Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

48. Kaset

048 (01.03.1959) 78 dk (237)

Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, Aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Vazife olsun, akıl, kalp, aşk, bunların hepsi mânâ-i insaniyenin vasıfları olması dolayısı ile mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile insan hüviyeti ile mânâ-i insan ile alakadardır.

·   Her konuşmada tekrar ediyoruz. Fakat mevzûun ana hattı olduğu münasebeti ile yine tekrar edeceğiz. Sofranın ekmeği, yemek değişir de ekmek değişmez.

Vazife nedir, akıl nedir, ahlakın bahsettiği aşk nedir? Tabi bu romanda okunan aşk değil. En zor yeri de burası esasen. Hepimiz biliyoruz ki dünya denilen bu sahneye gelmemizde gitmemizde hiçbirimize bir ihtiyâr vermemişlerdir. Beşer bunu düşündüğü dakikadan itibaren, saadet tenezzül etmeye başlar. İlk düşünce insanda bu olması icap ediyor. Ben gelirken bana sordular mı? Bir dünya denilen sahne vardır. İptila, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizli, zahirde bal gibi tatlı fakat içinde neler var, neler var. Öyle bir yer var sizi götüreceğiz, diye sormadılar. Giderken de sormuyorlar. İnsan buraya gelirken haberi olmadan eline bir program verilir. Bunu yapacaksın, bittikten sonra “Hadi bakalım!” derler. Ömür, odur o. Vazifen bitti mi bir an tutmaz. O ne keskin zekâları, ne muazzam kuvvetleri, ne kibr-i nahvetle kabarmış göğüsleri yere yedirir. Yer, adamı yer. Çok pazusuna güvenenler, o aynaya bakıp da kafatasındaki teşekkülatı beğenenler, semayı deler gibi bakanlar, yeri ezer gibi basanlar… Hiçç! Zıll-ü hayal![1]

Eski konuşmalarımda canlı misalini vermişimdir. Şuraya bir direk dikeriz, gölgesi düşer. Gölgenin bizâtihi vücudu varmış gibi gelir. Evet, fotoğrafı da çekilir. Zevâl vakti olunca o gölge ne olur? O direkte fani olur. Gölgenin kendi vücudu yok ki müstakil kalsın. Senin de kendi vücudun yok ki müstakil kalasın. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Canlı misal. Böyle diktin mi direği oraya gölgesi vurur. Bak şimdi burada bile vurdu. Fotoğraf makinasını al, o gölge kendi kendine “Ben varım!” der. Direkte güler ona “Ben varım!” der. Vakt-i zevâl olunca bu gölge yok, ne oldu bu? Bunda!

Daha daha başka misal verelim mi? Verelim.

Denizde dalga olur, dalga gelir sahile hıışşş ses çıkarır vurur. Öyle bir haşmetli gelir ki gelişinde zannedersin ki, hakikaten onun bir müstakil varlığı varmış gibi. Kendi kendine de öyle bir varlıkla geliyormuş gibidir. Derya ona güler. Bir an gelir, rakik[2] bir su hâline geldiği vakitte ne oldu o dalga? Dalganın fotoğrafını da çekersin. Simsiyah böyle gözükür, köpükleri möpükleri… Fakat onun bizâtihi vücudu yok. Vücut yok. O vücut kimin vücudu? Deryanın vücudu. Senin de bizâtihi vücudun yok. Can yakma! Anlatabildim mi bir şey? Yok!

Mâdâmı ki gelmede gitmede ihtiyârın yok, o hâlde düşünmek. Kendi muhasebesini yapmayan kimsenin, kimseyi tenkit etmek hakkı da yok. Ve kimseden hesap sormak hakkı da yok. Anlatabildim mi? Kendi muhasebeni yaptın mı? Kendi muhasebesini yapmayan bir kimse başkasından ne hesap sorabilir? Soramaz, hakkı yok ki!

Ama insan işte zavallıdır. Gaflet perdesi ile perdelenmiştir. Kendi kesafeti kendisine bela olmuştur. Ne diyeyim? Ondan soyununcaya kadar ömür de gelir geçer. Makul olanlar kerhen değil de tav’an teslim olurlar. Yoksa Kudret herkesi teslim almıştır. Sen zanneder misin kendi hesabına çalışıyorsun? O öyle bir Fatır’dır ki herkesi kendi hesabına çalıştırtır. Hiç kimse bugün kendi hesabına çalışan yoktur. Fakat yol ikidir. Biri tecelliyat-ı kahriye-i celaliyede yok olmak üzere çalışır. Biri tecelliyat-ı cemal-i İlahiyede. Ravza-ı aşk-ı tecelliyi cemâlullah da kimi gül, kimi bülbül, kimi sümbül. Böyle. Ya diken olur gider ya gül olur gider. Anlatabildim mi acaba?  

Herkes O’na çalışır.  [3]وَنَحْنُ الْوَارِثُون   Diyor.  Varis Benim” diyor. “Herkesin varı Bana kalacak. Hakiki mirasçı Benim.” Kendi hesabına çalıştırır, çalıştırır, istikamet karşıki çukura! Kumandayı verir, herkes gider. Ama bazı kısım o çukura gitmiyor işte. Vesika oraya gidiyor da mânâ bir yere gidiyor. Vesika oraya gidiyor. Vesika bu yani ya. Senin hüviyetin bu değil ki! Bunu her konuşmada ben tekrar ettim desem, bir hata etmem. Her vakit söylüyorum. Hem de gayet canlı misal de veriyorum.

Cana tenden agâh değil. Azıcık Türkçeleştir. Bu gömlek, benim bu tenimden agâh değil.  Bilmez benim tenimi bu gömlek. Anlatabiliyor muyum? Şu benim tenime temas eden bu gömleğim, benim tenimden haberi yoktur. Bilmez. Cinsi başka. Binaenaleyh bu tende benim canımın gömleğidir. Nasıl bu gömlek bu tenimden haberdar değilse, bu gömleğimde canımdan haberdar değil. İnsan bu âleme yalnız tenini beslemeye gelmemiştir. Anlatabildim mi?

Ağaç çiçeğini dökünce meyve meydana gelir. Ten şikest[4] olunca can meydana gelir. Ağaç yapraklanır, çiçeklenir, nihayet çiçeğini döktüğü an meyve meydana gelir. Sende bir şecere-i insanisin; dallandın, budaklandın, çiçeklendin. Çiçekliğin denilen şey bu ten. Çiçektir bu. Bu dökülünce ten şikest olunca, can meydana gelir. Bir şey anlatamadım galiba, haa! O hâlde bunlar bu kadar aşikâr. Gizli yeri yok bunun. Hesap meydanda. Bunun aksini hesap edecek, zannetmem ki sema altında birisi vardır.

Var mı bir adam, ben ölümü öldürürüm diye çıkacak birisi var mı!? Hiç şimdiye kadar gelmedi. Ölümü öldürmek, kabrin kapısını kapamak. Nasıl var mı böyle bir şey? Beşerden aczi gidermek. Koşarsın tramvaya… Hopp, kalktı gitti, dersin.  Aaa ne kafanı yukarıya kaldırıyorsun, o kadar da acizsin, değil mi? Koşarsın tramvaya, gitti gitti dersin. Yaa! semayı deler gibi ne diye bakarsın. Bak aczin tahakkuk eder, her dakika.

·         Yabancı arkadaşlar gördüğüm için bazı cümleleri tekrar ediyorum.

Bu işleri en güzel halleden şey uykudur. Uyku yok mu uyku! Ondan ders almayan şey hiçbir şeyden bir ibret alamaz. Uyku. Ondan ders alamadın mı hiçbir şeyden ders alamazsın. Akıl uykuyu def edemiyor, Beyefendi! Çok aklına mağrur olan kimse, uykuyu def edemiyorsun. İnsanı bak ne kadar şey eder. Hatta o, o kadar mühim bir şeydir ki, büyük suçları söyletmek için insanı uykusuz bırakırlar. Aç kalır dayanır, uykusuzluğa dayanamaz. İnsanların gizli suçu olduğu vakitte söylemek istemedi mi, onu söyletmek için adamı uykusuz bırakırlar. Bir gün, iki gün, üçüncü gün aman der. Yaa! Söyler adam, cayır cayır söyler. Akıl onunla başa çıkamıyor. E ne diye aklınla mağrur olursun? Bir uykusu ile başa çıkamayan zavallı, ne diye Kudret’le azamet yarışına kalkarsın? Bir uykusunu önleyemeyen bîçare, ne diye insanlık âlemini inletmeye kalkarsın. Neden yaratırım sevdası ile yaşarsın. Büyük Kitap, büyük ferman.

[5]  اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ  .

Allah çok naziktir, çok kerimdir, çok rahimdir. Her şey O’nun olduğu halde, çok tevâzu gösterir. Tabir sakattır, caiz değildir Halık’a bu kâr tabiri kullanmak amma, makam-ı tefhimde konuştum, O beni affetsin. Kullanılmaz O’na, fakat anlatmaklık içün başka çare bulamadım da, o kelimeyi kullandım. Mesela işte şurada beyan ediyor. “İyi düşünenlerinize birkaç cümlem var. Ben tenezzül ediyorum gelsin de dinlesin.” diyor. İyi düşünenlerinize   لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ  Tefekkür edenler, düşünenler.

Tefekkür nedir bilir misiniz? Tefekkür! Böyle bizde bir tuhaftır mesela yanlış anlarlar. Düşünmek dendiği vak itte düşünmek bööyle, bu değil düşünmek. Ööyle durmak, o değil. Ya nedir düşünmek? Olanı görmek. Bir camia ne vakit olanı görmeklik hassasını kaybetti, yıkılır. Onun için Hudâ, daima nazik maddeleri verdikten sonra derhal “Olanı görün.” der. Büyük Kitab’ı tetkik edersen, mühim bir madde verdi mi akabinde tefekkür ayeti gelir. Öyle emreder. Olanı gör! Herhangi bir camia olanı görmeden yaşıyor mu yıkılmıştır, o. Bunda iş yok. Olanı görmek. “Birkaç şey söyleyeceğim, diyor. Söyleyeceğim şeyde düşünenler içün; büyüklük var, ibret var, şahit var, burhan var.”

  اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

O söylediğim şeyde burhan var, diyor. Şahittir. Ben size uyku denilen bir hâl verdim.”

Neyse ben uzatmayayım da size lazım gelen yerini söyleyeyim. Çok söyledim ya, yayın bunu. Bir kibr-i nahvetle kabarmış bir camianın içine girdiğiniz vakitte şöyle biçimine getirin, tatlı bir tarafından “Her şeyimiz var ama şu uykuyu yenemiyoruz yahu!” deyin. Durdurur adamı. “Uyku denilen bir hâl verdim, bu hâli verdiğim vakitte elinizde neyiniz varsa alırım.”

Hiçbir ilim adamı, hiçbir fen adamı, en yüksek felsefeye sahip olan bir kimse, bana uykuyu tarif edebilir mi? Haddine mi düşmüş? Edemez! İstersen bak merak et. Ne olduğunu anlamak istersen şöyle birkaç gece bekle. Bilemezsin. Bilinmez! Neden bilemezsin? Şimdi söyleyeceğim. Ben size öyle bir hâl verdim, o hâli verdiğim vakitte elinizde neyiniz varsa alırım. Karını alır, kocanı alır, evladını alır, masanı alır, kasanı alır, rütbeni alır, ilmini alır, şuurunu alır, aklını alır, havasını alır. Havas alındıktan sonra bilinmez. Anlatabiliyor muyum? Onu aldıktan sonra onu veriyor. Onun için bilemiyoruz.

“Bahr-ı umman-ı ehadiyetime atarım.” Bu işin zevki, nısf-ul leyl[6] de belli olur. Onun için Hudâ sevdikleri ile gece yarısı sohbet edermiş. Cevf-i leyl[7]de gece yarısı. Miraç bile gece olmadı mı, onda iş başka oluyor. Şöyle bir sahrâ-i beyâbâna[8] çık, bir zirveye çık. Kadir, siyah çadırını çekmiş; zalim bir yere sızmış, mazlum bir yere büzülmüş. Uyumayan uyuklamayan yalnız O var. Hâkimle mahkûm uyku ikisini bir yapar. Zalimle mazlumu, uyuyunca hepsi bir. İş uyumakta o da bir huzur, o da bir mesele ya. Alırım, diyor hepsini. Fakat ne benim cehlimi sizin ilminizle karıştırır, ne sizin ilminizi benim cehlimle karıştırır. Nüfus kâğıdı altta kalmış bulacakmış, dur bakalım karışmış filan, bekleyin filan yok. Hiçbirisininki birbirine karışmaz. Hiçbirimizinki birbimize karışmaz. Bir yakaza hâli verir, uyanıklık.  

“Buyurun, der. İşte ilminiz, işte masan, işte karın, işte evladın, işte kocan, işte kuvvetin, şuurun, ilmin, aklın, havasın. Şunu sizden Ben her gün alır veririm, bir gün vermezsem ne yapabilirsiniz yahu? Ne iddia edersin, ne bir dava açarsın Kudret’e karşı! Ben senin varlığını her an elinden alıp veren birisiyim. Bir gün vermezsem ne yapabilirsin?”  

İşte onun içün ahlakta ilk gelen şey, sahte benliğinden soyunmaktır. Bunu mânâ ilmi ile de birleştirirsek, daha tatlı anlarız. Mesela iman mefhûmuna korsak, Hazreti Muhammed demiştir ki:

İman yetmiş ikidir. Belle burayı mühim olan yer.

Âlâsı:  لا اله الا الله  

Ednası:[9]  [10]  مَاطَةُ الأَذَى عَنِ الطَّرِيقِ إ

Türkçesi ne?  Âlâsı:  لا اله الا الله   Onun Türkçesi ne? Ben yokum SEN varsın. Anlatabildim mi? Bu tatlı mânâyı çabuk bulamazsın. Bunun tam hülâsa mânâsı bu.

Sen kendini ara yerden çıkarırsan, fenalık yapabilir misin? Ben Hakk'ı sende görürsem, sen Hakk’ı bende görürsen... Ki bunu eskiden… Mesela işte Hazreti Mevlana’nın gününü yaparlar, belki gidersiniz orada o günü temsil ederler. Gidenleriniz varsa görmüştür. Böyle gelir mesela karşılıklı geldiği vakitte, bööyle eğilir. Öteki de karşısındakine tamamen eğiliyor. Ona mesela el tutuş tarzları, onlar hep işaretlidir. Böyle açar, bu elde böyledir. Dikkat ediyor musun elimi? Biri böyle sağ el böyle, öbür elde böyle. Gelen Allah’tandır. Buradan gelir böyle bende tutmam. Böyle akar. Anlatabildim mi? Mânâ terbiyesindeki zevke bak şimdi. Ve bu akış tarzından da ben Kudret’e haddizatında mazhar olmuşum. Vahhab isminin mazharıyım, istemeden veren demektir. Beni kendisine musluk verdiğinden dolayı duramıyorum yerimde, der döner. Bir şey anlatamadım mı?

Yaa, gelir şimdi mesela, o şeklin mânâlarına geldiği vakitte bir an gelir, şööyle eğilir. O da eğilir. Bu eğilmesi, o ona eğiliyor, o ona eğiliyor. Hâl’en konuşuyorlar, Hak bende değil sendedir. Öteki de geliyor karşı, Hak bende değil sendedir. Bir şey anlaşılıyor değil mi? Ama tabi bu mânâlar zamanla orta yerden kalkmış, şekiller çıkmış, iş artistliğe dönmüş. O başka bir iş. Bir de onun içerisinde hakikaten o olmuş, o tadı duymuş. Başka.

Her şeyin sahisi vardır, taklidi vardır. Böyle bir, taklidine insanlar daha çok rağbet eder. Ehli bilir. Yalancı boncuk pırlantadan daha ziyade parlar. Altında ayna vardır, camın içerisine koyduğun, şey tepsinin içerisine lacivert kadifeye koyduğun vakit de (Altın değildir, o parlatılmış filan bir şeydir.) köylü gördüğü vakitte pırlanta versen onu almaz onu alır. O kalptır ama anlatabildim mi?

Bu burun iyi kokuyu duyacak. Duyacak. Kuvve-i şammesi[11] bozulmuş olan kimse, gülistana girmiş olsa bir koku alabilir mi? Dimağında bir koku olur mu? Bozuk şamme. Manevi isti’dad-ı şammesi bozuk olmuş olan bir kimse, bir kalbin rayihan kokusunu, bir sohbetinde konuşurken duyabilir mi? Anlamaz, gelmez ki o koku. Hadi öyle bir manevi tamamıyla insani bir sohbet yapılıyor, o sohbeti yapandan, kalbindeki o buy-u rahman, duyabilir mi onu? Nasıl şammesi bozuk olan bir kimse en büyük bir güzle...

Daha canlı misalini vereyim, kopkoyu sağır bir kimse, hiç duymayan bir kimseye be’s[12] sesli adamla hoş sesli adam konuşsa ikisini ayırabilir mi? İki bardak su koyalım; biri kuyu suyu biri taş delen suyu, ikisi de böyle berrak. Zahirde münafıkla muhlis, ikisi birbirine benzer, bardaktaki sular gibi. Fakat erbabı ağzına aldığı vakitte bilir değil mi ya? Daha erbabı nazarı ile bilir. Bilinir onlar. Değirmene buğdayla gelenle buğdaysız giden başka türlü. Buğdayla gelen buğdayını ağartır, buğdaysız gelen sakalını ağartır. Anlatabildim mi?

Gelmişiz dünya değirmenine növbet bekleriz.
Dane i ten un olunca mürg ü can eyleriz.[i]

Növbet. Hani derler ya, ben sakalımı değirmende ağartmadım. Bunun mânâsını biliyor muydun? Söyler herkes ama o mânâya değil işte o. Ben buğdayla gittim değirmene, kuru kuru gitmedim. Kuru kuru gidip gelen sakalını ağartır. Buğdayla giden, buğday malum ya ak değildir, fakat o değirmen taşında ezilince bembeyaz olur. İnsanda bu değirmende ezilecek ki, içindeki beyazlığı çıksın. Öğütülecek burada. Öğütülecek.

Âlâsı ne idi?   لا اله الا الله     Mânâsı ne idi? Ben yokum, O var. Bunu ağızla insan söyler, hadisat da tatbikatı zordur.

En ufağı nedir imanın?

 إمَاطَةُ الأذَى عنِ الطَّرِيقِ    Demiş,  Beşeriyetin Fahri Ebedisi. “Yolda halka ezâ verecek şeyi kaldırmak.”

Ezâ: Yani bir insan yolda gidiyor. Zordur bu, bu mânâ ilmi zor. Harici misalini vereyim daha iyi anlaşılsın. Vardır bazı çirkin vaziyetler, müstehcen. Saygı etmemiş, insanın içini dışına çıkaracak bir şekilde tükürmüş, yanına da bir karpuz kabuğu düşmüş. İlerden de bir hamal geliyor.  Bu, bunu göremeyecek, karanlık. Ben gördüm,  diyorsun. Eğer buna basacak olursa altıda uçurum. Ayağı kaydığı gibi sırtındaki yüz kilo ile beraber artık ne olacağını Hudâ bilir. Eğer sen hakikaten âlâ olan, o bak “Ben yokum SEN  varsın!” denilen kelimenin mânâsına  gönlünü vermişsen, onun en aşağısı neydi?

   إمَاطَةُ الأذَى عنِ الطَّرِيقِ   değil miydi? Yolda, böyle cemiyet içerisinde tam varlığınla ne bileyim, zahiri vaziyetinle filan, eğilip de oradan o kabuğu kaldırabilir misin? Hiç zannetmem. Onu kaldıran yine garip fakir zavallı, senin benim kıymet vermediğim insanlardır. O varlığından soyunmuştur. Şimdi sen elimi tutacağım dersin, burası bilmem şöyleydi dersin. Bunu şey etmek içün filan roop gelir, geçersin. Ondan sonra da hakiki mü’minim diye de yaşarsın. Sen daha ufağını yapmadın, diyor Hudâ. Gelme benim karşıma canım. Bu iş çocuk oyuncağı değil, diyor. Oyuncak değil bu. Zor! Bu bunun zahiri mânâsıdır. Bir de bunun bir enfüsi mânâsı vardır. O bizim gördüğümüz sokakta çirkin bir şeyi, halka eziyet edecek bir herhangi bir takılacak bir şey dendiği gibi... Asıl yol Hak yoludur. Hak yoluna engel olan şeyi kaldırmak. Anlatabildim mi acaba? Yaa, böyle!

Demek oluyor ki, gelmede gitmede kimsenin ihtiyârı yok. Bunu bir defa herkes kafasına, bilir amma üzerinde durmaz.   Durarak anlamalı. Hayattan azl oldun emri gelmeden anlamalı. Hayattan azl oldun, emri geldikten sonra herkes anlar fakat faydası yok onun. Onu büyük Kitap tarifini yapar. 

[13]  ۚ لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ   .

O öyle bir aciz olur ki adam o vakit, hiç bulunmadın mı gidenlerin yanında? O sert bakışlar, melül melül bakar. O gerilen edalar tamamıyla düşer. Hiç kalmaz bir şey. Gayet zebun olur. Etrafına medet diye bakar. Yok. O tul-u emel[14] birdenbire söner. Hepimizde vardır o. Ya elemimiz vardır ya emelimiz vardır. Anlatabiliyor muyum? Biz bu âlemde ya elemimiz var, ya emelimiz var. İkisi de bir acayip şeydir. Ya emelin var bir şey içün; yahut elemin var, ıstırabın var. Bunun haricinde bir şeyin var mı? Bunun haricinde olan insan da var ama onlar pek istisna kimseler. Mahdut. Hüküm ekseredir, ekser üzerine konuşuyoruz. O vakit fena. Bir an müsaade ver, istediğin gibi olayım, der.

لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ  

Ahh ben ömrü vermişim bade, rüzgâra. “Ne olursun bir an, tam dediğin gibi olacağım.” Yok! Teklif sakit olduktan sonra rücû para etmez. Hani manevi ilimlerde, bilgilerde beyan ederler, derler ki:

“Tövbe kapısı kapanmadan tövbe et.”

Tövbe kapısı diye gafiller gökyüzünde kapı ararlar. O kapı senin vücudundadır. Şu iki dudak. Bu iki dudağın solmadan, zevkini kaybetmeden, kudret elde iken, fırsat yanında iken, perde-i gaflet açılmadan aman derse affederim, diyor. Affetmenin mânâsı nedir? Yapmış olduğu kötülüğü mahvederim. Affın mânâsı bu. Anlatabildik mi acaba? Öyle buyuruyor. Allah’ın işi öyle. Affetmek ne demek? Belki biliyorsun belki bilmiyorsun. Affetmenin mânâsı: “Yapmış olduğu suçu, kötülüğü, kabahati, rezaleti, Ben mahvederim.” Allah mahvettikten sonra o kötülük meydana çıkmaz ki.

Hepimiz sandığın içindeyiz, sandık açılmasın. Gününden evvel, sandığı sat! Sandık dedim de size bir misal vereyim. Gayet güzel. Bu meseleyi, Mevlana umur-u hariciyede, malum ya o günü yapılan zât-ı âli. Amerika’da kürsüsü var, İngiltere’de Mesnevi’sini tashih ettirdiler. Bundan otuz sene evveli, yirmi beş liraya getirdiler. Her sahada bir adam. Her sahada. Yalnız şu sözü kâfi, o zâtın.

“Şaşarım”, diyor. “Gelirler beni kabrimde ziyaret etmeye kalkarlar, diyor. Ben, diyor toprak altında yatar mıyım yahu, diyor. Ben sevdiklerimin gönlündeyim.” diyor. Bir şey anlatabildim mi acaba? “Ben, diyor. Siyahını huzur-u İlahide aka inkılap ettirtmiş, vücut şaibesinden O'nun mânâsıyla tamamıyla çekilmiş olan bir kimse. Beni toprak altında gelirlerde görmek isterler. Beni diyor, sevenlerin gönlünde gitsinler, orada ben, kim seviyorsa orada beni bulurlar. Ben toprak altında bulunmam.” diyor. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum?

Öyle bir zât. Her sahada kemâle ermiş. Nedim olmuş, Hakk’a nedim. Orada bir misal verir, o. Kaba gibi gelir amma incelikle doludur. İnsana böyle bir kaba gibi gelir ama o kadar incelik vardır ki! Ama ben şimdi o misali vermeyeceğim. Konuşmamıza devam edelim. Bunun an yerini söyleyeyim belki merak ettiniz ya! Uzun da şöyle.

Kadı’nın birisi, kadî kadî, hakim yani ya bugün ki tabirle. Bir yere gitmiş, gittiği yerin sahibi gelivermiş, kadı kaçmak istiyor. Kaçacak bir yerde yok. Süslüce bir sandık varmış. İçerisine hemen girmiş, gizlenmiş. Ama kadıyı oraya gitmekliğini biçimine getiren o evin sahibi onu tuzağa düşürmüş. Anlatabiliyor muyum acaba? Tuzak. Sandığın içine girmiş şimdi. Tuzağa düşürdükten sonra diyor ki hanımına, yahu diyor, sen şöylesin böylesin filan. İşte uzun bu çok uzun bir şey anlatması. İsterdim geniş bir vakitte anlatayım ama neyse, lazım gelen yeri bize.

“Ben bu sandığı satacağım.” diyor.  “Kâinat diyor, bizim bu sandığımız da sanki bir şey varmış gibi herkesin ağzında. Ben bunu götüreceğim yarın satacağım.”

Canım sen şimdi onu bırak, diyor.  Kadı da içeride “Eyvah” diyor. “Ben bu sandığı satacağım.” Satacağım dedikçe kadı içeride bütün dertten soyunmuş ne câh var gözünde, ne o var, yalnız sandık var. Anlatabiliyor muyum? İşin şeklini. Bunu anlatmak istiyor zaten Mevlana da.

“Satacağım bu sandığı!” Birdenbire hamalı getiriyor. Böyle diyor, içinde nesi varsa diyor, bizim diyor nemiz varsa gidecek bu sandık diyor, hamala.

“Aman eyvah!” diyor şimdi kadı. “Beni bazar-ı âlemde berbat eyleyecekler!” Şimdi hamalın sırtında gidiyor. Mahsustan sandığın sahibi olan adam da azıcık geriden gidiyor. Sandığın içinde kadı: “Hamaal!” Hehehee...

Şöyle bir etrafına bakıyor, zavallı hammal. Öyle anlatıyor Mevlana. Bu seda nereden geliyor. Yine yavaşçacık “hamaal!” Sağına bakıyor, soluna bakıyor, acaba hatiften[15] mi geliyor. Gayptan bir ses mi geliyor? Biraz daha uzaklaşınca azıcık, işitmiyor diyerekten: “hamal, hamaal!”

“Haa, sandığın içinden geliyor.” diyor.

“Ne olursun benim bir naibim var. (Vekili yani ya) Git, onu bul bu sandık pazar-ı âleme çıkar çıkmaz kaç para ise gelsin açmadan beni alsın. Anlat benim derdimi!” diyor. Koşuyor buluyor naibini.

Naibi geliyor: “Bu sandık kimin?” “Benim.”  

“E bunu biz alalım.” “Alın.”  

“Ne istiyorsun?”  “Dokuz yüz altın verdiler vermedim. Bin altın.” diyor.

“Canım insaf et, gel etme eyleme!” Şimdi burada birçok incelikler var. Onları da söylemeye saatimiz bugün müsait değil. Şöyle, atlayarak bir yerine gelelim.

Naib diyor ki: “Buraya kadar Settar ismi ile…”  “Haa, efendim diyor, şu sandığı açalım, diyor. Alıcıya bunu göstermek lazım, bir ayıbı mayıbı olmasın, bakın içinde diyor, nasıl bir mal var.”

Naib kulağına eğiliyor diyor ki: “Şimdiye kadar Settar ismi ile tecelli ettin. Gel bunu sen bana sat. Al şu şeyi.”

Orayı da bırakalım, uzun işler. Mevlana’nın bunu söylemesindeki maksadı: “Sen, diyor. Bu ten sandığında bütün rezaletinle gizli kaldın, gel naib-i Hak olan Muhammed’e bunu sat!” Bir şey anlatamadım mı?

İçi açılmadan, bozulmadan gel bu sandığı sat, sen. Konuşmamızın an yeri burası. Yani bunu hepimiz anlar da ona göre hatt-ı hareket tespit edersek, kâm alırız. Çünkü değmez, işte dün bugün içün rüya bugünde yarın içün rüya. Öyle der.  O görmüş olunan yüksek yüksek varlıklar, onların hepsi birer esaret alametidir. Kendisi esir olmadıkça zahirde hiç büyük bir mevki Allah adama vermez. Anlatabildim mi? Muhakkak evvela esarete kendisini terhin[16] edecek. Rehinleyecek. E değer mi ya! Değmez.

Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.

Fuzûlî’nindir bu söz. Çok güzel. Bizim şimdiye kadar konuştuğumuzu şu iki şeyin içerisine sokmuş. Bu söylediğim şeyin, söylediğim şeyler, bu cümlelerin hülâsasıdır. Bu nazmın hülâsası yani. Söyleyemedim. Bu nazım onların hülâsasıdır.

Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.
Olmasa kibr ile riya
Sensin ol beyt-i kibriya.

Öyle diyor, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Sahibini en yüksek makama çıkaran, secâyâdan[17] birisi, seciye yani insani seciyelerden en mühimi, tevâzudur.” diyor. Mütevazı bir adam, hariçte misal veriyor, bir kuyuya düşse Kudret’in rüzgârı onu çıkarır. Burayı bir daha tekrar edeyim. Mezâyâ-yı[18] insandan, secâyâ-yı insandan, en mühim seciye en büyük meziyet, mütevazı olmasıdır. O bir kuyuya düşse Kudret muhakkak bir rüzgâr yaratır, rüzgârla onu kaldırır. Yani rüzgârla kaldırır demek, sıkıntı çekmeden, ummadığı bir yerden, yine Kudret’in önüne gider. Anlatabildim mi? Ha bununla, zilletle mezelleti karıştırmamalı yalnız. Bir de onun bir benzeri vardır.

Mesela zalime karşı divan durmak, ona mütevazılık tevâzu denmez ona. Zulme divan durmuş, şerefinden fedakârlık istiyorlar, imanından fedakârlık istiyorlar, vicdanından parçalamak istiyorlar. “Efendim, ben mütevazıyâne boyun keserim!” Yok! Ona müsaade yoktur, ahlakta. Hayır, zulme rıza zulümdür. Zillete rıza zillettir. Şerefsizliğe rıza şerefsizliktir. Bunu kabul etmez. Demirden kilide mumdan anahtar yapılmaz. Anlatabildim mi acaba?  

Demirden kilide mumdan anahtar yapılmaz. Demirden kilide demirden anahtar yapılır. Hatta çelikten, kırılmasın diye. Birbirine karıştırmamalı. Ayrı ayrı şeyler. Birini diğerine karıştırmamalı. Mesela: Zalime muâvenet[19] mazluma ihanettir, der. Tabire dikkat eyledin mi? Ahlakın düsturlarından.  Zalime yardım ettin mi? Ama bir senette zalime yardım et, der. O da imandandır. Ama o bak, o başka incelik var. Sormuşlar: “Bir vakit zalime muâvenet mazluma ihanet dediniz, şimdi de zalime de yardım edin!” “Oradaki yardım diyor, onun zulmünü kaldırmaktır.” diyor. Anlatabildim mi?

Zalim nasıl olsa mahvolacak, yardım etmek istersen zulmünü önlersin. Bir şıklık var burada, bilmem anlatabiliyor muyum? Yoksa zalime muâvenet mazluma ihanettir. Zalim; suçu var, ceza verilmesi icap ediyor. Cezasını kaldırdığın vakitte o camiaya ihanet etmiş olursun, der. Zalimin cezasına lazım gelen cezayı verdiniz mi, kırk gün şeye arza feyiz rahmeti yağmış gibi olur, diyor. Yaa! Yeryüzünde hudud-u ilahinin bir haddi ikame etmesi, yeryüzü için kırk gün feyizli rahmet yağması gibidir.

(…) Hür onlar, hür adamlar yani ya. Hürriyeti, istiklal-i ruhisine sahip olan insanlar. Bizim tarihimiz çok zengindir. Bunları böyle birer birer göstermiştir. Söz hâlinde kalmamıştır. Mesela İmam-ı Ahmed, başına çivi mıhlanmıştır. Öyle öldürmüşlerdir. Çiviyi vururken, söylemiş olduğu Hak sözü tevil et, dedikleri vakitte: “O çivi benim beynime girecek. O söz Hak sözdür, onun karşılığı Hak’tan alınacak!” O ayrı bir iş.

... istiyorlar, olmaz diyor. Öyle!  Onu misal olaraktan verdim, o tevâzûu zillete rıza şeklinde anlamamak içün.

Vazife, vacibü'l-icra olan şeye denir. Açık anlayış tarzı ile anlat bakalım. Yapılması örfen, vicdanen, ahlaken, kalben, cemiyyeten, mecburi olan şeye vazife denir. Onun için mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar. Kutsiyât ahlakiyattan doğar. Ahlakiyat ebediyete iman ile olur, o iman da Zât-ı Barî’ye iman ile olur. Anlatabildik mi acaba? Bööyle silsile halinde gider.

Ebediyete inanacak. Kendisini kör bir tesadüfün neticesi olaraktan kabul etmeyecek. Bende şuur var, bende olan sıfatların, mükemmelin mükemmeli bir yerde var, diyecek. Öyle değil mi ya! Ben görüyorum, binaenaleyh El-Basîr isminin sahibi olacak ki göreceğim. Bu görmüyor ben görüyorum. Anlatabildim mi acaba? Zaten o kapı da kapanmıştır ya! Kudret’in inkâr kapısı yok artık, hiç. Dünyanın hiçbir yerinde.

Fennin bir parçacık tecellisi, bir parçacık zahir olması, fen daha çok, o kadar bir şey olmamıştır. Herkes, konuşurken diyoruz ki gözleri kamaştırıcı diyerekten ama bugün ki beşeriyeti anlatmak içün. Daha fen gözleri kamaştıracak kadar bir yerde değil. Daha fen, ölüyü diriltecek. Daha oralara gelmedi, yaa! Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi onu haber vermiştir. Hazreti Muhammed yani ya. “Fen o kadar ilerleyecek ki, bir gün ölü dirilecek.”  Fennen ölüyü diriltecek. Daha oralar da değil. E o halde kurtulduk değil mi? Yok, kurtulma yok! Daima tutulmuş yaşayacağız. Doğdun tutuldun, daha yok artık.

Nasıl kurtulur adam?  Teslim olur kurtulur. Ol tamamıyla teslim, ondan sonra hiç kendi hesabına bir şeyin olmaz. Senin bu fabrikanı Allah işletir. Sermayesini de sana verir, ticaretini de sana verir. Öyle diyor zaten.

“Gel bana sat bunu!”  diyor. “Senin hesabına işleteyim, diyor. Ben almayacağım sana işleteceğim, diyor. Sen ne vakit işlettin iflas ettin, diyor. Yahu, Bana bırak işleteyim senin hesabına. Sen onu kendi kendine işletecek olursan, diyor. O fabrikanın en büyük aleti akıldır, diyor. Sen onu Bana teslim etmeden kendin yapacak olursan o sana o kadar muacciz, yani aciz verir sana iz’ac[20] eder ki, o kadar müz’ic[21], iz’ac eder, bir defa diyor, mazide ne kadar geçirmiş olduğun alâm-ı[22] ektar[23] varsa bütüün çirkin çirkin şeyleri her gün önüne diker. Sen zaten hep böyle gittin der.” Anlatabildim mi acaba? Vukuu henüz tahakkuk etmemiş, istikbalde de ne kadar korkunç hadiseler varsa, sanki olmuş gibi bunları da diker, bunun ikisinin arasında bunala bunala geberirsin!

“Gel bunu bana sat, kâinatın tılsımlı anahtarı olsun. Seni kurtarırım Ben, bu felaketten.” Anlatabildim mi? Öyle der, O.

Doğdu, tutundu. Ölse de kurtulmaz. Ölmek yok ki zaten. Şekil değişmesi var. Ölme yok. İşte ölüm, ölüme de bulacakmış çare dedin ya. Haa, öyle değil o. Bugün de var mesela Amerika da. Beş dakika, on dakika bir fizik hadisesi veriyor, öldükten sonra hareket. O değildir, o. Bu buna da versen bu tahta da şey eder. Şuuruna sahip olmak demek dirilmek. Anlatabildim mi? Enesine yani ya, şuuruna. Böyle olacak. E olduktan sonra? İşte o vakit diyor ki Allah: Ey beşeriyet bab-ı Kudret’e kadar el uzattınız, hadi bakalım paydos!

 [24] يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار 

Anlatabildim mi acaba? Yoksa öyle elini kolunu salla yürü yok. Öyle, âdeti öyle O’nun. Ebediyete inanmadıkça, ahlak yerine gelmez. Öyle nazariye ile konuşmakla efendim filan süsle, filan yok kardeşim, onlar laf. Gelmiş önüne milyarla lira, fakat onun içerisinde yetimin ahı var, mazlumun zavallının varlığı var, efendim onun ahı var filan, o ah vah ebediyet âlemine inanan içün. Öteki der ki: “İhtirasât-ı nefsaniyen kabardığı vakitte fırsatta eline geçince, vur kır at!”

O öyle bir hâl olacak ki, ben yarın bir divana gideceğim, değer mi bu neticesi cife olan şey. Aşkta bekâ vardır. Bekâ, fenası olmayan ne bileyim ben. Neticesi bitmeyen varlık, denir. Onun karşısında neticesi cifeye inkılap eden şeye âşık tenezzül etmez. Âşık da ebediyete gönül veren adama denir. Anlatabildim mi acaba? O, bilir o.

Bütün kâinat senin olmuş olsa, karnın doyuncaya kadar yersin. Sonra zevki veren de Allah’tır. Hiç tesadüf etmedin mi kendin. Bazen olur, o insanlarda. Onların Kudret, insanda hadisede daima dersini kaçırır. Bazen bakarsın ki birçok, et’ime-i[25] nefise olur, hiç birisini canın istemez de bir parça tuzla ekmek ver dersin. Taze ekmeği bandığın vakitte hiçbir yemekte bulamadığın bir zevki bulursun. Neden o? Ben veriyorum, diyor Allah. “Zevki Ben veriyorum.”

Milyarla liran olmuş olsa da yine aynı netice itibariyle iki metre boyunda bir seksen eninde bir yerde, azami yatsan artık elini ayağını bu kadar açsan, iki metre, iki buçuk metreden fazla uzanabilir misin? Uzanmak istersen yorulursun, işte o kadar. Seksen tane biner liralık palton olsa nihayet bir tanesini giyersin, iki tanesini giyince adamı götürürler. Yahut gülerler. Sonra o hangisine yarar hangisine yaramaz o da bir iştir.

Meşhurdur bu, vakti ile kale kapısında Ali baba namında alnının teri ile geçinen… Şimdi bu söyleyeceğim söz maddenin kesafetinde kalan kimseye ait değil, ben sizin hepinizi iman-ı zevkiyeye çıkmış, yani insan haklarını kabul etmiş, Kudret’le baş başa kalmaklık zevkini arayan kimseler diye konuşuyorum. Yoksa o maddenin kesafetinde, onunla konuşma tarzı yine ayrıdır. O bambaşka bir şey.

Şimdi orada sebze satarmış. Yalnız bir meziyeti varmış. Böyle kaputu[26] çıplak, üç kişi, garip, öyle mutantan değil. Bir cenaze geliyor mu hemen işi bırakırmış. Kazma kürek koşar onun yerini hazırlarmış. Ve bir şey de kendisine verilirse, hakkınız kalmasın diyerekten. “Biz hakkı Hak’tan alırız.” Sözü de bu. Biz hakkı Hak’tan alırız. Öyle acayip bir adamış. Tabutu eski, üstünde öyle süsü püsü yok.

Ölüsüne hürmeti olmayanın dirisine merhameti olmaz. Kaideyi külliye bu. Ölüsüne bir adamın hürmeti yok mu, dirisine merhamet etmez. O vakit çok öyle sayarlarmış. Çünkü onu öldü diyerekten, bilmiyor ki! Ebediyete inandığından dolayı o yok oldu diye bilmiyor, o beni şimdi daha iyi görüyor. Hukukumuz ya sahteymiş dedirtmeyeceğim, diyor. Anlatabildim mi? Bak ebediyete inanmanın ne büyük faydaları var. “Ben masam varken benim karşımda bana selam veriyormuş, kasam varken bana merhaba diyormuş, Demek ki rütbem varken bana haddizatında nasılsın diyormuş. Şimdi ben burada er kişi niyetine deyince her şeyim alınınca, alakasını kesti yazık aldanmışım.” Dedirtmeyeceğim diyor. Onu i’zaz[27] ediyor. Manevi cümlelerle. Hürmet yalnız ona beş on tane çiçek götürmek değildir. O işin şekli zahirisi öyle.

İstemem cenazemde çeleng ü ahenk.
Debdebe ile gidilecek yer değildir makber.
Medhalidir orası bârigâh-ı Hudâ’nın.
Kapısından acz ile girmek ister [28]

Onun en güzeli yerinde yetiştirmek. Ağaçtır çiçektir, canlı canlı. Anlatabildim mi? Canlı olacak, canlı. Frenkler bayılırlardı, bizim mezarlıklarımıza. Şimdi yavaş yavaş oluyor galiba öyle. O servi ağaçları var ya o servi ağaçları. Onlar insanı temsilen muzâdd-ı[29] taaffün[30]-[31]  muzâdd-ı haşerat. Onun kadar havayı tebdil eden hiçbir ağaç yok. Servi servi, anlatabildik mi acaba? Servi ağacı.

[32]  وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ 

Hakk’ı tesbih ediyor, eşya. Ondan insan istifade edebilir. Bahaneler bunlar. Neyse o adamcağız öyle iki tane salatalık, dört tane biber, beş tane filan satar, ekmeğinin parasını çıkarır. Bir de garip bir kimse gördü mü koşar, kabrini kazar. Zevki onun o. Karşıda büyük bir konak varmış. Onun hâlini seyreden o konağın efendisi, kış mevsimi bakmış ki onun ince bir şeyi var sırtında.

Hanımına demiş ki: “Benim kürklerden bir kürk getirsene.” Hanımı gitmiş, az kullanılmış bir kürkü getirmiş. “Yok, demiş. Benim çok sevdiğim elma kürkü getir.” “Efendi, demiş. Bu sırtına giyecek burada sebze satacak. Yazık günah değil mi zaten siz onu yeni yaptırdınız.”  

“İyi ama demiş, onun kullanılmışını verecek olursam, yarın Hudâ bana bunu layık görmüştün!” der. Garibe verilen şey Allah’a  verilen şeydir. Anlatabiliyor muyum acaba? Bunun içerisinde ahlaka taalluk eden yerlerini sen alırsın. Çünkü ebediyet âleminde silik paralar, kirli şeyler, eşyalar, dökülmüş bilmem şunlar hepsi böyle Huzur’a gider, bir de hediye vermiş olduğun güzel şeyler meydana gelir.

Allah der ki: “Bunu bana layık gördün, bunu da bir sevdiğine layık gördün. Ben ondan aşağıymışım, git ondan al. Çekil Benim huzurumdan. Beni herkesten aşağı gören insan,  ne istiyorsun Benden, hadi!”

Yaa, insan yapacağı hayrı da iyi düşünmeli. “Şu yemek kokacak, şunu birisine verelim.” Bir şey alamazsın. Niye? Kendin yiyemeyeceğin vaziyete gelmiş de onun için verdin değil mi? Kendinde şapır şupur yiyor musun beraber. Hah o güzel. Hiç bunun bir şeyi olmaz mı? Eh, dökmemeklik cezasını görmezsin. Anlatabildik mi acaba? O cezayı görmezsin.

“Sen demiş o en üstün kürkümü getir benim.” Getirmiş, böyle, cemal-i itina ile. O vakit bohça devri, kâğıt, ambalaj filan yok. Güzel bir atlas bohça ile götürmüşler, vermiş. Adamlarıyla göndermiş. Veren de arif alan da arif. İnsan bayılıyor böyle şeye. Veren de arif alan da arif. Veren köklü.

Giymiş, ertesi gün öyle. Üşüyor adam. O tek ceket gibi o gün ceket değil, o günkü elbisenin ıstılahını unuttum aklıma getiremedim, hafızama gelirse söylerim. Neyse şimdi bugün ki tabiri kullanalım. “Ceketlendim ama üşümüyordum, üüh üşüyorum.”  O gece, mânâ bu ya, rüya bu ya!

Rüya ef’âli ihtiyâriyeden değil ki. Manzume-i kuvvâ-i ilahiden olan melekût. Melek demek, Allah’ın kuvveti demek. Anlatabildim mi acaba? Sen bana cazibeyi anlatabilir misin bakayım? Taşı yukarıya attın düştü, cazibe kanunu, ne demek o? Anlat bakayım bana, şöyle kafama sok! Yahut kendi kafana sok, kelimesini konuşma onun. Çekici kuvvet ne demek? İcap ederse onu da bozuyor sonra Kudret. Amerika’da bakıyorsun ki masanın üzerinde doksanar kiloluk dört tane adam oturuyor, masa beş metre yukarıya kalkıyor. Fotoğrafla da çekiliyor böyle. Hani cazibe kanunu? Kudret isterse hepsini bozar yapar. O yine ayrı iş.

Rüyasında diyorlar ki: “Ali Baba’ya biraz fazla soğuk yazın, fazla. Kürkü var onun şimdi!” Ertesi sabah kalkıyor, yine fazla titriyor, hemen kürkü çıkarıyor derleyip toplayıp, bohça içerisinde. “Efendimin arzusu yerine gelmiştir, teşekkür ederim. Ben bu kürkle tir tir titreyeceğim, bir ehlini bulsun versin.” Bir şey anlatabildim mi acaba, haa?

Bunu ne için söylemiştim bakayım kim hatırlatabilecek. Binaenaleyh değmez. Nihayet alacağı, iki metre boyunda bir karyola, bir seksen genişliğinde bir şey. Daha büyük oldu mu istediğin kadar aç, faydası yok onun, o kadar gider. Oturunca karnın doyuncaya kadar yersin. Sırtına da bir palto giyersin. İki tane olursa ya gülerler, ya götürürler, demiştik değil mi? Buradan açıldı.

Müessir-i hakiki Kudret. Asıl şey, durduğumuz yer: Ahlak ebediyet âlemine inanmakla başlar. Buralara. (Konuşan var rica ederim konuşmasın, fısır fısır. Mevzûu kaybediyorum ben.) Ebediyet âlemine. Oraya inandıktan sonra o zevk adamı; ne talib-i izzet kılar, ne talib-i zillet kılar. İzzete de talip olmaz zillete de. Teslim olur Hudâ’ya. Gönlünü bir yere bağlar, tam teslimiyetle yaşar.

Şimdi Allah der ki: “Yardımı sabırdan isteyiniz. Sabırla isteyiniz. Ey inananlar ve istikbalin inananların olduğuna inananlar...”

[33] وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِ  

Emir böyledir. “Allah’tan yardım mı istiyorsunuz? Benden yardım mı istiyorsunuz, iki şeyle gelin.” Bilmem anlatabiliyor muyum? Evvela sabırla isteyin. Sabır ne demek? “İstenecek şeyi gönlünden Benden başkasının bir tarafına akıtmayın.” Bak ahlakta bozuntu olur mu? Zor ama. Anlatabiliyor muyum? Sabır bu. Sabır demek, bööyle dur demek mânâsına değil.

“Yardımı sabırla talep edin Benden. Sonra salat ile yardımı isteyin. Biri kalıbı temizlemektir, diğeri ruhu temizlemektir. Ruhunu tertemiz yapmadıkça, kalbini Benden başkalarından soymadıkça Ben sana bir şey vermem. Verirsem de hayrını görmezsin.  Bela olarak veririm. Sen onu, zahirde nail oldum filan dersin, nail filan olmadın, seni inletmek için veririm. Huzurlu dirlik üzerine isteyecek şeyi iki madde ile geleceksin!” diyor. Anlatabildim mi acaba?

“Ruhunu tertemiz yapmadıkça, kalıbını temizlemedikçe, alayık-ı kevniyeden soyunmadıkça, bir şey alamazsın, diyor. Ben vereceğim. Netice itibariyle ben vereceğim.”

Şöyle size bir misal vereyim, bir defa daha vermiştim ya.

Büyük Kitab’ın Fatiha Suresinde Hak’tan başkaya boyun kesmemenin, İslami varlıkta büyük işaretler vardır. Mesela, mabette hiç kimseye hususi bir mevki vermemişlerdir. Diğer dinlerin saliklerinde localar vardır. Para ile ayrılmış hususi masalar vardır. İmtiyaz hesabına ait sıralar vardır. Anlatabiliyor muyum acaba? Öyledir o. Tetkik edin, merak edin. İslam’da öyle bir şey yoktur.  Tarihin en büyük efendisi olan necip Türk milleti, onun içün bu mânâyı ısrarsız, cebirsiz, meftun olaraktan girmiştir. Cidalsiz. Hilkaten hürriyete sahip olarak yaşamış olan bir ırk, görüyor mânâdaki zevki, rappadak girmiştir böyle. Ve çok da muhafaza etmiştir.

Şimdi mabedin ön safında, kâinatın bütüün serir-i saltanatına sahip olan bir insan tasavvur etseniz, öyle bir insan olsa, bir de cemiyetin hiç kıymet vermediği en vazî bir vazife yahut bir işçi gelse, burada serir-i saltanata sahip bir adam vardır, yan yana duramazsın dendiği vakitte bütün ibadetler batıldır. Hepsini kovar Allah. Anlatabiliyor muyum acaba? Hepsini hayyt! Hiç kimseninkini istemez. Yan yana durur. Orada kimin daha iyi, kimin daha efdal, kimin daha Hakk’a kendisini kabul ettirtmiş, onu biz bilmeyiz ki! Bilmeyiz.

Ve burada gayet büyük bir incelik var, size söyleyeyim. Çok kimse bilmez. Bir mabette toplu hâlde bir ibadet yapıldığı vakitte, zahirde bir adam kumanda verir Allah’a takdim eder. İmamdır fakat hakikatte onun içerisinde Hakk’ın sevdiği kimse manen imam odur. Bir şey anlatabiliyor muyum? Buraya kadar incelemiştir. O kadar ince bir mevzûdur ki bu. O kadar ince, Ahlaka o kadar güzellik veren bir şeydir ki, bir kimse namaz kıldırırken, herhangi bir şahsiyet gelse de şuna ben kıldırdığımı beğendirtteyim diye, gönlünden geçse orada bütün ibadetler batıldır. Anlatabiliyor muyum? Yaa, iyiymiş.

İnceliklerden bir tanesi de bak, bakıyor ki şimdi en yükseği ile (Cemiyetin tabirini kullanıyorum.)  en ortası, en vazîi hepsi, elini açmış bir yere, birisine minnetle gönlünü vermek isteyen adam, eğer o dakikada uyanık olursa: “Yahu bu da benim gibi dilenci, baksana benim gibi bu. Ben niye bunun istediğinden istemeyeyim de ben buna gönlümü vereyim?” Anlatabildim mi? Mesela bu. Hep bunları talim eder. Alma insanlığını ayağının altına, der. Haa, o surede hadi orasını söylemeden şurasını söyleyelim.  

Tefsir yapmış birisi, yani Kur’an’dan mânâ çıkarmış. Tefsir ikmal etmiş. Hocasına götürmüş.

Demiş:“Efendi hazretleri, himmetinizle huzur-u feyzinizde diz çöktüm. Çok büyük feyizlerinize nail oldum, nihayet çok çalıştım, elimden geldiği kadar şöyle bir tefsir yazdım. Nazar-ı irfanınıza terk ediyorum. Bakın eğer hoşunuza giderse, onu demiş padişaha arz edin. Çok ihtiyaç içindeyim, belki bir ihsanda bulunurlar.”

Şöyle vurmuş elini. O arif zat, hocası. “Baştan aşağı yazdın mı bu tefsiri?” demiş. “Evet” demiş. “Altı bin altı yüz altmış altı cümleyi, yani hepsini.”  “Evet.”

“İyi ama, demiş. Sureyi Fatiha da bir ayet vardır.  [34] اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ   Bunu atladınız mı yoksa unuttunuz mu? Eğer yazmışsanız oraya şöyle bir mânâ vermişsinizdir, Ya Rabbi ancak senden isterim. Seninle sana kulluk ederim, Senden başka bir kapıyı çalmam. Orada öyle yazdın da hâlin başka türlü mü?” demiş.

“Lütfen git yeniden yaz!”  

Bir şey anlatabildik değil mi? Demek ki vazifenin tarifini yaptık, ebediyet mefhûmu ile bağlı. Keyfe bağlı değil yani ya. İmanın âlâsı ile en ufağını, onun da tarifini yaptık.

Bugün ki konuşma bu kadar yeter.



[1] Zıll-i hayal: Hayal gölgesi.
[2]  Rakik: Çok ince, yufka, nâzik, nârin, yumuşak kalpli, yufka yürekli, hisli gibi anlamlara gelmektedir.
[3] Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime: وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[4] Şikest: Kırık
[5] Zümer Suresi 42’nci Ayet-i Kerime:اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Meali: Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkor, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.
[6] Nısf-ül Leyl: Gece yarısı
[7] Cevf-i Leyl: Gece yarısı
[8] Beyâbân: Çöl. Sahra. İmar olunmamış arazi. Kır.
[9] Edna:  Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. Çok yakın
[10]  Riyazus Salihin, 127 Nolu Hadis   فَأفْضلُهَا قوْلُ لاَ إلَهَ إلاَّ اللَّهُ ، وَأدْنَاهَا إمَاطَةُ الأذَى عنِ الطَّرِيقِ ، وَالحيَاءُ شُعْبةٌ مِنَ الإِيمانِ 
Meali: “İman yetmiş (veya altmış) küsür özelliktir (şu’bedir). En yükseği, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek; en aşağısı ise, eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir bölümüdür.”
[11] Şamm(e): (şemm. den) Koklayan, koku alan. Koklama duygusu. Burun.
[12] Be's: Azab, şiddet. Korku. Zarar, ziyan. Zorluk, meşakkat, zahmet. Fenalık.
[13] Nisa Suresi 77’nci Ayet-i Kerime  اَلَمْ تَرَ اِلَى الَّذ۪ينَ ق۪يلَ لَهُمْ كُفُّٓوا اَيْدِيَكُمْ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَۚ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ اِذَا فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّٰهِ اَوْ اَشَدَّ خَشْيَةًۚ وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَۚ لَوْلَٓا اَخَّرْتَنَٓا اِلٰٓى اَجَلٍ قَر۪يبٍۜ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَل۪يلٌۚ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقٰى وَلَا تُظْلَمُونَ فَت۪يلًا  
Meali: Kendilerine, "Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekâtı verin" denilenleri görmedin mi? Üzerlerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir kısmı insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın? Ne olurdu bize azıcık bir müddet daha tanımış olsaydın da biraz daha yaşasaydık?" derler. Onlara de ki: "Dünya zevki ne de olsa azdır, ahiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez."
[14] Tul-u Emel: Bitmeyen istek. Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek
[15] Hatif: Gayptan haber veren cinnî. Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı
[16] Terhin: Rehin verme. Emanet bırakma
[17] Secâyâ: (Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar
[18] Mezaya: Meziyyetler. İyilikler. Hasletler.
[19] Muâvenet: Yardımcılık. Yardım. Teâvün
[20] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp ayırmak.
[21] Müz'ic: İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[22] A'lam: (Âlem. C.) Âlemler Alâmetler. İzler. Nişanlar.
[23] Ektar : (Keter. C.) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, unvanlar, soylar. Nesepler, dereceler, mertebeler
[24] İbrahim Suresi 48’nci Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ 
Meali: O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.
[25] Et'ime: (Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler.
[26] Kaput: Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu.
[27] İ'zaz: Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek.
[28] Tahir-ül Mevlevi.
[29] Muzâd: (Ar. mużādde “muhâlefet etmek”ten mużāddNitelik ve etkileri birbirine tamâmen aykırı, birbirini giderici olan, aksi yönde tesir eden.
[30] Taaffün: (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular.
[31]  Muzâdd-ı taaffün: Kokuşmayı önleyen, mikrop kıran, antiseptik
[32] İsra Suresi 44’ncü Ayet-i Kerime   تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
Meali: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.
[33] Bakara Suresi 45’nci Ayet-i Kerime وَاسْتَع۪ينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلٰوةِۜ اِنَّهَا لَكَب۪يرَةٌ اِلَّا عَلَى الْخَاشِع۪ينَۙ
Meali: Bir de sabırla, namazla yardım isteyin. Şüphesiz bu, (Allah'a) saygılı olanlardan başkasına ağır gelir.
[34] Fatiha suresi 5’nci ayet-i Kerime:  اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
Meali: Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti.


[i] Erzurumlu Ali Rıza Efendi’nin bu şiirinin tamamı;

-BEKLERİZ-

Gerçi edna kullarız biz gönlümüzce bekleriz

Cismi hak’iz lakin andan ruh ile müttefikleriz.
Aşk ile canı cihanız, akliyle malikleriz

Gelmişiz dünya değirmenin de nöbet bekleriz.
Dane’i ten un olunca merğı canı anlarız.

Devri daim çun döner bu esbabına felek
Arpa buğday misli tenler labet un olsa gerek

Âlemi ervahı aaladan tenezzül ederek
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz,

Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Gerçi bu devranı seyran eyleriz leyli, Nehar
Şevkile ne çarhi döndüren enhar var

“Tahtehel enhar” taharri etmişiz etmişiz andan Kur’an
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz

Daneyi ten olunca merği canı anlarız.
Esbabı cismi bu nefis eylemiş toz ve duman

Aynı Beytullah iken dil, etmişiz gayra güman
Maksadı aksayı koymuş kılmışız meyli cihan

Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

Hoş o demler kim sürdü canımız canan ile
Ol vatandan düşmüşüz bu gurbete nisyan ile

Hayfa kim dostu unutmuş kalmışız düşman ile
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz

Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.
Âlem aşkı unutmuş gafilâne söyleriz

Ol görünse imdi biz kevni mekânı neyleriz
Vah ki, ol manayı koymuş surete meyil eyleriz

Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz
Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.

“Hakki” Hak dilden isteyen bulmuş garip
Her işi bitmiş anınla mutmain olmuş acip

Gafiliz haktan anın çun kalmışız miskin, garip
Gelmişiz dünya değirmeninde nöbet bekleriz

Daneyi ten un olunca merği canı anlarız.


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017