043 (24.04.1959) 100 dk. (294)
Gerek akıl gerek kalp; aşk, tabi
buradaki ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk değil. Bunların hepsi
mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya
insan mefhûmu ile alakadar. Tarifi en güç, anlatılması en zor, tefhimi[1]
en müşkül olanda insana ait olan kısmıdır.
İnsan, zahirde elli altmış
kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret, iç tarafına da bakılacak olursa bütün
kâinatı muhit. Mevcûdât içerisinde pek nazdar, pek nazenin, pek niyazdar. Özenerek,
seçilerek Kudret tarafından hususi imtiyaz verilerek, ruhu menfûh ile tekrim
edilerek, kerremna tacı giydirilerek, bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınarak,
Hakk’a muhatap olmuş olan, enisi munisi, yârı, Hak olan kimseye ahlak insan
der. Yoksa iki ayağı üzerinde yürümüş, konuşmuş… Konuşana da insan demez.
Hükema[2]
derler ki: “Konuşmak, sair mevcûdâttan insanı ayırır.” Konuşmakla da değil.
Eylesen
tuti’ye talim-i eda-yı kelimat
Zor. Makam-ı hayvaniyetten
makam-ı âdemiyete kadem basacak. Buradaki hayvaniyet hakaret mânâsına değil. Sair[3]
yaşayıcılarla beraber yaşarken düşünme gelecek. Olanı görme sevdası başlayacak.
İşte aşk bu. Kendi aslını bulmak. Şöyle asûde kaldığımız vakitte, içimizde
sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşanımız vardır. Bunu her konuşmada tekrar
ediyorum ki yayın diyerekten. İç âlemindeki o sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz
konuşan vücudu ile bir an alayık-ı kevniyeden soyunarak, bir parçacık bir
zamanda, merkez-i hükümeti insanisi olan, kalp şehrini boşaltarak: “Acaba ben
kimim, nerden geldim, ne olacağım, buraya niçün getirildim, nereye
götürüleceğim? Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok. Benim diyecek elimde bir
medarım yok.” Bu dert başladı mı, ahlak mevzûunda bu kimse insan olmaya doğru
yol aldı, derler. Henüz bu sualleri kendisine sormayana daha pek uzak derler.
Öyle değil mi? Hiçbirimize
sordular mı? “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır. Bir daru'l-belvâ vardır. İkbalinde
cici bici gizlenmiş fakat idbarı hud’a ile dolu, zahirde bal gibi tatlı, içinde
semm-i katil var. Elemle emel arasında adamı yoğurur. Dünya denilen bir sahne
vardır gider misiniz?” diye hiçbirimize sormadılar. Geldik. Geldiğimizde o
kadar acizdik ki, sineğimizi de kovamazdık. Hiçbir şey de bilmezdik. Kudret
bunları hep ders kaçırıyor.
“Niye o kadar semayı deler gibi
yükseldin?” diyor. Nedir o yeleğinin şeysine kolunun arasına parmaklarını
taktında gerilip insanları ezmek istiyorsun, diyor. Niye mevcûdâtı küçük
görüyorsun, diyor. Niye hilkat arasında kendinden daha büyük kimseyi görmemeye
çalışıyorsun, diyor. Sen hiçbir şey bilmezdin. Sineğini kovamazdın, bu kudret
sana kendinden mi geldi? Muhitin mi bir şey akıttı? Nereden geldi bu? Bunların
hepsi sonra eğretidir. Ben alırım. Ben her şeyi alırım. Âdetim öyle.”
Alırım, der ve alır. Yalnız bir
şeyi almaz. İman ile ışkı. İhlas gösterirse onu almıyor. İmanı almıyor. Yükünü
ona yükletiyor. Gözlerinin etrafını tezyin eden kirpiklerden duvar üzerinde
diken yapan Allah’ın var. “Kandan süt, zehirden bal, kanla gübre arasından sütü
çıkarırım. Ne kan renginden renk veririm ne o gübreden koku veririm ve sağlama
da hastaya da.” Hiç kimse sütten boğulmamıştır. Sütten boğulan yok.
[4]
خَالِصًا
سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ der. Büyük Kitap’ta.
Neyse mevzûu uzattık amma
sofranın ekmeği de onun içün. Konuşacağımız şeyin ekmeği bu. Temeli kuracağız,
üzerine v’az edeceğimiz şeyleri va’z edeceğiz.
Evvela gelmede gitmede kimsenin
ihtiyârı yok. Onun içün sahte benliğe lüzum yok. Rücû et! Hepimiz hilkatte beraber,
hakikatte biraderiz. Ne vakit beşer bu işe sarılacak? Sarılıncaya kadar
inleyecek. İnleyecek! Giderken de sormuyorlar. “Bunun büyük masası vardır,
ötekinin geniş kasası vardır, filanın büyükçe bir câhı vardır, serir-i saltanat
âleminde payesi vardır, filan.” Hiç sormazlar. Hamîr-gâr-ı[5]
cihanı kader yapar, yoğurur. Sen
istediğin kadar kendine güven. Hiçbir şey yok orta yerde. Sormazlar, soruyorlar
mı? Ahiret istasyonu diye bir yer vardır. Ondan sonra bir hayat-ı berzahiye
vardır. Daha çok var. Bakalım berzah âleminde insaniyet ne kadar kalır. Berzah
âlemi. Eee! Hemencecik de iş hallolup bitmiyor. Giderken de sormuyorlar.
Gelirken sormadılar, giderken de sormazlar. O hâlde muhasebe-i nefis der,
ahlak. İşte, söylediğim sözlerin neticesi bu.
İşini gününe gün takip etmeyen
tüccar, tatsız ticaret yapar. İşini takip etmiyor. Ekserisi iflas da eder.
Hayatın iflası, madde iflasına benzemez. Bir milyon liralık bir yer açarsın,
iflas eder, nihayet maddedir, işte üzeri mavi kağıttan ibaret. O kadar uzun
boylu şeyi yok. Fakat sen düşün, sayılı nefesin iflası? Sermaye-i hayat, sayılı nefestir. Bunu alırım ararım,
diyor Allah. “Efendim bugün şöyle geçsin de yarın...” Elinde mi bunlar, bugün
şöyle geçsin ne olacak? “Bugün şöyle geçsin de...” Geçen günlerin, geçen
dakikaları tekrar geriye almanın imkânı yok ki. Vermez. Hiç, bir dakika vermez.
Bir an vermez. Bir nefes vermez. Yalnız ne yapar biliyor musunuz? Huzur ile
yaşamak isteyenin… Burada bir sual çıkar.
(Hepiniz uyukluyorsunuz, bana
geçiyor. Sıkıntı geçiyor, zevk ile dinlemiyorsunuz. Yaa!)
Buradan bir sual çıkar, iyi ama
derler, mesela mânâ ilminde, mânâ bilgilerinde, mesela dinde: Es-sadakatû
tedfeû’l-belâ ve tezidû'l- ömr / Sadaka
belayı def eder, ömrü uzatır. Sen dedin ki bir sayılı nefes bile geri
vermezler. Vermeden uzatırlar. Vermeden uzatırlar. Acaba anlatabiliyor muyum? E
nasıl olur o? Misal vereceğim, anlayacaksın. Vermeden uzanır.
İki tane mum alın. İkisi de
ellişer gramlık, yüzer gramlık. İçindeki fitili de iki gram, üç gram neyse,
aynı vaziyette. İkisini de aynı anda uyandırın. Yani yakın, biri fenerde biri
açıkta yanıyor. Açıkta yanan mum, fenerde yanan mumdan çok evvel geçer gider.
Fenerde ki yanan mum onun gibi iki tanesini üç tanesini eskitir. Fenerde yanan
mum sadakalı ömürdür. Bir şey anlatamadım mı acaba? Canlı misal. “Belayı def eder.”
Buyurulmuş, doğrudur. Böyle şeylerde biraz da tecrübe esası vardır. Kâinat
serair ile dolu. Öyle der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Hastayı tedavi
usullerine dikkat ederekten tedavi ettiriniz.” Mevzûu açtık başka yere uğradık
ama neyse bunu söyleyelim de geçelim. Tıbba havale edin, tabibi arayın bulun,
tedavi ettirin. Aciz tahakkuk etti mi sadaka reçetesini de kullanın, der. Bir
şey anlatabiliyor muyum? Yaa! Kullanın, der. İşin hem maddesini hem mânâsını
kullanın der.
Hüner, beşerin yükünü kaldırmaktadır. Allah’ı memnun eden şeyler.
Bazı insanlar Allah’ı arıyorum, der. Allah kayıp mı(?) Allah’ı ne arıyorsun?
Sen varsın, Allah var. Allah kayıp değil, haşa. Ben kırık kalplerdeyim,
der. Bunu da ekseriyet yanlış anlamıştır. Kırık kalbin içinde oturuyor mu?
Öyle bir şey mi? Öyle değil. Yine kendisi buyurur ki: “Ben güzelliğimi
göstermeklik içün, bütün mevcûdâtı ayine yapsam tahammül edemez. Yalnız bana
ayine olan insandır, der. O da kırık kalpli olan kimsededir.” der. Hak, onun
içerisinde değil, oraya onu ayine yapmıştır, oradan görürsün. Anlatabildim mi?
Burası en ince bir yeridir. Yoksa hiçbir vakit; Hak, Hakk’lığını kimseye
vermez. İşte böyle. O da yine ayrı bir mevzû. Hem tatlı hem de böyle insanı şey
eder, şaşırtır. İnsan mefhûmu.
Nerede kalmıştık? İsrafta kalmıştık. Yani dedim ki şöyle bir, canım
bugün şöyle geçsin de yarın… Nereden aldın bu hesabı? Kimin malını nerede sarf
ediyorsun? Şöyle geçsin de. Burada kaldık değil mi?
Kimin malını sarf ediyorsun?
Sayılı nefes sermaye-i Hak. İster. Netice itibariyle muhasebe-i nefse müncer[6]
olur. Yap, her gün hesabını yap. Kaç tane iyiliğin var, kaç tane kötülüğün var?
Ne niyetle yaşadın? Kaç garip aradın? Masası çok olanın peşinde koştun, kasası
olanın etrafında gezindik, hayal bağladık, rütbesi şöyle böyle fakat cemiyetin
kıymet vermediği, Hakk’a nedim olmuş olan kime elini uzattın? Nasıl bir hukuk
tedarik edebildin? Gelmekten gaye bu. Bu âleme gelmekten gaye, aslını bulmak
aşkıdır. Onu buldum, diye gezenler de çoktur. Oldum sevdasında, üüü kâinat
dolu şimdi. Herkes olmuş. Mihnete ragıp olmadan nimete sahip olmanın imkânı
olmadığını Allah söylemiştir. Anlatabildim mi acaba? Bak şimdi sana şurada
bir şey okuyayım. Hepimiz içün bir zevk verir, ben çok zevk aldım. Bilmem siz
alır mısınız, almaz mısınız? Allah diyor ki:
اَمْ
حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا
مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ
الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ
اللّٰهِ قَر۪يبٌ[7]
Manası şu.
اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ
وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ
“Yoksa siz öyle mi
zannediyorsunuz? Böyle bir zanna mı kapıldınız? Bana nail olmak, Benim daru’s-selamıma
sahip olmak, Benimle hukuk tedarik etmek, Benim cemal-i sûbhânimi temâşâ etmek,
Bende fani olmak, Bende sen de tahakkuk etmeklik, sizden evvel gelen insanlara
vermiş olduğum sıkıntıyı çekmeden, inlemeden, ağlamadan...” bir şey anlıyor
musunuz acaba? Anlatabiliyor muyum yani ya? “Böyle mi bir şey zannediyorsunuz?"
Hem o kadar ki diyor.
وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ
“O kadar inlemek o kadar
sıkıntıya giriftar olmak ki زُلْزِلُوا
Sallanacak, ümitleri kesilmiş
gibi sallanacak. Bu kapı öyle bir kapıdır, diyor. Öyle bir sallanacak ki, Peygamber’i
ile beraber, kendisine sahip olanlarla beraber مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ Açılmayacak
mı? Yok mu Allah’ın yardımı? Ne vakit? Yanarak, bütün ecza-i ferdiyesi, cüziyesi,
hücresi, mânâsı böyle tam bir hâle gelecek, birleşerekten bu hâl tahakkuk edecek, o vakit cevap vereceğim.”
اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ
“Geliyorum. Pek yakındır.” Böyle, ne bileyim ben, sözle dırıltıyla,
oldumla, buldumla… Yok, kardeşim ya! Öyle bir şey yok. Ne dünya saadeti var, ne
mânâ saadeti var. Zaten dünya saadeti bütün dünyadan kalkmıştır, yok dünyada. Mevzîi
konuşmuyorum, bütün dünya üzerinde. İşte, her hafta tekrar ettiğim gibi; ilmen
yükseliyor, fezada geziyor, seyyara âlemine geçecek. Geçecek mi? Geçecek. Büyük
Kitap geçeceğini söyler. O kamer, pek küçük kalacak. Kamerde bir şeyler
yapacak, ooo hiç ehemmiyeti yok o. O şuradan şuraya eşikten atlama gibi olacak.
Daha bilmediği âlemlerde yüzecek. Büyük Kitab’ın verdiği haberde, beyinatta
öyle, o kamer buradan eşikte atlar gibi bir vaziyet olacak. Bir ehemmiyeti yok.
Daha bilmediği nice âlemlerde, bu insaniyet. Mâdâmı ki naib-i Hak’tır. Zaten
acaba o âlemlerde canlı mahlûk var mı, yok mu diyerekten konuşuyor. On dört
asır evvel haber verdi ama sen amel etmedin, dinlemedin, beğenmedin.
فِي الْاَرْضِۜ وَ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ مَنْ
“Men” kelimesi, zevi'l-ukûl ve zevi'l-ruha
racidir. “Yer üzerinde yarattıklarım, sema sahasında yarattıklarım, canlı ve
ruhlu” diyor, Allah.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ
سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ[8]
İyi okumadık ki, iyi anlamak
istemedik ki!
اَللّٰهُ الَّذ۪ي “Ben öyle Allahım ki senin bildiğinden mâadâ Ben
neler yaratmışım.” diyor. Söylüyor söylüyor da
خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ
Bizim bildiğimiz bu sema, semâ-i
lahût[9]
değildir, bu dünyanın semasıdır. Bunun hakkında:
[10]
اِنَّا
زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا der. Dünyanızın semasını tezyin[11]
ettim. O, âdi o.
اَللّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ
سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ
“Arz üzerinde ne yarattımsa bir
aynını da orada yaptım.” Bir şey anlatamıyor muyum? Bir aynını da aynen orada
yaptım. Soruyor Abdullah İbn-i Abbas, Ali İbn-i Ebu Talib’e: “Ben anlamadım bu
ayeti.” Diyor: “İşte açık, gayet açık. Nihayet remiz yok içerisinde tevil yok,
diyor. Lügat mânâsı ile anlaşılıyor. Burada yaptığımın aynını da yaptım, diyor.
Ne uzatıyorsun sözü, diyor. Senin gibi bir Abdullah İbn-i Abbas, benim gibi Ali
İbn-i Ebu Talip orada oturuyor.” diyor. Anladın mı acaba? Öyle.
Neyse biz kendi mevzûmuza dönelim
şimdi. Mevzûmuz neydi? Sıkılmadan, inlemeden, mâdâmı ki burası bir imtihan
sahnesidir, burada devam yok. Geçemezsin, yani iyi bir mevkî alamazsın.
Şartları var şimdi bunların, kolaylaştıralım size biz. Aklınıza bir şey
gelmesin, “sen öyle misin?”, deme. Ben plak. Nasıl burada şerit haddizatında
ben gelmezden evvel konuştu, bende şimdi bir şerit. Benim öyle olmamaklığımla
sizin içinizden öyle olmamaklık gelmez, olmaz. İçimizden bir tanesi olur,
hepimize faydası olur. Biz söylemeye memuruz. Bir tanesi içinden olur, hepimize
faydası olur.
Geçen hafta konuşmamda dedim ki: İnsan
bu âleme yüklü olarak gelmiştir. Hepimizin yükü vardır. “Benim yok!” Vardır.
Herkesin vardır. O, çok hürüm diye yaşayanlar, aklının kölesidir. Akıl nedir
ha. Akıl adamı nerelere götürür? Makam-ı aşka çıkıncaya kadar çok dolaşır
insan. Ve ben makam-ı aşka çıktım, der. Bazı kimseler vardır, böyle. Onun da
imtihanını yapmışlar. Kudret kimseyi boş bırakmamış. İmtihanı var.
Yüksek ahlakçılardan Şeyh-i Ekber
Muhyiddin-i Arabi o düsturu kurmuştur. “Kime makam-ı aşk da insan denir, diyor.
Uyuzdan dökülmüş, her tarafı böyle gayet çirkin vaziyette bir kelp ile gayet
hasna, müstesna, dilara, bir kız geldiği vakitte ikisinin arasında fark
görüyorsan, henüz makam-ı aşka çıkmadın.” Yaa, ölçülü onlar. “Musikinin en
insanı fani kılabilecek perdesinde çalınan bir vaziyetle, bir eşek anırtısı
arasında fark görmüşsen henüz makam-ı aşkta değilsin.” diyor. Eğer öyleysen, kaidesi öyle. Öyle olduğu dakikadan itibaren işin de şekli
değişir.
Bak şimdi ben size bir misal
getireyim, söylemiştim ama burasını söylememiştim. Şimdi ben sizin hepinizi
zevke girmiş, inanmış, müebbet istikbalde bir huzur almaklık hakkını almış
zannıyla konuşuyorum. Bu söyleyeceğim misal, inkâr sahasında bulunan için
değildir. Onun dersi ayrı. O konuşma tarzını da biz biliriz. Fakat şimdi onunla
vakit geçirmeyelim. Hani bazı insan vardır ki, maddenin kesafetinde boğulmuş kalmıştır.
“Kör bir tesadüfün neticesinde ben olmuşum, der. Ne ebed var ne bidayet var. İşte
bu kâinat bir oyuncaktan ibaret filan!” der, onun dersi yine ayrı. Onunla konuşacak
saha ayrı. Ama öyle değil de “Ben yaratılışımdaki gayeyi duydum, bende birçok
nimetler var. Sahibini arıyorum, huzur etmek istiyorum.” Bu sahada geziniyor
zannıyla konuşuyorum. Sonra olmuş bir şey de, olmamış bir şey de değil.
Ne dedik? İman, imandan sonra aşk gelir. Son rütbe o. Romanda okunan aşk değil ha. Anlattık ya. O en
son rütbe.
Vaktiyle ben çocuktum yetiştim.
Fatih’te Karadeniz kapısında Köpekçi Hasan Baba namında mecazipten, zahirde
deli gibi, hakikatte kim bilir kendisine göre bir işi olan bir adam. O vakit İstanbul’da
çok köpek var. Bu adamcağız da gayet de celalli bir adam. Bir küfe ekmek
getirir, sert bir eda ile sanki orduya kumanda veriyormuş gibi böyle gelin der,
köpeklere. Bütün çuval çuval onlara doğrar, hiçbir köpek de bir köpeğin
ekmeğine elini sürmez. Kapmaz. Nasılsa bir köpek birisininkini kapmış, o vakit
orada sırayla kasaplar vardı, belki hatırlayanlarınız olur. O kasabın biri
oradan görmüş, hemen kırmızı markayı almış köpeğe getirmiş bir marka vurmuş.
Merak etmiş. Ha, kapınca kaldırmış köpeği şöyle yukarıya, kulağına doğru demiş:
“Dikkat et! Yolsuzsun, üç gün huzuruma çıkmayacaksın.” O da markalamış. Gidip
bakıyormuş ekmeği dağıttığı vakitte, orada büyük ağacın dibinde köpek oturuyor,
hiç kalkmıyor yerinden. Dördüncü günü kalkmış gelmiş. Böyle acayip bir adam.
O vakit Patrikhane bir kilisenin
tamirini rica ediyor. Abdulhamid izin vermiyor. İşte birçok iltimasçı insanlar
koyuyorlar. Hiçbiri, hepsini reddediyor. Nihayet o günün patriğine diyorlar ki:
“Köpekçi Hasan Baba’nın gönlünü yaparsan sana irade çıkar.” Dört tane despot[12]
gönderiyor. “Benim tarafımdan elini öpün, rica edin bakalım.” Gelmişler,
anlatmışlar. “Üç küfe ekmek getirin bakalım.” demiş. Doğruyor ekmekleri,
köpeklere de. Ondan sonra, bir kağıt kalem getirin, diyor. “Sultanım
darıltırsın İsa’yı, Musa’yı, eğer yapmazsan kilisayı.” Altına Köpekçi Hasan
Baba, demiş. Ertesi gün de irade çıkmış. Bizim söyleyeceğimiz yer bu değil. Bir
parça adamın hüviyetini anlatmak için bunları söyledik.
O zamanın tedrisatında medrese
var, medresede bir talebe, üç diploma devresi geçirmiş. Bugün ki ıstılah[13]
da icaze deniyor, icaze. Bugün ki tabirle diploma. Zavallı, bilmiyor bir şey.
Yaşı kemale ermiş. Kolay mı bu böyle? Devreler bitiyor. Fakat dersi takip
ediyor, kitabı alıyor. Gidiyor camiye, o devre bitiyor, bir şey yok, bir malumat edinememiş.
Yeniden bir devre başlıyor, yine tekrar baştan başlıyor. Saf temiz bir çocuk,
bir adam. Fakat kabiliyeti yok, almıyor. Yanında bir oda arkadaşı mangal
yakıyormuş, sabah namaz vakti. O da yine koltuğuna kitabını almış, koşarak
gidiyor. Demiş ki:
— Yahu,
sen niye bu kadar bu işin üzerine düştün? Bu işe nihayet ver, git köyüne rahat
et. Senelerin kaç devre dolmuş.
— “Vallahi
ne deseniz haklısınız ama” demiş. İki sebebi var. Biri köyümde genç bıraktıklarım
ihtiyarladı, beni bir şey bilir diye bekler, ikincisi aşkım var öğrenmek
isterim. Allah vermez, öğrenemem.
O mangal yakan arkadaşı, alay ederek
fakat alayını belli etmiyor, istihza ederek:
— Ee, demiş. Bunun kolayı var.
— Nedir
kolayı?
— Bak
rast gelirsen, demiş. Köpekçi Hasan Baba’nın elini öp, sana himmet etsin, belki
öğrenirsin.
— Olur
mu? demiş.
— Olur
olur, demiş. Alay ediyor ama. Kendi inanması yok.
— İnşallah
demiş, nerede bulurum filan diyerekten, o zevk ile çıkarken, merdivenlerin
başında Hasan Baba dikilmiş. Kemâl-i ihlas ile öyle bir teslimiyet ile elini
öpmüş. Anlatmış. “Ben böyle böyleyim.”
— Bir
hokka ekmek al da peşime düş, demiş.
O sokak, bu sokak, o yangın yeri,
bu yangın yeri, bir izbe bir yerde. Haşa huzurdan biraz evveli söylediğim gibi;
bir köpek, bacakları filan öyle yara, bere, cerahat içerisinde. “Öp ayaklarını”
demiş. Hiç itiraz yok, hiçbir şey yok. O emrin halavetinde[14],
orada çirkinlik filan kaybolmuş, gitmiş. “Ekmeği de doğra” demiş. Ekmeği de
doğramış. Başlamış annesine babasına küfür etmeye. Kovmuş. Yolda kendine gelmiş
talebe.
—Evet, demiş senin bunlar hep
hakkın. Sen kendin adam olamadın. Ne kadar büyük büyük profesörlerden ders
okudun, almadın, nihayet bir meczubun peşine takıldın. Ekmek gitti, kötü bir
köpeğin ayağı öpüldü, anana babana güzel küfür edildi, bunlar senin hakkın.
Bunu düşüne düşüne yine cami dersine yetişiyor. Kendi anlamıyor ama o günde
takip etmiş olduğu ders müntehi talebenin artık son, en zor bir kitap Şerhu'l-Mevâkıf. Onu
okuyorlarmış. Kendi anlamıyor, fakat kitap tutuyor. Gidiyor, açmış. O günün en
meşhur ders taklit edenlerinden bir zât, yetmiş seksen tane talebe var
karşısında, mânâ verirken şöyle kalkmış. “Efendim şu mânâda tahsil olunmaz mı?”
değince gözünü açmış, dersi veren zât. Başlamış ağlamaya. “Gel efendi çık
yerime” demiş. Ve ayrılırken de dersi artık bundan sonra bu efendi takip eder,
bende gelir dinlerim. Acaba buradan ben bir şey anlatabildim mi? Herkesin
anlayışına göre, burada kısım kısıma ayrılır bu. Bir kısmı deli saçması der,
bir kısmı bu işe müpteladır, ah der, yani olmuş. Öyle. Aşk, her şeyi hâlleder.
Anlatabildim mi acaba?
Hülâsa: Benlikten soyunmadıkça, ahlakın son sınıfına insan giremez. Benlik yok mu ya! Hak ile aramızda en büyük perde kendi varlığımızdır. Bundan ayrılmadıkça zulme de divan durulur, üç günlük âdi hayatını idame ettirebilmesi içün, ihtirasat-ı nefsaniyetini tatmin etmek içün, koca bir camia da yakılır. Bütün rezaletler, bütün cinayetler irtikâp ettirilebilir. Kimin ki benliği ne derece kalındır, ondan o kadar şekavet beklenir. Artık, nispet dâhilinde, bazısında azdır, az çıkar, bazısında orta hallidir, orta halli çıkar. Onu söylüyorduk.
Beşerin ilmi çok yükseldi. Daha yükselecek. Fenni de o kadar ilerledi, felsefesi derken işte malum herkesçe fakat ah sesi dinmedi. Bunun üzerinde de uğraşanlar yok, insanlar içerisinde. İlm-i tıp teâli ediyor, hele cerrahi kısmı. Göz alıyorlar, göz koyuyorlar, bu ufak bir şey değildir ki. Bu olur mu? Olur tabi. Mucize de var ya, Hazreti İsa anadan doğma ölüyü diriltti, gözüne göz verdi ya. “Bu fennen de olacak.” dedi, Allah. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunun üzerinde duracak bir şey yok. Bizim iman ettiğimiz büyük Kitap “Ölü diriltilecek” der. Yaa! Daha oraya yaklaşmadılar. Biraz sonra yaklaşsınlar. O, o kadar iyi bir şey değil. Ama olacak.
“Keramat-ı diniyede ne vaki olmuşsa, keramat-ı fenniyede o olmadıkça kâinata nihayet vermem.” dedi, Allah. Keramat-ı diniye de ölü diriltilmiştir. Binaenaleyh, fennen de ölü diriltilecek. Şimdi de diriltiliyor, beş dakika on dakika. O diriltilmiyor. O fizik hadisesi o, hareket. Tenekeye de verirsin, böyle sallanır. Diriltilmek demek, şuuruna sahip olacak. Enesini bilecek. O daha yok. O da olacak. “Ee olursa o vakit işte herkes kurtulur!” Yook. Kurtulma olur mu o vakit işte. O vakit diyor ki: Allah, “Ey beşeriyet, bab-ı Kudret’e kadar el uzattınız, hadi bakalım paydos! Bütün mevcûdât şeklini, değiştireceğim.” Yok olmak, yoktur da.
يَوْمَ تُبَدَّلُ
الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ
الْقَهَّارِ[15]
Şekil değişecek artık, diyor.
Bunların hepsi olacak.
Biz kendi yerimize gelelim. Neden
hiç dinmiyor ahh sesi? Dinmez mi? Yarım saatte diner. Kudret hilkatle bize
misaller getirir. Evvelsi gün herkes yakası bir tarafta kar yağıyordu, bak
bugün sıcak. Ahlak da öyledir. Anlatabildim mi acaba? Bu vücut içerisinde gezen
şekiller var işte. Onu tebdil[16]
eder Kudret, tebdil eder. Yalnız diyor ki:
[17] وَمَنْ يَعْتَصِمْ
بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
“Bana sarılmadıkça açmam yolu.” diyor.
Şimdi beşer oraya sarılmıyor. Zekâsına meftun, yaratırım sevdası gelmiştir. Bu
sevda geldiğinden dolayı, al bakalım diyor. “İnleyin bakalım!” İnliyor.
Hemen hemen her konuşmamda tekrar
ettiğim gibi; Allah’ın vermiş olduğu en büyük sermaye, havas ile avamın
muvazenesi hususunda verdiği sermeyedir. Havasa merhamet, avama hürmet. Bu iki
haslet, Kudret’in bize verdiği en büyük sermaye. Bunları görmedikçe olmaz.
Yüksek tabaka, dünyaca yüksek, konuşurken insan kendisini idare edemiyor. Bir
de ahlak da yüksek tabaka vardır. Eshab-ı ittika, derler onlara. Gönlü zengin,
üüüü. Kalbe sahip olmuş. O ayrı o. Onun hakkında öyle der işte.
[18] زُيِّنَ
لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ
اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ
يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ
* زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا
“Beni inkâr edenlere, dünyayı o
kadar tatlı yaptım ki.” Neden öyle? Âdeti öyle. Öyle diyor.
زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا
“Beni inkâr edenlere, dünyanın
hayatını o kadar süsledim ki!”
وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ
“Bana iman edenlerle, inanlarla
eğlenirler.” Haber vermiş değil mi hepsini? Hepsi haber verilmiş. Eğlenirler,
diyor. وَيَسْخَرُونَ
مِنَ istihza ederler. Kıymet vermezler, âdi görürler, maskara yerine
koyarlar,
وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ
الْقِيٰمَةِۜ
“Sakınanlar var ya” diyor. O sakınanlar.
O zaten...
Dün bugün için rüya, bugün de
yarın için rüya. Kaç yaşındasın? Kırk. Koy ortaya bir şey yok. On misli yap yine
yok. Yok bir şey orta yerde. Onun içün bu işi beyan eden şey: [19]
قُلْ هُوَ اللّٰهُ
اَحَدٌۚ dır. Belki bin defa okumuşuzdur fakat
üzerinde durdun mu mânâsının? Ne demek onun mânâsı? Hadi bir tatlı mânâ vereyim
de zapt et.
Nazar-ı hakikatte meşhûd olan
ancak Allah’dır. Nazar-ı mecazide mevcut olan sen ben, şu bu. Fakat nazar-ı
mecaziye kıymet verilmez. Niçün verilmez? Dedeni göstersene. Durdun değil mi ya
gösteremedin. Var mıymış kıymeti? Yok. Kim var? O var. Dikkat et, bak ne kadar
ince bir yerdir. Nazar-ı hakikatte meşhut olan ancak Allah’dır. Öyle beyan
ediyor kendisini. “Ben öyle bir birim ki senin bildiğin gibi âdet manzumesinde
çiftin mukabili olan bir, bir değilim ben.” Hani biz deriz ya Allah bir. Bildiğimiz bir,
iki, üç, dört, beş, on diye saydığımız cinsten bir mi? O biri ben biliyorum
hadistir o. Ondan münezzehtir, O. Ya? “Ben kendi kendimi birlediğim birlikle
birim.” Bunları öğreteyim, çok canım ister. Çok zevk alırım fakat anlatamam.
Nazar-ı hakikatte meşhûd olan
ancak Hakk’tır. Nazar-ı mecazide, sen de varsın ben de varım, şu da var bu da var, defter de var saat de
var. Fakat değişmeceli varlığın kıymeti yok ki. “Neden olmasın efendim?” Varsa
dedeni göster. Dedenin babasını göster. Anneannenin anneannesini göster
bakayım. Gelmesi ile gitmesi arasında fark bile yok. Yalnız kim var? O var.
Onun için Fuzûlî bunun farkına varmış da
Nem var ki lâf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden. Öyle diyor işte.
وَالَّذ۪ينَ اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ
Sakınanlar var ya. Dayanın böyle,
bu âlemde. Bu gibi sözlere yılmayın. Cihat edin. Bir de bunun mukadderatının
kaptırıldığı zaman vardır. O çok fena, o işte çok fena.
وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ اَحَدًا [20]
(*) اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ
يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا [21]
Der ki: “Siz mukadderatınızı sizden olmayan
hiçbir kimseye kaptırmayın.” O “hiçbir” kaydı var. Yani adam benim mahiyetimde,
benim elimin altında, benim dizimin dibinde, fayda yok der. Hani kıymet
vermezsin, sakın böyle bir şey yapmayın. Mukadderatınızı sizden olmayanlara,
hiçbir kimseye kaptırmayın. Bir defa kaptırdınız mı, اِنَّهُمْ اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ
Bir de onlar galip gelirlerse يَرْجُمُوكُمْ sizi taşlarlar. Geri kafalı der, taşlar; ileri
kafalı der taşlar; istihza eder taşlar. Üüü, daha kıpırdanamazsın.
اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا
اَبَدًا
Yahut sizi kendilerine mal
ederler. Sen kendi hüviyetinden, zâti seciyenden, asli fıtratından soyunursun,
ondan olursun. O vakitte Benden mahrum olursun, diyor. O vakit de “Benden
mahrum olursun.” İşte ahlak insana kendi
seciyesini, seciyesini kaptırtmayan, muhafaza eden bir müessesedir.
Biz mânâya çok acip bakmışız,
tuhaf kalmışız. Bakın size bir misal vereyim. Fahr-i Âlem der ki:
“Kim ki bana insanlardan bir şey
istemeyeceğini tekeffül[22]
ederse, ben ona Hakk’ı tekeffül ederim. Bir açabilmeklik içün bir çöp olsun.
Bunu dahi istemekliği size ar görürüm.” der.
Bu kaide niçün konmuştur? Kuvvetli
çalışmak içün. Bir insan bir insandan bir şey istememesi içün, on beş saat, on
iki saat değil, ne bileyim ben, ne kadar saat varsa çalışması lazım gelir. Emir
böyledir. Hem böyle toplamışta size bugün mühim bir şey söyleyeceğim demiş.
Gayet mühim bir şey söyleyeceğim. Hepiniz Hak derdi ile yandığınızı
söylüyorsunuz, ben tekeffül edeceğim yahu demiş. :Kim ki bana söz veriyor ki
kimseden bir şey istemeyecek, ben onu Allah’a tekeffül ettim. Vakta ki bizde bu
mânâ ilmini öğretenler, şunun bunun minneti altında kaldılar, kalınca tabiatıyla
bu iyi öğretilemedi. Yıkım buradandır. Anlatabiliyor muyum acaba? Yıkımın
sebebi bu.
Dört yerde müsaade etmiş.
Nerelerde istenebilir? Dört. Onlar da söylenir, çok sürer, başka bir konuşmada.
Dört yerde istisna edilmiş. Biz bunların hepsine geri kaldık, anlamadık. ”Hayır”
nerede denir? “Evet” nerede denir? Bir defa bunu kaybettik. Hayır diyeceğimiz
yerde evet, evet diyeceğimiz yerde hayır. Hayırla evet kelimesini kullanmasını
bilmeyen bir camia, hiçbir vakit dünya ve mânâca teali edemez. Yok. Siz zannetmeyiniz
ki insan kendi mesaisini böyle her şeyi yapabilir. Allah onun çalışmasını
görür, niyetini görür, ikisini bir birine cem eder, ettikten sonra O verir. Sen
hiçbir şey yapamazsın. “O hâlde çalışmayayım!” Vermez. Çalışma düsturdur. Kuvvetli
çalıştığını görür. Görmez misiniz ihtiralar? O birçok ihtiralar, onların hepsini
Allah rüyada söylemiştir. Kendileri söylerler. Fakat on sekiz saat, yirmi saat,
böyle düşüne düşüne düşüne, acıyor nihayet Cenab-ı Hak, şurasını şöyle yap
diyor, oluyor iş. Anlatabiliyor muyum? Görecek, çalışmanı görecek, çalışmanın
niyetini de görecek. Niyet, malum ya ikisi birbirine bağlı. O niyeti görecek,
onu gördükten sonra yolu açacak. Muvazene olmuyor insanlarda, onun için inleme
kalkmıyor. Gelelim konuştuğumuz yerin an yerine. Olmuyor.
Havas tabakası yüksek tabaka, maddi
vaziyeti müsait olan tabaka, mânâsı müsait olan tabaka, her iki taraf beraber
gider. Düşkün tabakaya; ivazsız, garazsız, minnetsiz, ücretsiz, külfetsiz, merhamet
edecek. Aşağı tabakada o merhameti görünce ona hürmet edecek. O merhametle o
hürmet evlenecek, bir çocuğu olacak, muhabbet. Ondan sonra bak kâinat ne
şekilde olur. Şimdi yok bunların hepsi yok. Tamamen kalkmıştır. Senin bana
itimadın yok, benim sana itimadım yok. İtimatsız olan yerde Hak yok.
Anlatabildim mi? Sen bana inanmıyorsun, bende sana inanmıyorum, buradan
yıkıldık. İtimadımız yok. İstediğin kadar çalış. Ferdin mesaisi kâfi değildir.
Toplanacak. Kaç defa misal getirdim, Allah’a müracaat edildiği vakitte tek
kalple olmaz. Tek kalple olan duayı Allah şey ediyor… Mefsedet[23]
zamanında olduğu vakitte, cevap veriyor.
Ye'tî alen-nâsi zemânün yed'hû’l-mü'minû ale’l-àmmeti fe yekulûllâhû teâlâ
ûd'u lî nefsike fe inni es-tecîbi leke ve
innî sâhitûn
aleyhim[24]
Yani bir veli, Hakk’a kendisini
kabul ettirmiş büyük bir insan, mefsedetin tecelli ettiği devirde elini açarsa
Cenab-ı Hak ona diyor ki: “Ne istiyorsun sevdiğim? Söyle, ne istiyorsun? Onun
içün bir şey istiyorsan darılmışım, isteme yapmam. Zâtının bir arzusu varsa
yapayım. Şahsına taalluk eden bir iş varsa baş üstüne. Fakat onun için
istiyorsan, darılmışım yapmam, yok âdetim.”
Hakk’ın barışabilmesi için
insanların barışması şart. Bak nasıl birbirine bağlı. Muhabbet olmazsa, barışmak
olmazsa o işte zevk olur mu? Farzedelim ki, beş-altı nüfuslu bir ev, üçü dargın
üçü barışık, o eve haddizatında günde on milyon lira giriyor. Ne sofrasında
lezzet vardır, ne yastığında, ne yatağında, ne oturmasında ne kalkmasında.
Berbat. Faydası var mı? Yok Hiç faydası yok.
Mesela şimdi görüyoruz ki bu sene
oruç tutanlar çok, insanın hoşuna gidiyor. Mânâya karşı bir tevkîr[25]
demek, iradesini kullanmaya başlamış. Malum ya oruç, Allah’ın irade sıfatını
kullanmak demektir. Geçen konuşmamda söylediğim gibi; Hudâ, her sıfatını
vermiş, bâhusus insana irade sıfatını vermiş. Melekte yok o. Onun için biz
mükellefiz. Meleğin bizim kadar kıymeti yok. Melek, Allah’ın cemal sıfatına
mazhardır. Biz hem cemal, hem celal. Onun için naib-i Hakk'ız. Meleğe
kahabat yapabilmek içün şey hadise hâlk etmemiş Allah. Bana hâlk etmiş. “İrademi
verdim kullan bakayım.” diyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Kullan, fakat şuurlu
mu? Düşündüren nokta bu, şuurlu mu? Görenek mi, şuurlu mu?
Zira Peygamber söyler: “Bir zaman gelir, caminin son cemaat
yerindeki duvarın dibinde de yer bulunmaz. O kadar iğne atsan yere düşmez fakat
içerisinde bir tane mü’min olmaz.” Şuurlu mu? Şuurlu olduğunu ne vakit
anlarsınız? Örf-ü belde de ne vakit mânâ din modası olur, ahlaksızlık haddizatında
moda halinden kalkar, hah şuurlaşmış denir. Oturması kalkması, muamelesi, yalan
kalkmış. Ne sen onu kandırabiliyorsun ne o seni kandırabiliyor. Böyle tamamıyla
birbirimize kıble olmuşuz. Sen bende Hakk’ı görüyorsun, ben sende Hakk’ı
görüyorum. Sen bana bakınca utanıyorsun, ben sana bakınca utanıyorum. Hahh! Bu
iş şuurlandı demek.
Şuurlu mu? Yoksa aç kalmak.
Yalnız aç kalmak değildir, oruç. Oruç tutmazdan evvel ki çıkıklarından kaç
tanesini giderdin? Hesabını yaptın mı? Bugün kaç gün oldu? Sekiz, dokuz, on, on
bir, on ikinci gün, on iki gündür Allah’ın sıfatına girdin, bu sıfatlara
girdikten sonra, girmezden evvel bende şu kötülükler vardı, bırakabildin mi
bırakamadın mı? Hepsini değil, bir tanesini olsun yahut iki tanesini olsun. Bir
hesap; hasetçiydim, acaba gitti mi? Haindim, acıma hissim azdı, acaba acımaklık
şeklim başladı mı? Müzevirdim[26],
acaba o müzevirliğim gitti mi? İnsanları birbirine düşürmekten zevk alırdım,
atabildim mi? Hakk’ın settar ismi bende tecelli etti mi? El- Afüv ismi bende
tecelli etti mi? Es-Sabur ismi bende tecelli etti mi? Er-Rezzak ismi bende
tecelli etti de açı doyurabildim mi? Anlatabiliyor muyum acaba? Var mı bunların
içerisinde, hangisi yapıldı? Hahh eğer bunlardan, yani tutmazdan evvel ki hâlimizden
bir tanesini atsan, muhakkak Hak hiç olmazsa bir günlük orucunu olsun kabul
etmiştir. Ama tutmuş da hiç farkı yok.
Men âlâ cariyeteyn ene ve hüve hâkezâ ve zamme asâbi'âh
“İki kimsesiz kızı, iki kimsesiz
yavruyu, cemiyet içerisinde, insaniyete layık bir vaziyette, yetiştiren kimse ile
ikimiz huzur-i ilahide yan yana oturacağız.” Sonra iyi anlaşılsın diyerekten
mübarek parmaklarını böyle yapıyor. Ve zamme asâbi’âh. “Nasıl yan yana
bilir misiniz?” diyor. “Bak buradan bir şey geçmez.”diyor. Böyle zamm etmiş buradan bir şey geçmez. Misal
olaraktan verdim bunu.
Öyle bir ibadet ki her ibadetin
fevkinde işte. Hangi ibadeti yaparsan yap, böyle yan yana durabilir misin Rasul-ü
Ekrem’le. Alnını secdede çürüt bakayım.
Onlar kolay ibadet. Oruç da kolay, namaz da kolay. Bedava. İradeni
kullanacaksın, yapacaksın. Onların zor olan kısımları var işte, onlar bunlar.
Dikkat etseydik bu kadar sefalet
olur muydu? Tarihin en eski efendisinin çocuklarıyız biz. Yaa! Ama onun şartı
da ağırdır ha. Eve girdiği vakitte hariçten sizi tanımayan birisi o bakmış
olduğun kızı görünce bu evin kızıdır diyecekler. … Külah mı, takke değil, takke
öyle olmaz. Torba mı? Torba. Buraya kadar geçer. Birisi saçlarını da kırpmıştır
böyle. Biri uzun biri yukarı. Biri ayağında hanımın ayakkabısı, bir tekinde
efendinin ayakkabısı, bakkala gider, gelir. Taş merdiveni de siler, kendi kızı
içeride yirmi iki derecede, x vaziyetinde oturur tırnaklarını temizler, öbür ki
de pancar gibi olmuştur. Bu da o şekilde mi acaba? Yok azizim öyle değil, yok!
Oraya…
Fahr-i Âlem öyle der. Allah’ın
laneti iner. Belli olmaz ama yedi silsilesinden sonra çeker. Çok, çok ağır
iştir o. Yetim büyütmek, kimsesiz büyütmek, garip büyütmek, herkesin kârı
değil. Çok büyük insanların kârı. Yetimden, o kadar ağırdır ki, kardeşi de bir
şey isteyemez. İki kimse yalnız iş teklif edebilirler. Hocası; iş verir, iş
alabilir. Çünkü o ruhunun babasıdır, beriki annesi, kendi babası, annesinin
zahrından, neyse rahm-ı maderden çekmiş kalıbını bu âleme atmış. Hocası da mânâsına
ait olan hocası da onu bu âlemden Allah’a atacak. Onun içün o iş teklif eder, der.
Bundan mâadâ kimse edemez. Yaparsa...
Bilinmez insanlar nereden
çektiğini. Hiç ummadığı bir yerden, bir yerden yanar, çeker gider. Onun için en
sakınılacak, en dikkat edilecek noktalardır. Bu mevzûa girdim, girmemin sebebi
vardır da onun içün. Mesela, işte şimdi bayram geliyor, Evinde bir yetim var,
bir de kızın var. Bunlara bayramlık yapacaksın, cinslerinde fark edersen, onun da
aklından geçerse ki: “Kendi annem olsaydı, babam olsaydı böyle yapmayacaktı. Bak
kızına elli liralığından aldı da bana on liralığından aldı.” Hadi yeni yeni giy
bakalım, filan derler. Bir de öyle haddizât. Yanar vallahi. Cayır cayır yakar,
Allah. O hiç, o gün belli olmaz. Onun günü gelir, saati gelir, devresi gider.
İnsan hakikatte ölmüyor, ölür, torununu görür, torununun çocuğunu görür, onun
çocuğunun öyle bir hale giriftar olduğunu âlem-i ahiretten temâşâ eder ve
derler ki, kendine vaktiyle yapmış olduğunun cezası gelmiştir, bak iki yüz sene
evveli yapmış olduğun şekildir, gör, o vakit yanar. Anlatabildim mi? Öyle zor
ki bu iş. Biri de gayet iyi bakar. Etraf iyi baksın diyerekten bakıyorum der,
içinden geçer. Şimdi ben bunu almasam, bak bak yetim değil mi kıymet vermediler.
Geçti mi, o da yandı. Ne bileyim? O kadar ince burası. Benim için yapmadın
diyor Allah. Dedikodusu olmasın diye yaptın diyor. Benim hesabıma değildir
onlar. Serair-i Zemair-i hafayaya muttali.
Hemen hemen her sene bu bayram
yakınlarında ben bu misali getiririm, yine getireyim de burada büyük hisse
vardır, hepimize. Adamcağız bir yetim besliyormuş, nadan da bir adam değil ya, işte
olur ya insanlık bu. Bayram gelmiş, bayram namazından dönmüş, çocukları da var,
çocuklar kapıyı açmışlar, sarılmışlar. Onlar, o çocukları babasını öpmüş, babası
çocukları öpmüş, öteki yetim olduğu için belki fark edilirim
filan gibilerden biraz geride duruyormuş, adam dalgınlıkla onu görmemiş.
Geçmiş odasına girmiş. Ya. Kapı çalınmış, bir misafir gelmiş, açmış tanıyor o
yetimi, bakmış gözleri öyle şişmiş ağlar. Niye ağlıyorsun demiş. Bak bugün
bayram, bugün gülme, meserret günüdür. Çocuğunda oluşunda var,
Dilâ iydest herkesî dest-i yâr-i hiş bûsed
Garîbem bîkesem men dest-i gam, gam dest-i men bûsed [27]
Bırak o bayram denilen, o çirkin
günü bırak. Bırak, diyor, bahsetme
bana. İşte o geldi, herkes babasını öptü, babası evladını öptü, beni de
gam öptü bende gamı öptüm. Sonra büyük bir insan olmuş bu insanlar. Dikkat
olunacak noktalar. Yoruldunuz mu? Keseyim mi?
Konuşurken dedik ki, başladığımızdan
başlayalım da şöyle toplayalım. Mevzuyu keselim.
Vazifeden doğan ahlak dedik,
aşktan doğan ahlak dedik. Vazife neye derler? Nedir yani vazife? Eski
konuşmalarımda bulunanlar bilirler, bu tarifleri çok yapmışımdır. İki üç kelime
bizde sû-i istimâle uğramıştır. Biri vazife kelimesi. “Efendim vazife her
şeyden mukaddestir.” Güzel, tabir güzel ama yapar eder, vazife vazife… Bir de
vicdan. Bir de vicdan kelimesi. “Sen benim vicdanıma sor.” der. Vicdanıma bırak,
bu işi der.
Vazife, vacibü’l-icra olan
şeye denir. Ne demek? Örfen, cemiyyeten, ahlaken, yapılması mecburi olan
işin adına vazife denir. O hâlde mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan
doğar, kutsiyât, o nereden doğar? Ahlakiyattan doğar. Ahlak nereden doğar? Zat-ı Bari’ye imandan
doğar.
Ebediyete inanılmayan ahlak
sahtekârlıktır. Bir şey olmaz o. Değil mi ya? Ben bir gün bir yerde toplanacağım,
kaidesine gönül vermeyen kimse, orda olmaz o iş. Ama göstereceğiz cemiyette. Hem münkirdir hem ahlakı vardır. İntibak
kaidesine uymuştur o. Ya vicdanen inkâr sahasında değildir veyahut o, onun
üzerinde işlenmiştir. Şuurlu değildir. Ahlak. Bunun tersi de vardır. Hem Allah'a
inanırım derde hem de ne kadar kötü ahlaklıdır. Onun inanması da sahtedir. İnanamamıştır,
o da işi söz hâlinde getirmiştir. İnanmak için buranın yanması şarttır.
Anlatabiliyor muyum?
Bak, ikisi de bir. Cemiyette iki
şahsı da görebilirsiniz. Birisi kuvvetli inandım der, en kötü ahlaksızlığı
vardır. Biri inanmam der, ahlaka ait numuneleri vardır. İkisinin de aslı
yoktur. Öteki inanmamıştır, o sözle inanmak mevzûu bambaşka bir iş o. O ayrı iş
o. O telkinlerin tesirinde kalmıştır, tatmamıştır. Anlatabiliyor muyum? Balın
kutusunu görmüş ama tatmamış. Ne faydası var. Bir faydası yok. Kısacık bir
hayata bağlayan bir adam, vefa gösterebilir mi? Buna imkân var mıdır?
İki tane asker tasavvur edin.
Misal vereyim de bakalım sen ne diyeceksin? İki tane asker, er, biri diyor ki:
“Ben kör bir tesadüfün neticesi
olaraktan tekâmül etmiş bir hayvan şeklinde mevcudum. Benim üzerimde hiç kimse yoktur.
Ben öyle mânâymış, ebediyetmiş, Hakmış, hakikatmiş, bunlar hep hissi sözlerden
ibarettir. Binaenaleyh, ben ihtirasat-ı nefsaniyem kabardığı vakit, fırsatı
bulduğum zaman da ben onu tatmin etmekten başka bir şey bilmem. İnsan denilen
şey tekâmül etmiş bir hayvandır!” diyor.
Diğer er de diyor ki: “Yahu bakıyorum
ben kendi kendime, öyle şey olur mu? Ben kendimi, kendim mi yaptım? Kendimi
yapsam her şeyi yapacaktım. Muhitim benden daha zayıf, mânâ önce hâkim, madde
sonra gelir. Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet nedir? Konuşurum
da konuşmamın ne olduğunu bilmem. Görürüm de görmenin ne olduğunu bilmem. Var!”
diyor.
Şimdi bunun ikisini de cepheye
gönder. Düşman savlet[28]
eyledi. Hangisi durur? Öteki ben kimsenin sırmasına, kasasına, masasına ölmem, der.
Beriki der ki, yook vatan mananın nikabıdır.[29]
Vatan, dinin nikabıdır. Vatan mânânın nikabıdır. Vatan seciyenin nikabıdır. Binaenaleyh,
ben bu uğurda öleceğim, yerine Allah’ı alacağım. Ve deden böyle ölmüştür.
Anlatabildim mi? Aşikâr bu. Bu hesaba deden ölmüştür. Bire on dövüşmüştür.
Şimdi zaten inkâr kapısı da
kapandı ya artık. Fen mevzûuna girdi değil mi? İnkâr kapısı kapandı. Amerika da
koyuyorlar masanın üzerine beş tane adamı, huuup yukarıya üç metre kalkıyor.
Cazibe kanunu altüst oldu. Kimya mübadilleri[30]
de bozulacak. Kudret. İnkâr edenler, e
hani telkindi, diyor. Makineye de mi telkin ettiniz? Tık çıkarıyor böyle.
Koyuyor musiki aletlerini, tam bir vaziyette, iki yüz sene evveli gelmiş olan
musiki heyetini çağırıyor. Şeride de alıyor. Adam yok ama orada çalınıyor.
Yalnız taraf halinde bir fotoğraf çekiliyor. Ruh mudur gelen, diyeceksiniz. Belki
bana bir sual teveccüh edersiniz. Ruh değildir. Ruh Allah’ın emridir, uşak
olarak kullanılmaz. Ruhun orada almış olduğu sıfattır. Ruhun kendisi gelmez.
Sonra, oradan söylenilen sözün hepsi doğru mudur? Hayır. Burada yalancı olan
adam orada da yalancıdır. Anlatabiliyor muyum acaba? Yalancıdır o. Doğru
değil,o. E bunlar nedir? Bunlar Kudret’in sevdiği insana ders kaçırmasıdır.
Bazı bir insanı sever o da inkâr âleminde bulunur, kurtarmak içün onu, böyle
yapar O. Durur kafa.
Kalp, bizim sadrımızda, sol
tarafımızda, dört köşeli, kan damarları işte bilirsiniz, hepinizin bildiği
devranı yaptıran, o kalbi, ahlak ondan bahsetmez. O kalp kalb-i hayvanimizdir.
Bu torbanın kalbidir. O kalbe taalluk eden bir kalp vardır. O kalp, tasfiye-i
ahlak ile Allah’a ayna olur. Anlatabildik mi? Binaenaleyh, bütün işler orada
görülür. Onun zevkini anlayabilmeklik içün de eğer gamm-ı kederden soyunmuş,
Hak ile huzur edebilmişsen, bilki kalbin tamamıyla ayineyi hak olmuştur. Fakat
acaba ile dolu, gam ve kederle meşbû[31]
tereddütler içerisinde yüzüyorsa, henüz kalb-i
hayvaniden başka kalbe malik değil. İşte diğer cepheyi alacak olursak, dindeki
ibadet mevzûları da bunlardır. Bunlar açılsın içün yaptırır Allah.
Mesela oruç, gönlün gubarını[32]
siler, diyor. Aç kalmakla gönlün gubarını siler mi silinir mi? Yalnız aç
kalacak değilsin ki, kırık kalbi satın alacaksın ya. Onun senin hakkında bir
niyazı var ya. Etmese dahi o hâli Allah görüyor ya. Tabi bir karşılık verecek.
Biz o niyeti gösterelim elverir. Onu gösterirken de muhakkak bir şey
beklemeyelim. Komisyonluk olmasın. Bizi yıkan mesele de o dur.
İmam-ı Hasan’ı karısı zehirledi.
Ca’de[33]
mutallakasıydı,[34] zehirledi. Geldiler kardeşi geldi. Kim yaptı,
dedi. “Yapanı biliyorsun benim gibi, ceza mı vereceksin.” dedi. Kalp işte var.
Anlatabildim mi acaba? Kalbe misal.
Peygamber Anavatanından Medine’ye
hicret etti. Sevgili kızı, babasının aşkıyla yanıyordu. Görmek istiyordu,
geceleyin koştu. Müşrikin bir haydudu tuttular. Eğer öldürebilirsen sana şu
kadar lira vereceğiz, dediler. Koştu, mızrakla yaraladı. Hamileydi düştü, ıskat-ı
cenin[35]
oldu. Ölümüne sebep verdi, şehit oldu.
Gün geldi, İslam’a geçti dünyanın
mukadderatı. Ağlayarak bir adam geldi, huzur-u Nebi’ye. Ağlıyordu.
— “Beni
imha et!” diyordu. Ve gayet samimi söylüyordu. O imhada hayat olduğunu
biliyordu.
— Ben
imhaya gelmedim, ihyaya geldim, dedi. Ben insanların hayatlarını mahvetmeye
gelmedim, hayat vermeye geldim.
— Ben
o hayata layık insan değilim. Benim hayatım sizin beni imha etmenizdedir. Beni
imha edin. Ben sizin imhanızla hayat bulacağım. Biraz huzur bulacağım.
— Senin
suçun nedir, dedi.
— Sormayın,
benden alçak adam yok.
— Söyle
bakayım, dedi.
— Ben
sizin kızınızı şehit eden caniyim. Bilmedim, kapıldım. Bugün anladım ki
hakmışsınız siz, beni imha edin.
Peygamber başladı ağlamaya ve etrafındakilere
dedi ki:
— Yavrumdur, dedi. Cüz-ü pâremdir, kızımdır,
gözümün önüne gelir daima içim sızlar. Fakat buna ondan fazla sızladı. Daha fazla acıdım. Ya Rabbi, bana bağışlamaz
mısın?
Kalbe misal anlatabiliyor muyuz
acaba? Var mı böyle kalp? Yoksa mudga. Et parçası. Buradaki kalp. Kalp bu. Bunun rikkatli
kısmına misal getirdiğim gibi, diğer kısmına da misal getireceğim.
Şeriatın zaptiye nazırı Ömer, oğlu
bir suçundan dolayı hadd vurulması lazım geliyordu.
Bizim mânâ ahkâmında hükmü kim
verirse haddı da o vurur. En mühim nokta bu ama. Daha böyle şey yok. Hiçbir
yerde yok. “Anlamadım.” Anlatayım. Hâkim idamına kararı verdi. Bizzat kendi
asacak. Kararı verdi buyurun asın. Başla. Anlatabiliyor muyum? Burada ne var. Burada
ne var biliyor musun sen. Neler var, neler var, neler. Hepsini nasıl anlatayım?
Saat doldu. Hükmü kim verirse icrayı da o yapar.
Hükmü, Ömer verdi haddide o vuracak.
Kendi oğlu. Sekseninci deynekte oğlan öldü. Yine vuruyor. Dediler ki hayatına
nihayet verilmiştir, niçün vuruyorsun? Hadd insanı temizler, anasından doğmuş
gibi yapar. Yarın huzur-u ilahide bu fiili nasıl yaptın dedirtmemek için
vuruyorum. Anlatabiliyor muyum? Kalp. “Evladımdır çok severim, Allah’ın ismini
evladımdan fazla severim, bak ağlıyorum, dedi. Gözyaşıyla vuruyorum, dedi.
Evladım cihetinden ağlıyorum, Allah muhabbetim cihetinden vuruyorum.” Bir şey
anlaşılıyor mu acaba?
Tamamen kalp meydana gelirse o
vakit sen kâinatın müveccehi[36]
olursun. O vakit ne olur? O vakit artık, benliğinden kesafetinden eser kalmaz. Eritmek
lazım, pûte de erimek lazım. Aşk pûtesinde kesafeti letafete inkılâp ettirmek
lazım. Eşyayı başka türlü görürüz. Şimdi göremiyoruz eşyayı başka türlü.
Neden? Anamıza bile bakmıyoruz. Ağır geliyor. İcra dairesinde evladından nafaka
isteyen baba var. İcra dairesinde. O vakit, Hakk’a aşina oluruz. Bir şey
okuyalım da konuşmayı keselim. Size çok defalar okudum amma burayla münasebeti
var, tekrar ediyorum.
Matla ı nur safâ-ı meşreb i rindaneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.
Kalp sahibi olduktan sonra
yanınızda ne söylenecek olunursa “bırak yahu” dersin. Değmez. Anlamam işitmem,
söylediklerini. Dedikodudur, şudur budur, bırak bunları.
Matla ı nur safâ-i meşreb i rindaneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.
Var mı ehl-i aşk. Onunla
aşinayım, başka bir şey anlamam. Filanın rütbesi, ötekinin câhı, berikinin...
Ben, Cenab-ı Haydar’ın
Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bi’l-kalil
Mut ve lâ tatlub meaşen min leiym
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel fuadi
İnnemel rızgu alellahi’l-keriym.[ii]
Bunu düstur ittihaz etmişim, der.
Öyle diyor o. Zengin kalpli ol. Zengin kalpli ol. Aza kanaat et. Aza
kanaat et demek, burada tembel ol mânâsına değil. Bunların tefsiri çok zordur.
Bir defa veren el, alan elden hayırlıdır. Düstur bizde bu.
Yed'ul ya hayru’n-mine’l-yedu's
sufla Daima eliniz üstünde olsun, derler. Onun içün bizde bile tasadduk
yaparken nezaket-i Ahmediyi muhafaza hususunda böyle vermez de arifler şu
şekilde verirler. Kendi veriyor ya, onun gönlüne bir şey gelmesin. Eli onun
üstünde kalsın diyerekten. Anlatabiliyor muyum? Biz kafasına da vururuz. Veren
el alan elden üstünde olacak. Buradaki kanaatten maksat Kudret’in bütün
servetlerini, sana vermiş olduğu nimetlerini yerli yerine sarf edersin, sarf
ettikten sonra tecelliye rıza gösterirsin. Aharın zararına çalışmazsın. İşte
bu.
Mut ve lâ tatlub meaşen min
leiym. Geçinme hususunda geber de alçağa yüzsuyu dökme. Değer mi, diyor. Yüzsuyunu
Hak tezyin etmiştir, altın suyuna benzemez. Altın suyu sahâyifi tezyin eder,
levhaları tezyin eder. Dökme onu.
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel
fuadi. Nazargâh-ı İlahi olan kalbin iç yüzü bulunan gönlünü, suret âleminin
şusuyla busuyla yaralama. Nasıl ki aynanın arkasındaki şey dökülürse seni
göstermezse, onu da yaralayacak olursan Hakk’ı göremezsin. Ya aynaya rutubet gelsin
yahut kazınsın, bir yere takılsın, arkasındaki şey çekilsin, orada cam kalır,
göremezsin. Sende eğer o gönlünü yaralayacak olursan, orada mudga kalır, et
parçası kalır, Allah'ı göremezsin.
Lâ tekûn lil ayşı mecruhel
fuadi İnnemel rızgu alellahi’l- keriym. Dişini yapan keseceğini önce
yapmıştır. Anlatabiliyor muyum acaba? Nafile, boş yere. Şeyin dediği gibi,
İbrahim Hakkı’nın dediği gibi,
[iii] Deme niçün şol şöyle
Yerindedir ol öyle
Bak sonunu seyreyle
Naçar kalacak yerde
Nagâh açar ol perde
Derman eder ol derde
Allah görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bil kâdî-i hâcâtı
Terk eyle murâdâtı
Kıl Âna münâcâtı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Sen adli zulüm sanma
O bazı çirkinlikler
görürsün, o adildir o. Sen adli zulüm sanma
Sabr eyle sakın
usanma
Nafile öd’e yanma (Öd ateş.)
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Bazen görürüz ki; şu iş olacaktı olmadı, dövünür durursun. Altından ne çıkacağını biliyor musun? Hayrı şerri bizâtihi biz bilecek değiliz ki. Koşarsın koşarsın, vapur kaçar. Gideceksin farzedelim ki uzak bir sahaya. Eyvah bir ay sonra vapur var, diyerekten işlerimde kaldı filan. Sonra sabahleyin gazetede okursun, vapur battı hiç kimse çıkmadı. “Aman ne iyi binmemişim.” Dün dövünüyordun ya. Dün dövünüyordun. Bugün de ah ne iyi gitmemişim. Bilmeyiz biz.
[37] وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ
Büyük Kitap öyle der. Çok senin kendi hesabına iyi gelen şeyler, senin hakkında iyi değildir. Çok kötü görmüş olduğun şeyler de senin hakkında o kadar iyidir ki, onları ben bilirim, der. Şuran seni yakmasın. En son söz budur. Şurada bir hâkim vardır, sana alçak demesin. Ondan mâadâ hiçbir şeyden müteessir olma. İnsanın tesir olacak yeri vardır. Şurada oturan o hâkim, hiç kimseyi dinlemez. Sen alçaksın, der. Veyahut aferin sana, der. İnsansın. Senin iklim-i vücuduna Kudret beni koydu ama bir gün beni huzursuz etmedin sen. Hepsi hiç. Kabrin içerisi haset dumanı ile dolu, dışarısı da arsa-i ibrettir. Bu insan içün kâfidir.
Git arada sırada ananı babanı ziyaret et. Büyük dersler alırsın. Dostunu, ahibbanı[38] değil mi? O da bizim gibi konuşuyordu, o da bizim gibi söylüyordu. O da bizim gibi haddizatında birçok emelleri vardı. Onunda birçok niyetleri vardı, fakat paydos dendi, bize de denecek, değil mi? Buraya kadar dendi mi, bitti iş! Sonra bütün, bütün de son nefese bağlı.
Kolay iş değil o kardeşim. Bu memleketten filan memlekete gitmeye benzemez. Ahbap ziyareti değil bu. Bugün gönlüm olmadı yarın gideriz, bakalım öbür ay gideriz, öyle bir şey değil ki bu. Son nefese bağlı, karar. Ne acıdır o. Atmış yetmiş seksen sene yaşamışında, ondan sonra azl oldun amma işte senin neticen hüsrandır denmiş, bunun telafisi mi var, tedavisi mi var? Zaman geçmiş, geriye gelinmiyor dönesin. Hüküm geçmiş, âdet geçmiş, karar başka bir karar değil ki ara yerden iltimasçı bulasın. Onun içün sakın ah alma! Neyse, her ne yaparsan yap ama o bulunmasın.
Şebâş derpe-i azar-i kûn est şeriat-i ma ğerîb-î nefis.
Öyle dermiş. Ne yaparsan yap bizim
mânâ ilmimizde gönül kırmaktan başka günah yoktur. Ben bunu okurken çocukken
kendi kendime dedim ki, ooo iş ne kadar kolay dedim. Gayet kolay. Okutan adam
benim içimi okuyor, arif insan. Bana geldi dedi ki, şöyle yap dedi, hiç
unutmam. Kolay diyorsun değil mi dedi. Evet, dedim. “Kolay değil, dedi. Hiç
kimsenin gönlü kırılmasa çirkin bir şey yapsan, benim buradaki gönlüm kırılır
sana dedi. Kurtulmanın imkânı yoktur.” dedi. Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa! Evet,
hiç kimsenin gönlünü belli etmeden kırmadın filan fakat senin burada bir gönlün
vardır sana kırılır, dedi. Onun sana kırılması, başka gönlün kırılmasına da
benzemez, dedi. Öbür kırılan gönlü uzaktan görürsün, bu kırılan gönlü daima
görürsün, dedi. Yakar seni.
Matla ı nur safâ-i meşreb i rindaneyim.
Aşina-i aşka mahrem gayriye bigâneyim.
Neşe i feyzi ezelden maye-i esti bana.
Bâdesi birden tükenmek bilmez bir meyhaneyim.
Tabi
bu meyhane akla inkılâp ettiren meyhane değil. Ona aşk meyhanesi derler. Bunun
kadehi kalp. Kalp kadehinden adama içirirler. İçerisine marifetûllah zevki
denir, içindeki içkiye. O bâde feyz-i manevidir. İçen acayip mest olur. Onun
mestliği başka. İşte burada söylüyor, ne oluyor biliyor musun?
Hem yanar hem neşri envar eylerem etrafıma
Şem i bezm i aşıkan bihişt i ferdaneyim.
Cezb-i edna[39] çâv[40] ferimdir[41]
ettiğin miraçta.
Kays’e ilham-ı cünun-u aşk eden divaneyim.
Hani
bir Mecnun var ya. Ona o aşkı ben ilham eyledim, diyor.
Kibriya-i aşk her mesulumü is’af eder.
Ben anın fahr-i nedimanı değil de ya neyim.
Anladın mı kibriya-i aşk Allah.
Kibriya-i aşk her mesulumü is’af eder.
Ben anın fahr-i nedimanı değil de ya neyim.
Bende madem can evinde devreden peymaneyim.
Nâr ı aşkın benden öğren tab ı est i suzunu.
Ben ana pervaneden evvel yanan pervaneyim.
Yani insanı makam-ı aşka çıkaracak olursa, bu sözlerin mânâsını insanda tahakkuk ettirir. Bu tahakkuk ettikten sonra da zaten gelmedeki gitmedeki gaye anlaşılmış olur. Başka ne var zaten. Bugün kâinata da sahip olsan, oturduğun vakitte karnın doyuncaya kadar yersin. Boyun alıncaya kadar bir yerde yatabilirsin. On tane palto giyemezsin. Giyer misin? Sıkıntı olur, istersen varsa onunu birden giy, gez sokakta. Oturunca nihayet şu kadar ekmek yiyeceksin. “Hayır, hepsini yiyeceğim.” Ye, patlayıncaya kadar ye! Faydası yok onun. Yaa! Sonra zevk ayrıdır.
Dikkat ederseniz Hudâ, en güzel yemeklerden zevki kaldırmıştır, değil mi? Evveli ufacıcık bir parça et, bir tencerede kavrulduğu vakitte, bütün civarda mis gibi bir kokusu olurdu, şimdi ufak evde kavrulsa dahi mutfağın kapısını kapa diyorsun. Neden? Çok kerih kokusu çıkıyor. Niçün? Herkes yemiyor da onun içün. Dedik ya havas ile avamın muvazenesi yok. Herkes yemediğinden dolayı, yiyende de dert oluyor.
Hastalık niçün ilerliyor? Fakirlerdeki hastalık, zenginlerdeki hastalıktan azdır. Zengin tabaka daha çok hastadır. Kudret ders kaçırıyor. Fakir daha sıhhatlidir. Bugün en zarurette olan yüz kişiyi getirin muayene ettirin, bir de müreffeh vaziyette bulunanı getirin muayene ettirin, ya kanserdir, ya şekerdir, ya şudur ya böbrektir, ya kalptir, işte sayayım mı hepsini? Fakirde daha azdır. Neden? Hudâ: “Ben vereceğim!” diyor.
Vüdavûnnas! ve hüve maridûn[42] Öyle diyor. Doktoru bul, diyor. Doktoru bulduk bizi tedavi etsin diye, doktor kendi hasta! Öyle, o ona bağlı. Domates, kuvvetli işte, vitaminli bir gıda. Fakat asitli kokar. O eski lezzeti yoktur. Çilek, bir sepet alındığı vakitte bir mahalleye kokusu tutardı. Şimdi koca yemişidir, dut kuyu suyu gibidir. Yiyecek herkesin ağzı ki, onda Allah lezzeti vere. Olmaz başka türlü. Başka türlü olmaz. Hammalı oluruz.
Kaç defa söyledim. Allah, Peygamber öyle demiştir, her derdin devasını yapmıştır. Hiçbir dert yoktur ki devası hâlk olmasın. Her derdin devasını Hudâ hâlk etti. Devası olmayan, nerden gelir?
[1] Tefhim: (Ar. fehm “anlamak”tan tefhіm) Anlama, anlatma, anlatılma, bildirme, bildirilme.
[2] Hükemâ: (Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili
kimseler. (Bak: Feylesof) (Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garpta
gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki; şarkı ayağa kaldıracak din ve
kalbdir; akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık
bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebâen gider veya muvakkat, sathî kalır.
M.N.)
[3] Sair: Seyreden,
harekette olan. Bir şeyden geri kalan. Maadâ. Geçen, dolaşan. Yolcu. Seyyar.
Başkası, diğeri.
[4] Nah Suresi 66. Ayet-i kerime وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ
مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا
سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ
Meali: Gerçekten süt veren hayvanlarda da size bir ibret vardır. Size
işkembelerindeki yem artıklarıyla kandan meydana gelen, içenlere içimi kolay halis bir süt içirmekteyiz.
[5] Hamîr-gâr: Hamur
yoğurucu, hamurcu.
[6] Müncer: Nihâyet bulmak. Bir tarafa çekilmek.
Sürüklenme. Sona eren, neticelenen.
[7]Bakara
Suresi 214. Ayet-i kerime اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ
الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا
حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا
اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ[7]
Meali: Yoksa siz,
kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza
gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle
sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman
edenler: "Allah'ın yardımı ne zaman?" derlerdi. Bak işte! Gerçekten
Allah'ın yardımı yakındır.
[8] Talak Suresi 12. Ayet-i Kerime للّٰهُ الَّذ۪ي خَلَقَ
سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ الْاَرْضِ مِثْلَهُنَّۜ يَتَنَزَّلُ الْاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُٓوا اَنَّ
اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌۙ وَاَنَّ اللّٰهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ
عِلْمًا
Meali. Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onlar kadarını
yarattı. Emir bunlar arasında iner ki Allah'ın her şeye kâdir olduğunu
ve Allah'ın bilgisinin, her şeyi kuşattığını bilesiniz.
[9] Lahut İlâhî
âlem. Ulûhiyet âlemi. Ruhanî, manevî âlem.
[10] Saffat Suresş 6. Ayet-i Kerime اِنَّا زَيَّنَّا
السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا
بِز۪ينَةٍۨ الْكَوَاكِبِۙ
Meali: Gerçekten biz
dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[11] Tezyin: Süslemek. Bezemek. Donatmak.
[12] Despot Ortodoks Rumların din başkanlarına verilen ad.
[13] Istılah muvaffakat, uyguluk
[14] Halavet Tatlılık, şirin olmak
[15] İbrahim Suresi 40. Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ
الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Meali: O gün yeryüzü
bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar,
kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna
toplanacaklardır.
[16] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir
şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
[17] Te'vil: (Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd
ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu'
mânasına olan "evl"den alınmıştır. [6] Âl-i İmran Suresi 101’nci
Ayeti Kerime:
وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın
âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra
saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa,
kesinlikle doğru yola iletilmiştir
[18] Bakara Suresi 212. Ayet-i Kerime زُيِّنَ لِلَّذ۪ينَ كَفَرُوا
الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَيَسْخَرُونَ مِنَ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۢ وَالَّذ۪ينَ
اتَّقَوْا فَوْقَهُمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِۜ وَاللّٰهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَٓاءُ
بِغَيْرِ حِسَابٍ
Meali: Dünya hayatı, inkâr edenler için
bezendi. (Onlar), iman edenlerle eğleniyorlar. Hâlbuki takva sahibi olan o
müminler, kıyamet günü onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık
verir.
[19] İhlas Suresi 1. Ayet-i Kerime قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ
Meali : De ki; O Allah bir tektir.
[20] Kehf Suresi
19. Ayet-i Kerime: وَكَذٰلِكَ
بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَٓاءَلُوا بَيْنَهُمْۜ قَالَ قَٓائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ
لَبِثْتُمْۜ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا اَوْ بَعْضَ يَوْمٍۜ قَالُوا رَبُّكُمْ
اَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُٓوا اَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هٰذِه۪ٓ اِلَى
الْمَد۪ينَةِ فَلْيَنْظُرْ اَيُّهَٓا اَزْكٰى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ
مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ
اَحَدًا
Meali: Onları bir mucize olarak
uyuttuğumuz gibi, birbirlerine sorsunlar diye kendilerini uyandırdık da
içlerinden bir sözcü şöyle dedi: "Ne kadar durup kaldınız?" (Kimi)
"Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. (Kimi de)
şöyle dediler: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz
birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz
ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin."
[21]Kehf suresi 20. Ayet-i Kerime: اِنَّهُمْ
اِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ اَوْ يُع۪يدُوكُمْ ف۪ي مِلَّتِهِمْ
وَلَنْ تُفْلِحُٓوا اِذًا اَبَدًا
Meali: "Çünkü
şehir halkı, sizi ellerine geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler
veya kendi dinlerine çevirirler ki, o zaman siz dünyada da ahirette de asla
kurtuluşa eremezsiniz.
[22] Tekeffül Boynuna almak. Birine kefil olmak. Kefâlet
etmek veya vermek.
[23] Mefsedet: İfsat, Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık. Şer‘an yasak fiillerin içerdiği veya hakkında özel
hüküm bulunmasa da dinin temel amaçlarını ihlâl eden zararlar ve kötülükler
anlamında usûl-i fıkıh terimi.
[24] Hadis-i Şerif Enes RA'den Hatib-i Bağdâdî ve Deylemî
rivâyet etmiş
[25] Tevkîr:Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
[26] Müzevir: Söz getirip götüren, arabozan
(kimse).
[27] Hafız-ı Şirazi.
[28] Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.
[29] Nikab: Yüz örtüsü, peçe, perde.
[30] Mübadil: Mübâdele olunmuş. Başkasının yerine
getirilmiş, bir şeye bedel tutulmuş.
[31] Meşbû: Dolmuş, dolu durumda olan, dolu.
[32] Gubar: Toz
[33] Ca’de binti Eş’as
[34] Mutallaka: Kocasından boşanmış kadın, bir kimsenin boşadığı karısı.
[35] Iskat-ı cenin: Anne karnındaki ceninin, bebeğin düşürülmesi
[36] Müvecceh: (tevcіh “yüzü bir yöne
döndürmek, yöneltmek”ten muvecceh) Herkesin
yöneldiği (şey), makbul, münâsip, uygun.
[37] Bakara Suresi 216. Ayet-i Kerime كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ
كُرْهٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْـًٔا
وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْۚ وَعَسٰٓى اَنْ تُحِبُّوا شَيْـًٔا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْۜ
وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ۟
Meali: Savaş size farz
kılındı, gerçi o size hoş gelmez. Olabilir ki siz,
bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki,
siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
[38] Ahibba: Dostlar, arkadaşlar.
[39] Edna: Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i.
Çok yakın.
[40] Çav: Göz/gözlerÀ
[41] Fer ( فَرْ
) :Işık, parlaklık, zinet, süs. 2. Fazl
ve vakar. 3. İktidar,şevket, kuvvet.● Çâv-fer: Göznuru, gözün feri...
[42] Darb-ı meseldir araplarda. "İnsanların tedavi
mercii güya, fakat kendi hastadır" mealinde. "himmete muhtaç dede kaldı ki himmet ede" gibi
bir manada)
[i] Her kimin var ise zatında şeraret küfrü
Istılâhat-i ulûm ile müselman olmaz.
Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etse,
Tâb’ına tağyir verip lâl-i Bedehşan olmaz.
Eylesen tuti’ye talim-i eda-yı kelimat
Nutku insan olur amma ki özü insan olmaz.
(Kemalpaşazade.) (Diğer kaynaklara göre Fuzuli)
[ii] Aza kanaat et de gönlün zengin olsun
Öl de dûn olan kimseden
isteme yardım
Maişet uğruna gönlün
yaralı olmasın
Hem bil ki rızık kerim
olan Hak’ta dır
Ahmet Nebi UYSAL
Beyefendi’nin açıklaması:
Gönlün zengin olsun, aza
kanaat et
Öl fakat alçaktan umma
medet
Mâişet uğruna olma gönlü
yaralı
Rızık, çünkü Kerim
Allah’a bağlı
[iii]
Tefvizname
Hak şerleri hayr eyler
Zan etme ki ğayr eyler
Ârif ânı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Sen Hakka tevekkül kıl
Tefvîz it ve râhat bul
Sabr eyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Kalbin Âna berk eyle
Tedbîrini terk eyle
Takdîrini derk eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Hallâk-ı Rahîm Oldur
Rezzâk-ı Kerîm Oldur
Fa’âl-i Hakîm Oldur
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Bil kâdî-i hâcâtı
Kıl Âna münâcâtı
Terk eyle murâdâtı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Bir işi murâd etme
Olduysa inâd etme
Haktandır o red etme
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Hakkîn olıcak işler
Boşdur gam u teşvişler
Ol hikmetini işler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Hep işleri fâikdır
Birbirine lâyıkdır
Neylerse muvâfıkdır
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Dilden gamı dûr eyle
Rabbinle huzûr eyle
Tefvîz-i ümûr eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Sen adli zulüm sanma
Teslim ol oda yanma
Sabr et sakın usanma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir ol öyle
Bak sonuna sabr eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Hiç kimseye hor bakma
İncitme gönül yıkma
Sen nefsine yan çıkma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Mü’min işi reng olmaz
Âkıl huyu ceng olmaz
Ârif dili teng olmaz
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Hoş sabr-ı cemîlimdir
Takdîr-i kefîlimdir
Allah kim vekîlimdir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Her dilde Ânın adı
Her canda Ânın yâdı
Her kuladır imdâdı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Nâçâr kalıcak yerde
Nâgâh açar ol perde
Dermân eder ol derde
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Her kuluna her ânda
Geh kahr u geh ihsânda
Her ânda O bir şânda
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Geh mu’tî u geh mânî’
Geh dârr u gehî nâfî’
Geh hâfid u geh râfî’
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Geh bay ider geh miskin
Geh hurrem ü geh ğamgîn
Geh şûh u gehî sengîn
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler...
Geh ‘abdin ider ârif
Geh eymen u geh hâif
Her kalbi odır sârif
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Geh kalbini boş eyler
Geh hulkını hoş eyler
Geh ‘ışkına dûş eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Az ye az uyu az iç
Ten mezbelesinden geç
Dil gülşenine gel göç
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Bu nâs ile yorulma
Nefsinle dahî kalma
Kalbinden ırağ olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Geçmişle geri kalma
Müstakbele hem dalma
Hâl ile dahî olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Her dem Ânı zikr eyle
Zeyrekliği koy şöyle
Hayrân-ı Hak ol söyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Gel hayrete dal bir yol
Kendin unut Ânı bul
Koy gafleti hâzır ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Her sözde nasîhat var
Her nesnede zînet var
Her işte ganîmet var
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Hep remz ü işârettir
Hep ğamz ü beşâretdir
Hep ayn-ı inâyetdir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Her söyleyeni dinle
Ol söyleteni anla
Hoş eyle kabul canla
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Bil elsine-i halkı
Aklâm-ı Hak ey Hakkî
Öğren edeb ü hulkı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
Vallâhi güzel etmiş,
Billâhi güzel etmiş,
Tallâhi güzel etmiş,
Allah görelim netmiş,
Netmişse güzel etmiş…
0 yorum:
Yorum Gönder