Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

44. Kaset

 044 (10.05.1959) 62 dk. (303)

Menşei; annesi yani ya akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. O Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk, insanın bu âleme niye geldiğini bildiren mânâya denir.

Bugünkü beşeriyetin inlemesi, gayesini unuttuğundan dolayıdır. Görüyorsunuz ki insanlık âlemi; en yüksek kafaları topluyor, en iyi bilenleri, mütefekkirleri birleştiriyor, muazzam iktisatçılar lazım gelen tezgâhlarında çalışıyor, fakat beşerin huzurunu temin edemiyor. Bugünkü akılla beşer huzura kavuşamıyor. Hülâsa bu, tek kelimeyle anlatmak isterseniz. Evet, akıl çok teâli etti. Aklın meydana getirdiği asar çok ileri gitti, fakat beşerin kalbinde de huzurunu veremedi. Herkes bir kabz hâlinde “Sanki diken üzerinde oturuyor.” tabiri, bir hakikat gibi görünmeye başladı.

Servet bizâtihi nimet olmadığı anlaşıldı. Sebebine gelince; bugün en yüksek masaya malik olanın da huzuru yok, en muazzam kasaya sahip olanın da kalbinde bir huzur yok, en geniş rütbenin malikinin de yok. Eee, zaten ömr-ü dünya ne kadar? O ömr-ü dünyaya nispeten ömr-ü beşer ne kadar? Böyle gelip geçecek mi? Buraya da kimse yanaşıp da…

Mevzîi konuşmuyoruz biz, tüm dünya sekenesi üzerinde konuşuyoruz. İnsanlık âleminde yani ya. İlaç arayan saha yok. Zannediyor ki beşer, kendi aklıyla işi yerine getirir. Gelmiyor işte. Evet, semaya çıkılabilecek,  denizin dibinde gidiliyor. Ne bileyim, fikirleri durduracak kadar saha-i fen ilerliyor. Fakat sedefte kalınıyor, sedefte! Sedeften murad, içindeki inciyi bulmaktır. Anlatamıyor muyum acaba? Beşer sedefle uğraşıyor, inci bulunmuyor. Her sedefte de inci bulunmaz. Sedefte kalınıyor.

Allah ise, bunun hepsinin ilacını vermiş. “Ben hiçbir dert yaratmadım ki devası yoktur.” diyor. Her derdin devasını yaratmış. Evet, belki biz bedenimizdeki dertlere deva aramak üzere çok çalışıyoruz, fakat mânâmızdaki derde ilaç için hiç kimsenin şu kadar düşündüğü yok. Öyle değil mi ya?

Cerrahi kısım çok ilerlemiş. Ölünün gözünü alıyor, dirinin gözsüzüne koyuyor, işliyor deniyor. Ve olacak, büyük Kitap bunu söylemiştir. Bugün tam işlemiyorsa yarın tam işleyecek. Anlatabildim mi acaba? Ameliye-i kalbiye yapılıyor. Kalbe el sürülmezdi, fakat kalpte bugün cayır cayır cayır, ameliyat yapılıyor. Ve olacak, çünkü büyük Kitap bunu söyledi. Mânâ itibariyle gösterdi. [1]

 اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ

Ben senin sadrında bir ameliye-i cerrahiye yapmadım mı Muhammedim!”

O mânânın işareti bir gün madde âleminde de beşere... Hep vergi Allah’ın, kimsenin bir şeysi yok içerisinde. Bazen bizâtihi yapar, bazen bil-vasıta yapar. Anlatabiliyor muyum? Kimsenin elinde bir şeysi yok. Hepsi O’nun. [2] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ    der kendisi.

 “Mirasçı da benim” der. Hepsi O’nun.

Gelelim biz gene kendi mevzûmuza. İnsanlık âleminin ah sesi dinmiyor. Paylaşmak... Neden? Gayeyi unuttuğumuzdan dolayı. Bir defa insan kendisine...

·         Bunları ben her konuşmada tekrar ediyorum, muntazam devam edenler bilirler. Her konuşmada ve yayılmasını istiyorum. Yayın, insanlık âlemine yayın. Bunlar ilacı. Felaha kavuşmanın ilacı hülâsa. Mesela iki üç haftadır bir şey üzerinde duruyoruz.

Allah, bize aklı “asâ-i hakikat” yapsınlar, diye vermiştir. Akıl bir nur-u ilahidir. Bu âlemde insana hakikat anlatıldıktan sonra, yol gösterebilecek bir vasıtadır. Fakat biz aklın vazifesini o yolda kullanmıyoruz.

Neden, insanlar ne vakit ki muhabbetsiz yaşamaya başlarlar. Muhabbetsiz yaşamak ne demektir? Allah’sız yaşamaktır. Muhabbetin mânâsı bu. Muhabbet Allah’ta var. Onu insan bıraktı mı, Allah’sız yaşıyor demektir. Ama elfazı ile “Allah” der, “şu” der, o faydası yok. Orada iş yok. Geçen konuşmamda demiştim ya: Muhabbetin mânâsı,  açık mânâsı Hak ile yaşamak. Bir insan derse ki: “Hakk’ı severim.” Allah’ın da âdeti acayiptir. Her davanın ispatını ister. Tabi O’nun istemesi, kendisini O’na bağlayanların hayatta o şekilde yaşamasını öğretmesi demektir.

İnsanlar ne vakit yıkılır? Körü körüne tabi olduğu gün yıkılır. Bunu istemez Allah. Herhangi bir şey olursa olsun.  “Niçün” kelimesini kullanmasını öğrenin, der. “Niçün” kelimesi hikmete taalluk eder. Anlatamıyor muyum acaba? Bir kavim ne vakit yıkılır? “Niçün” kelimesini kullanmasını unuttu mu yıkılmaya başladı demek. Yıkılır! Şu iş şöyle olacak, niçün? Bunu bilmiyor değil mi ya? Yıkılıyor! Bu böyle olacak, niçün efendim? Bunu bilmiyor, yıkılıyor demektir. Makam-ı hayvaniyete inmiştir, niçünsüz yaşıyor. Bir bu. İkincisi “evet” kelimesinin kullanma yerini bilecek. Nerede “evet” diyebilecek ve nerede “hayır” diyecek. Hayır diyeceği yerde evet, evet diyeceği yerde hayır derse, yıkılmaya başladı demektir. Anlatabildim değil mi bir şey?

Şimdi Hudâ da,  bir kimse yani dese ki: “Ben Allah’ı severim”  bu kuru sözü ile  Cenab-ı Hak kabul etmez. “İspat et!” der. “İspat et! Beni sevdiğini bütün zerrata, bütün varlığa karşı ispat et, şahit olsunlar, ispat et!” Zor olan yeri de burası işte. “Beni seven” diyor. “Bütün mahlûkata karşı kalbi merhametle çarpar.”  Ölçüsü bu.

Bizim şimdi kalbimiz merhametle çarpmıyor. Bütün insanlık âlemi ondan soyundu. Çarpmıyor! Merhametle kalp çarptı mı Allah’ı seviyor. Kalbi merhametle çarpacak. Şimdi insanlar: “Ben yaşayayım sen ne olursan ol!” diyor. Bu başlamış. “Ben yaşayayım sen öl,  yahut ne olursan ol!” İkincisi, “Sen çalış, ben yiyeyim!”

Hâlbuki ahlakın iki büyük düsturu vardır. Bunu her vakit söylüyorum: Biri kıyas-ı nefis, diğeri hubb-u gayr. Azıcık bunu Türkçeleştirelim: Herhangi bir şey ki kendi hoşuna gitmiyor; örfün, Allah’ın, vicdanın, mânânın, kalbin, kabul etmediği herhangi bir şey yaptın mı kıyas-ı nefsin haricinde yaşıyorsun, resmen insanlıktan istifa etmiştir, diyor Allah. İkincisi hubb-u gayr. Bunlar hep zor yerleri ama. Hubb-u gayr; evvela canan, sonra can demektir.

Bizde yanlış darb-ı meseller[3] vardır. Çok güzeli olmakla beraber bazı da yanlışı vardır. Mesela, “Evvela can sonra canan” yok!  Zaten dedemiz böyle yaşamamış. Tarihin en eski efendisi olan adam. Böyle yaşasaydı bire on dövüşür müydü? Hepiniz, şehit çocuğusunuzdur. Evvela can sonra canan deseydi, gider de haddizatında Mehmetçik canını böyle bedava atar mıydı dünyaya? Nâzım-ı dünya[4] olaraktan, öyle elli sene, yüz sene yaşamamış. Bugün medeniyetini taklit etmiş olduğun sahayı, asırlarca taht-ı hâkimiyetinde tutmuş. Ve zalime otur demiş, oturtmuş. Anlatabildim mi acaba?

Evvela canan sonra can” dediği vakitte, vücut kendisinde kalmıyor, yerine Hak kaîm oluyor, Hak. İşini biliyordu o. O, işini çok iyi bilirdi. Hani deden var ya, bilmem ki kıymetini bilir misin, bilmez misin? O yaradılışındaki gayeyi duymuş.

Yaradılışındaki gaye; evvela canan, sonra can. Bunun tatbikatı zordur, muhabbet hâsıl olduktan sonra kolaydır. Çok seversen birisini, kendi nefsine tercih etmez misin? Ama bu başa gelmeli ki bilinmeli. Mutlak bir sual. “Bilmem” der, insan. Doğrudur o kanun ama misal vereyim. Mini mini bir yavrun var; ağlıyor, hastalanmış, altı aylık, sekiz aylık, konuşmuyor. Melül melül bakıyor, nazar-ı hâliyle: “Bana imdat et!” diyor. Sen hakikaten o ailenin tam bir reisi isen, hakikaten eğlenmek içün değil de evlenmek içün Allah’a intisap etmişsen… Şimdi öyle yuva da yok, o da bir mesele. Bugün evlenir, on beşinci günü boşanma davası açılır. Bir sene geçindi mi üüü çok büyük bir mesele gibi gözükür. Sebebi ne? Hilkatteki gayeyi duyaraktan evlenmedi de onun içün. Yine gayeye dönelim. Evin içinde o ona düşman, o ona düşman. Ne huzursuzluk! Düşman, evin içinde!

Hangi evde ki muhabbet yoktur, manen nikâh yoktur kardeşim. Hazreti Muhammed’in tarifinde öyle. Evet, nikâh demek yalnız belediye kaydı demek değildir ki. Yalnız belediye kaydı değil nikâh. O belediye kaydı. Dedikodu olmasın diyerekten. Evet, nikâh ama belediye kaydı o. Dedikodu olmaz. İmamın kıyması da değildir. Hani dini nikâh derler, o da değildir hakiki nikâh. O da dedikoduyu kaldırır. “Bu bununla evlendi, ölürse bu bunun mirasını alır, bu bunun mirasını alır, bu çocuklar bundandır.” diye belirtmeye yarar. Bir nikâh vardır ki, arşta Allah tespit ettirmiştir. Cenab-ı Hudâ. Sen ne zannediyorsun, kendini o kadar küçük zannetme!

İnsanın üzerinde Allah’ın öyle kıymeti vardır ki. O kadar kıymet vermiş ki, Naib-i Hak. Müteaddit bedende bir ruh olaraktan yaşamaklığı gaye ittihaz eylemiş. Cisimler ayrı ama ruh bir. O, onda fani, o onda fani. Dikkat etseydik her şeye böyle olmazdı. Ama etmedik, ne yapalım. O zevki kaybettik.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Muhammed Aleyhisselatüvesselam’a Cenab-ı Hak tebliğ eyledi, O Hazreti Kevser’i diyor, Allah çok sever, Hanedan-ı Ehli Beyt-i Nübüvvet’in merkezi. Bunlar hususi şahıslar. Hazerat-ı hamse-i İlahi denir bunlara. Beş hazerat: Hazreti Muhammed, Cenab-ı Fatıma, İmam-ı Hasan, imam-ı Hüseyin, İmam-ı Ali, Hazreti Ali yani ya beş. Bunların hepsi natıkâ-i kâinatın kalbi. Uzun bunun izahı mânâsı, üüüü… Hakikatini anlatmak için seda yok.

Hani insan, bir şeyi bilir de anlatamaz. Hiç yok mu sende öyle şey? Kelimesini bulamaz. Ona “hâl” derler işte. Bu kısım öyle, örtülü. Serair-i İlahiyenin, en nazdar, en nazenin, en niyazdar olan cevherini talime, emr-i ilahi geldiği vakit, nedir o? Onu biz bilmeyiz. Biz bilmeyiz. Sıraladı Hazreti Muhammed. Sıra böyle. Hazreti Fatıma’yı böyle aldı, ondan sonra İmam-ı Hasan’ı, Hazreti Hasan’ı böyle aldı, Cenab-ı Hüseyin’i öyle yanına, Hazreti Ali’yi böyle, ondan sonra şöyle dönün bakayım, dedi. Bir daire yaptı. Kendi de merkezi işgal etti. O gün siyah bir giymişleri vardı, geniş bir giydikleri rida-i saadet, onu böyle çevirdi çadır gibi, Hazreti Cibril dışarda kaldı. Onun üzerine niyaz etti; “Beni mahrum etmeyin, bende bu beşin altıncısı olayım.” dedi. İkram eyledi Fahr-i Âlem, onu da aldı, içeriye. Anlatabildim mi?

Orada ne dendiyse dendi. “Ne dendi, söyler misin?” Ne bileyim, ben bilmem. Bir mânânın mevkînin kıymetinin takdiri hususunda olan hâli beyan ederim ben, öbür tarafını bilmem. Ha işte, nikâhın an yerini anlatıyordum değil mi? Oradan girdik buraya. İşte o Hazreti Fatıma. O tecellide Cibril’i dahi yalvarttıran hadise içerisinde bulunan.

“Ben, dedi. Cenab-ı Fatıma’nın, o Hazreti Kevser’in, Ali’ye nikâhını akdettim, murat ettim.” Tevliyet[5] var. Hazreti Ebu Bekir istedi, istiyordu tabiatıyla. “O büyük şerefe nail olayım.”  Fahr-i Âlem dedi ki: “Ben ne kendim ne evlatlarımı, vahiy almaksızın bu işleri yapmam.” Ömer istedi, Osman istedi, Hazreti Ali’ye: “Sen iste” dediler, “Benimkini Allah haber verir.” İşin inceliği, şimdi bunlar bilinir bilirsiniz, fakat bir ince yer var. Çağırdı. Emr-i İlahiyi Ali’ye tebliğ etti, davetliler toplandı, şahitler getirildi, şöyle buyurdu, Cenab-ı Peygamber: “Kızım Fatıma’yı sana veriyorum; cariye olmak şartıyla, aynı şartım ki sen de ona köle olmak suretiyle.” Anlatabildim mi acaba? Şimdi böyle bir, bizim büyüğümüz orası, fakat oraya bağlanaraktan bir akdimiz yok bizim.

Bir evde huzur ile muhabbetle bir yuva kurulmazsa, o yuvadan çıkacak çocuktan hâsıl olacak kuvvet dünya üzerinde ne yapabilir? Çürür gider. Anlatamıyor muyum bir şey? Malum ya milletler, varlıklar ilk önce evden başlar. Onun büyüğüne millet denir işte. Küçüğüne… Bir vakit neymiş, şimdi ne olmuş? En âdi bir matah içün, en âdi bir şey içün evler yıkılır.

Bir adamın kudreti var da evinde yemez, hariçte yer, evini ihmal ederse Allah diyor ki: “Melundur!” diyor ya! Bunlar böyle sırrı ile senetler. Ahlakı tanzim eden varlıklar. “Melundur!” diyor. Melun demek ne demek? “Huzur-u Cemal-i Sübhânimden kovulmuştur. Kovmuşum. İstemem öyle insan!” diyor, kabul etmiyor. Hudâ kabul etmiyor. Veyahut aynını tattırırsın. “Bugün evde iyi yemek yok. Ne halt ederlerse etsinler! Benim… Ben rahatsızım, hastayım, kendime göre!” O kendine teselli, ne hastası. Geber! Dinlemez ki Allah. Ama bir müteaddit vücutta bir ruh olarak yaşasaydı, zaten yiyemezdi. Ruh parçalanır mı? Zaten yiyemez, olmazdı o. Öyle bir fikir geçmeye başladı mı derhal toplan. “Bende bir ruh, mânâmda bir hastalık başladı.” de. Tedavisini bul, insan ara. Onu insan tedavi eder, insan!

Göze sürme çekmekten maksat, gözü ruşen[6] etmektir.  Allah yolunun üzerinde bulunan, Allah yolunun toprağı olan insan, o gözün sürmesidir. Perde gelmiş, bir şey var değil mi ya? Onu şöyle çek. Söyleyemedim ama sen anladın değil mi? Cümle iyi çıkmadı ama anlaşılır, mânâsı anlaşılır. Öyle diyor.

Hastalıklar çoktur, biri geldi, Peygamber’e Aleyhisselatı Vesselam’a, “Neye yapıştımsa işim gitmiyor” dedi. “Neye yapıştımsa işim rast gitmiyor.” Birkaç sual sordu Rasulullah, rapor verecek. “Yaptığın işte âhara zarar var mı?” dedi. Başka kimse zarar görür mü senin yaptığın işten. “Hayır! Hep meşru işlere elimi atıyorum, gitmiyor, olmuyor.”  Hile var mı hile?”  Hayır!” diyor. Uzatmayalım, uzun sürer bu. On bir sual soruyor.

(Hepsini anlat dersen bugün hâlim yok, rahatım iyi değil de şimdi bu kadarını anla sen. Lazım gelen yerini sana söyleyeceğim.)

Haa, dedi en son karar budur. “Evinde çoluğun çocuğun senden memnun değil. Sen evine zalimsin” dedi. “Evet” dedi. “Neye yapışsan olmaz, imkân yok” dedi. “Olsa da kökünden yine götürecektir” dedi. “Hile muamelesi yapar, Allah. Verir verir…” Malum ya insan yüz sene sıhhatli yaşasa o yüz senenin içerisinde bir saat ıstıraplı yaşasa, o ıstırap yüz seneyi unutturur. (Anlatamıyorum galiba. Gözler bir tuhaf duruyor da ondan.) Erkek de böyle olduğu gibi kadında da böyle.

Evler, evler! Birbirlerini sevecekler arkadaş. “Bir kimsenin evladına nazar-ı merhametle bakması, bana bakmasıdır.” diyor, Allah. Bir kimse evladına… Bunlar birkaç şeydir, emirdir. Annesine, babasına, evladına nazar-ı merhametle bakması… Bakar da insan şöyle bir düşünür. Bir merhamet tecellisini böyle. Anlatamıyor muyum? Bu ibadetin en büyüğüdür. “Bana bakıyor demektir.” diyor.

Biz merhametini bıraktık, hakkını vermez. Çocuğu odaya kitler, gider sinemaya. Lamba yanar, bilmem soba devrilir, çocuk yanar. Çocuğu başkasının kucağına verir, briç oynar, poker oynar. O oyundan aldığı zevk, eğer çocuğunun kucağında bulunmuş olduğu sıcaklıktan daha tatlıysa, Allah ona... Ne diyeyim ben? Belki de bir şey demeyeyim. Allah ne demişse o. Demem. Kilitler kapıyı “Bu gece toplantı var.” der. Bütün toplantının zevkini yavrunda alamıyor musun ya. Zor işler bunlar. Kolay iş değil!

(Nerede kaldıkdı, yine hatırlatın bakalım.)

Gayede gayede. Beşer yaradılışındaki gayeyi, hilkatindeki gayeyi unuttuğundan dolayı inliyor, dedik. Burada kaldık, bunun izahına geçtik. Yaradılışındaki gayeyi.

Nedir yaradılışındaki gaye?

Kendini görmek. Bak ne kadar kolay. Niye Allah seni yaratmış? Kendini göresin diyerekten. İşte görüyorum ya kendimi işte bu değil mi? Yok! Bu sedef, bunun içinde inci var. Anlatabildim mi? Her sedefte de inci yoktur. Sakın incisiz sedef olma! Sedef sedef. O senin görmüş olduğun; şu elli, atmış, seksen, yüz, doksan, yüz on neyse, kiloluk olan bu kalıp, sedef. Sedeften maksat, içindeki inciyi görmek, bulmak. Her sedefte de inci yok. Bizde vardır inşallah bulalım.  İncimiz olmasaydı ahlak sohbetinde bulunur muyduk canım? Ama bazısı böyle dirilip de bir mücevher olmaya kabiliyeti olur, bazısı da dirilemeyecek kadar mini mini olur.  Bazısı büyük olur. Öyle... Kendisini görmek, gaye o.

İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşan, bazen sıkılan bazen sevinen bir varlığın var, işte onu görmek. Onu göremeden gidersen çok yazık. Gayeye nail olamadın, demektir. Ara! Hiç kendini merak etmez misin? Hiç bu olur mu insan? Bu netice itibariyle bu, bu değişir bu. Bir gün taaffün[7] eder.

En sevdiğin biri gelse sevinirsin, filan. Sonra oturduktan sonra “Ben şurada biraz yatacağım.” dese “Yat!” dersin. Artık kalkarsın işini görürsün, filan. Saygısızlık değil mi baksana. Sevdiğin yatıyor. Kendi yok da onun içün yapıyorsun işte. Kendi gitti, anlatamadık mı? Kendi yok. Biraz da canının sıkıldığı bir zaman olursa “Canım, ee bu da buraya uyumaya mı geldin?” dersin. “Nedir bu ağırlık bastı, uyumaya mı geldin?” Kendi yok, kendi.

Hah işte, o kendisini bulmaklığa gönderdi bizi Hudâ. O kendisini aramak derdiyle müptela olan kimse, hiçbir şeyi görmez. Ne dedikodu vardır, ne gıybet vardır, ne haset vardır, ne riya vardır. Neden? Vakit yok ki, onların hiçbirisine vakit yok. Kime haset edecek, kendini arıyor bir defa. Karşıdan karşıya geçmek gayen olsa, şuraya vapur gelmiş olsa, şurada birisi seni tutsa elini çekersin. “Kalkıyor!” dersin bir dakika kaldı düdük öttü, bir dakikadır onun arası, hemen koşarsın. Allah’a gitmeklik bundan daha çoook sürat lazım. Vasıl-ı Hak olmak. Nerede konuşacaksın? Sırf merhamet, sırf muhabbet kesilirsin. İçin kokmaz, çirkinlik dışında kalır. Malum ya insanlar iki türlüdür. Bir içi kokar bir dışı kokar. Acayip, öyle mi?

Misal vereyim de daha iyi anla. Vereyim mi? Misal. Burayı anlattık değil mi? Buraya geçiyoruz ama şu nikâhın asıl mânâsını… Ona çok dikkat lazım. Asıl mânâ, o nikâhın akdini Allah da yaptı mı yapmadı mı? Lazım olan o. Öbürkünler kolay onlar. Allah da akdi yaptı mı?

Hangi evde kuvvetli muhabbet var, merhamet var, vücutlar birleşmiş, o akdi Allah akdetmiş, hiç şüphe etme, hiiç! Dedemiz hep böyle idi, hep. Elli sene, atmış sene, kırk sene… Onun canı sıkıldığı vakitte o teselli ediyor, ötekinin canı sıkıldığı vakitte o teselli ediyor, aynı ıstırabı aynen ikisi birden duyuyor. Evde kaç kişi varsa, evlad-ı iyal, çoluklar, çocuklar…

Dün biri söylüyordu. “Yirmi gündür hastanede yatıyorum da, çocuğun ekmeğini yediriyorum da bir gün gelip hatırımı sormadı yahu, dedi. Bıçak yedim diyor, yirmi gündür hastanede yatıyorum ve yirmi yaşına geldi, zıpır gibi her günde geliyor sofrada yemeğini yiyor, akşamleyin de çıkıyor on iki de geliyor, bir gün de demedi ‘baba sen nereden,  ne oldun, nasıl ameliyat ettiler, ne geçirdin’ uğramadı hastanenin semtine!” diyor, ya... Ben de teselli ettim adamı. Dün gece yolda gelirken rast geldi de, Ne o, dedim, böyle şey? Bir ahbabım. “Kızdım evden dışarıya çıktım, hava alayım diyerekten, dedi. Gördün mü suratını!” dedi. Kimin suratını?Oğlumun yahu!” dedi. Ne var oğlunda, dedim. İyi çocuk iyi, dedim. Dövmedi seni ya, git sen dön evine, dedim. Evine dön, dövmedi ya, bıçak çekmedi ya sana. Öyle bir şey yaptı mı?Hayır ha!” Git, Evliya o! Öyle, öyle oldu! Hâlbuki “öf” demesi yasak, o kadar ağırdır ki o, ebeveyn hakkı. “Öf” demesini yasak etmiştir, Allah.

[8] فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ  

Üf, yani öf bile deme!

     فَلَا  تَقُلْ لَهُمَٓا

Onun ikisine “üf” demeyin, ha!” diyor, Allah. Onu yanlış bellerler. “Efendim doğurmasaydı!” Hayır, azizim, senin demenle olur mu o? Murad-ı İlahiye girmiş, senin demenle bir şey olmaz. Senin bu vücudun arazidir, Allah ezelde ne tohumunu ekmişse o çıkacaktır. Allah tohumunu bozamazsın sen. Dua et de tohum çirkinse değiştirsin. “Değiştiririm” diyor, Kendisi.

[9] يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ

Hazreti Muhammed’in hatırı içün, her şeyi yapmış. “Sebeb-i hilkati âlem-i âdemim ben.” diyor, Peygamber. “Mâdâmı ki kâinatı benim içün yaptın, istemiyorum ki kimsenin azabını!” diyor. Yaa! “Sebeb-i hilkat–i âlem–i âdem, ben değil miyim istemiyorum.” Kurtara, kurtara, kurtara, en nihayet bu ayeti de tecelli ettirdi. Pekâlâ:

 يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَاب

İstersem şakiyi said yapacağım. İmhâl[10] edeceğim” dedi. Hani, ezelde yazılan bozulmaz deniyor ya, sen bozamazsın, Kendi bozarsa. Kendi bozarsa. Sormuşlar ne ile bozulur? “Kırık kalple bozdurabilir.” demiş Peygamber. Eğer bir iki kırık kalp elde edebilirse, onlarla, onları vesile ittihaz ederse, şaki ise said olur. Anlatamadık mı? Bul ara! İnsanların felaketleri ekseriyetle kırık kalplerle geldiği gibi saadetleri de kırık kalplerle gelir. Haberin olmadan bir kırık kalbe dokunursun seni mahveder. Yedi silsilene sürer hem hatta. Öyle! Büyük insanlarda öyle oluyor.

Bâyazıd Bestâmî der ki:Velâyet mertebesine çıktım. (Yani evliyaullahtan oldum.) Makam bekliyorum.

(Hani insan bir yüksek kumandan olur da fakat orta yerde kumandan olur. Ondan sonra bir ordu verirler, bir fırka verirler. Şu olur, anlatamıyor muyum? Böyle değil midir?)

“Böyle bir şey bekliyorum. Ve kendi kendime de diyorum ki: Bu lacivert kubbenin altında bu iş bana tevcih olunacak. Bana geliyor. Ben bu makama ehliyet kesbettim. Bir de sırrıma bir hitap sadır oldu. ‘Demirciye verildi.’ dendi. Haddad[11] da. Merak ettim, diyor. Acaba bu zâtın ne gibi mezâyâhı[12] var?  Gittim, diyor. Demir dövüyor, fakat bir cezbe hâli gelmiş. Elindeki çekici, örsü neyse atmış; kendinden geçmiş bir vaziyette, demirin üzerine yumruğuyla vuruyor, gözyaşları da düştükçe cas, cas… Zaten hâlinden bana bir saygı ürpermesi geldi, diyor. Selam verdim, içeriye girdim. Ben selam verince o da kendine geldi. Sordum, diyor. Acip bir tecelli geçiriyorsunuz? “Sorma” dedi.  Nedir o?" “Şimdi” demiş.

(Bugünkü tabiri anlatalım diyerekten kullanalım.)

“Ah ile âlem-i nâr, tathîrhane-i şirk[13] darü’s-selam, bütün mânâ temâşâ ettim ben. O ehl-i nârın hâli rikkatime mucip oldu. Dedim ki:  Ya Rabbi!..”

[14] هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِنْ مَز۪يدٍ

·         Allah böyle diyor, büyük Kitab’ında. Ehl-i âlem-i nâra, هَلِ امْتَلَأْتِ  “Doldun mu?” Azamet-i İlahi tabi bu sualler. Hak bunlardan münezzeh ama saltanatının icabı. “Doldun mu?هَلْ مِنْ مَز۪يد    Daha var mı Ya Rabbi? Burada bir incelik söylerler, hadi o inceliği de ben söyleyeyim. Ehl-i nâr olan kimse doymazmış. Kudret tarafından onun mânâsına “Doydun mu?” hâli tecelli ettikçe “Daha var mı?” dermiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Hak-hakikatten hariç olan, ihtirasat-ı nefsaniyesine mahkûm olan insan, hiçbir vakit doymazmış. Hiç! Nasıl ki, ona işareten işte ayetteki incelik. Bulamazsın bu mânâyı. هَلِ امْتَلَأْتِ “Doydun mu, doldun mu?” Diyor. Öteki de dolmazmış, doymazmış, anlatabildim mi? O münasebetle böyle geliyor irade. هَلْ مِنْ مَز۪يد  Daha var mı?”

“Dedim ki: Ya Rabbi, murad-ı İlahinde bunun dolması icap ediyor fakat beni büyüt. Sen Allah’sın, o kadar büyüt, benimle doldur. Ben doldurayım. Bütün ibadı[15] buradan halâs eyle. Buranın dolması mâdâmı ki murad-ı sübhânindedir, beni o kadar büyüt ki benimle doldur.” O bunları söylüyor, diyor. Ben kendi hâlime bakıyorum, bunları söylerken de ‘Bana dua et, diyor. Bana!’ Kendisine kutbiyet[16] verilmiş, muazzam bir sahip olmuş fakat henüz keşfi olmadığı içün makamını bilmiyor. O vakit kendi kendime dedim ki, diyor. Evet, bu her şeyi bırakmış, tam Naib-i Muhammedi olmuş. Nefsi hesabına değil de ümmetî diye diyerekten ‘Ben doldurayım’ diyor ya. Elbette Hak bunundur, diyerekten boyun kestim, elini öptüm ayrıldım.” der. Ve ona öyle diyor. “Sen niçün böyle?” “Ben sırf rahmet olaraktan artık kaldım.” demiş.

Hani dedik ya muhabbet, rahmet. Şimdi buna canlı bir misal verdik. Tabi biz böyle olacağımız yok, kendi hesabıma söyleyeyim. Fakat şu, bir birimize karşı da artık yemeyi kemirmeyi bırakmak lazım değil mi ya, insanlık âleminde. Demirci gibi olamayız, amma babası hastalanır ameliyat olur da yirmi günde gitmemezlik olur mu? Evinde çoluğu çocuğu aç olur da kendi karnını dışarda tıka basa doyurur mu? Lüzumsuz yere diri diri çocuğunu yetim yapar mı? Karının keyfi istememiş; çocuğu diri diri yetim yapar, herifin keyfi istememiş; çocuğu diri diri yetim yapar, ondan sonra Cenab-ı Hak şunu yapsın, bunu yapsın! Allah hiçbir şey yapmaz. Âdeti mi O’nun? Değil! Allah’tan ne dâm[17] kurtulur, ne dâmı kuran. Anlatabildim mi acaba? Hile yani tuzak. Allah’tan ne dâm kurtulur ve ne de dâmı kuran. Hiç kurtulmaz. Öyle bilmeli ki, hile-i tedbirine mağrur olan kimse gâm-ı kaza içinde hapistedir. Ve bunu kaydet. Sen zanneder misin ki başıboş?

İnsan kendi hesabına istediği için mesut olmuyor. Saadeti Allah hesabına iste, derhal mesut olursun. Anlatamadık mı? “İnsanlar bir saadete nail oluyorum.” der, olamaz. Hiç imkânı yok onun. Olur, nasıl olur? Dediğim gibi olursa olur. Saadeti kendi hesabına istiyor, onun için mesut olamaz. Saadeti Allah hesabına iste derhal mesut olursun. Neden? Hayatı veren kendin değilsin, Allah’tır. Kim hayatı verdiyse, saadeti o verecektir. O hâlde o O’nundur. O’nun hesabına iste, mesut ol. İşin kolaylığı var. Bir şey anlaşıldı değil mi?

(Nerede kaldıkdı? Ha, iyi dinliyorsun. Biraz uzadı çünkü arası. Mahsus soruyorum, mevzû dağıldı, epeyi uzadı. Söyleyelim mi acaba?)

Padişahın iki kölesi var, iki köle satın almış. İki tane köle. Kölenin biri dışı düzgün, çerçeve güzel, biri öyle değil. Birine demiş ki:

     Sen pek hariçte kalmışsın, bunu götürün şeye, hamama yıkayın temizleyin.(O dışı düzgün olan köleye. İkisi de onlar arkadaş ama. İki köle birbiri ile arkadaş. Ona da yine)

     Gel bakalım, demiş. Yahu demiş sen ne kadar fena bir adammışsın, fena bir adammışsın.

      Öyleyimdir efendim, demiş.

     Ağzın kokuyor, demiş. Biraz geri dur. Biraz şöyle daha geri dur. (Çekilmiş) Arkadaşın köle, demiş. Sen hainmişsin, sen şöyleymişsin! (Bütün ne kadar sıfat-ı mezmûma varsa hepsini birer birer sayıyor) Bana haber verdi, sen bu sıfatlarla mücehhez bir insanmışsın.

     Arkadaşımın görüşü çok kuvvetlidir, irfanı vardır. Hak ile müşahade eder, ne söylemişse doğrudur.

Durmuyor yine padişah, gıdıklıyor. Duruyor, duruyor: “Şöyleymişsin...

     Arkadaşım ne demişse efendim o öyledir. İnşallah iradenizle, nazarınızla ben de değişirim.

Malum ya, nazarda iş vardır. Göz, pencere-i Hak’tır. Bir Allah dostu adama bakarsa başka şey yapabilir. “Adam o da laf mı?” Nesi laf! Nazar değdi de öldü, diyorsun, kötüsüne inanıyorsun da iyisine yine inanmıyorsun? Acaba anlatamadık mı? Böyle en canlı misali; kötüsüne ooo ağaca baktı da ağacı kuruttu, sabahleyin kurudu, dersin. Hayvana baktı, çatladı hayvan der. Allah bir hayvanı çatlatacak kadar göz verdiği gibi, bir demiri altın yapacak kadar da göz vermiştir kendi sevdiklerine. Allah bu.

Onların içerisinde öyle zevât-ı âlîye vardır ki, zaman içerisinde zaman, mekân içinde mekân yapar. İcad ve idâm kudretine sahiptir. Allah vermiş o hakkı. “Var de var olsun, yok de yok olsun.” der. Onu o yapmıyor, o. Orada tasarruf eden Hak’tır. Anlatabildim mi? Seni şaşırtan, onun kendisini görürsün. Hayır, onun kendisine ait vücudu yok. Sonra onlar, öyle acip, mâmâfih burası; hâle, zevke, iman-ı zevkiyeye, irfana taalluk eden, marifete ait olan bahislerdir. Henüz maddenin kesafetinde yüzen kimse bundan bir zevk almaz, bir şey anlamaz.

Mesela Cenab-ı Abdulkadir-i Geylani, bir Cuma günü gavsiyyetini[18] izhar[19] eylemiştir. Gavs demek, kâinata yardım eden demek. Türkçe mânâsı bu. İmdat eden kâinata. Bir Cuma günü hutbede, o gün bütün büyük zevât, azam ile mâlâmâl[20] huzur öyle dolu. Kadem-i mübarekini o gün mevcûdât içerisinde ne kadar veli varsa hepsinin boynuna va’z etmiştir. Hepsinin boynuna va’z etmiş. Sebebi: Fahr-i Âlem, miraca teşrif ettikleri zaman, mânâ-i vücudu ile oradaki gerdanını onun mübarek kademine merdiven yaptığından dolayı. Şimdi bunu akıl hâlletmez. Neden? Ee Fahr-i Âlem beş yüz küsur sene evvel o miracı yaptı, beş yüz küsur. O seneler bize göre. Sevkiyattan biz geç gelmişiz. Asker toplanır da bir yere, filanca kısım şu gün sevk olacak, filanca bugün sevk olacak, herkes toplanmıştır oraya.

“Kûn” emrinde mevcûdât toplanmıştır, sevkiyatı sonra olmuştur. Anlatabildik mi? Sevkiyat bu, burada bir şey yok, hepsi bir. Öyle yaptı. Hudâ da: “Sen de gavsiyyetini izhar ettiğin vakit, bütün ehl-i mânâya, kademini basacaksın.”  Yalnız bir zât, bir zelle[21] hâsıl olmuş onda. Fakat çok da ağıra mal olmuş. O emir geldiği vakitte gavsiyetini izhar edip kademini küllün boynuna... “Bende sahib-i velâyetim” demiş, boyun kesmemiş. “Bende sahib-i velâyetim” diyor, boyun kesmiyor.

Sonra ne olmuş anlatayım mı orasını da, ister misiniz? Hah. Büyük insanların merhametini de size anlatmak için anlatmam lazım. Şakirtleri var, talebeleri o insanın. Seyahate çıkmışlar beraber. Birçok adamları yetiştirmiş o. Buraya biz o vakit Bizans idaresi, buraya gelmişler. Pencerenin önünde Bizans hanedanından bir kızı görüyor, o veli. Bir alaka peydâ ediyor. Oraya mıhlanmış. Yüzlerce insan yetiştirmiş. Demişler:

     Efendi, bu ne hâldir? Bizi ne hale koydun? Biz şaki idik, bizi suedanın[22] başında velâyet makamına kadar terfi ettirdin.

     Hiç alakam yok, demiş. Hiç! Beni bırakın gidin.

     Yapma etme, filan.

Kız o gün içün muannid[23] bir müşrike. Alay ediyor:

     Sana pencereden, günde bir defa şöyle gözükürüm. Benim domuzuma çobanlık yapacaksın. Şu zünnarı da bağlayacaksın.

      Baş üstüne!

     (Domuzu doğurmuş) Bunu yere bastırmayacaksın, gerdanında gezdireceksin.

      Peki! 

Talebeleri, şakirtleri, “Eh iş buraya kadar!” diyorlar, ayrılıyorlar. Doğru Cenab-ı Gavs’ın yanına gidiyorlar. İçeriye girerken:

     Nerede efendiniz? Demiş. “Efendiniz nerede?”

     (Demişler) Efendim sormayın. O bir hâle müptela oldu, çok fena bir hâl!

     İnsanlık bunu mu icap ederdi, ahde vefa bu mu idi! Böyle mi söz vermiştiniz, nasıl bıraktınız? O nereye siz de orayaydınız.

Anlatabiliyor muyum acaba? Rikkati, merhameti, şefkati…

     Gidin benden selam söyleyin gelsin.

Tabi emri yerine getirecekler ama içlerinden diyorlar ki: “İmkân mı var, böyle bir selamla gelir mi hiç.”  Geliyorlar, diyorlar ki:

     Cenab-ı Pir’in size hususi bir selamı var.

O nasıl verilmişse, rapp! İnsan Hakk'ın iki parmağı arasında ya, birdenbire değişmiş, o hâl tamamıyla alınmış. Kıza diyor ki:

     İşte domuzun, işte yavrusu, işte zünnarın. Allah’a ısmarladık.

O hâl ona geçmiş. Ondaki hâl tamamıyla ona geçmiş. “Bırakma beni!” diyor. “Dayanamazsın sen” diyor. Yolda hakikaten dayanamamış, ölmüş. Ve olarak ölmüş, kısmeti var. Kısmet o bir selamda işte. Hani dedik ya şöyle de yapar böyle de yapar. Gidiyor, huzuruna girer girmez, bende de var diyerekten o boynunu eğmeyen adama, o büyük adam sarılıyor. Haa!

“Ahh, diyor. Ben yoktum ki, diyor. Sen bunları bilirsin ama işte bir zelledir. O kadem Hakk’ın kademiydi. Bana ait bir şey değildi ki! Teslim edeydin de şu domuzu boynunda gezdirmeseydin olmaz mıydı?” Bir şey anlatamadım mı?

Konuşturuyor köleyi, o söyledikçe diyor ki:

     O ne görürse, ne söylerse tamamen öyledir. Ben de inşallah adam olurum, diyor. Öyle derin biçimde.

     Sen onun hakkındakileri söyle bakalım, diyor. Hah, sen bahaneyle kendini methediyorsun, diyor. (Padişah da yaman ha) “Onu methediyorsun öyle görür, şöyle görür diyerekten, bu sözlerinle maksadın kendini methetmektir.” Yemin ediyor.

Bu çok uzundur, ben şöyle bir yirmi sayfasını kapayayım da lazım gelen yerini söyleyeyim. Çünkü yoruldum. Çok uzun bu bahis, çok geniş. Duruyor, duruyor, başka yerlerden konuşturuyor. Nihayet hamamdaki köle geliyor. Onu da çağırıyor.

     Yahu,  diyor. Sen ne fena adammışsın! Senin arkadaşın olan köle. Sen böyle böyle, dedi.

      Der o kelb, diyor. Benim arkadaşlığım onunla bir köpeği sevip de köpekle beraber yola çıkan adama benzer. O aç kaldığı vakitte kendi necasetini de yer.

Şimdi öteki diyor ki… Anlatamadım mı acaba?  Şimdi ağzı kokan köle, bu bir darb-ı mesel, Bunu Mevlana yazar.

Mevlana, muazzam adam. Bu bahsi yazar, maksat şudur der:

Onun ilmi yok, konuşmasını beceremiyor, ağzında bir marifet yok, onun için ağzı kokuyor.” diyor. Anlatabildik mi acaba? “Harici düzgün değil, ilm-i marifeti zahiren akmıyor. Berikinin akıyor ama senin canın kokmuş!” demiş ona.  “Senin için kokuyor, ötekinin ağzı kokuyor ama o yıkanır geçer. Seninki tedavi olmaz.” İşte ahlak insanın iç kokusunu gideren müessesenin adıdır. Anlatabildik mi acaba?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.



[1] İnşirah Suresi 1’nci Ayet-i Kerime:  اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ  

Meali: Biz senin için (mutluluğun) göğsünü açmadık mı?

[2] Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime:  وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ   

Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.

[3] Darb-ı Mesel: Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Atasözü.

[4] Nâzım: Düzenleyen, tanzim eden. Nâzım-ı Dünya: Dünyayı tanzim eden, düzenleyen.

[5] Tevliyet: Vekâlet verme talimatı.

[6] Ruşen: Parlak, aydın. Belli, âşikâr.

[7] Taaffün: (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.

[8] İsra Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime:َقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُٓوا اِلَّٓا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًاۜ اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَٓا اَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَٓا اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَر۪يمًا

Meali: Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara "öf" bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.

[9] Rad Suresi 39’ncu Ayet-i Kerime: يَمْحُوا اللّٰهُ مَا يَشَٓاءُ وَيُثْبِتُۚ وَعِنْدَهُٓ اُمُّ الْكِتَابِ

Meali: Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Ana kitap O'nun katındadır.

[10] İmhâl: (mehl “yavaş davranmak, acele etmemek”ten imhāl) Bir müddet sonraya bırakma, mühlet verme.Erteleme  (Allah imhâl eder ama ihmal etmez)

[11] Haddad: Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. Muhâfız, bekçi, gardiyan. Kapıcı.

[12] Mezâyâ: Meziyetler, hasletler, üstünlük vasıfları, (bkz. meziyyât)

[13] Tathîr: Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak.*Tathîrhane-i şirk: Şirkten, günahlardan temizlenmiş,arınmış hane,ev. Ehl-i Beyt (Bknz.Tathîr ayeti: Ahzab suresi 33.ayetin son kısmı: “...Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler.” )

[14] Kad suresi 30’ncu Ayet-i Kerime يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِنْ مَز۪يدٍ

Meali: Biz O gün cehenneme: "Doldun mu?" diyeceğiz. O da: "Daha fazla var mı?" diyecektir.

[15] İbad: Kullar

[16] Kutbiyet: (Bak: Kutb-ul aktab) Kutb-ul Aktab Kutubların başı. Hilafet-i mâneviye-i Muhammediye (A.S.M.). Velâyet-i mâneviye makamlarının en yükseği, nübüvvet-i Muhammediyeye (A.S.M.) veraset makamı olup, bu makama ancak Cenâb-ı Hakkın bir atiyyesi olarak nâil olunur. Bu makamda bulunan zât, Hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) mazharı ve Esmâ-i İlâhiyenin câmi'idir. Her asırda bir tane bulunan bu zatların sonuncusu mezkûr sıfatların en ekmeline mazhardır. Bu makam hakkında Gavs ve Kutbiyyet-i Kübrâ tâbirleri de kullanılır.

[17] Dâm: tuzak, ağ hile

[18] Gavsiyyet: Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak

[19] İzhar:  Açığa vurma. Meydana çıkarma. Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek.

[20] Mâlâmâl: Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu.

[21] Zelle(t): Sürçme, sürçüp kayma. Yanılma. Yanlış. Ufak suç.

[22] Sueda: Saidler, Allahın rızasına erenler. Mesut olanlar.

[23] Muannid: İnadcı. Muânid.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017