakinden, adalet yapıyor mu diyerekten.
Kendine baksana adalet yapıyor muyum diyerekten. Hiçbir gün kendin üzerinde “Ben
adil adamım.” diyerekten tetkik ettin mi? Kendisinde bu kaideyi tatbikata
başladığı gün, sahne değişir. Derhal işin şekli değişir. Kendinden başlayacaksın.
O vakit aile teşkilatı değişir. Çocuklar başka türlü yetişir. Bambaşka olur.
Olmuyor. Zor oluyor. Kendin içün değil, kendini gösteren insan içün şöyle bir
damla kan gibi yaş akıttın mı? Yaa! Geldi mi şöyle bir. Bir insanlık namına
ağladın mı? Sinirlerin bozulduktan sonra böyle her dakika gözünden yaş gelir. O
makbul değil o. Sinirleri bozulur insanın. Asabda bir şey olur, o her vakit
şey. O değil. Öyle sinirlerin böyle minirlerin tam-u sıhhâ[41]
iken. Kalbinde rikkat hâsıl oldu mu?
Ey eşk-i revân ateş-i seyyâle[42]
kesil.
Böyle bir eşk-i revân oldu mu?
Böyle bir gözyaşı oldu mu?
Ey eşk-i revân, ateş-i seyyâle
kesil.
(Yoruldunuz galiba. (hayır,
hayır) Ne bileyim herkes öyle bir tuhaaaf duruyor. Ya yoruldunuz, yahut bitmedi
mi diye bekliyorsunuz.)
Ey eşk-i revân, ateş-i seyyâle
kesil.
Ya hûn[43]
ile âlûde[44] olup
lale kesil.
Bak söylenmemiş sözdür. Ya hûn
ile kan ile âlûde olup, karışık olup. Lale, lalenin rengini bilmiyor musun?
Lale kesil. Böyle bir gözyaşın oldu mu?
Ey eşk-i revân, ateş-i seyyâle
kesil
Ya hûn ile âlûde olup lale kesil
Dürr[45] olmana imkân yok ise şimdi senin
Verdi ruh-ü dildâra
düşüp jale[46] kesil.
Olmuyor, bizde olmuyor. Bu aşk bu
iman bu mânâ gönül zenginliği olmayınca bir şey alınmıyor, neticeler alınmıyor.
Evvela geçimlerden alınmıyor. Tabi aileler, o yuvalar, bir milletin
mukadderatının parçalarıdır. Olmuyor. Acı. Beşeriyetin ekserisi mağlub-u
nefsaniyet olarak yaşıyor. O âharın hukukuna tecavüze başlatıyor, netice
alınmıyor.
Nesep; bir çocuğun, (dikkat edin
buraya) cemiyete hayırlı olabilmesi içün insanlığa hadim olabilmesi içün bir
tek kelime ile örfün kullandığı camialı kelime ile yüksek adam olabilmesi içün.
Bu kelimeyi söylemiyorum çünkü yüksek adam dendi mi parası marası çok, masası
filan büyük, o geliyor adamın aklına. Onu da nasıl söyleyeyim bilmem ki,
anlatamıyorum ben. Maâlî[47]
insan olabilmesi içün anasının babasının birbirine çok bağlı olması şarttır.
Böyle dedi, Hazreti Muhammed aleyhissalatü vesselam. İki taraf yekvücut olacak
kadar, birbirinde vefayı görmesi şarttır. Birbirine. Ne erkek uşak mevkîine, ne
kadın hizmetçi mevkîine düşmemesi esastır. Aile hukukunda mânâda, ahlakta.
Uşağa hakaret hizmetçiye hakaret değil. O mânâyı almayın. Vazifelere ayrılmış
çünkü. O mânâ da değil. Vazifelere ayrılıyor. Burada mânâ çok titizdir, çok.
Çok titiz davranır. Biz tabi konuşuyoruz sohbet ediyoruz ahlakın. Deden… Neyse
oraları kalsın.
Hülâsa: Nesep, tezhib-i[48]
ahlaka ülfet ve muaşerete,[49]
hüsn-ü terbiyeye, ziyade şefkate bağlıdır. Sen “Benim nesebim devam
etsin.” dersen, buraya dikkat edeceksin. Benim nesebim devam etsin, dediğin
dakikadan itibaren tezhib-i ahlaka, ülfet-i muaşerete, hüsn-ü terbiyeye ziyade
şefkate bağlıdır. Böyle dedi, büyük Ahlakçı. Bu kaideyi kurdu.
Mesela, nasıl anlatayım bu aile
hukukunda, bizim mânâmız o kadar nazikti ki, belki sen onu beğenmeyebilirsin,
olabilir ya veyahut beğenirsin. Ben bilmem. Bir topluluk vardı. Her evde,
birikmiş bir hazine vardır. Acayip öyle mi? Evet! En fakirin evinde dahi,
birkaç ay, belki bir iki sene yiyebilecek, müddehar[50],
bir hazine vardır. Nereden birikmiş o? Muhabbetten. Feyz-i bereketten. Akl-ı
hikmetten. Mazhar-ı basiretten. İffet-i istikametten. Daha sayayım mı?
Zerafet-i fetanetten.[51]
Sandığın dibinde üç altın, beş altın, bir ziynet altını, iki beşi bir arada.
Yalancı çiçek getiriyor. Kudret ne kadar hayali bozmuş. İcabında o bir altın
fiyatına. İki gün sonra toz konuyor toprak konuyor, müzahrafata[52]
İnkılâp ediyor. Öteki dört tane beş tane olduğu dakikada en sıkıştığı zaman da
bir aileyi bir sene geçindiriyor. Anlatamıyoruz galiba?
Semtin ihtiyar bir annesi, o
semtin yardım sandığı. İsim koy sen. Ne bileyim, sen nasıl isim korsan koy.
İtimat var, sen bana inanmışsın ben sana inanmışım. Muhterem anne yahut neyse
onun kendine ait sıfatı neyse o semtte o tesmiye edilir. Filanca adam evlenecek
fakat vaziyeti müsait değil. Evlenenle ev yapana Allah yardım eder. Ona
yardım edene de Allah yardım eder. Gönlünü bir yere bağlamış. Ne o? İman.
Yük kaldırıyor bak. Konuştuğum mevzûun misalini vererek, konuşmaya nihayet veriyorum.
“Bana gelsin” gönderirler. “Al oğlum on tane altın.” Ama o demiyor ki, on
altınla şimdi der ki mesela: “İyi ama gelinlik yapacağız on bin lira lazım!” Bu
kıyamette de giyilecek mi bu(?) Hani nâmütenâhi mi bu hayatında? Yoo ne kadar?
İşte bir evlenme dairesine gideceğiz, ondan sonra geleceğiz, belki bir gün daha
filan, ondan sonra ne olur bu? Gördü insanlar, o olur. Ceza, Kudret tarafından.
Anlatamıyoruz galiba, ya?
On bin, elli bin, yüz bin üüüü, benim
bildiğim kısa rakamlar. Benim saham küçük de o kadarını görüyorum. Mini mini
gözlerimle böyle o kadarcık. “Al sen bunu.”
Bir defa bir cam şey gelmiş, ismi hafızama gelmedi, deden zamanında
buraya. Gayet güzel. Kaldırmış atmış. Buna çok para gider demiş. Bu kadar şey
netice.
Evveli söylenirdi benim
çocukluğumda, bir bakır takımı verdiler, mesele bakır takımında değil, biz
birinci cihan harbinde, o evlerden topladığımız bakırlarla düşmana karşı
geldik. Bugünkü toplanacak çanak çömlekle kapıdan dışarı çıkamayız. Çöpçüye
attırmak içün para da bulamayız. Anlatamıyor muyum acaba? Yoo, memleket
hesabına değil mi? Lazım oldu, seve seve herkes bakırını, hepimiz cayır cayır,
cayır cayır verdik.
Birinci cihan harbinde yaşayanlar
bilir. Ama görenek; kafalar birden tekâmül edecek, birden toplanacak, birden kalkınacak,
birden teâli edecek. O teâli edebilmeklik içinde, mânâ ile madde ile
birleşilecek, olacak. Herkesin elinde var o. O on altını alan adam, beş altını
alan, neyse kudretine göre, saha-i cemiyetine göre, neyse, o da alırken neyse
canım. Şimdi öyle der. Faka bastırdık, der. Verme niyeti yok ki. Hayır. Zavallı
kim kimi bastırdı haberi yok. Farkında değil.
Gönül birleşmesi ile birleşme
olmuyor. Yine cümleyi topluyorum. Nesep; tezhib-i ahlaka, ülfet-i muaşerete,
hüsn-ü terbiyeye, ziyade şefkate tabidir, dedi Hazreti Muhammed.
Bunları iyi düşünürdü. Mesela
Hakk’ın ismini unutmayayım diyerekten karı koca birbirini “Huu” diye çağırırdı.
Belki senin hoşuna gitmez. Anlatabiliyor muyum? Şimdi uşak hizmetçi gibi
çağırır. Daha şık gelir o. Hak isminden daha şık! “Hu” derdi o ona “Ya huu”
derdi. Anlatabiliyor muyum acaba? Çünkü “Hu” Hakk’ın ismidir. O isimle
çağırırsa ona hakaret edebilir mi? Nasıl hakaret edebilir. Hem “Hu” ismi ile
çağırsın hem hakaret etsin. Ama Veli, Pakize filan deyince o ona çanak çömlek
öteki ötekine şu bu, yerinde hepsi. Tastamam. Çok güzel. Anlatamadık yine
galiba. Yoo. Abes fiil işlemez Allah. Her şeyi yerinde. Hem “Huu” ismi ile çağırsında
hem de ondan sonra, nasıl olur? Olmaz ki o. Anladın mı? Yaa, hepsi yerinde. Yaa!
Resul-ü Ekrem, Ukkâf İbn-i El-Hilâlî’ye[53]
soruyor. “Evli misin?” Öyle sual, sual buyurmuş. “Hayır” demiş. “Yazık sana Ukkâf,
çok teessüf ederim, sen demek ki ihvan-ı şeyatindensin.” Ondan sonra bu nesep
bahsini açıyor. Bu mevzû uzun sürecek, saatiniz kaç? Ooo. Bunu uzun boylu izah
etmiş. İzah ettikten sonra, aile hukukunu tarif etmiş, nasıl olur diyerekten.
İsterdim o tarifi yapayım size ama hâlim yok. Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Bedia: Nâdide
ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
[2] Penâh: Farsça Sığınma. Sığınacak yer.
Dayandığı nokta
[3] Hud’a: Hile aldatma
[4] İdbar: Geriye
gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik.
[5] Kalp: sahte
[6] Tatlik: Boşamak.
Karısını terk edip nikâhını feshetmek.
[7] Mutallaka: (Talak. dan) Boşanılmış kadın.
Bırakılmış, nikâhı bozulmuş.
[8] Aler-re'si-vel-ayn:
Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine
karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)
[9] İ'zaz: Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram
etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.
[10] Muâhaze/ Muâheze: Hesaba
çekme, sorgulama, Paylama, Azarlama, Ayıplama, Kınamak, kişiyi suçu karşılığında cezalandırmak.
[11] İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını
anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek
[12] Mütaffifin Suresi 14’ncü Ayet-i Kerime كَلَّا بَلْ۔
رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ Meali: Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların
kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.
[13] Yunus Suresi 32’nci Ayet-i kerime: فَذٰلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمُ
الْحَقُّۚ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ اِلَّا
الضَّلَالُۚ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ
Meali: İşte o Allah sizin gerçek Rabbinizdir. Gerçeğin
dışında sapıklıktan başka ne vardır? O halde haktan nasıl
çevriliyorsunuz?
[14] Velûd/ velût: (Ar. vilādet “doğurmak”tan velūd)* Çok
doğuran, doğurgan. *Çok verimli, çok semereli, çok eser veren.
[15] Mübrem: Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan. Acele yapılması
lüzumlu bulunan. Elzem.
[16] İttiba': Tabi'
olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme.
[17] Casiye Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime اَفَرَاَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ وَاَضَلَّهُ اللّٰهُ عَلٰى عِلْمٍ
وَخَتَمَ عَلٰى سَمْعِه۪ وَقَلْبِه۪ وَجَعَلَ عَلٰى بَصَرِه۪ غِشَاوَةًۜ فَمَنْ
يَهْد۪يهِ مِنْ بَعْدِ اللّٰهِۜ اَفَلَا تَذَكَّرُونَ
Meali: (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini
kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını
ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu
Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?
[18] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek
[19] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i kerime وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri,
elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi
davrananlarla beraberdir.
[20] Şems Suresi 8’nci ayet-i Kerime فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا
وَتَقْوٰيهَاۙۖ
Meali: Sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki,
[21] Masun: Korunan, mahfuz, emin, muhafaza
olunan. Sâlim, sağlam.
[22] Temayülât: (Temayül. C.) Meyiller, sevgiler,
muhabbetler.
[23] İnfialat:
(İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler.
Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
[24] Alaim: İzler. İşaretler, deliller.
(Bak: Alamet)
[25] Mücehhez: Noksanları tamamlanarak
hazırlanmış, lüzumu olan silâh ve sair şeylerle donanmış. Cihazlanmış.
[26] Metalib: İstekler. Arzular. Taleb edilen
şeyler
[27] İlhad: Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden
dönmek. Allahın varlığına, birliğine inanmamak. İmânsızlık.
[28] Câmid: (Câmide) Ruhsuz, sert, katı madde.
Cansız
[29] Berahin: (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler.
Bürhanlar.
[30] Cemad: Cansız ve kurumuş olmak. Yağmur
yağmayan yer. Sütü olmayan deve. Donmuş, katı cisim.
[31] Natık :Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak
eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen.Altın ve gümüş gibi
olan mal.
[32] Eczâ:(Cüz.
C.) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. Ciltlenmemiş kitab ve saire.
Cüz'ler, parçalar, kısımlar.
[33] Garaib:(Garib. C.) Acaib şeyler. Hayret
edilecek şeyler. Tuhaflıklar.
[34] İstihalat: (İstihale. C.) Değişmeler,
başkalaşmalar.
[35] Meşkûre: Şükür ve teşekküre lâyık olan, teşekküre değer,
övülmüş, beğenilmiş.
[36] Minterafillah
Allah tarafından.
[37] Vahşet-i
Musanna: Sanatlı vahşet
[38] Vaz'-ı Haml:
Doğurma.
[39] Mücessem(e):Cismi olan. Dış duygularımızla
bilinip varlığından haberdar olduğumuz şey. Varlığı görünen. Cisimlenmiş olan.
Bir şekli gösteren. Uzunluğu, genişliği ve kalınlığı olan cisim. Şekillenmiş.
[40] Asr Suresi 3’nci Ayet-i Kerime اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Meali: Ancak iman
edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine
hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır
[41] Sıhhâ: Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve
müteallik.
[42] Ateş-i Seyyale: Ölümün akışkan (akıcı) ateşi.
[43] Hûn:Kan, dem
[44] Âlûd/ Âlûde: Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış
[45] Dürr:(Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci
tanesi.
[46] Jale: Farsça
Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem)
[47] Maâlî: Şerefler. Yükseklikler. Yüksek
fikirler. şerefli vazifeler.
[48] Tezhib:(Zeheb.
den) (C.: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı. Süsleme.
[49] Muaşeret: Birlikte
yaşanılanlar. Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet.
[50] Müddehar: Biriktirilmiş,
yığılmış. İstif edilmiş. İddihar edilmiş
[51] Fatanet
(Fetânet): Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış
[52] Müzahrafat: Atıklar,
süprüntüler. Yaldızlı pislikler, süslü yalan sözler.
[53] Diğer kaynaklarda Akkaf bin Bişr olarak da geçiyor.
0 yorum:
Yorum Gönder