045 (17.05.1959) 46 dk (225-a)
… Ahlak tesmiye edilmişti.
Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Tabi
buradaki ahlakın tesmiye etmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk değil.
İnsan asûde kaldığı zaman bir an
içün, alayık-ı kevnîyeden soyunarak kendi içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz
konuştuğu varlığı ile baş başa olduğu zaman, kendisine birkaç sual sorar. Havasımızla
idrak edebildiğimiz edemediğimiz, gözümüzle görebildiğimiz göremediğimiz, bu
geniş varlık içerisinde Kudret bana kıymet vermiş, beni de bu pazara sevk
etmiş. Yokluk çölünden varlık vücudu pazarına beni de göndermiş. Acaba ben
kimim? Ben neyim? Benim gelmede gitmede ihtiyârım var mı?
· Bunu her konuşma tekrar ediyorum ki, mevzûun temeli.
İnsan hilkatteki gayeyi ve o
hilkatin içerisinde kendisindeki gelişindeki gayeyi anlamazsa, zavallı olarak
gelir gider. Malum ya hayvan da yer içer, tenâsül eder; insan da yer içer, tenâsül
eder. Fakat insanın ayrı bir sıfat-ı imtiyazı, mânâsı yok mu? Bütün varlık
kendisine müsahhar kılınmış. Çok kavîyi idare edebilecek kabiliyet verilmiş.
Konuşma hakkını almış. Bazı kimse der ki: “Canım, insan şöyle hoşça bir nefes
bırakmalı, kuş gibi gelip gitmeli.” Yook! Hakiki insan hiçbir vakit kuş gibi gelip
gitmez. Güvercinler; eşlerini, aşlarını, işlerini bizden iyi bilir. Fakat
hakiki bir insan bir güvercin gibi gelip gitmeye razı olur mu?
İşte gelmede gitmede ihtiyârı
olmayan bizler, sormadılar değil mi hiçbirimize? “Beyefendi hanımefendi, bir âlem-i
şuhûd vardır, bir dâr-ı imtihan vardır, bir dâru'l- belvâ[1]
vardır.” Kaç türlü ismi vardır bizim bu dünya dediğimiz sahnenin. Herkese göre
ismi değişir. “Öyle bir yere gider misiniz?” diye soruldu mu birimize? Buradan
da giderken zaten sorulur mu? Bir göç var. Sormazlar.
Gece ile gündüz Allah’ın kaza-i İlahi
makasıdır; açar, kapar, doğrar. Bütün kâinatı doğrar, onun açılıp kapanması
ile. Ne varlıklar doğranır? Nasıl uykudan uyanıyorsun, bir günde tekrar
adamakıllı herkes uyanacak. Uyku uyanmasına benzemeyecek fakat Kudret, belki
der: “İnsandır, acayiptir, inkâra doğru gider. Sevdiklerimin ayağı kaymasın,
bazı numuneler vereyim.” Bir uyku veririm, der. Birdenbire uyanırız. Nasıl
uyuduk, nasıl uyandık? Hah, dersi kaçırmış. Nasıl uyanıyorsan bir günde
ebediyet âlemine öyle hepimiz uyanacağız. Hayat ondan sonra başlayacak. Daha
hayat başlamadı. Herkes: “Efendim, hayata bir atılsın.” Daha nerdee hayata atılmak, üüüü! Burada işte
bir oyalanmak. Hayata atılmak; öyle on beş, yirmi sene yaşamak mı hayata
atılmak? Dün bugün için rüya, bugün de yarın için rüya nerede hayata atılıyor?
Hayata âmel sandığı denilen
kabir çukurundan sonra atılınır. Asıl doğum odur. Daha doğmadık. Herkes
ruhuna hamile. Hepimiz gebeyiz. (Acaba anlatamıyor muyum? Öyle gözler bir tuhaf!)
Herkes doğuracak. Hayata atılmalı efendim, hayata nerdee!? Ama her iş burada
hallolacak. Bir de yanlış anlama. Her iş burada. Bu üç günlük sayılı
nefesin içerisinde hepsi hallolacak. Çünkü doğum denilen ölümden sonra artık
teklif kalkıyor. Karar son nefesedir. Son nefesin kararı da ilk nefese
bağlıdır. Bak birbirine bağlı gidiyor.
En yüksek ahlakçılardan Hazreti
Muhyiddin öyle der. Çok güzel anlatır, mübarek adam. “Bir adamın, der. İlk
nefesi güzel olursa, son nefesinde şan-ı ulûhiyete yakışmaz ki onu İblise
teslim etsin. Onun bidâyeti bozuktu da nihâyeti bozuk geldi.” Acaba
anlatabiliyor muyum?
Sen şimdi daima ölçülü yaşa.
Ahlaka sahip olmak istersen, tabii bu mevzûun, ahlak mevzûu ebediyet mefhûmu
ile alakadardır. Acaba anlatabiliyor muyum? Maddenin kesafetinde yüzen adam,
ahlak mevzûundan bir şey anlamaz. “Ben de tekâmül etmiş bir hayvanım, geldim
gidiyorum. Gözümü kapadıktan sonra bir iş yok diyen, bir şey yok!” diyen kimse,
imkânı var mıdır ki fazilet peşinde koşsun? O, eh zaten bugün işte yarın “İhtirasat-ı
nefsaniyemi tatmin etmeklik içün her ne yapmak lazımsa yaparım.” diye yaşar.
İyilik, bir yeri sevmekle
olur. Anlatabildim mi acaba? Hayırda müsabaka, iyilikte yarışa çıkmaklık
muhabbetle olur. Bir yeri sevmeden olmaz ki o. Ahlak, insana Hak muhabbetini
verir. Allah’ın da bir adı da Hak değil mi? Anlatabildim mi? Bugün
konuşacağım yerin en mühim yeri bu. Ahlak, insana Hak muhabbetini
verir. Allah’ın bir ismi de Hak. Cenab-ı Hak diyoruz işte. O muhabbet
olmadan imkânı var mı ki! Neden insanlar, bütün... Mevzîi konuşmuyorum, bütün
dünya sekenesinde neden huzur yok? Ve neden her gün daha ziyade azalıyor? Neden
en yüksek zekâlar çaresini bulamıyor? Ve bulamayacak. Hemen hemen her konuşmamda
tekrar ediyorum. Dünyanın en büyük diplomatları bir araya gelsin, en büyük
iktisatçıları toplansın, en zeki kafalar birleşsin, yine beşeriyetin ah sesini
dindiremiyor. Ve dindiremez, dinmez! Dinmiyor, çünkü öyle dedi. Allah ne
demişse odur, o. Faydası yok ki!
[2]
وَمَنْ
يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ .
“Bana sarılmadıkça yol
açmayacağım, dedi. Yolu Ben açacağım.” der. Ve o kendi kendine ben açarım, dersin.
Açamazsın! Daima sarp bir kayaya kafanı vurursun. “Ben açacağım. Bana
sarılacaksın. Ben açacağım yolu.”
Beşer biraz tenekecilikte
ilerledi. Yine o ilerleme sahasındaki varlığı Kudret vermiştir. Ampulde
değildir ki şey, cereyan. O kafa âlemine bir yerden cereyan gelir. Sen onu
benim zannedersin, bizim değil, hepsinin sahibi var. Yaratırım sevdasına
kalktı, bir sahte benlik geldi.
O öyle bir şeydir ki benlik.
Kalbin üzerine bir siyah leke yapar. Biraz daha durursan kaplar kaplar,
simsiyah olur. Bu göz görmedikten sonra bu göz de kâfi gelmez. Anlatabiliyor
muyum acaba? Gönül gözü görmedikçe kafa gözü insanı selamete çıkaramaz.
Kafa gözüyle insan selamete varamaz. Olmaz. “Göreyim, diyor. İnsanın Benim
hesabıma çalıştığını göreyim. O cehdini göreyim, o niyetini göreyim. Ben
elinden tutar götürürüm.” diyor.
[3]
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
“Ben göreyim ki o kimseler, Benim
hesabıma çalışıyor, Benim şanıma yakışır mı orta yerde bırakmak? Ben kendim
tutar çıkarırım yola.” Bunların hepsi kısa bir zamanda edilecek. İnsan, hiç
yalnız konuşmakla insan olmaz ki. Konuşmakla insan olunur mu? Fuzûlî ne güzel
söylemiştir.
Her kimin
var ise zâtında şerâret küfrü
Istılahât-i
ulûm ile müselman olmaz
Ger kara
taşın kızıl kan ile rengîn etsen
Tab'a
(rengi) tağyir olur amma lâ'l-i Bedahşân olmaz
Eylesen
tûtiye ta'lim-i edâ-yi kelîmât
Güzel güzel konuşuyor, tatlı
tatlı anlatıyor, fakat zamiri[4]
bozuk. İnkârda.
Her kimin var ise zâtında
şerâret küfrü.
Hak ve hakikati örtmek, batılı
süslemek, gönülden imanı çalmak, huzuru bozmak, kimin zâtında varsa o ne kadar
tatlı konuşsa yine selamet meydana gelmez. Calîdir[5]
güler yüzü. Herkes, birbirimize güler yüz gösteriririz. Ooo filan deriz, içeride
hiçbir şey yok. Dışı hoş içi boş. İçeride bir şey yok. Sen konuşurken bana
dikkat edersin, ben konuşurken sana dikkat ederim, acaba ne yapabiliriz? Yanlış
mı söylüyorum. Sen benden emin değilsin ben senden emin değilim. Nasıl teâli
terakki olur? İmkân var mı ona?
Evde on nüfus var, her birisinin
kafası ayrı çalışıyor, Allah’ın eli orada olur mu? Hepsinin kafası ayrı. Gönülleri
birleştirip, müteaddit vücutta bir ruh olarak yaşama zevkini veren müessesenin
adına ahlak denir. Anlatabiliyor muyum acaba? Gayesi bu. O da ne ile olur? İman
ile olur. İman. İman ne ile olur? Muhabbetle olur. Muhabbet! Bağlı birbirine
hepsi. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle dedi. Belki çok defa size zikrettim,
anlattım.
“İman etmedikçe Daru’s-selama
giremezsiniz.” Yani ebediyette felaha kavuşamazsınız. E güzel deriz, eh
inanmışım, dersin. Ama öyle şartı var ki: “Birbirinizi sevmedikçe de iman
etmiş olmazsınız.” Hepimiz yoklayalım. Allah içün kaç kişi seversin
hayatta? Bak ne kadar ağır bir madde
bu? Şöyle kendi kendini yokla. Ben Allah içün şu kadar insan severim. Sevdin
mi sevdiğini giyineceksin? Sözle değil o. Kaç kişi seversin Allah içün? Madde
çok ağır, iman etmedikçe Allah yüzümüze bakmaz. Açık konuşalım böyle. “Birbirinizi
sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.”
Medeniyetini taklit ettiğimiz Garb’ı
istila ettiğimiz vakitte milyonla ordu ile değildi. Almanlar bize cizye verdi.
Fransızlar bize cizye verdi. Ne bileyim
ben, o denize hâkim olan Venedikliler boyun kesti. Bunlara biz böyle beş milyon,
bir milyon, iki milyon insan filan göndermedik haa! Anlatabildim mi? En
kuvvetli gönderdiğimiz, o on-on beş bin kişidir. Bak milyarlara müsâvidir,
neden? Müteaddit vücutlarda birbirimizi seviyorduk. Şimdi bize Allah bir
hastalık verdi birbirimizi sevmiyoruz. Alsın. Birbirimizi sevmiyoruz. Muhabbetsiz
adamın sözü buz gibidir. Öyle diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Muhabbetsiz bir adam, sözü buz gibi hiç
tesiri olmaz.”
Söylemeyiz
nâ-halefe
Böyle demişler, gayet güzel. En büyük şeyimiz, böyle bir hastalık
geldi bize, manevi hastalık. Birbirimizi sevmiyoruz. İnsan, hukukunu şu üç
günlük hayatı içün yapmamalı. Bakın buna mânâ ilminden bir misal vereyim. Bir merhaba
vardır. Bizde bir merhaba. Onu biz pek mübâlâtsız[6]
söyleriz. Üzerinde düşünmeden. Mesela, kız işine gidiyor, dairesine girerken “merhaba”
der. Merhaba. Yahut öteki. O merhaba bir hukuk.
(Dinlemiyorsunuz başka mevzû söyleyeyim
size. Canlı değil gözler, canlı değil!)
“Merhaba” Biz ekseriyetle
yaptığımız işin hakikatini, mânâsını bilmeyiz. Hikmetini araştırmayız. Onun içün
çabucak da değişiveririz. Merhaba, kavâid[7]
itibariyle tahlil edilecek olursa bir Mef’ûl-u[8]
mutlaktır. Bir cümle-i mukadderiyeye cevaptır. Bir şey anlamıyorsunuz
zannederim. Anlatacağım, misalle anlatacağım. Ebediyet âleminde, Allah’ın
huzurunda bulunacak o divandaki safâya saadete nail olunacak, Hakk’ın geniş
ihsanında müstağrak kalınacak, bir hukukun varlığına işarettir. Hiç bunlar
aklına geldi mi merhaba derken. Belki gelmiştir.
Buraya nereden girdik? İnsan bu âlemde
hukuk tedarik ederken, dedik ya iman etmedikçe ebediyete kavuşamazsın, felaha
nail olamazsın, birbirini sevmedikçe de iman etmiş olmazsın. Zor yeri bu.
Birbirimizi de sevmiyoruz. Sevemiyoruz. Ceza!
Biz, kökü çok sağlam bir dedenin
çocuğuyuz. Tarihi eski. Öyle ufak bir devrenin tarihine malik değil. Çok eski
tarihi. Zulmü gördüğü yere adli koymuş, cehli gördüğü yere ilmi va’z etmiş.
Öyle ilimler va’z etmiş ki inkâr sahasında dolaşan bazı zalim insanlar, fena
kullar, şunlar bunlar yakmışlar. Eğer eski dedenin ilmini ortaya koysan dünya
bambaşka olur. Derleme toplama ara yerden kayanlar, dağlar gibi ilmi yakmışlar.
Acaba anlatabiliyor muyum? Sonra bazısının torununun aklı başına gelmiş, tekrar
ilme kıymet vermiş, derlemiş toplamış amma... Neyse şimdi tarih okutacak
değiliz, tarihi konuşacak değiliz, hâlimizi konuşuyoruz. Medeniyetin kökü senin
dedende. Onu anlatmak istiyorum.
Medeniyet. Beş dakikada bir
düğmeye, vidaya basıp da beş milyon adamı öldürmeye medeniyet denir mi? O medeniyetin
karşısında mı eğiliyorsun, zulme divan durmuşsun yahu! Ne medeniyeti!?
Medeniyet dedende, medeniyet necip Türk milletinde. Cici bici konuşsun,
kafasını yere eğsin, ondan sonracığıma ne aça baksın ne toka baksın. Bassın vidaya, ne oldu? Bir milyon adam öldü!
Medeniyet mi bu? Vahşetten daha kuvvetli vahşet! Tüyler ürperir. Bin seneler
harbi vardır ama on bin kişi ölmemiştir. Bir adama bir adam çıkar; o onu
tepeleyinceye kadar, beş gün on gün, bir ay, iki ay geçer, ondan sonra o
tepelenir. Diğer bir adama bir adam daha çıkar, o bir şey değil onlar.
Hastanede yatarken, çocuk
doğururken, yetmiş yaşındayken, mini mini yavruyken, bas vidayı sabun kalıbı
gibi bırak! Medeniyet öyle mi!? Beşer ona medeniyet dediği müddetçe, daha
fazlasıyla inleyecek. “Razı oldun çünkü!” diyor Allah. Razı oldun. Kabul ettin.
Sen hayatı cidal diye kabul ettin değil mi ya? Hayat cidaldir, diyorsun. Hayat
mücadeleden ibarettir, diye böyle konuşmuyor muyuz efendim? Evet, hayat cidal olmuştur.
“Pekâlâ, kabul ettin. Cidaldir, diyor.
Paylaşmak. Hadi beşeriyet paylaşın bakalım. Zayıf kavîden hakkını alamasın,
inleyin. Sen hayatı teâvün diyerekten tarif etmiş olsaydın, teâvün yardım, onun
sahibi de Bendim, sana yardım ederdim.” Bir şey anlatabiliyor muyum kardeşim? Sen
hayatı teâvün diyerekten tarif etmiyorsun ki, cidal diyerekten tarif ediyorsun.
Pekâlâ, paylaşın bakalım!
Cidalin neticesi nedir, cidalden
ne çıkar? Paylaşmak. Paylaşmak modası çıkınca zayıf kavîden hakkını alamaz.
İşte bu. Bunlar yalnız iman zevkiyle ölçülür, onun içün öyle demiştir ahlak.
“Âlemde iman zevkinin üstünde bir zevk yoktur.” Anlatabildim mi acaba?
Bunun üzerinden hani geçen konuşma ile birleştiriyorum. Yükünü imana yükle, demiştim
ya ve ondanda daha büyük hiçbir zevk yoktur. İmanı olmayan kalp, bir kalp
tasavvur et ki o kalp de iman yok. O kalp harap olmuş bir kuyudur. Daha bir
tarifi var mı? Var. Şüphelerle dolmuş bir oyuncaktır. Hâlbuki kalp oyuncak
olmayacak. Kalp, Allah’ın aynasıdır. Anlatabildim mi acaba? Mir’ât-ı Hak[9]
olacak bir yer, şüphe oyuncağı olursa,
beşer ne olur? İnler!
İlimlere mevzû vermiş, sanatlara
model vermiş, karadan gemi yürütmüş...
·
Bin defa anlattım, anlat diyerekten. Tarihimizle
alakadar değiliz, kendimizi küçük görüyoruz da onun içün gücüme gidiyor.
Sen tarihte, benliğini Allah’a
vererek kendinden büyük bir insan tasarruf etme. Bak tarifime dikkat et. “Kudret
bana öyle bir imza vurdu ki, beni bütün insanların fevkinde yarattı.” de. Yaa! Benliğini
Hakk’a vererek O'nun namına kendinden büyük insan tasavvur etme. Kökü geniş.
Zulmetmemiş. Aman diyene kılıç vurmamış. İleride düşman olacağını bilmiş, güne
göre hüküm vermiş. Anlatabiliyor muyum? Ahmak adam değil o. Kılıç vurmamış da
sonra o onu tepelemiş, o başka iştir der. Ben güne göre hüküm veririm, der.
Malik İbn-i Eşter’le konuşuyor
İmam-ı Ali. Bir harp dönüşü yapmışlar. Malik İbn-i Eşter’e diyor ki: “Öyle kılıç
salladın, öyle kılıç salladın ki...” diyor. Siz ne yaptınız, diyor. “Yedinci
batında insanlığa hizmeti olacak insanın, yedi batın sonra bir çocuğu gelecek
de insanlığa hizmet edecek, ona kılıç vurmadım.” diyor. Bir şey anlatabiliyor
muyum? Nasıl medeniyet ya? Yedi batın sonra, o adam şaki, atmış kellesini
almaya gelmiş. Fakat nur-u vilâyeti ile nur-u kerameti ile nur-u ferâseti ile projeksiyonu
sıktığı vakit de bu adamın, yedinci batında bir çocuğu gelecek, insanlık âlemine
hizmet edecek, kılıç kalksın, diyor.
Olmaz ki, daha babamızın
nafakasını vermiyoruz. Allah der ki, hadi bunu biraz mânâ ile birleştireyim.
Hani belki içinizde insanlar vardır ya insan da şöyle düşünür de “Yahu mâdâmı
ki Kudret, bana hususi bir imzasını vermiş...”
Konuşmanın evveline geldim, topluyorum şimdi, yavaş yavaş. Yoruldunuz mu keseyim
mi? (Hayır, hayır)
Gelmemizde gitmemizde ihtiyarımız
yoktur. Mevcûdât içerisinde konuşma hakkını vermiş. Konuşan bir gün
konuşturacak. Konuşacak bizimle yani ya. Değil mi? İşin en mühim yeri bu? Bunu her vakit tekrar
ediyorum. Kim bilir konuşmanın ne olduğunu? Kimse bilmez. Bizi öyle meçhuller
içerisinde kıvrandırır ki Kudret, benliğimizi atalım diyerekten, “Bırak şimdi
sen, der. Öyle semayı deler gibi bakma, sana verdiğim
nimetleri tahlil et bakalım!” cevabını veremezsin.
Konuşma nedir? Çocuk birdenbire
konuşmaya başlar, nasıl konuşur? Sonra her muhitin lisanına göre konuşmaya
başlar çocuk. Türk çocuğuysa Türkçe olaraktan konuşmaya başlar. “Sana sonradan,
Ben ihsan ettim.” diyor Allah. Sen ilk geliş vaziyetinde hayvandan daha
aşağısın. Çünkü seni haddizatında işte ebe gelir, şu gelir bu gelir, şöyle
yapar böyle yapar, fakat bir civcivden aşağıydın sen. Civciv yumurtaya vurur.
Kudret; ona vur bakayım yumurtaya, der. O mini mini gaganla çık artık dışarıya.
Kim söyledi ona. Anlatabiliyor muyum? Bu kâfidir, Allah demeye. Mini mini
gaganla vur, o tık tık bakarsın açar kendi açar, değil mi? Neyse, bu bahis de
yine uzun bir iş. Biz on yaşımıza geliriz, yine anaya babaya muhtacız. Kendi kendimizi
kurtaramayız. O nihayet üç beş gün sonra kurtarır.
“Hah, işte bütün varlığın sahibi Benim,
sana birçok şeyler verdim. Birçok nimetler verdim. Konuşma hakkı verdim.
Konuşan bilir, bilen düşünür.” Birbirine bağlı, anlatabiliyor muyum acaba?
Birbirine! Düşünür.
(Buraya nereden girdim, bu
cümleyi bana kim bulacak? Yine toparlayayım da şöyle toparlayalım. Geliriz
inşallah o bıraktığımız yere.)
İmanı olmayan kalp, harap
olmuş bir şehir gibidir. Daha, şüphelerin oyuncağıdır. O kalp, mir’ât-ı Hak’tı. Nirengi noktası bu. Bu
cümlenin üzerinde geziyoruz ama fayda yok. Yine ben söylüyorum. İmanı olmayan
kalp harap olmuş bir kuyu. İman neydi, birbirimizi sevmek. Bize bir hastalık
geldi bu sevme hâli kalktı. Sevmiyoruz birbirimizi. Birbirimizi sevmedikçe teâlinin,
terakkinin ahlaka sahip olmanın imkânı yok.
(Anlıyorum değil mi? Anlıyor
musunuz acaba? Anlatabiliyor muyum? Anlıyorsunuz siz ama ben anlatamıyorum
herhalde. Bugün o kadar rahatım da yok.)
Buna delil olaraktan da Konuşturan
bizimle konuşacak kardeşim. Kestirme bu. Konuşturan bizimle konuşacak. Şimdi
bizimle konuşmazdan evvel bir şey yapmak lazım. Sevmemiz içün bir hukuk tedarik
etmemiz lazım. Bak, topluyorum. Buna günün içtimai kaidelerinde konuştuğumuz
bir tek kelimeden girdik. Merhaba deriz, dedik. Şunun üzerinde
düşüncemiz var mı, yok mu? Bu hukuku üç günlük hayat için yapmayalım, dedik.
Merhabanın esası şöyle:
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Hazreti Muhammed Aleyhisselatı Vesselam,
Mürebbi-i ukûl olan zât-ı âlî. Onun misafir kabul ediş tarzını bilir misiniz? Evet,
odayı açtığımız vakitte şöyle buyurun, şöyle edin filan deriz. Kendileri nasıl
yaparlardı, hiç merak ettin mi? Daima daire halinde, böyle. Anlatabiliyor muyum
acaba? Daire halinde. Neden öyle? Ee, muktezâ-i beşeriyet, bir garip gelir de
kapı dibine düştü, bir gönlü kırık gelir de ben kenarda kaldım, böyle şeyler
olmasın. Nasıl ki huzur-u sübhânide şah ile geda müsavidir; daire halinde baş
belli olmaz, dairenin neresinde başlarsan orası başdır. Acaba anlatabildim mi?
Baş taraf, orta taraf, yan taraf filan yok, daire bu. Daire. Çünkü o kadar
incedir ki, mânâ âlemindeki içtimai kaideler çok zordur.
Men ekreme ganiyyen lî ginâihî
fekad zehebe sulûsa dînihî.
“Bir kimse bir kimseye rütbesi
var diye, câhı var diye, masası var diye, kasası var diye, hususi bir ikram
yaparsa dininin üçte ikisi gitmiştir.” diyor.
Ee dininin üçte ikisini bu
şekilde gideren hepsini gidermiştir, demektir. Anlatabildim mi acaba? Üçte
ikisi! İkram yapıyor. İkram edin birbirinize var fakat Hak namına yapmıyor da bunun
masası var diyerek! Bir garip geldiği vakitte bicanesi[10]
ile pijaması ile eh, mübâlâtsız bir kılığı ile çıkabiliyor da cemiyette şöyle
bir mevkii almış mesela, aman kapıyı kapayın da giyineyim çıkayım, diyor. Ha ayrıldın
sen, diyor Allah. Acaba anlatabildim mi? Şimdi ahlak mevzûu ile de alakadar ya.
Girmişken söyleyeyim, bazen bana sorarlar. “Efendim, pijama ile namaz kılmak
caiz midir, değil midir?” Sual. Şık
bir şey konuşuyoruz şimdi. Mevzûmuzun açığında.
Sorarlar da oradan aklıma geldi, söylüyorum. Sorarlar. Gönlünde en büyük
tanımış olduğun kimseye çıkabilir misin? Çıkarsan caiz. Ama herkese çıkamam
işte o vakit değişti. Allah da diyor ki: “Ondan da aşağı mıydım kerata?”
anlatabildim mi acaba? “Ondan da aşağı mıydım!” Ama her kim olursa olsun, çıkabiliyorsan O
kabul eder. Hiç yüzüne vurmaz. “Gel! Huzurun böyle geliyor senin, böyle gel!” Fakat ayırdın. Ayırdın mı “Ondan da aşağı mıydım,
Ben?” Herhalde bir şey anlatabildik. İnce yerleri.
Men ekreme ganiyyen lî ginâihî
fekad zehebe sulûsa dînihî.
Bir kimse bir kimseye masası var,
kasası var, câhı var, şusu var busu var diye, beşeriyet hepimizde var ya bu,
hususi bir ikram etti mi bitti, diyor. İşi bitti! Öteki de nasıl olsa gider o. Onda
iş yok. Yaa, onun içün böyle daire hâlinde toplanıldı mı?.. Hukukun ebediyet için
olmasına bizim kullanış tarzımızdaki şekillerden misal veriyorum.
Vehibballahû teâlâ mekanekûm fî
cennetihî merhâben. Hazirun da dostları da merhabâ. Demek ki, merhaba
kelimesi; Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin, bizler hakkında bir duasının
cevabıdır. Belki bundan sonra merhaba derken gönlünle gelirde sebeb-i merhamet olursun.
Bir, bir cümle-i mukad[11].
Manası: “Gönlünüzü birleştirmiş, bir vücut olarak gelmiş, bir gaye uğrunda
toplanmış dostlarım. Allah sizin gönlünüzü cennette genişlettirsin.” Onlar da
“Baş üstüne genişlensin, emriniz yerine gelsin Ya Resulallah!”
Demek oluyor ki o “merhaba”
hukuku; bu âlemle kayıtlı olmuyor yalnız, taa ilâ maşallah devam ediyor. Bunu
söylemekten maksadım; yani birbirimize olan dostluğumuz, şu üç günlük sûrî
hayata bağlı kalmasın. Üç günlük sûrî hayata bağlı kalırsa muhakkak söner. Ve
onun için de sönüyor. Bakıyorsun ki bir adam üüüü, geceli gündüzlü yağlı ballı,
amiyane konuşalım birazda böyle. Aman, diyorlar, ara yerinden sonra ne olmuş?
Üüü, berbat bir vaziyet. Neden? İvazlı garazlıydı o görüşme. O muhabbetin
içerisinde Allah yoktu. Allah’ın içinde bulunmayan herhangi bir şey, muhakkak
sonu berbat gelir. Olmaz. Netice alamayız.
İnsanlar konuşacak, ahlakın
emrinde. Her konuşmada, her sohbette, sözlerin hepsi candır. Anlatabiliyor
muyum acaba? Sözün can olduğunu ne ile ispat edersin diye bana söylersen, sözün
bittiği vakitte seni getiriyorlar, canın bitti de ondan. Sözün bitti mi haydi
bakalım, hiç dinlemezler. Söz bitti artık!
Bu âlemde duruşun, sözün
olduğu müddetçedir. Yani ihtira içerisinde. Yapılan fenler içerisinde
bugüne kadar yapılan o büyük büyük göz kamaştırıcı şeyler içerisinde mânâ
itibariyle de madde itibariyle de şundan daha üstünü yoktur. Şu ses makinası
yok mu? En üstünü bu. Bilmem kaç sene muhafaza edebilir. Daha tecrübe edilmemiştir.
Konuşursun gidersin, on sene evvel filan adamın sözü derler, sana verirler.
Anlatabiliyor muyum acaba? Mümkün olsa da, bütün dostlarının sesini toplasan.
Annen, baban, kardeşin, evladın...
Ders kaçırıyor Kudret. “Bütün
konuştuklarınızı yarın önünüze koyacağım, diyor. Sana, Ben bunu yaptırttım,
yarın gel kumandasını verip de huzurumda muhasebeye başladığın vakitte, o
makine orada kendi kendine konuşacak. Konuş bakalım bu elli senelik hayatını,
diyecek. Kendi söylediklerinin tamamını önüne getirecek.” Anlatabildim mi? Hepsi böyle. Oradaki konuşma
tarzı da başka, içindekiler de dökülecek.
Her söz can. Binaenaleyh,
herhangi bir toplantı da, herhangi bir sohbette, konuşulan sözler, her birisi
can olduğu için âlem-i gayb da senin bir çocuğundur. Evladın yani evladın.
Yalnız etten kandan kemikten teşekkül etmiş olan çocuğun değil, bir de böyle
bir çocukların var ki tehlike burada. Bundan ayrıldın mı o çocuğuna mülâki
olacaksın. Belki etten kandan kemikten çocuğuna mülâki olamayacaksın fakat o
çocuğuna mülâki olacaksın. Emr-i Nebi öyle. Eğer sohbetin dedikodudan hariç;
insanlığa nâfi, rikkat merhametle, bir gayeye varmak üzere konuşulmuş, fitne
fesattan eser kalmamışsa ona veled-i sahih diyorlar, temiz çocuk. Bulaşıksa piç! Anlatabildim mi
acaba? Veled-i gayr-i sahih. Ruhun çocuğu veled-i sahih. Nefsin çocuğu veled-i
gayri sahih. Nasıl anlatayım?
Sohbet iki türlü olur. Ya
ruhundan hâsıl olan bir muhabbettir; ondan hâsıl olmuş bir çocuktur, ona veled-i
sahih derler. Veyahut nefsinden gelmiş olan bir sohbettir, ona da veled-i gayr-i
sahih derler. Sıfat-ı nefsaniden. Size buna taa altı ay evvel bir konuşma
yaptığımda bir misal getirmiştim. Nefisten. Eski konuşmalarımda da bu misali
vermiştim amma o altı ay evvel söylemiş olduğum yerde onun enfüs mânâsını
vermiştim. Böyle.
Mahmud-u Gaznevi’nin bir kölesi
var. Mahmud-u Gaznevi. Köle ama...
045 (17.05.1959) 24 dk (225-b)
Zahirde köle, hakikatte Mahmud-u
Gaznevi ona köle. Sevilmiş. Mahmud-u Gaznevi’nin etrafındakiler; vezirler,
büyük rütbeliler, nedimler, musâhipler, hepsi haset ediyor. Çünkü kölenin ismi
anıldığı vakitte renkten renge giriyor Mahmud-u Gaznevi. Anlıyorlar, hususi
muameleye tabi. Biçimine getirip aleyhinde, şeklini bulup daima aleyhinde...
Bir gün Mahmud-u Gaznevi, toplamış
o büyük büyük vezir-i azamları filan. Tıbb-ı atik de bazı şeyler
vardır, muâlecât[12]. Şimdi
onlar yok ya eski tıpda. Bir tanesi de inci tozundan bir ilaç yaparlar. Makbul
bir ilaçmış. Bir aralık bir inci getirtmiş hazinesinden, büyük böyle. “Bunu
demiş, dövün. İlaç yaptıracağım.” Hangi vezirine verdiyse “Efendim, demişler. Bu
yalnız dünyada sizde var, sizin hazinenizde başka hiç kimsede yok. Dövülecek
değil mi demişler, ufak incilerden de olur. Toz haline getirilecek. Buna
kıyamayız!” Hiç kimse elini sürmemiş. Yazık, demişler.
Köleyi çağırmış: “Bunu kır da
demiş, iyice toz haline gelsin.” Baş üstüne, demiş. Gitmiş hakikaten böyle,
gayet ince bir vaziyette getirmiş. Herkes birbirine bakmışlar. Çıkmış dışarıya.
Aleyhinde bulunanlardan daima fırsat bekleyenlerden birisi demiş ki:
— Efendim,
zât-ı hümayununuzda daima bunu söylerim. Bu hain nankör, şu hadisede de işi
belli etmiştir. Bu yalnız sizde bulunan kocaman bir cevheri, böyle parça parça
edeceğine, daha ufaklarından yapabilirdi. Fakat gayesi bozuk adamın.
— Bir
defa da kendisine soralım, demiş. Bakalım kendi ne diyecek. Bakın ne diyorlar,
onların söylediklerini tekrar ediyorlar.
— (Gülmüş
köle) Onlar haklıdır, demiş. Ben de haklıyım. Onlar putperesttir taşa taparlar.
Hacere, şecere böyle şeylere taparlar. Ben Hakperestim gönle taparım. Binaenaleyh,
benim içün inci, cevher, sizin fem-i saadetinizden çıkan sözdür. O kırılmasında
böyle kaç tane put kırarım, ben.
Bir şey anlatabildim mi acaba?
Yalnız o kırılmasın, böyle çoook beşerin taptığı putu… Geçen konuşmamda buralarını
söylememiştim, farkında mısınız? İnce yeri bu. Böyle çoook, çook putu... Bunun
enfüs mânâsı, bu böyle bir hakikat olduğu gibi bunun bir de enfüs mânâsı var. Nedir
biliyor musunuz?
Kölenin kırdığı cevher, mücevher,
inci; sıfat-ı nefsanisi, cevher-i cismanisidir. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunu
taat, riyâzât... Riyâzât nefsin arzularını yapmamak. Riyâzâtın mânâsı bu. Havanda
güzelce ezmiş, Hakk’a nedim olmuş. Ahlak insanı buralara kadar yükseltir, acaba
anlatabiliyor muyum?
Fakat şimdi benim söylediğim bu mevzû,
Kudret’e gönül vermiş, geliş ve gidişindeki gayeye inanmış, mânâya âşık olmuş,
ivazsız, garazsız beni bu âleme getiren, Kudret’in huzurunda yer alacağım diye
kalbi çarpan insanlara aittir. Bir de “Kör bir tesadüfün neticesi olaraktan mahsusan insan diye meydana gelmişim, tekâmül etmiş bir hayvandan başka
benim bir farkım yoktur. Hayat denilen şeyler, işte şuradaki günler. Kapadım mı
gözümü işte başka bir şey yoktur.” diye yaşayıp, gayesi paranın üzerindeki
yazıdan başka bir şey olmayan... Kitabı onun, o.
Siz hangi kitapla amel edersiniz?
“Paranın üzerindeki yazı ile ben başka bir şey anlamam. Yüz mü yazıyor, beş yüz
mü, bin mi?” Allah’ın bunlar hepsi birer
cilvesidir. Altın ismi, azize mazhardır. Dünyada bir vakit beşeriyet
onun peşinden koşardı. Şimdi en akıllı bir adam da hepimiz, mavi kâğıdın
peşinden koşarız! Evler yıkılır, haneler söner, boşanmalar olur, canlar ölür,
neler olur neler! Buna karşı da beşer, medeniyet sahasında “Ben varım!” diye
yaşar. Kudret de istihza ile bakar. Anlatabiliyor muyum?
İki türlü ölmek vardır. Bir Sana
vasıl olacağım gayesiyle ölmek, bir de Senden uzak düşeceğim derdi ile ölmek.
Anlatabildim mi? Bunları öğreten şeyin adına ahlak denir.
Bulabilirsem bunu bağlayacak bir
şey vardı, size okuyacağım. Ondan sonra daha erken, yaa belki unuturum. Herkes
geniş geniş, yine arzu eden gelir, gideceği yere daha erken çıkar.
Hakikat sırrına vakıf olan
geçmez mi kavgadan
Gönül birleşmesiydi ya
konuşmamızın an yeri.
Hakikat sırrına vakıf olan geçmez mi kavgadan
Temâşâ-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden.
Bilirim ederim yaparım, şöyleydi
böyleydi... Ne gördün kardeşim? Gördüğünü anlatsana bana. Kimi temâşâ ettin.
Bir şey yapamadın, bırak anlatma. Dırıltı! Anlatabiliyor muyum acaba?
Hakikat sırrına vakıf olan geçmez
mi kavgadan
Kavga dediğimiz böyle yumruk
mumruk filan değil. Hani çok insanlar vardır, şöyle şurasına elini atar filan...
Bir şeyler yaparaktan anlatır durur. Bir alay çürük ceviz! Boşaltırken sesi çok
çıkar çürük cevizin. Çuvaldan çuvala boşalt çok sesli. Olgun dolgun ceviz,
sesini çıkarmaz. Büyük nehirlerde öyledir; akar hiç duymazsın fakat kapının
önünde bir parmak su aksın, şıkır şıkır şıkır... Sabaha kadar seni uyutmaz. Yaa! Al çat öbür
tarafa çürük, çat at! Ona işaret ediyor.
Hakikat sırrına vakıf olan geçmez mi kavgadan
Temâşâ-i Cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden
Anlatabildim mi? Buranın tefsiri çok uzun sürer. Zevk halinde kalsın
da bir gün açayım ne demek:
Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayadan.”[13]
Sen ne kadar varım diye yaşasan,
ne kadar haddizâtında yaratırım diyerekten bağırsan, evvel de aşikâr da batın
da ahir de bu aynadan, bu kâinat aynasından, bir şeydir görünen. Gördün mü onu.
Görmedin, konuşma!
Konuşmaya başladığımız vakit
demiştim ki, ahlak iki esasa ayrıldı. Biri vazifeden doğan ahlak, biri aşktan
doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl. Akıl hissin galatlarını
tashih eden kuvve. Meçhulden malumu çıkarır. İyi ile kötü anlatıldığı vakit de
iyi budur kötü budur dendiği vakitte kabul eder. Tabi olur olmaz o ayrı yine.
En kötü adam, aklını ahlak pûtesinde eritmeden serbest bir vaziyette bıraktın
mı yakar seni o akıl! Akıl çok iyidir;
bazı yerde öyle yakar ki dünya üzerinde tarihi tetkik ederseniz, ahlaktan hariç
yaşayan akıllar, cemiyetleri yakmıştır. İmansız akıl çok fenadır. Kestirmesi
bu.
Buradaki aşk dedim, romanda
okunan aşk değil. Aslını bulmak, buralarını söylemeden geçiyorduk. Topluyorum
artık kesmek üzereyim konuşmayı. Asûde kaldığınız vakitte dedim; kimim, nereden
geldim, ne olacağım, kendimi kendim mi yaptım, muhitim mi? Bunların hepsi aciz.
O hâlde bir aslını bulma zevki olur adamda. Olmamışsa çok dövün. Yalvar olsun.
Diğer dövünmelerimizin hepsi burada kalır. Bunu iyi biliyoruz değil mi ya!
Herkes der ki: “Efendim, ben
kendime çalışıyorum!” Yok azizim, yok! Herkes bir yere çalışır, çalıştırır.
Hepimiz Allah’a çalışıyoruz. İnkâr eden de öyle mi? Evet, tabi yaa! Kendisine
öyle bir terennüm-i[14]
hafîye[15]
va’z etmiştir ki Hudâ ismini. “Hiihh!” dedin, bak ism-i İlahidir o. “Huuh!” dedin
Allah’tır, yine O. Anlatabildim mi? “Nefes almayacağım!” Geberirsin! Öyle bir yere koymuştur ki, kendisi öyle der.
“Ya tav’an teslim olursun ya
kerhen teslim olursun. Çünkü sayılı nefesine kendi ismimi koydum.” Onun adına terennüm-ü hafî derler, o da gider
gelir. Hiihh! Hasta olduğun vakitte daha fazla şey eder, isim daha cehrî[16]
çıkar. Onun içün hastayı sever Allah. Ne incelikler var. Şimdi ona ait, o aşka
ait bir şey okuyacağım. O vakit insanda bir yanma başlar. O yanmanın adına
Allah derdi, derler. Var mı böyle bir derdin. Varsa hiç kederin yoktur. Yoksa
emelin var elemin var, gaye var, inle dur. Çalıştırır çalıştır ondan sonra hadi
bakalım çukura. Hepimiz istikamet karşı ki çukura marş marş! Doldur çukuru!
Yaz. Ne güzel söylemişlerdir. “Tabibi
yapmışlar beni tedavi etmek için
vehüve marizûn, der. O benden hastadır.” Anlatabiliyor muyum? Kudret çok ders kaçırmıştır.
İbretlidir, bütün kâinat insan için büyük bir ibretle doludur.
Mesela, bir vakit Neşet Ömer vardı. Dünyaya kendisini
kabul ettirtmiş bir adam. Sahasında hazâkati[17] var.
Kalp. Herkes kalp der, yani kalp dedi mi ona gider. Vaziyeti parası müsait oldu
mu bir kimsenin, baktırır. Fakat bir gün gazeteyi okurken kalpten düştü, öldü.
Anlatabiliyor muyum? “Müessir-i hakiki Benim” diyor, Allah. Kalbin en Türkiye’de
en birinci mütehassısı olaraktan, bileni diye geçinen bir adama böyle gazete
okurken tık dedi, öldü. Düştü böyle, gazetede okuduk. Hani bazı insanlar derler
ki: “Efendim, onun parası olsaydı, o neler yapardı. Şeyi tedavi ederdi şöyle olurdu.”
Bırak, işte adam bu kalbin mütehassısı
adam bu. Pek tanınmış bizim memleketimizde bir tek adam. Fakat Kudret ders
kaçırıyor. “Evet, Ben ondan bazen Şâfî ismim ile tecelli ederim. Birçok
kalpleri tedavi ettiririm fakat müessir-i hakiki Benim.”
Mesela Mim Kemal. Zamanında işte tek bir operatördü. O
kadar geniş şöhreti vardı ki, vaziyeti en müsait adamlar onu tavsiye eder, ona olurdu.
Fakat bir parmağının ufak ameliyatında sıfıra düşüverdi birdenbire. Etrafındakiler
de şaşırdı, kendisi püff dedi, geçti gitti. Kendi mesleğinden, dikkat ediyor
musunuz? Ulu’l-erbaba neler kaçırıyor Allah. “Ben varım yahu diyor, BEN!”
[18]
فَاِذَا
جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
“Ben varım, diyor. Sen gönlünü maddeye verme, o madde de Benim
kudretimi müşâhede et!” Ters anlarsın
bunları da doktora gitme mânâsını anlama sakın. Ben aptal değilim. O mânâda
konuşmuyorum. Hazreti Muhammed’in tabib-i hususisi vardı. Bir defa Hazreti Musa
mide sancısına müptela oldu, kuvvetli. “Ya Rabbi çok fena vaziyetteyim.” Uzakta
bir yer söylüyor, çok uzakça bir yer. Filan yerde bir doktor var git baksın,
dedi. Senden istiyorum, der demez Celal tecellisi ile Cenab-ı Hak hitap etti. “Niye
benden ayrı gördün? Onun babasının malı mı? O vücuttan tecelli edeceğim. Şâfî
ismini o parmaktan vereceğim, o yerden vereceğim. Git oraya!” Bir şey
anlaşılıyor değil mi? Ters anlama yalnız.
Mecâzibten bir adam vardı, ne demek mecâzibten? Bunlar
iki sınıf olur. Şimdi uzar, dursun. Sınıflarını bırakalım da işte o adamı
tımarhaneye götürmüşler. Deli zannetmişler.
Bazı insanlar hayırda çok ilerlerse, asr-ı mefsedette[19], böyle
nefsinin pençesine düşmüş olan insanlar, onlara aptal derler veyahut deli
derler. Anlatabildim mi? Çünkü bakıyor ki böyle iyilik olur mu? Böyle hayır
olur mu demek ki bu adam aptal, yahut deli!
Götürmüşler, doktor konuşturuyor. Konuştururken diyor ki:
“Manevi ilaç mı daha iyi tedavi eder, maddi ilaç mı daha iyi tedavi eder?” Gülmüş.
“İkisinde de müessir-i hakiki Allah’tır, demiş. Bazen maddisini
kullandırttırır, bazen manevisini kullandırttırır. Bazen ikisini de
kullandırttırır.” demiş. Bir şey anlatabildim mi acaba?
Garp daha ziyade iman eder, manevi ilaca. Doktor aciz
kaldı mı bunun manevi tedavisine bakın, der. Ruhen tedavi edin, der. Orada inkâr
sahası kapanmıştır. Çok, sonra inkâra lüzum yok ki mesela manevi. Vaktiyle bir
doktor, bir zâtla gayet iyi hukuku varmış.
Yani mânâ; madde ile tedavi etmeyin, diye böyle bir emri
yok. Anlattık ya Musa’ya git filan yere, dedi. Doktor tavsiyesi. Hazreti Peygamber’in
neye ihtiyacı var? Tabib-i Hususisi vardı.
Senelerce hukukları var birbiri ile. Samimiyetleri
resmiyetin haricinde değil, karışık. Şimdi bizde bir moda olmuş işte samimiyiz,
der. Mesela mektep talebesinde, ekseriyetinde var. “Efendim, hoca ile talebe
samimi olsun!” Samimi olsun demek, talebe edepsiz olsun değil! Bıçak çeksin
demek değil! Dişini gıcırdatsın demek değil! Hoca derse giremiyor, ödü patlıyor!
İlim yetişir mi orada? Her işimiz acayip. Hazreti Ali’ye, Hazreti Fatıma’yı verirken
Peygamber’in nikâhta söylediği bir söz vardır. Nikâhta. Kızım Fatıma’yı, Ali’ye
söylüyor. “Sana cariye olarak veriyorum, an şartım ki sen de ona köle
olacaksın.” Kâfi mi bu. Anlatabildik mi bir şey? “Kızım Fatıma’yı sana cariye
olarak veriyorum fakat senin de ona köle olduğunu göreceğim.”
Yirmi beş senelik bir hukuk, “sen” diye hitap etmemiş
birbirine. Sen tabirini, kullanmamış daha. Daima elfâz-ı tevkiriyeli[20] bir samimiyet.
Bir gün bir mecliste oturuyormuş, bir hastadan sormuş doktor. “Aa demiş,
memleketin en iyi doktoruna götürdük, şöyle oldu, böyle oldu. Garb’a da
gönderdik, orada da aciz kaldılar, orada okut demişler.” demiş. Manevi tedavi yapın deyince, herif gülmüş. Mânâya
düşmanmış o doktor. Dostu olan zât da, o mânâya bütün irtibatı var amma sever
insan, nasılsa yetiştirmek istiyor. Birdenbire “Ne gülüyorsun eşek oğlu eşek!”
demiş. Der demez, yirmi beş senede bir defa ağzından “sen” kelimesini
işitmediği bir dosttan böyle ani “eşek oğlu eşek” der demez; adam renk gitmiş,
kül gibi olmuş filan, nabzı filan değişmiş.
“Beyefendi demiş,
bir an içün söyledim. Affedersiniz. Benim ağzımdan çıkan bir cümle, bana ait
olan bir söz; sizin vücudunuzda şimdi muayene olsanız mideniz değişti, kalbiniz
değişti, sıhhatiniz değişti, benim sözüm sizin vücudunuzda sıhhatinizi
değiştirdiği gibi Allah’ın sözü değiştirmez mi?” demiş. Bir şey anlatamadım mı
acaba?
Yoruldum bu kadar yeter.
[1] Dâru'l- Belvâ: Dünya, imtihan yeri. Belâ ve
musibet âlemi.
[2] Ali imran Suresi 101’nci Ayet-i Kerime: وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ
مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de
aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a
sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[3] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i kerime: وَالَّذ۪ينَ
جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ
الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza
eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[4] Zamir: İç. Huk: Bir şeyin iç yüzü. Niyet.
Vicdan. Kalb. Gaye.
[5] Ca'lî: Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme
ve taklid.
[6] Mübâlâtsız: Saygısızca yapılan, dikkat ve özen
gösterilmeyen, baştan savma, gelişigüzel (iş, davranış).
[7] Kavâid: (Kaide.
C.) Kaideler. Hareket programları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arap
lisanındaki kaidelerin derç edildiği gramer kitabı.
[8] Mef'ul: Yapılan iş. Fâilin eseri. Gr: Fâilin
fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitap
mef'uldür.
[9] Mir'ât-ı Hak: Hakk’ın aynası.
[10] Bicane: Pijama
[11] Mukad: Ağır yüklü.
[12] Muâlecât: Tedâviler, ilâç kullanmalar. Bir
hususta çalışmalar.
[13] Hadid Suresi 3. Ayeti:
هُوَ الْأَوَّلُ
وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
O, ilk
ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.
[14] Terennüm: Güzel güzel anlatma. Yavaş ve güzel sesle
şarkı söyleme. Ötmek. Musikîleşmek.
[15] Hafî/ Hafîyye: Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
[16] Cehrî: Açıktan, alenî olarak, yüksek sesle söylemek,
okumak.
[17] Hazâkat: İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak.
Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
[18] Araf Suresi 34. Ayet-i Kerime: وَلِكُلِّ اُمَّةٍ اَجَلٌۚ فَاِذَا جَٓاءَ اَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً
وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
Meali: Her ümmetin bir eceli vardır. O ecel geldiğinde, ne bir ân erteleyebilirler, ne de
öne alabilirler.
[19] Mefsedet: Bozukluk, fenâlık, fesatçılık.
Münâfıklık.
[20] Tevkîr: Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek.
[i] https://youtu.be/o-6BLqfC3No
Söylemeyiz nâ-halefe
Böylece erdik şerefe
Vâkıf olup men arefe
Nükte-i pinhân okuruz.
Her güzelin hengine biz
Boyanırız rengine biz
Düşmanının cengine biz
Tiğ ile çevgân okuruz.
Birbirini sevmeyenin
Kendi özün bilmeyenin
Âdeme baş eğmeyenin
İsmini şeytân okuruz
Vehbi yâ mestiz ezeli
Biz severiz her güzeli
Anda görüp Lem-yezel'i
İsmin Canân okuruz.
Rufai Şeyhi Ahmed Vehbi el-Antaki
0 yorum:
Yorum Gönder