042 (19.04.1959) 65 dk (86)
Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın membaı
akıl, aşktan doğan ahlakın da menbaı kalp olduğunu, söylemiştik. Gerek akıl,
aşk, vazife, kalp, bunlar mânâ-i insaninin birer vasfı bulunması dolayısı ile mevzûun
en mühim rüknünü insan mefhûmu teşkil etmektedir.
İnsan nedir? Bir sureti var insan dendiği vakitte, bir de mânâsı var. Sureti; âlem-i hilkate raptedilmiş, bağlanmış, alakalandırılmış. Mânâsı da âlem-i kudrete. Zahirde yani sureti itibariyle elli, altmış, yetmiş, seksen kiloluk, et kemik kan torbasından ibaret. Mânâsı, hakikati itibariyle, eşyanın varlığını muhit. Her konuşmada tekrar ettiğim gibi; sureti iki metre uzunluğunda bir çukura girebilir, fakat vicdan-ı kibriyası, mânâsı, kâinatı kaplar.
Nedir bu insan? Onun o cephesini
insani takatle anlatmaya imkân yok. Bugün hakiki hüviyetini hiçbir kimse ortaya
“budur” diye koyamaz. Kudret, ne acip cilvedir ki, kendisini kendisine
bahşetmiştir de insan kendisini kendisi yakalayamaz. Ve bu âleme gelmemizdeki
gaye de kendimizi görmektir.
Aslımızı bulmaktır, mebdeimiz ve maâdımızla ünsiyet tedarik etmektir. O ara
yerdeki hadiseler, işin eğlencelerinden ibarettir. Gölgedir, hayaldir.
Fakat ne acı bir hakikattir ki, bugünkü
beşeriyette o gölge avına tutulmuştur. Zira heva-i nefis, hırs, tamah, insanı
Hakk’a değil de ona şikâr[1]
eder. Hakkın avı olmayız da ona av oluruz. Gel, denir denmez birdenbire
uyanırız, o vakit de faydası olmaz. İnsan, kendi iç âlemindeki varlığı ile yani
mânâsı ile baş başa kalırda geliş ve gidişindeki gayesini düşünmeye başlayacak
olursa teâli terakkiye doğru yol almış denir, ahlakta. Bir takım sualler sorar.
Bunu her konuşmada tekrar ediyorum. Ve istiyorum ki bu kısım yayılsın. Bunu hepimiz
bilelim ve üzerinde durarak yürüyelim. Belki Kudret, bize acır da hilkatteki
gayeyi duyurur; bir kâm[2]
alırız, bir netice alırız.
Görüyorsunuz, görüyoruz. Bugün
insanlar fikren çok yükseldiler. İlmen parladılar. Felsefede akılları
durduracak kadar yürüdüler. Fenlerinde, sanatlarında, ne diyeyim, hayli
merhaleler katettiler. Denizin dibinde gidiyoruz. Dünyanın bir ucunda
oturuyoruz, diğer ucuyla görüşebiliyoruz. Fezalarda dolaşıyoruz. Bir cilm-i
sağiriz[3],
ufak bir varlığız zahirde. Fakat çok büyük varlıklarla boy ölçüşebiliyoruz.
Tabiatın esrarını elde etmişiz. Mevcûdiyetin perdelerini tecessüs[4]
tırnakları ile yırtmışız. Hatta hücregâh-ı lahûtiye[5]
bile nazar-ı istikşaf[6]
ile korkmadan hamleler yapmışız. Mütenevvi[7]
varlığın hazinedarı olmuşuz.
Bu kadar ilerlemişiz. Fakat
vicdan; o vicdan ki, âlem-i mualla-i melekûta mensup bir nur-u irfan, bir vedia-i
yezdandır. O mânâ-i vücûd ile o nur-u irfan ile bir alaka peyda edebilmiş
miyiz? Onun infialat[8]
ve tahavvülatında[9] neler
keşfedebilmişiz, farkında mıyız? Afitab-ı muhabbetin, o büyük hidayetin lemeân[10]
ettiği membaı görmeklik aşkını, arzusunu, nereden doğduğunu o güneşin, istedik mi aradık mı? Bulmak zevkini duyduk
mu? Bunun farkında mıyız, değil miyiz? Farkındayız, o hâlde beşeriyet niye
inliyor? Neden ah sedası kesilmiyor?
Fenni yükselmiş, ilmi terakki
etmiş, felsefesi fikirlere hayret bahşetmiş. Bu kadar geniş varlık içerisinde
neden gönüllerde bir sefa yok? Serveti olanın da yok, masası olanın da yok. Mevzîi
konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi üzerinde en büyük câha malik olanın da yok.
Nüçün, insanlık âlemi buna bir rapor tedarikine gitmez. Membaını aramaz. Neden
insanın sureti ile meşgul de mânâsıyla meşgul değil?
Her meyvenin bir sureti vardır.
Onun mânâsı lezzetidir. İnsanın da bir sureti vardır. Onun mânâsı, onun mânâsı
nedir işte? Onu niye aramıyoruz? İnsanda da suret, mânâ denilen bir varlık var.
Meyve dendiği vakitte, umur-u hariciyede misal veriyorum ki daha iyi anlaşılsın
diye. Görüyorsun bir elmayı, o bir surettir. Görüyorsun bir şeftaliyi, o bir
surettir. Görüyorsun herhangi bir meyvenin zevahirini, o bir surettir. Fakat
tadıyorsun, bir lezzet alıyorsun. Almış olduğun lezzet onun mânâsıdır.
İnsanın da görünen bu kalıbı
suretidir. Onun mânâsı nerdedir? O mânâyı neden kaybetti beşeriyet? Tabiatın
hemen hemen bütün esrarını elde eden mevcûdiyetin perdelerini tecessüs
tırnakları ile parçalayan beşeriyet mânâsını niçün kaybetti? Niçün inliyor?
Neden birbirinden haberdar değil?
Bugün insanlık âlemi icabında
canavarları utandırtacak kadar vahşet irtikâp ediyor. Geçen konuşmamda dediğim gibi; bir düğmeye
bas bir milyon, daha yüksek adet insanın canı birden çıksın! Henüz annesinin
memesinde süt emerken, memesini dahi kendi eliyle bulamayıp, böyle eliyle
annesinin yardımı ile ağzına verilirken, sinn-i şeyhuheti[11]
gelmiş, gözleri nur-u rüyetten kesilmiş, piri fani ne bileyim. Nice aciz zayıf,
nice kavî, bir an-ı gayr-ı münkasim de hayatına nihayet verilmek, bu bir
medeniyet işareti midir!?
Beşer bu hâle medeniyet dedikten
sonra; Kudret, onu medeniyet diye kabul eden camiaya merhamet eder mi
zannedersiniz? İnsanlar hangi hâle razı olurlarsa Kudret, onların rızasına
muvafık fiiller hâlk eder. “İsti’dat bunu istiyor.” der ve onu hâlk eder.
Ona medeniyet denmez, vahşet-i musanna’[12]
denir? Neden?
İnsanlık âleminden biraz evveli
söylediğim gibi mevcûdâtın ilk sermayesi olan o muhabbet varlığı kalktı.
Muhabbet insanda acımak hissini meydana getirir. Muhabbeti olmayan kimsenin
merhameti olmaz. Merhameti olmayan kimseden muhabbet beklenmez. Filan adamın
merhameti yok, hilkatte muhabbetten nasibi yok. Filan adamın muhabbeti var,
elbette merhameti var.
Neden birbirimizi küçük
görüyoruz? Niçün mevcûdâta nazar-ı hakaretle bakıyoruz? Ufak bir şeyi bilir
bilmez, onu kendimizin zannediyoruz da sahib-i hakikisini aramaksızın “Bu benim
bilgimdir, ben bunu yaratırım, bu kudret benimdir!” diyerekten, zavallıca
kendimize nefsimize tapmaya kadar kalkıyoruz. Nihayet her şeyin ariyet olduğunu
her an huzur-u ilmimizle, huzur-u şuhûdimizle müşahede edip gördüğümüz hâlde ne
vakite kadar bu gaflette kalacağız? Yaratırım sevdasında bulunan bir kimse
ağaran saçına tüyüne sözü geçmez, hiç sıkılmaz mı? O kadar kavîyim diye gezen,
yere sert basan, semayı deler gibi bakan nazara sahip olaraktan yaşayan adam;
uykusu geldiği vakitte kafasını oraya eğdirir, bu tarafa eğdirir, gözünü açar, zaptedemez.
Ona dahi sözü geçmez. Hilkatte bu kadar da zavallı olduğunu idrak etmez mi?
Ben senden emin değilim sen
benden emin değilsin? Hâlbuki biz, birimiz birbirimizden emin olarak yaşamak içün
bu âleme gelmişiz. Fakat ben senden emin değilim. Haklı olarak sen de benden
emin değilsin. Bu büyük varlığı kaldıran nedir? Bunu niye aramıyoruz? İnsan
habersizce birçok mertebeler katetmiştir. Öyle değil mi?
Bidayet-i hilkatini düşünecek
olursan, ne kadar meratibden[13]
geçmişsindir. Ve bunlardan Kudret seni taciz etmeksizin, habersiz bir şekilde
geçirmişdir. Cemad[14]
mertebesinde bulunmuşsun, nebat devrelerini geçirmişsin, maadin[15]
âlemine uğramışsın, hayvan derecelerinden geçmişsin, nutfe olmuşsun, nihayet
mudga[16]
olmuşsun, alaka olmuşsun. Bu devreleri geçirdikten sonra rahm-ı maderde
tekevvün[17]
etmişsin, akıl canibine[18]
gelmişsin, nihayet bu âleme gelmişsin, bu âlemden de artık mânâ âlemine
geçeceksin, niçün inanmıyorsun? Geçirdiğin habersizce meratibi, mertebeleri
birer birer gözünün önüne getirdikten sonra mânâsız yaşamanın imkânı var mı?
Neden ruh-i hayvaniyi, bu faniyi bir baki ile değiştirmenin çaresini aramıyoruz
da halkın şikârı oluyoruz da Hakk’ın şikârı olmuyoruz?
Hâlbuki insan mevcûdâtın gözüdür.
Kudret, bize ayrı imtiyaz vermiştir kardeşim. Bizim hususi bir tecellimiz var. Mevcûdât
içerisinde, Allah imzasını bize va’z etmiştir. Bizde ayrı bir imtiyaz var.
Esrar-ı zâtiyesine agâh ve sıfatı subhâniyesine layık bir kabiliyette hâlk
etmiş. Yer üzerinde de naib-i Hak kılmış, kerremna tacını giydirmiş. Ruh-u menfûh
ile tekrim etmiş, nihayet insan diye tesmiye etmiş. Enisinde “Ben” demiş. Nerdee?
Hiç alakası bile yok.
Hemen hemen her konuşmada tekrar
ettiğim gibi geliş ve gidiş de ihtiyârımız var mıdır? Bu cümle bütün mevzûu
halleder. Yani sordular mı: “Beyefendi, hanımefendi teşrif eder misiniz? Bir
dar-ı belvâ vardır. Dünya denilen bir âlem-i iptila vardır.” Dirliği kısa,
öyledir. Biz bir şey zannederiz amma bir şey değil. Hiçbir şey değil. Zahirde
çok tatlı gözükür fakat hakikatte içinde semm-i katil vardır. Geçen konuşmamda
söylemiştim, büyük zât Hazreti Ali, evladına vasiyet ederken öyle diyor. İkbalinde
hud’a[19] vardır,
idbarında[20] fecia
gizlenmiştir, diyor.
İkbalinde hud’a vardır,
idbarında fecia gizlenmiştir. Öyle değil midir? Kâinat, nâmütenâhi yaşasa
bu cümleyi cehr[21]
edebilmek kabiliyetinde bir varlık meydana gelemez. Hadise aynı hadise olur,
sen gülersin öteki ağlar. Nasıl hüküm vereceksin? Bir hadise ortaya gelir, ona
sen gülersin karşındaki ağlar. Yahut sen ağlarsın öteki güler. Yahut sen de
gülersin öteki de güler, buradaki ağlar, buradaki ağlar. Nasıl karar
vereceksin? Uzun boylu söyler söyler de “Kavval olmaktan ziyade faal olmanı
isterim.” Yani sözü ağzından çıkar koluna getir. Bu âlemde söz adamı olma,
iş adamı ol. Zira büyük Kitab:
[22] اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ
اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا
Öyle ferman buyuruyor. Mânâ tahsil edilecek olursa, Allah
diyor ki: “Ben ölümü ve hayatı insanların hangisi daha güzel amel
yapabilecek, birbirlerine anlatabilsin içün yarattım.” diyor. Hangisi daha
güzel iş yapabilecek? Bilmem anlatabiliyor muyum acaba? Demek oluyor ki insanın
asıl hilkatteki gayesi amel oluyor. İş. Bir insanın kalbi ne kadar temiz olursa
olsun, ne kadar pak olursa olsun, amelsiz bir kalp kıymetsizdir. Fakat maalesef
bizde bunlarda ters anlatılmıştır. “Sen benim kalbime bak!” derler. Ne bakayım
ben senin kalbine? Allah mıyım ben(!) Bir kalpde ne varsa dışarıya o sızar.
Bunda ne varsa dışarıya sızan odur. Bunda ne bulunursa dışarıya o sızar. Bunda
gaz varsa su sızmaz, bunda süt varsa su sızmaz. Bunda ne varsa o sızar. Bir
kalp ne kadar pak ve temiz olursa olsun, amelsiz mi? Kıymetsizdir, Kudret
nazarında. Senedin var mı? İşte:
اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ
وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا
Üzerinde dur, bin konferans yap. Binlerce cilt kitap yaz.
Allah öyle diyor. “Ben ölüm ve hayatı insanların hangisi daha güzel amel
yapabileceğini bil-fiil meydanda gösterebilip, kendi kendilerine
tanıttırabilmeklik içün yarattım.” diyor. İmtihan edelim kendimizi, ne gibi
güzel hâlimiz var, hayatta hangi güzel işi işledik, kendi nefsimiz
olmaksızın? Belki işlemişizdir ama
nefsimiz varsa o Hak namına yapılmış iş değildir. Kendi nefsin olmayacak. Diğer
bir fermanda:
[23] لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ
نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ
النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ
نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمً
Şimdi ahlak mevzûuna taalluk etti de bu mânâdan büyük
fermanı size anlatmak zaruretini gördüm. Dersin ki: “Çok temennide
bulundum, o kadarda dua yaptım, o kadar
da niyazda bulundum, hiçbirisi çıkmadı.” deriz ya. Tabi ben, sizi ahlak mefhûmunu
dinlemek ve ona kıymet vermek zevkiyle mücehhez bir hâldesiniz diye, bu mevzûa
girdim. Yoksa maddenin kesafetinde bulunan ve hilkati tesadüfün bir neticesidir,
diye kabul eden, kendisinide bu mevcut içinde tekâmül etmiş bir hayvanım diye
yaşayan bir kimsenin konuşma şekli değil. Onun konuşma, onunla konuşma şekli değişir.
Fakat ben, sizi: “Ben hilkatin inceliklerine vakıf oldum. Geliş ve gidişimdeki
gayeyi duydum, binaenaleyh benim bu âlemde halledemediğim mevzû var. Henüz adalet ve
zulüm mevzûları bu hilkatte hâl olunmaz. Akıl burada durur ama hiçbir zerrenin
de abes halk edildiğini de görmüyorum. Esrar-ı Kudret’in saltanatında aklımın
takıldığı nâmütenâhi vardır, bunun açılacağı bir an var, bir âlem var.”
zevkiyle yaşıyorsun diye bu kısma girdim. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Ebediyet mefhûmu kabul edilmedikçe ahlak mefhûmu girmez.
Tutmaz ahlak mefhûmu. Ona imkân yoktur. Neşhet-i saniyeyi, ikinci hayatı, bir divanı, büyük bir
zevki kabul etmedikçe, her gün takvim-i insanisinden bir yaprak koparırken “Ben
aslıma kavuşuyorum.” aşkıyla yaşamadıkça, ahlakın ne temeli atılabilir, ne
inşâsı yapılabilir. Ona imkân yoktur. Olmaz o. Ve o zevkle yaşamayan kimseden
ahlak beklemek kadar hamakat[24]
yoktur. Ve o programındadır, doğru yürür
o kendi gayesine göre. Girmemiş o programa gayet doğrudur, o. Neden vefa
göstersin, niçün acısın? Neden muhabbeti olsun? Niye hürmet etsin? Nüçün
merhamet etsin? Bunun membaını kabul etmiyor. Ufak bir misal vereyim sana.
Nedamet, mânâ istilahında tövbedir. Anlatamıyor muyum yahu?
Gözler bir tuhaf bakıyor bana. Örfün istilahında nedamet, Kudret’in emrinde
tövbedir. Buna inandı mı bir adam, bir mücrim gönlü ferahlar. Bunun aleyhinde
bulunur mu? Zira nedamet kapanmış kapıları açar. Anlatamıyor muyum? Kıvrım
kıvrım kıvranırken, kasvet içerisindeyken, hataların seni recm ederken, bir
yerden bir merhamet eli uzanmış. “Nedamet et de görmemiş olayım.” diyor. E o
nedameti yaptığın vakitte burada bir ferahlık olmaz mı? Bu ferahlığı bahşeden
şeyin aleyhinde bulunulur mu? Bunun aleyhinde bulununca oradan ahlak beklenir
mi? Olmaz. “Niyaz ettim ettim, yalvardım yalvardım da bir türlü olmadı!” der iseniz,
Kudret kendi cevap veriyor.
لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ
نَجْوٰيهُمْ
“Sizin bol bol yalvarmanız, dualarınız, niyazlarınız,
münacatınız, Benim ind-i sûbhanimde hiç hayrı olmaz. Hiç!” Öyle mi? Öyle. Kendi
öyle diyor.
لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ
“Onların çok münacatlarından, çok yalvarmalarından, onlar
hakkında bir hayır bekliyorlarsa yok, imkânı yoktur.” diyor. Yok. Münacatın
niyazın kabul olması için şartını, Kudret gösteriyor.
اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ
Evvela içlerindeki düşmüşleri kaldırsınlar. Zor iş bu. “Ben yalnız kendimi
düşünüyorum!” Evvela kendi içlerinde merhamete geçsinler; birleşsinler, nifak
zamanı değildir, vifak[25]
zamanıdır. Müteaddit vücutta bir ruh olarak yaşamaklığı gaye ittihaz etsinler,
aralarında düşmüş olmasın. Buna niyet etsinler. Göreyim bir defa bunu. Bir,
birinci şart:
لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ
نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ
Ne kadar kötülük varsa güzel diye kabul etmişler! Gönül
âlemine dönsünler. Hak ve hakikate talip olsunlar. Kinden gayzdan kurtulsunlar.
Haset, kin, gayz; kötüyü iyi, güzeli çirkin gösterir. Geçen konuşmada misal
getirdiğim gibi, hatta en yakının olan güzeli çirkin gösterir. Yusuf’un kardeşleri
mahbub-u cihan olan, mahbub-u kulup olan, şöhret afak-ı cihan olan Yusuf’u
çirkin görüp de imhasına karar verdikleri gibi. Anlatamıyoruz galiba. Marufu
meydana getirsinler, yani iyilik üzerinde birleşmeklikte kalplerini
birleştirsinler. Bir adam, Kudret’e kendisinin niyazını kabul ettirebilmesi
içün evvela gayesi bu olacak.
Üçüncü şartı: اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ
النَّاسِۜ
İnsanlar arasında sulh-u selameti nasıl yapacağım, diye
çırpınsınlar.
Biz bakarız ki biraz daha ne var bakalım. Canım birinin
ayağı kaymış, zevk almasana. Zevk alırız, dedikodudan! Dedikodu bizi yıkmıştır.
Mahvetmiştir. Onun için ahlak, hissiyattan ziyade akl-u fikre ittibâ[26]
eder. Hak ve hakikat muhabbeti esas-ı hidayet tutar. Bundan dolayı ilme kıymet
verir. İlmin kıymeti buradan çıkıyor. Bundan dolayı ilme kıymet verir.
Binaenaleyh, her insan sulûk ettiği, yani kendisine
ayırmış olduğu, mesleği neyse, hangi mesleği kendisine isti’datı nispetinde,
yaradılışındaki kabiliyeti nispetinde, hangi mesleği intihap[27]
etmişse onun üzerinde çalışmaya sevk eder. O çalışmaya sevk edince o vakit; onu
öğrenmeklik içün ya öğreten âlim olur, ya öğrenici müteallim olur.
Kabiliyeti yoksa âlimde değil, mütealimde değilse ya onu dinleyeni olur. Bunun
dördüncü şeklinde kalırsa, mahvolur gider. Bu üç şekle girdiği vakitte
çalışma o vakit başlar. Yoksa boşu boşuna çalışma, nereden çalışacan? Neyi
çalışacan? Anlatabildim mi? Çalışma yolu bu. Buraya girdiğin dakikadan itibaren
dedikodu kalkar. Meydan yok ki dedikodu edesin. Ben senin kötülüğünü göremem
sen beni göremezsin. Neden? Saha yok, neyi göreceksin?
Ya âlimsin ya mütealimsin ya müstemisin. Yani ya ilmi
öğretensin, ya ilmi öğrenmeye oturansın, ya ilmi öğrenenle ilmi öğrenmek isteyenin
arasında dinleyensin. Artık dedikodu, nifaka meydan yok. İşte çalışma devri
başlamıştır.
Anlatamadık mı? O devir başladı mı teâli
terakki başlamıştır. Neden? Onu Kudret gördüğü dakikadan itibaren, kendi
yürütüyor. Hilkatteki gayenin amel olduğu meydana çıkıyor; çalışma meydana
çıkmıştır, diyor. Doğrudan doğruya yürüyor gidiyor. Demek ki evvela düşmüşü
kaldırmaklığını istiyor. Sonra insanlar arasındaki, biz “bana ne” diyerekten
yaşarız. Devresini kaybetmişiz. Ferdin tekâmülü kâfi gelmeyecek bir ana
kavuşmuşuz. Bu üçü yapılacak,
yapıldığı vakitte de hani bunu neye misal getirdim? Belki iyilik yapar nefsi
içerisindeyken, yine olmaz. Ona misal getirmiştim.
وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ
مَرْضَاتِ اللّٰهِ
“Bunları da kendi nefsi olmaksızın, Beni hoşnut edeyim
diye yapar. Kendi hoşuna gitsin diyerekten değil, Beni hoşnut edeyim diye yapar.”
فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا .
O diyor. “Ne bilir acizdir,
diyor. İsteyeceğini de bilmez. Ben ona öyle veririm ki istedikleri hiç kalır.” diyor.
Acaba anlatabildim mi? “Ne de olsa diyor, isteyeceğini bilmez ki. Zavallı ufak
tefek şeyler ister, diyor. Onun hatırına, kalbine, aklına, mânâsına gelmeyen
şeyleri şan-ı uluhiyetime, Allahlık azametime ne yakışırsa onu o vakit ikram
ederim, diyor. Bu üç şey olmadan nâhak yere hiç hiç çalmasın kapıyı, kovarım.” Anlatabildim
mi acaba?
Deden böyle mânâya gönül vermiş. Dedenin vermiş olduğu mânâ
böyle. Sen onu küçük görme. Yani zavallıymış, öyle filan değil. Her sahada
sahip. Bedeni kuvveti var, mali kuvveti var, mânâ kuvveti var, kafası işler,
gözü görür. Tarihte devre açmış. Muhâli mümkün yapmış. Değil mi? Gemi denizde
yürür, karada yürümez ki, deden karada yürütmüş. Muhâl mümkün olmuş. Gemi
nerede yürür, denizde yürür. Karada yürür mü?
Bire on döğüşmüş. Cihat ile ömrü geçmiş. İlimlere mevzû
vermiş, sanatlara model vermiş. Zulmü gördüğü yere adli koymuş. Cehli gördüğü yere
ilmi va’z etmiş. İnkârı gördüğü yere imanı koymuş. Girmiş olduğu yerde tarih
yazmış, bunlar çıkmasın dedirtmiş. Yok böyle, tarihte böyle insan yok! Medeniyet-i fazılaya, hakiki medeniyete sahip
olmuş, rehber olmuş. Çünkü o anlamış ki Hak nedir, biliyor. Medeniyet-i
fazıla muhafaza-i haktan ibarettir. Cicili bicili giyin, eğil bükül! Yüzünü
güler gibi göster, içinde türlü şeyler olsun. Bu medeniyet mi o?
İki üç konuşmadır söylüyorum, insan haklarını senin
haminnen[28]
dünyaya yaymıştır. Değil mi? Okuması yok, yazması yok, fakat gönlünde öyle bir
iş var ki, öyle acayip gönlü. Muallim-i Hak. “Aman aman, sakın kul hakkı
olmasın evladım!” İşte kul hakkı dediği insan hakkı. Kul hakkı olmasın sakın ha!
Köyünde kasabasında Üç evli yerinde, ağaç kavuğunda kul hakkı olmasın. Niye
bunu söylüyordu? Ebediyete inanmıştı. Demek ki dördüncü muhafız olmadıkça,
insanı muhafaza edebilecek hiçbir kuvvet kâfi gelmiyor. O neden o hakkın
üzerinde duruyordu acaba? Neden duruyordu o. Hiç okuması yazması yokken, böyle
senelerce tetebbu etmemişken, doğduğu gibi yaşadığı hâlde, kul hakkı deyince
titriyordu. Nereden alıyordu bu feyzi. Kim veriyordu ona? Mesela şimdi kuracağım o esası nereden
öğrenmişti o?
Medeniyet-i fazıla muhafaza-i haktan ibarettir, dedi. Hak hangi halk
arasında tecavüzden masun kalırsa, o halk hakiki medeniyete kavuşmuş demektir.
Ölçü bu. Hak, Hak! Hangi insanlar
arasında, hangi halk arasında tecavüzden taarruzdan masun kalırsa, o halk
hakiki medeniyetin zirvesine çıkmıştır. Adalet de her şeyde hakkı kabul
etmektir. Demek ki onu kabul etti, her fert evvel evvel o hakkı kendi
üzerinde tatbik edecek. Kendi hakkı kabul ediyor mu?
Kendisi hakkı kabul etmeyen kimse başka kimseye: “Hakkı
kabul et” demeye hakkı yoktur. Kendin evvela hakkı kabul ediyor musun? Bir
insan evvela kendisi hakkı kabul edebilecek mi? Ediyor mu? Başkasına “Hakkı
kabul et.” diyebilir. Kendi hakkı kabul etmedikten sonra başkasına hakkı kabul
et, diyemez ki! Binaenaleyh, hakkı kabul etti mi, işin anı değişiyor. Hakiki
medeniyet kuruluyor. Binaenaleyh şu netice çıkar. Efrad-ı adileden yani adil
fertlerden teşekkül eden cemiyetlerde adil efrat… Anlatamadım. Efrad-ı adileden
teşekkül eden bir cemiyet, adil efrat, nasıl anlatayım daha başka. Bir cemiyetin
insanları adil olursa, o cemiyeti idare eden adamlar, adil olur. Bir cemiyetin
insanları zalim olursa, o cemiyeti idare eden adamlar zalim olur. Anlaşıldı
mı şimdi. Anlaşıldı mı?
Cemiyeti irade eden hükümet, adil ve zulüm meselesinde
efradın mesleğine tabidir. Bu kanun-u Kudret’tir, bunu katiyyen hiç kimse
değiştiremez. Hiç kimse değiştiremez. Bir daha tekrar edeyim sana. Cemiyeti
idare eden hükümetler, adil ve zulüm meselelerinde fertlerin mesleğine tabidir.
Başka olmaz. Demek oluyor ki işi hülâsa edelim. Medeniyet-i fazıla, hakiki
medeniyet, faziletli medeniyet; ancak ve ancak, yine ancak ve ancak, Allah
korkusu ile olur. Başka bir şeyle temin edilmez. Hak’tan korkmayan hakkı siyanet[29]
etmez kardeşim. Hak siyanet edilmedikçe halk da emniyet içerisinde yaşayamaz.
Birbirine bağlı bunlar. Medeniyetten beklenilen tekâmül de halkın siyanetidir. Hakkın
siyanetidir. Birbirine kardeş gibi böyle gider. Ama bunu şimdi bir insana nasıl
bağlamalı. O kolay iş değil. Kolay bir iş değil.
Birkaç konuşma evveli bir konuşma yapmıştım. O konuşmada,
sana muhafızlar tayin etmiştik. Fakat o iyi anlaşılmamıştır, kanatindeydim.
Bugün onu açtım. Şimdi o konuşmayı bu konuşma ile bağlıyorum. Zannederim iyi
anlaşılacak. Buraya kadar anlattım ya. Demiştim ki, bir cemiyetin devam-ı
bekası içün, iki şart var. Esas nokta gayet canlı dinle.
Bir cemiyetin devam-ı bekası içün, iki şart var. Biri her şahsın kendisine
isabet eden hak, kendini yokla. Her şahsın kendisine, kendi hissesine isabet
eden hak. Diğeri de insanlara karşı medyun[30]
olduğu vazife. Şimdi hak ile bu vazife arasında olan nispet bir araya gelince adalet
caddesi meydana gelir. Bende hakkı görünce sen vazifeleniyorsun. Ben de sende
hakkı görünce sana karşı vazifeleniyorum. Bu ikisinden bir nispet meydana
geliyor, bu nispet meydana gelince bir adalet yolu açılıyor. Şimdi insanların
düşmesi, sen bende hakkı görmüyorsun. Görmeyince bana karşı vazifelenmiyorsun.
Bende sende hakkı görmüyorum, sana karşı vazifelenmiyorum. Adalet yerine zulüm
kaim oluyor. Anlatamadık mı? Dert bu. Bu nasıl görülür.
Demek oluyor ki: Hak ile vazife bütün efrad-ı beşer
içün bir sıratü’l-müstakim, yani doğru bir yol teşkil ediyor. O hâlde hak
ile vazifeden teşekkül eden, adaletten adalet yolundan hiçbir vech ile inhiraf[31]
etmemek lazım. İnhiraf edince ne oluyor? Beşeriyetin ilmi de fayda etmiyor,
felsefesi de fayda etmiyor, fenni de fayda etmiyor, sanatı da fayda etmiyor,
bilakis bela oluyor. Faydasından vazgeçtik zararı oluyor. Neden? Ee o olmasa
hiç olmasa düğmeye basınca milyonla adam ölmez.
Ahlak olmazsa adalet olmazsa onun yerine zulüm kaim olursa
o fennin o ilmin teâli terakkisinde ne olur? Yakarsın beni sen. Ben de seni
yakarım. Hâlbuki hayat verecektik. İmha edecek değildik, hayat almayacaktık.
Neden alıyoruz hayatı? Bu böyle olmakla beraber, insan kuvve-i şeheviye ve
kuvve-i gadabiyenin esiridir. Dikkat et. Bu iki kuvvetin esiri. Cibilli bu.
Bu iki kuvvetin mahsunu olması dolayısı ile bilakis kuvve-i şeheviye, kuvve-i
gadabiye hadisatı insana cicili bicili gösterir. Hangi muhafız adamı
kurtarabilir? Kuvve-i şeheviyesi, ihtirasat-ı nefsaniyesi kabardığı vakitte,
hangisi kurtarabilir?
Beşere güdücü muhafaza edici birkaç kuvvet buluyorlar,
bulunabilir. Bu iki kuvvetin esirindeyken. Kuvve-i cebriye derler. Bununla
insan, bu onu muhafaza edebilir. Muhafızı olabilir. Olamıyor. Kuvve-i cebriye
icabında zayıfın hakkını katiyen veremiyor. Bilakis zulüm bazen artıyor.
Anlatamadık mı acaba? Bazen artıyor. Hazreti Ali o kadar korkmuştur ki ondan. Mısır
valisi, Malik İbn-i Eşter’e gönderdiği bir emri var. Hayret eder adam. Der ki,
söyler söyler:
“Bugünkü elindeki kuvvetini, o büyük selahiyetini, daim
sanma. Senin fevkinde bir kuvvet olduğunu o kuvvetin fevkinde de bir kuvvet
olduğunu bil. Sakın bîçarelerin başını kemirici bir canavar kesilme. Halk ile
düş kalk. Derdini dinle. Gizlenme. Halk insanı güzel ölçer. Evvela isteyeceğini
ister. Ya leimsin[32]
ya sahîsin[33]
ya kerimsin. Leimsen bir defa görür, bakar ki matlubu hâsıl olmadı. Bırak der,
bir daha yanına yaklaşmaz. Kerim isen keremini görür, sana yardım eder.
Saklanmana kaçmana dolambaçlı yoldan gitmene ne lüzum var.” der.
Anlatamıyor muyum acaba? Büyük adam. Muazzam bir adam.
Demek oluyor ki, kuvve-i cebriye de insanı bu iki kuvve-i şeheviye ile kuvve-i
gadabiyenin esaretinden kurtarıp da tam bir insan olaraktan, muhafaza edemiyor.
Tutmuyor. Çünkü kuvve-i şeheviye bâhusûs o müştehat[34]
huzurunda insan kuvve-i akliyesi de yıpranıyor. Hani akıl kâfi derler ya. Aklın sahası mahdud yerlerdedir.
Akıl her yerde geçmez. Geçmez her yerde.
İkinci bir kuvve. Bir şey, bir muhafız aranıyor insana.
Hükümet-i muntazama. Muntazam hükümet kuvvetleri. Güzel. O da layıkı ile insana
muhafız olamıyor. Yaa, muntazam kanunlar yapsa, insanın amak-ı kalbiyesine
değil, evinin önüne kadar gelebiliyor. Nihayet içine girebilir, nihayet
elbisesinin cebini arayabilir kanun. Kalbinden içeriye girebilir mi? İnsanın
yapmış olduğu tecellisindeki işlerin,
yüzde doksan beşi umur-u kalbiyesindedir. Henüz zuhura da gelmemiştir.
Oradan içeriye giremeyince, o hâlde layıkı ile muhafız olamıyor. Sonra o kanunu
yapanda senin gibi insandır, onu neyle muhafaza edelim?
Üçüncü bir muhafız aranıyor. Namus deniyor. Bu namustan
tabi mânâ ile madde ayrıldığı içün maddenin vermiş olduğu mânâ kastediliyor. O
Mânânın verdiği mânâ kastedilmiyor. Mânânın verdiği mânâ kastedilse,
gayretullahdır, Hakk’ın bir sıfatıdır. Bir iş görebilir. Fakat maddenin verdiği
bir mânâ olduğu için. Ne oluyor oradaki namusun mânâsı? Şeref-i nefsi oluyor.
Nefsin şerefi. E o bir kıymet hükmü oluyor. Kıymet hükmü olunca, hükümleri
değişiyor.
Biliyorsunuz ki her insan, her işini bir saadete kavuşmak
için yapar. O işinin gayesi, o saadete
kavuşmak. Neyse o oluyor. Binaenaleyh değişik değişik oluyor. Bugün bir
tüccarın saadete kavuşması içün gayesi başka türlüdür. Bir diplomatın saadete
kavuşması içün yolu başka türlüdür. Bir ziraatçinin saadete kavuşması içün yolu
başka türlüdür. Mesela tüccar vermiş olduğu malda şöyle şöyle hilesini yapmamak
filan bir şeref-i nefsi oluyor. Fakat bir diplomatta. Mesela Bismark, dünyanın
en mükemmel bir adamı. En namuslu bir adamı diyerekten takdim edilebilir. Fakat
en yalancı bir adamı. Gördünüz mü şeref-i nefsi burada değişti. O hâlde muhafız
olamıyor şeref-i nefsini. Anlatamıyor muyum acaba?
O hâlde mecburuz Allah demeye. Dördüncü muhafız meydana
geliyor. İman. Bu iman mefhûmunun ve bu insani mefhûmun talimleri içünde,
telkini içün de insanlar üç sınıfa ayrılır. Havas sınıfı vardır, avam sınıfı
vardır, muannidin sınıfı vardır, inatçılar. İnsanlar, karıştırırlar insanlar.
Her insanın hitabı ayrıdır. Mesela havas birinci sınıf. Bunlar, kendilerine maarif-i
hakikiye ve ulum-u nafiyeye talip olan kâmillerdir. Bunu ararlar. Bunu ararlar.
Bu yoldan yetiştirilmesini ister. Avam, kat’i delillerle izam[35]
edilmek ister. Öyle bir ifade ister. Üçüncü sınıf ki, en zor olan sınıftır, nâs
içerisinde. İnatçılar. Bâhusûs ahmak inatçı olursa. Bunlara büyük kitap şöyle
der.
[36] وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ
اَحْسَنُۜ
Ne kadar büyüktür, ne kadar muazzamdır. Cidal edeceksin amma
mizaçlarına, isti’datlarına, oluşlarına, bulunuşlarına göre en güzel tatlı
yolla. Bunu neden söyledim? Mesela istiyoruz biz ki, beşer ahlak mefhûmunda teâli
terakki etsin. Çirkinlikler azalsın, Bazı kimseler, bunun hepsinin birden
kalktığını, bir anda kalktığını istiyor. Bir defa sınıflara ayırmıyor. Her
insanı bir isti’datda yaratılmış zannediyor. Hepsini aynı şekilde. Yok, kanun-u
hilkatte bu yok.
Sonra bu nefis denilen bela öyle muazzam bir ordudur ki
buna atom para etmez. Atomdan sonra icat edilecek daha tahripkâr bir madde bir
şey tasavvur edin. Acaba nefsi öldürür mü? Tesir etmez ona. Ona hiçbir şey
tesir etmez. O bir bela-i mübrem[37],
insanın iklim-i vücudunda çöreklenmiştir. Öyle ufak bir şey olsa, onun
müşterisi Allah olur mu? Allah acıyor da bize diyor ki: “Onu bana satın.” diyor.
Keremine bak, Hudâ’nın da “Gelin size bela olan şeyi Bana satın da siz rahat
edin. Onu Bana ver, Ben kendimi sana vereyim.” diyor. Anlatamıyorum
galiba.
[38] اِنَّ اللّٰهَ
اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ
الْجَنَّةَۜ
Fermanı da budur işte. “Onu Bana satın siz. Alışveriş
yapalım sizinle, diyor. Bak! Ben tenezzül ettim, diyor. Onu Bana sat. Ben
kendimi sana vereyim onun yerine.” Şimdi
bir insanın bir çirkinliğini, izale edebilmek içün, yolları vardır. Sen onun
nefsini, isyan ettirebilecek vaziyette yürüyecek olursan, aksü'l- amel olur.
Tersine gider iş. Tersine. Mesela kalabalık bir camia içerisinde “Sen şu şu
kötülüğün failisin yahu!” dedin mi kurtaramazsın, o adamı ki. Fenalık yaptın o
adama.
Evvela Sultan-ı Resul’ün âdeti oydu. Birisini ikaz etti
mi, sen de şu çirkinlik var demez. O çirkinliği umumi olaraktan anlatır. Bilmem
anlatabiliyor muyum? Umumi olaraktan o çirkinliği anlatır. Uyanmadı o adam. Bir
daha anlatır. Zaman geçirir bir daha anlatır. Yine uyanmadı, bir daha anlatır.
Oldu mu üç. Ondan sonra onu yalnız bulur. Der:
“Beni sever misin? Beni sever misin?” Alacağı cevaba göre: “severim” dedi.
“Üzülüyorum ben seni çok sevdiğim içün, sende şöyle çirkin
bir hâl var. Farkında değilsin sen. Bilsen tabi yapmazsın.” Anlatabiliyor muyum
inceliklerini? “Bilsen tabi yapmazsın. Farkında değilsin. Seni kendime mal
ettiğimden dolayı sana bunu söylüyorum. Bunun farkında olsanız olmaz mı?”
Eh, o da eğer biraz âdemiyete kadem basmışsa, tabiatıyla
bir değişmesi lazım gelir. Değişmedi, henüz insan değildir. Makam-ı
hayvaniyettedir. Canavardan aşağıdır. Anlatamadım mı? Âlem-i nâr da
temizlenebilir.
Bugünkü konuşma bu
kadar.
[1] Şikar: Av, avlanan hayvan. Avlama.
[2] Kâm: İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek.
Lezzet.
[3] Cilm-i
sağir: Cilmi kadar yer yakar deniyor ya) küçücük cüsse
[4] Tecessüs: Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak.
İç yüzünü araştırmak. İç yüzünü araştırma merakı.
[5] Lahutî : Uluhiyet
âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle
alâkalı.
[6] İstikşaf: (C: İstikşâfât) (Keşf. den)
Keşfetmeğe çalışma. Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma.
[7] Mütenevvi': Çeşit çeşit, muhtelif, çeşitli,
değişik, türlü türlü.
[8] İnfialat: (İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler.
Aksi te'sirler. Teessürler. Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
[9] Tahavvülât: (Tahavvül. C.) Tahavvüller.
Değişmeler
[10] Lemeân: Parlama, parıldama, parlaklık
[11] Şeyhuhet: (Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık,
yaşlılık
[12] Musanna: Sanatlı, Sanatkârane yapılmış olan.
Usta elinden çıkmış olan. Uydurma, Vahşet-i Musanna: Vahşet sanatı
[13] Meratib: Mertebeler. Basamaklar. Kademeler.
Dereceler.
[14] Cemad: Cansız
ve kurumuş olmak. Yağmur yağmayan yer. Sütü olmayan deve. Donmuş, katı cisim.
[15] Maadin: (Maden. C.) Madenler.
[16] Mudga: Et parçası, bir çiğnem et.
[17] Tekevvün: (C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek.
Meydana geliş. Şekillenmek. Var olmak.
[18] Canib: Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf.
[19] Hud’a:
Hile aldatma
[20] İdbar:
gerisi geçmişi
[21] Cehr: Görünmek, zâhir olmak. Açıktan ve yüksek sesle
olan söylemek veya okumak.
[22] Mülk Suresi 2’nci Ayet-i Kerime اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ
اَحْسَنُ عَمَلًاۜ
وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ
Meali: O,
hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı.
O, üstündür, bağışlayandır.
[23] Nisa Suresi’ncü Ayet-i Kerime لَا
خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ
مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ
مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا
Meali: Bir sadaka vermeyi yahut iyilik
yapmayı veyahut da insanlar arasını düzeltmeyi emreden(ler)inki hariç, onların
aralarındaki gizli gizli konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim
bunları sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yaparsa, yakında ona büyük bir mükâfat
vereceğiz.
[24] Hamakat: Ahmaklık. Budalalık. Bönlük.
Anlayışsızlık
[25] Vifak: Dostça bir fikir üzerinde birleşmek.
Samimi anlaşmak. Barış. Uygunluk.
[26] İttibâ: Tabi olma, uyma,izleme, bağlanma**İktidâ:
Tabi olma, uyma
[27] İntihab: Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve
âmâde eylemek. Bir şey yerinden çıkmak.
[28] Haminne: Hanım nine sözünün bozulmuş şekli,
büyük anne.
[29] Siyanet: Koruma, muhafaza, hıfz.
[30] Medyun: Borçlu. Vereceği bulunan.
[31] İnhiraf: Doğru yoldan sapma. Dönme. Bozulma. Değişme. Kırıklık.
[32] Leim: Alçak,
deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. Mayası bozuk ve kötü.
[33] Sahî: Cömert,
eli açık, herkese iyilik etmek isteyen.
[34] Müştehat: Şehveti celb eder hâle gelen
[35] İ'zam: Büyük görmek, büyük bilmek. Bir
hâdiseyi büyük göstermek, büyütmek.
[36] Nahl Suresi 125’nci Ayet-i Kerime. اُدْعُ
اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ
رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ
بِالْمُهْتَد۪ينَ
Meali: (Ey Resulüm!)
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır! Ve
onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin kendi yolundan
sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete kavuşanları da en iyi bilendir.
[37] Mübrem: Kaçınılmaz olan. Vazgeçilmez olan.
Acele yapılması lüzumlu bulunan. Elzem.
[38] Tevbe Suresi 111’nci Ayet-i Kerime. اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ
فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ
وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ
فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ
الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah,
müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın
almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler.
Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği
bir ahittir. Allah'dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde
yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük
kurtuluş budur.
0 yorum:
Yorum Gönder