050 (14-06-1959) 94 dk. (297 No’lu Band)
“Ben kimim?” der. Kendi hüviyeti arasında neler olduğunu taharriye[1]
başlar. “Ben elli, altmış kiloluk kan ve kemik torbasıyım surette, benim bu
zevahirim vak’a iki metre uzunluğunda bir çukura girebilir, orası istiap[2]
eder ama bende geniş de bir varlık var. Bütün kâinatı böyle ihata ediyor. Benim
aslım nedir? Ben nereden geldim? Kendimi, kendim mi getirdim? Kendimi, kendim
mi yaptım?”
Öyle sualler sormaya başlar. Henüz bu sualleri sormamışsa, ahlaka göre makam-ı âdemiyete kadem basmamıştır. Malum ya hayvanda yer içer tenasül eder, insanda yer içer tenasül eder. Bunu ayıracak bir sıfat-ı mümeyyize olacak. Bir sıfatı var insanın. En büyük sıfatı, olanı görmektir. Olanı gör! Kendini yapan her şeyi yapar. Yaratırım sevdasında gezenler bu cümleye dikkat etmeleri lazım gelir. Hani var ya insanlar bazen böyle semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar, mevcûdâta nazar-ı hakaretle bakar. İlk tedavi edeceği şey burasıdır insanın. Ahlakta ilk ders buradan başlar.
Nereye götürüleceğim? Gelmede gitmede ihtiyârım yok. Benim diyecek elimde bir medarım yok. Vak’a, beşer zahirde bazen çok kavî gibi gözükür amma hiç görmediği en ufak bir zerrenin pençe-i kahriyesinde de mahvolur gider. Tuhaftır. Allah, öyle der: “Ben, çok kavîyi çok zayıfla tepeleyenim.” der. Öyle değil mi? Nemrudun kafasından sevdâ-i rububiyeti en ufak bir bir mahlûku ile parçalayıp çıkarmıştır. Firavunun [3] اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ davasını Musa’nın elindeki çoban değneği ile yıkmıştır. Büyük ibretler vardır içinde.
Neyse, biz şimdi mevzûun asıl yerine girelim. Demek ki ahlak iki kısım. Biri akıldan doğan ki vazife oluyor o, biri de aşktan meydana gelen. Bu aşk romanda okunan aşk değildir. Kendi aslını bulmak, Rabbisini, mebdeini, mâadını, kendi hüviyetini bulmaklık derdinin adına aşk derler, ahlakta. Anlatabildim mi? O öyle bir muhabbettir ki; hangi kalbe girerse o sıfat ondan mâadâsını yakar, yıkar, çıkarır ve insana huzur verir. Huzura insan o vakit kavuşur. Ondan mâadâ insanda huzur yok. Dün bugün için rüya bugün de yarın içün rüya.
Bazı insanlar der ki: “Büyük bir masaya sahip olursam...” Ne olursun bilir misin? Güzel bir köle olursun! O senin kendi kendine büyüttüğün o güzel masaya, sırf o masaya gönül verirsen güzeel kendini bir köle yaparsın! “Muazzam bir kasaya malik olursam, bak neler yapacağım, neler!” Neler yapacağın? Ölümü öldürebiliyor musun? Kabrin kapısını kapayabiliyor musun? Beşerden aczi giderebiliyor musun? Nerede!? Ağaran saçını geriye çeviremezsin. Ama insanda bu cibilli bir hâldir. Daha güzelini görmeden çocuk yalancı boncuğa meftundur. Buluğa erdikten sonra, birisi şunu alır mısın derse şöyle bir bakar. Benimle istihza mı ediyorsun, der. Fakat mini miniyken tutturur ağlar. İnsanların da buluğa ermesi şarttır.
Buluğa ermek demek; erkeğin erkekliği, kadının kadınlığını görmek değil. O buluğ-u sûrîdir, bir de buluğ-u manevi vardır. Anlatabiliyor muyum acaba? Seksen yaşına gelirde yine baliğ olmaz. O ufacıcık çocukken, cicili bicili bir boncuk moncuk verseler, elinde nesi varsa verir onu alır. En kıymetli en girân-bahâ[4] bir eşyayı bir cam parçasına değişebilir. İnsan da koca bir mânâsını cife olacak bir lâşey’e[5] değişebilir.
En kıymetli cevheri sayılı nefesidir. O nefesle yakutu alırsın fakat yakutla bu nefesi alamazsın. Buna imkân yoktur. Kâinatın en muazzam varlığı senin olmuş olsa, ömründen geçen bir dakikayı geriye ver diye yalvarsan, vermez âdeti değildir. Geçti, der. Süratle akıyor. En süratli akan nehir, ömür nehridir. Sayısı hesabı filan görülmez. Öyle o kadar süratli akar. Bu seyri seyredebilmek için seyr-i maallah şarttır. O ne demek? Ooo! Çok vakit olacak. Misaller vereceğiz, anlatacağız. Yalnız seyr-i maallah hiddet-i fikirle elde edilmez. Anlatabildik mi? Şurasını söyleyeyim yalnız. Bir gün anlatırım size. Bir misal bulayım da daha iyi anlaşılsın diyerekten düşündüm. Bir misal. Bunları anlattın ama der, belki birisi içinden. Hissi söz, güzel. Bunun hariçte vücudu olur mu?
Aşk nedir, mânâ nedir, Hak ile seyir nedir? Her vakit söylediğim gibi, ahlakın mânâya taalluk eden sözleri ebediyete gönül verenler içindir.
Şimdi bizim bu konuştuğumuz mevzûlar, yalnız maddenin kesafetinde boğulmuş olanlar için bir mânâ ifade etmez. Bir adam ki: “Ben, diyor. Başka bir şey tanımam. Ben bir kör tesadüfün neticesiyim. İşte diyor, insan tekâmül etmiş bir hayvan demektir. Benim içün fazilet filan, mürüvvet, meveddet, muhabbet, hürmet, merhamet, benim kitabım, paramın üzerindeki yazıdır. Ben başka bir şey bilmem!” Tabi o, o zihniyette, o duyguda olan kimse bu sözlerden bir şey anlamaz. “Ben bakarım, diyor. Yüz, beş yüz, bin, filan, ben başka bir şey anlamam!” diyor. Paranın dervişi!
İnsanlar her birisi… Hani bazı derler ki: “Efendim bırak, şu adam derviştir filan…” Ne dervişi canım! Dünyada derviş olmayan kimse var mı? Kimi karının dervişidir, kimi masanın dervişidir, kimi paranın dervişidir, kimi rütbenin dervişidir, kimi işte şunun dervişi. Herkes gönlünü nereye bağlamışsa bağladığı yerin dervişidir. Anlatabildim mi acaba? Paranın, kasanın, masanın, rütbenin, câhın, kadının, adamın ehh... Yaa!
Şimdi misal verecektik, gayet canlı bir misal vereyim. Uyuyan uykusunda nara atar değil mi? Bağırır. Bir hâl diyelim, bir uyku hâlinde bir rüya diyelim. Yanındaki onun konuşmasını duyar mı? Uyanık öteki. Anlatabildim mi acaba? Öteki hâl-i menâmda[6] konuşuyor, bağırıyor, zevk ediyor, yiyor, içiyor, mükemmel mükemmel anlatıyor, fakat yanında bir uyanık adam var, onu görür mü anlar mı? Anlamadığı gibi, aşıkın, arifin gönlündeki sedayı da gafil anlamaz. Acaba bir şey anlatamadım mı?
Bu lacivert kubbe ne insanlar yetiştirir? Ve o insan içün yapılmıştır. Diğerleri nedir? Hâdim. Büyük bir saray tasavvur edin, büyük bir teşkilat tasavvur edin, muazzam bir konak tasavvur edin. İçerisinde hizmetçi var, şoför var, bilmem ne bileyim kâhya var, uşak var, hâdim var, kapıcı var, şu var, bu var. İçeride nihayet iki tane de şahsiyet var; bir adam, bir kadın. Yemekler pişer, kalorifer dairesi çalışır, şu, bu… Nereye çalışır? O hep iki şahsa çalışır, yüzlerce adam. Bir yandan yemek pişer, onlarda aynı yemekten yerler. Belki o iki adamdan fazla yerler. Onlar ikişer lokma yer, onlar yirmişer lokma yer. Fakat maksat, o teşkilat, o iki şahıs için kurulmuştur. Allah’da bu teşkilatını, Hazreti İnsan için kurmuştur, diyor. Anlatabildim mi? Onlar ara yerden çekildiği vakitte ne saray kalır, ne debdebesi, ne uşağı, ne kalorifer dairesi, hepsi gider. O Hazreti İnsanda bu lacivert kubbeden çekildiği vakitte Hudâ “Paydos!” der, geçer gider. Anlatabildik mi acaba?
Onun içün taklit ile yaşamayı, ahlak makbul tutmaz. Taklitten kurtulmanın çaresine bakmalı. Tahkike çıkmalı. Tahkike de imanla çıkılır, aşkla çıkılır. Anlatabildim mi acaba? İman.
İbrahim-sîret olmalı ki nâr-ı nemrut adamı yakmasın. İbrahim-sîret olmalı. Ve o sîrete mazhar olan insanlarla dostluk tedarik etmeli ki onlar: “Gel, benim akıl kanatlarımla uç.” derler. Pervaz eyle; zaman kısa müddet az, çok himmet lazım. “İki gününü birbirine müsâvi kılan aldanmıştır.” der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Yani Hazreti Muhammed Aleyhisselat-ı vesselam. Bir adam iki gününü birbirine müsâvi kılmış mı, hem maddeten hem mânen; dün on kuruşu var, bugün de on kuruşu var, aldanmış adam, magbun,[7] der. Dün ind-i İlahide şu kadar mevkîi var, bugün de aynı o kadar, gene aldanmış!
Daima teâli, uruç lazım. Daima kırık kalp satın almak lazım. Bunu her konuşmada tekrar ediyorum. Bu bedava alınır. Bu bedava alınan çok kıymetli matahın müşterisi Allah’dır. Niçün beşeriyet bu işe hepimiz kuvvetimizi sarf etmeyiz? O da bir mevzû. Malum ya zengin adam kime denir? Kimin elinde çok kalp varsa ona zengin denir. Ötekilerin hepsi kalır. Allah, kalp sahiplerini bırakır adamın elinde. Anlatabildim mi?
Allah ne vermişse alır. Âdeti o. Hemen hemen bunu bir seneden beri söylüyorum, mevzûun burasını.[8] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ diyor. Mirasçı Benim, diyor. Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır, ondan sonra “Hadi bakalım, arş!” yaa! İnanana da inanmayana da, münkiri de musaddıki de, ehl-i tastik de ehli inkâr da herkes, her zerre O’na çalışır. O zanneder ki kendime çalışırım. Neyi kendine çalışırsın? Herkes O'na. Her şey O'nun ve çalıştırır. Çalıştırdıktan sonra bir an gelir, hadi bakalım! Yalnız eğer bu çalışması esnasında birkaç tane kırık kalp almışsa, bunlara elini sürmez. Bunlara mukabil kendini verir.
Ene inde min kesretü'l-kulûb, der. “Gafiller, Beni göklerde semalarda arar. Ben kırık kalplerde bulunurum.” der. Yapamıyoruz. Bu gayet kolay bir şey ama yapamıyoruz. Sevindirtmek. Mahzun adamı sevindirtmekten büyük ibadet, taat, daha büyük hiçbir şey yok. Mahzun bir adam.
Mesela bazı kimseler gönlünden geçer, canım o adam bana tenezzül mü eder ki selam versin? İn aşağıya ver selamı, o başka bir türlü olur. Aciz geldi işini göremiyor. Aklın eriyor, yardım et. Kötülük yapmak bir büyük kabahat değil mi? Tabi o, ayrılır o. Cinayeti olur, rezaleti olur, şusu olur, busu olur. İyilik yapmak kudreti varken de yapmamak, o da kötülüktür, diyor Allah. “Çünkü Benim sermayemdi o. Sana iyilik yapmaklık kabiliyetini verdim, yapabilirdin sen bu iyiliği. Mal Benim, diyor. Kullanmadın yerli yerine sen kötü adamsın, diyor. Alçaksın!” diyor. “Ben karıncayı incitmedim.” Güzel, güzel amma sen iyilik yapabilir miydin? Bu saha sana verilmiş miydi? Verilmişti. Yapmadın değil mi? Kötü adamsın, der. Burasını anlatabildim mi acaba? Evet, hiç kimseyi incitmemiş. Fakat iyilik yapma kudreti varken de etmemiş, yapmamış. Bütün uzuvlar mesuldür. Hepsi. Gözüne zulmetme! Öyle diyor kendisi. Sorarım hepsinden, diyor.
كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّتِهِ[9] “Her biriniz çobansınız, her çoban kendisine verilen matahından mesuldür.” Gayet açık bir misalle emrolunmuş. كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّتِه Her biriniz çobansınız. Her çoban kendisine; evladından, karısından, kardeşinden, ahbabından, dostundan, büyüğünden, küçüğünden, herkes birbirine bağlanmıştır. Birbirinin hukukundan mesuldür. Bunun mânâsı bu. “Benim hiç kimsem yok. Hiçbir şeyle alakam yok.” Aza-ı cevârihin var, elinden mesulsün, gözünden mesulsün, kulağından mesulsün, kalbinden mesulsün.
Kalbin
vazifesi, gönlün vazifesi; bir yer ile uğraşacak, bir yere bağlanacak. Oraya
bağlamamış, o başka yere bağlamış, zalimdir demek, mesuldür!
Gözünü nazar-ı itibar yapmamış. Anlatamıyor muyum? Anlatabildim mi? Lüzumsuz yere bakaraktan geçirmiş, o gözün zalimidir, mesuldür!
Kulak ki bütün mânâ sem’a[10] bağlı. En büyük uzuv, işitmek yani semî’. İşitmek kalksa her şey düşer, anlatabildim mi? Bütün ilimler, bütün varlıklar ne ile meydana geliyor? İşitmekle. Bizim elimizde bedava olduğu için kıymetini bilmiyoruz. En son tatile uğrayan uzuvda odur. İnsana “Hayattan azl oldun!” emri gelirken yavaş yavaş hepsi veda eder. Allah, kulağa en son eder. Acaba anlatabildim mi? Son, en son eder. Neden? Çünkü vahiy sem’a bağlıdır. Onu en son eder. İşittikten sonra adam oldun, belki en sonra yine rücû edersin. Merhamet varda onun içün. Anlatabiliyor muyum acaba? İşittikten sonra adam oldun. En büyük nimet. Belki rücû edersin diyor. Ne bileyim? Yine çok merhametli Allah.
Bak çok şık bir şey söyleyeyim sana. Ne bahaneler yapmıştır Allah, insanı kurtarmak içün. Ne büyük bahaneler. Cesaretim yok konuşmaya ama sizi ben tekâmül etmiş, ebediyete inanmış, mânâya gönül vermiş, insanlığa hizmet etmekliği gaye edinmiş, yapıyor yapmıyor, elinden geliyor gelmiyor, başka fakat niyeti var. Acıma hissi var hülâsa. Bir adam da acıma hissi var mı o günün birinde yakasını kurtarır. Anlatabildim mi? Yokla kendini, acıma hissi varsa kurtarır. Sizi öyle zannettiğim için söyleyeceğim.
Allah, en sevgili Dostuna diyor ki: “Ben, bazı kula suç yaptırırım kendisini kurtarmak içün.” Siz bunu sakın sû-i istimâl etmeyin. Zaten söylendikten sonra sû-i istimâl de edilmez zaten. “Bazı kabahatler vardır ki o kabahat onu, Bana yaklaştırır. Bazı kabahatler vardır ki o kabahat onu, Bana yaklaştırır.” Onu sormuş, söylemişler. Şaşırmış herkes. Hem suç hem yaklaşmak nasıl şey?
Buyuruyorlar ki: “O kimse kendine çok mağrur idi. Kafası dik, eğilmeye imkânı yok. O gururu Benim ile beraber azamet yarışına kalkmaktır. Şirktir, affolunmayan bir suçtur.”
Allah’ın
sevmediği şey. Dünyada fenalık hep ondan çıkıyor. Sevmiyor Hudâ. Benlik davası!
“Böyle geçip gidecekti, ona ufak bir zelle[11] irtikâb
ettirttim, kendinden utandı, boynunu büktü. (Hah, anlatabiliyor muyum acaba?)
Onun kibr-i nahvetini[12], irtikâb
etmiş olduğu bir zelle ile yıktım.” Bizim irtikâb ettiğimiz suçlar da hiç
olmazsa bu araya girsin. Suç yaptığımız hâlde kafamız dik olmasın. Bir şey
anlatabiliyor muyum? En mühim nokta bu…
O vakit ona ne diyor? Sıyrık, diyor. Hayâsız!
“El haya-u katretün izâ kutire kutile” Hayâ yüz suyudur...
Bir insanın ilk önce utanacağı şey varlık kendidir. Kendinden utanmayan kimseden utanmaz. Belle bunu. Hani bazıları der ya “Efendim, insanlardan utanmadın mı?” Bu tabir doğru değil. Kendinden utanmadın mı? Kendinden utanmadın mı kimseden utanmazsın. İlk önce kendinden utanacaksın. Kendi mü’min olacak ki utanacak. İman olmayınca utanmak olmaz. Anlatabiliyor muyum? Buraya kadarını söylememiştim, şimdi söylüyorum. Kendinden utanacağı söyledim amma burasını söylememiştim.
Neden kendinden utanacak? Utanmak içün iman şarttır. İnanacak. “Ben yarın bir huzura gideceğim. Seni insan yaptık da kabahat mi ettik diyecekler.” İlk önce kendinden! Bir adam kendinden utanıyor mu, o adam felah bulur. “Kendinden utanan günahkârın enini[13] diyor, buhurdanlıktaki kokuya benzer.” Hani böyle güzel bir koku yakarlar buhurdanlıkta, o koku âlem-i arşa gittiği vakitte melekler: “Günah kokusu geliyor, dönmüş bir günah kokusu geliyor, rücû etmiş bir insanın yalvarış kokusu geliyor, bize bağışla!” derler. Anlatabiliyor muyum? “Bize bağışla!” derler. Bunu insan dedirtmeli. Kestirmesi bu.
Bunu dedirtmek
içün, konuşmaya başladığım vakit de ki cümlelere dikkat etmek lazım gelir ki
geliş ve gidişdeki gayeyi duymak. Bir adam niçün geldiğini ve nereye
götürüleceğini düşünüp bunu duymaya başladıktan sonra derhal içinden sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlıktan, ebed sedasını duyar. Böyle asude
kaldığı vakitte gönlünden “Ebed, ebed!” diye o sayhayı[14]
duyar. Onu duyduktan sonra tabiatıyla
utanmak şekli tecelli eder. Duymadıkça etmez. O sahtedir o.
Utandı mı; merhamet başlar, hürmet başlar, muhabbet başlar, intizam-ı âlemde bu üç şey ile devam eder. Hangi cemiyette merhamet, muhabbet, hürmet kalkmıştır, o cemiyet yıkılmaya mahkûmdur. O şahıs hâl’en müntehirdir.[15] Ölüdür yani ya. Onda bir iş yok. Kalp yok ki! Onun içün öyle der, Allah: [16] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ
Ben bunu
söyledim ama kalbi olan içün, der.
Ya, bizde bu kalp? O, mudga[17] o mudga! Kalp ayrı bir iş! Her taraftan Hakk’ı müşâhede ettiğinden dolayı ismine kalp denmiştir. Anlatabildim mi? Belle bu tabiri. Her taraftan Hakk’ı müşahede ettiğinden dolayı kalp ismini almıştır. Onun içün o kalbi kuyudan dışarıya çıkarmalı. Geçen hafta konuşuyorduk değil mi bunun üzerinde? Biraz daha konuşalım. Çabuk çabuk bitmez kalp. Üüüü! Bir ufak tarifini yaptım. Her taraftan Hakk’ı müşahede ettiğinden dolayı ismine kalp denmiştir.
Kalbi meydana çıkarabilmeklik içün zor şartlar var. İnsanın iklim-i vücudunda çöreklenmiş bir ejderha vardır. Yedi tane başı vardır. Dâr-ı câhimde[18] yedi kapılıdır. Anlatabiliyor muyum? Tathirhane-i zulm olan cehennemde yedi kapılıdır,hülâsa. Yedi tane kapısı var. İnsanı her kapısından, o söylemiş olduğum yedi başlı ejderhanın, bir tanesi sokar adamı. Hırs, kapının biri. Tamah, kibir, buğz, adavet, riya, şehvet. Anlatabildik mi acaba?
Nefs-i emmare, iklim-i vücudunda çöreklenmiş olan nefis, insanı avlarken iki tane yem atar, biri hırstır, biri de şehvettir. Ten sahasında, anlatabiliyor muyum? Seni bir defa o tuzağa koydu mu, avladı mı yandı! Hırs icabında insanı acze götürür, icabında küfre götürür. Çünkü hırs bu başka bir şeye benzemez ki. Hele o hırs... Gelmedi aşağısı, kusura bakma.
İhtirasat-ı nefsaniye hiçbir vakit beşerde tatmin olmaz, eğer kalbi esaretten kurtarmazsa. Misal vereyim bak, âdi misal. Hiç parası yok bir adamın, vaziyeti düşkün. Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder, değil mi ya? Hiç parası yok olan adam yolda yürürken belli olur. Boyuna taşa çarpar ayağını. Seke seke gider. Konuşması daha mazlumane olur. Tuhaftır beşeriyet, acayip bir şey. Kadının evinde şıp şıp terlikle gezişiyle, her vakit söylerim ya, yüksek topuklu bir şeyle gezişi arasında bile fark vardır. Cibilli şeyler bunlar. Bir adamın büyük bir masası varken konuşmasıyla masadan düştükten sonraki konuşması arasında, büyük bir rütbesi varken görüşmesiyle, düştükten sonraki görüşmesi arasında çok farklar var. “Efendim bazı insanda yok!” Onlar istisna, onlara Hazreti İnsan diyor, ahlak. O ayrı iş o. İstisnalar kaideye girmez. Evet, vardır öyle bazı insanlar. Olabiliyor. Pek ender.
Üniversite hocalarından bir Naim Bey[19] vardı. Allah rahmet eylesin. İşte o, onlardan biriydi. Dünyanın en büyük tanınmış olan bir şahsiyeti gelsin, cemiyetin hiç kimsenin kıymet vermediği bir sümüklü adam gelsin konuşurken ikisi arasında bir fark görmezsin. Hiç! Ama bir gün mü böyle? Canının sıkıldığı vakitte, zevkli zamanında, her vakit öyle. Kibar bir adam. Ama kibarda bir şekilde de Allah’ına gitti. Bir öğle namazının farzının ikinci rekâtının ikinci secdesinde سُبْحَانَ رَبِّىَ ا‘عْلَى dedi, bir daha demedi. Kaldı gitti.
Men tevaza'e refeahullah[i]
Kim ki
tevazu ile hayatını geçirir, o kimseyi Allah yükseltir.
Allah’ın yükselttiği senin benim yükseltmeme benzemez. Ben seni yükseltirim, benden sonra biri gelir bir tepetaklak hop der, düşersin. Allah yükselti mi hiçbir şey yok. Sonra hakkıyla âlim adam. Öyle beş on kelime bellemiş, sırası gelmiş de bir iskemleye oturmuş değil. O iskemle ona her yerde hazır, her vakit muazzam. Her ilimde yed-i[20] tûlâsı[21]-[22] var. Fakat böyle gördün mü, hep bir.
Ben öyle iki tane
adama rast geldim, biri O, biri de haddizatında başka bir zât vardı. Mehmet Emin
Efendi derlerdi. Herhangi bir şey sorulduğu vakitte kalbi mehbet-i ilham olsa
gerek. Başka türlü olmaz. Doyuracak bir şekilde insana ilmini verir, şöyle
işitmiştim der, kendisine mal etmez. Anlatabildim mi acaba?
Mevzûun neresinde kalmıştık, hatırlatın bakalım bana. Nefs-i emmare, buraları söylüyorduk. Son cümle şu idi, ben yine hatırlatayım size. Züğürtlük insanı maneviyata sevk eder, dedim değil mi? Şusu varken başka, busu varken başka. Hep bir hâl üzere kalmak. Onlar istisna, kaideye girmez, dedik.
Allah bütün mevcûdâtı, her zerreyi, birbirine nikâhlamıştır. Kâinatta nikâhsız hiçbir zerre yoktur. Kalbi anlatacağım size, kalbin kuyudan çıkarılmasını. Mesela elektrik mevzûunda, müspet kutup, menfi kutup ikisi bir araya gelir. Elektrik denilen şey, mahiyeti daha beşerin ihtira etmiş eliyle ama bilmez. Görünen zevâhiri meydana gelir, derim ben. Elektriğin ne olduğunu ihtira eden de bilmez ya! Allah verir verir adama da bir yerine gelir “Dur bakalım!” der.
Su, iki gazdan teşekkül eder. Müvellidü'l-mâ[23] müvellidü'l-humûza.[24] İkisi bir araya gelir, üçüncü istihâle olur. Üçüncü nasıl oldu dediği vakitte kimyager de bilmez. Bu gördüğümüz şey olur. Yer gök, sema arz ile izdivaç eder. Allah semanın feyzini arza verir, ikisi birleştikten sonra hayat devam eder. Anlatabildim mi?
Ruhun da
zevcesi vardır. Hani, her zerre dedim ya misal getiriyoruz.
Eski konuşmalarda Hazreti Yusuf’tan bahsetmiştik. Onun bir iç mânâsı vardır, bir de dış mânâsı vardır. Bir zahiri mânâsı var, bir de enfüsi mânâsı var. Zahirde hepiniz bilirsiniz, tarih yazar. Yusuf isminde, Yusuf Aleyhisselam isminde bir Peygamber gelmiş. Şöyle böyle, şöyle böyle... Buralarını da anlatayım mı, istiyor musunuz? Bilinen şey ama bazı yeri net değil, daha başka türlü...
Yakup, babası. İsimde incelik var. Yakup, takip eden, demektir. Kimi takip ediyor? Yusuf’u. İnsan neyi takip edecek? Kalbini. Neden? Kalp nazargâh-ı ilahidir. Vicdanın tavattun[25] ettiği yerdir. Anlatabilmiyor muyum acaba?
Eğer sen makam-ı âdemiyete kadem basmışsan, irtikâb etmiş olduğun kötülük varsa, beşer arasında belki kendini, idare edersin, şekiller yaparsın filan meydana çıkarsın fakat içinde o sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan o kalp sana “Alçaksın!” der. Onun sesini boğamazsın. Sen şöyle yaptın böyle yaptın, şu şekille, servetinle, câhınla, maddenle, modelinle, işini becerdin, ohh diye derin nefes alıyorsun ama o nefesin senin, “Ben boğarım!” der. “Sen âdisin!” der. Daima seni recm eder. Anlatabiliyor muyum acaba?
Biliyorsunuz, Yusuf’u kardeşleri kuyuya attılar. Atmalarındaki âmil neydi? İşte o biraz evveli yedi başlı dedim ya, bir tanesi o hırs, hased. “Bizden sonra o olacak!” Bizden sonra demişim yani “Babamızın yerine o sahip olacak, o cemiyet içerisinde daha sevgili, daha muhabbetli!” diye nihayet imhasına kadar karar verdiler. Mısır’a aziz oldu, sabrının neticesinde. Bunu bilmeyenler zannederler ki böyle işte Mısır denilen dünyada bir eyalet var, oraya…
“E onun o kadar aziz olmasıyla ne kıymeti var? Nedir yani Mısır’a aziz? Kral Faruk da Mısır’a Aziz olmuştu, ne çıkar? İngilizler bir vakit idare etmişti? Ne çıkar yani? O kadar değer bir şey mi ki Allah kocaman kitabında bahseder?” Bir şey anlatamıyor muyum? O kadar bir kıymet mi? Nedir? Bir mânâ ifade eder mi!? Yusuf kendi Mısır’ına aziz olmuştu. Kendi Mısır’ı ne? Arşın, semanın, arzın, her devletin, her milletin, her hükümetin, her varlığın bir ölçüsü vardır, sınırı vardır fakat insanın sınırı yok. Bir şey anlatamıyor muyum? Her sahanın bir ölçüsü vardır, fakat insanın?
Mihen geçer
dedik ammâ hakikat öyle değil
Zevâli yok gâm-ı
aşkın bu mihnet öyle değil.
Olur mu hiç
girân ser piyâle nûş-i cemâl
Humârı olmaz
o câmın o işret öyle değil.
Hudûtsuz
düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda
sığmıyor asla, bu devlet öyle değil.
Hudûtsuz
düvel olmaz fakat senin hüsnün
Hudûda
sığmıyor asla, bu devlet öyle değil.
İnsan kendi iklim-i vücuduna sultan olursa, o vakit işte ona Mısır’ın azizi derler. Bilmiyorum anlatabildim mi? Hak ile tam alışveriş edende odur. Kendi Mısır’ına sultan olmuş.Ne vakit olur o? Kalbi çıkarırsan. Beşeriyet zindanından çıkacak.
Ruhun iki tane karısı var. Biri nefis biri akıl. Akıl her vakit doğurmaz. Pek nazlı bir kadın. Ondan olan çocuğun adına vicdan derler. Anlatabildim mi acaba? Nefis, on bir tane çocuğu olur. Kötülüğü yaptırtmaklık içün ne vakit ki nefis teşvik eder, havass-ı hamse-i zahire, havass-ı hamse-i batına, anlatabiliyor muyum acaba? İç hisler, dış hisler. Bilmem ifade edebiliyor muyum? Ele bir kötülük yaptırtmak istiyor.
“Git şu işi yap!”
Kalp mani olur. Yapma, der değmez! Göze bir fenalık emreder, kalp mani olur.
Nihayet bunlar birleşiyorlar, diyorlar ki:
“Bu kalp sağ
kaldığı müddetçe, bizim bir şey yapmamıza imkân yoktur. Ne yapalım? İttifak
edelim, sen de reyini ver, biz bunu öldürelim!”
Ölümüne karar
verdikleri vakit kuvve-i müfekkire, iç hislerden, anlatabildik değil mi?
“İyi ama diyor,
bu ittifakımız bu hususta yanlış. Biz kalbi öldürürsek kendimizde
yaşayamayacağız. Onu öldürmeyelim.”
“Ne yapalım?”
“Bunu beşeriyet
kuyusuna atalım.” Anlatabildim mi acaba? “Onu beşeriyet kuyusuna atalım.”
Atıyorlar. Zahirde hani bir kardeşi gelir de kuyuya bakarmış…
Biraz bu ders ağırca amma bu konuşmamız, işte anlatabildiğim kadar. Elbette bir yerinden bir zevk edinirsin. Anlatamayacak kadar bir şey öğrenilir. Pek birdenbire anlatamazsın aldığını. Zevki kalsın zaten. Bazen aldığını tamamen anlatmak isteyenler oluyor, onun mealini anlatın, kelime bozulursa murad değişir. İşitiyorum hariçte, ben böyle bir şey demedim. Mesela bir tanesini işittim. “Öyle konuştu ki namaz kılmayın.”(!) Yanına çıkmaya sıkılırsın çıkamam, dersin. Türlü cinayeti rezaleti yapıp da bu oyuncak mıdır, nasıl çıkarsın huzura, dedim. Anlatabildim mi acaba? Bu cümle başka senin tefsir ettiğin mânâ yine başka. Ne bozarsın bunu!
Âdem olacaksın, dedim. Kendi kendine suallerini soracaksın. İç âleminden bu suallerine cevap verecek, inan denecek, inan! Neye inan? Mebdeine, mevlidine, mâadına, Hakk’a inan, aslını ara, o vakit âdemiyet başlar. Âdemiyet kâfi gelmez. Büyük Kitap insanları üç sınıfa ayırmıştır. Esrara vakıf olanlar, esmaya vakıf olanlar, bunlardan agâh olmayanlar da hayvan-ı natıkdır, demiştir. Anlatabiliyor muyum acaba?
Binaenaleyh, sen makam-ı âdemiyete çıkmışsan, henüz Hakk’ı isimleriyle biliyorsun. Bu makamda kalma! Hakk’ı kendisi ile bil. O vakit insan olursun. Teslim olursun, sonra insan olursun. Hakk’ı kendisiyle bildiğin vakitte Hak tenezzül eder. Gel konuşalım, der. Anlatabildim mi? Bu başka, öbür cümle başka. Şimdi bu anlattığım da öyledir. Bunu iyi anlayamazsa bir adam hariçte bozar. Hariçte bozar. Hani bazı insanlar vardır şöyle, hem namazını kılar, hem de can yakar. Ha, o iş başka o iş başka, der. Nasıl başka? Ne demek, o iş başka, o iş başka? O iş başka, o iş başka ne demek!?
[26] من لم تنهه صلاته
عن الفحشاء والمنكر لم تزدده من الله إلا بعداا
Zeynel Abidin
Hazretleri, Eimme-i İsnâ Aşer[27]den,
ne vakit ki namazı kılmaya kalkarmış, öyle tatlı bir sarı, o pembe beyaz
yanakları kül gibi olurmuş. Bilmeyenler “Ani rahatsızlandınız mı?”
“Hayır. İçeriye
giriyorum.” dermiş. Anlatabildim mi acaba? İçeriye giriyorum, yaa!
“Yara şeklini
değiştirecek, acele ameliyat yapılması lazım.” El sürülmüyor, o gün maddi
morfin yok. “Yaranın etrafına dokunmayın, semadan yıldız düşüyor gibi geliyor!”
diyor. Öyle bir zehirli kılıç yarası, ama vakit geçmeye gelmez, demişler. “Pekâlâ,
demiş. Beni namaz masarasında[28]
ameliyat edin. Ben secdeye bir kafamı koydum mu benden eser kalmaz. Parça parça
yap, ne yaparsan yap!” Peki, diyorlar. işte ameliyat yapılıyor. Anlatabiliyor
muyum acaba?
Yakup, takip ediyor Yusuf’u. Ruh yani ya. Ruh, kalp, beşeriyet zindanına girdi. Ruh ona âşık. Kudret, ona diyor ki: “İhlas ipiyle aşk kovasını saldırt içeriye o ona taalluk eder, çıkar.” İhlas ipi ile aşk kovası içeriye saldırılıyor; kalp çıkarılıyor meydana, Yusuf meydana çıkıyor. Binaenaleyh, insanın da bir kalbe sahip olabilmesi için evvela ihlasa malik olması şart. Anlatabildik mi? O ipi tedarik edecek. Ondan sonra aşkı, ne diyeyim onun kelimesi yok ki nasıl anlatayım? O kelimeyi artık sen benim hâlimden, ifade tarzımdan anla. Ona malik olacak. O beşeriyet kuyusuna sarkıtılır sarkıtılmaz, Yusuf-u kalp derhal kenara çıkar. O vakit beşeriyet kâm alır. Ondan evvel bir şey olmaz. Hudâ Kerimdir, başka amma şöyle bir elini kolunu sallayarak gitmek lazım değil mi? İnsan imreniyor. Mesela diyor ki Allah:
[29] يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ [30] اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّة [31] فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ [32] وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي
Bunun mânâsı şu: “Ey üç günlük hayat-ı sûrîde dünya denilen dâr-ı belâda hiçbir sebebe gönül vermemişsin sen.” Öyle insanlar var, biz öyle değiliz. Ahmet Efendi bizim işi nasıl yapacak, Mehmet Efendi bizim işi nasıl edecek? Bunun yeri var mı? Bunun yeri de var. Ahmet Efendiyi, Mehmet Efendiyi orta yerden kaldırırsan, yeri var.
Bir Rıfat Baba vardı, ahlakçılardan bir adam, Rıfat Efendi. Yüz on beş yaşında ahirete gitti. Ceketini omuzuna alır; Fatih, Edirnekapı, Topkapı, Yedikule, Koca Mustafa Paşa, gelir. Gözlük takmadan ibareyi okur. Elinde asası olmadan yürür. “Epeyi uzak yerden dolaştınız, yorulmadınız mı?” “Canım, şu kadarcık yere insan yorulur mu?” der. E biz buradan yüz metre yürüdükten sonra bacaklarımız kesilir. Sonra yüz on beş yaşında. Cebinde de bir fermanı vardır. Taa, bir asır evvel, Abdulmecid zamanından. Sultan Mahmud’dan sonra olan hükümdarın zamanında Rus harbinde on üç kişi ile yüz bin kişilik Rus ordusunu durdurmuş, o gün ona bir liyakat fermanı vermişler. Bir tepede on üç kişi ile durdurmuş. Bizim orada, neyse bir hâl olmuş, geri çekilirken o geride on üç kişi ile duruyormuş, onu ayriyetten bir şey etmişler. Böyle bir tuhaf bir zât.
Bir gün bir yere gitmiş, davet etmişler, yemekten sonra ayrılırken, kapıdan çıkarken hane sahibinin şöyle yakasına durmuş: “Tenezzül ettik de geldik, ya yemeseydik!” demiş. Anlatabiliyor muyum inceliğini. Bunun felsefesi çok muazzam. Böyle yakasından tutmuş. “Biz tenezzül ettik de geldik, yedik. Seni Rezzak ismine mazhar kıldık, yemeseydik!” demiş. Böyle olursa Ahmet Efendiye, Mehmet Efendiye de müracaat edilir. Uşak olmak şekli ile olmayacak. Zulme divan durmak şekli ile olmayacak ve onu Hakk’ın bir isminde fani kılarak konuşmak olacak.
Bir cevval[33] misal vereyim daha iyi anla. Açık bir tabirle, Allah kıskançtır. Acayip, evet gayyurdur. Sıfatının bir tanesi de o. El-Gayyur. Gayet kıskanç. Allah bu, ne yapacaksın? Boynunu kes! Mesela bazı adamlar yanlış düşünürler, ufak bir çocuğu olur da hastalanır. “Ya Rabbi! Bana ömür ver şu çocuğumu yetiştireyim.” filan, dedin mi gidersin ha! Öyle şeyleri karıştırma, çocuğu mocuğu sokma orta yere. Hiiç, teslim ol! Çok kuvvetli seviyorsun değil mi ya? Çocuk gider. Sevme yolunu bil. Gayyur çünkü istemez. Niçün mesela kadına buradan tutturtmaz? Namaz kılarken kadın elini böyle tutmaz, böyle tutar. Çocuk burada tekevvün[34] ediyor. Böyle tutarsa çocuğuna sahip oluyormuş gibi bir his geliyor. Elini yukarıya çek, diyor. Her şeyin sahibi. Bir şey anlatamıyor muyum? E nasıl seveyim çocuğumu? Hani, geçenlerde bir şey okumuştum, Seyyid Hamza’nın, Seyyid Nigari’nin bir sözü.
[ii]Düştü yere, her kim ki kıldı
bize adavet.
Kim derd-keşiz
fukarâyız tîr-i kazâyız.
Kazanın okuyum, diyor. Arkası gelmedi, hafızamdan çekilmiş. Söyleyeceğim yer, ama hafızamda...
Nakşa nigeh
ey hâce ki nakkãşa nigehdir.
Sanma ruh-ı
zîbâya nigeh ayn-ı günehdir.
Neyse biz, şimdi lazım gelen yere geldik. Severken onda Hakk’ı görmeye alışırsan, anlatabiliyor muyum acaba? “Ya Rabbi! İsminin mazharı olan bu yavrudan nasıl tecelli ettin. (Anlatabiliyor muyum?) İsminin mazharı olan bu yavrudan nasıl tecelli ettin. Senin tecellini temâşâ ediyorum.” diye bağrına basıp öpersen, Allah tutar. Bir şey anlatabiliyor muyum? Mühim yerler bunlar işte.
اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ Ey, diyor. Lâşey olan lâşey-i dünyada; satılmadın, zulme divan durmadın, ah almadın, kalbinle kalıbının vazifesini ayırdın, gönlünde Beni tuttun, müsebbibü'l-esbab[35] da fani oldun. Ne demek bunun Türkçesi? “Hiçbir sebebe tenezzül etmedin, sebeplerin sahibi olan Bende kaldın. Sana ikram etmek, Benim şanıma yakışır. Öyle geldin. Lekeli gelmedin sen. Sen Benden hoşnut, Ben senden razı olarak yaşadın. Buyurun, mükâfat günümdür. Sevdiklerimin yanına. Siz niçün böyle duruyorsunuz? Buyurun!” diyor.
Malum ya hepimiz bir yere gideceğiz. Yaaa! Ne tatlı şey o. Herkes, hepimiz gideceğiz bir yere. Merak etme, ah almamışsan gideceğin yer o kadar zor gibi gelmesin sana. Çocuk annesinin karnındayken doğmak istemez. Ağlaması odur, her çocuk ağlaya ağlaya dünyaya gelir değil mi ya? Gelmek istemiyor da onun için, memnun hayatından. Fakat bir cifedir onun geldiği yer. Dön desen, döner mi?
Doğum da ölümde bir doğumdur. Anne karnında yaşıyoruz biz şimdi, dünya anne karnıdır. Anlatabildik mi acaba? Haa, hayat başkaymış, hadi dön desek, şimdi gitmek istemez kimse. Annesinin karnından gelmek istemediği gibi, bu ikinci anne karnından da hiç kimse gitmek istemez. O vakit de geri dön desen, geri dönmez. Yani, tabi insan içün konuşuyoruz. Hepimiz hamileyiz. Doğurtacaklar bizi. Hiç de sakat çıkartmaz doğurtan kuvve. Hiiç, kolu kaldı, bacağı şöyle oldu filan yok. Çıkar.
Hepimiz, onun içün şöyle iyi düşünecek olursak... Kaç yaşındasın? Elli, altmış, yetmiş, yirmi, otuz... Bunu her konuşmada tekrar ediyoruz. Bunu beş misli büyüt, yirmi yaşındaysan. Daha fazla olacak değil ya. Daha fazla olsun ne olacak? Yirmi yaşında gözünü koy ortaya, bir şey de hadi bakayım. Kapa gözünü kapa! Yok. Nâmütenâhi desen gene yok! O halde perde-i gaflet açılmadan, Kudret elden gitmeden, fırsat bitmeden, burası tarladır, bitince hayat haddizatında harmandır, orada iki yer vardır. Eli boş gitmeyelim.
Vak’a Beyazıd-i Bestami demiş öyle, ama onu biz söyleyemeyiz ki. Beyazıd-i Bestami söylemiş. İkinci hayata gittikten sonra dostları demişler ki, bugün şimdi yapıyorlar ya hani ya. O ruh değildir, gelen ruhun sıfatlarından, ruhun taalluk ettiği bir şey. Ruh gelmez. Âlem-i Emir, âlem-i halka uşak olur mu? Hani ruh daveti var ya. Ama bir şey olduğunu Kudret gösteriyor değil mi ya? Amerika da böyle saz heyetini şey takımlarını koyuyorlar, iki yüz sene evveli, yüz sene evveli gelmiş olan, insanları davet ediyorlar, şahıs çok çökük halde böyle salb[36] gibi bir şey fakat en yüksek şekilde o musikiyi dinliyorlar. İnkâr kapısını Allah kapadı. Şeride de alıyorlar. İnsanı meydanda değil.
Yaa, neler var dünyada? Daha neler olacak, neler olacak? Neler olacak? Şimdi bilinen, noktanın daha küçüğü, bilinmeyene nispeten. O vakitte bu işin mânâsı var. Şimdi maddesi olduğu gibi, manevi davet var. Nasıl mesela yattı İmam-ı Ali “yapın” dedi, cerraha. Ameliyatı yapın, dedi. Manevi morfini vurdu, onun maddisi de oluyor işte o. Zaten Hazreti Muhammed öyle demiştir. “Keramat-ı diniye mukabili, keramat-ı fenniye zahir olmadıkça, zuhur etmedikçe, hilkat bu âlemi tebdil etmeyecektir.” Mucizelerde ölü diriltilmiştir, değil mi? Fennen de diriltilecek. Olacak o. Oraya kadar ilerleyecek. E bitti mi? Hayır. Ondan sonra Kudret diyecek ki: “Bâb-ı Kudret’e el uzattınız buraya kadar, hadi bakalım!” Oraya kadar olacak.
Neyse, ben
şimdi sana lazım olan yeri söyleyeyim.
Dostları: “Acaba Bestami ne âlemdedir?” İnd-i kerametle aldıkları malumat şu. Kendisi diyor ki: “İlk önce diyor, bir sıkıntı geçirdim. Ne ile geldin, dediler. Ne getirdin, dediler. Ani bir sarsıntı geçirdim ama derhal bâb-ı risalet gözüme geldi, oradan aldığım mânâ ile geda şaha bir şey getirmez, almaya gelir. Eli boş gelir.” Acaba anlatabildim mi? O ayrı o. Onu şimdi söylemek bir hukuka bağlıdır. Azıcık hukuk olacak ki, nazı geçecek ki!.. Malum ya, nazı geçecek. Allah yanında konuşmak herkes için ayrı ayrıdır.
Musa, Allah karşısında her şeyi söyledi, Kelimullah oldu ama firavunun ateşiyle dili yandı da ondan sonra o rütbeyi aldı. Öyle biz darü’s-sürur, böyle…
Yani hülasa
edecek olursak: İnan, ah alma, zulme divan durma! “Evet” ile “Hayır”
kelimesinin kullanma yerlerini bil! “Niçün”ü kullanmasını öğren. Hiç korkma, muhakkak huzurda yerin var.
Kestirmesi bu. Hak dostuna karib ol. Dost bul, bu âlemde
ara.
Âdem olmak
istersen Âdem ara
Âdemi bul, Âdem
ile Âdem ol.
Seyyid-ül
âlemdir Âdem.
Gayrıdan
sevdayı kes.
Allahû bes, bâki heves.
Hiçbir şey yok.
Bütün zevkler geçicidir.
Yirmi sene
evveli bir hadisenin karşısında şakır şakır gülersin, yirmi sene sonra aynı
hadisede seni ağlattırır. Bak ne devirler geçiriyor adam. Farkında değiliz biz
onun. İnsanın kaç bin devresi vardır bilir misin sen, yaşadığın müddetçe. Son
devren hangi devrede gideceksin. Âdem olur, hayvan olur, cin olur, şeytan olur,
iblis olur, melek olur… Fakat acaba son “Hayattan azl oldun!” emri geldiği
vakitte iblis sıfat mı gideceksin, insan sıfat mı gideceksin? Korkulu olan nokta bu.
Kendine baksana, dün sıkılıyordum dersin, bugün gülersin. Dünkü vücudunla bugünkü vücudun bir değil. Kalıbın bir ama iç âlemin ayrı. İnsan hâl-i gadabında canavardır. Hâl-i şehvetinde cinnet geçirmiş bir hayvandır. Hep bunlar ayrı ayrı. Aynı kalıbın içerisindedir fakat sayfaları ayrı, vücutları ayrı. Bu vücudunun içerisinde nâmütenâhi vücuda maliksin. Şimdi bile öyledir. Şu dakikada dinliyorsun, dinleyen vücudun ayrı, bir yandan konuşuyorsun, o yine ayrı. Memleketini geziyorsun, bütün işittiklerin kulağından giriyor. Resim çeksen, bir resmin üzerine bir daha çek, bir daha çek, iktisâb[37] ettir boyuna, karmakarışık olur fakat ne kadar çekiyorsun da hiç birbirini birbirine karıştırmıyorsun. Bir bakışta burada kaç kişi varsa hepsi çekiliyor, bana hepsi ayrı ayrı duruyor. Şu kadarcık şeyin içerisine, nasıl duruyor o? Al fotoğraf makinasını bir tane çek, bir tane daha onun üzerine çek, bir tane daha çek, orasını şey edemezsin, teşhis edemezsin.
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً فَادْخُلِي فِي عِبَادِي وَادْخُلِي جَنَّتِي Öyle diyor, Allah. Benden başkasına gönül vermeyen insan, milyonlar önüne döküldü, nefsinle ruhun harp etti, ruhun nefsini yendi.
Nefsin dedi ki:
“Al canım, sonra rücû edersin, âlemin akıllısı sen misin? Fırsat eline geçmiş bir
daha nerede bulacaksın? Bırak şimdi sen onu. Güzel bir şekilde işini kur!”
İçinden “Hayır!” dediler. “Sen bana güvendin, diyor. Ben seni bırakır mıyım?”
Hiç kimseyi
incitmedin. Bayram geldi o günlerini gariplerle geçirdin, değil mi? Evinde
yetim çocuk vardı, kendi evladın vardı, ikisinin muamelesini değişik
göstermedin. O her bayram geldiği vakitte bana bir hüzün gelir. Tuhaf! Bayramda
insan hüzünlü olmaması lazım ama gayr-i ihtiyâri gelir. Çünkü çok zavallılar
ağlar bu bayramda. Yaa! Mahrumlar vardır, mazlumlar vardır, garipler vardır,
bunlar ağlar. Bakarsın ki, nasıl bir fincan su bir uykuyu tarumar ederse,
bir damla gözyaşı bir dünyayı mahveder. Ve o mahvolanların içerisinde çok büyük
insanlar da mahvolur gider. İstisna yapmıyorum.
Necmeddin-i Kübra mesela. Ser-tummar-ı[38] evliyaullahın başında gelen büyük bir zât, Necmeddin-i Kübra. Fahreddin-i Razi gibi asrın feridi olan bir zâtı terbiyeye Hazreti Muhyiddin ona göndermiş. Git Necmeddin’e demiş. Büyük bir adam. Öyleyken, bir gün böyle oturuyormuş, güzel güzel konuşurlarken bir sükûta geçmiş. Etrafındakiler şaşırmışlar. Birdenbire bakmış, kaldırmış, gözleri yaş içerisinde.
“Ne oldu efendi?” demişler. “Bir hayır...”
“Zalim hükümdar, demiş. Bir adamın canını
yaktı, imhasına gitti. İrade-i İlahiye çıktı. Bu yerleri istila edecekler,
kellemi de kurtaramadım, benim kelle de gidiyor!” demiş. “Benim kelle de
gidiyor!” Hülagu istilasında, başını almışlar. Necmeddin Kübra'nın. Acaba
anlatabildim mi?
İnce bir yer buraları. Her vakit derim ya mesela, kimsesiz bir insan varsa, bir yetim varsa, kendi çocuğunda varsa, eğer bayramlık mayramlık yapıyorsan, ahlakta ayırma yoktur haa! Ecirse ziyanı yok, Hani ecir dediğim, maksadım, böyle aylıkla tutmuşsun bir insan, ehh ayrı bir iş. Aylığını verirsin, gene hakaretle görmek hakkın yok ama öbürkü öyle değil. Mesela almışın on yaşında bir yetim kız var yanında, bir de kendi kızın var. Kendi kızına yapmış olduğun elbise beş yüz lira, onunki de bilmem ne basmasından yirmi beş lira, yahut beş lira, içinden derse ki: “Ahh benim de annem babam olsaydı…” Yandın! Hem yedi silsilene kadar gider yanmak. Evladının evladında, evladının evladında. Tarumar eder adamı! Bunlar en ince yerler. İşte akça pakça… Biz bunlardan çook ağır ağır cezalar görmüşüzdür.
Mesela birisi şöyle bir işe girer, bir işe girer, üç beş kuruş aldıktan sonra: “Eh işte artık elin ekmek tuttu. Vaziyetini biraz düzelttin ya şöyle, şöyle böyle bir Fatmacık bulda alıver bakalım.” Peygamber’in kızının evladı, ne hakaret ediyorsun? Başka isim bulamadın mı? Aytenler, Nurtenler, üüü isim mi yok? Güller, çiçekler, dolu. O neden? Mânâyı hor gördüğünden. O mânânın düşmanı, o şahsiyeti hor gördüğünden belli etmeden telkinini yaptı, senin ruhuna rekz[39] edildi. Sen iman ile geçiniyorum, dediğin hâlde o ismi zikrettin. Anlatabildim mi? Ağlanacak yerdir. Yakar adamı. “Hadi bakayım, bir Fatmacık filan buluver!”
Hatta büyük insanlar, bu büyük isimleri taşıyanların isimlerini, hizmetlerinde kullandıkları vakitte değiştirirler. Bir sıfatla hitap ederler. Anlatabildim mi acaba? Mesela hizmetine almış bir kimseyi ismi Fatıma. “Fatıma şu suyu ver.” diyemez. Ona başka bir isim bulur o. Ona başka bir isim bulur, o isimle hitap eder. Anlatabildim mi? Cemiyette bile çok büyük kıymeti almış olan bir soyadını taşıyan adama hakaret etsen bir ceza görürsün. Anlatabiliyor muyum? Yaa! Dikkat olunacak yerler. Onun içün dedelerimiz bunları güzeel, güzel düşünmüşler. Hani biz kıymetini bilmeyiz ya. Dedelerimiz var ya!
Bizde (Yani belki de gülersin!) göbek adı derler. “Canım göbek adı da neymiş(?)” Sana tesadüf ettim de anlattım, ikaz ettim, neden sonra, faydası yok. Göbek adı. Alay edersin, göbek adı neymiş? Ben sana anlatayım mı? İster misin? Yaa, göbek adı. Mânâda, Hakk’ın büyük Kitab’ında insan içün, erkek içün tesettür, sürresinden[40] şu göbeğin altından, diz kapağına kadardır. Anlatabiliyor muyum acaba? Diz kapağından… E bu tesettüre ait olan bir yer olduğu için gizleniyor değil mi ya? Gizlendi.
Göbek adı demek, gizlenen adı demek. Ona mânen büyük insanların ismini koyduğun vakitte, Muhammed, Ahmet, Fatıma, Aişe, anlatabiliyor muyum? Zeynep, Hatice… Bunlar büyük mânâya sahip olan insanların isimleri olduğu için eğer cemiyette o çocuk yetişir de o isme layık bir kabiliyetteyse, ismi zahir olur kendi kendine konuşulur. Şaki ise o isim gizli kalır da ortadaki isim döner. Bir şey anlatamadım mı acaba? Deden ne yapmışsa onlar, onlar muazzam işler.
Müsâvi tut, tutamadın alma yükü sırtına. Yaa, yükü sırtına alma! Bizde öyle değildir ekseriyetle. Onun yatağı bile ayrıdır. Boyunu uzatacak kadar da bile yatak vermezler. Kıvrılacak yatacak zavallı yavrucak. Anlatabiliyor muyum? Ölçüye bak, kendi çocuğuna nasıl yapıyorsan ona da o kadar yap, hatta daha fazlasını. Kendi çocuğunun gücüne gitmez ki fakat onun gider. O kendi kendine şey etmez. Öteki babamdır der, anamdır der, aklına bir şey gelmez fakat beriki gelir. İdaresi çok zordur. Kolay iş değil.
Öyle diyor, Allah.
Kütüb-ü Hadisde vardır.
“Bir yetim
ağladığı vakitte
(Tabi biliyor ama işin azametini beyan içündür.) sekene-i arşa soruyor âlem-i
melekûta: Babasını veya annesini yere
yedirdiğim bu yavruyu kim ağlatıyor?”
Bir şey
anlatamıyor muyum?
Hazreti
Muhammed de diyor ki: “Onda ağlayan ben olurum.” Sevindiren de o biçim olur. Şimdi
ikisini karşılaştır.
Men alâ cariyeteyn ene ve hüve hâzâ. Men alâ cariyeteyn ve zamme asabi'ehû ene ve hüve hâzâ. Böyle buyurmuşlar. Kimsesiz, herkes bu vazifeyi üzerine almış olsa… Hülâsa, ahlakta, her insan en aşağı bir insan yetiştirmekle mükelleftir. Ne yap yap; hâlinle, kâlinle, paranla, fikrinle, aklınla bir insanı yetiştir. En aşağı! Azamisi için havf[41] (korku) yok.
Bir kişiyi yetiştir. Ne ile yetiştireceksin? Muhabbetle, merhametle, hürmetle. Efendim yetiştirdim, der bazısı. Ne yaptın? “Bööyle...” Onlar güzel şeyler ama ahlakın istediği o değil. O iyi, fena değil. “İşte şu mektepte okuttum, bu mektepte okuttum, dört tane lisan öğrettirdim, cemiyete o şekilde koydum.” Ama herif zalim, adamın canını yakıyor. Keşke yetiştirmez olsaydın. Onları verirken yanına diğer sıfatlarını verdin mi? Bakmadın, o şeylere bakmadın. Öbürkü senin nefsinden geldi. “Şunu bilsin, bunu bilsin, şunu öğrensin, bunu öğrensin!” Hiçbir vakit bir insan gönlüne sahip olsun diye aklına geldi mi? Vallahi gelmedi! Neden bu kadar acı söyledin? Gelse böyle mi olur? Anasının nafakasını vermiyor yahu! Bir vakit biz köpeklere vakıflar yapmış bir camianın evladıyız. Bizim adliyemizde anana nafaka davası açılmaz, bizim adliyemizde haksız yere boşanma davası açılmaz, bizim adliyemize hiç bunların birisi yakışmaz. Böyle dava olmaz, fakat dolu dosyalar. Dosya dolu.
Muhabbetsiz, hürmetsiz, evde hâsıl olan çocuktan cemiyete hayır gelmez. Hazreti Muhammed demiştir. Öyle olacaktır o. Olmaz, imkânı yok. Ahlakçıların sertâc-ı[42] ibtihacı[43] öyle demiştir. İmkân yoktur, olmaz kardeşim!
Hayvanata
merhamet elini uzatan, zulmü gördüğü yere adli koyan, küfrü gördüğü yere imanı
va’z eden, ne bileyim ben! Cehli gördüğü yere ilmi koyan dedenin çocuğunun, hiç
anasının nafakasını vermesin diye, adliyede amme-i nâs arasında davası görülsün
olur mu!? Olmaz ki? Bizim camiaya, bizim millete yakışmaz. Olmaz! Sonra bu öyle
bir şeydir ki, “bana ne” ile geçinemezsin
der.
Allah öyle diyor: “Ben, diyor. Fitneye ceza verdiğim vakitte, şahıs ayırmam. İyisini de beraber yakarım!” Bu nasıldır bilir misin? Bana bir şey olmaz, deme! Gemi gidiyor, geminin dibinde bir adam var, almış eline bir şey; tıkır, tıkır, tıkır, deliyor. “Canım bana ne, o deliyor.” Hayır! Gemi delindikten sonra sen boğulacaksın kardeşim. O herif de boğulacak ama o su içeriye girecek, sende o gemide misin, sen de o camia içinde misin? Ceza umumiye ise sen de o gemide boğulacaksın. Anlatamadım mı misali? Sen “Oo evet, koltuktayım ben burada oturuyorum. Ooo, orada dibinde, bana ne!” deme. O oradan delecek, oradan su içeriye girecek, hem onu hem seni boğacak. Belki seni daha önce boğacak. Çünkü o bir parça belki yüzmesini de biliyor edepsizlikle. Seni daha önce boğacak. Boğar!
Yek vücut
olarak yaşayın, diyor Allah. Onda tabi elbette bir hikmeti var. Hiçbir vakit istisnai muamele
yapmamış. Söz dinlemediler diyerekten, Uhud’da Cenab-ı Muhammed’in ordusunu
bozmuştur. Peygamber! Seni dinler mi ya! Bir söz dinlenmedi diyerekten, o
kocaman, o muazzam varlığı bozmuştur. Sonra Resulullah müracaat etti de işin
şekli değişti başka. Sözünü dinlemediler, bozdum o dini, dedi.
“Bî-ihtiyâr
Allah’dan korkmayan, muhakkak zalimden korkmaya başlar hastalığı veririm.”
diyor. Anlatabildim mi acaba? “İhtiyârı
ile seve seve benden bir insan korkmadı mı ben ona zalimden korkma yollarını
gösteririm, diyor. Benden korkmadın değil mi?” Kendisinden korkmak demekten, böyle
bir zalimden korkar gibi değil. “Benim sevgim, üzerinden kalkar diye sende
bir şey olmadı değil mi?” diyor. Allah’dan korku odur. Bazı insanlar onu
yanlış anlar. Allah, gaddar zalim bir hükümdar, öyle can yakıcı bir varlık
olaraktan tasavvur etme. Gayet rahim, gayet şefik, gayet affedici. Affedici
demek, kötülüğü imha etmek demek. En büyük merhameti; seni benden gizledi, beni
senden gizledi. Settar ismi ile tecelli etti. Nâmütenâhi.
“Bî-ihtiyâr,
Benden korkmadı mı, Ben seni zalimle korkutacağım!” Bundan daha ağır ceza
yoktur. Bir insan zalimden korkmaya başladı mı, iradesini vermiştir,
insanlıktan istifa etmiştir.
Binaenaleyh o umur-u mâadâ göreceği muamelesi, insan muamelesi değildir. Ne
fena şey? İnandığı müddetçe tarihi
semeredar[44]
olur. Kaide-i külliye yap, bir levha yap. Bir millet iman ettiği
müddetçe, imanında teâli terakki gösterdikçe, tarihi şan-ı şerefle dolar.
Misal, aç kendi tarihini. Kendi tarihini aç. Tek olarak dünyada yaşadığın
devreler var kardeşim.
Garb’da
Şarlken, Şark’da Süleyman derken, Şarlken de yoktu Garb’da. Almanların o
hükümdarı. O da değil. Süleyman oraya gittiği vakitte: “Nerdesin? Merdim, diye geçinen
adam! Zayıfın karşısında görsem seni... Senin memleketine ne vakit gelirim,
bomboş bulurum, istediğim gibi tasarruf ederim giderim.” dedi. Anlatamıyor
muyum acaba? Yaa!
Bunu
söylemekten maksadım, kendini küçük görme. Taklide de sonra ihtiyacın yok.
Kendi bünyende var, varlık. Ve onu gösteriyorsun işte. Avrupa’da müsabakalar
yapılıyor, Türk çocuğu birinci geliyor. Bugünde yine dünyaya ilan edilen,
birinci gelen fen ilminde haddizatında gene Türk çocuğu çıktı. Ama sahası biraz
dar, tatbikatında modelini daha henüz birleştirip veremiyor. Vaktiyle verdi ya!
Kalplerimiz
birleşse, kendi hüviyetimizi, kendi mânâmızı anlasak, dünya peşimizden böyle
akar, gider.
Fakat varlık var, her şey var; kalp birleşmemiz, sevgi yok, muhabbet yok,
merhamet yok. Herkeste tuhaf bir şey işte! “Ben nasıl yaşarım, çoluğumu,
çocuğumu ben öldükten sonra ne şekilde haddizatında...” Sen çoluğunu çocuğunu bırak
şimdi. Çoluğunun çocuğunun ne şekilde refahı, ahlakının muntazam vermek
şekliyle. Maddesini yalnız düşünme. Maddesiz şey, ahlaksız madde çabuk söner.
Geçer gider o, fayda yok.
Haram
paranın ahfada[45] hayrı olmamıştır, iki
gözüm! İster inan, ister inanma. Haram para ile dikkat et, hiçbir vakit
aharın zararına dolmuş olan kasa torununda kalmıyor. Perişan olup gidiyor.
Dedenin parası hâlen devam ediyor. Sen daha yerin dibinden bir kuruş
çıkarmadın. Acaba anlatamıyor muyum? O elindeki mevcut para dedenin parasıdır.
O ne feyizli bereketli paraymış ki bitmez, tükenmez. Yedin yedin bitmez.
Sen, yokmuş para
yok filan, ona da inanma. Bol o para. Para yok mu? Para olmasa sinemalarda
milyonla adam durur mu? Aç adamın işi ne orada? Para çok. Nankörlük ediyoruz.
Para çok, böyle akıyor para. Hiç, derya gibi. Bütün eğlence mahalleri insan
avlıyor; geçemezsin, kaburga kemiklerin kırılır. Para olmasa olur mu o? Para
bol. Ama belki içinizde üç beş kişi der ki bende yok. İstisnasın sen. Belki
içinizden der, öyle bende yok, akşamın ekmeği yok. O istisna. Külle, ekseriyete
konuşulur daima ilim, ekser üzerinde konuşulur. Ekseriyet. Hiç yamalı
pantolonlu insan görmüyorum ben, hiç! Hiç yamalı potinli adam görmüyorum. Hiç
yok. Kadın her hafta bir iskarpin giyiyor, Nerede para yok? Para yok. Para var, Allah ahlak versin de
lüzumlu yere kullandırtsın. O vakit hiç züğürdü kalmaz. Anlatabildim
mi acaba?
Para var,
efendisini kaybetti. Para yok olur mu? Hiç kimsede yok, yamalı pantolon yok. Eskiden vardı
böyle. Muazzam serveti de vardı, hatta kadınlar arasında, aileler arasında bir
meziyet sayılırdı. Filancanın karısı kocasının pantolonunun yüzünü bir geçirmiş
ki sanki yeni yapılmış kumaş gibi, der. Yapıştırma pençe yoktu tahta çivili
pençe vardı. İki sene giyerdi ayakkabıyı. Üzerinden bööyle müselles[46] böyle daire gibi iki yana yamalar
filan. Şimdi hiç yok öyle bir şey. Para yok olur mu? Moda hâlinde söyleniyor,
moda hâlinde.
Para da olur
madde de olur, yalnız mânâ kaybolursa çok fena olur. Anlatabildim mi acaba? Kasanı
kitledin, dolabını kitledin bir
şeyin alınmasın ama kalbine bir şey
yapamadın. Mânân çalındı. Çocuk eğleniyor, çocuğu peşinden getiremedin. Zor
yeri burası! Anlatamıyor muyum acaba? Zor yeri bu. Çocuk peşinden gelecek,
dedesinin peşinden. Yaa!
Çâşne-i cam û cemşide'de
lezzet kalmadı.
Meclis-i işret bozuldu, eski
ülfet kalmadı.
Bir kuru gayret hamiyet
istikamettir gider.
Kisve-i rengin-i mânâ da
letafet kalmadı
Hangi yoldan doğru gitsin
bilmiyor cûyendegân
Cennet û fevze sırat-i
istikamet kalmadı.
Ey hatib-i mimber-i himmet
yazık elfazına.
Hutbeler
irad edersin, bak cemaat kalmadı.
Hayatı
yalnız buradan gitmemek, burada geçirdiği günler olmamalı. İkinci âlemden sesi
gelmeli. Hayat ona derler.
Anlatabildim mi acaba? Dedenin ikinci âlemden sesi gelir, benim gelmiyor!
Bak Mevlana kaç asır olmuştur? Dünyanın her tarafından gelir, sesini duyduklarından
dolayı gelir. Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa! Hayattan sesi gelmeli.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, senede milyonlarla adam gider. Bugün bilseler ki
şöyle bir bez parçasına Hazreti Muhammed şöyle bir gün yüzünü kurulamıştı,
bugün milyarlar verip de parçasını alacak âşık vardır. Yakinen bilsin ki bir
gün, Resul-ü Zişân şöyle tutmuştu, yüzünü şöyle kurulamıştı, şöyle bir bez
parçası, hatta yarısı, milyarlar verip de canını verip de onu ben alacağım
koklayacağım, diyen insan vardır. Fakat maddenin kesafetinde gezenlerden değil
öyle bir bez parçası, atlasları da olsa yine şöyle bakar, geçer gider. Bilmem
bir şey anlatabiliyor muyum? Yaa!
Eni ü nâle
seher-hize ney nevası verir.
Bu âlem inleme
âlemidir. Allah Bir kulunu severse inletir. Fakat o iniltiye sahip olan adam,
ondan ney sedasını duyar. Acaba anlatabildim mi? Bizim inlememiz gibi bir “Ay bacağım
tutuldu!” öyle değil, öyle değil! O başka türlü bir inilti.
Sühanverin
eseri bir hayat-ı sânidir.
Giderse
dâr-ı fenâdan yine sedası gelir.
Benim
vücudum olur na-bedid o dem yoksa.
Cihan bu hâlde
kalmaz kadirşinası gelir.
Bugünkü konuşma
bu kadar yeter.
[1] Taharri: (Hary. dan) Aramak.
Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak.
[2] İstiap: İçine almak. Kaplamak.
Toplamak. Tamam etmek. Tutulmak. Zapteylemek.
[3] Nazirat
Suresi 24. Ayet-i kerime فَقَالَ اَنَا۬
رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali: "Ben sizin en yüce Rabbinizim"
dedi.
[4] Girân-bahâ: Farsça Kıymet ve pahası
çok olan.
[5] Lâşey: (ﻻ ﺷﺊ)
sıf. (Ar. olumsuzluk
eki lā ve şey’ ile lā-şey’) Çok önemsiz, çok
basit ve değersiz.
“Bu dünyâ dedikleri lâşeydir.” (Eşrefoğlu Rûmî)
[6] Menâm: Uyku zamanı, rüya, düş
[7]
Magbun:(Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. Şaşkın. Şaşırmış.
[8] Hicr
Suresi 23. وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Biz,
elbette biz diriltir ve öldürürüz,
sonunda asıl varis olanlar da biziz.
[9] Hadis-i
Şerif (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40)
[10] Sem’:
İşitmek. Kulak ile dinlemek.
[11] Zell:
Yanlışlık yapma, yanılma. Ayağı sürçme, kayma.
[12] Nahvet:
Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
[13] Enin: Acı ve sızıdan inleyiş.
[14] Sayh(a):
Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra.
[15] Müntehir:
(Nahr. dan) İntihar eden, kendini öldüren.
[16] Kaf
suresi 37. Ayet-i Kerime اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ
وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali:
Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette
bir öğüt vardır.
[17] Mudga:
Et parçası, bir çiğnem et.
[18] Dâr-ı
Câhim: cehennem kapısı.
[19] Babanzâde Ahmet Naim (1872-1934)
Darülfünun'da görev yapmış müderris, mütercim, fikir adamı ve yazar.
[20] Yed: El. (Mecazen: Güç kuvvet.)
[21] Tûlâ: Çok uzun, en uzun [Bilhassa Yed-i Tûlâ
söyleyişinde geçer]
[22] Yed-i Tûlâ. “En uzun el” mec. Bir alanda çok geniş ve tam bilgi. Geniş
nüfuz. Tam, çok geniş ilim ve ihtisas. Büyük kudret.
[23] Müvellidü'l-mâ:(Ar. muvellid “oluşturan”,
harf-i târif el- ve mā’ “su” ile müvellidü’l-mā’) Suyu
oluşturan kimya. Hidrojen.
[24] Müvellidü'l-Humûza: Ekşilik,
oksitlenme meydana getiren. Oksijen
[25] Tavattun: Bir yeri vatan edinmek, bir
yerde herleşmek.
[26] Hadis-i
Şerif Taberani Mu'cemül Kebir 11025 numaralı hadis
[27] Eimme-i İsnâ Aşer: (Eimme:İmamlar.İsnâ aşer: on iki) On iki
İmam: Ehlibeyt İmamları. İmam-ı Ali ve neslinden gelen on iki İmam için kullanılır.
[28] Masara: Küçük, dar yer, oda veya hücre.
[29] Fecir
Suresi 27. Ayet-i kerime: يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ
Meali Ey, Rabbine, itaat edip huzura
eren nefis!
[30] Fecir
Suresi 28. Ayet-i kerime: اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةًۚ
Meali: Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön.
[31] Fecir
Suresi 29. Ayet-i kerime: فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ
Meali: Kullarımın
arasına gir.
[32]Fecir
Suresi 29. Ayet-i kerime وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي
Meali: Cennetime gir.
[33] Cevval: Dâim hareket hâlinde olan.
[34] Tekevvün: (C.: Tekevvünât) Vücuda
gelmek. Meydana geliş. şekillenmek.Var olmak.
[35] Müsebbibü’l-Esbab: Sebeplerin
yaratıcısı olan Allah.
[36] Salb: Asarak
îdam etme, asma, darağacına çekme.Çarmıha germe.
Salben (ﺻﻠﺒﺎً) zf. (ṣalb’in tenvinli
şekli) Darağacına çekmek sûretiyle, asarak: “Salben îdam
etmek.”
[37] İktisab: Kazanmak. Tahsil
etmek. Elde etmek.
[38] Ser-tumar: Baş terbiyeci
[39] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit
kılma.
[40] Sürre: (C.: Sürer - Sürrât) Göbek..
[41] Havf: korkmak, kaygılanmak,
endişe duymak.
[42] Sertâç:
Çok sevilen, sayılan, baş tâcı edilen kimse.
[43] İbtihâç:
Sevinç, sevinme. İç açıklığı.
Ferah, sürûr
Ahlakçıların
sertâc-ı ibtihâcı: Ahlakçıların
baştacı, en sevileni, en kıymetlisi...
[44] Semeredâr: Verimli, semereli, kârlı. Yemiş veren.
[45] Ahfad: Torunlar. Hafidler. Evlâd
oğulları. Yardımcılar.
[46] Müselles: Üçgen
[ii] Nigari Divanı
1. Ey hâce ki biz
bende-i merdân-ı Hudâ
Ma‘nâda şehiz gerçi ki zâhirde gedayız
2. Bî-kayd-ı cihânız
bize hükm eylemez âlâm
Ahrârlarız bende-i Sultân-ı Bahâyız
3. Ser-geşte-i kûhız
gehî âvâre-i sah
Hercâyîleriz çünki talebkâr-ı likayız.
4. Evsâf-ı derûn-ı dili
izhâra ne hâcet
Ma‘lûmdur ahvâlimiz
ashâb-ı safâyız
5. Ser-mest-i müdâmız
velî esrâra habîriz.
Tâ zülf-i girih-gîr ile
biz ‘ukde-güşayız.
6. Düşdi yere her kim ki
bize kıldı ‘adâvet.
Kim derd-keşiz tîr-i
kazâyız fukarâyız
7. Ruhsâre-i mehveşlere
dil virmişiz ammâ
Zan itme ki müstagrak-ı
deryâ-yı hatâyız
8. Nakşa nigeh ey hâce
ki nakkãşa nigehdir
Sanma ruh-ı zîbâya nigeh
‘ayn-ı günehdir
3 yorum:
Büyük Kitap insanları üç sınıfa ayırmıştır. Esrara vakıf olanlar, esmaya vakıf olanlar, bunlardan agâh olmayanlar da hayvan-ı natıkdır, demiştir. Anlatabiliyor muyum acaba?
Göbek adı demek, gizlenen adı demek. Ona mânen büyük insanların ismini koyduğun vakitte, Muhammed, Ahmet, Fatıma, Aişe, anlatabiliyor muyum? Zeynep, Hatice… Bunlar büyük mânâya sahip olan insanların isimleri olduğu için eğer cemiyette o çocuk yetişir de o isme layık bir kabiliyetteyse, ismi zahir olur kendi kendine konuşulur. Şaki ise o isim gizli kalır da ortadaki isim döner. Bir şey anlatamadım mı acaba? Deden ne yapmışsa onlar, onlar muazzam işler.
Bir insan zalimden korkmaya başladı mı, iradesini vermiştir, insanlıktan istifa etmiştir.
Yorum Gönder