Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

51. Kaset

051 (21.06.1959) 88 dk (227)

… Menşei akıl, aşktan doğan ahlakın annesi kalp. Gerek akıl, kalp, ışk, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle mevzûun en büyük rüknünü insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan...

İnsan nedir? Vazife nedir, aşk nedir, kalp nedir? Bunların içerisinde tarifi en güç olanda insan mefhûmu. Çünkü insanın bir veçhesi âlem-i kudrete bağlanmış, bir veçhesi de âlem-i hilkate bağlanmış. Âlem-i hilkatte, ki ona âlem-i hikmet de denir. İşte bulunduğumuz şu sahne. İkbalinde hud’a[1] idbarında[2] fecia gizlenilen, dârü’l-belvâ.[3] Hemen hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi zahirde çok tatlı fakat içinde gizlenmiş semm-u[4] katil, imtihan sahnesi. Buraya niçün getirilmişiz? Gelmeden gitmeden gaye nedir?

Rehber olarak, Kudret bize akıl denilen bir nur-u Rabbani ihsan etmiş, fakat o akıl da nihayet bir ölçüye kadar gidiyor. Durak mahallinden ileriye kendisine yol verilmiyor. Nihayet tıkanıyor. Hâlbuki insan, enisi HAK olan can demektir. Yalnız aklın varidatı ile ne diyeyim bilmem ki, yalnız onun vergisi ile kalmıyor. Âlem-i kudrete gelince akıl tıkandı. Halledemiyor oralarını. O vakit aşk lazım, iman lazım. Onun mânâda ismine, Allah boyası derler. Acaba anlatabildim mi? Sıbgatullah[5]. Her boya solar ama bu boya solmaz. Şimdi bunun inceliklerinden bahsedeceğim, işte dilimiz döndüğü kadar. Sıbgatullah, öyle bir renk ki; bâki, solmaz, akmaz, değişmez, fenâsı yok. Bizde var mı yok mu? Onlara bakacağız.

Evvela her hafta tekrar ettiğim birkaç cümleyi söyleyelim. Bizim bu âleme gelmede gitmede kendi ihtiyârımız var mı yok mu? Bütün mevzû burada hallolur. Görüyorsunuz ki ilim artık almış yürümüş. Güzel. Fen de akılları durduracak kadar terakki etmiş, o da güzel. Beşerin felsefesi de ilerlemiş, fikirlere veleh verecek kadar yükselmiş, o da güzel. Fakat neden bugünkü beşer dünyanın vahşet devrinde irtikâp edilen cinayetlerden daha fazla cinayet irtikâp ediyor? Bunu araştırmıyoruz.

Neden ah sesi dinmiyor? Neden insanlar birbirini sevmiyor? Niçün büyük tanınan tabaka, küçük tanınan tabakaya merhamet etmiyor? Neden küçük tanınan tabaka, büyük tanınan tabakaya karşı hürmet etmiyor? Neden diri diri çocuklar yetim bırakılıyor? Neden anne evlattan nafaka davası açıyor? Niye bir kısım gülüyor, bir kısım ağlıyor. Tabi bir kısım gülecek bir kısım ağlayacak, bu pazar böyledir ama bu neden ifrat derecesinde artık, bütün bütün insanın, lügatte kelimesi bulunmayacak bir vaziyette şaşırtacak bir hâlde tecelli ediyor?

İlmi ilerlemiş, fenni yükselmiş, kafası işliyor, meçhulden malumu daha güzel çıkarmaya çalışıyor, fakat kalpde niçün huzur bulunmuyor? Neden zayıf kavîden hakkını serbestçe alamıyor? Mevzîi konuşmuyorum, bütün dünya sahnesi üzerinde. En yüksek iktisatçılar toplanıyor, en büyük diplomatlar birleşiyor, en keskin zekâlar içtima ediyor, fakat beşerin ah sesi dinmiyor. Ve dinmez!

Al, fen kısmını, kalp üzerinde ameliyat yapıyor. Taze ölmüş adamın gözünü çıkarıyor, bir körün gözüne koyuyor, rüyet meydana getiriyor. O işleri yaptıran yine Allah’tır,  o adamın elinde değil o işler. Kudret, Kudret’de olduğunu anlamaz mısın? Ağzına gelen hava kâfidir senin, Kudret’in tasarrufunu göstermek içün. Emreder: “Dişlerde filan hiçbir şey yapmadan gir, içerden çık!” der. Bir gün “aartt" der. Anlatabiliyor muyum acaba? Ufacıcık bir hava kâfidir. O ağzına girer çıkarken, sana hiiiç zorluk vermez. Sen muhtaçsın ona. Fakat bir anda gelir, elem verir. Bunların hepsinde Kudret’in muazzam eli olduğu... Gizli, derler bazı, gizli olur mu? Allah’tan aşikâr bir şey var mı acaba? Efendim bazı insanlar söyler. “Eh, bir gizli kuvvet var, bir gizli kudret var!” Ne gizli kuvveti(?)

Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş[i]

Ondan daha aşikâr bir şey var mı? Öyle uzun boylu bir durak yeri de değil ki burası. “Efendim sonunu?” Sonunu monunu bırak sen! Dem bu demdir, kardeşim o teselli sözü o.  Niçün bu demde birleşmiyor gönüller? Neden bugün ki iş, bu an ki iş, bir an sonraya bırakılıyor. Dün bugün için rüya bugün de yarın için rüya. Öyle değil mi? Dünü getir bakayım, koy ortaya. Geçtii! Bugün de öyledir. Sonra çok kısadır, bu âlemdeki duruş. Çok kısa!

Büyük bir iskeleye farz edelim ki, Kadıköy iskelesine, Ada mada iskelesine… Kamyonla birisi inşaat malzemesi getirmiş. Burada ben bu işi kuracağım, diye. Vapur kalkıyor diyorlar. Ve derhal o adamı götürürler değil mi? Zavallıya bir şey olmuş, derler. Sen bir iskelede değil misin? Değil mi? Henüz bir iskelede değil miyiz? Bu iskelede en mühim şey bir insanlık bileti alacağız. İkinci hayata onu göstereceğiz. Ben âlem-i insaniyete hizmet ettim de geldim. İşte biletim budur, vesikam budur, hüviyetim budur, denecek.

Beşerin fenni de ilerlemiştir. Biraz evveli dediğim gibi. Kalp ameliyatı yapıyor. O ufak bir iş değil. Fakat hep bu kalıp üzerinde kalmıştır. Bundan içerine bir şeyi aramaklık için henüz daha hiçbir insanda niyet yok. Bundan içeride ne var? Bilir misin?

Geçen konuşmam da demiştim ki: Hakiki insan tathîr[6]hane-i zulm[7] olan, tathîrhane-i nifak olan, tathîrhane-i şirk olan, belki kelimelerini anlatamıyorum, Türkçeleştireyim. Söyledim ama yabancı arkadaşlar olduğu için tekrar edeyim. Kiri su temizler, değil mi? Suyun temizlemediği kiri toprak temizler, toprağın temizlemediği kiri ateş temizler. İnsan içün en kötü kir: Ne su temizler ne toprak temizler, zulüm kiridir, ah almış. İnsanlık, insana emanet verilmiştir. Kudret tarafından. Onu ayakaltına almış! Bunun içün, bizim bu âlemde bilmediğimiz bir ateş cinsinden ateş vardır. Bu ateş çünkü söner, eksilir, artar bilmem o. Bize buradan misal verilmiştir. İşte haa, buna manevi bir misal vereyim de, manevi emirden bir yerini anlatayım da daha iyi anlaşılsın.

O tathîrhane-i zulm olan âlem-i nârdan, Kudret öyle kurmuş. Ağası değilsin ya Allah’ın. İstediği gibi tasarruf eder. “Hayır, benim dediğim olacak!” O hâlde ölümü öldür! Hadi kalk, kabrin kapısını kapa! Beşerden aczi gider, bunların hiçbirisini yapamıyorsun, o halde boynunu kes. Kendisi öyle der. Öyle güzel insana tecellilerle tecelli eder ki: “Pek sert basma ayağını, der. Ne yeri yarabilirsin, pek de öyle boynunu yukarıya kaldırma, semaya da ulaşamazsın. Yer, yer seni!” der.

O hâlde teslim olmak lazım. O sahadan geçerken, insan-ı kâmile, Hazreti İnsana  “Nurun beni söndürüyor, geç!” der. “O’na hususi münacaatta, müracatta bulun, çabuk geç. Çabuk geç, tamammülüm olmuyor! Nurun söndürüyor.” Âlem-i nâr böyle niyaz ettiği gibi,  daru’s-selam da böyle söyler. Yani, cennet denilen saha da.

Şimdi belki bir münkir der ki: “Sen, cennet cehennem dedin. Bu eski bir kafa sözüdür!”  Cennet cehennem. Ondan başka bir şey yok ki söyleyeyim ben. Sen burada ben senle beraber olayım. Ondan başka bir şey yok kâinatta. Biri hayır mefhûmudur, biri de şer mefhûmudur. Biri iyiliğin karşılığıdır, biri de kötülüğün. Başka bir şey var mıdır kâinatta? Acaba anlatamıyor muyum bir şey? Der belki: “Canım, o...” Ondan başka bir şey yok. Biri hayrın karşılığıdır, biri de kötülüğün. Kâinatta bundan başka bir şey var mı? Hayır, şer. Onu böyle söylediği gibi, kendi iklim-i vücudunda da var senin o. Bir an kalbinde bir huzur bulunur, kendi vücudunun cennetindesin. Bana onu gösteremezsin sen. Kendin de göremezsin açıp kapısını. Acaba anlatabiliyor muyum? Bir an bunalırsın, çatlayacağım dersin, bir iklim-i vücudunun cehennemindesin. Yine bana açıp gösteremezsin, kendinde göremezsin. Kudret onun hepsini insanın kendisine rekz[8] etmiştir. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

Âlem-i nâr böyle dediği gibi: “Geç çabuk, ne olursun!” Darû's-selam da kalbi olanlara mahsus olan, Kudret tarafından tahsis edilmiş olan, o mahall-i huzur da lisan-ı mânâda cennet denilen şey de o da hazreti insana şey eder. “Ne olur beni bir an halî bırak, der. Mevcûdât sana bakmaktan bana bakamıyor.” der. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? “Seninle ben süsleniyorum, der. Bende kendimi izhar[9] etmek isterim. Bende kendimdeki nimet ile haddizatında övünmek isterim. Fakat sen geldin bütün varlık sana teveccüh etti, ben geride kaldım!” der. Bundan ne anlaşılıyor. Hilkatten gaye, Hazreti İnsan.

Hani insanın tarifi güç dedim ya. Bu tarifi layıkı ile yapabilmeklik içün, umuru hariciyede misaller vermek mecburiyetinde kaldım. Bunun bu söylediğim mevzûun, asıl lazım olan yeri bize mevcûdât içerisinde insanın kıymeti. Ama hangi insanın? El-Hak[10] insanın. Yoksa her iki ayağı üzerinde gidene, Kudret insan demez. Onun ayrı bir ismi var. Malum ya büyük Kitap da üçe ayrılmıştır. Kime âdem deniyor, kime insan deniyor, kime hayvan-ı natık deniyor. Bunları anlattık, tekrar tekrar anlatmayalım. Tekrar söylemeyeceğim. Şöyle eski konuştuklarımı düşün, ayırmış. Allah ayırmış. Bu sınıfa adam denir âdem denir, bu sınıfa insan denir, bu sınıfa da hayvan-ı natık denir. Anlatabildik mi?

Şimdi biz gelelim gene mevzûmuza. Şurayı da söyleyeyim bari. Hazreti İnsana âlem-i nâr böyle dediği gibi; bir de insan suretinde sireti insan olmayana, can yakana -daha kuvvetli anlayış- can yakana, âlem-i nâr da ne der?  “Ya Rabbi! Bunu bana layık gördün fakat benim suçum neydi ki beni ona layık gördün?” Acaba bir şey anlatamadım mı? “Bunun rezaleti, sefaleti, cinayeti, şekaveti, bana layık idi, fakat benim suçum neydi ki beni ona layık gördün?” Bilmem ki bundan daha büyük nâr var mıdır? Bundan daha büyük ateş var mıdır acaba?

Hilkatten gaye ne? Bu sualden sonra herkes, kendisine sorsun. Kendi kendine. İç âlemine. Benim şu âleme gelmede gitmede ihtiyârım var mı yok mu?

Bunun üzerinde durduğu gün insanlar, kötülük kalkar. Beşer, henüz bunun üzerinde durmuyor. Onun içün fenalık önlenmiyor. Ve önlenmez. İmkânı yok ona. Kanun nihayet adamın kalıbına kadar gelir, orada durur. Öyle bir el lazım ki, içeriye girecek, kalbin içerisinde işini görecek. Anlatabildim mi? Ona Kudret’in eli derler, ona mânâ derler, ona iman derler, beşer bundan çekilmiştir. Biraz tenekecilikte ilerledi, fen denilen sahada biraz muvaffakiyet hâsıl oldu, dimağın içerisindeki varlıkla meydana getirmiş olduğu asârı, kendi malı zannetti, Kudret’le azamet yarışına kalktı, derhal kapı kapandı. Merhamet, hürmet, muhabbet kalktı. İnim inim inliyor insanlık ve inler.

İnsan teâli ettikçe firavunlaşmayacak. Tabirime dikkat et! İnsan teâli ettikçe firavunlaşmayacak. Beşeriyet âdi sahada bir parça terakki etti, Kudret’le nispetini kesti. Vicdan denilen bir buluş, mevcut dedikleri bir oluşu, şey edemedi kavrayamadı. Mevcut olmasa vicdan olmaz, vicdan olmasa mevcut olmaz. Sen mevcutsun, niçin vicdanı bıraktın? Vicdan neden doğar? İmandan doğar. Anlatabiliyor muyum acaba? O herkesin kabul etmiş olduğu vicdan, vicdan, onlar laf. Onun bir mânâsı var.

Vicdan arapça bir kelime, bulmak mânâsınadır. Bin defa söyledim. Bunun lügat mânâsı bulmak. Neyi bulmak? Hakk’ı bilende bile vicdan yoktur. Bilecek, bulacak, olacak. Hakk’ı bildiği gibi bulacak. Acaba anlatabiliyor muyum? O vakit var o. Onlar ayrıldı. Şuûnat-ı[11] cismaniyedeki cazibeyi kabul etti de, şuûnatı maneviyedeki ruhun mebde-i[12] ittisalinden[13] alakasını kesti. Kesince yalnız cisim kaldı. Orta yerde kaldı.

Az az terakki değil, madde sahasında. Madde ile mânâ ikisi omuz omuza gitmesi şarttır. Taa kamere çıkıyor. Bir gün çıkacak. Yalnız kamer ufak bir şey. Daha daha büyük bilmediği avalimde Allah gezdirecek. Bunların hepsi olacak. Bizim Kitabımız bunu söyler. Bunlar yeni şeyler değil. Kitabımız bunu söyler. Hatta mânâ ilmine girecek olursak, şöyle bir şey söyleyeyim size, bu mevzûun haricin de ama daha iyi bilinsin.

Malum ya Allah,  insanları sınıf sınıfa ayırmıştır. Bu sınıf da tekâmül edip de hani vilayet denilen örfün lisanında ne bileyim ne derler? Neyse, lisan-ı mânâda vilayet denilen, evliyaullah denilen, bir sınıf vardır.  Bu sınıfa ilk rütbe verildiği vakitte ilk önce âlem-i kameri gezdirirler. Daha ufak rütbedeyken, anlatabiliyor muyuz acaba? O mânâsında olduğu gibi bu işin, bu tabiatıyla, mâdâmı ki Hazreti Muhammed: “Keramat-ı diniye mukabili, keramat-ı fenniye zuhur etmedikçe Allah, bu kâinata nihayet vermeyecek.” diyor. Bu lacivert kubbe, onun haricine çık bütün varlık içerisinde, mânâsında maddesinde, ilk bu sözü söyleyen o Zât-ı âlâdır. Mânâsı: “Keramat-ı diniye mukabili, keramat-ı fenniye zuhur etmedikçe bu kâinatı Allah şeklini değiştirmeyecek.”

   [14]  يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ

Malum ya azamet-i ilahiye, yokluk yok. Yok, olacak diye bir şekil yok. “Tebdil[15] edeceğim, diyor. Bunu başka bir şekile sokacağım. Ondan sonra suali de Benden, cevabı da Benden, bir sual soracağım.”

[16] لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَۜ   

“Söyleyin bakalım bugün kiminmiş bunlar? Yine kendim cevap vereceğim.”

 لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار     

Vahidü'l-Kahhar olan Allah’ındır değil mi?

Suali de kendinden cevabı da kendinden. Bize lazım olan yeri, keramat-ı diniye mukabili, keramatı fenniye zuhur etmedikçe, yani mucizeler de kerametlerde, havarık[17] dediğimiz, bizim kudretimizin taalluk etmediği sahalar, neler olmuşsa Cenab-ı Hak ismi zahiriyle tecelli eder. Fen ismi ile zahir olur. Senin elinle onları yaptırır.

Fail-i hakiki yine O’dur. Kâinat matbaadır, tabii değildir. Mevcûdât mıstardır, mastar değildir. Bu âlem bir muhasebedir, muhasıb değildir. Bu varlık bir kabildir, fail değildir. Anlatabildik mi acaba? Biz kabule müsteid, fail O. Ve olacak. Daha yapılan şeyler, bulunan şeyler, peeek pek ufak şeyler, olacağa nispeten. Daha neler olacak, neler olacak. Biz görürüz görmeyiz, o yine ayrı bir iş. O yine ayrı. Bu sahalarda bu kadar kemale erildiği halde, mânâ sahasında, ruhun sefasına taalluk eden yerde hiçbir şey yok.

Çok eski konuşmalarımda söylediğim gibi. Beşer etrafının karanlığını izale etmesi için çıra yakardı. Gecenin zulmetinde önümü göreyim, diyerekten. Tekâmül etti bir parça, mum yaktı, zeytinyağlı kandil yaktı, biraz daha tekâmül etti, gaz yaktı, hava gazı geldi. Elektrik bir vakit gelecek mum kadar küçük kalacak. Bundan daha büyük şeyler olacak. Şimdi elektrikle etrafını görüyor değil mi ya? E zahiri evinde bu ışıkları yaptığı halde, iç âleminin evinde, o merkez-i hükümet-i insani olan kalp şehrinde acaba kaç mumluk elektriği var. Hangi lambayla yanıyor. Hiçbir ışık yok kanaatime göre. Simsiyah karanlıkta. “Neden böyle söyledin?”

Beşeriyet inler mi ışık olsa? Zulmette insan inler. Zevahirini aydınlatmak içün, şurdan şuraya, oradan oraya teâli terakki terakki, fakat iç âlemini aydınlatmak için, hiçbirimiz de niyet etmiyoruz. Nihayet derlenip toplanıp, gidiyoruz. Doğru istikamet karşıki çukura! Hâlbuki biz burada bu işleri hâlledeceğiz. Mensi ve mühmel bırakılmayız. Yani Allah şöyle bir zerresinden vazgeçmez. Bizi başıboş unutulmuş bir şekilde bırakırlar zannedersek, çok aldanırız.

Ne yapmak lazım? Geliş ve gidişteki gayeyi duymak lazım. Mâdâmı ki gelmede gitmede ihtiyarımız yok, buradan açıldı değil mi mevzû? Herkes bunu itiraf eder. Hiçbirimize sormuyorlar. O hâlde niçün neticeyi düşünmüyoruz. Neden müteaddit vücutlarda bir ruh şeklinde yaşayamıyoruz. Vaktiyle yaşamışız.

Hak ayinedir cihan gubarı.

Ne güzel söylemiş Fuzûlî.

Halk yok olanı var sanırlar.

Bir daha tekrar edeyim de, iyi dikkat et.

Halk yok olanı var sanırlar, yok varlığına aldanırlar.

Batılı, hak suretinde görmeye alışmışız. Hatamız budur. Batılı, Hak suretinde görmeye alışmışız! Hâlbuki biz tarihin efendisinin çocuklarıyız. Bizim tarihimiz çok zengindir. Biz aşktan doğan ahlak ile yaşamışız. Tabi anlıyorsunuz değil mi?  Bu aşk, romanda okunan aşk değil. Her hafta tekrar ediyorum ya. Yayasınız diyerekten söylüyorum.Her insan, en aşağı bir insan yetiştirmekle vazifelidir. İlk önce kendisini yetiştirecek. Hiç olmazsa niyet edecek.

Hepimiz mesela çocuğumuz şöyle olsun, böyle olsun diyerekten üç günlük istikbali için şekiller düşünürüz. İkmale kalır, hoca tutarız. Tabi bunlar yapılacak. Yapılmasına, ters mânâ anlamayın. Mektebine evi uzak olur, yakın bir yer buluruz. Tahsilini ikmal etsin diyerekten paramız yetişmezse malımızı satarız. Borç alırız, harç öderiz. Bir sene kalacak olursa o ev icabında matem içinde kalır. Bu böyle olması da lazım tabi. Fakat düşünecek olursak, şu üç günlük hayatı içün değil mi bu yaptığımız bütün külfetler.

Ömr-ü dünya ne kadar? Gayet az. İnsan olana nispeten çok az. Farz edelim ki seksen sene diyelim. Tabi ömrü yüze çıkarsa, bunun ellisi uyku ile gider. On beş yirmi senesi de çocuklukla gider. Geriye kalır yirmi, yirmi beş sene. Bu yirmi, yirmi beş seneyi tarfetü'l-ayn, gözünü açıp kapayıncaya kadar çocuğu madde sahasında yetiştireceğim diyerekten çırpın çırpın çırpınırız. Fakat acaba bunun ebediyete taalluk eden tarafında neler verdik.

Soracak, Hudâ: “Benim namıma, Benim muhabbetim hesabıma, buna sarf etmiş olduğun senin şu kadar gayretini göreyim, bütün suçunu sormayacağım yahu! Göreyim ama.”

Onu da yanlış anlarlar. O çocuğun mesela mânâ âleminde yetiştirmek demek, dünyasını daha kuvvetli yetiştirmek, demektir. Ters anlamayın. Çünkü bizim mânâmız, dünya ile beraber yürür. Bazı insanda der ki, ben şey ettim, çocuğuma o hizmeti yaptım. Ne yaptın? “Mahallenin imamını tuttum, müezzinini, ona dinini su gibi üç ay içerisinde öğretti.” Maşallah, ne biçim adammış bu. Üç ayda öğretti su gibi hepsini biliyor. Hazreti Muhammed nübüvvet kuvveti ile yirmi üç senede zor öğretsin, mahallenin müezzini üç ayda su gibi öğretsin. O  dinden ne hayır gelir!?  O su güneşi görünce kuruyuverir, bir şey kalmaz o. Su gibi öyle, ondan sonra bir güneşi gördü mü hepsi gider. Öyle değil! O aşk bizde yok. O bizde yok. Veresiye de onun içün. Adam bakalım olur mu olmaz mı yokluyor. Bütün âlem insanın suretinin nakşı olduğunun farkında değiliz de onun içün. Tabirime dikkat et. Bütün âlem, ne kadar varlık varsa, Hazreti İnsanın suretinin nakşıdır. İnsan bu hâli görür de sahibi üzerinde biraz durmaz mı?

Yine büyük Kitap’tan bir misal vereyim size. Allah, der ki: [18]

 بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ   وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْ  

Her şeysini yapmış, mükellef gayet güzel. Hayrını da yapmış, taatını da yapmış, ee az çok insanlığa da hizmet etmiş. Dikkat edin buraya çok ince yer. Kendi kendine de diyor ki: “Eh, elimden geldiği kadar emirlere riayet ettim, inşallah huzurda bir yer alırım.” Böyle giderken dosyası okunurken, diyorlar ki: “Senin katlin var. Katilsin sen!”

 بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ   وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْ

“Evladının katilisin. Günahı neydi de öldürdün!” Hudâ böyle soruyor. Günahı neydi suçu neydi?

Tabi şaşırıyor. “Ya Rabbi, ben o kadar ihtimam ile yetiştirdim ki, kuş sütüne kadar böyle cenahımı[19] açtım. Lazım gelen bütün fedakârlıkları yaptım.”

Hayır, katilisin. Ahlak-ı maneviyede müebbet bilinen katil, felsefe-i ahlakiyede ebedi katil, ahkâm-ı nefsaniyesiyle mânâsını öldüren katildir. Acaba anlatabildim mi? Daha Türkçeleştireyim size. “Bu çocuğu sen mânâsız büyütmüşsün. Allah’sız yetiştirmişsin. Evet, zevahirde çook ikram etmişsin ama kalbine Benim muhabbetimi koyamamışsın. O mesain gözükmüyor. Bu şimdi mahrum geldi, bunun katilisin. Bunun içün felah yok. Sen de ona sebep katil olmuşsun. Hadi bakalım, müebbet bi nâr!” Bütün taatın bütün ibadetin, yapmış olduğun bütün varlığın; veled-i katil maddesi var, çocuğun imanının katilisin, gidersin gürültüye. Bir şey anlatabildim mi acaba? Haa, bu öyle ufak tefek iş değil. 

Şimdi ben size bunun bir de canlı misalini söyleyeyim. Malum ya tarihte bir Haccac-ı Zalim var. Acayip bir adam, Haccac. Çok zalim fakat tuhaf da işleri var, mesela onun. Acayip. Mesela bir adamı çağırırmış. Kaç defa söyledim size misali olmuşken, misal vermişken. “Çık!” dermiş birdenbire. İki kapı var, kendi girdiği kapıdan çıkarsa bir adam, hayatı salim. Başka kapıdan çıkarsa imha ederlermiş. Birine de söylemiş gene konuşmuş filan. Bazı şeyler sormuş. Kızmış, çık demiş. Şöyle bir bakmış, “Hangi kapıdan çıkayım.” demiş. Kendi girdiği kapıyı göstermiş ona. Yanındakiler demişler ki efendim, o sizin isticvâbınıza[20] göre, imhası lazım geliyordu ama siz buna hayat kapısını bahşettiniz.

“İstişare etti benle, demiş. Hazreti Muhammed:  El müsteşar, mü’temen buyurdu. İstişare ettiğiniz adam, emin olacak. İstişare ettiği vakit ben ona kötü kapıyı gösteremezdim.” demiş.

Bir şey anlatabiliyor muyum? Böyle tuhaf tuhaf da hâlleri var. Bulunla beraber bir zalim adam. Mini mini bir çocuğa rast gelmiş. Kadere taalluk eden sualler sormuş. Şimdi o sualleri söylersem gayet güzeldir ama vakit geçecek başka bir gün söylerim. Sorduğu sualler çocuğun verdiği cevaplar. Suallerin içerisinden, bir tanesinden kendisini kurtarmak istiyor. Şurasını söyleyeyim. O imha ediyor, ediyor da imha etmiş şekillerinde kendisini kurtarmak istiyor. O suale şöyle cevap vermiş çocuk. Yani Allah bunu böyle bildi, böyle oldu demek istiyor. Çocuk cevabında diyor ki:

“İlim, maluma tabidir.” Siz bundan şimdi, ben size iyi bir şey anlatamıyorum, misalden anlayacaksınız. Şu adam beni görüyor, diyor.  Çocuk diyor bunu. “Yalnız Kudret’in vermiş olduğu gözü iyi kullanmıyor. Elini kolunu sallayarak geliyor. Önünde de büyük bir hüsran kuyusu var, büyük bir kuyu var. Siz burada oturuyorsunuz, diyor haccaca. Daha oradan o gelirken, bu buraya düşecek diyorsunuz. O da geliyor düşüyor. Sizin bildiğinizden dolayı mı düştü o. Sizin bilmeniz onun düşmesine bir şey mi oldu? Sebep midir, sizin bilmenizden dolayısıyla mı düştü? Yoksa o düşmeklik istidadını kullandı da mı düştü?” Acaba anlatabildim mi? “Allah da böyle bilir.”

Uzun bu sualler, bir tanesi bu. Haccac’ın çok hoşuna gitmiş. Sevmiş. “Kimdir bu çocuğun babası?” demiş. Merak etmiş. Getirmişler babasını. Haccac ümid ediyor ki babasında daha bunun, daha kim bilir bu çocuk da böyle, babasında bunun neler var. Babasına en adi bir şey sormuş. “Bilmem, bir şey bilmem.” Bir daha sormuş. Nihayet öfkelenmiş. “Getirin bunu!” demiş. İmha edeceğini anlamış. Çocuk. Çocuktaki şeye bak, akalete[21] bak. Hakkın vergisi.

Demiş: “Babamla uzun boylu konuşmadan siz benimle beraber gelir misiniz?” “Ne yapacaksın?” demiş. “Gelin benimle beraber. Eğer siz bir hikmet arıyorsanız, benimle beraber gelmeniz lazım.” Peki, demiş. Doğru alıyor Haccac’ı kabristana gidiyor. Dedesinin mezarını buluyor. “Babama bir şey yapma, yapmak ne lazım gelirse buna yap. Babam beni yetiştirdi, dedem bunu yetiştirmedi.” diyor. Bir şey anlatamıyor muyum yahu? “Babam bana lazım gelen varlığını, emelini, mânâsını, ne lazım gelirse verdi. Fakat dedem babamı yetiştirmedi. Dedemi dövecek misin, burada ne yapacaksan yap. Bak kabrinin içerisinde oturuyor. Suç babamda değil dedemde.”

Bizim de birçok mirasımız vardır, miras ne oldu miras? Mânâ mirasımız.

. بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ   وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْ

Çocuğun katilisin, diyor. Sebebi neydi, suçu neydi?

Herkes gücü yettiği kadar evladını yetiştirmeklik içün… Ne sahada? Hem maddi hem manevi sahada. Uykunu feda edeceksin, paranı feda edeceksin, hele zengin olanlar içün, vaziyeti müsait olanlar içün, yetiştirmesi gayet kolaydır. Çok kolay. Acayip evet. Şimdi mânâya düşman olanlar vardır, ahlaka düşman olanlar vardır, imana düşman olanlar vardır.

Kötü söz çabuk büyür. Yabani ot bakılmadan bahçeyi sarar fakat bir gül yetiştir bakalım. Gübresi aşısı, gözünün içine bakarsın gonca vermez fakat öteki, boyunca alır. Diken! İnsandaki iyi söz de öyledir. Çabuk çabuk, cemiyette çabucak da salgın hâlinde geçer. Nefise vurduğundan dolayı nefis çabuk alır. Ruh öyle değildir. Kalp öyle değildir. Yıkım daima çabuk olur. “Yapma” öyle değil. Her şey öyle değil mi ya? Bir binayı yıkalım, on beş günde yıkarsın. Bir binayı yapalım. Üç senede yapamazsın.

“Kul, diyor. Gelir, gelir, gelir, gelir gelir daru’s-selama, âlem-i cennete girmesine bir karış kalır, bir tokat yer âlem-i nâra geçer gider.” Hatır içün bir an zalime uşak olursun, elli senelik taatını yakar götürür senin. Misali bu nasıl olur dersen. Niçün denmiş, buraya âlem-i insan diyerekten. Elli seneni, alnını secdede çürütürsün, günün birinde Kudret’in düşmanı, insanlığın düşmanı, insan haklarını ezmeklik içün kudret elinde bulunan bir kimsenin karşısına gider el pençe divan durursun. Kudret onun filmini çektirir. “Bunun saadet âleminde lüzumu yoktur, âlem-i nâra geçsin gitsin der, atar gider.” Geçer gider.

Niçün kontrollü yaşayın derler? Binaenaleyh, o tekebbürle Kudret’le azamet yarışına çıkılırmış. O tekebbür insanı, şeytana iblise, zalime uşak yaparmış. Binaenaleyh o sahaya girdiği an, o müesseseye beş defa kontrol ettiriyor. Kendi kendine görüyorsun. Ben insanım, şimdi Allah ile huzur edeceğim. Binaenaleyh ne kadar çıkıklığım varsa öğlen ikindi derhâl hesap yapıyorsun ki, yahu bu yüzle nasıl çıkarım?

Geldi bir adi zalim, seni uşak edecek. Nefis: “Sen der, bu geniş parayı bulamazsın. Al canım günün birinde nedamet edersin, daha gençsin sen, şimdilik sen bunu kabul et de, ne olur ne olmaz sonra ilerde çekilirsin.”  O öyle girer ki adama. Öyle girer ki üüüüh! Neler getirir, şaşırır adam. “Şimdilik bu işi şey et, yarın bir gün değişirsin!”

Eğer biraz şöyle ahlaken mazbutsan[22]. Ama onu düşünürken iyi ama şöyle bakarsın saate: “Yirmi dakika sonra ben bir huzura çıkacağım, orada konuşacağım. Bak kirlenmeden geldim diyeceğim, kalbimi O'na takdim edeceğim. Bu yüzüme kimseyi el sürdürtmedim, ruhsara toz kondurtmadım, zülfe el sündürtmedim. Tam insan olarak suratımı takdim ediyorum, al Allah’ım diyeceğim.” Şimdi bunu düşündüğü an, derhal iş durur. Onun içün hayatın kontrollü, der. Hayatı kontrol ediyor.

Kuvve-i şammesi[23] bozulmuş olan kimse bu sözlerden bir şey anlamaz. Koku duymak hassası bozuk bir adam gülsitana götürsen bütün güller… Şimdi güller de bizim kokmuyor ya. Hem şamme bozuk, hem gül bozuk. Çünkü neden? Gülün taklidi. Frenk gülü, kokmuyor. Bizim dedemizin bu memlekette yetiştirdiği bir gül vardı. Bahçesinden geçerken duramazdın kokusundan. Bakıyorsun rengi mengi güzel filan amma burnunda bir şey vermiyor adama. Hâlbuki güzel koku insanın dimağının gıdasıdır. Anlatabildim mi acaba? Bilmiyorum, fen bu sahayı söylüyor mu, söylemiyor mu?

Öyle der, Cenab-ı Fahr-i Âlem. Güzel koku dimağa kuvvet verirmiş. Gıdada da öyle. Gıda da ağıza hoş gelen kısım, daha ağıza hoşluk geldi mi yenilen yemekte, ilk önce kuvveti dimağ oradan alıyor. O cismani yine ayrı o iş, o. Kandan mandan, o ayrı. İlk önce zaikadan bir kuvvet alırmış dimağ. Şammeden de alıyor.

Taklit iyi şey değil. Mukallit neye derler bilir misiniz? Başkasının kanadıyla kuş avlayan oka benzer. Ok kuşu avlar, avı avlar, fakat kendisine bir şey verilir mi okun. Anlatamıyor muyum? Ok avladı, avı getirdi fakat oka bir şey ikram eder misiniz? Olmaz. Mukallit de avladığı okun, işte söyleyemedim, anla işte söylediğim gibi. Avladığı avdan nasip alamayan adama denir. Bir şey alamadı, nasip olmadı.

İnsanın konuşması işaret-i ilahiyeye bağlı olursa, ilhama nispeti olursa, insanların kalbi üzerinde tesirini yapar ve yemişini verir. Konuşma ahkâm-ı nefsaniyeye ait olursa, havada uçan toz gibidir, vücudu bulunmaz. İnsanın da işareti ilahiyeye ait konuşması olabilmesi içün, kendisini nefsinin esaretinden kurtarması şarttır.

Süleyman, rüzgâra müsahhar kılınmıştı, hangi rüzgâra bilir misiniz? Havanın rüzgârı değil o. Nefsinin rüzgârı. Şimdiye kadar söylememiştim. Anlatabiliyor muyum acaba? İnsan nefsinin rüzgârını eline alacak olursa, bütün mevcûdât karşısında durur. Belle burayı. Mânâ kitaplarında yazar. Rüzgâr Süleyman’a müsahhar kılınmıştı,  hangi rüzgâr? Nefsi emmaresinin rüzgârı. Onu istediği gibi tasarruf ediyordu. Onu istediği gibi tasarruf edince, bütün mevcûdât kendisine el pençe divan durur. İnsan her an bu sıfatı almaklık hakkına haizdir. Süleyman’da oldu, sende olmaz zannetme. Fakat niyet etmek, biraz perhiz etmek. İlk önce zordur. Fakat sonrası kolaydır.

Eski konuşmalarımda size misal vermiştim. Nefse ruhun gıdasını vermek şekillerini bulmak. Nefis arsız çocuğa benzer. Vardır böyle hilkaten arsız çocuklar. Şımarık. Ekseriyetle evin halkı da onu öyle şımarık yapar. Dikkat olunacak noktadır bunlar. Bir yetim çocuk olur evde, tekmeler onu. O tekmeyi vurur, anası babası da bakar böyle, öküz gibi bakar. O bazısı da yetim ağlarken: “Ne olmuş canım o kadar acıdı mı? Ne olmuş vurduysa!”  Ben bunları görmüşüm de söylüyorum. İşte gördüm, gören gözümle. “Gebermedin ya, çocuktur o!” O da bir yara vurur. O, bu yetimi bir şey ediyor, tekmeliyor. Yarın büyür okur, fırsatta eline geçerse, cahil kalsa iyi, bir de dünya ilimlerine agâh olur da tesadüfen büyük de bir masanın sahibi olacak olursa, bir camiayı yakar. Ufak bir kıvılcım binlerce evi yakar. Şımarıktır, her dediği yapılmıştır.

Bizim dedelerimiz “Çocuk uykudayken sevilir.” derlerdi. Ne kadar güzel şey o.  Çocuk uykudayken sevilir. Çocuğu dövmeden muti yetiştirme yolları da vardır. Peygamber Aleyhisselam öyle der. “Bir kimsenin çocuğu, kavgalı iken kadın hamile kalırsa der, ahlaksız yetişir.” der. Anlatabildim mi, buralarını daha fen bilmiyor. Ama bilen kısımlarını da başlamıştı. Geçen sene mi evvelki sene mi okudum. Birisi bir tayyareci bir şey yaparken, fotoğrafı çıkmış eşyaya. Unuttum, bir arıza yapıyor da siz bunu yaparken muhakkak evden kavgalı çıkmışsınızdır, diyorlar. Anlatabiliyor muyum acaba? Yaa, öyle diyor. Çok tesirleri var, insanların yetişme hususunda. Çok. Muazzam tesiri var.

Neyse, tutturur o. “Ben bunu yemem!” Peki peki, kaldırırlar ötekini getirir. Şımarmış, bunu da yemem der, bir tekme vurur, sofra devrilir. O büyüyünce kaç kişiyi tekmeleyecek. Fakat mazbut olur da insanlığa hadim insan yetiştireceğim dediği vakitte, bu çocuğun dediği olmaz der, o daha o kadar hayrını şerrini müdrik değil. Fakat istidadı şerre doğru gidiyor, kötülüğe doğru gidiyor. Hem insanlığı kurtarmak, hem kendisini kurtarmaklık içün bunu yiyecek. O tekmeler kalkar.

Kudret’in ilacını vereceksin. Allah isyan eden kavmi daima açlık ile terbiye etmiştir. Açlıkla. İki türlü açlık verir. Göz açlığı verdi mi yıkılıyor, demektir. Biz ona açlık deyince muhakkak karnı aç zannederiz. Açlıkla filan adamı niye  terbiye…? Onun gözü aç, insanlığı yok onun. Mahvetti demektir. Anlatabiliyor muyum acaba?

Öğlen yemez, akşam hadi gene inat etti, gene yemez. Ertesi sabah başlar bacakları titremeye. Bunu yiyeceksin dendi mi, şapır şupur yemeye başlar. Bir, iki ondan sonra herkes ne getirirse onu yer. Bunu söylerken de daima bir kayıt korum. Bazı çocuklar hilkaten eksik doğar. Ruhu eksik. Mânâsı. Onun çok üzerine düştün mü bayılır ölür. Eğer o hasta ise, hasta ayrı. Ben şakiden bahsediyorum, bir de malül vardır ki, sen onu tatbik ettirirken çocuğu öldürürsün. Onu demiyorum, sakın ha öyle bir şey yapma! Bilir herkes çocuğun istidatını. O mânâya değil. Sağlam taş gibi fakat inadından öyle yetişecek. Onu iki sefer, üç sefer, ondan sonra sofraya ne geldi yenir.

Nefis de öyledir, daima ruhun yediği şeyi istemez. Hayra doğru sevk eder, işte gıda o. Hayır, ille kötü gıda ister. Hayır, ruhun yiyeceği yemeği vereceğim diyeceksin, bir iki üç. Ondan sonra nefis der ki: “Benim dediğim olmayacak, ben teslim olayım.” Nefis Müslüman oldu mu yakanı kurtardın. Bir şey anlatamıyor muyum? Onun içün nefsini öldür, demez büyük adamlar. O artık çok kötü bir şey olmuşsa onun içün der, nefsini öldür, diye. Nefsini teslim al. Nefsini Müslüman et. Öyle işe yarar ki. Sonra o teslim onda iş var. Biz onunla bütün mevcûdâttan efdal olduk. Biz melekten efdalizdir. Bizden daha efdal bir şey yok. Allah niyabetini[24] vermiş bize. “Yer üzerinde seni kendi yerime kaim kıldım.” diyor yahu!

  [25]  اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ Niyabet-i ilahiye var, her insan da bir kuvve. Bil-fiil o hangi insansa o ayrı. Fakat bil-kuvve her insanda onu vermiş. Çalışmak lazım, araziye benzer. Bazı insan da bir nazarla olur. Bir hazreti İnsan benimser şöyle bakar, elli senelik yapılacak işi bir anda alır. Kabiliyet o. Toprak da öyle değil mi ya? Bazı araziden üç kulaç da su çıkar, bazısından iki metreden çıkar, bazısından artezyen yaparsın yüz metreden çıkar. Fışkırır.

Her insanın arazi-i kalbiyesinde Kudret bir define gizlemiştir. Bıkmamalı çıkarmaya çalışmalı. Bilmem anlatabildim mi? Hiç bir vakit kuyucu kuyuya su koymamıştır. Kuyucu mu koyuyor suyu kuyuya? Yook! Suyun çıkmasına mani olan kesafeti kaldırıyor, toprağı kaldırıyor. İnsanlığa da hiç kimseye de kimse bir şey vermez. Yaratırken Hazreti Allah insana o hazineyi vermiştir, fakat hikmet-i meskûtuna, bazı insandan elli metreden çıkar, bazısından o arazi-i kalbiyesinde, haset mi var toprağı? Hırs toprağı mı var? Buğz toprağı mı var? Şehvet toprağı mı var? Kibir toprağı mı var? Onun kuyucusu vardır, ona Hazreti İnsan derler. O vurur, bakar o araziye. “Burada haset damarı var. Bir defa bunu, bu kili atalım!” der. Yahut buğzsa o biraz daha aşağıda, daha aşağıda. Hepsini izale eder. Billûr marifet-i ilahiye nehri akmaya başlar. Şakır şakır akar.

Mamafih benim bu konuştuklarım, ebediyete inananlara aittir. Öyle zannediyorum sizi de. Şimdi biri de var ki, maddenin kesafetinde boğulmuş, kendisinin farkında değil. Ne geldiğinin farkında ne gittiğinin farkında. Tesadüfen bir şeye sahip olmuş. Daima var olacağım gibi yaşıyor. Mânâyı inkâr etmiş. Parası kitabının üzerindeki, parasının üzerindeki yazı, kitabının yazısı. Başka bir şey bilmem, diyor. Onun dersi ayrı. Buna yapılacak konferansın şekli yine ayrı.

Fakat biz şimdi böyle sizinle, insanlığın insana bir emanet olduğunu, Ennas iyalullah. Bilir misiniz, en büyük ibadet nedir? En büyük taat nedir? Ahlakın en büyük kısmı nedir? Mevcûdâtı Hakkın iyali olarak olarak tanımak, görmek ağzı ile değil hâli ile. Yabancı bir şey olmadığını. Bu manen böyle olduğu gibi maddeten de böyledir. Dokuzuncu nesilde ya bir birinizin teyzesinin kızı yahut amcasının oğlu çıkarsınız. Zaten yabancı yok. Şurada birisi tramvay altında kalsa, herkes böyle yapar. Ayy der, o düştü sana ne? Kudret ders veriyor. Sana ne değil! O vücut bir. Buna canlı bir misal vermiştim. Yine tekrar edeyim.

Bir kimsenin ismi Veli olsa, Veli: “Vav, lam, ye. V, L, İ” değil mi? Bu üç şeyden teşekkül ediyor. Gidiyor böyle. Veli dedin mi derhal bakar. O müsemma, yani o Veli ismini taşıyan adam, o mânâyı kendisinin çağrıldığını V’sinden mi anladı, L’sinden mi anladı, İ’sinden mi anladı? Vav’ından mı anladı, Lam’ından mı anladı, Y’sinden mi anladı. O müsemma bu harflerin hangisinde gizlenmişti. V desem bakmaz, L desen bakmaz, İ desen bakmaz. Fakat VELİ dedin mi canla bir bakar.

Hudâ da diyor ki: “Bana müracaat ederken böyle toplu edin.” diyor. Bir şey anlatabİldim mi? “Kalplerinizi birleştirin, cevap vereyim size.” diyor. Bizim hepimizin kalbi dağınık olduğu müddetçe, bir şey alamıyoruz. Gönül birleşmesi. Esas bu. Bunun birleşebilmesi içün de iki şeyi şiar edinmek lazım. Esas tutmak lazım. Evvela yalan söylememek. Yalanı terk etmek. Yalan kalkarsa itimat başlar. İtimat başlayınca sen beni seveceksin ben seni seveceğim. Senin bana itimadın yok, benim sana itimadım yok. Nasıl birleşeceğiz? Anlatamıyor muyum acaba? Dert burada.

Evvela yalan. Bu kalkacak. Yalanı kaldırabilmeklik içün, sabrı almak lazımdır. Sabır çok ağır bir şeydir. Fakat çok nafi bir şeydir. Bütün müşküller onunla hallolur. Hangi çocuk okuyamaz sabırsız çocuk okuyamaz. Çünkü bir okumuştur iki okumuştur anlamamıştır, bu olmayacak demiş, terk etmiştir. Sabretseydi olacaktı. Anlatabiliyor muyum acaba? Sabretseydi olacaktı. Sabır.

Mesela, büyük ilim adamlarından Kudûrî[26] isminde bir zat vardır. Fukahadan[27] bu adam. Sözü asırlar geçmiş, senet halinde “Kudûrî bunu böyle demiş.” diyorlar. O sahada yetişen mütehassıslar. O böyle demiş, bu adam kırk sene sonra tekâmül etmiştir. Okumuş olmuyor demiş bırakmış, okumuş olmuyor demiş bırakmış. Bir gün bir mabetten içeriye girerken bir mermer taşı, bak Allah isterse adama…

Olsa istidad-ı arif kabil-i idrak-i vahiy
Emr-i Hak irsaline her zerredir bir Cebrail
.

Sen başka Cebrail’i ne anlıyorsun? Her zerre. El verir ki arifin istidadında bir şey olsun.

Olsa istidad-ı arif kabil-i idrak-i vahiy. Vahiy ne demek biliyor musun? İşaret-i ilahiye demek.

Olsa istidad-ı arif kabil-i idrak-i vahiy
Emr-i Hak irsaline her zerredir bir Cebrail.

Giriyor mabetten içeriye, o mermer oluğun altında, damlalardan, damlaya damlaya... Vardır ya, böyle vardır ya girerseniz görürsünüz. Oyulmuş, tabak gibi, olmuş. “Rahmet damlası, su damlası, bu mermeri oymuş, tabak haline getirmiş de benim kalbim bu mermer taşından da mı daha aşağı yahu!” demiş. Dön geri. Bir şey anlatamadım mı acaba? Bundan da mı aşağı? Dön geri. Demek ki sabır... Bunu aldın mı yalan orta yerden kalkar.

Allah’ın en sevmediği şey, hiç sevmez. Kaç defa söyledim size, yine tekrar edeyim. Ki daha iyi anlaşılsın. Sordular Peygamber’e: “Mü’min zina eder mi Ya Rasulullah?” “Yakışmaz ama edeni bulunur.” dedi. Yakışmaz edeni bulunur. “Mü’min yalan söyler mi?” dediler. “Hayır!”dedi. Şimdi bu emirleri yan yana getir, üzerinde dur. Kendin hallet. “Mü’min zina eder mi? Yakışmaz edeni bulunur.” Günah-ı kebaire giriyor, muazzam bir, Kudret’in sevmediği bir tecelliye mazhar oluyor. Bir kahra mazhar oluyor. Fakat imandan çıkmıyor. Yalan söyledi mi çıkıyor. Yalnız ona yalan denmez. Şimdi bunları söylerken insan çok şey ediyor. Bazısı da bak, hareket-i fikriyesi olmayan, hareket-i fikrîye yok, kaba bir adam, bakarsın ki bir felakete sebep olacak şekilleri de doğruluk diyerekten söyler. Öyle de değil.

Buna Sadi’den bir misal vereyim size. Sadi, yazar. Vaktiyle hükümdarlar, bir adamın idamına karar verdiler mi, sahnede seyrederlermiş. Öyleymiş. Vüzerasını[28] yanına alıyor, idam olunacak adamı seyrediyor. Birisinin idam kararı çıkmış, idam edecekler, başlamışlar veriştirmeye. Şey, idam olunacak adam, tabi artık hayatı tehlikeye girmiş, gidiyor, küfür ediyor hükümdara. Kulağı işitmezmiş hükümdarın o kadar. Ne söylüyor, demiş, sağındaki vezire. “Efendim ağıza alınmaz şeyler.” Ee, yanlış söyledim, diyor ki: “Efendim, demiş. Canım emire feda olsun, benden gücenikliği varsa kaldırsın. Kendine beni yanlış anlattılar. Ben bir yanlışlığa kurban oluyorum ama millet yaşasın. Kendi de yaşasın.”

Yanındaki öbür vezir demiş ki: “Hayır efendim ne münasebet demiş. Burada demiş, sahneyi küfür içerisinde bıraktı.”  “Sen bir defa şuradan defol git!” diyor.

Öbür tarafa da diyor ki: “Bunu da affettik. Can kurtarıcı, hayat verici yalan; can imha edici hayat öldürücü, ev yıkıcı doğrudan hayırlıdır.” Bir şey anlatabildim mi acaba? Tabi bunun içerisinde, herkes irfanı nispetinde bir şey alır. Çok güzeldir bu. Soruyor birine, diyor ki: “Canım feda olsun diyor. Ben yanlış anlatıldım, bir iftira neticesinde, kaderin bu şekline boyun kestim, gidiyorum fakat hükümdar yaşasın. Adli var olsun. Milletin manasına hizmet etsin. Hadim-i din olsun. Hadim-i Peygamber olsun. Hadim-i Kitap olsun.”  Öbürkü de demiş ki: “Ne söylüyor efendim, öyle şeyler değil, demiş. Burada oturamayacak bir vaziyette elfaz-ı küfür sarf etti!”  İndirin onu diyor, indirin, bir şey yapmayın.

Sonra diyor ki: “İş bitirici yalan, can kurtarıcı yalan, insanı imha edici, ev söndürücü, can yakıcı doğrudan çoook hayırlıdır.” Bir şey anlatabildik değil mi?

Ecdadımızın varidatını okusak, çok bambaşka bir şey oluruz. Çok başka ama okumuyoruz. Her şey var. Hâlî. Bir adam bir fenalığa müptela olmuş. Bak dedemizde ne adamlar gelmiş. Derhal elbisesini değiştirtmiş. “İyi adam oluncaya kadar kötülerin giydiği elbiseyi giyeceğim, bana kimse yaklaşmasın.” demiş. Anlatabiliyor muyum acaba?  “İyi adam oluncaya kadar, bir iptilaya uğradım.”

Kim bilir. Sadi’nin yine biraz evveli söylediğim, aklıma gelmedi. Fransız ediplerinden bir zat onun kitabını okurken, müjde vermişler, bir oğlu olmuş. O beynelminel bir ilim adamı, o Fransız. İsmi hafızama gelmedi. “Efendim bir yavrunuz oldu.” demişler. “İsmini Sadi koydum.” diyor. İşte yine bugünlerde yazıyordu, bir Amerikalı Mevlana’yı ziyaret ediyor. Senin deden, deden. Hani bizde ne varmış derler ya. Biz ne olmuşuz filan. Medeniyetini taklit ettiğin, böyle sahanın büyük bir adamı geliyor. Ziyaret ettikten sonra diyor ki: “Ahireti yaşadım burada diyor. Mânâyı yaşadım, kalbim doldu. Büyük adam, karşında nasıl hürmetle eğileceğim bilmiyorum. Seni yedi defa gidip geleceğim, ziyaret edeceğim.” diyor. Eee!

İnâyet her kime yüz tutsa isyânı nikâb olmaz
Güneş dogdukda zîrâ perde-i zulmet hicâb olmaz
. [ii]

Acaba anlatabildim mi? İnayet. Allah’ın inayeti, her kime yüz tutsa isyânı nikâb olmaz.

Güneş dogdukda zîrâ perde-i zulmet hicâb olmaz.

Öyle olmaz ki o. Bir yerinde gene geçer Sadi’de. Bir güvercinin, biri kolunu kırmış. Süleyman Aleyhisselam’la konuşuyor.

“Sen, diyor. Naib-i Haksın. Mahlûkatın hakkını vermekliğe Kudret tarafından memur edilmişsin, işte sakat oldum gittim.”

Çağırın, diyorlar, sarıklı sakallı bir adam. “Kırmışsın, kolunu kıracağız!” diyorlar.

Güvercin diyor ki: “Hayır, kolunu kırmayın!” “Ya?..”

“Bunun sakalını traş edin, sarığını açın da benim gibi garip bir mahlûk yaklaşmasın. Ben onun hâlinden bana zarar olmaz diye yaklaştım.” Bir şey anlatabildim mi? Yap hayatta düstur yürü!  “Ben diyor haddizatında onun hâlinden bana bir zarar olmaz diyerekten yaklaştım.”

Şöyle bir toplayayım mevzûyu keseyim. Ahlak ikiye ayrılır dedim. Biri vazifeden doğan ahlak, biri de aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, böyle aklın yolunda yürür. Kötülük yapmaz, iyilik lazım geldiği vazife dairesinde yapar. Fakat vazifeden doğan ahlakta insanın kendi vücudu vardır. Daha iyi anlatmaklık içün. “Şu işi ben yaptım ve iyi yaptım. İyi olunması bunun, emir olunmuştu. Bende bu emre riayet ettim, ben bunu yaptım.” der. Fakat içinde daha onun benlik var. Tenkit ediyor zannetmeyin. Biz bugün hepsine, baş üstünde yeri var. Ahlakın, uzun boylu iş o.

Aşktan doğan ahlak da ne ben vardır ne sen vardır, hep O vardır. “O” kim? Allah. Anlatabildim mi? Evvela canan, sonra can vardır. Aşktan doğan ahlakta. İslamiyet bunu daha parlak bir şekilde gösterir. Mesela sık sık bahsediyorum canlı misali olduğu içün. Uhud harbinde yedi kişi yaralanmıştı.

İki harbi çok iyi bil kâinatta. Bu lacivert kubbenin altında Bedir harbi ile Uhud Harbi namına hiçbir saha gelmemiştir. Bedir Harbinde üç yüz on üç kişi var. Bu üç yüz on üç kişiye karşı bütün dünya sekenesi hasım vaziyetinde. Anlatabildim mi?  İki medeniyet var o vakit. Kisra medeniyeti, Kayser medeniyeti. İkisi de emir vermiş. “Orada bir insan türemiş, kellesini bize gönderin!” Hısımlar da hasım olmuş. Üç yüz on üç tane şahıs. Harp başlamış. Öyle harp yok dünyada. Ebu Bekir’in karşısında oğlu. Anlatabiliyor muyum acaba? Ömer’in karşısında en yakın akrabası. Peygamber’in karşısında damadı, amcası. Ebu Ubeyde’nin karşısında babası. Böyle bak.

Mesela Ebu Ubeyde, babasıyla karşılaşmış, Peygamber’e dil uzatıyor. “Karşında oğlum var bana bir şey yapmaz dersen ben ruhen oradan geliyorum, cisme kıymet vermem. Benim nesebim Allah’a dayanır. İkinci bir defa bu tecavüzünü görürsem, kelleni alırım!”  Al bakayım, dedi. Derhal kellesini aldı. Ve götürdü. Onun üzerine büyük bir rütbe aldı. Ebu Ubeyde Emînü'l-Ümme. Hatta öyle bir rütbe ki Ömer yaralandı şehit oldu, vefatı zamanında “kimi gösterirsin?” dediler. İntihab[29] edin, seçin dedi. “Oğlun oğlunu şey edelim.” “Bir evden bir kurban kâfidir.” dedi. Ondan sonrakinin de şehit olacağını biliyor. Görüyor musun gözü.  Bir evden bir kurban kâfidir, dedi yani kendisi. “Ebu Ubeyde sağ olsaydı, bunlarla görüşmeye lüzum yoktu. Kendisine teklif ederdik.” dedi. Ebu Ubeyde böyle bir adam.

Uhud harbide öyle bir acayip bir harp. Şimdi yedi kişi yaralandı. Ümmü Ammare su dağıtıyor. Yaralananların hepsi oğlu, yakını, kardeşi, şusu busu. Su, diye bağırdılar, götürdü. Yavrusuna götürdü, öbür taraftan birisi daha “suu” dedi. Yaranın şeysi ile ıstırabı ile. Yukarısı istedi. “O içmeden ben içmem!” dedi. Oraya giderken bir ses daha geldi, öteki dedi ki: “O içmeden ben içmem, o içmeden ben içmem!” Hepsi Allah’tan içtiler, geçtiler gittiler. Anlatabildim mi acaba?

Var mı böyle bir medeniyet? Gösterebilir misin sahnede? Olur mu hiç? İmkânı da yok. Ne var, ne olur, ne olabilir. Acaba bunlar hangi ahlak kitabını okumuşlardı? Bunlar kaç sene tahsil görmüşlerdi? Nerede ihtisas yapmışlardı? Gönül kitabını okumuşlardı. Onun bir harfini okuyan. Ne bileyim ben. Hangi sahadaydılar. Gönül kitabı. Anlatabiliyor muyum acaba? Böyle bir kağıtdaki bir zarf değil. Gönül kitabı. Saray-ı Li-ma’allahi[30]vallahi gönüldür. İşte o kitabı okumuşlardı. O kitabı okuduktan sonra makam-ı aşka çıkarsa onun hatasını da Allah sevap diye alır. Onun için aşktan doğan ahlak, dedim.

Dedemiz öyle. Frenk askeri harb eder.  Sekiz sene yaptık, sekiz saat yaptı mı durur. “Ben vazifemi yaptım, der. Var mı sekiz saatte bir dakika hatam Yok. Yetiştireydin!” der. Mehmetçik öyle değildir, sekiz saat, otuz sekiz saat, kırk sekiz saat... Aşkta saat yok ki! Anlatabiliyor muyum? Aşkta zaman da yok, mekân da yok.  Aşkta vücut yok. Bize Kudret iltimas etmiş, bu mânâyı bizim iklim-i vücudumuza rekz etmiş. Almasın Allah. Ve bu.  Haa, belki biri der ki, maddenin kesafetinde: “Aptal da onun içün!” der. Yok, aptal değil! Onu sen halt edersin.

Nazım-ı dünya olaraktan yaşamış. Yaa, kütüphanesi bugün herkesten zengin. İşte bak götürüyor Amerikalıyı. “Yedi defa seni ziyaret edeceğim, doyamadım ben!” diyor. Papa, Papa, yedi milyon liralık terlik giyer o. O papa. Kendine mahsus bir teşkilatı var. Ayağına giymiş olduğu terlik, mücevher işlemelidir ve yedi milyon liradır, en aşağı. Belki bugün ki para ile yirmi milyon liradır. O Papa yok mu? Mevlana’nın gününde: “Hristiyaniyeti temsilen hürmetle karşında eğiliyorum.” dedi, senin gazeten de yazdı. Hadi sen onu, aptal diyebilir misin dedene? Günün medeniyetini, en yüksek makamını temsil eden adama, büyük bir camia hesabına hürmetle karşısında eğildi. Göğüsün kabarsın diye söylüyorum. Dedeni küçük görme diyerekten. Olur mu?

Aşktan doğan ahlak, insanın kendisine ait olan benliğini alır. O benliği alındığından dolayı Kudret ondan zelle de sadır olsa, bak ne der. Getiremedim beytini … söyleyelim.

Ver yekî aybî büved bâ-sad hayât
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât

Aşağısı dursun. Hayatını Hakk’ın aşkı ile geçirmiş, makam-ı aşka çıkmış bu kimsenin,  hani büyük Kitap da öyle diyor ya: “Bir iki seyyiesi varsa, Kudret bunu hasenat diye satın alır.” Misal çok güzeldir. Görmez misin diyor. Növbet şekerini şekerciden aldığınız vakitte, saman çöpü ile beraber tartarlar. Demek o gün şekerin samanı var da bugün desek ki, şekeri aldığın vakitte ama yine bozmayalım biz onu. O zevk bozulmasın. Saman çöpünü de şeker fiyatından satar. Şeker alan adama da sorsalar, ne aldın? Növbet şekeri ile saman çöpü aldım demez. Saman da şekerde fani olur da növbet şekeri aldım, der. Bir şey anlatamıyor muyum? Kudret de diyor: “Hak aşkı ile insanlık hukukuna riayet ederek, ah almaksızın yaşamış, mukteza-i beşeriyet, bir iki çıkıklığı da varsa, Hudâ, onu onun yüzüne vurmaz, ikinci âlemde oranın terazisinde tartarken, Ben o seyyieye aşıkım, onu da tart bakalım!” der. Anlatabildim mi acaba?

Bu kadar konuşma bugün yeter.


[1] Hud’a: Hile Aldatma, oyun
[2] İdbar: Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik.
[3] Dârül-Belvâ:   Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
[4] Semm: Zehir, ağu.
[5] Sıbgatullah:    Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halk etmesi.  Allah'ın dini.
[6] Tathîr:(ﺗﻄﻬﻴﺮi. (Ar. ṭahāre– ṭahr “temiz olmak, temizlenmek”ten taṭhіrTemizleme, paklama.)
[7] Tathîrhane-i zulm/ Tathîrhane-i şirk... (Zulm, şirk,günah kirlerinin temizlendiği ev, yer yani Cehennem.)
[8] Rekz: Dikme, yere saplayıp sabit kılma.
[9] İzhar: Açığa vurma. Meydana çıkarma. Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek
[10] El-Hak: Hakkın ta kendisi. Tam doğrusu. Tam gerçekten. Hakkı, hakkı ile izhar ve beyan eden.
[11] Şuunat:  Şuunlar. Keyfiyetler, haller. Emirler. Kasıtlar. Talepler.
[12] Mebde': Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[13] İttisal: Ulaşmak. Bitişmek.Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
[14] İbrahim Suresi’ 40’ncı Ayet-i Kerime İbrahim Suresi 40. Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Meali: O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır.
[15] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
[16] Mülk Suresi 16’ncı Ayet-i Kerime  يَوْمَ هُمْ بَارِزُونَۚ لَا يَخْفٰى عَلَى اللّٰهِ مِنْهُمْ شَيْءٌۜ لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَۜ لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ
Meali: O gün onlar kabirlerinden meydana fırlarlar. Kendilerinin hiçbir şeyi Allah'a karşı gizli kalmaz. "Bugün mülk kimindir?" (diye sorulur. Cevaben): "Tek ve kahhar olan Allah'ındır." (denir).
[17] Havarık: (Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler.
Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi.
[18] Tekvir Suresi 8’nci ve 9’ncu Ayet-i Kerimeler:  بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ   وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْ
Meali: Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda, "Hangi günahtan dolayı öldürüldü?" diye.
[19] Cenah: Kanat, taraf, kısım.
[20] İsticvâb: (ﺍﺳﺘﺠﻮﺍﺏi. (Ar. icābe“soruya cevap vermek”ten isticvābSorguya çekme, sorup cevap alma, söyletme, istintak.
[21]Akal/A'kal:  (ﺍﻋﻘﻞ)  Çok akıllı, en akıllı. İdrak ve anlayışı kuvvetli (Ar. aḳl “idrak etmek, anlamak”tan a‘ḳal)
[22] Mazbut: Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. Sağlam. Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu.
Muhâfazalı. Korunmuş. Belli, belirtilmiş.
[23] Şamm(e): (Şemm. den) Koklayan, koku alan. Koklama duygusu. Burun.
[24] Niyabet: Nâiblik, vekillik.
[25] Bakara Suresi 30’ncu Ayet-i Kerime  وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Meali: Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
[26] القدوري   Ebü’l-Hüseyn Ahmed b. Ebî Bekr Muhammed b. Ahmed el-Kudûrî (ö. 428/1037)
[27] Fukaha: (Fakih. C.) Fakihler. Fıkıh âlimleri. (Bak: Fıkıh)
[28] Vüzera: (Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir)
[29] İntihab: Seçim, seçme.
[30] Li-ma’allah : “Allah bizimledir.” anlamında Arapça kelime


[i] Dermân Arardım Derdime 

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü
Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.

Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin
İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.

Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır
Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur
Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş

( Niyazi Mısri )

[ii]  


 Hazerfen Necmeddin Okyay’ın Hat Eseri.

 İnâyet her kime yüz tutsa isyânı nikâb olmaz
Güneş togdukda zîrâ perde-i zulmet hicâb olmaz

2 Zülâl-i magfiret çıkdukça sahrâ-yı meşiyyetden
Ne denlü teşne sâ’il gelse saklanmaz ser-âb olmaz

3 Çekenler muhtesib mîzânı havfın zât-ı nâkısdur
Kemâl ehlinde eksüklik bulınmaz ol hisâb olmaz

 4 Recâ yazusına dök eşk-i çeşmün cûybâr eyle
Kayırma nâme-i amâli mahv olmaz kitâb olmaz

5 Be vâiz âteş-i dûzahdan ol gâfil sakınsun kim
Koyup nâ-puhte cismin âteş-i ışka kebâb olmaz

 6 Giceyle hâb u gündüz gaflet oldı bâis-i hayret
Bize dünyânun inkârı gibi hâzır-cevâb olmaz

7 Habîbin sev dilersen magfiret takrîbin ey Âlî
Rakîb olmak gibi Mevlâ’ya rengîn intisâb olmaz

(Aksoyak, İ. Hakkı (hzl.) (2006). Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Divanları (Divan-I). Harvard University: The Department of Near Eastern Languages and Civilizations. 110.)


1 yorum:

O mânâsında olduğu gibi bu işin, bu tabiatıyla, mâdâmı ki Hazreti Muhammed: “Keramat-ı diniye mukabili, keramat-ı fenniye zuhur etmedikçe Allah, bu kâinata nihayet vermeyecek.” diyor.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017