Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

46. Kaset

 046 (24.05.1959) 84 dk (226)

… olduğu zaman, kendini arama zevki hâsıl olur.

“Ben kimim, nereden geldim, niçün geldim, niye getirildim? Benden beklenen nedir? Nereye götürülüyorum? Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok. Dünya denilen bu imtihan âlemine, bu mihnethaneye, ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen bu sahneye, dirliği kısa olan bu eve, beni getirirlerken sormadılar. Sayılı nefesim bittikten sonra götürürlerken de sormuyorlar. Acaba ben kimim? Kendim kendimi mi yaptım? Muhitim beni mi yaptı?” Böyle bir enfüsi konuşma olur.

Ahlak der ki: Henüz bu konuşmaya başlamamış makam-ı insaniyete ayak basmamış kimsedir. Çünkü hayvan da yer içer, tenâsül eder. Nihayet insan da yer içer, tenâsül eder. Hayvanla insanı ayırabilecek bir sıfat-ı mümeyyize var. O da olanı görmesidir.

Cenab-ı Hak, mevcûdât içerisinde tefekkür hassasını, bir de mühim bir şey daha var, iradesini hiçbir mahlûka vermemiştir. İrade sıfatı yalnız insandadır. Melekte de yoktur. Hiçbir mevcût da yoktur. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Sen bağladın mı ona?  Aşağıya gidiyor mu? En mühim yeri bu. İrade. Bu sıfatı, Kudret kimseye vermedi. Ve bunun kullanılmasını ister. Şimdi buna, bu mevzûa manevi bir cepheden de bir varlık konuşalım.

Niçün insana menhiyyat[1] yasak olmuştur? Hayvan bir zarar yaparsa mucib-i tecziye[2] değildir, fakat insan bir zarar yaparsa mucib-i tecziyedir değil mi? Hayvan gelse camları kırsa, şöyle etse böyle etse, birçok zararlar yapsa, kanun onun yakasına yapışır mı? Hadi dünyada kurtardı insan, diyelim. Bunun ebedi kanunu var yine yakalar. Hayvanda böyle değil. Neden?

İnsan, Hakk'ın hiçbir mahlûka vermediği hususi bir sıfatı vardır. O sıfatı taşır, irade derler ona. İrade. Mesela, dinin ibadet kısmından bir misalle daha iyi anlatabiliriz. Daha iyi anlaşılabilir. Oruç; Allah’a karşı, O’nun bütün mahlûkâttan daha şerefli, daha seçerek daha nazdar, daha niyazdar, nazenin,  daha tabir daha açık konuşalım, Allah diyor ki: “Benim güzelliğimi hiçbir mahlûk taşıyamaz. Dayanamaz. Ben hubb-u sübhânimi yalnız insan aynasından gösteririm.” Bu ilk söylediğim sözdür, bunu iyi belle. En mühim yeri.

“Ben muhabbet-i sübhânimi, kendi güzelliğimi daha Türkçesi, bütün kâinat ayine olsa hiçbirisi oraya tecelli ettiği vakitte dayanamaz. Ben bu tecelliyi yalnız, insan ayinesinden kâinata temâşâ ettirebilirim.” Demek oluyor ki insan, Hazreti İnsan ama. Bir de iki ayağı üzerinde yürüyen canlı mahlûk var, o ayrı. İnsan; enisi, munisi, yârı, nigârı Hak olan adam. Suret itibariyle herkes benzer. Fakat bir de hususiyet alıyor. Onun içün Allah öyle der:

Lâ yeseunî ardi velâ semâi ve veseanî kalbî abdi’l-  mü’mini’l-heyyini’l-leyyin.

“Gafiller beni göklerde arar, arifler de gönüllerde arar. Beni, ne arz ne sema hiçbir yer ihâta edememiştir. Beni bulmak istersen, kırık kalpli insanın kalbinde bulabilirsin.”

Yani kırık kalpli insanın kalbinde bulabilirsin deyince, Allah hâşâ böyle tecessüm etti de o kalbin içine girdi, mânâsı gelir ekseriyetle. Hayır, biraz evveli söylediğim gibi. “Benim hubb-u sübhânimi, hiçbir mevcut sana gösteremez. Ben o aynadan sana gözükürüm.” Mesela oruç, bu sahne-i imtihanda Hakk’ın irade sıfatını kullandığına ait, kulun Hakk’a karşı taabbüdüdür[3]. Mesela yemiyor, acıkmış. İradesini kullanmasa durabilir mi? Anlatabiliyor muyum acaba? İçmiyor, işte nelerle kayıtlanmışsa bu kayıtlı olan şeyleri yapmıyor. Yapmaması, Allah’ın kendisinde hususi olan, irade sıfatını kullanıyor ve onun içün Cenab-ı Hak da diyor ki:

“Benim bütün sıfatlarıma layık olmuştur, çünkü mâdâmı ki irade sıfatını kullanıyor. Ben, bunda Sem’i sıfatımı da veririm. Basar sıfatımı da veririm. Kelam sıfatımı da veririm.” Anlatabiliyor muyum acaba?

Sonra bu, orucun zahirde taalluk eden bir de onun iç âleminde iradeyi kullanışı vardır. Oruç yalnız aç kalmak değildir. Bana o sıfatı verdin, ben şimdi senin diğer sıfatlarına da girdim. El-Rezzak sıfatında da kendimi yok ettim, aç arıyorum. Çünkü o sıfata girdikten sonra, görüyor ki Kudret’in her sınıfı müsâvi kılıyor. Allah’ın Adil sıfatını, o sıfata girdikten sonra layıkı ile temâşâ edebiliyor. Yalnız onu ismen bilmiyor. Kendi aç kalmıyor yalnız, aç arıyor. Ondan sonra letâfet peydâ ediyor, gönlü mir’ât-ı Hak[4] oluyor.

Onun içün Hazreti Muhammed öyle demiştir. “Mü’minin en kıymetli saati, iftar saatidir.” der. Ama ben kendime söyleyeyim. Benim iftar saatim mi? Hayır! Benim iftar saatimde bakıyorum ne vakit minare yanacak, yahut top patlayacak. Çok fazla acıktım, lokmayı ağzıma atacağım. Yahut suyu ağzıma atacağım! Hakk’ın bütün sıfatlarını giyindikten sonra kendisinde hâsıl olan zevk-i manevi ile iftarda Allah ile vuslat yapar. Kim yapıyorsa. Kim o Cemâli seyrediyorsa. Bu kubbenin altında var. Olmasa kâinatı kapar, Allah. Acaba anlatabildim mi?

Ama bir de vardır ki, orucunu tutar. “Beyin yanına çıkmayın!” derler. Niye? “Oruç kafasına vurdu!” Oruç taş mı(?) Nedir? Acaba ilahi bir afyon tesiri mi, hap tesiri mi? Nedir oruç? “Oruç kafasına vurmuştur, senin şimdi kalbini kırar. Senle meşgul olamaz.” Adam oruçluyken insanla meşgul olur, oruçsuzken o kadar olamaz. Anlatabiliyor muyum? Farklar vardır ara yerde. “Gitme der, onun yanına ne yapacaksın seni şimdi yakar!” Yahut hanım. “Hanımın yanına çıkmayayım. Oruç tutmuş kendisini!” Nasıl tutuyor oruç?  Gönlünü kırar!

Eğer oruç tutmak dolayısı ile gönül kırılacaksa, can yakılacaksa kalp parçalanılacaksa henüz o kimse makam-ı hayvaniyettedir. Ona oruç farz olmamış ki tutuyor! Emir gelmemiştir daha kardeşim! Anlatabildim mi kardeşim? Oruç, iradeli Hazreti İnsana farz olur. İradeli Hazreti İnsana! Onun daha iç mânâlarına girecek olursak, hilkatteki inceliği anlar. Daha daha içeriye girecek olursak, kalbi mehbit-i ilham olur.

Ne demek, mehbit-i ilham? Aklı ile halledemediği şeyi Allah gönlüne söyler. Ömründe bir gün tutabilsen böyle bir oruç, bir gün bile! Ama şimdi şuradan bir sual çıkar. “Peki, senin tarif ettiğin şekilde bende demek ki benimkisi bedava mı?” Bir şey çıkar. Yok, Hakk’ın kapısı geniş bir kapı. Allah’ın  keremi bol! “Üzenmiş de gelmiş, nimetimden verin.” der. Bir nimete sahip olmak vardır, bir de mün’imi[5] bulmak vardır. Acaba anlatabildim mi? Seninki bedava gitmez.

Büyük bir yer tasavvur et, yirmi otuz sofra kurulmuş, hepsine yemek veriliyor, fakat içeriden içeriye bir oda var, o odanın içerisinde sofrayı kurduran sofranın sahibi oturmuş beş on kişi ile yiyor. Misal tefhim[6] makamında söyledim. Böyle bir şeyi gözüne getirme, umur-u hissiyeden değil söylediğim, emr-i manevidir yani ya. Gelmiş orada birçok kimse yemek yiyor fakat bir de âşık var. “Ben yemeyi istemiyorum yahu, yemeğin sahibini göreceğim yahu!” diyor. Anladın mı? O önceki söylemiş olduğum hakiki orucun sahibi, işte Hak ile beraber iftar edendir. Hakk’ın huzurunda iftar edendir. Hakk’ı görerek iftar edendir. Nasıl tarif edeyim?

Buraya biz nereden girdik? İnsanda Hakk’ın hususi bir nimeti var, bütün mevcûdâtın haricinde, irade. Çünkü mükellef oluşumuzda yani bize teklifi, hakiki mükellef tutmuş. Mükellef tutmuş ne demek? “Verdiğimi isterim, diyor. Ben hesap görürüm, verdiğimi isterim.” Hem de şu kadarından da vazgeçmez. Âdeti de öyledir. Hiç!  

Bazıları da der ki:  “Efendim kul hakkı olmasın.” Allah’ın öyle bir şeyi yok. Kul hakkı olmasın diye, öyle bir kaide yok. Bir defa ilk önce kendi hakkımı sorarım der, Allah. Bu nereden girmişse böyle tuhaf bir itikad vardır. “Efendim Allah’ınkini bırak da hele kul hakkı olmasın!” Öyle bir şey yok. Her hakkı sorar ve ilk önce kendisininkini sorar. İşin tuhafı da bu. Ondan sonra annesininkini, babasınınkini sorar. Ondan sonra geçer başka haklara. Öyle diyor. İlk önce kendi hakkımı sorarım.

[7] اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ 

“İsmin yoktu, resmin yoktu, cismin yoktu, vesmin[8] yoktu. Kendi kendini bilmezdin. Hiçbir defterde mukayyet değildin. Hiçbir şeyin yoktu. İsim verdik, resim verdik. Sana seni tanıttık, bir de mevcûdât içerisinde insan yaptık. İsti’datında fıtratında Benimle konuşma hakkını verdik.”

Değil mi ya, daha konuşuruz, konuşmanın ne olduğunu kimse bilir mi? Bunu hemen hemen her iki konuşmada bir tekrar ederim. Bir ilim adamı çıkar da konuşma şudur, diye tarifini yapabilir mi? Bir fen adamı çıkarda konuşma budur diye anlatabilir mi? Yook! E o hâlde, sen niye yaratırım, diyerekten orta yerde gezersin!? Neden insanları ezmeklik için dişini bilersin. Çok mu akıllısın, çok mu(?) Acaba o büyük aklınla bir gün olsun uykuya sözünü geçirebildin mi zavallı! Seni uyku bile dinlemiyor, uyku. Neyi ezersin! Çok akıllısın diyelim, farzedelim ki bütün kâinat senin aklınla idare oluyor fakat o muazzam aklın, bir gecenin uykusuna sözünü geçirebildi mi? Orta yerde bir şey yok.

O hâlde insanlığa sarıl. Bitiyor işte. Ot gibi sönüyor. Ağaran saçını geriye çevirebildin mi?  O ak, neden peydâ oldu mâdâmı ki öyle de. Yetmiş yaşında birine soralım, nerede yirmi yaşındaki kuvvetin? Sahip olunmuyor. Sahip olsana? Semayı deler gibi bakan insan bunların hepsine sahip olmalı. İlk önce ölümü öldürmeli, biir! Kabrin kapısını kapamalı, iki! Beşerden aczi gidermeli, üç! Bunların hiçbirisi yok. Öyle diyor,  Kendisi.

اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ[9]

وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ [10]   

[11] قُلْ يُحْي۪يهَا الَّـذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌ 

“İsim verdik resim verdik, cisme sahip kıldık. Kendimize muhatap tuttuk, konuşturduk. Bir gün Kendimiz konuşacağız, tercümansız, hicapsız. Câbecâ. Bütün esrarıma agâh olabilecek kabiliyetlerle seni meydana getirdim. Bütün mahlûkâtı sıfatımla meydana getirdim, seni zâtımla. Öz ellerimle yaptım seni, diyor. Kabahat mi yaptık, seni insan yaptık da?”

 فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين

“Suç mu?” Nazm-ı Kerim’in içinden çıkan bir mânâ. Anlamayan da ona da der ki, o şeyleri izahta tefhimde bunlar konuşulur. Öyle diyor, Allah. “Suç mu? Seni insan yaptık da kabahat mi ettik yahu! İlk önce Bana ilan-ı harp ettin.”

Her vakit var, Kudret’le azamet yarışına çıkan insan! Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Hira Dağından tek başına لَا اِلَهَ اِلَّا اللهْ  davasını açtığı vakit, tek başına.  O dava, insan hakları davası. Bugün ki tabirle. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi niçün bu davayı açtı? İnsan hakları. Aciz insana tapılmayacak. Zulme divan durulmayacak. Vicdanlarda müsâvât olacak. Madde de olmaz. Vicdanlarda olacak. Maddede olmaz, çünkü sen yüz gram ekmek yersin öteki elli gram yer, artanını ne yapacaksın? Olmaz. Vicdanlarda olacak.

O maddede de müsâvât yaparız diyenler, onlar Kudret’le harp ediyorlar. Madde de müsâvât olunca herkes aynı nispette olabilir mi? Çukuru kazan bulunacak, elektriği yapan olacak, hastaya bakanı olacak, bak ayrıldı. Olmuyor işte. Acaba anlatabiliyor muyum?  Ayrıldı. Ayrı ayrı onlar. Onları, Kudret ayırmış. Yalnız nerede olacak? Burada. Burada kimse kimseye tercih edilmeyecek. Tercihi ancak insanlığa yaptığı hizmet mukabilinde ayrılacak.

Kimin kalbi; mahlûk-u Hudâ’ya karşı en ufak bilâ cins fark olmaksızın rikkatle çarpar, hangisinin ki daha fazlaysa Allah ona üstünlük verir, rütbe verir. Ölçü bu. Babası şöyleymiş, dedesi böyleymiş, kendisi böyleymiş, kafası bu kadar genişmiş, boyu şu kadarmış, bunlara kıymet vermez. Nereye bakar? “Senin kalbin Benim yarattığım insanlar üzerinde ivazsız garazsız kaç derecede merhametlidir?” En yüksek kimse Allah’ın yanında en yüksek odur. İsterse cemiyette en ufak bir mevkîi olsun. İsterse olmasın. Hiçbir şeysi olmasın. İbadetler de o merhameti yerine getirmek içün ilaçtır işte. Hikmeti o.

Allah’ın hiçbir ibadete ihtiyacı yok. Benim var. Kafam dik! “Başını yere koy!” diyor, işte. Hani namazda vardır ya secde? Onu okuturlarken hep yanlış söylerler ya. “Burnunun ucuna bak, der. Secdede burnunun ucuna bak.” O zannediyor ki bu burnunun ucuna bakacak. Bu burnunun ucuna bakarsan gözün şaşı olur. Safran bulanır. Buraya baktın mı gözün şaşı olur. O ucuna baktın. Hani konuşmaz mıyız, darb-ı meseldir. Canım, herifin burnu büyük, deriz. O burnu büyük, suratındaki eti büyük mânâsına değil ki, ahmak adam demek o. Kibiri var.

Kibirli adama, ahlakta ahmak adam derler. En ahmak adam. Ahmak! Ne diye kibir edeceksin? Yer, yer seni. Değer mi kibre? Hiiii! Neler yemiş, neler yemiş! O çok kabarmış olan sadrı, arzın sinesi. “Bas bakayım bana, demiş. Bas, seni mahvedeceğim, ben. Şöyle gerilmiş, şöyle gerilmiş, şöyle yok mu?  Bas bana, bas sineni bas! O sadrını benim sinem mahvedecek!” Bu malum olduktan sonra artık, bütün herkese hakaretle bakmak, küçük görmek, ahmaklık değil de ya nedir? Ahmaktır! Aklın yapacağı iş değil.

Kibir bir yerde caiz. Orada akıl, orada lütuf, orada kerem! Onu kendi hesabına yapmayacaksın der, Allah. Müsaade eder, kibrin yapılacak şeyini. “Benim bir sıfatım vardır, ona El-Kibriya derler, onu vermem. Fakat bazı kere veririm insana, hoş görürüm. Gel o sıfatıma gir, şu alçak adama karşı Benim namıma kibir et. Yeri var. Şu insanlığa düşman, mânâya düşman, insana karşı yap; benim bu elbisemi giy. Benim hesabıma yap!” O ayrı, ondan mâadâsı ahmak. İşte o burnunun ucuna bak dediği: Bak Hak tanımışsın, sakın bu âdet hâlinde olmasın.  Görenek bir şekilde olmasın, sen şuurlu mu yapıyorsun bu ibadeti? Duydun da mı yapıyorsun? Yoksa böyle bir şey şekil söylemişlerdi de o şekili böyle herkese uyarak mı yapıyorsun? Şöyle bir kere kendi kendine durdun da “Ben yaa, demek ki bir huzura çıkacağım ha!”

Eimme-i İsnâ Aşer’den[12]  İmam-ı Zeynel Abidin Hazretleri her namaz kılışında uzun bir müddet rengi sararır, kül gibi olur. Öyle birçok bir tuhaf hâlet geçirirmiş. Kendisine sormuşlar.

“Her vakit bu olur size?”

“Her vakit olur.” demiş. “Ve bu olmazsa ben de yok olurum!”

“Ama baya bir sarsıntı geçiriyorsunuz.”

“Evet!” demiş. “Kendi cinsinizden fırsat, tesadüf her neyse, bir şekil vermişte büyük bir mevkîye sahip olmuş olan bir emirin, bir reisin huzuruna çıkarken seksen türlü düğme ilikler: ‘Şöyle söylerse böyle cevap vereceğim, böyle söylerse şöyle karşılayacağım, acaba ne şekilde kabul edecek, otur diyecek mi, azarlayacak mı, iltifat edecek mi?’ diyerekten tavırlar geçirirsiniz.  Ben Allah’a çıkıyorum yahu!” demiş.

Bir de onun şöylesi vardır. “Otur kardeşim, sen otur otur. Vakit geçiyor, şurada iki üç dakika var. Şimdi ben şunu ara yerden çıkarıvereyim. Şu namazı ara yerden çıkarıvereyim.” Keşke hiç kılmasaydın, aklına gelmeseydi. Gelmeseydi ne olurdu! Kapının önüne bir hizmetçi gelmiş, “şunu göreyim de savayım da seninle konuşayım”dan daha aşağı bir cümle. Acaba inceliklerini anlatıyor muyum? Durmak. İşte o burnunun ucuna bak, demedi. Ya ne dedi? Sen bu taatı şuurlu mu yapıyorsun? Duydun mu? Eğer duydunsa bak. Başını yere koydun. Burnuna bak, kırıldı mı benliğin? On bin defa secde etmiş ama benliğinden şu kadar bir şey koparamamış. Hepsi boş.

Bîkatrı taalluk abeses inheme taat sertâ nebûrî dest ez o secde ravânî.

Alayık-ı kevnîyeden soyunmadıkça yani Hak ve hakikate insanlığa ait olan şeylere mani olan şeyleri atmadıkça, Hak uğrunda kelleyi de ortaya koymadıkça, sen secde etmemişindir, diyor. Kolay mı zannedersin.

Bîkatrı taalluk abeses inheme taat sertâ nebûrî dest ez o secde ravânî.

Onun her şeysi öyle. Mesela yine dönelim. Ahlak mevzûyla alakadar da onun içün tekrar ediyorum bu mevzûlar. Mesela oruç, evvela kazancı kontrol eder. Bir insan da tekâmül edebilmesi içün, lokmasına bağlıdır. Bir şey anlatabiliyor muyum? Çünkü neden? Yediğin yemekle bu bedene kuvvet veriyorsun değil mi? Bu beden kuvvetlendikten sonra ruh buna biniyor, nefis de biniyor. Eğer başkasını inleterek, yahut herhangi bir kimsenin üzerinde Hakkı olarak... Bu o kadar ince bir bahistir ki, insan farkına varamaz.

Herkes kendi kendisini bilir. Yalnız çalmak demek, böyle bir sahibi yokken bir şey alıp cebine koymak demek değildir. Herkes kendi kıymetini bilir. Sen bin liralık bir adamsın, kendi kendine ölçtün. “Ben ayda bin liralık bir adamım.” Tesadüfen sana beş bin lira verilmiş, dört bin liranın hırsızısın. Anlatabildim mi acaba? Sen dört yüz liralık bir adamsın. Biliyorsun, diyorsun ki: “Ben, benim işim gücüm kafam dört yüz liralık bir kafadır.”  Sana üç bin lira verilmiş, tesadüf etmiş, sen iki bin altı yüz liranın hırsızısın.  Niçün mânâ ilimleri ticaret der? Ticarette kayıt yoktur. Anlatabildim mi acaba? Ticarette “Ay yirmi dokuz, para otuz” nazariyesi yoktur. “Allah ne gönderecek” vardır. Düşündüğü müddetçe Allah’ın dostu olur. Onun içün El-Kâsibu Habîbullah[13] denmiştir. Bir şey anlatabiliyor muyum?

“Rızkınızın onda dokuzunu ticarette arayın.” der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi.  Mahdut değil o, bilmez. Bakalım Allah ne gönderecek, der. Herkes kendi kendisini bilmez mi? Bilmez mi? Düşünüyor herkes ya, bilmez mi acaba? Ben mi yanlış söylüyorum? Bilir bilir, muhakkak bilir! “Ben iki bin liralık kafaya malikim, benim bilgim, benim işim, benim hâlim iki bin taneliktir.” On bin geldi, sekiz binin hırsızısın! Hah, bak şimdi nasıl kayıtlanmıştır o. Tayyip lokma ile vücut beslendi mi, nefis binmek istediği dakikada atar o at, bindirmez. Efendisi gelecek der, ruhu binecek. Onun içün oruç da kazancı kontrol ediyor. Kazancın âharın zararına, senin hakkın olmaksızın, bulamıyorum kelimelerini de. Siz anlıyorsunuz herhâlde. Gelen herhangi bir şeyden, iftar yaptı mı oruç fasittir. Kazanca bağlı ilk önce. Öyle olmasa milyonla insan bugün sâim; elini böyle açtığı vakit, arş iner aşağıya. Sen ne zannediyorsun, böyle arş aşağıya iner.

Şeriatın zaptiye nazırı Ömer, islam oldu. Bu da bir mühim bir mesele. İslam olmazdan evvel bir Ömer var, İslam’dan sonra bir Hazreti Ömer var. Bambaşka bir şey. Biraz evveli söylüyordum. Peygamber, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Muhammed, yâr-ı ağyâr boyun kesmiş kendisine. Değil mi ya? Ve bütün dünya bugün onun dediği ile oturup kalkıyor. Kötülük, ne şekilde olacağını haber vermiş. Aynen öyle dedi. İyilik ne şekilde olacağını aynen bugün büyük Kitap ne diyorsa, dünyada ne kadar bütün kâinatta ne varsa hep aynı. Çünkü her zamanın kitabı hangi kitapsa, her zamanın kitabının muallimi hangi şahıssa, onun arzusu ile kâinat idare bulur. Bir misal ver de anlayalım, de.  E vereyim misal.

Her hafta söylediğim gibi; ilim aştı.  E bugün ki vaziyete göre, daha yükselecek ya. Fen akılları durdurdu. Seyyarat âlemine çıkıyor. Felsefesi fikirlerde sarsıntı yaptı. Dünyanın her tarafında şurada huzur yok.  Talebeliğinden başla. Okursun, şu sene sınıfı geçeyim dersin, Sınıfı geçtikten üç beş gün sonra yine bir çöküntü var, kanatların kırılmış. “Canım, iki üç sene sonra hemen şöyle ben işte artık dünyanın işine başlayacağım.” dersin de beş on gün başlarsın yine çöküntü! Yok, buranda rahat yok. Masası olanda da yok, kasası olanda da yok, rütbesi olanda da yok, câhı olanda da yok, fakirinde de yok, zengininde de yok!

Merhamet hürmet muhabbet sermayesi kalktı. Bunları yayın. Rapor vermek lazım gelirse niçün beşeriyet inliyor? Allah’ın verdiği üç sermayeyi aldı, Allah. “Ben bir cemiyete, (diyor) bir insana üç büyük ihsanda bulunurum.” Cemiyette merhamet, muhabbet, hürmet bu kalktı. Bunlar gözükmez gözle, asârından anlaşılır. Merhamet deyince, böyle avucunla bir şey tutamazsın. Muhabbet deyince, böyle elinle tutup da teraziye koyup tartamazsın. Asârından anlaşılacak. Bereket de öyle değil mi ya? Onlar bir feyz-i manevi, gözle gözükmez asârından anlaşılır.

Köpek on tane doğurur. Koyun bir tane iki tane doğurur. Koyun günde milyonlarca zebh edilir, kesilir. Köpeğe el sürülmez. Sayım yapılsın koyunun âdedi köpeğin âdedinden çoktur. Hürmet, merhamet, muhabbet, bunu kaldırdı. Havas ile avamın muvazenesi bozuldu. Zengin tabaka ile düşkün tabaka. Havas ile avam bu. Zengin tabaka düşkün tabakaya merhamet etmek, kalktı. O merhameti görüp hürmet etmek aşağı tabakada o da kalktı. Bunun ikisi evlenecekti de muhabbet meydana gelecekti, tabiatıyla yok oldu. Büyük Kitap da bunun yeri, söyledik ya.

وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا  [14]

Bütün beşeriyet bu nazm-ı kerimin peşinden koşar. “Benim muhabbetim olan, o mânâdan arkasını çevirdi mi beşeriyet, inleteceğim!” diyor. İnleyecek!

 وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ  [15]

Toplayın diyor, bütün akıllılarınızı. En büyük kafalarınızı bir araya getirin. Bana sarılmadıkça yolu açmayacağım, diyor. Ee Çıkamıyor, kimse yoldan çıkamıyor işte. Herkes böyle ayak üzerinde duruyor, diken üzerinde durur gibi.  Şöyle olacak, böyle olacak. Hiçbir şey olacağı yok. Ne şöyle olur ne böyle olur, hep O’nun dediği olur. Ne demişse öyle olur.

Deden üç kıtada hükümdardı değil mi? Tarihin en eski efendisi olan necip Türk Milleti, üç kıtada hükümdar. Şöyle bir taa bakıyor dünya haritasına; bir adama çok fakat iki adama da az, diyor. “Bir adama çok fakat iki adama da az.” Bunu diyor amma bunu diyen adamın da haddizatında lazım gelen yerde kibir sıfatı var, ahmak sıfatı yok. E onu öyle diyor, öbür tarafında diyor ki: “Sevdiğime söyleyin, cenaze namazımı kılmasın. Ben öyle yatarken onun ayakta durmasına tahammül edemem.” Bir şey anlaşılmıyor mu?

Dağıttık konuşmayı toplayalım. Nerelerden dağıttım hatırlatabilir misiniz?  

“İnsan yaptık, kabahat mi ettik. Bütün serairimize agâh olabilecek kabiliyetlerde sizi meydana getirdim. Bize ilan-ı harp ettiniz. Bizimle ilan-ı harp ettiniz!” Her vakit mânâ ile alakası olmayanlar vardır, dedim. Cümle burada kaldı değil mi? Demek ki burayı hafif söylemişim, hatırlatıyorum yine iyi hatırlamıyorsunuz. Geldi birisi, bir avuç kemik aldı insan. Kafatası, bacak kemiği, çok da eski böyle yapınca ufalanabiliyor. O insan haklarını korumak içün nefsinin hayrını ayakaltına alarak; ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz davayı açan Zâtın karşısında dedi ki:

 قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يم   [16]

Alay ederek!  قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يم   

“Bu kül hâlinde ufalanan, kemiği, bu mu dirilecek? Kim diriltecek, buna mı hayat verilecek, bu mu hayatlanacak? Bir ebediyet davası açmışsın, hayat bundan ibaret değil diyorsun, bu mu hayatlanacak? Meçhul peşinden koşturuyorsun değil mi insanlığı!?” Böyle de yapıyor. Kuvvetli de pazısı da kuvvetli. Eli de böyle, bakır yırtan pehlivanlar var ya. Bir tane vardı yirmi sene evveli öyle bakırı yırtardı. O biçim bir el, böyle yapıyor. “Haa! Bu mu?” diyor.

Şimdi bir camiayı, bir varlığı meydana getirebilmeklik içün, benliğinden soyunarak kendini ortaya attığın vakitte, böyle de bir muannid[17] karşına gelir. Sanki sen bir para istiyor muşun, yahut bir câh istiyor muşun yahut bir şey istiyor muşun. Eh o külfete karşı bu da olur, belki denebilir yakışmaz ya. Böyle hiçbir şey, her şeyini vererek, bir de böyle çıkar. “Bu mu,  bu mu?” diyor! Duruyor duruyor.

 قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يم  

Bunlar mı diyor, buna mı hayat verecekler? Sonra bir istihza gülmesi vardır.

Beşeriyetin Fahr-i Ebediyetinin Nur-u, nur-u ariyet değildir. Mesela güneş buraya vurur, ziyası duvardan, güneşin ziyası akseder. Duvardaki o pertev[18] ariyettir, onun değil. İnsanlardaki nur da ariyettir. Ariyetsiz bir nur var, Hazreti Muhammed’in nuru. Bizâtihi kendinden. Yüz konferans vermem lazım onu anlatmak içün. Böyle bir cümle verip geçiyorum. Müteessir oldu tabi. Bir şey beklemiyor ki!

Hudâ: “Söyle söyle, dedi. O gerinip de konuşana söyle. Söyle bakalım cevap versin, dedi. De ki: Evet, o dirilecek. Söyle, onun anlayış tarzına göre öyle, de. Fakat Benim âdetim bir yaptığımı bir daha yapmam Ben.” Anlatabiliyor muyum burayı? “Benim âdetimde tekerrür yok. Ben Allah’ım, bir yaptığımı bir daha yapmam. Baran-ı rahmetim[19] her katresini bir meleğe indirir, ... Acaba anlatabiliyor muyum? Bir daha hizmet görmez, o kadar. “Ben bir yaptığımı bir daha yapan değilim. Fakat onun anlayış tarzına göre böyle diyor değil mi? Evet, o dirilecek, de!” hem şöyle söyler:

 قُلْ يُحْي۪يهَا الَّـذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ    [20]

“İsmin yokken, resmin yokken, o kemiği elinde tutamazken, O KEMİĞİ YAPAN!” Bir şey anlatamıyor muyum? “Sen eline daha kemiği almazdan evvel, kemiği tutamazken, ONU YAPAN! Maddesi, modeli zamanı mekânı yokken yapan! Şimdi maddeyi buldun gösteriyorsun! Modeli buldun, bu mu diyorsun! Mekânı buldun, üzerine durup konuşuyorsun. Mekânın da yokken madden de modelin de yokken nasıl yaptıysa, yine öyle yapacak. İlmen inkâr edemez kerata!” Söyle, diyor.

وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ   [21]

“Ben öyle bir Allah’ım ki, maddeli modelli, modelli modelsiz, analı babalı, anasız babalı, babalı anasız, hem anasız hem babasız. Öyle yaparım, Ben!”

İlim tasdike götürür, cehil de inkâra. Bu kaideyi unutmayın. Her yerde her işte, yalnız mânâda değil; suret bilgilerinde de, âdi bilgilerde de, mânâ bilgilerinde de daima ilim tasdike götürür. Cehil de inkâra. Bir! Bir şeyin tasdikinde zarar yok, inkârında da faide yoksa anlatamıyor muyum? Tasdik ediyorsun, zararı var mı? Yok. İnkâr ediyorsun fayda var mı? Yok. Mâdâmı ki ilim tasdike götürür, tasdik edeceksin. Kaide bu. Bu kaideyi söylemek içün, bugün konuşmanın an yeri bu. Bunu düstur olarak koy. İlim tasdike götürür cehil inkâra. Bir şeyin tasdikinde zarar yok, inkârında da fayda yok, tasdikine gidilir, çünkü ilmin iktizası[22] ondan ibaret. Bundan beş asır evvel dünyanın bir ucunda konuşulacak burada dinlenilecek dendiği vakitte, cahil “Götürürler seni!” derdi, amiyane tabirle. İlim adamı öyle demez. Olur, âlem-i imkândır. Anlatabildim mi acaba?

İkinci kaldığımız yer neresiydi? Bir devresi var. Ama bunu ne içün konuşacaktım? Hatırlatayım size. Niye iyi dinlemiyorsunuz? Dedim ki: Bu kadar insan sâim, böyle açsa arş iner yere, dedim. Değil mi? Söyledik değil mi? İşte ona misal veriyorum.

Açtı, dava açıldı. Hısımlar da hasım oldu. Hasımları bırak, hısımlar hasım! Bütün medeniyetler hasım. Bir şahıs; ne ordu var, ne kasa var, ne masa var, bak Kudret’in büyüklüğüne. Kudret, daima büyüklüğünü kâinatta göstermiştir amma insanlar uyanmaz. Gaflet şarabı ile mesttir.

Firavun, Musa’yı arıyordu bucak bucak. Dokuz yüz doksan kusur bin yavru kesti! Allah da diyor ki: “Sen ara! Benim dediğim olacak, senin kucağında büyüteceğim. O kadar yakın yapacağım buldurtmayacağım sana.  Kucağında büyüttüreceğim, sana o kadar yakınken sen ara. Bucak bucak, mahalle köşesinde gizli kalmış var mı, kalmamış var mı? Kimin eğer anası babası haber vermezse onu da imha edeceğim, diye ilanlarını yap, ara sen! Ben, senin kucağında emrettiğim vaziyetinde buldurtmayacağım, sana. Günü gelinceye kadar buldurtmayacağım!”

Ne kadar mağrurdu aklıyla bilir misin? Kiyâsetine zekâsına ne kadar mağrur idi. Kolay mı o

 [23] اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ   demek?  Ve ona, evet dedirtmek. Koca bir millete “Ne arıyorsunuz işte Rab benim!” dedi. “Evet, sensin Rab!” dediler. “En büyük Allah’ınız, benim!” dedi. “Evet, sensin!”  dedirtti, herif!  Bu kadar mağrur idi fakat Musa’nın elindeki çobandeğneği ile devrildi. Allah’ın istihza mevzûu. Der, der! Musa’nın elindeki çobandeğneği ile devrildi. Kolay değil ki o!

Hasım! Medeniyetler işine gelmiyor tabiatıyla. Zayıf kavîden hakkını alacak, diyor. Zulme divan durulmayacak, diyor. Kadın hakkı meydana gelecek, diyor. Kadın hukukunu, dünyada tanıttıran Hazreti Muhammed’dir. Hiçbir kanun bugün bile daha tanıttıramaz, onun tanıttığı kadar. Yok! İştirak-ı hayat var, der. O, demez. Kadın mahall-i tekvindir, der. Mükevvine[24] kurbiyeti[25] vardır. Mahall-i tekvin[26] yani kadın, Allah’ın sun’-i İlahi fabrikasının insan dokuma tezgâhıdır. İştirak-ı hayatını filan kabul etmem, der. Çalışacan bakacan. Acaba anlatabiliyor muyum?

1870 tarihine kadar medeniyeti taklit edilen Garb’ın en yüksek vaziyetinde bulunan İngiltere’de 1870 tarihinde kadın kocaya vardığı vakitte babasından kalan mallar kocaya geçerdi. Kadın kendi malını kullanamaz. Hazreti Muhammed de öyle değildir. On dört asır evvel kadın malına bizâtihi, hatta soyadını babasından almaz. Kadın kocaya varır, yine babasındaki soyadını taşır. Kocasındakini taşımaz. Ne çıkar ondan? Ne çıkar? Kadının kendine mahsus bir manevi gururu vardır, diyor. Kocası boşar; bugün o adamın soyadı, yarın öbür adamın... Kocası ölür, hakk-ı meşruudur başkasına varır, o onun ruhunda rencide olur. Olmaz, babasının ismini taşısın, der. Anlatabiliyor muyum inceliğini? O bambaşka bir iş o. Ama biz böyle işte, haminnevari[27] bir mânâya inanmışız, o alay eder, beriki geri kafalı der, öbürkü ileri kafalıdır, der. Öyle düsturlardır ki onlar adamı yakar, yakar!

Daha düne kadar en yüksek medeniyetler... İşte aç, Roma medeniyetini oku. Yunan medeniyetini, aç oku. Eski medeniyet. Kocaman kâinatın iftihar ettiği medeniyet! Kocası ölür; karı kadın, dolap gibi miras kalır. Mirasçılara. Pazara götürür, satarlar. Öküz satar gibi satarlardı. Anlatabiliyor muyum? Cayır cayır götürür, satar.

O, mahall-i tekvin, dedi. Mükevvine kurbiyeti var, dedi. Ölünce annesine izafe eder, ismini. Bak babasından soyar, annesine götürür. Neden? Orada tekevvün ettiği için merhameti muciptir. Çocuğun hilkatte yaradılışı; anasır itibariyle anasının sadrından, babasının zahrından. Sadır; mahall-i şefkat, mahalli merhamet. Kaç defa söyledim bunları, tekrar ediyorum. Çocuk babanın kucağında soğuk durur. Fakat annenin şöyle bir bağrına basışı vardır, alışı vardır, rikkati mucip olur. Çocuk babası taşısın, böyle bacakları sallanır. Anasında bacağı sallanmaz. Merhamet cazibesi onu toplar.

E gurbet başladı, gurbet. Bir memleketten gidip diğer memlekete yahut bir diyardan gidip başka diyara yahut bu kıtadan çıkıp başka kıtaya gitmeklik değildir ki gurbet. Gurbet, adama âmel sandığı denilen kabir çukurundan sonra başlar. Gurbet odur. İnsan o vakit garip olur. Kaç türlü garip var?  O vakit garip olur. Ehh, o vakit annesinin ismi ile izafe edilir, annesine. Neden? Annenin sadrından ya. Bir remiz var. “Ya Rabbi! Biz bunu babasından aldık, artık annesiyle -Annesi mahall-i şefkatti,  mahall-i rahmetti- annesine izafe ediyoruz.” Düne kadar Veli’nin oğlu Nuri denirken bugün Fatıma’nın oğlu Nuri deniliyor. Merhametini bekliyoruz, demektir. Anlatabildim mi? Ona da başka mânâ verirler. Neyse şimdi ben hep öyle verilen mânâları söyleyecek değilim. Anlamaz öyle verir, uydurur uydurur verir!

Yeter mi yoksa konuşayım mı? Daha da erken. Üüü, altıyı kaç geçiyor. Çok vakit var daha. Yoruldun mu? Ben daha konuşmaya başlamadım.

Açıldı dava. İstemiyorlar, birçok hak meydana gelecekti. Kadın hakları. Mesela, her vaziyeti müsait olan o vakit seksen tane, yüz tane kadın alır. Bunları kaldıracak Hazreti Muhammed. Hep tersine bilirler. Anlatabiliyor muyum? Şey olmadıktan sonra, külfeti olmadıktan sonra, makam-ı hakarette de bulundurduktan sonra ne olacak? O vaktin en büyük Roma’nın reis-i ruhanileri, en büyük kilise, kadını tarif ederken “Kadın alet-i şerdir, alet-i zevktir!” böyle tarif ediyor, Eizzesi.[28] Tabi bu bambaşka bir mânâ ortaya gelince durdurur. Sarsıntı başlıyor.

 [29]  لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْـَٔلُونَ 

Medeniyet kabul eder mi? O günün medeniyeti? Allah’tan başka herkes hesap verecektir, diyor. Kral “lâ-yen’azil, lâ-yüsel” onlarda.  Ne hesap verir, ne sorulabilir, ne azlolunabilir. “Yook, diyor. Allah’tan başka herkes hesap verecek. Şu, bu yok. Verecek herkes hesabı!” Tabi işine gelmiyor. Bu sefer kendi hısımlarında da başladı. Kureyş ekâbiri, bu çekilmez dediler. Toplandı, Dâru'n-Nedve’de yani bugünkü tabirle o günün partisinde toplanıldı.

“Ne yapalım? Belki bir güzel kadın yahut bir güzel kız mevzûu olabilir. Teklif edelim bakalım.” Toplandılar dediler ki: “Bu davayı açtın, bundan maksadın, eğer böyle bir şeyse, en güzelini Ceziretü’l-Arab’da ne kadar istersen, bunu biz kendimize vazife edindik, size hazırlayacağız.”

Güldü. “İşte anlamıyorsunuz da ondan.” dedi.

“Peki, nedir istediğin?”

“İnsan hakları, dedi. Böyle haklar arasında bütün mahlûkâtın hukukuna riayet edilecek. Başta buradan başlayacağız, öyle gidecek. Benlik kalkacak!” dedi.

Biraz vakit geçti yine toplandılar. “Belki hükümdar olmak istiyor.” Gittiler, dediler ki: “Bütün Cezire’yi emrine amade edeceğiz, seni hükümdar tayin edeceğiz, böyle köle gibi etrafında hizmet edeceğiz.”

“Ben, çömlek içinde et yiyen kadının oğluyum. Ben böyle şeylerden hoşlanmam.”

Ne dendiyse olmadı. Nihayet, amcasının hatırını sayıyorlar. Ebu Talib’in.  Ona dediler ki: “Kardeşinin çocuğunu biz çekemeyeceğiz. Senin hatırın içün ilişmiyoruz fakat sen kendisi ile görüş, kimseye bahsetmesin. Bu açmış olduğu davayı konuşmasın!”

Çağırdı, lisan-ı münasiple: “Zemin daha hazırlanmamış, dedi. Hazırlanmamış olan bu muhitte bu dava üzerinde görüşmeklik sizin içün, iyi netice alamayacaksınız.” dedi.

Derhal anladı. Dedi ki: “Amca, yakınlarımdan sinn-i[30] şeyhûheti[31] idrak etmiş bir tek sen tutuyorsun, sen de bırak. İmkân olsa da bir elime kameri, bir elime şemsi koysan, bu dava açılmıştır. Sende bırak!” dedi.

Ve hızla çıkmak istedi. Koştu, Eb-u Talib, tuttu. “Ölünceye kadar beraberim. Aç davanı ve ben ölmedikçe de sana bir şey yapamayacaklardır, dedi. Ben hayattayken de bir şey yapamayacaklar.”

Baktılar ki olmuyor, yürümüyor. Fakat şurayı söylemeden insan, (Birkaç sefer söylemişim ama yine tekrar edeyim.) insan geçemez. O günün en muannid adamlarından biri Ebu Cehil. Onun vaktiyle aklı, şeyi ismi akıl babasıydı. Bak akıl yerinde kullanılmazsa nasıl dönüveriyor. Örf içerisinde “akıl babasıydı" ismi. Sonra “cehil babası” oldu. Akıl nefse uşak olursa ne fena yerlere gidiyor. Böyle olmakla beraber, o Ebu Cehil’den sonra tarih ne kadar Ebu Cehiller yetiştirmiştir ki o günkü Ebu Cehil, tarihin son yetiştirmiş olduğu ebu cehillerin yanında efendi hazretleri gibidir. Neden?

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin bir amcası Hamza’dır. Henüz açılan davaya iştirak etmemiş. O günde Ebu Cehil çok hakaret etmiş. Hazreti Hamza’nın bir cariyesi var. Ama ne cariye! Ava gitmiş, avdan geliyor. Cariyenin kendine mahsus âdeti var işte.  Karşılama, ayaklarını çıkarma, üzerinden elbisesini alma filan. Bir canlılık, kendi nefsine mahsus bir an. Tarif edilmez ki o. O günde karşılamış amma gayet soğuk.

“Ne o hasta mısın?” demiş. “Hayır!” “Sen bir tuhafsın!”

“Ne yapayım ki, demiş. Hür değilim. Sonra kadınım.”

“Ee, hür olsan, kadın olmasan ne olur?”

“Sizin şanınıza yakışır mı? Düne kadar Emin diye peşinde koştuğunuz kardeşinizin çocuğuna, artık bu alçak herif bu kadar hakaret etsin! İçim yanıyor!” demiş.

Onu hangi boyayla boyayıp söylemişse... Soyunmayacağım demiş, Hamza. Ok elbiseleriyle, oku ile av elbiseleriyle doğru Daru'n- Nedve’ye gitmiş. Sayılı insanlardan. Ebu Cehil filan avânı kıyam etmişler. Buyurun, demişler. Hayır demiş, oturmayacağım. Anlamış zeki herif.

“Neden, demiş. Bu kadar çok ileri gittin?”

“Korkarım Hamza, sen de teslim oldun!”

“Olursam ne lazım gelir, demiş. Aklen, örfen, vicdanen, cemiyyeten, tenkit edecek bir yerimiz var mı?”

“Yazık oldu sana!” demiş. Der demez, bir vurmuş, böyle açılmış Ebu cehilin kafası şöyle. Kan boşalıyor. Avânı var, dalkavukları var, silahşörleri var. Hamza’nın üzerine hücum ederlerken, Ebu Cehil bir yandan eliyle böyle tutuyor.

“Hamza haklıdır. Bizde haddinden fazla gittik ya! Hamza haklıdır.” diyor.

Tarih öyle Ebu Cehiller yetiştirmiştir ki ondan sonra “haklıdır” değil, Hak kelimesini ağzına alamamıştır insanlar. Böyle. Neyse söyleyeceğimiz asıl o yer değil. Bir karar daha vermişler, karar da diyorlar ki:

“Tek bir çare kalmıştır, kim imha edebilir? Kim imha eder?”

O günün en ileri gelen celadetli,[32] celaletli,  pazusuna güvenen şahsiyetlerinden Ömer, diyor ki: “O işin eri, benim!”  Pekâlâ, buyurun, diyorlar. Bize burada hisse alınacak çok yerler var. Öyle dolmuş gidiyor ki Hazreti Muhammed’in başını alacak! Böyle gidiyor. Gidiş tarzından biri yolda rast geliyor. Anlıyor.

“Nereye gidiyorsun canım!” diyor.

“O kadar kıymet verdik, o kadar gönlümüzde taşıdık; çıkardı başımıza bir dava, ne dedikse dinlemez. Bunun çareyi halli başka bir şey yok!”

“İyi ama diyor, insan ilk önce en yakınından işe başlamalı!”

“Kim diyor, yakınım?”

"Senin kız kardeşin de enişten de Ona teslim olmuştur.” diyor.

“Anladım, demek ki sende bu serairi biliyorsun, sende onlardansın!” diyor, bir vuruyor düşüyor adam bayılıyor oraya. Kuvvet sağlam. Doğru gidiyor kardeşinin yerine. Hubab İbn-i Münzir’de Taha Suresi nazil olmuş, bunu talim ediyor. Hubab İbn-i Münzir; Bedir harbi, erkân-ı harbiye reisi. Bunu öğretmeye gelmiş. Okuyorlar onu.  

[33]  طٰهٰۜ ﴿١﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ   

Akıntı… Dinlemiş. Bunlar hakikaten böyle olmuşlar, diyor. Kapıyı çalıyor, çalış tarzından anlamış hemşiresi. Fatıma Bint-i El-Hattab. Hubab’a yani onu öğretmeye gelen muallime  “Ömer geldi!” diyor. Ağabeyim geldi, demiyor. Çünkü neden? Abisi insan haklarına düşman. Benimle sıhriyeti[34] yoktur, diyor. Anlatabiliyor muyum acaba? İş bu gömlekte değil ki, diyor.

“Sen zahire ambarına gir, diyor. Zahire ambarına gir sen!” Tabi onu orada gizleyinceye kadar, getirilen şeyi de oraya buraya sokuncaya kadar, biraz vakit geçiyor, kapı açılıyor. “Niye geç açtınız kapıyı!” diyor. “E biraz meşguldük.”

“Hayır, diyor. Ben haber aldım geldim, diyor. Siz bizden ayrılmışsınız.”  

Eniştesi diyor ki: “Ömer, insaf et! Kudret, insanlara iki büyük hakem tayin etmiştir. Sonra onların sıfatları vardır. Onları da toplayalım. Akıl, vicdan, insaf, adil. Bunlar bir araya geldiği vakitte, şu açılmış olan dava önüne serd edildiği vakitte bizi kötülüklerden alıkoyuyor,  maddi manevi terakkiye sevk ediyor. Şimdi bunun karşısında cephe almanın, bilmem ki diyor, ne dereceye kadar doğru olabilir.”

“Daha sen konuşuyorsun, diyor. Bak, beni de bir tuhaf hâle sokmak istiyorsun!” Üzerine çullanınca, bu sefer kız kardeşi kocasını kurtarmak şekli ile geliyor, ona da vuruyor. Şuradan şöyle açılmış, şakağından böyle kan akıyor. “Hııh şimdi diyor,  iş aleniyete[35] binsin.” Açıyor pencereyi:

 “Bizim gizli ikrarımızı bütün mevcûdât dinlesin. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah. Ya Rabbi şahit kıl bütün eşyayı!” diyor.

Buradan öbür tarafını Ömer, der. “Bu onları söylerken ben köşeye, mindere serildim. Belli de etmek istemiyorum. Kardeşimin vurmuş olduğu tokat, benim vurduğum tokadın cinsinden değildi. Toparlanmak istiyorum, tutmuyor. Sinirlerim mi bozuldu diyorum, bakıyorum sinirlerimde hiçbir bozukluk yok. Asab tarzımda bir değişiklik yok. Fakat bende bir külçelik var. Bir an durdum, diyor. Kendimi toparlamak, belli etmeksizin, hâlâ o sahte benliğim üzerimde, diyor.  Bunları atamamışım, şey ederken, yastığın kenarından bir şey gördüm, onu bana verin dedim.”

Kardeşim kalktı, onu aldı göğsüne bastı. “Bu maşukumun mektubudur, bir âşık elden bir âşık ele gider. O'nun düşmanının eli, beni parçalamadıkça alamaz. Sonra sen onu bil ki, mâdâmı ki sen bu işi üzerine vazife olarak almışsın, sen benim her parçamı bu kulağım kadar yapmadıkça gayeni ikmal etmiş olamazsın. Bende hazır bir vaziyette bekliyorum. Ondan sonra o vakit benim kalıbım gider, bu maşukun mektubunu alırsın.” diyor.

“Okuyun bana biraz onları.” diyor. Okuyorlar birkaç cümle. Kendi kendine hayrete taalluk eden kelimeler zikrediyor. “Demek ki bize bunu, onun içün bildirtmiyorlarmış. İş şimdi meydana çıktı. Nerededir diyor, tabi olduğunuz zât?”

Şimdi kız kardeşi böyle oturuyor, Ömer böyle duruyor, kız kardeşinin kocası yani Ömer’in eniştesi de şöyle duruyor. Ömer soruyor buraya, nerededir, diyor. Eniştesi buradan karısına haremine yani ya.  “İbn-i Erkam’ın evinde ne yapacaksın?” diyor. “Pekâlâ!” diyor, oradan çıkıyor.

Şimdi Hubab, zahire ambarından dışarıya çıkıyor. Eniştesi oradan “Çok fena yaptın, diyor. Çok fena bir şey yaptın. Tembihliydik. Sende tembihlenmiştin. Olduğu yer söylenmeyecekti.”

“Ömer şimdiden sonra elini kimseye kaldıramaz, diyor. Bu sahada bulunan hiç kimseye kaldıramaz. Bana tokadı vurduğu vakitte, ben gerisin geriye düşerken, baktım iki el beni böyle tutuyor. O ellerde Onun eliydi. Artık adresi vermemek zaruriyeti kalmamıştır.”

İbn-i Erkam’ın evine geliyor. Kapı çalınıyor, kim olduğu öğreniliyor.  Talha ile Zübeyr “Açmayalım kapıyı!” diyorlar. Hazreti Hamza ile Hazreti Ali, bakıyorlar ne söylenecek diye, tebessüm ediyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Açın kapıyı da gelsin, bakalım!” diyor.

Kapıyı açarken Hamza,  Ali’ye diyor ki: “Sol koluna sen, sağ koluna ben gireyim, öyle çıkaralım.”

Kapıyı açıyorlar, kolundan tutaraktan çıkarıyorlar, daha tam yaklaşırlarken “Niye serbest bırakmıyorsunuz Ömer’i, diyor. Bırakın serbest!” Yaklaşmış, şöyle eteğinden tutmuş. “Bu elindeki kılıçla mı benim başımı alacaksın!” demiş, bir sallamış.

Ömer diyor ki: “Bu kadar ceza yeter değil miydi?” Sonra kendisine soruyorlar. “Küre saplandı zannettim!”

Bu bahis çok uzun sürer. Bana, benim söylemek istediğim yere gelelim de bir iki yüz sayfayı atlayayım şimdi vakit geçmesin. Ne oldu, ne oldu, ne oldu?  Uzun o bahis, uzun bir bahis, tarih. Tarihin bu kısmı bizim bu mevzûmuza bir alaka peydâ ettiğinden anlattık. Amma hepsini anlatsak vakit geç olacak. Bize lazım olan bir yeri şimdi burada...

İnsan, Kudret’ten ümidini kesmemeli. Henüz elindeki fırsat gitmeden, rücû ederse...

Şimdi Ömer, Pûte-i Muhammedi de erimeseydi en büyük şaki idi. İlk niyetine bak. Mahbub-u Hudâ’nın başını alacağım, diye kalkmış! Ondan daha büyük eşkıya olur mu? Fakat sonra da tekrar dönerken, Ebu Cehil ve avânı bekliyor bakalım ne havadis gelecek diye, heyecan içerisinde en önde.

“Dikkat edin, diyor. Bu gelen Ömer, ilk Ömer değil. Eğer şöyle nazarınız da bir çekiklik görürsem, başka türlü geliyorum ben!” diyor. Bir an evvel bir res-i saadeti almaya gelen bir Ömer, bir an sonra eşkıyanın kellesini almaya hazırlanmış bir Ömer.

Demek oluyor ki: İnsanların kalbi, mukallibu’l-kulûbun[i] elinde. Rücû edebilirse şaki iken said olabilir. Yaa!

Kırkıncı teslim olanlardandır. Bizim şimdi mevzûmuzla alakalı olan yeri şurası. O kırk kişiyi birden diziyor, Peygamber.

“Dikkat edin, diyor. Bu kubbenin altında bu kırk kalpte ne vakit ki kırk tane insan bulunur, bütün kâinat bir araya gelmiş olsa yıkmasına imkânı yoktur. Çünkü bunlar Allah ile beraberdir, yıkarlar. Ben bu kırk insan ile Sûreka’nın[36] bileğinde Kisra’nın bileziklerinin takılmış olduğunu görüyorum. Bu kırk insanın birleşmesi olan kalbinde filan yerdeki parçalanmayan taşın, kazmalarının vurmuş olduğu hendekte, hendek gazvesinde vurmuş olduğu kıvılcımın içerisinde Bizans’ın anahtarlarını görüyorum. Ve bunu bilin ki, bu kırk kalpte ne vakit ki bu küre insan besler, muhakkak surette bütün kâinat birleşse, bu kırk adama galebe edemez.”

Ne kırk adam şimdi belki milyonla insan, o davayı güder amma nereye getirmiştim? Bir oruç mevzûuna başlamıştık. Bir gönül mevzûundan girmiştik. Anlatabiliyor muyum acaba? Cümleleri nokta nokta bıraktık, sizler de toplarsınız.

Şimdi ahlakın tarifini yapacaktık, vazifenin tarifini yapacaktık, aklın tarifini yapacaktık, ışkın tarifini yapacaktık, kalbin tarifini yapacaktık, bunun içerisinde en mühimi insanın tarifini yapacaktık. Sonra bu insanın ne gibi vazifelerle mücehhez olacağını yapacaktık, vaktimiz kalmadı. Sağ kalır, Kudret de müsaade ederse haftaya konuştuğumuz vakit bunları yaparız.

Bugünlük bu kadar yeter.



[1] Menhiyyat: Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar.
[2] Tecziye: Cezalandırma. 
[3] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek
[4] Mir’at-ı Hak: Hakkın aynası. 
[5] Mün'im: Nimet veren, yedirip içiren.
[6] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek.
[7] Yasin 77. Ayet-i Kerime: اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi.
[8] Vesm: Damga. İşaret.
[9] Yasin 77. Ayet-i Kerime: اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi.
[10] Yasin Suresi 78. Ayet-i kerime وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ 
Meali: Yaratılışını unutarak bize bir de mesel fırlattı: "Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?" dedi.
[11] Yasin Suresi 79. Ayet-i Kerime قُلْ يُحْي۪يهَا الَّـذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ
Meali: De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir."
[12] Eimme-i isnâ aşer: On iki imâm.( Eimme:İmamlar.İsnâ aşer: on iki)
[13] El-Kâsibu Habîbullâh: “Çalışıp geçimini kazanan, Allah'ın sevgili kuludur.(dostudur)”
“Allah, çalışıp alın teriyle kazananları sever.” Mealindeki Hadis-i Şerif
[14] Taha Suresi 124. Ayet-i Kerime   وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
[15] Al-i İmran Suresi, 101. Ayet-i Kerime meali: “Size Allah’ın âyetleri okunup dururken, üstelik Allah Resulü de aranızda bulunurken nasıl inkâra saparsınız? Her kim Allah’a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir.”
[16] Yasin Suresi 78. Ayet-i Kerime: “Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve “Şu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?” diyor.”
[17] Muannid: İnatçı
[18] Pertev: (Pertav) f. Ziya, ışık.
[19] Baran-ı rahmet: Rahmet yağmuru.
[20] Yasin Suresi, 79. Ayet-i Kerime. “De ki: “Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek."
[21] Yasin Suresi, 79. Ayet-i Kerime "... O yaratmanın her türlüsünü bilir.”
[22] İktiza: Lâzım gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.
[23] Nazirat Suresi 24. Ayet-i Kerime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali: "Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[24] Mükevvin: Yaratan, yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin)
[25] Kurbiyyet: Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak.
[26] Tekvin: Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak,
[27] Haminne: Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
[28] Eizze:(Aziz. C.) Azizler.
[29] Enbiya Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْـَٔلُونَ
Meali: O, yaptığından sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu tutulacaklardır.
[30] Sinn/Sinni: Yaş.Doğumdan îtibâren yaşanılan süre, sene.
[31] Şeyhûhet: Yaşlılık, ihtiyarlık.  (Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık.  İhtiyarlık.  Yaşlılık.
[32] Celadet: Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
[33] Taha Suresi 1 ve 2. Ayeti Kerimeler طٰهٰۜ ﴿١﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ
Meali Ta ha, Ey Muhammed! Kur'ân'ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.
[34] Sıhriyet: Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık.
[35] Aleniyet: Gizli olmayarak, açıktan.
[36] Süreka Bin Malik


[i] Hattat Mahmud Seyyid.



0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017