049 (06-07-1959) 75 dk. (300)
Her hafta tekrar ediyoruz ya: İnsan asûde kaldığı zaman, kendi iç âlemiyle baş başa olduğu an, birkaç sual kendisine tevcih[1] eder ve o tevcihi yaptığı vakitte de bütün yükleri gider.
“Ben kimim?” der. “Ben suret itibariyle elli altmış kiloluk bir kan kemik torbası gibi görünüyorum amma bu torbanın içerisine taalluk eden bir mânâ var. O nedir?” der. “Benim suretim vak’a bir çukurun içerisine sığabilir. Fakat benim bir mânâ-i ihtivam, bir vicdan-ı kibriyam var. O nedir? İçimde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşan var. Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok! Nereden geldim, nereye götürüleceğim? Bu âlemdeki vazifem nedir?” Bu suallerin cevabı, enfüsünden[2] gelmeye ona başlar. Derken aslını aramaklık zevki doğar. İşte onun adına aşk derler. Anlatabildim mi acaba?
İnsanlar bu âleme bir şey içün gelmişlerdir. Diğer şeyler teferruattır. Asıl gaye itibariyle ne içün geldi bir adam? Bu âleme gelmekteki gaye ne? Tek cevap, aslını bulmaktır. Bunun arasında birçok işlerle gider fakat aslını bulmak zevkinden mahrum olanlar, ehh zavallı sınıf! Yer içer, tenasül eder. Geliş ve gidişteki gayeyi duymamıştır, geçer gider. Bir de şööyle iç âlemine doğru bakar: Bütün eşya bana musahhar[3] kılınmış. Âlem ten, insan o tenin canı. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Şu mevcûdâtı bir ten tasavvur ederseniz, nasıl ki şu kalıbın bir canı var, bu mevcûdâtta böyle aynen bu kalıp gibidir. Onun da canı nedir? Nefs-i natıka-i kâinatın kalbi olan Hazreti İnsandır. Sen zahirde cilm-i sağirsin,[4] ufak bir zerresin fakat o ufak zerrenin içerisinde bir mânâ var ki, o mânâ bütün kâinatı muhit. Mensi ve mühmel bırakılmayacak. Yani unutulmuş, bir kenara atılmış bir şekilde olmayacak. Bu dert başladığı vakitte yol almaya başlar. Buna “HAK DERDİ” derler. Anlatabildim mi acaba, nereden geldiğini?
“Eee peki sen bir yere istinat ettirdin bunu. ‘Hak derdi’ dedin, HAK nereden oldu?” Böyle batıl sualler vardır. Ona cevabı vermiş İmam-ı Ali: “Nerede?” yok iken “O” vardı.” Bir şey anlatabiliyor muyum? “Nerede” yoktu, “O” vardı. İlim de malum ya teselsül[5] de batıldır, devir de batıldır.
Biri bir sual sordu da o münasebetle buraya girdim. Suali soran bugün yok. Neyse açmışken söyleyeyim. Böyle dedi: “Hak ve hakikate taalluk eden sözü söylerken konuşurken arkadaşlarımız arasında, işte var da diyoruz, yok da diyoruz. Şüphe içerisindeyiz! İyi, HAK bu mevcûdâtı var eyledi. Kendi, Kendi!?” O biçim sual olmaz!
“Neredeydi? Nerede?” Yok! “O” varken. Hep “O” var zaten. Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi öyle demiş: Kânellahû ve lem yekûn şey'en meahû[6] Allah
vardı, hiçbir şey yoktu. Karşısında zaman gelmiş ona muhatap olanlar bu mevzûu Cenab-ı
Ali’ye açmışlar. “El’an kemâkân” demiş. Şimdi de öyle. Hakikatte vücûd,
yalnız O'na aittir.
Pekâlâ, elli sene evveli kırk yaşında bir insana soralım,
“Neredeydiniz?” Mânâ ilmine intisap etmeden söyle nerede olduğunu. Mânâya intisap
edersen nerede olduğunu söylersin. Bizim derdimiz de o. Fakat sen inkâr
sahasındasın. Mânâya gönül verdikten sonra nerede olduğunu bulursun fakat inkâr
sahasındayken bana söyle. Bilmem anlatabiliyor muyum? Mânâya girdikten sonra
söylersin fakat sen mânâyı kabul etmedin, inkâr sahasındayken elli sene evveli
kırk yaşındaki insan, kendini biliyor muydun?
Bunu ben her konuşmamda tekrar ediyorum ki bu mevzûu, yayılsın diyerekten. Çünkü bir kavmin tarihinin; çok kabarık, çok faziletli, çok yüksek olduğunu gösterebilmek için o kavmin, iman etmesi şarttır. Bizim tarihimiz niçün her tarihin fevkindedir? Yok, senin tarihin gibi! En üstün tarih dünyada senin tarihindir. Yok! Neden? Deden, çok kuvvetli imanı vardı.
İmanın vermiş olduğu yemiş başka şeye benzemiyor. Çürümüyor. Anlatabildim mi acaba? O ayrı bir iş o. Âlemde iman zevkinin üstünde bir zevk tasavvur edilmez, yoktur. Bütün zevkler geçicidir, fakat imanın vermiş olduğu zevk… İman olmayan bir kalp, viran şehre benzer. Kör kuyuya benzer. Nasıl anlatayım bilmem ki, o ayrı bir iş!
İman olmayan gönül, imana sahip olmayan vücûd, daima intihara müstaid[7] bir kabildir. Anlatabildim mi? Meyus olur, kederdir, gamdır, hırs ateşiyle yanar. Öff! Ufacıcık hadisatta bir şeye muvaffak olmasa dövünür. “Çıldıracağım!” Ne çıldıracaksın ya! Ne var hepsi? Bir şey yok orta yerde. Hiçbir şey yok. O en büyük varlıklara sahip olurum, diyerekten ortaya atan kimseler, kendisini esarete mahkûm etmiş demektir. Farkında değildir o. Anlatabildim mi acaba? Kendisini esarete! ... Ruhunu esir etmiştir. Öyle bir şey yok. Onun içün bu işleri iman hâlleder.
Ha, ne diyorduk? Otuz yaşında bir insan, otuz beş sene evveli, beyefendi tanır mıydınız zât-ı âlinizi, kendinizi? Bir yerde var mıydı sizi tanıyan? Yok!
Biraz evveli dediğim gibi, mânâya iman ederse bulur yerini. O; bulur bulur,
bulur bulur, bulur. Bir yere, mesela der ki: “Lâ-taayyün[8]
âlemindeydim. Kün emrinin daire-i merkezindeydim.” Daha daha? “İlm-i
ilahideydim.”
O eğer kesafet, letafete inkılap ederse, büyüklerin dediği gibi...
Cenab-ı Haydar, öyle der: “Ben اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ [9]
hitab-ı izzesini[10]
bir an duymazsam düşerim.” der. Benim kulağımda her an Allah’ın o hitabı
işler, der. Başka! Bizde yok. Fakat
bizim de imanımız var. Anlatabildim mi?
“Efendim niçün bende yok, onda var?” der. Yoook! Bu pazar, kime ne kadar verilirse!
Sonra inkâr edemezsin ya sana bir kâğıt veririm, sen iki defada okur
hafızana alırsın, başkasına vereyim yirmi defada okur alamaz, bir tanesi bir
defada okur alır. Eee o bir defada okuyup alan var diye, yirmi defada alamayan,
öyle şey olmaz diyebilir mi?
Ebu’l-Alâ El-Maarrî muazzam bir adam. Fakat sözü herkes hazmedemez. Bazen böyle konuşur, bazen öyle konuşur. Büyük filozof bir adam. Dünyaya kendini kabul ettirmiş. Ebu’l-Ala El-Maarrî. İki gözü yok. Bir gün geniş bir vakit olursa sözlerinden bazısını söyleyeyim, yerinde duramazsın. En uzun bir yazıyı bir defa okurlarmış yanında, ondan sonra verirmiş, aynen. Bir de cariyesi varmış, hizmetçisi, O da iki defada alırmış. Birisi özenmiş, bezenmiş muazzam bir şiir yazmış, büyük. Gelmiş huzurunda okuyor. Hizmetçisi de yanında oturuyormuş. Emek vermiş çok. “Bu sizin değil demiş, bu vaktiyle yapılmış bir şey.” “Aman efendim ben bunu nasıl benim olmaz!” “Ee, demiş. Dinle bakalım.” Başlamış cayır cayır, cayır cayır, okumaya. “Bu o kadar, demiş. Bilinmiş bir şeydir ki benim hafızamda olduğu gibi, demiş. Bizim kızında hafızasında. Oku kızım sen de” demiş. O da iki seferde alıyor ya. O da okuyunca adam şimdi bööyle mebhût[11] hiç sesini çıkarmıyor, böyle bakıyor!
Neyse o mânâya gönül verir, kesafetini letafete inkılap ettirdikten sonra merciini bulur. Fakat inkâr sahasındasın değil mi ya? İnkâr! Bu, söyle bakayım!
Şimdi o bana soran gencin sualine cevap veriyorum. Onun imanı var, ihlası var sormuşlar. Şey etmiş, durmuş tabi. Bizim itikadımız böyle değil. Fakat günün ilminde görüşülen şekli söyleyeceğim. Bizim itikadımız başka. Hani devir ve teselsül batıl dedim ya. Ona misal vereceğim.
İlimde bir kaidedir; her hadise, diğer bir hadisenin vücûdu ile kaimdir. Ben şimdi bunu size anlatacak şekle sokacağım. Bizim itikadımızda, ahlakın aşk mertebesinde bulunan, oraya salik olanda itikad, her hadise Allah’ın vücûdu(varlığı)[12] ile kaim. Fakat Hakk’ı kabul etmiyor ya ona göre konuşuyoruz. Bize göre: Bu mevcûdât Allah ile kaim, onun muhabbeti ile daim. Sen kendi imanını şöyle bırak. Henüz onu kabul etmemiş insanla konuşuyorsun. Her hadise diğer bir hadisenin vücûdu ile kaim.
Mesela ben bir hadiseyim, hadise. Anlatabildim mi? Ben babamın vücûdu ile kaimim. Demek ki ben yoktum. Yoka ne konur riyaziyede? Sıfır değil mi ya? Sıfır. Anlatabiliyor muyum bir şey. Babanda bir hadise, o da diğer bir hadisenin vücûdu ile kaim. Demek baban da yüz sene evveli yoktu. Ona ne konur? Sıfır. Dedende bir hadise, o da diğer bir hadise ile kaim. Babasının vücûdu ile kaim değil mi? Pekâlâ o da sıfır. Ee kâinatı sıfıra mı çıkaracağız? Ha, o onunla kaim sıfır, o onunla kaim sıfır. E var, nasıl sıfıra çıkaracağız? Hah, buna şurada bir dur. Buna kuvvet-i ûlâ derler, illet-i ûlâ derler. Anlatabildim mi? Şimdi burada bir sıfat ararız.
Biz öyle bir hadiseyiz ki; bizde görmek sıfatı var. Bize bu görmek bir yerden olmazsa, gelip olur mu bizde? Konuşamıyorum iyi. Ben biliyorum, benden iyi bilen bir memba olmazsa bende bilgi olur mu? Ben işitiyorum, elbette işitenden daha işiten olmazsa bende işitmek olur mu? Bu sıfatları koyduğum vakitte buna hak derler. Anlatabildik mi acaba? Bilmem batıl dersen, dayanacaksın bir yere. Hah. Biz, bu şimdi umumi bir kaide olaraktan söyledik. Bizde böyle değildir. Her varlık Hak ile kaim, deriz. Tertemiz bir iman var, ama şimdi Hakk’ı kabul etmeyen üzerine konuştuk.
Teselsül[13] batıl. Devir de batıl. Devire misal nedir? Tavuk mu yumurtadan çıktı yumurta mı tavuktan? Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan, yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan… Batıldır bu, kardeşim! Dayandık mı? Oradan tecelli eyledi. Anlatabildim mi acaba? Hoş bunların kapısı kapandı ya. Artık fen o kadar Hakk’ın ism-i zahiridir ki öyle bir tecelli etti ki o inkâr kapısı filan, onlar… Beşer Kudret’in tecellisini ilm-i zahirle gördükçe aklı duracak kadar ilerledi artık.
Bidayetteki konuşmamıza geçelim. Buraya nereden girdik? Hatırlatın bakayım. Gelmede gitmede ihtiyârımız yok. Gelmişiz, bir yerede götürülüyoruz. Niçün gelmişiz? Aslımızı bulmak, taharri etmek değil mi? Buradan başlamadık mı? Aslımızı bulmak. İlk vazife bu. Diğer işler, onlar hepsi teferruat. Kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Bunu insan sorduğu vakitte yükünü atar, dedim. Çünkü iman mevzûu gelir, yükünü ona yüklersin.
Herkes bu âleme yüklü olarak gelmiştir. Bu yük ne içün çekilir? Bir saadete kavuşmak içün çekilir. Saadet de nedir? Saadet nedir? Mesut olmak nedir yani ya? Üç günlük hayat-ı zahiride biraz şöyle alayişli[14] yaşamak mı? Onun içerisinde de neler vardır neler? Sana öyle gelir. Saadet işte, aslına kavuşmaktır. Anlatabildim mi? Asıl saadet o. Vatan-ı asliye sefer hazırlıklarını aramak ve bulmak. Hepimiz yolcuyuz. Nereye? Vatan-ı asliyeye sefer var. Nerede o kıymetli annen? Hani baban? Nerede o haddizatında direkler üzerinde yavru çıkarıp da eylenen firavunlar nerede? İbn-i Esed’in dediği gibi:
Lev
ekbelet ba’del hamami ala’l-vetedi
Eski hükümdarlardan, emirlerden birisi, İbn-i Esed. Yerini yurdunu almışlar, kendisi tebdili kıyafetle kaçmış, hane berduş. Kudret’in de ne cilveleri vardır. Bir gün böyle bir sahrada yatmış, uyuyormuş. Gelmiş haşa huzurdan bir eşek yüzüne işiyor. Uyanmış. Kuvvetli de konuşan bir adam
Lev
ekbelet ba’del hamami ala’l-vetedi
Lev
edberet ba’l-el-himari ale’l-ibni’l-Esedi.
“Elbette böyle olacak İbn’ül Esed, diyor. İkbal devrende sarayının önünde hususi yaptırmış olduğun sütunlar üzerinde böyle cins kuşların yavrularını çıkarmaklıkla zevk alırdın. Gün geldi, idbar devresi oldu, eşek suratına işedi ya!”
Değmez. Gönül tahtında sultan olabiliyor musun? Gönül tahtında! O tahtta sultan olanların, hiçbir şeysi eksilmez. O hep pişandadır[15] o. Aynı tecellide gider. Nasıl olur o? Nasıl mı olur? Söylemesi kolay, tatbikatı zor. Ben yapamamaklıkla sizin de yapamamanız lazım gelmez ya. Ben söyleyeyim de içinizden belki… Fakat kolay anlarsınız, şimdi söyleyeceğim şeyi. Şu varlık sizin mi? Allah, bütün aza-i cevarihi, ruhunu, nefsini, sırrını, hafânı[16], mânânı, kalıbını, kalbini, ışkını, bütün aza-ı cevarihini, hepsini birer hizmetle mükellef tutmuştur. Bu verilen varlığın hepsi yerli yerinde hizmetindeyse o adam, said adamdır. Bir şey anlatabiliyor muyum? Sözü bırak sen şimdi. Bunların heyet-i umumisi iyi tetkik edilecek olursa, bizâtihi senin malın mıdır? “Evet, benim malımdır!” der. İhtiyarlama! Biz daha ağaran saçın ağarmasını geriye reddedemiyoruz. Yapabiliyor musun böyle bir şey? Bir adam istediği şekilde bir kadınla evlensin yahut bir kadın istediği şekilde bir adamla evlensin de istediği renkte, istediği zekâda, istediği varlıkta bir yavru meydana getirsin. İmkânı var mı bunun? Şu kadar ömrü olacak, bu kadar müktesebat-ı ilmiyesi olacak, şu kadar şusu olacak! Yook!
[17]هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ
“Yook! Ben seni sun’-i İlâhi fabrikama tezgâh yaptımsa bütün şeyi sana vermedim. Ben istediğim boya ile ben istediğim şekilde çıkaracağım onu.” Bir şey anlatamıyor muyum? “Ben, ben boyayacağım boyasını. Benim boyadığım boya ile çıkacak.”
Demek ki bizim değil, değil mi?
Yirmi yaşındayken
kâğıda baktığın vakitte gözün başka türlü görür, seksen yaşındayken baktığın
vakitte başka türlü görür. Seninse niçün bunlar tahyir-i tahrife uğrar. Bunu
idrak edip de bu varlık benim değil, ben bunun sahibinin namına işleteceğim
derse, Sahibi hiçbir vakit insanı orta yerde bırakmaz. Bırakır mı insanı. Sen ara
yerden çekilirsen. Senin benliğin orta yerden çıktığı vakitte, Allah malını
bırakır mı? Anlatabildim mi inceliğini? Bizâtihi başlar tasarruf etmeye.
Sende konuşan O olur. “Sen Hak namına lisanını çektin mi bir tarafa, o lisan
konuşulacak. Ben onu tatile uğratmam. Sen konuşmuyorsun değil mi? Soyundun değil
mi, diyor. Beni çağırdın, senin namına ben konuşuyorum.” der. Bir şey
anlatamıyor muyum yahu? Sende tutan, O olur. Sende yürüyen, O olur. Sende gören,
O olur. Öyle bir aşk gelir ki. İşte bunu ben şimdi size mânâ senedi ile
birleştireyim.
Hazreti Fahr-i Âlem der ki, Cenab-ı Muhammed Aleyhissalatı vesselam. Hepimiz göreceğiz, hepimiz. Uzun boylu bir iş değil. Herkes görecek. İnanan inanmayan, iyi kötü. Çok iyiyi az iyiyi, hepimiz göreceğiz. Bir “Toplan!” kumandası olacak. Haşır neşir, toplanma dağılma. Orta mektepte bile okudun kimya değil mi ya? Sonra “Hiçbir şey zayi olmuyor”u da okudun. E o hâlde hiçbir şey ziyana uğramaz. Güzel.
Bunun mânâ ilminde:
[18] وَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْد۪يلًاۚ İlk önce söyleyen biz. Bu feza, bu varlık; hepimizin ef’alini, ahvalini, akvalini[19] zapt ediyor. Bugün fen ilmine de girmiş, inkâr edemezsin. Burada oturuyorsun, dünyanın bir köşesinde hem konuşanı görüyorsun hem konuştuğunu duyuyorsun. Hatta yanındakinden daha ziyade duyuyorsun. Neden duyuyorsun? Duyuran kim? Oraları dursun. Neden duyuyorsun? Duyuran kim? Bu yüz konferans icap eder. Yalnız bize lazım olan şey, demek ki mahfuz. Muhafaza ediyor.
Sesin, sedan, sözün, nasıl
muhafaza ediliyorsa, hâlin hareketin de öyle muhafaza ediliyor. Halini
harekâtını bu varlıkla muhafaza ediyor, serairini[20]
de kendi muhafaza ediyor.
İkinci hayatta elimize bir kitap verilecek. Orada hatırlarsınız, bunu filan adam söyledi, diyerekten. Öyle diyor zaten. Büyük Kitap’ta der ki: “Büyük rızıklar önlerine geldiği vakitte: Biz bunu dünyada da görmüştük yemiştik, onun aynı değildir ama işitmiştik, dersiniz.” Anlatabildim mi acaba? Orada olacak o.
“Oku kitabını, diyor. Kendi hesabını gör.” Burada bir nezaket var. Kimseye aşikâr etmiyor. Al, diyor. Gizli, bak! Yani hiçbir kimsenin suçunun, seyyiatının, böyle afakta alevlenmesini, böyle açılmasını istemiyor Allah. “Kendin, diyor. Aç bak, orada. Bütün göreceksin. Kendi kararını kendin ver. Hesabı kendin gör.” Nezaketiyle gizleyerek veriyor. Bir şey anlatamıyor muyum?
Sueda[21] ve
eşkıya ikiye ayrıldıktan sonra, Allah’ın tecelliyatı.
Uşak efendiden sual soramaz, değil mi ya? Mesela asker olursun; yat yere, der kumandan. Orada çamur olabilir. Orası senin yatmana müsait olmayabilir. Ben buraya yatmam demezsin, dipçiği yersin. “Niçün yatayım?” demezsin. Yat! Onlar hep Allah’ın ders kaçırmasıdır, yarın senin başına kakmak içün. “Kendi cinsinden bir kumandan sana yat yere dedi, hiç itiraz etmeden, şakır, şukur, rappadak yattın. Ve Yatış tarzındaki cevvaliyetini, faaliyetinle oradan bir şey bekleyerekten beğendirmek kastı ile birdenbire yerlere kapanmıştın. Ben kumandanların kumandanıydım yaa!” Acaba anlatabiliyor muyum?
“Tathir[22]hane-i zulm olan geçidi, herkesi oradan geçirteceğim. Âlem-i nâr.” O bizim bildiğimiz ateşin cinsinden ateş değildir. Çünkü ikinci hayattaki maddenin bu âlemde şeyi yok, başka oranın maddesi. Kıymeti olmaz. Fakat biz bu âlemde olduğumuz için bize bu âlemden misal getirir. Bunu da anlatabildim mi acaba? Orada ayrı, fakat biz buradayız, bize bu âlemden gelir.
Bir vakit bana sormuşlardı, mevzûu anlatmaklık içün mânâya temas ederekten yürüyorum. Büyük Kitap’ta bir şey vardır. Bir doktor sordu, yirmi sene evvel. Sekiz-on sual, onun içerisinde sualin biri de bu. Çok uğraşmış, çok sormuş filan, ehl-i merak bir adam. Mektupla sordu bana. Diyor ki dedi. “Allah, ben dâru’s-selamda mizacı kâfur[23] olan bir şeyi ikram edeceğim. Kâfur o kadar makbul yani onda ne bir kıymet var ki kâfuru söylüyor.” [24] إِنَّ الْأَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِن كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورً
Ebrara böyle bir ikramda bulunuyor. Ebrar ne demek? Herhangi bir şeyi ihsan ettiği vakitte, sevgisi üzerinde olarak veren. Bu kadarına dilim döndü tarif ederken. Ne demek? Yemek gelmiş önüne, kendi karnı çok aç. Hepsini yemeklik kabiliyeti var, diğer tarafta başka bir yemek daha var amma bunu seviyor. Onu öyle yiyecek. Bunun bir kısmını sevgisi üzerindeyken veriyor mu? Doyduktan sonra değil, ikinci kısmını da değil, kendi arzusu iştihası üzerindeyken. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bunlar zor şeyler. Efendiye ait işler. Üç tane paltosu var. Bir tanesini genişçe bir para ile yaptırmış, daha iki sefer de giymiş, bakıyor aynada hoşuna gidiyor. Bir zevk alıyor, muhabbeti üzerinde. Çıplağı gördüğü vakitte ikincisini değil de birincisini çıkarıp veriyor mu? Ebrar işte.
Sevdiğinizi
vermedikçe ben sizi ebrardan saymam diyor, Allah. O sevdiğinin içerisinde kendi
canı da vardır.
Sen şimdi paltoyu bırak. Yemeği de bırak, o daha zorlaşır. Sever insan
canını, değil mi ya? İcabında vakfedebiliyor musun ya? Şimdi bu tabi bu
sahada yetişmiş olan insanların da alacakları bir karşılık var.
Onlara karşı Hudâ diyor ki: إِنَّ الْأَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِن كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورً
Adam takılmış burada. Dünyada kâfurdan daha üstün şeyler olabilir. Bu kâfurun zikredilmesindeki hikmet-i illet ne? Cevap vermiştim ona. Bir hayli düşündüm amma. Sual ağır öyle konuşulduğu gibi değil.
Kâfur, mukavvi-i[25] kalptir. Anlatabildim mi? Kalbi takviye eder. Muzâdd-ı[26] haşerattır. Bunuda anladınız değil mi? Dârü’s-selâm ise cennet ise haşerattan münezzehtir, sefa-i kalbe sahip olanlar girer. Anlatabildik mi şimdi inceliğini? O mânâya ait olan büyük Kitab’ın sen alır da lügatinle okursan bir şey anlayamazsın. O bir sır kutusudur, erbabına açılır. Bir şey anlatabiliyor muyum?
Şimdi bunu niye getirdim? Nâr, zâlemenin[27] gireceği makam, değil mi ya? Zalimin yapmış olduğu zulüm yerinde kalır mı? Büyük zalimler dünyada görmezler. Haa, öyle mi? Evet. Zulmün son sınıfına çıktı mı bir adam, dünyada ceza görmeden gider. Çünkü ona Kudret öyle diyor. “O hesabı Ben göreceğim!” diyor. Hani büyük ağır cezalar olur da şimdi onu bırakın onu biz görürüz, derler ya. Öyledir o. Öyle ufak tefek zulümler, burada görür çeker filan. Bazı en büyük zalim, onu Kudret bizâtihi şey ediyor, yakalıyor. Onun için öyle demiştir, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “En çok kime acıyın, bilir misiniz?” diyor. Duruyorlar. “Ben size söyleyeyim” diyor. “Ona çok acıyın ki, dünyada çok fenalık yapmış da bu fenalıkların cezasını dünyada görmeden gitmiş. Çok acıyın ona!” diyor. O çok acınacak. Öteki gördü mü, o şey etti o, tahfifledi[28] o. İş hafifledi demektir. Çok acıyın ona.
Bir kiri su temizler. Suyun temizlemediği kiri toprak temizler, toprağın temizlemediği kiri, ateş temizler. Değil mi yakarlar onu, mikrop varsa yakın, der. Suyu kaynatın, derler değil mi? İğne yaparken iyice kaynadı mı, denir. En büyük kirde Allah’a karşı azamet yarışına kalkmaktır. En büyük kirde insan haklarını çiğnemektir. En mülevves[29] kir, “ah” almaktır. Beşeriyeti eli ile dili ile rencide etmekten daha büyük kir yok. Onun da yıkanacağı yer ateştir. Anlatabildim mi?
Şimdi bu sahanın... Kudret, öyle tecelli etmiş, öyle yapmış. Ne yapalım? Hepimiz göreceğiz. Ama biz inşallah şimdiki söylediğim sınıfa gireriz, değil mi ya? İnce bir yerini söylüyorum, çok ince bir yer. Şimdiye kadar söylemedim.
O tathirhane-i şirk olan âlem-i nârın üzerinden geçilecek. Yol öyle yapılmış. İman dedim ya insanı yükseltir. Bak orada ne kadar büyük faydası var adama. Onun üzerinden geçerken: “Ey inanan ve istikbal inananların olduğuna inanan kişi. Senin ateşin benim ateşim gibi değil, beni yakıyorsun, çabuk geç!” Bir şey anlatabildim mi? Aşk ateşi böyle. İbrahim’de o vardı, nâr-ı nemrut onu yakamadı. Yanmış bir daha yanmaz ki! Öyle değil mi? Yanmış bir daha yanar mı?
Mevzûu epeyce aştık bu sahada. Gelelim biz kendi mevzûmuza. Hiçbirimizin gelmede gitmede ihtiyârı yok. Sordular mı: “Beyefendi, bir âlem-i şuhud var, dünya denilen bir sahne var, gelir misiniz?” diye sormadılar. Giderken de sormazlar. Kâinatın serir-i saltanatının sahibi olmuş olsan yine: “Beyefendi, hanımefendi, teşrif eder misiniz? Yok! Hayattan “Azl oldun!” emri geldi mi herkes; kâtip yazısını yazarken, kumandan kumandasını verirken, usta keserini vururken, oraya kadar denir. İnsan geçer ve gider. Ha, bu da gayet az bir zamandır ha! Kaç yaşındasın? Yirmi. Ortaya bir şey, koy bakayım. Yok! Onu on misli yap, yine bir şey koy. Yok!
Fuzûlî ne güzel söylemiştir.
Nem var ki
laf edem özümden
Mahfeyle
beni benim gözümden.
Halk,
Var
olanı yok sanırlar,
Yok varlığına aldanırlar.
Hak ayinedir
cihan gubarı.[30]
Halletmiş, benim şimdiye kadar söylediğim şeyi, iki üç şeysinin içerisinde. Ee bu böyle olunca niçün beşeriyet birbirini sevmiyor. Ahlakın en büyük esası: İnsanları hilkatte beraber, hakikatte birader, diye tanıttırır. Tabire dikkat eyle. Ahlak insana öyle talim eder. Hilkatte beraber, hakikatte birader. Niçün birbirinizi yersiniz, der. Ya mânâda kardeşin ya hilkatte bir eşin. Karşına bir insan geldi, ya mânâda kardeşin. Yani mânâda dediği, vicdanınızı gönlünüzü bir yere vermişsiniz, orada kardeş olmuşsunuz. Veremediniz, ayrı ayrısınız fakat hilkatte eşsiniz. Sema tavan, arz taban. Ara yerindeki insan, ihvan.
وَنَحْنُ الْوَارِثُون Benim mirasçı, diyor. “Herkesi çalıştıracağım, çalıştıracağım, çalıştıracağım. Ondan sonra arş çukura, alacağım yine!” Vermez kimseye bir şeysini. Âdeti öyle. Hiç vermez. Yalnız ruh ile imanı, onlar mevkuftur,[32] onlara ilişmez, eğer sahipsen. Vermez. Kürenin dörtte üçüne sahip olan İskender de bugün bir harabe içinde yatar. Eee, şimdi burada bir sual çıkar. “O hâlde çalışmayalım mı?” Yoook! Ahlak çalışmayana adam demez. Ahlak çalışmayanı insan diye kabul etmez bir defa. O’nun hesabına çok çalışacaksın der: [33] اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
“Ben yeryüzünü, yeryüzünü ıslah edenlere veririm, diyor Allah. Ona Miras olarak bırakmam. Varisleri yeryüzünün, arzın varisleri. Bu benim malımı kim iyi kullanırsa, kim güzel imar ederse, kim insan haklarına daha ziyade riayet ederse, nerede adalet varsa, Ben o kimseyi arza varis kılarım.”
Bir vakit dedendi. Üç kıtada, hâkimdi.
Zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z
eder. Değil insan haklarını, bütün zerratın hakkına riayet ederdi. Öyle.
Allah’ın âdeti öyle. Çalışacağın, çook. Çok çalışacağın. Hiç ölmeyecek gibi
dünyana, yarın ölecek gibi mânâna çalışacağın.
Hangi cemiyet ki maddesini bırakır, dünyasını bırakır, yalnız mânâsı üzerinde yürür, çöker. Hangi cemiyet ki, mânâya arkasını çevirir, yalnız madde üzerinde yürür, yine çöker. İkisi muvâzeneli[34] yürüyecek. Çünkü biz bu âlem-i hikmet-i şuhutta ruh ve cesetle beraberiz. Bak maddemiz var, bir de içinde mânâmız var, ikisi beraber gidecek. Anlatamıyor muyum acaba? Yalnız mânâ ile gözükemezsin, yalnız cesetlede uyursan, ölürsen bir işe yaramazsın, ya ikisi beraber olacak. Biri biriyle evlenecek, yürüyecek. Hah. İşte bu esas ahlakta bu. İnsan dendiği vakitte ruh-u maal[35] ceset deniyor değil mi ya? İkisi birleşiyor. Bir insanın da yürüyebilmesi için ikisi beraber yürüyecek, hem maddesi, hem mânâsı. O yanlıştır o.
Eğer çalışmak olmasaydı, Peygamber on bir gazaya gitmiştir, oturduğu yerde bu iş olsun der, olurdu. Olurdu ya! Mübarek yüzü yaralandı, dişi şehit düştü. Taif de bacakları kan içerisinde kaldı. Hendek gazvesinde, öyle bir sarp bir acayip bir taş meydana geldi, büyük. En kuvvetli pazular parçalayamıyor. Bu ne olacak, dediler. “Verin bakayım bana kazmayı!” dedi. Bir vurdu, parça parça oldu. Çıkan kıvılcımların arasında: “Bu kıvılcımın içerisinde kisranın bileziğini görüyorum, Sürâka takacak.” dedi. O da yine ayrı bir iş. O yine ayrı.
Ahlak daima hazır ol, müspet bir akideye sahip ol, münevver bir fikre malik ol, diye bağırır. Anlatabildim mi acaba? Ahlakın salikine sayhası budur. Hazır ol, müspet bir akideye sahip ol, münevver bir fikre malik ol böyle bağırır. Münevver deyince de haddizatında biz, üç beş sayfa okudu mu, birazda zahiri çulu düzgün oldu mu münevver diyoruz. Münevver o değil. Olmadan evvel bir şeyi görene denir, münevver diyerekten azizim. … O, olmadan evvel olanı görür. Anlatabildim mi acaba? Beş on tane kitap, beş on tane frengin lehçesi, telaffuzu, bilmem cümlesi, “Ee oldum!” Ne oldum?
Sonra ahlakın ilk şeysi, tavsiyesi: Hubb-u Hak, insaf, itidal. Ana kaideleri veriyorum şimdi. Gezindik gezindik, ana kaideler bunlar da. Ahlak adama ne emreder? Evvela Hubb-u Hak. Hubb-ı Hak’ta hubb-u gayr vardır. Türkçeleştireyim. Evvela canan sonra can, vardır. İşte onun için zordur bizim bu mevzûlar. Evvela canan sonra can. Evvela can sonra canan değil!
Mesela misal vereyim: Beş nüfuslusun, olur ya işin bozuldu; bir işe giremedin, bir yer bulamadın. O günün ekmek parasına muhtaçsın. Bir de dostun var. O da aynı şekilde. Biri geldi dedi ki, canım gayet vicdana, örfe, akla, namusa, mânâya uygun size bir iş. Ayda bin beş yüz lira. “İyi ama benim arkadaşım benden ehildir.” Nasıl diyebiliyor musun? Anlatabildim mi acaba? Sen zannetme ki bunu ihlas ile dersin ertesi günü sana yok. Üç binliği var. Ama sen onu görerek, bu vücûdda Hak çarpıyor diyerek, maddesine modeline değil de, mânâsına nazar ederek; bu vücûd Hakk’la kaimdir diyerek, ivazsız garazsız, bu feragati yapabiliyor musun? Zannetme ki sana şey kaldın? Yok, veren alan Allah’tır. Anlatabildim mi bir şey? Senin o niyetini görsün, o ihlasını görsün. Fakat sen nasıl kendine itimat edeceksin? “Ya kaçar da gelmezse!” Hepsi bu. Hubb-u gayr. Tam efendiliğe. Ahlak insanı buraya kadar yükselttirir. Ve bundan almış olduğu zevk; o bin beş yüzden, üç binden, on binden, milyondan, nüvilyondan aldığı zevke benzemez, diyor. Bu feragattan ona Kudret bir zevk verir. Tabi oraya kadar tekâmül edecek. Bir şey anlatamıyor muyum? O bir şeye benzemez. İşte hubb-u gayr.
Eski konuşmalarımda çok misalini getirmişimdir. Uhud gazvesinde yedi kişi yaralandı. Ümmü Ammâre su dağıtıyor. Yaralananlardan bir tanesi kocası, bir tanesi kardeşi, bir tanesi oğlu. Meydan-ı gazada yaralı düşmüşler. Su, diye bağırıyor. İlk önce çocuğunun sesi kulağına geldi koştu: “Oğlum sen misin?” dedi. “Benim anne, gidiyorum. Rabb’ime!” “Benden selam söyle.” Onda da aşk var. “Su istedin.” O suyu verirken öbür taraftan, su dedi. “O içmeden ben içmem!” dedi. Öbür taraftan birisi daha istedi, öteki de öyle. Hepsini sıra ile dolaştı, hiçbiri içmeden hepsi Allah’tan içti, gitti. Var mı böyle bir medeniyet? Bu artık paraya maraya da benzemez. Meydan-ı gaza, yara! Yaranın vermiş olduğu hararet susuzluğu biliyor musun nedir o? O hararet, o tam buradan diğer âleme geçeceği bir andaki istida[36] yalvarış, su diyerekten nida. Fakat diğer sesi işittiği vakitte bu kulak öyle bir zevk alıyor ki: “O, içecek!”
Vücûd, bir vücûda münhasırdır, merak etme. Sen bunu aşk ile yapacak olursan, zannetme ki o suyu içerken sen susuz kalıyorsun. Sana başka birisi suyu içirir. Anlatabildim mi?
Esasen hakikatte vücûd birdir.
Biz onun farkında değiliz. Kaç defa söylemişimdir; şurada bir kazaya uğrasa
birisi Allah muhafaza etsin, bir şeyin altında kalırsa, sen burada böyle
tepinirsin. Eee o gidiyor. Allah diyor ki: Vücûdunuz bir de onun içün. Eğer
letafete inkılap edersen o acıyı bu vücûdda da hissedersin.
Bu kadar insan birbirine yakın olduğu hâlde, ilimde bu kadar gözleri kamaştıracak kadar, büyüdüğü yükseldiği hâlde, fenni felsefesi fikirleri durduracak bir vaziyette terakki ettiği hâlde niçün ah sesi dinmiyor? Neden beşeriyet birbirine sarılamıyor? Ve sarılamaz. Bütün dünyanın diplomatları bir araya gelsin, en yüksek kafalar toplansın, en zeki fikirler birleşsin, en muazzam iktisatçılar bir araya gelsin, mevzîi konuşmuyorum, bütün dünya sekenesi üzerinde, beşere huzur verilmez, beşer bir yere sarılmadıkça.
[37] وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ diyor, Allah. “Bana sarılmadıkça yol açmam!” diyor. Beşer biraz tenekecilikte ilerledi, fen denilen zevahir işte biraz terakki etti, yaratırım sevdasına düştü, herkes semayı deler gibi baktı, yeri ezer gibi basmaya başladı, Kudret musluğu sıktı. Geçinin bakalım, dedi. Hadi buyurun!
Huzur kisbi[38] değildir ki. Kalbe gelecek olan huzur insanın elinde değildir, vehbi[39]dir. Nimete, git filan yerde nimet ol derse nimet olur ve illâ nikmet[40] olur. Olmaz. Bugün kâinat üzerinde en yüksek rütbenin sahibi de en muazzam masanın maliki de en mükellef kasanın efendisi de yine huzur içerisinde değildir. Kudret onu almış. Huzur, Allah sevgisi ile başlar. Anlatabildik mi acaba? Sevebiliyor musun Allah’ı çok? Herhangi şey başına geldiği vakitte Allah’ın canı sağ olsun diyebiliyor musun? Tabir sakattır ama Allah affetsin, anlatayım diye söylüyorum. Yoksa caiz değil, Allah’a böyle konuşulmaz. Beni affetsin. Anlatayım diyerekten söyledim. Anlatabildim mi? Yaa! Huzur ancak O'nunla başlar.
Ne demiştik? Ahlak, Hubb-u Hak. Hak sevgisi. Hubb-u gayrdır o. Yani nâs iyalullah[41], bütün mevcûdât nas, Hakk’ın iyali. Onu benimseyerek. İşte dediğim gibi evvela canan sonra can. Dedemiz böyle yaşamış bizim. Biz aşktan doğan ahlakın saliklerinin çocuklarıyız. Bizim dedemiz, nenemiz, annemiz, üüüü hiç yok, öyle insan yok. Hiç yok. Bulamazsın. (Yoruldunuz mu keseyim mi?)
Sonra itidali, adaleti emreder. Adalet neye denir? Her şeyi yerli yerinde kullanmaya denir. Anlatabildim mi acaba? Mânâsı bu? Adaletin mânâsı, her şeyi yerli yerine kullanmak. Buna adalet denir. Bundan sonra adamı yükseltir. Onlar başladıktan sonra muhabbet rütbesine çıkarır. Muhabbet de adaletle mezun olunur. Acayip evet. Çünkü adalet ikilikte olur, muhabbette ikilik kalkar. Neyi niye yapılır, burayı da anlatabildim mi acaba?
Muhabbet; en büyük, en son rütbe. Muhabbet, öyle bir sıfat-ı muhlikadır[42] ki hangi kalbe karargâhını kurarsa o kalpde kendisinden mâadâ ne varsa yakar, yıkar, atar. Bunları talime gelmişiz biz bu âleme. Gelmemizdeki gaye bu. Dünya denilen şey, iki gözüm! Yani bu şuhud âlemi, bunun birçok ismi var. Dâru'l-belvâ, dâru'l-iptila, dâr-u mihen, dünya bu! Her hafta söylediğim gibi, hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi, belle bunu hiç müteessir olmazsın. Bir ikbal tecelli etti sana, buraya kadar gülme, dudağın buraya kadar açılmasın. Bir idbar tecellisi karşısında kaldın, kaşlarını çatma. Çünkü ikbalinde hud’a[43] idbarında fecia var. Ne kaşını çat ne buraya kadar gül!
Dünyâ nedür ü ta’allukâtı
Endîşe-i mevtdür hayâtı
Ammâ dimezem yamandur ol hem
Ser-menzil-i imtihândur ol hem
İnsanlar bunu idrak ediyorlar ama gelir abid ibadethaneye amma neden sonra? Bunu idrak eder insanlar.
Güzel bir şey söyleyeceğim şimdi. Zevkim var çok. Sen yoruldunsa keseyim. (hayır,hayır) Ne olacak işte? Haftada da bir saatini şöyle ayırmış olursun. Hem dinlenirsin. Sonra bu konuştuğum sözler, inkâr sahasında gezen insanlara ait değildir. Ben sizi inanmış bir sınıf diyerekten onun için konuşuyorum böyle. Öbür sınıfın konuşma tarzı yine ayrı olur. O ayrı. Öyle de konuşuruz ama şimdi lüzumu yok. İnanmış, hâle üzenmiş, Kudret’le ünsiyet peyda etmiş veya etmeye niyet etmiş, “Ne olur enisim Hak olsun” diyerekten niyet etmiş kimseler diyerekten bu şekilde. Mesela o maddenin kesafetinde olan bundan bir şey anlamaz. Hiç. Ne anlayacak? O mesela, “İnsan tekâmül etmiş bir hayvandır, bu kâinat kör bir tesadüfün neticesidir, işte bu âlemde fırsat bulduğun vakitte, vur şunu et, bunu et, binaenaleyh kitap denilen şey, paranın üzerindeki yazıdır. Yüz mü var, beş yüz mü var, bin mi var, ben başka bir şey tanımam!” diyene ait sözler değil bunlar. Onun konuşma tarzı ayrı. Ben onunla da konuşurum amma şimdi lüzumu yok. Böyle insanlığa hizmet etmeklik niyeti ile konuşuyorum. Siz de öyle dinliyorsunuz, değil mi?
Elimizden geldiği kadar insanlığa hizmet edelim, kalp fethedelim,
kalp. Bir kalpte bir gülsitân meydana getirmek. Anlatabildim mi? Hüner
o. Yemişini görmek insanın. Yoksa ne olacak, netice itibariyle? Biraz
evveli dediğim gibi, Hiç kimsenin elinde bir şeysi kalmaz. Bak, mânâya sahip
olan insanlar bu âlemden gider, milyarlarca insanlar gelir, onu ziyaret eder.
Gönlünde.
Bugün misal vereyim mesela. En ufak bir misalini vereyim.
Cenab-ı Peygamber, bugün Kime on para verir? Var mı bir maddi bir şey
verdiği kimseye? Yok, vermez! Fakat senede kaç milyon adam ağlayarak gider
orada boynunu büker bilir misin? Sonra cihanda en büyük bir cihangiri gör, en
muazzam kâinatı fethetmiş olan bir hükümdarı gör, kaç adam gider de karşısında
durur? Belki iki tane adam gider ama tarihi vaziyetini, oturduğu yerin şeklini
görmeklik içün. Ruhuna ait bağı bile yoktur. Bir şey anlatamıyor muyum yahu?
Birine öyle birine...
O gönül fethetti, gönül çeker onu. O gönül fethetti, öteki toprak fethetti, toprak. Neyse toprakta çeker adamı. Hepsi çeker birbirini. Gönül, gönül! Gönül fethetti.
Bugün İsa’nın bindiği zannedilen beyaz katırın nalı, pırlant bir
çekmecenin üzerinde durur. Milyonlarca insan o katıra binmiştir, bu nal burada
diye. Nalın karşısında boynunu büker durur, azizim. Bu ne mânâdır, bu ne
bağdır? Deden, ne yaptı o? Gönül fethetmeye kendisini memur etmişti. İstifa
kanunu ile.
Allah’ın istifa kanunu vardır. Ne demek o? Hemen beş dakikada olmaz onlar, yaa!
Taammülen tenezzülen bu âleme gelmişler, gönül fethetmişler, hakiki insanlar da onların varisleri olmuşlar. Hepimiz de üzeniriz; öyle bir hâl, öyle bir ahlak versin de biz de gönül fethedelim. Gönül fethetmeden, eğer hayatta bir tane kırık gönül almadan gidersek çok yazık bize. O senin bütün taatın, bütün ibadetin, bütün evradın,[44] bütün ezkarın,[45] eğer bir kırık kalpsiz gittinse hepsini başına çarpar Allah. Hepsini, yaa! “Nerede yemişin?” der, hani nerede yemişin? Onun için ahlak insana Hak ve Hakikati sevdirir. Zira Allah’ın bir ismi de Hak’tır. Onun içün gönül fethetmek birinci esas. Biz fethetmekten de vazgeçtik, kırmadan gidebilsek. Fetihten vazgeçtik de kırmadan gidebilsek.
Mihen geçer dedik ammâ hakîkât
öyle değil
Zevâli yok gam-ı aşkın bu mîhnet
öyle değil
Olur mu hiç gîrân ser piyâle-nûş-ı
cemâl
Humârı olmaz o câmın o işret öyle
değil
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet
öyle değil (Anlatabildim mi?)
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü
kalır,
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil.
Çünkü gönül
Allah’ın ulu beytidir. Birisine
kırılırsın, Gün gelir barıştırırlar. Düzelirsin, elinden tutarsın, yardım
edersin, iş verirsin, her bütün fedakârlıkları yaparsın. Fakat içinde senin bir
konuşan vardır. Olmadı, der. Anlatabildim mi acaba? Onu tasarruf edemezsin ki.
Olmadı, der. Canın gibi seversin, bağrına basarsın, her şeyi yaparsın, her
fedakârlığı yaparsın, fakat o içindeki o kırıldı ya o, olmadı. Ona binaen ne
kadar güzel söylüyor.
Kopunca bir teli bağlansa da düğümlü
kalır,
Dokunma gönlüme şart-ı muhâbbet öyle değil.
Kırmamalı! Ahlakın ilk tavsiye ettiği madde. Sonra insanı yakar. Buna çok dikkat etmek lazım. Bunun üzerinde az konuşuyorum ben, bu gönül mevzûunda. Çok bilmez insan, beşeriyet işte, oluyor hepimizde. O ne tuhaf. Bazen ani bir felaketle karşılar. Bazen tedrici bir felaketle karşılar. Bunun üzerinde Hudâ duruyor.
Size eski
konuşmalarımda bir iki defa tekrar etmiştim. Yine tekrar edeyim de oradan
yabancı arkadaşlar var, onlar da duymuş olsunlar. Bilen… İyi bir şeyin
tekrarında zaten feyiz vardır.
İbrahim
Hakkı vardır, Marifetname sahibi. Onun kitabını, kısm-ı sânisini[46]
Almanlar tercüme etmişlerdir. Deden, senin işte deden. Hâlisüddem[47]
koca Türk, muazzam adam. “Daha biz fen sahasında bir santim ileriye gidemedik, İbrahim
Hakkı’nın bıraktığı yerden.” diyorlar. Anlatabildim mi? Böyle bir adam. Ahlaka
ait kısmı vardır. Ve o kadar da kibar bir adam ki hepsi kendi sözü olduğu halde
kimse bir şey demesin diyerekten, nihayetinde der ki: “Ben bu eserimi, iki yüz büyük adamın eserinden aldım, yaptım.” der.
Hepsi de kendinindir. Anlatabildim mi? Nerede, şimdi öyle insanlar? Var mı? Her
ilmin sahasında konuşurken ismini verir; ehl-i tefsir şöyle demiştir, ehl-i
ahlak böyle demiştir, ehl-i hadis şöyle demiştir, bilmem ehl-i fen böyle
demiştir, hep böyle. Acayip! Sâfi zevk adam. Şey de onundur ya. İşte.
Deme niçin şol şöyle
Yerindedir ol öyle
Bak sonuna seyreyle
Allah görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Nâçâr kalacak yerde
Nâgâh açar ol perde
Dermân eder her derde
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bil kâdî-i hâcâtı
Terk eyle murâdâtı
Kıl A'na münâcâtı
Ne istersen sen eksik istersin. Aç boynunu işte, de. İsteme yolunu gösteriyor adama. Anlatabildim mi acaba? Sen ne istersen pürüzlüdür. Bak benim hâlime, de.
Neyse bize lazım olan şimdi orası değil. Şimdi bu örfümüzde çok olur. Birisini beğenmeyiz, arkasından ııhhh deriz. Çoluğun çocuğun çeker. Ben sana söyleyeyim açıkçası. Cayır cayır çeker. Hiç kimseyi küçük görme. Hiç kimseyi küçük görme! Ressam çok güzelini yaptığı gibi, çok çirkinini de yapmazsa ona ressam denmez. Kudreti yok demektir. Allah hepsini yapar. Anlatabildim mi?
Nakşa
nigeh nakkaşa nigehtir.
Düşdi
yere her kim ki kıldı bize adâvet.
Kim
derd-keşiz tîr-i kazâyız fukarayız
Ruhsâre-i
Mehveşlere gönül virmişiz ammâ
Zan itme
ki müstağrak-ı deryâ-yı hatâyız
Ey hâce kim…
Getiremedim aşağısını. Neyse mânâsı meali anlaşılsın. Nakşa nigeh nakkaşa nigehtir. Anladınız
ne demek istediğimi. Yani hiç kimseyi küçük görme, hülâsa bu. Ağırdır cezası.
Ahlak öyle der, çok ağırmış cezası. Allah çok gücenirmiş. Garip, fakir, aciz
bir insan bir ufak kabahat yaptı mı herkes üzerine hücum eder, hakaret hakaret
üzerine gelir. Öbür tarafta, câhı var, parası var, kasası var, türlü türlü
rezalet yapılır, karşısında el pençe divan durur! Ne mânâ bu!? Anlatabildim mi acaba? Bir garip bir zavallı,
bir aciz, ufak bir seyyie irtikâb[48]
eder; üüü olanca hücumu ile üzerine yürünülür. Öbür tarafta birisi bakarsın ki
kocaman rezalet irtikâb eder, fakat büyük büyük varlıklara sahiptir yine
karşısında el pençe divan durur!
“İnnemâ ühlikellezine min kablikûm ennehüm kânû izâ serika fihimü’l-şerif terekû ve izâ serika fihimü’l-zayıf fe-kâmû aleyhi’l-hadd.”
Bir gün topladı dostlarını Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. “Dikkat edin, dedi. Sizden evvelki milletlerin yıkılmasının en
büyük sebebi, içlerinden zayıf tabakası, ufak ayak tabakası, ufak tabakası bir
şey çaldı mı derhal dehşetli cezalara uğrarlar fakat yüksek tabaka çaldı mı hiç
lâyüseldir hesap sorulmaz. Bu hâl hangi camiada meydana gelirse yıkılır!” dedi.
Hülasa nizam-ı âlem Hak ile kaimdir.
İnsanlar hasis menfaatlerine kapıldılar mı iptal-i Hak eylerler,
kuvve-i hakimeden de aynı muameleyi görürler. Anladın mı acaba? Böyle diyor.
Neyse, nerede kaldıkdı?
Babası onu götürmüş, o zamanın ilim adamlarından, Fakirullah[49] ismini taşıyan büyük bir âlime. Hem âlim, hem mânâya sahip. Acaip bir adamdır. Sekiz yaşında götürmüş onu. Tedris[50] ediyor, daire-i terbiyesine almış.
“İbrahim, demiş. Şu testiyi al,
karşıki pınardan bana bir su getir. Taze su olsun.” demiş, mevsim sıcak.
Almış, getirmiş. Koşarak gitmiş.
Bir yeniçeri sipahisi suyu doldururken gelmiş “Çekil oradan!” demiş, bir vurmuş, testi kopmuş.
E çocuk daha sekiz yaşında. Ağlaya ağlaya gelmiş.
“Ne oldu?” demiş.
“Bir yeniçeri sipahisi vurdu,
demiş. Testi koptu, demiş.
“Niye ağlıyorsun?” demiş.
“Çok gücüme gitti.” demiş. “İçim yandı!” demiş.
“Koş, demiş. Git o adama bir
küfret!”
Şimdi bu adam ahlakçıların ser-i tommarından[51] gelir. Fakirullah.
Muazzam bir adam. Etrafındakiler şaşırmışlar. Hiç öyle “Küfür et!” der mi? Öyle nezih bir adam. “Hadi koş!” demiş, “Çabuk!”
Eh gitmiş, muhitinde öyle bir şey görmeyince çocuk, yapmış, hiçbir şey
söyleyemeden gelmiş. “Ettin mi?”
“Yapamadım efendim!”
“Çabuk koş!” demiş. “Ben sana ne emir verdimse onu yap!”
Gitmiş, bir de bakmış ki sipahinin beyin tası fırlamış. Gelmiş.
“Ne oldu?”
“Parçalanmış herif!” demiş. “Ulan İbrahim, bir testiye bir adam yedin, ne
olur bir cevap verseydin! Sen, (demiş)
o gönlün kırıldı içine attın, işe Allah
vaziyet etti, tokatladı! (demiş) Eğer
ufak bir cümle ile cevap verseydin yakasını kurtaracaktı herif!” demiş. Bir
şey anlatabiliyor muyum?
Bazen öyle mazlum insanlar vardır, yakar adamı. Yaa! Yanar adam. Eee
şimdi bir şey daha söylemek isterdim, siz dinleyecek misiniz? Ha, dinlersiniz. Pekâlâ,
bende söylerim. Sahib-i ahlak olan kimse, ahlaka sahip olan kimse, ahlaklı
kimse neyse, arif olur.
Altı köşeli bir kuyu tasavvur edin. Bu kâinat bir tabiat kuyusudur, altı köşeli. Şimdi bu kuyudan Yusuf’u çıkarmak lazım. Hepimizin kuyusunda bir Yusuf vardır. Anlatabiliyor muyum acaba? Hepimizin kuyusunda bir Yusuf vardır. Fakat bazı adamların kuyusunun kovası bağlıdır. Çözmeye imkân yoktur. Bazı kimsenin kuyusunun kovası meydandadır. Açıktadır. Kuyunun içerisine saldırır, Yusuf’una taalluk eder çıkar. Anlatabiliyor muyum acaba? Hangi adam kuyudan kendisi Yusuf’unu çıkarabilir? Hangi adam kendisi, kendi tabiat kuyusundan çıkıp da kenara geçmişse. Anlatabiliyor muyum acaba? Tabiat kuyusundan, bu nefs-i emmarenin varlığının kuyusundan çıktı da kenara geçti mi, âli bir mertebede olacak bir şey ki, kuyunun içerisindeki adam kalbi çıkarır mı? Kuyudan Yusuf’u çıkarabilir mi? Kendi de kuyunun içerisinde! Kendi çıkacak, kenarda olacak ki aşk kovasını kuyunun içerisine saldırdığı vakit Yusuf ona taalluk etsin çıksın.
Şimdi bu kalp mevzûu, gönül mevzûu üzerinedir, bu konuşmam. Bugün temelini attık, sağ kalırsam gelecek hafta konuşmada izahını yapacağım.
Bugünlük bu kadar yeter.
Leyla vü Mecnun /
Fuzûlî
Bu arsada her eser
ki gördüm
Sensen dedüm ol
eser yögürdüm
Çün verdi hayâl
ana ham ü pîç
Men münfa‘il oldum
ol eser hîç
Men akldan isterem
delâlet
Aklum mana
gösterür dalâlet
Tahkîk yolında akl
n’etsün
A‘mâ vü garîb
handa getsün
Tevfîk edesen
meğer refîkum
Tâ sehl ola
şiddet-i tarîkum
Gör hırsumı
istegünce ver kâm
Senden ikbâl ü
menden ikdâm
îlmünde ıyândur
i‘tikâdum
Sensen senden
hemîn murâdum
Dünyâ nedür ü
ta‘allukâtı
Endîşe-i mevtdür
hayâtı
Ammâ demezem
yamandur ol hem
Ser-menzil-i
imtihândur ol hem
Bi’llâh ki bu
dil-fîrîb menzil
Eyle mana verdi
râhat-i dil
Kim eski makâmumı
unutdum
Sandum vatanum
makâm dutdum
Müşkil gelür imdi
terkin etmek
Bir özge makâma
dahi getmek
Mihen geçer dedik
ammâ hakîkât öyle değil
Zevâli yok gam-ı
aşkın bu mîhnet öyle değil
Olur mu hiç gîrân
ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o
câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli
bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme
şart-ı muhâbbet öyle değil
Elem geçer dedik
ammâ hakîkât öyle değil
Zevâli yok gam-ı
aşkın bu mîhnet öyle değil
Hudûtsuz düvel
olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda sığmıyor
aslâ bu devlet öyle değil
Olur mu hiç gîrân
ser piyâle-nûş-ı cemâl
Humârı olmaz o
câmın o işret öyle değil
Kopunca bir teli
bağlansa da düğümlü kalır
Dokunma gönlüme
şart-ı muhâbbet öyle değil
Zaman gelir
bıkılır mâhlardan ey Mûhyî
Fakat o mihre doyulmaz o âfet öyle değil
[1] Tevcih:
Döndürmek,
yöneltmek.
[2] Enfüs:
Nefs.
C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar.
[3] Musahhar:
1) Teshir
edilmiş. Ele geçirilmiş. Fethedilmiş. 2) İstenilen hâle konulmuş.
[4] Cilm-i
sağir: (Cilmi kadar yer yakar deniyor ya) küçücük cüsse
[5] Teselsül:
Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda
etme. Ulaştırma. Man: (Bak: Delil-i ihtira)
[6] Hadis-i Şerif (1) Buhârî, Megâzî, 67, 74,
Bed'u'l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
[7] Müstaid:
İstidadı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı.
[8] Lâ
taayyün âlemi: Tayin edilmemişler, atanmamışlar âlemi.
(Mutlak Gayb, İlahî Gayb, Ulvî Âlem)
[9] Araf
Suresi 172. وَاِذْ اَخَذَ
رَبُّكَ مِنْ بَن۪ٓي اٰدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَاَشْهَدَهُمْ
عَلٰٓى اَنْفُسِهِمْۚ اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ قَالُوا بَلٰىۚۛ شَهِدْنَاۚۛ اَنْ
تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اِنَّا كُنَّا عَنْ هٰذَا غ َافِل۪ينَۙ
Meali: Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki
zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin,
şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz
yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).
[10] İzze:
Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim.
[11] Mebhût:
Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem
[12] Vücûd:
Sözlükte “var olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd felsefe terimi olarak
“bir şeyin zihinde ve zihnin dışında gerçek varlığa sahip olması” veya “bir
şeyin aklî tahlil yoluyla belirlenen mahiyeti, zatı” diye tanımlanır.
[13] Teselsül:
Zincirleme.
Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme.
[14] Alayiş:
Bulaşıklık, bulaşma. Debdebe, tantana, gösteriş.
[15] Pîşân:
En ön, en ileri.
[16] Hafâ:
Gizlilik gizli olmak, Saklılık
[17] Al-i
İmran Surei 6’ncı Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا
اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Meali: Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren
O'dur. Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve hikmet sahibi olan O'dur.
[18] Fatır
Suresi 43’ncü Ayet_i Kerime اِسْتِكْبَارًا فِي الْاَرْضِ وَمَكْرَ
السَّيِّئِۜ وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِه۪ۜ فَهَلْ
يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ
تَبْد۪يلًاۚ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْو۪يلً
Meali: (Bu
da) yeryüzünde bir kibirlenme ve bir suikast düzenidir. Hâlbuki fena düzen
ancak sahibinin başına geçer. O halde öncekilerin kanunundan başka ne
gözetiyorlar? Sen Allah'ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın. Sen Allah'ın
sünnetinde asla bir başkalaşma da bulamazsın.
[19] Akval:
(Kavl. C.) Sözler, kaviller.
[20] Serair:
(Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar.
[21] Sueda:
(Said. C.) Saidler. Allah'ın rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.
[22] Tathir:
Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak.
[23] Kâfur:
Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu,
katı ve yağlı bir madde. Cennette bir kaynak ismi.
[24] İnsan
Suresi 6’ncı Ayet-i Kerime إِنَّ الْأَبْرَارَ يَشْرَبُونَ مِن
كَأْسٍ كَانَ مِزَاجُهَا كَافُورً
Meali : Bir kaynak ki ondan Allah'ın kulları içerler,
güzel yollar açarak akıtırlar onu.
[25] Mukavvî:
Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç.
[26] Muzâdd:
(Zıd. dan) Karşı. Zıd. (Ar. mużādde “muhâlefet
etmek”ten mużādd) Nitelik ve etkileri birbirine tamâmen aykırı,
birbirini giderici olan, aksi yönde tesir eden.
[27] Zâleme:
Zâlimler, zulmedenler.
[28] Tahfif:
Hafiflemek, hafiflenmek.
[29] Mülevves:
Kirli, pis,
bulaşık.
[30] Gubar:
toz.
[31] Hicr
Suresi 23’ncü Ayet-ı Kerime وَاِنَّا
لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali:
Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[32] Mevkuf:
Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen.
Ait, bağlı.
[33] Enbiya
Suresi 105’nci Ayet-i Kerime وَلَقَدْ
كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا
عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
Meali: And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebûr'da da
yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.
[34] Muvâzene(t):
Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek.
İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[35] Maal:
yükseklik, ilerilik, şereflilik
[36]İsti'da: Medet, yardım istemek. .
[37] Al-i
İmran Suresi 101. وَكَيْفَ
تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ
وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟ Meali:
Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken
nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola
iletilmiştir.
[38] Kisbi/Kesbi:
Çalışmakla
kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan.
[39] Vehbi: Doğuştan.
Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan.
[40] Nikmet:
Şiddetli
ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
[41] İyaullah: İslam yönetim felsefesinde halk,
“iyaullah”tır. Yani “Allah'ın ailesi”dir
[42] Muhlika:
Öldürücü, helâk edici:
[43] Hud’a:
Hile, aldatma
[44] Evrad:
Vird. Sık
sık ve devamlı okunan dua.
[45] Ezkar:
Zikirler
[46]
Kısm-ı Sâni: İkinci kısım.
[47] Hâlisüddem(Hâlisü'd-dem):
Arı kan, safkan
[48] İrtikâb:
Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. Bir makamı
âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.
[49] İsmail
Fakirullah Efendi Hazretleri.
[50] Tedris:
Okutmak. Öğretmek. Ders vermek.
Yazanda Vâmık u Ferhâd u Mecnûn vasfm ehl-i derd
Fuzûlî adını gördüm ser-i tûmâra yazmışlar (Fuzuli)
0 yorum:
Yorum Gönder