Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

43. Kaset

 043 (24.04.1959) 100 dk. (294)

Gerek akıl gerek kalp; aşk, tabi buradaki ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk değil. Bunların hepsi mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Tarifi en güç, anlatılması en zor, tefhimi[1] en müşkül olanda insana ait olan kısmıdır.

İnsan, zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret, iç tarafına da bakılacak olursa bütün kâinatı muhit. Mevcûdât içerisinde pek nazdar, pek nazenin, pek niyazdar. Özenerek, seçilerek Kudret tarafından hususi imtiyaz verilerek, ruhu menfûh ile tekrim edilerek, kerremna tacı giydirilerek, bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınarak, Hakk’a muhatap olmuş olan, enisi munisi, yârı, Hak olan kimseye ahlak insan der. Yoksa iki ayağı üzerinde yürümüş, konuşmuş… Konuşana da insan demez. Hükema[2] derler ki: “Konuşmak, sair mevcûdâttan insanı ayırır.”  Konuşmakla da değil.

Eylesen tuti’ye talim-i eda-yı kelimat

Nutku insan olur amma ki özü insan olmaz.[i]

Zor. Makam-ı hayvaniyetten makam-ı âdemiyete kadem basacak. Buradaki hayvaniyet hakaret mânâsına değil. Sair[3] yaşayıcılarla beraber yaşarken düşünme gelecek. Olanı görme sevdası başlayacak. İşte aşk bu. Kendi aslını bulmak. Şöyle asûde kaldığımız vakitte, içimizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşanımız vardır. Bunu her konuşmada tekrar ediyorum ki yayın diyerekten. İç âlemindeki o sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücudu ile bir an alayık-ı kevniyeden soyunarak, bir parçacık bir zamanda, merkez-i hükümeti insanisi olan, kalp şehrini boşaltarak: “Acaba ben kimim, nerden geldim, ne olacağım, buraya niçün getirildim, nereye götürüleceğim? Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok. Benim diyecek elimde bir medarım yok.” Bu dert başladı mı, ahlak mevzûunda bu kimse insan olmaya doğru yol aldı, derler. Henüz bu sualleri kendisine sormayana daha pek uzak derler.

Öyle değil mi? Hiçbirimize sordular mı? “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır. Bir daru'l-belvâ vardır. İkbalinde cici bici gizlenmiş fakat idbarı hud’a ile dolu, zahirde bal gibi tatlı, içinde semm-i katil var. Elemle emel arasında adamı yoğurur. Dünya denilen bir sahne vardır gider misiniz?” diye hiçbirimize sormadılar. Geldik. Geldiğimizde o kadar acizdik ki, sineğimizi de kovamazdık. Hiçbir şey de bilmezdik. Kudret bunları hep ders kaçırıyor.

“Niye o kadar semayı deler gibi yükseldin?” diyor. Nedir o yeleğinin şeysine kolunun arasına parmaklarını taktında gerilip insanları ezmek istiyorsun, diyor. Niye mevcûdâtı küçük görüyorsun, diyor. Niye hilkat arasında kendinden daha büyük kimseyi görmemeye çalışıyorsun, diyor. Sen hiçbir şey bilmezdin. Sineğini kovamazdın, bu kudret sana kendinden mi geldi? Muhitin mi bir şey akıttı? Nereden geldi bu? Bunların hepsi sonra eğretidir. Ben alırım. Ben her şeyi alırım. Âdetim öyle.”

Alırım, der ve alır. Yalnız bir şeyi almaz. İman ile ışkı. İhlas gösterirse onu almıyor. İmanı almıyor. Yükünü ona yükletiyor. Gözlerinin etrafını tezyin eden kirpiklerden duvar üzerinde diken yapan Allah’ın var. “Kandan süt, zehirden bal, kanla gübre arasından sütü çıkarırım. Ne kan renginden renk veririm ne o gübreden koku veririm ve sağlama da hastaya da.” Hiç kimse sütten boğulmamıştır. Sütten boğulan yok.

 [4] خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ    der. Büyük Kitap’ta.

Neyse mevzûu uzattık amma sofranın ekmeği de onun içün. Konuşacağımız şeyin ekmeği bu. Temeli kuracağız, üzerine v’az edeceğimiz şeyleri va’z edeceğiz.

Evvela gelmede gitmede kimsenin ihtiyârı yok. Onun içün sahte benliğe lüzum yok. Rücû et! Hepimiz hilkatte beraber, hakikatte biraderiz. Ne vakit beşer bu işe sarılacak? Sarılıncaya kadar inleyecek. İnleyecek! Giderken de sormuyorlar. “Bunun büyük masası vardır, ötekinin geniş kasası vardır, filanın büyükçe bir câhı vardır, serir-i saltanat âleminde payesi vardır, filan.” Hiç sormazlar. Hamîr-gâr-ı[5]  cihanı kader yapar, yoğurur. Sen istediğin kadar kendine güven. Hiçbir şey yok orta yerde. Sormazlar, soruyorlar mı? Ahiret istasyonu diye bir yer vardır. Ondan sonra bir hayat-ı berzahiye vardır. Daha çok var. Bakalım berzah âleminde insaniyet ne kadar kalır. Berzah âlemi. Eee! Hemencecik de iş hallolup bitmiyor. Giderken de sormuyorlar. Gelirken sormadılar, giderken de sormazlar. O hâlde muhasebe-i nefis der, ahlak. İşte, söylediğim sözlerin neticesi bu.

İşini gününe gün takip etmeyen tüccar, tatsız ticaret yapar. İşini takip etmiyor. Ekserisi iflas da eder. Hayatın iflası, madde iflasına benzemez. Bir milyon liralık bir yer açarsın, iflas eder, nihayet maddedir, işte üzeri mavi kağıttan ibaret. O kadar uzun boylu şeyi yok. Fakat sen düşün, sayılı nefesin iflası? Sermaye-i hayat, sayılı nefestir. Bunu alırım ararım, diyor Allah. “Efendim bugün şöyle geçsin de yarın...” Elinde mi bunlar, bugün şöyle geçsin ne olacak? “Bugün şöyle geçsin de...” Geçen günlerin, geçen dakikaları tekrar geriye almanın imkânı yok ki. Vermez. Hiç, bir dakika vermez. Bir an vermez. Bir nefes vermez. Yalnız ne yapar biliyor musunuz? Huzur ile yaşamak isteyenin… Burada bir sual çıkar.

(Hepiniz uyukluyorsunuz, bana geçiyor. Sıkıntı geçiyor, zevk ile dinlemiyorsunuz. Yaa!)

Buradan bir sual çıkar, iyi ama derler, mesela mânâ ilminde, mânâ  bilgilerinde, mesela dinde: Es-sadakatû tedfeû’l-belâ ve tezidû'l- ömr / Sadaka belayı def eder, ömrü uzatır. Sen dedin ki bir sayılı nefes bile geri vermezler. Vermeden uzatırlar. Vermeden uzatırlar. Acaba anlatabiliyor muyum? E nasıl olur o? Misal vereceğim, anlayacaksın. Vermeden uzanır.

İki tane mum alın. İkisi de ellişer gramlık, yüzer gramlık. İçindeki fitili de iki gram, üç gram neyse, aynı vaziyette. İkisini de aynı anda uyandırın. Yani yakın, biri fenerde biri açıkta yanıyor. Açıkta yanan mum, fenerde yanan mumdan çok evvel geçer gider. Fenerde ki yanan mum onun gibi iki tanesini üç tanesini eskitir. Fenerde yanan mum sadakalı ömürdür. Bir şey anlatamadım mı acaba? Canlı misal. “Belayı def eder.” Buyurulmuş, doğrudur. Böyle şeylerde biraz da tecrübe esası vardır. Kâinat serair ile dolu. Öyle der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Hastayı tedavi usullerine dikkat ederekten tedavi ettiriniz.” Mevzûu açtık başka yere uğradık ama neyse bunu söyleyelim de geçelim. Tıbba havale edin, tabibi arayın bulun, tedavi ettirin. Aciz tahakkuk etti mi sadaka reçetesini de kullanın, der. Bir şey anlatabiliyor muyum? Yaa! Kullanın, der. İşin hem maddesini hem mânâsını kullanın der.

Hüner, beşerin yükünü kaldırmaktadır. Allah’ı memnun eden şeyler. Bazı insanlar Allah’ı arıyorum, der. Allah kayıp mı(?) Allah’ı ne arıyorsun? Sen varsın, Allah var. Allah kayıp değil, haşa. Ben kırık kalplerdeyim, der. Bunu da ekseriyet yanlış anlamıştır. Kırık kalbin içinde oturuyor mu? Öyle bir şey mi? Öyle değil. Yine kendisi buyurur ki: “Ben güzelliğimi göstermeklik içün, bütün mevcûdâtı ayine yapsam tahammül edemez. Yalnız bana ayine olan insandır, der. O da kırık kalpli olan kimsededir.” der. Hak, onun içerisinde değil, oraya onu ayine yapmıştır, oradan görürsün. Anlatabildim mi? Burası en ince bir yeridir. Yoksa hiçbir vakit; Hak, Hakk’lığını kimseye vermez. İşte böyle. O da yine ayrı bir mevzû. Hem tatlı hem de böyle insanı şey eder, şaşırtır. İnsan mefhûmu.

Nerede kalmıştık? İsrafta kalmıştık. Yani dedim ki şöyle bir, canım bugün şöyle geçsin de yarın… Nereden aldın bu hesabı? Kimin malını nerede sarf ediyorsun? Şöyle geçsin de. Burada kaldık değil mi?

Kimin malını sarf ediyorsun? Sayılı nefes sermaye-i Hak. İster. Netice itibariyle muhasebe-i nefse müncer[6] olur. Yap, her gün hesabını yap. Kaç tane iyiliğin var, kaç tane kötülüğün var? Ne niyetle yaşadın? Kaç garip aradın? Masası çok olanın peşinde koştun, kasası olanın etrafında gezindik, hayal bağladık, rütbesi şöyle böyle fakat cemiyetin kıymet vermediği, Hakk’a nedim olmuş olan kime elini uzattın? Nasıl bir hukuk tedarik edebildin? Gelmekten gaye bu. Bu âleme gelmekten gaye, aslını bulmak aşkıdır. Onu buldum, diye gezenler de çoktur. Oldum sevdasında, üüü kâinat dolu şimdi. Herkes olmuş. Mihnete ragıp olmadan nimete sahip olmanın imkânı olmadığını Allah söylemiştir. Anlatabildim mi acaba? Bak şimdi sana şurada bir şey okuyayım. Hepimiz içün bir zevk verir, ben çok zevk aldım. Bilmem siz alır mısınız, almaz mısınız? Allah diyor ki:

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ[7]

Manası şu.

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ

“Yoksa siz öyle mi zannediyorsunuz? Böyle bir zanna mı kapıldınız? Bana nail olmak, Benim daru’s-selamıma sahip olmak, Benimle hukuk tedarik etmek, Benim cemal-i sûbhânimi temâşâ etmek, Bende fani olmak, Bende sen de tahakkuk etmeklik, sizden evvel gelen insanlara vermiş olduğum sıkıntıyı çekmeden, inlemeden, ağlamadan...” bir şey anlıyor musunuz acaba? Anlatabiliyor muyum yani ya? “Böyle mi bir şey zannediyorsunuz?" Hem o kadar ki diyor.

 وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ

“O kadar inlemek o kadar sıkıntıya giriftar olmak ki     زُلْزِلُوا

Sallanacak, ümitleri kesilmiş gibi sallanacak. Bu kapı öyle bir kapıdır, diyor. Öyle bir sallanacak ki, Peygamber’i ile beraber, kendisine sahip olanlarla beraber    مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ  Açılmayacak mı? Yok mu Allah’ın yardımı? Ne vakit? Yanarak, bütün ecza-i ferdiyesi, cüziyesi, hücresi, mânâsı böyle tam bir hâle  gelecek, birleşerekten bu hâl  tahakkuk edecek, o vakit cevap vereceğim.”

 اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ

“Geliyorum. Pek yakındır.”  Böyle, ne bileyim ben, sözle dırıltıyla, oldumla, buldumla… Yok, kardeşim ya! Öyle bir şey yok. Ne dünya saadeti var, ne mânâ saadeti var. Zaten dünya saadeti bütün dünyadan kalkmıştır, yok dünyada. Mevzîi konuşmuyorum, bütün dünya üzerinde. İşte, her hafta tekrar ettiğim gibi; ilmen yükseliyor, fezada geziyor, seyyara âlemine geçecek. Geçecek mi? Geçecek. Büyük Kitap geçeceğini söyler. O kamer, pek küçük kalacak. Kamerde bir şeyler yapacak, ooo hiç ehemmiyeti yok o. O şuradan şuraya eşikten atlama gibi olacak. Daha bilmediği âlemlerde yüzecek. Büyük Kitab’ın verdiği haberde, beyinatta öyle, o kamer buradan eşikte atlar gibi bir vaziyet olacak. Bir ehemmiyeti yok. Daha bilmediği nice âlemlerde, bu insaniyet. Mâdâmı ki naib-i Hak’tır. Zaten acaba o âlemlerde canlı mahlûk var mı, yok mu diyerekten konuşuyor. On dört asır evvel haber verdi ama sen amel etmedin, dinlemedin, beğenmedin.

 فِي الْاَرْضِۜ وَ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ  مَنْ 

“Men” kelimesi, zevi'l-ukûl ve zevi'l-ruha racidir. “Yer üzerinde yarattıklarım, sema sahasında yarattıklarım, canlı ve ruhlu” diyor, Allah.

اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ[8]

İyi okumadık ki, iyi anlamak istemedik ki!

 اَللّٰهُ الَّذ۪ي   “Ben öyle Allahım ki senin bildiğinden mâadâ Ben neler yaratmışım.” diyor. Söylüyor söylüyor da

 خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ 

Bizim bildiğimiz bu sema, semâ-i lahût[9] değildir, bu dünyanın semasıdır. Bunun hakkında:

 [10] اِنَّا زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا  der. Dünyanızın semasını tezyin[11] ettim. O, âdi o.

اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ

“Arz üzerinde ne yarattımsa bir aynını da orada yaptım.” Bir şey anlatamıyor muyum? Bir aynını da aynen orada yaptım. Soruyor Abdullah İbn-i Abbas, Ali İbn-i Ebu Talib’e: “Ben anlamadım bu ayeti.” Diyor: “İşte açık, gayet açık. Nihayet remiz yok içerisinde tevil yok, diyor. Lügat mânâsı ile anlaşılıyor. Burada yaptığımın aynını da yaptım, diyor. Ne uzatıyorsun sözü, diyor. Senin gibi bir Abdullah İbn-i Abbas, benim gibi Ali İbn-i Ebu Talip orada oturuyor.” diyor. Anladın mı acaba? Öyle.

Neyse biz kendi mevzûmuza dönelim şimdi. Mevzûmuz neydi? Sıkılmadan, inlemeden, mâdâmı ki burası bir imtihan sahnesidir, burada devam yok. Geçemezsin, yani iyi bir mevkî alamazsın. Şartları var şimdi bunların, kolaylaştıralım size biz. Aklınıza bir şey gelmesin, “sen öyle misin?”, deme. Ben plak. Nasıl burada şerit haddizatında ben gelmezden evvel konuştu, bende şimdi bir şerit. Benim öyle olmamaklığımla sizin içinizden öyle olmamaklık gelmez, olmaz. İçimizden bir tanesi olur, hepimize faydası olur. Biz söylemeye memuruz. Bir tanesi içinden olur, hepimize faydası olur.

Geçen hafta konuşmamda dedim ki: İnsan bu âleme yüklü olarak gelmiştir. Hepimizin yükü vardır. “Benim yok!” Vardır. Herkesin vardır. O, çok hürüm diye yaşayanlar, aklının kölesidir. Akıl nedir ha. Akıl adamı nerelere götürür? Makam-ı aşka çıkıncaya kadar çok dolaşır insan. Ve ben makam-ı aşka çıktım, der. Bazı kimseler vardır, böyle. Onun da imtihanını yapmışlar. Kudret kimseyi boş bırakmamış.  İmtihanı var.

Yüksek ahlakçılardan Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi o düsturu kurmuştur. “Kime makam-ı aşk da insan denir, diyor. Uyuzdan dökülmüş, her tarafı böyle gayet çirkin vaziyette bir kelp ile gayet hasna, müstesna, dilara, bir kız geldiği vakitte ikisinin arasında fark görüyorsan, henüz makam-ı aşka çıkmadın.” Yaa, ölçülü onlar. “Musikinin en insanı fani kılabilecek perdesinde çalınan bir vaziyetle, bir eşek anırtısı arasında fark görmüşsen henüz makam-ı aşkta değilsin.” diyor. Eğer öyleysen, kaidesi öyle. Öyle olduğu dakikadan itibaren işin de şekli değişir.

Bak şimdi ben size bir misal getireyim, söylemiştim ama burasını söylememiştim. Şimdi ben sizin hepinizi zevke girmiş, inanmış, müebbet istikbalde bir huzur almaklık hakkını almış zannıyla konuşuyorum. Bu söyleyeceğim misal, inkâr sahasında bulunan için değildir. Onun dersi ayrı. O konuşma tarzını da biz biliriz. Fakat şimdi onunla vakit geçirmeyelim. Hani bazı insan vardır ki, maddenin kesafetinde boğulmuş kalmıştır. “Kör bir tesadüfün neticesinde ben olmuşum, der. Ne ebed var ne bidayet var. İşte bu kâinat bir oyuncaktan ibaret filan!” der, onun dersi yine ayrı. Onunla konuşacak saha ayrı. Ama öyle değil de “Ben yaratılışımdaki gayeyi duydum, bende birçok nimetler var. Sahibini arıyorum, huzur etmek istiyorum.” Bu sahada geziniyor zannıyla konuşuyorum. Sonra olmuş bir şey de, olmamış bir şey de değil.

Ne dedik? İman, imandan sonra aşk gelir. Son rütbe o.  Romanda okunan aşk değil ha. Anlattık ya. O en son rütbe.

Vaktiyle ben çocuktum yetiştim. Fatih’te Karadeniz kapısında Köpekçi Hasan Baba namında mecazipten, zahirde deli gibi, hakikatte kim bilir kendisine göre bir işi olan bir adam. O vakit İstanbul’da çok köpek var. Bu adamcağız da gayet de celalli bir adam. Bir küfe ekmek getirir, sert bir eda ile sanki orduya kumanda veriyormuş gibi böyle gelin der, köpeklere. Bütün çuval çuval onlara doğrar, hiçbir köpek de bir köpeğin ekmeğine elini sürmez. Kapmaz. Nasılsa bir köpek birisininkini kapmış, o vakit orada sırayla kasaplar vardı, belki hatırlayanlarınız olur. O kasabın biri oradan görmüş, hemen kırmızı markayı almış köpeğe getirmiş bir marka vurmuş. Merak etmiş. Ha, kapınca kaldırmış köpeği şöyle yukarıya, kulağına doğru demiş: “Dikkat et! Yolsuzsun, üç gün huzuruma çıkmayacaksın.” O da markalamış. Gidip bakıyormuş ekmeği dağıttığı vakitte, orada büyük ağacın dibinde köpek oturuyor, hiç kalkmıyor yerinden. Dördüncü günü kalkmış gelmiş. Böyle acayip bir adam.

O vakit Patrikhane bir kilisenin tamirini rica ediyor. Abdulhamid izin vermiyor. İşte birçok iltimasçı insanlar koyuyorlar. Hiçbiri, hepsini reddediyor. Nihayet o günün patriğine diyorlar ki: “Köpekçi Hasan Baba’nın gönlünü yaparsan sana irade çıkar.” Dört tane despot[12] gönderiyor. “Benim tarafımdan elini öpün, rica edin bakalım.” Gelmişler, anlatmışlar. “Üç küfe ekmek getirin bakalım.” demiş. Doğruyor ekmekleri, köpeklere de. Ondan sonra, bir kağıt kalem getirin, diyor. “Sultanım darıltırsın İsa’yı, Musa’yı, eğer yapmazsan kilisayı.” Altına Köpekçi Hasan Baba, demiş. Ertesi gün de irade çıkmış. Bizim söyleyeceğimiz yer bu değil. Bir parça adamın hüviyetini anlatmak için bunları söyledik.

O zamanın tedrisatında medrese var, medresede bir talebe, üç diploma devresi geçirmiş. Bugün ki ıstılah[13] da icaze deniyor, icaze. Bugün ki tabirle diploma. Zavallı, bilmiyor bir şey. Yaşı kemale ermiş. Kolay mı bu böyle? Devreler bitiyor. Fakat dersi takip ediyor, kitabı alıyor. Gidiyor camiye, o devre  bitiyor, bir şey yok, bir malumat edinememiş. Yeniden bir devre başlıyor, yine tekrar baştan başlıyor. Saf temiz bir çocuk, bir adam. Fakat kabiliyeti yok, almıyor. Yanında bir oda arkadaşı mangal yakıyormuş, sabah namaz vakti. O da yine koltuğuna kitabını almış, koşarak gidiyor. Demiş ki:

     Yahu, sen niye bu kadar bu işin üzerine düştün? Bu işe nihayet ver, git köyüne rahat et. Senelerin kaç devre dolmuş.

     “Vallahi ne deseniz haklısınız ama” demiş. İki sebebi var. Biri köyümde genç bıraktıklarım ihtiyarladı, beni bir şey bilir diye bekler, ikincisi aşkım var öğrenmek isterim. Allah vermez, öğrenemem.

O mangal yakan arkadaşı, alay ederek fakat alayını belli etmiyor, istihza ederek:

      Ee, demiş. Bunun kolayı var.

     Nedir kolayı?

     Bak rast gelirsen, demiş. Köpekçi Hasan Baba’nın elini öp, sana himmet etsin, belki öğrenirsin.

     Olur mu? demiş.

     Olur olur, demiş. Alay ediyor ama. Kendi inanması yok.

     İnşallah demiş, nerede bulurum filan diyerekten, o zevk ile çıkarken, merdivenlerin başında Hasan Baba dikilmiş. Kemâl-i ihlas ile öyle bir teslimiyet ile elini öpmüş. Anlatmış. “Ben böyle böyleyim.”

     Bir hokka ekmek al da peşime düş, demiş.

O sokak, bu sokak, o yangın yeri, bu yangın yeri, bir izbe bir yerde. Haşa huzurdan biraz evveli söylediğim gibi; bir köpek, bacakları filan öyle yara, bere, cerahat içerisinde. “Öp ayaklarını” demiş. Hiç itiraz yok, hiçbir şey yok. O emrin halavetinde[14], orada çirkinlik filan kaybolmuş, gitmiş. “Ekmeği de doğra” demiş. Ekmeği de doğramış. Başlamış annesine babasına küfür etmeye. Kovmuş. Yolda kendine gelmiş talebe.

—Evet, demiş senin bunlar hep hakkın. Sen kendin adam olamadın. Ne kadar büyük büyük profesörlerden ders okudun, almadın, nihayet bir meczubun peşine takıldın. Ekmek gitti, kötü bir köpeğin ayağı öpüldü, anana babana güzel küfür edildi, bunlar senin hakkın. Bunu düşüne düşüne yine cami dersine yetişiyor. Kendi anlamıyor ama o günde takip etmiş olduğu ders müntehi talebenin artık son, en zor bir kitap Şerhu'l-Mevâkıf. Onu okuyorlarmış. Kendi anlamıyor, fakat kitap tutuyor. Gidiyor, açmış. O günün en meşhur ders taklit edenlerinden bir zât, yetmiş seksen tane talebe var karşısında, mânâ verirken şöyle kalkmış. “Efendim şu mânâda tahsil olunmaz mı?” değince gözünü açmış, dersi veren zât. Başlamış ağlamaya. “Gel efendi çık yerime” demiş. Ve ayrılırken de dersi artık bundan sonra bu efendi takip eder, bende gelir dinlerim. Acaba buradan ben bir şey anlatabildim mi? Herkesin anlayışına göre, burada kısım kısıma ayrılır bu. Bir kısmı deli saçması der, bir kısmı bu işe müpteladır, ah der, yani olmuş. Öyle. Aşk, her şeyi hâlleder. Anlatabildim mi acaba?

Hülâsa: Benlikten soyunmadıkça, ahlakın son sınıfına insan giremez. Benlik yok mu ya! Hak ile aramızda en büyük perde kendi varlığımızdır. Bundan ayrılmadıkça zulme de divan durulur, üç günlük âdi hayatını idame ettirebilmesi içün, ihtirasat-ı nefsaniyetini tatmin etmek içün, koca bir camia da yakılır. Bütün rezaletler, bütün cinayetler irtikâp ettirilebilir. Kimin ki benliği ne derece kalındır, ondan o kadar şekavet beklenir. Artık, nispet dâhilinde, bazısında azdır, az çıkar, bazısında orta hallidir, orta halli çıkar. Onu söylüyorduk. 

Beşerin ilmi çok yükseldi. Daha yükselecek. Fenni de o kadar ilerledi, felsefesi derken işte malum herkesçe fakat ah sesi dinmedi. Bunun üzerinde de uğraşanlar yok, insanlar içerisinde. İlm-i tıp teâli ediyor, hele cerrahi kısmı. Göz alıyorlar, göz koyuyorlar, bu ufak bir şey değildir ki. Bu olur mu? Olur tabi. Mucize de var ya, Hazreti İsa anadan doğma ölüyü diriltti, gözüne göz verdi ya. “Bu fennen de olacak.” dedi, Allah. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunun üzerinde duracak bir şey yok. Bizim iman ettiğimiz büyük Kitap “Ölü diriltilecek” der. Yaa!  Daha oraya yaklaşmadılar. Biraz sonra yaklaşsınlar. O,  o kadar iyi bir şey değil. Ama olacak. 

“Keramat-ı diniyede ne vaki olmuşsa, keramat-ı fenniyede o olmadıkça kâinata nihayet vermem.” dedi, Allah. Keramat-ı diniye de ölü diriltilmiştir. Binaenaleyh, fennen de ölü diriltilecek. Şimdi de diriltiliyor, beş dakika on dakika. O diriltilmiyor. O fizik hadisesi o, hareket. Tenekeye de verirsin, böyle sallanır. Diriltilmek demek, şuuruna sahip olacak. Enesini bilecek. O daha yok. O da olacak. “Ee olursa o vakit işte herkes kurtulur!”  Yook. Kurtulma olur mu o vakit işte. O vakit diyor ki: Allah, “Ey beşeriyet, bab-ı Kudret’e kadar el uzattınız, hadi bakalım paydos! Bütün mevcûdât şeklini, değiştireceğim.” Yok olmak, yoktur da.   

 يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ[15]

Şekil değişecek artık, diyor. Bunların hepsi olacak.

Biz kendi yerimize gelelim. Neden hiç dinmiyor ahh sesi? Dinmez mi? Yarım saatte diner. Kudret hilkatle bize misaller getirir. Evvelsi gün herkes yakası bir tarafta kar yağıyordu, bak bugün sıcak. Ahlak da öyledir. Anlatabildim mi acaba? Bu vücut içerisinde gezen şekiller var işte. Onu tebdil[16] eder Kudret, tebdil eder. Yalnız diyor ki: 

 [17] وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

“Bana sarılmadıkça açmam yolu.” diyor. Şimdi beşer oraya sarılmıyor. Zekâsına meftun, yaratırım sevdası gelmiştir. Bu sevda geldiğinden dolayı, al bakalım diyor. “İnleyin bakalım!” İnliyor.

Hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi; Allah’ın vermiş olduğu en büyük sermaye, havas ile avamın muvazenesi hususunda verdiği sermeyedir. Havasa merhamet, avama hürmet. Bu iki haslet, Kudret’in bize verdiği en büyük sermaye. Bunları görmedikçe olmaz. Yüksek tabaka, dünyaca yüksek, konuşurken insan kendisini idare edemiyor. Bir de ahlak da yüksek tabaka vardır. Eshab-ı ittika, derler onlara. Gönlü zengin, üüüü. Kalbe sahip olmuş. O ayrı o. Onun hakkında öyle der işte.

 [18] زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ   

*     زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا    

“Beni inkâr edenlere, dünyayı o kadar tatlı yaptım ki.” Neden öyle? Âdeti öyle. Öyle diyor.

 زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا

“Beni inkâr edenlere, dünyanın hayatını o kadar süsledim ki!”

 وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ

“Bana iman edenlerle, inanlarla eğlenirler.” Haber vermiş değil mi hepsini? Hepsi haber verilmiş. Eğlenirler, diyor. وَيَسْخَرُونَ مِنَ istihza ederler. Kıymet vermezler, âdi görürler, maskara yerine koyarlar,

 وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ

“Sakınanlar var ya” diyor. O sakınanlar. O zaten... 

Dün bugün için rüya, bugün de yarın için rüya. Kaç yaşındasın? Kırk. Koy ortaya bir şey yok. On misli yap yine yok. Yok bir şey orta yerde. Onun içün bu işi beyan eden şey:  [19] قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ     dır. Belki bin defa okumuşuzdur fakat üzerinde durdun mu mânâsının? Ne demek onun mânâsı? Hadi bir tatlı mânâ vereyim de zapt et.

Nazar-ı hakikatte meşhûd olan ancak Allah’dır. Nazar-ı mecazide mevcut olan sen ben, şu bu. Fakat nazar-ı mecaziye kıymet verilmez. Niçün verilmez? Dedeni göstersene. Durdun değil mi ya gösteremedin. Var mıymış kıymeti? Yok. Kim var? O var. Dikkat et, bak ne kadar ince bir yerdir. Nazar-ı hakikatte meşhut olan ancak Allah’dır. Öyle beyan ediyor kendisini. “Ben öyle bir birim ki senin bildiğin gibi âdet manzumesinde çiftin mukabili olan bir, bir değilim ben.”  Hani biz deriz ya Allah bir. Bildiğimiz bir, iki, üç, dört, beş, on diye saydığımız cinsten bir mi? O biri ben biliyorum hadistir o. Ondan münezzehtir, O. Ya? “Ben kendi kendimi birlediğim birlikle birim.” Bunları öğreteyim, çok canım ister. Çok zevk alırım fakat anlatamam.

Nazar-ı hakikatte meşhûd olan ancak Hakk’tır. Nazar-ı mecazide, sen de varsın ben de varım,  şu da var bu da var, defter de var saat de var. Fakat değişmeceli varlığın kıymeti yok ki. “Neden olmasın efendim?” Varsa dedeni göster. Dedenin babasını göster. Anneannenin anneannesini göster bakayım. Gelmesi ile gitmesi arasında fark bile yok. Yalnız kim var? O var. Onun için Fuzûlî bunun farkına varmış da

Nem var ki lâf edem özümden

Mahveyle beni benim gözümden. Öyle diyor işte.

وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ

Sakınanlar var ya. Dayanın böyle, bu âlemde. Bu gibi sözlere yılmayın. Cihat edin. Bir de bunun mukadderatının kaptırıldığı zaman vardır. O çok fena, o işte çok fena.

 وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا [20] 

 (*) اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا   [21]   

 Der ki: “Siz mukadderatınızı sizden olmayan hiçbir kimseye kaptırmayın.” O “hiçbir” kaydı var. Yani adam benim mahiyetimde, benim elimin altında, benim dizimin dibinde, fayda yok der. Hani kıymet vermezsin, sakın böyle bir şey yapmayın. Mukadderatınızı sizden olmayanlara, hiçbir kimseye kaptırmayın. Bir defa kaptırdınız mı,  اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ

Bir de onlar galip gelirlerse يَرْجُمُوكُمْ   sizi taşlarlar. Geri kafalı der, taşlar; ileri kafalı der taşlar; istihza eder taşlar. Üüü, daha kıpırdanamazsın.

 اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا 

Yahut sizi kendilerine mal ederler. Sen kendi hüviyetinden, zâti seciyenden, asli fıtratından soyunursun, ondan olursun. O vakitte Benden mahrum olursun, diyor. O vakit de “Benden mahrum olursun.”  İşte ahlak insana kendi seciyesini, seciyesini kaptırtmayan, muhafaza eden bir müessesedir.

Biz mânâya çok acip bakmışız, tuhaf kalmışız. Bakın size bir misal vereyim. Fahr-i Âlem der ki:

“Kim ki bana insanlardan bir şey istemeyeceğini tekeffül[22] ederse, ben ona Hakk’ı tekeffül ederim. Bir açabilmeklik içün bir çöp olsun. Bunu dahi istemekliği size ar görürüm.” der.

Bu kaide niçün konmuştur? Kuvvetli çalışmak içün. Bir insan bir insandan bir şey istememesi içün, on beş saat, on iki saat değil, ne bileyim ben, ne kadar saat varsa çalışması lazım gelir. Emir böyledir. Hem böyle toplamışta size bugün mühim bir şey söyleyeceğim demiş. Gayet mühim bir şey söyleyeceğim. Hepiniz Hak derdi ile yandığınızı söylüyorsunuz, ben tekeffül edeceğim yahu demiş. :Kim ki bana söz veriyor ki kimseden bir şey istemeyecek, ben onu Allah’a tekeffül ettim. Vakta ki bizde bu mânâ ilmini öğretenler, şunun bunun minneti altında kaldılar, kalınca tabiatıyla bu iyi öğretilemedi. Yıkım buradandır. Anlatabiliyor muyum acaba? Yıkımın sebebi bu.

Dört yerde müsaade etmiş. Nerelerde istenebilir? Dört. Onlar da söylenir, çok sürer, başka bir konuşmada. Dört yerde istisna edilmiş. Biz bunların hepsine geri kaldık, anlamadık. ”Hayır” nerede denir? “Evet” nerede denir? Bir defa bunu kaybettik. Hayır diyeceğimiz yerde evet, evet diyeceğimiz yerde hayır. Hayırla evet kelimesini kullanmasını bilmeyen bir camia, hiçbir vakit dünya ve mânâca teali edemez. Yok. Siz zannetmeyiniz ki insan kendi mesaisini böyle her şeyi yapabilir. Allah onun çalışmasını görür, niyetini görür, ikisini bir birine cem eder, ettikten sonra O verir. Sen hiçbir şey yapamazsın. “O hâlde  çalışmayayım!”  Vermez. Çalışma düsturdur. Kuvvetli çalıştığını görür. Görmez misiniz ihtiralar? O birçok ihtiralar, onların hepsini Allah rüyada söylemiştir. Kendileri söylerler. Fakat on sekiz saat, yirmi saat, böyle düşüne düşüne düşüne, acıyor nihayet Cenab-ı Hak, şurasını şöyle yap diyor, oluyor iş. Anlatabiliyor muyum? Görecek, çalışmanı görecek, çalışmanın niyetini de görecek. Niyet, malum ya ikisi birbirine bağlı. O niyeti görecek, onu gördükten sonra yolu açacak. Muvazene olmuyor insanlarda, onun için inleme kalkmıyor. Gelelim konuştuğumuz yerin an yerine.  Olmuyor.

Havas tabakası yüksek tabaka, maddi vaziyeti müsait olan tabaka, mânâsı müsait olan tabaka, her iki taraf beraber gider. Düşkün tabakaya; ivazsız, garazsız, minnetsiz, ücretsiz, külfetsiz, merhamet edecek. Aşağı tabakada o merhameti görünce ona hürmet edecek. O merhametle o hürmet evlenecek, bir çocuğu olacak, muhabbet. Ondan sonra bak kâinat ne şekilde olur. Şimdi yok bunların hepsi yok. Tamamen kalkmıştır. Senin bana itimadın yok, benim sana itimadım yok. İtimatsız olan yerde Hak yok. Anlatabildim mi? Sen bana inanmıyorsun, bende sana inanmıyorum, buradan yıkıldık. İtimadımız yok. İstediğin kadar çalış. Ferdin mesaisi kâfi değildir. Toplanacak. Kaç defa misal getirdim, Allah’a müracaat edildiği vakitte tek kalple olmaz. Tek kalple olan duayı Allah şey ediyor… Mefsedet[23] zamanında olduğu vakitte, cevap veriyor.

Ye'tî alen-nâsi zemânün yed'hû’l-mü'minû ale’l-àmmeti fe yekulûllâhû teâlâ  ûd'u lî nefsike fe inni es-tecîbi leke ve innî sâhitûn aleyhim[24]

Yani bir veli, Hakk’a kendisini kabul ettirmiş büyük bir insan, mefsedetin tecelli ettiği devirde elini açarsa Cenab-ı Hak ona diyor ki: “Ne istiyorsun sevdiğim? Söyle, ne istiyorsun? Onun içün bir şey istiyorsan darılmışım, isteme yapmam. Zâtının bir arzusu varsa yapayım. Şahsına taalluk eden bir iş varsa baş üstüne. Fakat onun için istiyorsan, darılmışım yapmam, yok âdetim.”

Hakk’ın barışabilmesi için insanların barışması şart. Bak nasıl birbirine bağlı. Muhabbet olmazsa, barışmak olmazsa o işte zevk olur mu? Farzedelim ki, beş-altı nüfuslu bir ev, üçü dargın üçü barışık, o eve haddizatında günde on milyon lira giriyor. Ne sofrasında lezzet vardır, ne yastığında, ne yatağında, ne oturmasında ne kalkmasında. Berbat. Faydası var mı? Yok Hiç faydası yok.

Mesela şimdi görüyoruz ki bu sene oruç tutanlar çok, insanın hoşuna gidiyor. Mânâya karşı bir tevkîr[25] demek, iradesini kullanmaya başlamış. Malum ya oruç, Allah’ın irade sıfatını kullanmak demektir. Geçen konuşmamda söylediğim gibi; Hudâ, her sıfatını vermiş, bâhusus insana irade sıfatını vermiş. Melekte yok o. Onun için biz mükellefiz. Meleğin bizim kadar kıymeti yok. Melek, Allah’ın cemal sıfatına mazhardır. Biz hem cemal, hem celal. Onun için naib-i Hakk'ız. Meleğe kahabat yapabilmek içün şey hadise hâlk etmemiş Allah. Bana hâlk etmiş. “İrademi verdim kullan bakayım.” diyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Kullan, fakat şuurlu mu? Düşündüren nokta bu, şuurlu mu? Görenek mi, şuurlu mu?

Zira Peygamber  söyler: “Bir zaman gelir, caminin son cemaat yerindeki duvarın dibinde de yer bulunmaz. O kadar iğne atsan yere düşmez fakat içerisinde bir tane mü’min olmaz.” Şuurlu mu? Şuurlu olduğunu ne vakit anlarsınız? Örf-ü belde de ne vakit mânâ din modası olur, ahlaksızlık haddizatında moda halinden kalkar, hah şuurlaşmış denir. Oturması kalkması, muamelesi, yalan kalkmış. Ne sen onu kandırabiliyorsun ne o seni kandırabiliyor. Böyle tamamıyla birbirimize kıble olmuşuz. Sen bende Hakk’ı görüyorsun, ben sende Hakk’ı görüyorum. Sen bana bakınca utanıyorsun, ben sana bakınca utanıyorum. Hahh! Bu iş şuurlandı demek.

Şuurlu mu? Yoksa aç kalmak. Yalnız aç kalmak değildir, oruç. Oruç tutmazdan evvel ki çıkıklarından kaç tanesini giderdin? Hesabını yaptın mı? Bugün kaç gün oldu? Sekiz, dokuz, on, on bir, on ikinci gün, on iki gündür Allah’ın sıfatına girdin, bu sıfatlara girdikten sonra, girmezden evvel bende şu kötülükler vardı, bırakabildin mi bırakamadın mı? Hepsini değil, bir tanesini olsun yahut iki tanesini olsun. Bir hesap; hasetçiydim, acaba gitti mi? Haindim, acıma hissim azdı, acaba acımaklık şeklim başladı mı? Müzevirdim[26], acaba o müzevirliğim gitti mi? İnsanları birbirine düşürmekten zevk alırdım, atabildim mi? Hakk’ın settar ismi bende tecelli etti mi? El- Afüv ismi bende tecelli etti mi? Es-Sabur ismi bende tecelli etti mi? Er-Rezzak ismi bende tecelli etti de açı doyurabildim mi? Anlatabiliyor muyum acaba? Var mı bunların içerisinde, hangisi yapıldı? Hahh eğer bunlardan, yani tutmazdan evvel ki hâlimizden bir tanesini atsan, muhakkak Hak hiç olmazsa bir günlük orucunu olsun kabul etmiştir. Ama tutmuş da hiç farkı yok.

Men âlâ cariyeteyn ene ve hüve hâkezâ ve zamme asâbi'âh

“İki kimsesiz kızı, iki kimsesiz yavruyu, cemiyet içerisinde, insaniyete layık bir vaziyette, yetiştiren kimse ile ikimiz huzur-i ilahide yan yana oturacağız.” Sonra iyi anlaşılsın diyerekten mübarek parmaklarını böyle yapıyor. Ve zamme asâbi’âh. “Nasıl yan yana bilir misiniz?” diyor. “Bak buradan bir şey geçmez.”diyor.  Böyle zamm etmiş buradan bir şey geçmez. Misal olaraktan verdim bunu.

Öyle bir ibadet ki her ibadetin fevkinde işte. Hangi ibadeti yaparsan yap, böyle yan yana durabilir misin Rasul-ü Ekrem’le.  Alnını secdede çürüt bakayım. Onlar kolay ibadet. Oruç da kolay, namaz da kolay. Bedava. İradeni kullanacaksın, yapacaksın. Onların zor olan kısımları var işte, onlar bunlar.

Dikkat etseydik bu kadar sefalet olur muydu? Tarihin en eski efendisinin çocuklarıyız biz. Yaa! Ama onun şartı da ağırdır ha. Eve girdiği vakitte hariçten sizi tanımayan birisi o bakmış olduğun kızı görünce bu evin kızıdır diyecekler. … Külah mı, takke değil, takke öyle olmaz. Torba mı? Torba. Buraya kadar geçer. Birisi saçlarını da kırpmıştır böyle. Biri uzun biri yukarı. Biri ayağında hanımın ayakkabısı, bir tekinde efendinin ayakkabısı, bakkala gider, gelir. Taş merdiveni de siler, kendi kızı içeride yirmi iki derecede, x vaziyetinde oturur tırnaklarını temizler, öbür ki de pancar gibi olmuştur. Bu da o şekilde mi acaba? Yok azizim öyle değil, yok! Oraya…

Fahr-i Âlem öyle der. Allah’ın laneti iner. Belli olmaz ama yedi silsilesinden sonra çeker. Çok, çok ağır iştir o. Yetim büyütmek, kimsesiz büyütmek, garip büyütmek, herkesin kârı değil. Çok büyük insanların kârı. Yetimden, o kadar ağırdır ki, kardeşi de bir şey isteyemez. İki kimse yalnız iş teklif edebilirler. Hocası; iş verir, iş alabilir. Çünkü o ruhunun babasıdır, beriki annesi, kendi babası, annesinin zahrından, neyse rahm-ı maderden çekmiş kalıbını bu âleme atmış. Hocası da mânâsına ait olan hocası da onu bu âlemden Allah’a atacak. Onun içün o iş teklif eder, der. Bundan mâadâ kimse edemez. Yaparsa...

Bilinmez insanlar nereden çektiğini. Hiç ummadığı bir yerden, bir yerden yanar, çeker gider. Onun için en sakınılacak, en dikkat edilecek noktalardır. Bu mevzûa girdim, girmemin sebebi vardır da onun içün. Mesela, işte şimdi bayram geliyor, Evinde bir yetim var, bir de kızın var. Bunlara bayramlık yapacaksın, cinslerinde fark edersen, onun da aklından geçerse ki: “Kendi annem olsaydı, babam olsaydı böyle yapmayacaktı. Bak kızına elli liralığından aldı da bana on liralığından aldı.” Hadi yeni yeni giy bakalım, filan derler. Bir de öyle haddizât. Yanar vallahi. Cayır cayır yakar, Allah. O hiç, o gün belli olmaz. Onun günü gelir, saati gelir, devresi gider. İnsan hakikatte ölmüyor, ölür, torununu görür, torununun çocuğunu görür, onun çocuğunun öyle bir hale giriftar olduğunu âlem-i ahiretten temâşâ eder ve derler ki, kendine vaktiyle yapmış olduğunun cezası gelmiştir, bak iki yüz sene evveli yapmış olduğun şekildir, gör, o vakit yanar. Anlatabildim mi? Öyle zor ki bu iş. Biri de gayet iyi bakar. Etraf iyi baksın diyerekten bakıyorum der, içinden geçer. Şimdi ben bunu almasam, bak bak yetim değil mi kıymet vermediler. Geçti mi, o da yandı. Ne bileyim? O kadar ince burası. Benim için yapmadın diyor Allah. Dedikodusu olmasın diye yaptın diyor. Benim hesabıma değildir onlar. Serair-i Zemair-i hafayaya muttali.

Hemen hemen her sene bu bayram yakınlarında ben bu misali getiririm, yine getireyim de burada büyük hisse vardır, hepimize. Adamcağız bir yetim besliyormuş, nadan da bir adam değil ya, işte olur ya insanlık bu. Bayram gelmiş, bayram namazından dönmüş, çocukları da var, çocuklar kapıyı açmışlar, sarılmışlar. Onlar, o çocukları babasını öpmüş, babası çocukları öpmüş, öteki yetim olduğu için belki fark edilirim filan gibilerden biraz geride duruyormuş, adam dalgınlıkla onu görmemiş. Geçmiş odasına girmiş. Ya. Kapı çalınmış, bir misafir gelmiş, açmış tanıyor o yetimi, bakmış gözleri öyle şişmiş ağlar. Niye ağlıyorsun demiş. Bak bugün bayram, bugün gülme, meserret günüdür. Çocuğunda oluşunda var,

Dilâ iydest herkesî dest-i yâr-i hiş bûsed
Garîbem bîkesem men dest-i gam, gam dest-i men bûsed [27]

Bırak o bayram denilen, o çirkin günü bırak. Bırak, diyor, bahsetme bana. İşte o geldi, herkes babasını öptü, babası evladını öptü, beni de gam öptü bende gamı öptüm. Sonra büyük bir insan olmuş bu insanlar. Dikkat olunacak noktalar. Yoruldunuz mu? Keseyim mi?

Konuşurken dedik ki, başladığımızdan başlayalım da şöyle toplayalım. Mevzuyu keselim.

Vazifeden doğan ahlak dedik, aşktan doğan ahlak dedik. Vazife neye derler? Nedir yani vazife? Eski konuşmalarımda bulunanlar bilirler, bu tarifleri çok yapmışımdır. İki üç kelime bizde sû-i istimâle uğramıştır. Biri vazife kelimesi. “Efendim vazife her şeyden mukaddestir.” Güzel, tabir güzel ama yapar eder, vazife vazife… Bir de vicdan. Bir de vicdan kelimesi. “Sen benim vicdanıma sor.” der. Vicdanıma bırak, bu işi der.

Vazife, vacibü’l-icra olan şeye denir. Ne demek? Örfen, cemiyyeten, ahlaken, yapılması mecburi olan işin adına vazife denir. O hâlde mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar, kutsiyât, o nereden doğar? Ahlakiyattan doğar.  Ahlak nereden doğar? Zat-ı Bari’ye imandan doğar.

Ebediyete inanılmayan ahlak sahtekârlıktır. Bir şey olmaz o. Değil mi ya? Ben bir gün bir yerde toplanacağım, kaidesine gönül vermeyen kimse, orda olmaz o iş. Ama göstereceğiz cemiyette.  Hem münkirdir hem ahlakı vardır. İntibak kaidesine uymuştur o. Ya vicdanen inkâr sahasında değildir veyahut o, onun üzerinde işlenmiştir. Şuurlu değildir. Ahlak. Bunun tersi de vardır. Hem Allah'a inanırım derde hem de ne kadar kötü ahlaklıdır. Onun inanması da sahtedir. İnanamamıştır, o da işi söz hâlinde getirmiştir. İnanmak için buranın yanması şarttır. Anlatabiliyor muyum?

Bak, ikisi de bir. Cemiyette iki şahsı da görebilirsiniz. Birisi kuvvetli inandım der, en kötü ahlaksızlığı vardır. Biri inanmam der, ahlaka ait numuneleri vardır. İkisinin de aslı yoktur. Öteki inanmamıştır, o sözle inanmak mevzûu bambaşka bir iş o. O ayrı iş o. O telkinlerin tesirinde kalmıştır, tatmamıştır. Anlatabiliyor muyum? Balın kutusunu görmüş ama tatmamış. Ne faydası var. Bir faydası yok. Kısacık bir hayata bağlayan bir adam, vefa gösterebilir mi? Buna imkân var mıdır?

İki tane asker tasavvur edin. Misal vereyim de bakalım sen ne diyeceksin? İki tane asker, er, biri diyor ki:

“Ben kör bir tesadüfün neticesi olaraktan tekâmül etmiş bir hayvan şeklinde mevcudum. Benim üzerimde hiç kimse yoktur. Ben öyle mânâymış, ebediyetmiş, Hakmış, hakikatmiş, bunlar hep hissi sözlerden ibarettir. Binaenaleyh, ben ihtirasat-ı nefsaniyem kabardığı vakit, fırsatı bulduğum zaman da ben onu tatmin etmekten başka bir şey bilmem. İnsan denilen şey tekâmül etmiş bir hayvandır!” diyor.

Diğer er de diyor ki: “Yahu bakıyorum ben kendi kendime, öyle şey olur mu? Ben kendimi, kendim mi yaptım? Kendimi yapsam her şeyi yapacaktım. Muhitim benden daha zayıf, mânâ önce hâkim, madde sonra gelir. Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet nedir? Konuşurum da konuşmamın ne olduğunu bilmem. Görürüm de görmenin ne olduğunu bilmem. Var!” diyor.

Şimdi bunun ikisini de cepheye gönder. Düşman savlet[28] eyledi. Hangisi durur? Öteki ben kimsenin sırmasına, kasasına, masasına ölmem, der. Beriki der ki, yook vatan mananın nikabıdır.[29] Vatan, dinin nikabıdır. Vatan mânânın nikabıdır. Vatan seciyenin nikabıdır. Binaenaleyh, ben bu uğurda öleceğim, yerine Allah’ı alacağım. Ve deden böyle ölmüştür. Anlatabildim mi? Aşikâr bu. Bu hesaba deden ölmüştür. Bire on dövüşmüştür.

Şimdi zaten inkâr kapısı da kapandı ya artık. Fen mevzûuna girdi değil mi? İnkâr kapısı kapandı. Amerika da koyuyorlar masanın üzerine beş tane adamı, huuup yukarıya üç metre kalkıyor. Cazibe kanunu altüst oldu. Kimya mübadilleri[30] de bozulacak. Kudret. İnkâr edenler,  e hani telkindi, diyor. Makineye de mi telkin ettiniz? Tık çıkarıyor böyle. Koyuyor musiki aletlerini, tam bir vaziyette, iki yüz sene evveli gelmiş olan musiki heyetini çağırıyor. Şeride de alıyor. Adam yok ama orada çalınıyor. Yalnız taraf halinde bir fotoğraf çekiliyor. Ruh mudur gelen, diyeceksiniz. Belki bana bir sual teveccüh edersiniz. Ruh değildir. Ruh Allah’ın emridir, uşak olarak kullanılmaz. Ruhun orada almış olduğu sıfattır. Ruhun kendisi gelmez. Sonra, oradan söylenilen sözün hepsi doğru mudur? Hayır. Burada yalancı olan adam orada da yalancıdır. Anlatabiliyor muyum acaba? Yalancıdır o. Doğru değil,o. E bunlar nedir? Bunlar Kudret’in sevdiği insana ders kaçırmasıdır. Bazı bir insanı sever o da inkâr âleminde bulunur, kurtarmak içün onu, böyle yapar O. Durur kafa.

Kalp, bizim sadrımızda, sol tarafımızda, dört köşeli, kan damarları işte bilirsiniz, hepinizin bildiği devranı yaptıran, o kalbi, ahlak ondan bahsetmez. O kalp kalb-i hayvanimizdir. Bu torbanın kalbidir. O kalbe taalluk eden bir kalp vardır. O kalp, tasfiye-i ahlak ile Allah’a ayna olur. Anlatabildik mi? Binaenaleyh, bütün işler orada görülür. Onun zevkini anlayabilmeklik içün de eğer gamm-ı kederden soyunmuş, Hak ile huzur edebilmişsen, bilki kalbin tamamıyla ayineyi hak olmuştur. Fakat acaba ile dolu,  gam ve kederle meşbû[31]  tereddütler içerisinde yüzüyorsa, henüz kalb-i hayvaniden başka kalbe malik değil. İşte diğer cepheyi alacak olursak, dindeki ibadet mevzûları da bunlardır. Bunlar açılsın içün yaptırır Allah.

Mesela oruç, gönlün gubarını[32] siler, diyor. Aç kalmakla gönlün gubarını siler mi silinir mi? Yalnız aç kalacak değilsin ki, kırık kalbi satın alacaksın ya. Onun senin hakkında bir niyazı var ya. Etmese dahi o hâli Allah görüyor ya. Tabi bir karşılık verecek. Biz o niyeti gösterelim elverir. Onu gösterirken de muhakkak bir şey beklemeyelim. Komisyonluk olmasın. Bizi yıkan mesele de o dur.

İmam-ı Hasan’ı karısı zehirledi. Ca’de[33] mutallakasıydı,[34]   zehirledi. Geldiler kardeşi geldi. Kim yaptı, dedi. “Yapanı biliyorsun benim gibi, ceza mı vereceksin.” dedi. Kalp işte var. Anlatabildim mi acaba? Kalbe misal.

Peygamber Anavatanından Medine’ye hicret etti. Sevgili kızı, babasının aşkıyla yanıyordu. Görmek istiyordu, geceleyin koştu. Müşrikin bir haydudu tuttular. Eğer öldürebilirsen sana şu kadar lira vereceğiz, dediler. Koştu, mızrakla yaraladı. Hamileydi düştü, ıskat-ı cenin[35] oldu. Ölümüne sebep verdi, şehit oldu.

Gün geldi, İslam’a geçti dünyanın mukadderatı. Ağlayarak bir adam geldi, huzur-u Nebi’ye. Ağlıyordu.

     “Beni imha et!” diyordu. Ve gayet samimi söylüyordu. O imhada hayat olduğunu biliyordu.

     Ben imhaya gelmedim, ihyaya geldim, dedi. Ben insanların hayatlarını mahvetmeye gelmedim, hayat vermeye geldim.

     Ben o hayata layık insan değilim. Benim hayatım sizin beni imha etmenizdedir. Beni imha edin. Ben sizin imhanızla hayat bulacağım. Biraz huzur bulacağım.

     Senin suçun nedir, dedi.

     Sormayın, benden alçak adam yok.

     Söyle bakayım, dedi.

     Ben sizin kızınızı şehit eden caniyim. Bilmedim, kapıldım. Bugün anladım ki hakmışsınız siz, beni imha edin.

Peygamber başladı ağlamaya ve etrafındakilere dedi ki:

      Yavrumdur, dedi. Cüz-ü pâremdir, kızımdır, gözümün önüne gelir daima içim sızlar. Fakat buna ondan fazla sızladı.  Daha fazla acıdım. Ya Rabbi, bana bağışlamaz mısın?

Kalbe misal anlatabiliyor muyuz acaba? Var mı böyle kalp? Yoksa mudga. Et parçası. Buradaki kalp. Kalp bu. Bunun rikkatli kısmına misal getirdiğim gibi, diğer kısmına da misal getireceğim.

Şeriatın zaptiye nazırı Ömer, oğlu bir suçundan dolayı hadd vurulması lazım geliyordu.

Bizim mânâ ahkâmında hükmü kim verirse haddı da o vurur. En mühim nokta bu ama. Daha böyle şey yok. Hiçbir yerde yok. “Anlamadım.” Anlatayım. Hâkim idamına kararı verdi. Bizzat kendi asacak. Kararı verdi buyurun asın. Başla. Anlatabiliyor muyum? Burada ne var. Burada ne var biliyor musun sen. Neler var, neler var, neler. Hepsini nasıl anlatayım? Saat doldu. Hükmü kim verirse icrayı da o yapar.

Hükmü, Ömer verdi haddide o vuracak. Kendi oğlu. Sekseninci deynekte oğlan öldü. Yine vuruyor. Dediler ki hayatına nihayet verilmiştir, niçün vuruyorsun? Hadd insanı temizler, anasından doğmuş gibi yapar. Yarın huzur-u ilahide bu fiili nasıl yaptın dedirtmemek için vuruyorum. Anlatabiliyor muyum? Kalp. “Evladımdır çok severim, Allah’ın ismini evladımdan fazla severim, bak ağlıyorum, dedi. Gözyaşıyla vuruyorum, dedi. Evladım cihetinden ağlıyorum, Allah muhabbetim cihetinden vuruyorum.” Bir şey anlaşılıyor mu acaba?

Tamamen kalp meydana gelirse o vakit sen kâinatın müveccehi[36] olursun. O vakit ne olur? O vakit artık, benliğinden kesafetinden eser kalmaz. Eritmek lazım, pûte de erimek lazım. Aşk pûtesinde kesafeti letafete inkılâp ettirmek lazım. Eşyayı başka türlü görürüz. Şimdi göremiyoruz eşyayı başka türlü. Neden? Anamıza bile bakmıyoruz. Ağır geliyor. İcra dairesinde evladından nafaka isteyen baba var. İcra dairesinde. O vakit, Hakk’a aşina oluruz. Bir şey okuyalım da konuşmayı keselim. Size çok defalar okudum amma burayla münasebeti var, tekrar ediyorum.

Matla ı nur safâ-ı meşreb i rindaneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.

Kalp sahibi olduktan sonra yanınızda ne söylenecek olunursa “bırak yahu” dersin. Değmez. Anlamam işitmem, söylediklerini. Dedikodudur, şudur budur, bırak bunları.

Matla ı nur safâ-i meşreb i rindaneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.

Var mı ehl-i aşk. Onunla aşinayım, başka bir şey anlamam. Filanın rütbesi, ötekinin câhı, berikinin... Ben, Cenab-ı Haydar’ın

Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bi’l-kalil
Mut ve lâ tatlub meaşen min leiym
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuadi
İnnemel rızgu alellahi’l-keriym.[ii] 

Bunu düstur ittihaz etmişim, der. Öyle diyor o. Zengin kalpli ol. Zengin kalpli ol. Aza kanaat et. Aza kanaat et demek, burada tembel ol mânâsına değil. Bunların tefsiri çok zordur. Bir defa veren el, alan elden hayırlıdır. Düstur bizde bu.

Yed'ul ya hayru’n-mine’l-yedu's sufla Daima eliniz üstünde olsun, derler. Onun içün bizde bile tasadduk yaparken nezaket-i Ahmediyi muhafaza hususunda böyle vermez de arifler şu şekilde verirler. Kendi veriyor ya, onun gönlüne bir şey gelmesin. Eli onun üstünde kalsın diyerekten. Anlatabiliyor muyum? Biz kafasına da vururuz. Veren el alan elden üstünde olacak. Buradaki kanaatten maksat Kudret’in bütün servetlerini, sana vermiş olduğu nimetlerini yerli yerine sarf edersin, sarf ettikten sonra tecelliye rıza gösterirsin. Aharın zararına çalışmazsın. İşte bu.

Mut ve lâ tatlub meaşen min leiym. Geçinme hususunda geber de alçağa yüzsuyu dökme. Değer mi, diyor. Yüzsuyunu Hak tezyin etmiştir, altın suyuna benzemez. Altın suyu sahâyifi tezyin eder, levhaları tezyin eder. Dökme onu.

Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuadi. Nazargâh-ı İlahi olan kalbin iç yüzü bulunan gönlünü, suret âleminin şusuyla busuyla yaralama. Nasıl ki aynanın arkasındaki şey dökülürse seni göstermezse, onu da yaralayacak olursan Hakk’ı göremezsin. Ya aynaya rutubet gelsin yahut kazınsın, bir yere takılsın, arkasındaki şey çekilsin, orada cam kalır, göremezsin. Sende eğer o gönlünü yaralayacak olursan, orada mudga kalır, et parçası kalır, Allah'ı göremezsin.

Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuadi İnnemel rızgu alellahi’l- keriym. Dişini yapan keseceğini önce yapmıştır. Anlatabiliyor muyum acaba? Nafile, boş yere. Şeyin dediği gibi, İbrahim Hakkı’nın dediği gibi,

[iii] Deme niçün şol şöyle
Yerindedir ol öyle
Bak sonunu seyreyle  
Naçar kalacak yerde
Nagâh açar ol perde
Derman eder ol derde

 

Allah görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Bil kâdî-i hâcâtı
Terk eyle murâdâtı
Kıl Âna münâcâtı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…

Sen adli zulüm sanma
O bazı çirkinlikler görürsün, o adildir o. Sen adli zulüm sanma
Sabr eyle sakın usanma
Nafile  öd’e yanma  (Öd ateş.)
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Bazen görürüz ki; şu iş olacaktı olmadı, dövünür durursun. Altından ne çıkacağını biliyor musun? Hayrı şerri bizâtihi biz bilecek değiliz ki. Koşarsın koşarsın, vapur kaçar. Gideceksin farzedelim ki uzak bir sahaya. Eyvah bir ay sonra vapur var, diyerekten işlerimde kaldı filan. Sonra sabahleyin gazetede okursun, vapur battı hiç kimse çıkmadı. “Aman ne iyi binmemişim.” Dün dövünüyordun ya. Dün dövünüyordun. Bugün de ah ne iyi gitmemişim. Bilmeyiz biz.

 [37] وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ 

Büyük Kitap öyle der. Çok senin kendi hesabına iyi gelen şeyler, senin hakkında iyi değildir. Çok kötü görmüş olduğun şeyler de senin hakkında o kadar iyidir ki, onları ben bilirim, der. Şuran seni yakmasın. En son söz budur. Şurada bir hâkim vardır, sana alçak demesin. Ondan mâadâ hiçbir şeyden müteessir olma. İnsanın tesir olacak yeri vardır. Şurada oturan o hâkim, hiç kimseyi dinlemez. Sen alçaksın, der. Veyahut aferin sana, der. İnsansın. Senin iklim-i vücuduna Kudret beni koydu ama bir gün beni huzursuz etmedin sen. Hepsi hiç. Kabrin içerisi haset dumanı ile dolu, dışarısı da arsa-i ibrettir. Bu insan içün kâfidir. 

Git arada sırada ananı babanı ziyaret et. Büyük dersler alırsın. Dostunu, ahibbanı[38] değil mi? O da bizim gibi konuşuyordu, o da bizim gibi söylüyordu. O da bizim gibi haddizatında birçok emelleri vardı. Onunda birçok niyetleri vardı, fakat paydos dendi, bize de denecek, değil mi? Buraya kadar dendi mi, bitti iş! Sonra bütün, bütün de son nefese bağlı. 

Kolay iş değil o kardeşim. Bu memleketten filan memlekete gitmeye benzemez. Ahbap ziyareti değil bu. Bugün gönlüm olmadı yarın gideriz, bakalım öbür ay gideriz, öyle bir şey değil ki bu. Son nefese bağlı, karar. Ne acıdır o. Atmış yetmiş seksen sene yaşamışında, ondan sonra azl oldun amma işte senin neticen hüsrandır denmiş, bunun telafisi mi var, tedavisi mi var? Zaman geçmiş, geriye gelinmiyor dönesin. Hüküm geçmiş, âdet geçmiş, karar başka bir karar değil ki ara yerden iltimasçı bulasın. Onun içün sakın ah alma! Neyse, her ne yaparsan yap ama o bulunmasın. 

Şebâş derpe-i azar-i kûn est şeriat-i ma ğerîb-î nefis. 

Öyle dermiş. Ne yaparsan yap bizim mânâ ilmimizde gönül kırmaktan başka günah yoktur. Ben bunu okurken çocukken kendi kendime dedim ki, ooo iş ne kadar kolay dedim. Gayet kolay. Okutan adam benim içimi okuyor, arif insan. Bana geldi dedi ki, şöyle yap dedi, hiç unutmam. Kolay diyorsun değil mi dedi. Evet, dedim. “Kolay değil, dedi. Hiç kimsenin gönlü kırılmasa çirkin bir şey yapsan, benim buradaki gönlüm kırılır sana dedi. Kurtulmanın imkânı yoktur.” dedi. Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa! Evet, hiç kimsenin gönlünü belli etmeden kırmadın filan fakat senin burada bir gönlün vardır sana kırılır, dedi. Onun sana kırılması, başka gönlün kırılmasına da benzemez, dedi. Öbür kırılan gönlü uzaktan görürsün, bu kırılan gönlü daima görürsün, dedi. Yakar seni. 

Matla ı nur safâ-i meşreb i rindaneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.  
Neşe i feyzi ezelden maye-i esti bana.
Bâdesi birden tükenmek bilmez bir meyhaneyim. 

Tabi bu meyhane akla inkılâp ettiren meyhane değil. Ona aşk meyhanesi derler. Bunun kadehi kalp. Kalp kadehinden adama içirirler. İçerisine marifetûllah zevki denir, içindeki içkiye. O bâde feyz-i manevidir. İçen acayip mest olur. Onun mestliği başka. İşte burada söylüyor, ne oluyor biliyor musun?  

Hem yanar hem neşri envar eylerem etrafıma
Şem i bezm i aşıkan bihişt i ferdaneyim.
Cezb-i edna[39]    çâv[40]  ferimdir[41] ettiğin miraçta.
Kays’e ilham-ı cünun-u aşk eden divaneyim. 

Hani bir Mecnun var ya. Ona o aşkı ben ilham eyledim, diyor. 

Kibriya-i aşk her mesulumü is’af eder.
Ben anın fahr-i nedimanı değil de ya neyim.

Anladın mı kibriya-i aşk Allah.

Kibriya-i aşk her mesulumü is’af eder.
Ben anın fahr-i nedimanı değil de ya neyim.
Bende madem can evinde devreden peymaneyim.
Nâr ı aşkın benden öğren tab ı est i suzunu.
Ben ana pervaneden evvel yanan pervaneyim.

Yani insanı makam-ı aşka çıkaracak olursa, bu sözlerin mânâsını insanda tahakkuk ettirir. Bu  tahakkuk ettikten sonra da zaten gelmedeki gitmedeki gaye anlaşılmış olur. Başka ne var zaten. Bugün kâinata da sahip olsan, oturduğun vakitte karnın doyuncaya kadar yersin. Boyun alıncaya kadar bir yerde yatabilirsin. On tane palto giyemezsin. Giyer misin? Sıkıntı olur, istersen varsa onunu birden giy, gez sokakta. Oturunca nihayet şu kadar ekmek yiyeceksin. “Hayır, hepsini yiyeceğim.” Ye, patlayıncaya kadar ye! Faydası yok onun. Yaa! Sonra zevk ayrıdır.

Dikkat ederseniz Hudâ, en güzel yemeklerden zevki kaldırmıştır, değil mi? Evveli ufacıcık bir parça et, bir tencerede kavrulduğu vakitte, bütün civarda mis gibi bir kokusu olurdu, şimdi ufak evde kavrulsa dahi mutfağın kapısını kapa diyorsun. Neden? Çok kerih kokusu çıkıyor. Niçün? Herkes yemiyor da onun içün. Dedik ya havas ile avamın muvazenesi yok. Herkes yemediğinden dolayı, yiyende de dert oluyor.

Hastalık niçün ilerliyor? Fakirlerdeki hastalık, zenginlerdeki hastalıktan azdır. Zengin tabaka daha çok hastadır. Kudret ders kaçırıyor. Fakir daha sıhhatlidir. Bugün en zarurette olan yüz kişiyi getirin muayene ettirin, bir de müreffeh vaziyette bulunanı getirin muayene ettirin, ya kanserdir, ya şekerdir, ya şudur ya böbrektir, ya kalptir, işte sayayım mı hepsini? Fakirde daha azdır. Neden? Hudâ: “Ben vereceğim!” diyor.

Vüdavûnnas! ve hüve maridûn[42]  Öyle diyor. Doktoru bul, diyor. Doktoru bulduk bizi tedavi etsin diye, doktor kendi hasta! Öyle, o ona bağlı. Domates, kuvvetli işte, vitaminli bir gıda. Fakat asitli kokar. O eski lezzeti yoktur. Çilek, bir sepet alındığı vakitte bir mahalleye kokusu tutardı. Şimdi koca yemişidir, dut kuyu suyu gibidir. Yiyecek herkesin ağzı ki, onda Allah lezzeti vere. Olmaz başka türlü. Başka türlü olmaz. Hammalı oluruz.

Kaç defa söyledim. Allah, Peygamber öyle demiştir, her derdin devasını yapmıştır. Hiçbir dert yoktur ki devası hâlk olmasın. Her derdin devasını Hudâ hâlk etti. Devası olmayan, nerden gelir?


[1] Tefhim: (Ar. fehm “anlamak”tan tefhіm) Anlama, anlatma, anlatılma, bildirme, bildirilme.

[2] Hükemâ: (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler. (Bak: Feylesof) (Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki; şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır. M.N.)

[3] Sair: Seyreden, harekette olan. Bir şeyden geri kalan. Maadâ. Geçen, dolaşan. Yolcu. Seyyar. Başkası, diğeri.

[4] Nah Suresi 66. Ayet-i kerime وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ Meali: Gerçekten süt veren hayvanlarda da size bir ibret vardır. Size işkembelerindeki yem artıklarıyla kandan meydana gelen, içenlere içimi kolay halis bir süt içirmekteyiz.

[5] Hamîr-gâr: Hamur yoğurucu, hamurcu.

[6] Müncer: Nihâyet bulmak. Bir tarafa çekilmek. Sürüklenme. Sona eren, neticelenen.

[7]Bakara Suresi 214. Ayet-i kerime اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ[7]

Meali: Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.

[8] Talak Suresi 12. Ayet-i Kerime للّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا

Meali. Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını yarattı. Emir bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz.

[9] Lahut  İlâhî âlem. Ulûhiyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem.

[10] Saffat Suresş 6. Ayet-i Kerime اِنَّا زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِز۪ينَةٍۨ الْكَوَاكِبِۙ

Meali: Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.

[11] Tezyin: Süslemek. Bezemek. Donatmak.

[12] Despot Ortodoks Rumların din başkanlarına verilen ad.

[13] Istılah muvaffakat, uyguluk

[14] Halavet Tatlılık, şirin olmak

[15] İbrahim Suresi 40. Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ

Meali: O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.

[16] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.

[17] Te'vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan "evl"den alınmıştır. [6] Âl-i İmran Suresi 101’nci Ayeti Kerime:

وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟

Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir

[18] Bakara Suresi 212. Ayet-i Kerime زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Meali: Dünya hayatı, inkâr edenler için bezendi. (Onlar), iman edenlerle eğleniyorlar. Hâlbuki takva sahibi olan o müminler, kıyamet günü onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.

[19] İhlas Suresi 1. Ayet-i Kerime  قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ  
Meali : De ki; O Allah bir tektir.

[20]   Kehf Suresi 19. Ayet-i Kerime: وَكَذٰلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا
Meali: Onları bir mucize olarak uyuttuğumuz gibi, birbirlerine sorsunlar diye kendilerini uyandırdık da içlerinden bir sözcü şöyle dedi: "Ne kadar durup kaldınız?" (Kimi) "Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. (Kimi de) şöyle dediler: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin."

[21]Kehf suresi 20. Ayet-i Kerime:  اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا   

Meali: "Çünkü şehir halkı, sizi ellerine geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahirette de asla kurtuluşa eremezsiniz.

[22] Tekeffül Boynuna almak. Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek.

[23] Mefsedet: İfsat, Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık. Şer‘an yasak fiillerin içerdiği veya hakkında özel hüküm bulunmasa da dinin temel amaçlarını ihlâl eden zararlar ve kötülükler anlamında usûl-i fıkıh terimi.

[24] Hadis-i Şerif Enes RA'den Hatib-i Bağdâdî ve Deylemî rivâyet etmiş

[25] Tevkîr:Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.

[26] Müzevir: Söz getirip götüren, arabozan (kimse).

[27] Hafız-ı Şirazi.

[28] Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.

[29] Nikab: Yüz örtüsü, peçe, perde.

[30] Mübadil: Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.

[31] Meşbû: Dolmuş, dolu durumda olan, dolu.

[32] Gubar: Toz

[33] Ca’de binti Eş’as

[34] Mutallaka: Kocasından boşanmış kadın, bir kimsenin boşadığı karısı.

[35] Iskat-ı cenin: Anne karnındaki ceninin, bebeğin düşürülmesi

[36] Müvecceh: (tevcіh “yüzü bir yöne döndürmek, yöneltmek”ten muveccehHerkesin yöneldiği (şey), makbul, münâsip, uygun.

[37] Bakara Suresi 216. Ayet-i Kerime كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟

Meali: Savaş size farz kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

[38] Ahibba: Dostlar, arkadaşlar.

[39] Edna: Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. Çok yakın.

[40] Çav: Göz/gözlerÀ

[41] Fer ( فَرْ  ) :Işık, parlaklık, zinet, süs. 2. Fazl ve vakar. 3. İktidar,şevket, kuvvet.● Çâv-fer: Göznuru, gözün feri...

[42] Darb-ı meseldir araplarda. "İnsanların tedavi mercii güya, fakat kendi hastadır" mealinde. "himmete      muhtaç dede kaldı ki himmet ede" gibi bir manada)



[i] Her kimin var ise zatında şeraret küfrü
Istılâhat-i ulûm ile müselman olmaz.
Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etse,
Tâb’ına tağyir verip lâl-i Bedehşan olmaz.
Eylesen tuti’ye talim-i eda-yı kelimat
Nutku insan olur amma ki özü insan olmaz.
(Kemalpaşazade.) (Diğer kaynaklara göre Fuzuli)

 

[ii] Aza kanaat et de gönlün zengin olsun

Öl de dûn olan kimseden isteme yardım

Maişet uğruna gönlün yaralı olmasın

Hem bil ki rızık kerim olan Hak’ta dır

 

Ahmet Nebi UYSAL Beyefendi’nin açıklaması:

Gönlün zengin olsun, aza kanaat et

Öl fakat alçaktan umma medet

Mâişet uğruna olma gönlü yaralı

Rızık, çünkü Kerim Allah’a bağlı

 

 

[iii]

Tefvizname

 

Hak şerleri hayr eyler

Zan etme ki ğayr eyler

Ârif ânı seyr eyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Sen Hakka tevekkül kıl

Tefvîz it ve râhat bul

Sabr eyle ve râzı ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Kalbin Âna berk eyle

Tedbîrini terk eyle

Takdîrini derk eyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Hallâk-ı Rahîm Oldur

Rezzâk-ı Kerîm Oldur

Fa’âl-i Hakîm Oldur

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Bil kâdî-i hâcâtı

Kıl Âna münâcâtı

Terk eyle murâdâtı

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Bir işi murâd etme

Olduysa inâd etme

Haktandır o red etme

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Hakkîn olıcak işler

Boşdur gam u teşvişler

Ol hikmetini işler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Hep işleri fâikdır

Birbirine lâyıkdır

Neylerse muvâfıkdır

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Dilden gamı dûr eyle

Rabbinle huzûr eyle

Tefvîz-i ümûr eyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Sen adli zulüm sanma

Teslim ol oda yanma

Sabr et sakın usanma

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Deme şu niçin şöyle

Yerincedir ol öyle

Bak sonuna sabr eyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Hiç kimseye hor bakma

İncitme gönül yıkma

Sen nefsine yan çıkma

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Mü’min işi reng olmaz

Âkıl huyu ceng olmaz

Ârif dili teng olmaz

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Hoş sabr-ı cemîlimdir

Takdîr-i kefîlimdir

Allah kim vekîlimdir

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Her dilde Ânın adı

Her canda Ânın yâdı

Her kuladır imdâdı

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Nâçâr kalıcak yerde

Nâgâh açar ol perde

Dermân eder ol derde

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Her kuluna her ânda

Geh kahr u geh ihsânda

Her ânda O bir şânda

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Geh mu’tî u geh mânî’

Geh dârr u gehî nâfî’

Geh hâfid u geh râfî’

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Geh bay ider geh miskin

Geh hurrem ü geh ğamgîn

Geh şûh u gehî sengîn

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler...

 

Geh ‘abdin ider ârif

Geh eymen u geh hâif

Her kalbi odır sârif

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Geh kalbini boş eyler

Geh hulkını hoş eyler

Geh ‘ışkına dûş eyler

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Az ye az uyu az iç

Ten mezbelesinden geç

Dil gülşenine gel göç

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Bu nâs ile yorulma

Nefsinle dahî kalma

Kalbinden ırağ olma

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Geçmişle geri kalma

Müstakbele hem dalma

Hâl ile dahî olma

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Her dem Ânı zikr eyle

Zeyrekliği koy şöyle

Hayrân-ı Hak ol söyle

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Gel hayrete dal bir yol

Kendin unut Ânı bul

Koy gafleti hâzır ol

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Her sözde nasîhat var

Her nesnede zînet var

Her işte ganîmet var

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Hep remz ü işârettir

Hep ğamz ü beşâretdir

Hep ayn-ı inâyetdir

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Her söyleyeni dinle

Ol söyleteni anla

Hoş eyle kabul canla

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Bil elsine-i halkı

Aklâm-ı Hak ey Hakkî

Öğren edeb ü hulkı

Mevlâ görelim neyler

Neylerse güzel eyler…

 

Vallâhi güzel etmiş,

Billâhi güzel etmiş,

Tallâhi güzel etmiş,

Allah görelim netmiş,

Netmişse güzel etmiş…

 

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017