046 (24.05.1959) 84 dk (226)
… olduğu zaman, kendini arama
zevki hâsıl olur.
“Ben kimim, nereden geldim, niçün
geldim, niye getirildim? Benden beklenen nedir? Nereye götürülüyorum? Gelmemde
gitmemde ihtiyârım yok. Dünya denilen bu imtihan âlemine, bu mihnethaneye,
ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen bu sahneye, dirliği kısa olan bu eve,
beni getirirlerken sormadılar. Sayılı nefesim bittikten sonra götürürlerken de
sormuyorlar. Acaba ben kimim? Kendim kendimi mi yaptım? Muhitim beni mi yaptı?”
Böyle bir enfüsi konuşma olur.
Ahlak der ki: Henüz bu konuşmaya başlamamış makam-ı insaniyete ayak basmamış kimsedir. Çünkü hayvan da yer içer, tenâsül eder. Nihayet insan da yer içer, tenâsül eder. Hayvanla insanı ayırabilecek bir sıfat-ı mümeyyize var. O da olanı görmesidir.
Cenab-ı Hak, mevcûdât içerisinde
tefekkür hassasını, bir de mühim bir şey daha var, iradesini hiçbir mahlûka
vermemiştir. İrade sıfatı yalnız insandadır. Melekte de yoktur. Hiçbir mevcût da
yoktur. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Sen bağladın mı ona? Aşağıya
gidiyor mu? En mühim yeri bu. İrade. Bu sıfatı, Kudret kimseye vermedi. Ve
bunun kullanılmasını ister. Şimdi buna, bu mevzûa manevi bir cepheden de bir
varlık konuşalım.
Niçün insana menhiyyat[1]
yasak olmuştur? Hayvan bir zarar yaparsa mucib-i tecziye[2]
değildir, fakat insan bir zarar yaparsa mucib-i tecziyedir değil mi? Hayvan
gelse camları kırsa, şöyle etse böyle etse, birçok zararlar yapsa, kanun onun
yakasına yapışır mı? Hadi dünyada kurtardı insan, diyelim. Bunun ebedi kanunu
var yine yakalar. Hayvanda böyle değil. Neden?
İnsan, Hakk'ın hiçbir mahlûka
vermediği hususi bir sıfatı vardır. O sıfatı taşır, irade derler ona. İrade.
Mesela, dinin ibadet kısmından bir misalle daha iyi anlatabiliriz. Daha iyi
anlaşılabilir. Oruç; Allah’a karşı, O’nun bütün mahlûkâttan daha şerefli, daha
seçerek daha nazdar, daha niyazdar, nazenin, daha tabir daha açık konuşalım, Allah diyor ki:
“Benim güzelliğimi hiçbir mahlûk taşıyamaz. Dayanamaz. Ben hubb-u sübhânimi
yalnız insan aynasından gösteririm.” Bu ilk söylediğim sözdür, bunu iyi belle.
En mühim yeri.
“Ben muhabbet-i sübhânimi, kendi
güzelliğimi daha Türkçesi, bütün kâinat ayine olsa hiçbirisi oraya tecelli
ettiği vakitte dayanamaz. Ben bu tecelliyi yalnız, insan ayinesinden kâinata temâşâ
ettirebilirim.” Demek oluyor ki insan, Hazreti İnsan ama. Bir de iki ayağı
üzerinde yürüyen canlı mahlûk var, o ayrı. İnsan; enisi, munisi, yârı, nigârı
Hak olan adam. Suret itibariyle herkes benzer. Fakat bir de hususiyet alıyor.
Onun içün Allah öyle der:
Lâ yeseunî ardi velâ semâi ve
veseanî kalbî abdi’l- mü’mini’l-heyyini’l-leyyin.
“Gafiller beni göklerde arar,
arifler de gönüllerde arar. Beni, ne arz ne sema hiçbir yer ihâta edememiştir.
Beni bulmak istersen, kırık kalpli insanın kalbinde bulabilirsin.”
Yani kırık kalpli insanın
kalbinde bulabilirsin deyince, Allah hâşâ böyle tecessüm etti de o kalbin içine
girdi, mânâsı gelir ekseriyetle. Hayır, biraz evveli söylediğim gibi. “Benim
hubb-u sübhânimi, hiçbir mevcut sana gösteremez. Ben o aynadan sana gözükürüm.”
Mesela oruç, bu sahne-i imtihanda Hakk’ın irade sıfatını kullandığına ait,
kulun Hakk’a karşı taabbüdüdür[3].
Mesela yemiyor, acıkmış. İradesini kullanmasa durabilir mi? Anlatabiliyor muyum
acaba? İçmiyor, işte nelerle kayıtlanmışsa bu kayıtlı olan şeyleri yapmıyor.
Yapmaması, Allah’ın kendisinde hususi olan, irade sıfatını kullanıyor ve onun
içün Cenab-ı Hak da diyor ki:
“Benim bütün sıfatlarıma layık
olmuştur, çünkü mâdâmı ki irade sıfatını kullanıyor. Ben, bunda Sem’i sıfatımı
da veririm. Basar sıfatımı da veririm. Kelam sıfatımı da veririm.”
Anlatabiliyor muyum acaba?
Sonra bu, orucun zahirde taalluk
eden bir de onun iç âleminde iradeyi kullanışı vardır. Oruç yalnız aç kalmak
değildir. Bana o sıfatı verdin, ben şimdi senin diğer sıfatlarına da girdim.
El-Rezzak sıfatında da kendimi yok ettim, aç arıyorum. Çünkü o sıfata girdikten
sonra, görüyor ki Kudret’in her sınıfı müsâvi kılıyor. Allah’ın Adil sıfatını,
o sıfata girdikten sonra layıkı ile temâşâ edebiliyor. Yalnız onu ismen
bilmiyor. Kendi aç kalmıyor yalnız, aç arıyor. Ondan sonra letâfet peydâ
ediyor, gönlü mir’ât-ı Hak[4]
oluyor.
Onun içün Hazreti Muhammed öyle
demiştir. “Mü’minin en kıymetli saati, iftar saatidir.” der. Ama ben
kendime söyleyeyim. Benim iftar saatim mi? Hayır! Benim iftar saatimde
bakıyorum ne vakit minare yanacak, yahut top patlayacak. Çok fazla acıktım,
lokmayı ağzıma atacağım. Yahut suyu ağzıma atacağım! Hakk’ın bütün
sıfatlarını giyindikten sonra kendisinde hâsıl olan zevk-i manevi ile iftarda
Allah ile vuslat yapar. Kim yapıyorsa. Kim o Cemâli seyrediyorsa. Bu kubbenin
altında var. Olmasa kâinatı kapar, Allah. Acaba anlatabildim mi?
Ama bir de vardır ki, orucunu
tutar. “Beyin yanına çıkmayın!” derler. Niye? “Oruç kafasına vurdu!” Oruç taş
mı(?) Nedir? Acaba ilahi bir afyon tesiri mi, hap tesiri mi? Nedir oruç? “Oruç
kafasına vurmuştur, senin şimdi kalbini kırar. Senle meşgul olamaz.” Adam oruçluyken
insanla meşgul olur, oruçsuzken o kadar olamaz. Anlatabiliyor muyum? Farklar
vardır ara yerde. “Gitme der, onun yanına ne yapacaksın seni şimdi yakar!” Yahut
hanım. “Hanımın yanına çıkmayayım. Oruç tutmuş kendisini!” Nasıl tutuyor oruç? Gönlünü kırar!
Eğer oruç tutmak dolayısı ile
gönül kırılacaksa, can yakılacaksa kalp parçalanılacaksa henüz o kimse makam-ı
hayvaniyettedir. Ona oruç farz olmamış ki tutuyor! Emir gelmemiştir daha
kardeşim! Anlatabildim mi kardeşim? Oruç, iradeli Hazreti İnsana farz olur.
İradeli Hazreti İnsana! Onun daha iç mânâlarına girecek olursak, hilkatteki
inceliği anlar. Daha daha içeriye girecek olursak, kalbi mehbit-i ilham olur.
Ne demek, mehbit-i ilham? Aklı
ile halledemediği şeyi Allah gönlüne söyler. Ömründe bir gün tutabilsen
böyle bir oruç, bir gün bile! Ama şimdi şuradan bir sual çıkar. “Peki, senin
tarif ettiğin şekilde bende demek ki benimkisi bedava mı?” Bir şey çıkar. Yok,
Hakk’ın kapısı geniş bir kapı. Allah’ın
keremi bol! “Üzenmiş de gelmiş, nimetimden verin.” der. Bir nimete
sahip olmak vardır, bir de mün’imi[5]
bulmak vardır. Acaba anlatabildim mi? Seninki bedava gitmez.
Büyük bir yer tasavvur et, yirmi
otuz sofra kurulmuş, hepsine yemek veriliyor, fakat içeriden içeriye bir oda
var, o odanın içerisinde sofrayı kurduran sofranın sahibi oturmuş beş on kişi
ile yiyor. Misal tefhim[6]
makamında söyledim. Böyle bir şeyi gözüne getirme, umur-u hissiyeden değil
söylediğim, emr-i manevidir yani ya. Gelmiş orada birçok kimse yemek yiyor
fakat bir de âşık var. “Ben yemeyi istemiyorum yahu, yemeğin sahibini göreceğim
yahu!” diyor. Anladın mı? O önceki söylemiş olduğum hakiki orucun sahibi, işte
Hak ile beraber iftar edendir. Hakk’ın huzurunda iftar edendir. Hakk’ı görerek
iftar edendir. Nasıl tarif edeyim?
Buraya biz nereden girdik? İnsanda
Hakk’ın hususi bir nimeti var, bütün mevcûdâtın haricinde, irade. Çünkü
mükellef oluşumuzda yani bize teklifi, hakiki mükellef tutmuş. Mükellef tutmuş
ne demek? “Verdiğimi isterim, diyor. Ben hesap görürüm, verdiğimi isterim.” Hem
de şu kadarından da vazgeçmez. Âdeti de öyledir. Hiç!
Bazıları da der ki: “Efendim kul hakkı olmasın.” Allah’ın öyle
bir şeyi yok. Kul hakkı olmasın diye, öyle bir kaide yok. Bir defa ilk
önce kendi hakkımı sorarım der, Allah. Bu nereden girmişse böyle tuhaf bir
itikad vardır. “Efendim Allah’ınkini bırak da hele kul hakkı olmasın!” Öyle bir
şey yok. Her hakkı sorar ve ilk önce kendisininkini sorar. İşin tuhafı da bu.
Ondan sonra annesininkini, babasınınkini sorar. Ondan sonra geçer başka
haklara. Öyle diyor. İlk önce kendi hakkımı sorarım.
[7]
اَوَلَمْ
يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
“İsmin yoktu, resmin yoktu,
cismin yoktu, vesmin[8]
yoktu. Kendi kendini bilmezdin. Hiçbir defterde mukayyet değildin. Hiçbir şeyin
yoktu. İsim verdik, resim verdik. Sana seni tanıttık, bir de mevcûdât
içerisinde insan yaptık. İsti’datında fıtratında Benimle konuşma hakkını verdik.”
Değil mi ya, daha konuşuruz,
konuşmanın ne olduğunu kimse bilir mi? Bunu hemen hemen her iki konuşmada bir tekrar
ederim. Bir ilim adamı çıkar da konuşma şudur, diye tarifini yapabilir mi? Bir
fen adamı çıkarda konuşma budur diye anlatabilir mi? Yook! E o hâlde, sen niye
yaratırım, diyerekten orta yerde gezersin!? Neden insanları ezmeklik için
dişini bilersin. Çok mu akıllısın, çok mu(?) Acaba o büyük aklınla bir gün
olsun uykuya sözünü geçirebildin mi zavallı! Seni uyku bile dinlemiyor, uyku.
Neyi ezersin! Çok akıllısın diyelim, farzedelim ki bütün kâinat senin aklınla
idare oluyor fakat o muazzam aklın, bir gecenin uykusuna sözünü geçirebildi mi?
Orta yerde bir şey yok.
O hâlde insanlığa sarıl. Bitiyor
işte. Ot gibi sönüyor. Ağaran saçını geriye çevirebildin mi? O ak, neden peydâ oldu mâdâmı ki öyle de. Yetmiş
yaşında birine soralım, nerede yirmi yaşındaki kuvvetin? Sahip olunmuyor. Sahip
olsana? Semayı deler gibi bakan insan bunların hepsine sahip olmalı. İlk önce
ölümü öldürmeli, biir! Kabrin kapısını kapamalı, iki! Beşerden aczi gidermeli,
üç! Bunların hiçbirisi yok. Öyle diyor, Kendisi.
اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا
خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ[9]
وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ
خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ [10]
[11] قُلْ يُحْي۪يهَا
الَّـذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌ
“İsim verdik resim verdik, cisme
sahip kıldık. Kendimize muhatap tuttuk, konuşturduk. Bir gün Kendimiz
konuşacağız, tercümansız, hicapsız. Câbecâ. Bütün esrarıma agâh olabilecek
kabiliyetlerle seni meydana getirdim. Bütün mahlûkâtı sıfatımla meydana
getirdim, seni zâtımla. Öz ellerimle yaptım seni, diyor. Kabahat mi yaptık,
seni insan yaptık da?”
فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين
“Suç mu?” Nazm-ı Kerim’in içinden
çıkan bir mânâ. Anlamayan da ona da der ki, o şeyleri izahta tefhimde bunlar
konuşulur. Öyle diyor, Allah. “Suç mu? Seni insan yaptık da kabahat mi ettik
yahu! İlk önce Bana ilan-ı harp ettin.”
Her vakit var, Kudret’le azamet
yarışına çıkan insan! Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Hira Dağından tek başına لَا اِلَهَ
اِلَّا اللهْ davasını açtığı vakit, tek başına. O dava, insan hakları davası. Bugün ki
tabirle. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi niçün bu davayı açtı? İnsan hakları. Aciz
insana tapılmayacak. Zulme divan durulmayacak. Vicdanlarda müsâvât olacak.
Madde de olmaz. Vicdanlarda olacak. Maddede olmaz, çünkü sen yüz gram ekmek
yersin öteki elli gram yer, artanını ne yapacaksın? Olmaz. Vicdanlarda olacak.
O maddede de müsâvât yaparız diyenler,
onlar Kudret’le harp ediyorlar. Madde de müsâvât olunca herkes aynı nispette
olabilir mi? Çukuru kazan bulunacak, elektriği yapan olacak, hastaya bakanı
olacak, bak ayrıldı. Olmuyor işte. Acaba anlatabiliyor muyum? Ayrıldı. Ayrı ayrı onlar. Onları, Kudret
ayırmış. Yalnız nerede olacak? Burada. Burada kimse kimseye tercih edilmeyecek.
Tercihi ancak insanlığa yaptığı hizmet mukabilinde ayrılacak.
Kimin kalbi; mahlûk-u Hudâ’ya
karşı en ufak bilâ cins fark olmaksızın rikkatle çarpar, hangisinin ki daha
fazlaysa Allah ona üstünlük verir, rütbe verir. Ölçü bu. Babası şöyleymiş,
dedesi böyleymiş, kendisi böyleymiş, kafası bu kadar genişmiş, boyu şu
kadarmış, bunlara kıymet vermez. Nereye bakar? “Senin kalbin Benim
yarattığım insanlar üzerinde ivazsız garazsız kaç derecede merhametlidir?” En
yüksek kimse Allah’ın yanında en yüksek odur. İsterse cemiyette en ufak bir mevkîi
olsun. İsterse olmasın. Hiçbir şeysi olmasın. İbadetler de o merhameti yerine
getirmek içün ilaçtır işte. Hikmeti o.
Allah’ın hiçbir ibadete
ihtiyacı yok. Benim var. Kafam dik! “Başını yere koy!” diyor, işte. Hani namazda
vardır ya secde? Onu okuturlarken hep yanlış söylerler ya. “Burnunun ucuna bak,
der. Secdede burnunun ucuna bak.” O zannediyor ki bu burnunun ucuna bakacak. Bu
burnunun ucuna bakarsan gözün şaşı olur. Safran bulanır. Buraya baktın mı gözün
şaşı olur. O ucuna baktın. Hani konuşmaz mıyız, darb-ı meseldir. Canım, herifin
burnu büyük, deriz. O burnu büyük, suratındaki eti büyük mânâsına değil ki, ahmak
adam demek o. Kibiri var.
Kibirli adama, ahlakta ahmak
adam derler. En ahmak adam. Ahmak! Ne diye kibir edeceksin? Yer, yer seni.
Değer mi kibre? Hiiii! Neler yemiş, neler yemiş! O çok kabarmış olan sadrı,
arzın sinesi. “Bas bakayım bana, demiş. Bas, seni mahvedeceğim, ben. Şöyle
gerilmiş, şöyle gerilmiş, şöyle yok mu? Bas bana, bas sineni bas! O sadrını benim sinem
mahvedecek!” Bu malum olduktan sonra artık, bütün herkese hakaretle bakmak,
küçük görmek, ahmaklık değil de ya nedir? Ahmaktır! Aklın yapacağı iş değil.
Kibir bir yerde caiz.
Orada akıl, orada lütuf, orada kerem! Onu kendi hesabına yapmayacaksın der,
Allah. Müsaade eder, kibrin yapılacak şeyini. “Benim bir sıfatım vardır, ona El-Kibriya
derler, onu vermem. Fakat bazı kere veririm insana, hoş görürüm. Gel o sıfatıma
gir, şu alçak adama karşı Benim namıma kibir et. Yeri var. Şu insanlığa düşman,
mânâya düşman, insana karşı yap; benim bu elbisemi giy. Benim hesabıma yap!” O
ayrı, ondan mâadâsı ahmak. İşte o burnunun ucuna bak dediği: Bak Hak
tanımışsın, sakın bu âdet hâlinde olmasın. Görenek bir şekilde olmasın, sen şuurlu mu
yapıyorsun bu ibadeti? Duydun da mı yapıyorsun? Yoksa böyle bir şey şekil
söylemişlerdi de o şekili böyle herkese uyarak mı yapıyorsun? Şöyle bir kere
kendi kendine durdun da “Ben yaa, demek ki bir huzura çıkacağım ha!”
Eimme-i İsnâ Aşer’den[12]
İmam-ı Zeynel Abidin Hazretleri her namaz
kılışında uzun bir müddet rengi sararır, kül gibi olur. Öyle birçok bir tuhaf hâlet
geçirirmiş. Kendisine sormuşlar.
“Her vakit bu olur size?”
“Her vakit olur.” demiş. “Ve bu olmazsa
ben de yok olurum!”
“Ama baya bir sarsıntı geçiriyorsunuz.”
“Evet!” demiş. “Kendi cinsinizden
fırsat, tesadüf her neyse, bir şekil vermişte büyük bir mevkîye sahip olmuş
olan bir emirin, bir reisin huzuruna çıkarken seksen türlü düğme ilikler: ‘Şöyle
söylerse böyle cevap vereceğim, böyle söylerse şöyle karşılayacağım, acaba ne
şekilde kabul edecek, otur diyecek mi, azarlayacak mı, iltifat edecek mi?’ diyerekten
tavırlar geçirirsiniz. Ben Allah’a
çıkıyorum yahu!” demiş.
Bir de onun şöylesi vardır. “Otur
kardeşim, sen otur otur. Vakit geçiyor, şurada iki üç dakika var. Şimdi ben şunu
ara yerden çıkarıvereyim. Şu namazı ara yerden çıkarıvereyim.” Keşke hiç
kılmasaydın, aklına gelmeseydi. Gelmeseydi ne olurdu! Kapının önüne bir
hizmetçi gelmiş, “şunu göreyim de savayım da seninle konuşayım”dan daha aşağı
bir cümle. Acaba inceliklerini anlatıyor muyum? Durmak. İşte o burnunun ucuna
bak, demedi. Ya ne dedi? Sen bu taatı şuurlu mu yapıyorsun? Duydun mu? Eğer
duydunsa bak. Başını yere koydun. Burnuna bak, kırıldı mı benliğin? On bin defa
secde etmiş ama benliğinden şu kadar bir şey koparamamış. Hepsi boş.
Bîkatrı taalluk abeses inheme
taat sertâ nebûrî dest ez o secde ravânî.
Alayık-ı kevnîyeden soyunmadıkça
yani Hak ve hakikate insanlığa ait olan şeylere mani olan şeyleri atmadıkça, Hak
uğrunda kelleyi de ortaya koymadıkça, sen secde etmemişindir, diyor. Kolay mı
zannedersin.
Bîkatrı taalluk abeses inheme
taat sertâ nebûrî dest ez o secde ravânî.
Onun her şeysi öyle. Mesela yine
dönelim. Ahlak mevzûyla alakadar da onun içün tekrar ediyorum bu mevzûlar. Mesela
oruç, evvela kazancı kontrol eder. Bir insan da tekâmül edebilmesi içün,
lokmasına bağlıdır. Bir şey anlatabiliyor muyum? Çünkü neden? Yediğin
yemekle bu bedene kuvvet veriyorsun değil mi? Bu beden kuvvetlendikten sonra
ruh buna biniyor, nefis de biniyor. Eğer başkasını inleterek, yahut herhangi
bir kimsenin üzerinde Hakkı olarak... Bu o kadar ince bir bahistir ki, insan
farkına varamaz.
Herkes kendi kendisini bilir.
Yalnız çalmak demek, böyle bir sahibi yokken bir şey alıp cebine koymak demek
değildir. Herkes kendi kıymetini bilir. Sen bin liralık bir adamsın, kendi
kendine ölçtün. “Ben ayda bin liralık bir adamım.” Tesadüfen sana beş bin lira
verilmiş, dört bin liranın hırsızısın. Anlatabildim mi acaba? Sen dört yüz
liralık bir adamsın. Biliyorsun, diyorsun ki: “Ben, benim işim gücüm kafam dört
yüz liralık bir kafadır.” Sana üç bin
lira verilmiş, tesadüf etmiş, sen iki bin altı yüz liranın hırsızısın. Niçün mânâ ilimleri ticaret der? Ticarette
kayıt yoktur. Anlatabildim mi acaba? Ticarette “Ay yirmi dokuz, para otuz”
nazariyesi yoktur. “Allah ne gönderecek” vardır. Düşündüğü müddetçe Allah’ın
dostu olur. Onun içün “El-Kâsibu Habîbullah[13]” denmiştir. Bir
şey anlatabiliyor muyum?
“Rızkınızın onda dokuzunu
ticarette arayın.” der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Mahdut değil o, bilmez. Bakalım Allah ne
gönderecek, der. Herkes kendi kendisini bilmez mi? Bilmez mi? Düşünüyor herkes
ya, bilmez mi acaba? Ben mi yanlış söylüyorum? Bilir bilir, muhakkak bilir! “Ben
iki bin liralık kafaya malikim, benim bilgim, benim işim, benim hâlim iki bin
taneliktir.” On bin geldi, sekiz binin hırsızısın! Hah, bak şimdi nasıl
kayıtlanmıştır o. Tayyip lokma ile vücut beslendi mi, nefis binmek istediği
dakikada atar o at, bindirmez. Efendisi gelecek der, ruhu binecek. Onun içün
oruç da kazancı kontrol ediyor. Kazancın âharın zararına, senin hakkın
olmaksızın, bulamıyorum kelimelerini de. Siz anlıyorsunuz herhâlde. Gelen
herhangi bir şeyden, iftar yaptı mı oruç fasittir. Kazanca bağlı ilk önce. Öyle
olmasa milyonla insan bugün sâim; elini böyle açtığı vakit, arş iner aşağıya.
Sen ne zannediyorsun, böyle arş aşağıya iner.
Şeriatın zaptiye nazırı Ömer, islam
oldu. Bu da bir mühim bir mesele. İslam olmazdan evvel bir Ömer var, İslam’dan
sonra bir Hazreti Ömer var. Bambaşka bir şey. Biraz evveli söylüyordum.
Peygamber, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Muhammed, yâr-ı ağyâr boyun
kesmiş kendisine. Değil mi ya? Ve bütün dünya bugün onun dediği ile oturup
kalkıyor. Kötülük, ne şekilde olacağını haber vermiş. Aynen öyle dedi. İyilik
ne şekilde olacağını aynen bugün büyük Kitap ne diyorsa, dünyada ne kadar bütün
kâinatta ne varsa hep aynı. Çünkü her zamanın kitabı hangi kitapsa, her zamanın
kitabının muallimi hangi şahıssa, onun arzusu ile kâinat idare bulur. Bir misal
ver de anlayalım, de. E vereyim misal.
Her hafta söylediğim gibi; ilim
aştı. E bugün ki vaziyete göre, daha
yükselecek ya. Fen akılları durdurdu. Seyyarat âlemine çıkıyor. Felsefesi
fikirlerde sarsıntı yaptı. Dünyanın her tarafında şurada huzur yok. Talebeliğinden başla. Okursun, şu sene sınıfı
geçeyim dersin, Sınıfı geçtikten üç beş gün sonra yine bir çöküntü var,
kanatların kırılmış. “Canım, iki üç sene sonra hemen şöyle ben işte artık
dünyanın işine başlayacağım.” dersin de beş on gün başlarsın yine çöküntü!
Yok, buranda rahat yok. Masası olanda da yok, kasası olanda da yok, rütbesi
olanda da yok, câhı olanda da yok, fakirinde de yok, zengininde de yok!
Merhamet hürmet muhabbet
sermayesi kalktı. Bunları yayın. Rapor vermek lazım gelirse niçün beşeriyet
inliyor? Allah’ın verdiği üç sermayeyi aldı, Allah. “Ben bir cemiyete, (diyor)
bir insana üç büyük ihsanda bulunurum.” Cemiyette merhamet, muhabbet, hürmet
bu kalktı. Bunlar gözükmez gözle, asârından anlaşılır. Merhamet deyince, böyle
avucunla bir şey tutamazsın. Muhabbet deyince,
böyle elinle tutup da teraziye koyup tartamazsın. Asârından anlaşılacak.
Bereket de öyle değil mi ya? Onlar bir feyz-i manevi, gözle gözükmez asârından
anlaşılır.
Köpek on tane doğurur. Koyun bir
tane iki tane doğurur. Koyun günde milyonlarca zebh edilir, kesilir. Köpeğe el
sürülmez. Sayım yapılsın koyunun âdedi köpeğin âdedinden çoktur. Hürmet,
merhamet, muhabbet, bunu kaldırdı. Havas ile avamın muvazenesi bozuldu. Zengin
tabaka ile düşkün tabaka. Havas ile avam bu. Zengin tabaka düşkün tabakaya
merhamet etmek, kalktı. O merhameti görüp hürmet etmek aşağı tabakada o da
kalktı. Bunun ikisi evlenecekti de muhabbet meydana gelecekti, tabiatıyla yok
oldu. Büyük Kitap da bunun yeri, söyledik ya.
وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ
لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا [14]
Bütün beşeriyet bu nazm-ı kerimin
peşinden koşar. “Benim muhabbetim olan, o mânâdan arkasını çevirdi mi
beşeriyet, inleteceğim!” diyor. İnleyecek!
وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ [15]
Toplayın diyor, bütün
akıllılarınızı. En büyük kafalarınızı bir araya getirin. Bana sarılmadıkça yolu
açmayacağım, diyor. Ee Çıkamıyor, kimse yoldan çıkamıyor işte. Herkes böyle
ayak üzerinde duruyor, diken üzerinde durur gibi. Şöyle olacak, böyle olacak. Hiçbir şey
olacağı yok. Ne şöyle olur ne böyle olur, hep O’nun dediği olur. Ne demişse
öyle olur.
Deden üç kıtada hükümdardı değil mi?
Tarihin en eski efendisi olan necip Türk Milleti, üç kıtada hükümdar. Şöyle bir
taa bakıyor dünya haritasına; bir adama çok fakat iki
adama da az, diyor. “Bir adama çok fakat iki adama da az.” Bunu diyor amma bunu
diyen adamın da haddizatında lazım gelen yerde kibir sıfatı var, ahmak sıfatı
yok. E onu öyle diyor, öbür tarafında diyor ki: “Sevdiğime söyleyin, cenaze namazımı
kılmasın. Ben öyle yatarken onun ayakta durmasına tahammül edemem.” Bir şey
anlaşılmıyor mu?
Dağıttık konuşmayı toplayalım.
Nerelerden dağıttım hatırlatabilir misiniz?
“İnsan yaptık, kabahat mi ettik.
Bütün serairimize agâh olabilecek kabiliyetlerde sizi meydana getirdim. Bize ilan-ı
harp ettiniz. Bizimle ilan-ı harp ettiniz!” Her vakit mânâ ile alakası
olmayanlar vardır, dedim. Cümle burada kaldı değil mi? Demek ki burayı hafif
söylemişim, hatırlatıyorum yine iyi hatırlamıyorsunuz. Geldi birisi, bir avuç
kemik aldı insan. Kafatası, bacak kemiği, çok da eski böyle yapınca
ufalanabiliyor. O insan haklarını korumak içün nefsinin hayrını ayakaltına
alarak; ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz davayı açan Zâtın karşısında dedi ki:
قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يم [16]
Alay ederek! قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يم
“Bu kül hâlinde ufalanan, kemiği,
bu mu dirilecek? Kim diriltecek, buna mı hayat verilecek, bu mu hayatlanacak?
Bir ebediyet davası açmışsın, hayat bundan ibaret değil diyorsun, bu mu
hayatlanacak? Meçhul peşinden koşturuyorsun değil mi insanlığı!?” Böyle de
yapıyor. Kuvvetli de pazısı da kuvvetli. Eli de böyle, bakır yırtan pehlivanlar
var ya. Bir tane vardı yirmi sene evveli öyle bakırı yırtardı. O biçim bir el,
böyle yapıyor. “Haa! Bu mu?” diyor.
Şimdi bir camiayı, bir varlığı
meydana getirebilmeklik içün, benliğinden soyunarak kendini ortaya attığın vakitte,
böyle de bir muannid[17]
karşına gelir. Sanki sen bir para istiyor muşun, yahut bir câh istiyor muşun
yahut bir şey istiyor muşun. Eh o külfete karşı bu da olur, belki denebilir
yakışmaz ya. Böyle hiçbir şey, her şeyini vererek, bir de böyle çıkar. “Bu mu, bu mu?” diyor! Duruyor duruyor.
قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يم
Bunlar mı diyor, buna mı hayat
verecekler? Sonra bir istihza gülmesi vardır.
Beşeriyetin Fahr-i
Ebediyetinin Nur-u, nur-u ariyet değildir. Mesela güneş buraya vurur,
ziyası duvardan, güneşin ziyası akseder. Duvardaki o pertev[18]
ariyettir, onun değil. İnsanlardaki nur da ariyettir. Ariyetsiz bir nur var,
Hazreti Muhammed’in nuru. Bizâtihi kendinden. Yüz konferans vermem lazım
onu anlatmak içün. Böyle bir cümle verip geçiyorum. Müteessir oldu tabi. Bir
şey beklemiyor ki!
Hudâ: “Söyle söyle, dedi. O gerinip
de konuşana söyle. Söyle bakalım cevap versin, dedi. De ki: Evet, o dirilecek.
Söyle, onun anlayış tarzına göre öyle, de. Fakat Benim âdetim bir yaptığımı bir
daha yapmam Ben.” Anlatabiliyor muyum burayı? “Benim âdetimde tekerrür yok. Ben
Allah’ım, bir yaptığımı bir daha yapmam. Baran-ı rahmetim[19]
her katresini bir meleğe indirir, ...” Acaba anlatabiliyor muyum?
Bir daha hizmet görmez, o kadar. “Ben bir yaptığımı bir daha yapan değilim. Fakat
onun anlayış tarzına göre böyle diyor değil mi? Evet, o dirilecek, de!” hem
şöyle söyler:
قُلْ يُحْي۪يهَا الَّـذ۪ٓي اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ [20]
“İsmin yokken, resmin yokken, o
kemiği elinde tutamazken, O
KEMİĞİ YAPAN!” Bir şey anlatamıyor muyum? “Sen eline daha kemiği
almazdan evvel, kemiği tutamazken, ONU YAPAN! Maddesi, modeli zamanı mekânı yokken yapan! Şimdi maddeyi buldun
gösteriyorsun! Modeli buldun, bu mu diyorsun! Mekânı buldun, üzerine durup
konuşuyorsun. Mekânın da yokken madden de modelin de yokken nasıl yaptıysa, yine
öyle yapacak. İlmen inkâr edemez kerata!” Söyle, diyor.
وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ [21]
“Ben öyle bir Allah’ım ki,
maddeli modelli, modelli modelsiz, analı babalı, anasız babalı, babalı anasız,
hem anasız hem babasız. Öyle yaparım, Ben!”
İlim tasdike götürür, cehil de
inkâra. Bu kaideyi unutmayın. Her yerde her işte, yalnız mânâda değil; suret
bilgilerinde de, âdi bilgilerde de, mânâ bilgilerinde de daima ilim tasdike
götürür. Cehil de inkâra. Bir! Bir şeyin tasdikinde zarar yok, inkârında da faide
yoksa anlatamıyor muyum? Tasdik ediyorsun, zararı var mı? Yok. İnkâr ediyorsun
fayda var mı? Yok. Mâdâmı ki ilim tasdike götürür, tasdik edeceksin. Kaide bu.
Bu kaideyi söylemek içün, bugün konuşmanın an yeri bu. Bunu düstur olarak
koy. İlim tasdike götürür cehil inkâra. Bir şeyin tasdikinde zarar yok, inkârında
da fayda yok, tasdikine gidilir, çünkü ilmin iktizası[22]
ondan ibaret. Bundan beş asır evvel dünyanın bir ucunda konuşulacak burada
dinlenilecek dendiği vakitte, cahil “Götürürler seni!” derdi, amiyane tabirle.
İlim adamı öyle demez. Olur, âlem-i imkândır. Anlatabildim mi acaba?
İkinci kaldığımız yer neresiydi?
Bir devresi var. Ama bunu ne içün konuşacaktım? Hatırlatayım size. Niye iyi
dinlemiyorsunuz? Dedim ki: Bu kadar insan sâim, böyle açsa arş iner yere, dedim. Değil mi? Söyledik
değil mi? İşte ona misal veriyorum.
Açtı, dava açıldı. Hısımlar da
hasım oldu. Hasımları bırak, hısımlar hasım! Bütün medeniyetler hasım. Bir
şahıs; ne ordu var, ne kasa var, ne masa var, bak Kudret’in büyüklüğüne. Kudret,
daima büyüklüğünü kâinatta göstermiştir amma insanlar uyanmaz. Gaflet şarabı
ile mesttir.
Firavun, Musa’yı arıyordu bucak
bucak. Dokuz yüz doksan kusur bin yavru kesti! Allah da diyor ki: “Sen ara! Benim
dediğim olacak, senin kucağında büyüteceğim. O kadar yakın yapacağım
buldurtmayacağım sana. Kucağında
büyüttüreceğim, sana o kadar yakınken sen ara. Bucak bucak, mahalle köşesinde
gizli kalmış var mı, kalmamış var mı? Kimin eğer anası babası haber vermezse
onu da imha edeceğim, diye ilanlarını yap, ara sen! Ben, senin kucağında emrettiğim
vaziyetinde buldurtmayacağım, sana. Günü gelinceye kadar buldurtmayacağım!”
Ne kadar mağrurdu aklıyla bilir
misin? Kiyâsetine zekâsına ne kadar mağrur idi. Kolay mı o
[23]
اَنَا۬ رَبُّكُمُ
الْاَعْلٰىۘ demek? Ve ona, evet dedirtmek. Koca bir millete “Ne
arıyorsunuz işte Rab benim!” dedi. “Evet, sensin Rab!” dediler. “En büyük Allah’ınız,
benim!” dedi. “Evet, sensin!” dedirtti,
herif! Bu kadar mağrur idi fakat
Musa’nın elindeki çobandeğneği ile devrildi. Allah’ın istihza mevzûu. Der, der!
Musa’nın elindeki çobandeğneği ile devrildi. Kolay değil ki o!
Hasım! Medeniyetler işine
gelmiyor tabiatıyla. Zayıf kavîden hakkını alacak, diyor. Zulme divan
durulmayacak, diyor. Kadın hakkı meydana gelecek, diyor. Kadın hukukunu,
dünyada tanıttıran Hazreti Muhammed’dir. Hiçbir kanun bugün bile daha
tanıttıramaz, onun tanıttığı kadar. Yok! İştirak-ı hayat var, der. O,
demez. Kadın mahall-i tekvindir, der. Mükevvine[24]
kurbiyeti[25] vardır.
Mahall-i tekvin[26] yani
kadın, Allah’ın sun’-i İlahi fabrikasının insan dokuma tezgâhıdır. İştirak-ı
hayatını filan kabul etmem, der. Çalışacan bakacan. Acaba anlatabiliyor muyum?
1870 tarihine kadar medeniyeti
taklit edilen Garb’ın en yüksek vaziyetinde bulunan İngiltere’de 1870 tarihinde
kadın kocaya vardığı vakitte babasından kalan mallar kocaya geçerdi. Kadın
kendi malını kullanamaz. Hazreti Muhammed de öyle değildir. On dört asır evvel
kadın malına bizâtihi, hatta soyadını babasından almaz. Kadın kocaya varır, yine
babasındaki soyadını taşır. Kocasındakini taşımaz. Ne çıkar ondan? Ne çıkar?
Kadının kendine mahsus bir manevi gururu vardır, diyor. Kocası boşar; bugün o
adamın soyadı, yarın öbür adamın... Kocası ölür, hakk-ı meşruudur başkasına
varır, o onun ruhunda rencide olur. Olmaz, babasının ismini taşısın, der.
Anlatabiliyor muyum inceliğini? O bambaşka bir iş o. Ama biz böyle işte,
haminnevari[27] bir
mânâya inanmışız, o alay eder, beriki geri kafalı der, öbürkü ileri kafalıdır,
der. Öyle düsturlardır ki onlar adamı yakar, yakar!
Daha düne kadar en yüksek
medeniyetler... İşte aç, Roma medeniyetini oku. Yunan medeniyetini, aç oku.
Eski medeniyet. Kocaman kâinatın iftihar ettiği medeniyet! Kocası ölür; karı
kadın, dolap gibi miras kalır. Mirasçılara. Pazara götürür, satarlar. Öküz
satar gibi satarlardı. Anlatabiliyor muyum? Cayır cayır götürür, satar.
O, mahall-i tekvin, dedi. Mükevvine
kurbiyeti var, dedi. Ölünce annesine izafe eder, ismini. Bak babasından soyar, annesine
götürür. Neden? Orada tekevvün ettiği için merhameti muciptir. Çocuğun hilkatte
yaradılışı; anasır itibariyle anasının sadrından, babasının zahrından. Sadır;
mahall-i şefkat, mahalli merhamet. Kaç defa söyledim bunları, tekrar ediyorum.
Çocuk babanın kucağında soğuk durur. Fakat annenin şöyle bir bağrına basışı
vardır, alışı vardır, rikkati mucip olur. Çocuk babası taşısın, böyle bacakları
sallanır. Anasında bacağı sallanmaz. Merhamet cazibesi onu toplar.
E gurbet başladı, gurbet. Bir
memleketten gidip diğer memlekete yahut bir diyardan gidip başka diyara yahut
bu kıtadan çıkıp başka kıtaya gitmeklik değildir ki gurbet. Gurbet, adama âmel
sandığı denilen kabir çukurundan sonra başlar. Gurbet odur. İnsan o vakit garip
olur. Kaç türlü garip var? O vakit
garip olur. Ehh, o vakit annesinin ismi ile izafe edilir, annesine. Neden?
Annenin sadrından ya. Bir remiz var. “Ya Rabbi! Biz bunu babasından aldık, artık
annesiyle -Annesi mahall-i şefkatti, mahall-i
rahmetti- annesine izafe ediyoruz.” Düne kadar Veli’nin oğlu Nuri denirken
bugün Fatıma’nın oğlu Nuri deniliyor. Merhametini bekliyoruz, demektir.
Anlatabildim mi? Ona da başka mânâ verirler. Neyse şimdi ben hep öyle verilen mânâları
söyleyecek değilim. Anlamaz öyle verir, uydurur uydurur verir!
Yeter mi yoksa konuşayım mı? Daha
da erken. Üüü, altıyı kaç geçiyor. Çok vakit var daha. Yoruldun mu? Ben daha
konuşmaya başlamadım.
Açıldı dava. İstemiyorlar, birçok
hak meydana gelecekti.
Kadın hakları. Mesela, her vaziyeti müsait olan o vakit seksen tane, yüz tane
kadın alır. Bunları kaldıracak Hazreti Muhammed. Hep tersine bilirler.
Anlatabiliyor muyum? Şey olmadıktan sonra, külfeti olmadıktan sonra, makam-ı
hakarette de bulundurduktan sonra ne olacak? O vaktin en büyük Roma’nın reis-i
ruhanileri, en büyük kilise, kadını tarif ederken “Kadın alet-i şerdir, alet-i
zevktir!” böyle tarif ediyor, Eizzesi.[28]
Tabi bu bambaşka bir mânâ ortaya gelince durdurur. Sarsıntı başlıyor.
[29] لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْـَٔلُونَ
Medeniyet kabul eder mi? O günün
medeniyeti? Allah’tan başka herkes hesap verecektir, diyor. Kral “lâ-yen’azil,
lâ-yüsel” onlarda. Ne hesap verir, ne
sorulabilir, ne azlolunabilir. “Yook, diyor. Allah’tan başka herkes hesap verecek.
Şu, bu yok. Verecek herkes hesabı!” Tabi işine gelmiyor. Bu sefer kendi
hısımlarında da başladı. Kureyş ekâbiri, bu çekilmez dediler. Toplandı, Dâru'n-Nedve’de
yani bugünkü tabirle o günün partisinde toplanıldı.
“Ne yapalım? Belki bir güzel
kadın yahut bir güzel kız mevzûu olabilir. Teklif edelim bakalım.” Toplandılar
dediler ki: “Bu davayı açtın, bundan maksadın, eğer böyle bir şeyse, en
güzelini Ceziretü’l-Arab’da ne kadar istersen, bunu biz kendimize vazife
edindik, size hazırlayacağız.”
Güldü. “İşte anlamıyorsunuz da
ondan.” dedi.
“Peki, nedir istediğin?”
“İnsan hakları, dedi. Böyle
haklar arasında bütün mahlûkâtın hukukuna riayet edilecek. Başta buradan
başlayacağız, öyle gidecek. Benlik kalkacak!” dedi.
Biraz vakit geçti yine
toplandılar. “Belki hükümdar olmak istiyor.” Gittiler, dediler ki: “Bütün Cezire’yi
emrine amade edeceğiz, seni hükümdar tayin edeceğiz, böyle köle gibi etrafında
hizmet edeceğiz.”
“Ben, çömlek içinde et yiyen
kadının oğluyum. Ben böyle şeylerden hoşlanmam.”
Ne dendiyse olmadı. Nihayet,
amcasının hatırını sayıyorlar. Ebu Talib’in. Ona dediler ki: “Kardeşinin çocuğunu biz
çekemeyeceğiz. Senin hatırın içün ilişmiyoruz fakat sen kendisi ile görüş,
kimseye bahsetmesin. Bu açmış olduğu davayı konuşmasın!”
Çağırdı, lisan-ı münasiple: “Zemin
daha hazırlanmamış, dedi. Hazırlanmamış olan bu muhitte bu dava üzerinde
görüşmeklik sizin içün, iyi netice alamayacaksınız.” dedi.
Derhal anladı. Dedi ki: “Amca, yakınlarımdan
sinn-i[30]
şeyhûheti[31] idrak
etmiş bir tek sen tutuyorsun, sen de bırak. İmkân olsa da bir elime kameri,
bir elime şemsi koysan, bu dava açılmıştır. Sende bırak!” dedi.
Ve hızla çıkmak istedi. Koştu, Eb-u
Talib, tuttu. “Ölünceye kadar beraberim. Aç davanı ve ben ölmedikçe de sana bir
şey yapamayacaklardır, dedi. Ben hayattayken de bir şey yapamayacaklar.”
Baktılar ki olmuyor, yürümüyor. Fakat
şurayı söylemeden insan, (Birkaç sefer söylemişim ama yine tekrar edeyim.)
insan geçemez. O günün en muannid adamlarından biri Ebu Cehil. Onun vaktiyle aklı,
şeyi ismi akıl babasıydı. Bak akıl yerinde kullanılmazsa nasıl dönüveriyor. Örf
içerisinde “akıl babasıydı" ismi. Sonra “cehil babası” oldu. Akıl nefse
uşak olursa ne fena yerlere gidiyor. Böyle olmakla beraber, o Ebu Cehil’den sonra
tarih ne kadar Ebu Cehiller yetiştirmiştir ki o günkü Ebu Cehil, tarihin son
yetiştirmiş olduğu ebu cehillerin yanında efendi hazretleri gibidir. Neden?
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin bir
amcası Hamza’dır. Henüz açılan davaya iştirak etmemiş. O günde Ebu Cehil çok
hakaret etmiş. Hazreti Hamza’nın bir cariyesi var. Ama ne cariye! Ava gitmiş,
avdan geliyor. Cariyenin kendine mahsus âdeti var işte. Karşılama, ayaklarını çıkarma, üzerinden
elbisesini alma filan. Bir canlılık, kendi nefsine mahsus bir an. Tarif edilmez
ki o. O günde karşılamış amma gayet soğuk.
“Ne o hasta mısın?” demiş. “Hayır!”
“Sen bir tuhafsın!”
“Ne yapayım ki, demiş. Hür
değilim. Sonra kadınım.”
“Ee, hür olsan, kadın olmasan ne
olur?”
“Sizin şanınıza yakışır mı? Düne
kadar Emin diye peşinde koştuğunuz kardeşinizin çocuğuna, artık bu alçak
herif bu kadar hakaret etsin! İçim yanıyor!” demiş.
Onu hangi boyayla boyayıp
söylemişse... Soyunmayacağım demiş, Hamza. Ok elbiseleriyle, oku ile av
elbiseleriyle doğru Daru'n- Nedve’ye gitmiş. Sayılı insanlardan. Ebu Cehil
filan avânı kıyam etmişler. Buyurun, demişler. Hayır demiş, oturmayacağım.
Anlamış zeki herif.
“Neden, demiş. Bu kadar çok ileri
gittin?”
“Korkarım Hamza, sen de teslim
oldun!”
“Olursam ne lazım gelir, demiş.
Aklen, örfen, vicdanen, cemiyyeten, tenkit edecek bir yerimiz var mı?”
“Yazık oldu sana!” demiş. Der
demez, bir vurmuş, böyle açılmış Ebu cehilin kafası şöyle. Kan boşalıyor. Avânı
var, dalkavukları var, silahşörleri var. Hamza’nın üzerine hücum ederlerken, Ebu
Cehil bir yandan eliyle böyle tutuyor.
“Hamza haklıdır. Bizde haddinden fazla
gittik ya! Hamza haklıdır.” diyor.
Tarih öyle Ebu Cehiller
yetiştirmiştir ki ondan sonra “haklıdır” değil, Hak kelimesini ağzına
alamamıştır insanlar. Böyle. Neyse söyleyeceğimiz asıl o yer değil. Bir karar
daha vermişler, karar da diyorlar ki:
“Tek bir çare kalmıştır, kim imha
edebilir? Kim imha eder?”
O günün en ileri gelen celadetli,[32]
celaletli, pazusuna güvenen
şahsiyetlerinden Ömer, diyor ki: “O işin eri, benim!” Pekâlâ, buyurun, diyorlar. Bize burada hisse
alınacak çok yerler var. Öyle dolmuş gidiyor ki Hazreti Muhammed’in başını
alacak! Böyle gidiyor. Gidiş tarzından biri yolda rast geliyor. Anlıyor.
“Nereye gidiyorsun canım!” diyor.
“O kadar kıymet verdik, o kadar
gönlümüzde taşıdık; çıkardı başımıza bir dava, ne dedikse dinlemez. Bunun
çareyi halli başka bir şey yok!”
“İyi ama diyor, insan ilk önce en
yakınından işe başlamalı!”
“Kim diyor, yakınım?”
"Senin kız kardeşin de
enişten de Ona teslim olmuştur.” diyor.
“Anladım, demek ki sende bu
serairi biliyorsun, sende onlardansın!” diyor, bir vuruyor düşüyor adam bayılıyor
oraya. Kuvvet sağlam. Doğru gidiyor kardeşinin yerine. Hubab İbn-i Münzir’de Taha
Suresi nazil olmuş, bunu talim ediyor. Hubab İbn-i Münzir; Bedir harbi, erkân-ı
harbiye reisi. Bunu öğretmeye gelmiş. Okuyorlar onu.
[33] طٰهٰۜ ﴿١﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ
Akıntı… Dinlemiş. Bunlar
hakikaten böyle olmuşlar, diyor. Kapıyı çalıyor, çalış tarzından anlamış
hemşiresi. Fatıma Bint-i El-Hattab. Hubab’a yani onu öğretmeye gelen muallime “Ömer geldi!” diyor. Ağabeyim geldi, demiyor.
Çünkü neden? Abisi insan haklarına düşman. Benimle sıhriyeti[34]
yoktur, diyor. Anlatabiliyor muyum acaba? İş bu gömlekte değil ki, diyor.
“Sen zahire ambarına gir, diyor. Zahire
ambarına gir sen!” Tabi onu orada gizleyinceye kadar, getirilen şeyi de oraya
buraya sokuncaya kadar, biraz vakit geçiyor, kapı açılıyor. “Niye geç açtınız
kapıyı!” diyor. “E biraz meşguldük.”
“Hayır, diyor. Ben haber aldım
geldim, diyor. Siz bizden ayrılmışsınız.”
Eniştesi diyor ki: “Ömer, insaf
et! Kudret, insanlara iki büyük hakem tayin etmiştir. Sonra onların
sıfatları vardır. Onları da toplayalım. Akıl, vicdan, insaf, adil. Bunlar bir
araya geldiği vakitte, şu açılmış olan dava önüne serd edildiği vakitte bizi
kötülüklerden alıkoyuyor, maddi manevi
terakkiye sevk ediyor. Şimdi bunun karşısında cephe almanın, bilmem ki diyor, ne
dereceye kadar doğru olabilir.”
“Daha sen konuşuyorsun, diyor.
Bak, beni de bir tuhaf hâle sokmak istiyorsun!” Üzerine çullanınca, bu sefer
kız kardeşi kocasını kurtarmak şekli ile geliyor, ona da vuruyor. Şuradan şöyle
açılmış, şakağından böyle kan akıyor. “Hııh şimdi diyor, iş aleniyete[35]
binsin.” Açıyor pencereyi:
“Bizim gizli ikrarımızı bütün mevcûdât
dinlesin. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah. Ya
Rabbi şahit kıl bütün eşyayı!” diyor.
Buradan öbür tarafını Ömer, der.
“Bu onları söylerken ben köşeye, mindere serildim. Belli de etmek istemiyorum.
Kardeşimin vurmuş olduğu tokat, benim vurduğum tokadın cinsinden değildi.
Toparlanmak istiyorum, tutmuyor. Sinirlerim mi bozuldu diyorum, bakıyorum sinirlerimde
hiçbir bozukluk yok. Asab tarzımda bir değişiklik yok. Fakat bende bir külçelik
var. Bir an durdum, diyor. Kendimi toparlamak, belli etmeksizin, hâlâ o sahte
benliğim üzerimde, diyor. Bunları
atamamışım, şey ederken, yastığın kenarından bir şey gördüm, onu bana verin
dedim.”
Kardeşim kalktı, onu aldı göğsüne
bastı. “Bu maşukumun mektubudur, bir âşık elden bir âşık ele gider. O'nun
düşmanının eli, beni parçalamadıkça alamaz. Sonra sen onu bil ki, mâdâmı ki sen
bu işi üzerine vazife olarak almışsın, sen benim her parçamı bu kulağım kadar
yapmadıkça gayeni ikmal etmiş olamazsın. Bende hazır bir vaziyette bekliyorum.
Ondan sonra o vakit benim kalıbım gider, bu maşukun mektubunu alırsın.”
diyor.
“Okuyun bana biraz onları.” diyor.
Okuyorlar birkaç cümle. Kendi kendine hayrete taalluk eden kelimeler zikrediyor.
“Demek ki bize bunu, onun içün bildirtmiyorlarmış. İş şimdi meydana çıktı.
Nerededir diyor, tabi olduğunuz zât?”
Şimdi kız kardeşi böyle oturuyor,
Ömer böyle duruyor, kız kardeşinin kocası yani Ömer’in eniştesi de şöyle
duruyor. Ömer soruyor buraya, nerededir, diyor. Eniştesi buradan karısına
haremine yani ya. “İbn-i Erkam’ın
evinde ne yapacaksın?” diyor. “Pekâlâ!” diyor, oradan çıkıyor.
Şimdi Hubab, zahire ambarından
dışarıya çıkıyor. Eniştesi oradan “Çok fena yaptın, diyor. Çok fena bir şey yaptın.
Tembihliydik. Sende tembihlenmiştin. Olduğu yer söylenmeyecekti.”
“Ömer şimdiden sonra elini
kimseye kaldıramaz, diyor. Bu sahada bulunan hiç kimseye kaldıramaz. Bana
tokadı vurduğu vakitte, ben gerisin geriye düşerken, baktım iki el beni böyle
tutuyor. O ellerde Onun eliydi. Artık adresi vermemek zaruriyeti kalmamıştır.”
İbn-i Erkam’ın evine geliyor. Kapı
çalınıyor, kim olduğu öğreniliyor. Talha
ile Zübeyr “Açmayalım kapıyı!” diyorlar. Hazreti Hamza ile Hazreti Ali,
bakıyorlar ne söylenecek diye, tebessüm ediyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Açın
kapıyı da gelsin, bakalım!” diyor.
Kapıyı açarken Hamza, Ali’ye diyor ki: “Sol koluna sen, sağ
koluna ben gireyim, öyle çıkaralım.”
Kapıyı açıyorlar, kolundan
tutaraktan çıkarıyorlar, daha tam yaklaşırlarken “Niye serbest bırakmıyorsunuz
Ömer’i, diyor. Bırakın serbest!” Yaklaşmış, şöyle eteğinden tutmuş. “Bu
elindeki kılıçla mı benim başımı alacaksın!” demiş, bir sallamış.
Ömer diyor ki: “Bu kadar ceza
yeter değil miydi?” Sonra kendisine soruyorlar. “Küre saplandı zannettim!”
Bu bahis çok uzun sürer. Bana,
benim söylemek istediğim yere gelelim de bir iki yüz sayfayı atlayayım şimdi
vakit geçmesin. Ne oldu, ne oldu, ne oldu? Uzun o bahis, uzun bir bahis, tarih. Tarihin
bu kısmı bizim bu mevzûmuza bir alaka peydâ ettiğinden anlattık. Amma hepsini
anlatsak vakit geç olacak. Bize lazım olan bir yeri şimdi burada...
İnsan, Kudret’ten ümidini
kesmemeli. Henüz elindeki fırsat gitmeden, rücû ederse...
Şimdi Ömer, Pûte-i Muhammedi de
erimeseydi en büyük şaki idi. İlk niyetine bak. Mahbub-u Hudâ’nın başını
alacağım, diye kalkmış! Ondan daha büyük eşkıya olur mu? Fakat sonra da tekrar
dönerken, Ebu Cehil ve avânı bekliyor bakalım ne havadis gelecek diye, heyecan
içerisinde en önde.
“Dikkat edin, diyor. Bu gelen
Ömer, ilk Ömer değil. Eğer şöyle nazarınız da bir çekiklik görürsem, başka
türlü geliyorum ben!” diyor. Bir an evvel bir res-i saadeti almaya gelen bir
Ömer, bir an sonra eşkıyanın kellesini almaya hazırlanmış bir Ömer.
Demek oluyor ki: İnsanların
kalbi, mukallibu’l-kulûbun[i]
elinde. Rücû edebilirse şaki iken said olabilir. Yaa!
Kırkıncı teslim olanlardandır.
Bizim şimdi mevzûmuzla alakalı olan yeri şurası. O kırk kişiyi birden diziyor, Peygamber.
“Dikkat edin, diyor. Bu kubbenin
altında bu kırk kalpte ne vakit ki kırk tane insan bulunur, bütün kâinat bir
araya gelmiş olsa yıkmasına imkânı yoktur. Çünkü bunlar Allah ile beraberdir,
yıkarlar. Ben bu kırk insan ile Sûreka’nın[36]
bileğinde Kisra’nın bileziklerinin takılmış olduğunu görüyorum. Bu kırk insanın
birleşmesi olan kalbinde filan yerdeki parçalanmayan taşın, kazmalarının vurmuş
olduğu hendekte, hendek gazvesinde vurmuş olduğu kıvılcımın içerisinde Bizans’ın
anahtarlarını görüyorum. Ve bunu bilin ki, bu kırk kalpte ne vakit ki bu küre
insan besler, muhakkak surette bütün kâinat birleşse, bu kırk adama galebe
edemez.”
Ne kırk adam şimdi belki milyonla
insan, o davayı güder amma nereye getirmiştim? Bir oruç mevzûuna başlamıştık.
Bir gönül mevzûundan girmiştik. Anlatabiliyor muyum acaba? Cümleleri nokta
nokta bıraktık, sizler de toplarsınız.
Şimdi ahlakın tarifini
yapacaktık, vazifenin tarifini yapacaktık, aklın tarifini yapacaktık, ışkın
tarifini yapacaktık, kalbin tarifini yapacaktık, bunun içerisinde en mühimi
insanın tarifini yapacaktık. Sonra bu insanın ne gibi vazifelerle mücehhez
olacağını yapacaktık, vaktimiz kalmadı. Sağ kalır, Kudret de müsaade ederse
haftaya konuştuğumuz vakit bunları yaparız.
Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Menhiyyat: Şer'an
haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar.
Nehyedilenler. Yasak olanlar.
[2] Tecziye: Cezalandırma.
[3] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek
[4] Mir’at-ı Hak: Hakkın aynası.
[5] Mün'im: Nimet veren, yedirip içiren.
[6] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek.
[7] Yasin 77.
Ayet-i Kerime: اَوَلَمْ
يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan, kendisini bir
damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi.
[8] Vesm: Damga.
İşaret.
[9] Yasin
77. Ayet-i Kerime: اَوَلَمْ
يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan, kendisini bir
damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi.
[10] Yasin Suresi 78. Ayet-i kerime وَضَرَبَ لَنَا مَثَلاً وَنَسِيَ
خَلْقَهُۜ قَالَ مَنْ يُحْـيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَم۪يمٌ
Meali:
Yaratılışını unutarak bize bir de mesel fırlattı: "Kim diriltecekmiş o
çürümüş kemikleri?" dedi.
[11] Yasin Suresi 79. Ayet-i Kerime قُلْ يُحْي۪يهَا الَّـذ۪ٓي
اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍۜ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَل۪يمٌۙ
Meali:
De ki: "Onları ilk defa
yaratan diriltecek ve o her yaratmayı bilir."
[12] Eimme-i isnâ aşer: On iki imâm.( Eimme:İmamlar.İsnâ aşer: on iki)
[13] El-Kâsibu Habîbullâh: “Çalışıp geçimini kazanan, Allah'ın sevgili kuludur.(dostudur)”
“Allah,
çalışıp alın teriyle kazananları sever.” Mealindeki Hadis-i Şerif
[14] Taha Suresi 124. Ayet-i Kerime وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ
لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا
Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin
ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.
[15] Al-i İmran Suresi, 101. Ayet-i Kerime meali: “Size Allah’ın âyetleri okunup dururken,
üstelik Allah Resulü de aranızda bulunurken nasıl inkâra saparsınız? Her kim
Allah’a bağlanırsa kesinlikle doğru yola iletilmiştir.”
[16] Yasin Suresi 78. Ayet-i Kerime: “Kendi yaratılışını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor ve “Şu
çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?” diyor.”
[17] Muannid: İnatçı
[18] Pertev: (Pertav)
f. Ziya, ışık.
[19] Baran-ı
rahmet: Rahmet yağmuru.
[20] Yasin Suresi, 79.
Ayet-i Kerime. “De ki: “Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek."
[21] Yasin Suresi, 79. Ayet-i Kerime "... O yaratmanın her
türlüsünü bilir.”
[22] İktiza: Lâzım
gelme, gerekme. Lâzım, ihtiyaç. Gerek. İşe yarama.
[23] Nazirat
Suresi 24. Ayet-i Kerime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ
الْاَعْلٰىۘ
Meali: "Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[24] Mükevvin: Yaratan,
yapan (Allah C.C.). Tekvin eden. (Bak: Tekvin)
[25] Kurbiyyet:
Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak.
[26] Tekvin:
Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak,
[27] Haminne: Hanım
nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
[28] Eizze:(Aziz. C.) Azizler.
[29] Enbiya Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ
يُسْـَٔلُونَ
Meali: O, yaptığından
sorumlu olmaz, onlar ise sorumlu tutulacaklardır.
[30] Sinn/Sinni: Yaş.Doğumdan îtibâren yaşanılan süre, sene.
[31] Şeyhûhet: Yaşlılık, ihtiyarlık. (Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık. İhtiyarlık.
Yaşlılık.
[32] Celadet: Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve
şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
[33] Taha Suresi 1 ve 2. Ayeti Kerimeler طٰهٰۜ ﴿١﴾ مَٓا اَنْزَلْنَا عَلَيْكَ
الْقُرْاٰنَ لِتَشْقٰىۙ
Meali Ta ha,
Ey Muhammed! Kur'ân'ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.
[34] Sıhriyet: Evlenmek suretiyle meydana gelen
akrabalık.
[35] Aleniyet: Gizli olmayarak, açıktan.
[36] Süreka Bin Malik
0 yorum:
Yorum Gönder