052 (05.07.1959) 80 dk. (295)
Ahlak mevzûu üzerinde devam
etmektedir. Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Tabi buradaki aşk romanda
okunan aşk değil. Ahlakın tarifindeki aşk.
İnsanın geliş ve gidişinde ihtiyârı yoktur. Her hafta tekrar ettiğim gibi, bu imtihan sahnesi olan, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenen dirliği kısa, bazen insana yüz gösterir gibi davranır fakat o yüz göstermesinde de hile vardır. Bazen de insandan kaçar gibi şekil alır, onda da hikmet vardır. Yani hülâsa bu dâr-ı iptilaya, dünya denilen şu sahneye, bizi getirirlerken sormamışlardır. “Beyefendi bir âlem-i şuhûd var teşrif eder misiniz? Hanımefendi bir âlemi maâd var gider misiniz?” Böyle şeyler sorulmadan bir geliş, gidiş var. Esasen insan burasını düşünecek olursa, bugünkü dünya sahnesinde görülen huzursuzluk…
Malum ya huzur emr-i kalbidir,
insanın elinde değil. Hudâ: “Git, filan yerde huzur yap.” derse o olur. Kisbi
değil. Bu sahne-i şuhûdda muazzam bir huzursuzluk var. Havas ile avam muvâzenesi
bozulmuş. Fakir ile zenginin, yüksek tabaka ile aşağı tabakanın muvâzenesinde
ayrılık başlamış. Bunun sebebi de Kudret’in vermiş olduğu en büyük sermaye sû-i
istimâl edilmiş.
Allah'ın bize bahşetmiş olduğu
en büyük sermaye, merhamet, hürmet, muhabbet. Bu kalkmış. Acaba
anlatabiliyor muyum? Yüksek tabakada merhamet yok, dûn[1]
tabakada o merhameti görmediğinden dolayı hürmet yok, bunun ikisi birleşip de
bir yavru meydana getirecek, muhabbet. O orta yerden kalkınca, beşer böyle,
zavallı bir vaziyette; yer içer, yatar kalkar, nihayet inleye inleye, geçer
gider. Hâlbuki hilkatten gaye bu değil.
Buraya bir şey içün gönderilmişiz
yahut getirilmişiz. Herkes vazifedâr. İnsan bu âlemden bir güvercin gibi gidip
gelmeye razı olmaz. Kendisinde emanet-i Hak vardır. İşte geliş ve
gidişindeki gayeyi, aslını, mebdeini, maâdını, rabbisini, kendi hakikatini, ben
kimim, nereden geldim, ne olacağım, nereye götürüleceğim, cümlelerinden, iç
âleminden ebet sedasını duymanın adına, aşk derler. Anlatabildim mi acaba? Ahlakın
bahsettiği aşk bu. Bu ruhta hâsıl olan muhabbetle meydana gelir.
Nefiste hâsıl olan muhabbetin
adına şehvet, ruhta hâsıl olan muhabbetin adına aşk denir. Şimdi binaenaleyh,
bir insanın ya kalbinden doğru bir tecelliye mazhar olur da bir ahlaka malik
olur veyahut aklının vermiş olduğu doğru yolda yürüyerek bir vazife meydana
gelir ki, bir de oradan ahlak meydana gelir.
Biz tarihin en eski efendisi
olan, zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere
imanı va’z eden dedelerin çocuklarıyız. Bizim ecdadımız bu ahlakın hangi
sınıfına mensuptu? Aşktan doğan ahlakla mı yaşardı, vazifeden doğan ahlakla mı?
Aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Orada, ikisinde ne fark var? Anlatayım size.
Birisinde insanın hüviyeti henüz mevcuttur, vazifeden doğan ahlakta. Ben bunu
yaptım, der. Ben ahlaken şuraya kadar gittim, der. Kendi hüviyeti mevcut.
Aşktan doğan ahlakta kendi hüviyeti mevcut değildir.
Vazifeden doğan ahlakta: Evvela
can, sonra canan. Aşktan doğan ahlakta: Evvela canan, sonra can. Bilmem
anlatabiliyor muyum? Zor ama. Buna ben size, hemen hemen her konuşmamda,
konuşacağımız mevzuatın temeli olduğu için tekrar ederim. Bizde bu hâl cibillidir.
Misal veririm. Mesela, Mehmetçik harp ederken saat bilmez. Frenk harp ederken ben
sekiz saat, der. Yaptım vazifemi, sen yetiştireydin, der. Raap durur. “Hata
bende değil der, ben vazifemi yaptım!” Mehmetçik de öyle bir şey yoktur. Sekiz
saat, seksen saat, kırk sekiz saat... Ekmeği verilmez, Allah der doyar.
Ayakkabısı yetişmez, nasırından çarık yapar. Dönersem imansız giderim, der.
İşte bu. Çünkü aşk da saat, zaman,
mekân yoktur ki! Anlatabiliyor muyum?
Şimdi biz böyle bir ecdadın
çocukları olduğumuz halde, bizde de sarsıntı var. Üüüf! Mesela icra dairesine
gidersin, anne evladından nafaka ister. Hâlbuki biz değil annesine, hayvanata dahi
merhamet elini uzatan bir şecerenin çocuklarıyız. Seksen yaşında baba, otuz
yaşında yirmi yaşında çocuğundan ekmek parası bekler. Biz köpeklere vakıflar
yapmış, hayvanata, hayvanat-ı ehliyeye hayırlar yapmış olan insanlarız, yavrusuyuz. Bize
neden bu hâl geldi? Dert bu!
Neden birbirimize itimat
etmiyoruz. Senin bana emniyetin yok, benim sana emniyetim yok. İtimat olmadıkça
teâli terakki olur mu? Buna imkân var mıdır? Sende konuşanla bende dinleyen
veyahut bende konuşanla sende dinleyen, ikisinin mecmûuna insan denir. Şöyle
tasavvur et; bütün kâinatı sana verseler, malum ya herkes de bir şey vardır, ya
elemi var ya emeli var. Şöyle bir düşün kendi kendine. Ya emelin vardır, ya
elemin vardır. Yahut her ikisi birden vardır. Hem elemin vardır, hem emelin
vardır, bunun haricinde insan o ayrı bir sınıf. İstifa kanununa tabi olmuş,
Allah’ın bir istifa kanunu
vardır. O ne demek? Onu münasip bir zamanda, geniş bir vakitte inşallah
anlatırım. O sınıf ayrı. Bir istisna var ama o istisna ile Allah’ın istifa
kanunu ile ayrılmış olan ufak bir zümre vardır. Onlarda ne elem vardır, ne emel
vardır. Ondan mâadâ kendime söyleyeyim: Emel var, elem var veyahut her ikisi
birden var. Bunun ikisinin arasında yoğrula yoğrula gider insan. Şimdi
neden bu elemle emele, bir merhem bulamıyoruz.
Vakit de gayet kısa. Hayat
denilen şey bir tarfetü’l-ayndan[2] ibaret bir hâlden ibarettir. Ömr-ü dünya
bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes.
Otuz yaşındasın, ortaya bir şey
koy bakalım. Yok! Elli, koy bir şey. Yüz, hiçbir şey koyamazsın. Neden? Kudret’in
kaza makası bütün hadisatı doğrar, atar öbür tarafa. İnsan zavallıdır, hayal
avına çıkmıştır. Orta yerde bir şey var mı, elli yaşındaki efendi? Nen var?
Koysana ortaya bir şey. Yok, geçti gitti! İşte onun içün ahlaka göre israf,
sayılı nefesini Hak ve hakikatten uzak geçiren kimsedir. Kumaşı kestirmiş,
parçalanmış. Yağ tenekesi devrilmiş, dökülmüş. Pirinç çuvalı delinmiş akmış, dikkat etmemiş. Evet,
bunlar israf ama ahlakın bahsettiği israftan değil. Nihayet bunlar maddedir,
madde ile telafi edilebilir. Fakat ömür madde değil. Anlatabiliyor muyum? O
senin sayılı nefesin, para ile bilmem matahla geçirmiş olduğun ömrünün bir
dakikasını bütün kâinatı sana verseler, geri gelsin desen imkânı yok vermezler.
Bitti o.
Şimdi dedim ki: İnsanın ya
elemi var ya emeli var. Emelini gözünün önüne alalım. Şöyle bir hâl tasavvur edelim. Bütün mevcûdât
arşı ile seması ile arzı ile bütün vâridâtı ile nesi varsa hepsiyle sana
versinler, fakat bütün insanlığı da kaldırsınlar. Tek başına, al sema da senin,
yer de senin. Bütün ne kadar vâridât, göz kamaştırıcı envar-ı emlak varsa o da hepsi
senin, dediler fakat insanlık kalkacak. Yalnız başına kalacaksın. Bir dakika
yaşayamazsın. O hâlde neden birbirimizi yiyoruz. Bir şey anlatabiliyor muyum?
Ver bütün vâridâtı sana fakat bütün insanlığı kaldıracağız. İşte emelin değil mi
senin? Ne olmak istiyorsan ol. Arş da senin sema da senin. Yer de senin. Emek
çekmeden hazırca sana verdik fakat insanlık kalkacak. Yalnız sen kalacaksın.
Bir an duramazsın!
Dönelim mevzûun iptidasına. Demek
oluyor ki insanın gelmede gitmede ihtiyârı yok. Bunu her hafta, her konuşmada,
hemen hemen seneler, uzun seneler evveli ilk konuşmaya başladığım andan
itibaren, her sözümde bunu zikrederim, yayılsın diyerekten. İş burada.
Şöyle bir düşünürsün, insan bir
tecellide gitmez. Kırk yaşına geldin acaba kaç devre atlattın. En son devren ne
şekilde bitecek, onu biliyor musun? Hâl-i gadabındasın, mükemmel bir canavarsın,
ya son “Gel!” emrini verdiği vakitte öyle bir gadapla gidersen ikinci hayatta
muazzam bir canavar olaraktan Huzur’a çıkarsın. Evet, bu elli atmış kiloluk kan
ve kemik torbasından ibaret bir vücuttur amma bunun içerisinde, o mânânın
taallukunda kaç vücuda sahipsin? Bazen gayet rakik[3]
olursun. Meleksin işte. Bazen hem cemali hem celali cami bulunursun. Bir elin yed-i
kudrete açılmış, bir elin yed-i hikmete açılmış. Kudret’ten geleni hikmetle
sarf etmeye başlarsın, insanlık âlemi senden istifade eder. İşte hazreti insansın.
Bazen gözlerin kamaşır, bütün çirkinliklerle âlûde[4]
olursun, mahlûkatın içerisinde en sefili, en süflisisin. Hepimiz bu hâlleri
geçiriyoruz. Fakat en son geçirdiğimiz zamanda “Gel!” emrini alacağımız vakit,
hangi hayatla gideceğiz?
Onun içün ahlak der ki: Muhasebe-i
nefis ile yaşa.
Muhasebe-i nefis ne demek? Malum
ya ticaret esnafının bir defteri vardır veyahut ufak ticaret yapıyorsa o defter
kafasındadır. Gözünü kapat, şu kadar vâridâtım var, bu kadar masarufatım
var. Onu daima ölçer o. Bunu ölçmeden ticaretine
sahip olan insan pek teâli edemez. Tutacak, vâridâtla masarufu ayar edecek.
Ölçecek yani. Hepimiz asûde kaldığımız vakitte, günlük hesabımızı yapmakla
mükellefiz. Elin ne kadar iyilik yaptı, ne kadar kötülük yaptı? Kalbin ne
kadar rikkatle çarptı, ne kadar şekâvetle çarptı? Bilmem anlatabiliyor muyum?
Bunu nispeten bir nispet tedarik ederek, ölçülü…
Bütün, insan kötülüklerini bir
anda terk edemez. O bir nazarda büyük adam olanlar, gene istifa kanununa sahip
olan kimse malik olan, o tecelliye mazhar olanlardır. Yoksa mânâ ilminde bile
öyle. Cenab-ı Muhammed Aleyhisselat-ı vesselam, hizmet-i nübüvvetini yirmi üç
senede… Demek ki bir insan layıkı ile tekâmül edebilmesi içün, yirmi üç seneye
ihtiyacı var. E yirmi üç senede de insan niyet etse dahi kötülüklerini atmaya, atamadan
da gitse niyet etmiştir, der Allah. Yine numara verir. Bilmem, anlatabiliyor
muyum? Onu sen bir anda şöyle sileyim süpüreyim, eh o olur başka.
Niyet ilk önce şart ve aheste
aheste çıkıklarımızı atarak, birbirimizi severek; mahlûkat içerisinde pek
nazdar, pek niyazdar, çok nazenin özenerek, beğenilerek, seçilerek, Hudâ’nın
ayırdığını ve kendisine muhatap tuttuğunu binaenaleyh bir cemal-i mutlaka
mazhar olarak, bir yerde hesap vereceğini düşünerek, konuşan bilir, bilen
düşünür. Konuşturan bir gün benle konuşacak, değil mi? En mühim nokta bu.
Hangimiz biliriz konuşmanın ne
olduğunu? Bana en büyük bir ilim adamı göster. En büyük bir feylezof göster. En
son ihtirâ'ı[5] yapan
bir mütefennin göster, konuşmayı anlatsın bana bakalım! Konuşuruz da konuşmanın
ne olduğunu bilmeyiz. Yaa, nedir konuşmak? Nasıl birdenbire konuştun?
Birdenbire nasıl konuştun?
Demek ki bunların hepsi
ariyetmiş. O hâlde ariyet alınır, müstear[6]
tabi biter, tükenir. İşte ariyet alınmadan, perde-i gaflet açılmadan, kudret
elden gitmeden, zamanı fırsat bilip kendisinde emanet olan o Hakk’ın en büyük
nimeti ki, neydi o emanet evvelki konuşmalarda söylemiştim. Tekrar etmeyeyim, mevzû
uzamasın. Onu bozmadan, ruhsara el sundurmadan, zülfe toz kondurmadan, vech-i
insanide ki imza-i ilahiyi bozdurmadan, seciye-i insaniyeyi ayakaltına
salmadan, zalime uşak olmadan, ah almadan, aslına kavuşmak. Bunun adına aşk
derler, anlatabildik mi acaba?
En sakınılacak şey ah’dır.
Bazı günahlar vardır, kabahatler vardır; göze çarpar, belli olur. Bazı suçlarda
vardır ki göze çarpmaz, iç âleminde kalır. Onlar o göze çarpan suç gibi
değildir. Onların cezası çok ağır olur. Göze çarpan suçların cezası o kadar
ağır olmaz.
Size bir misal vereyim. Eski
konuşmalarımda vermiştim o misali. Bir insan-ı kâmil, bir arifin binasının
önüne. Arif neye derler? Arifin mânâsı: Bir şey olmadan evvel görene bilene
arif derler, ahlakın lisanında. Meydanda değilken bilir, bilmem
anlatabiliyor muyum?
Arif... Bir sarhoş yıkılmış.
Yukarı kattan bakmış, daire-i terbiyesinde bulunan talebelerinden birisini
çağırmış daima hizmetinde bulunanı. “Şu bizim kapının önüne yıkılmış olan
insanı, bir hazreti insana ikram eder gibi içeriye alın.” O kendinde değil
ama. İçeriye almışlar. “Çok ikram edin, güzel üç tane puf böreği gibi yatak
yapın, hazırlayın ve masanın üzerine de bir binlik rakı koyun.”
Böyle şeyleri de söylerken biraz
korkarım. Hani böyle mübağalatsız bir mânâ da değil. Cevaz verirmiş şeklinde bir
şekil anlamayın sakın ha. Misal veriyorum, bunun içinde incelikler var da onu
anlatacağım. Yoksa fennen Amerika’nın yapmış olduğu son tetkikte, yirmi dört
saat zarfında, bir kalp atışında üç yüz otuz defa fazlalık yapar, der. Bu kadar
bir sekir[7]
maddesi, üç yüz otuz defa fazla bir kalbi atış attırıyor. Ve orada da der ki,
biraz da göğüsün kabarsın diyerekten söylüyorum. “Bir fabrikanın çarkını bir
amele bedava döndürdüğünü patron görürse, fabrikatör görürse, derhal yolsuz edermiş,
işten çıkarır. İnsan ki Allah’a muhatap olan bir can, onun merkez-i hükümet-i insanisi
olan kalbinin, o büyük fabrikanın çarkını, bedava döndürmesine elbette Hudâ
razı olmaz. Bunu vâzı-ı kanunlar içerisinde ancak Hazreti Muhammed ilk önce şey
etmiştir.” der. O ayrı iş. Ha, bu böyle olmakla beraber, yani gizlenmiş olan
suçlar, aşikâra olan suçlara misal getirirken buraya buraya uğradık.
Hâfız’dan bir misal vereyim sana.
Der ki: Ahh! Her haram olan şey rakı gibi insanı sarhoş etseydi acaba yolda
giderken kimi ayık görecektik.
Yetimin hakkını yedi, sarhoşluğu
yok meydanda değil. Garibi soydu haddizatında suret-i Hakk’tan gözüktü, sekri
yok meydanda değil. Acaba anlatabiliyor muyum? Öyle.
Şimdi koyun demiş oraya, bir de
binlik koymuş oraya, ayrılmış. Sabahleyin adam kalkmış kendi kendine, yıpranmış
olan vücudu kendine gelmiş. “Bu ne büyük bir tembih!” demiş. O adamda iş
var, binliği koyanda. Birden ikrah gelmiş kendisine, bir de hicap gelmiş. “Şöyle
usulcacık ben sır olayım.” demiş. Niyet etmiş kapıdan çıkıp da şöyle hemen
çekileyim gideyim.
Onu yaparken yukardan arif-i Hak
olan zât, hizmetini gören
insana demiş ki: “Git, aşağıdaki misafire sakın hiçbir renk verme, hürmette
kusur etme. O gitmek üzere, ona de ki: ‘Efendi sizi görmek istiyor.’ Benim
yanıma çıkarın onu.” demiş.
Çıkarmışlar, hiç hâlinden
bahsetmiyor, güzel bir hoşâmedî[8]
İşte “Nasılsınız, iyi misiniz? Şöyle böyle, nerelisiniz, nesiniz?”
Adam cevap veriyor ama biraz da
ferahlamış. “Temiz bir huzura geldim ben.”
“Nereye gidersiniz?”
demiş. Uzakça bir semt. “Hiçbir vasıtanız yok. Gideceğiniz yer, pek yaya
gidilecek bir yer değil, aşağıdan demiş, giriniz bizim hayvanat dairesine,
sevdiğiniz bir hayvanı al. Benim sana hediyem olsun, ben sizden çok memnun
kaldım. Böyle bir sima görmek isterdim. Bana yine uğrarsınız bir hukuk tedarik
ederiz. Sizinle bir hukukum olsun benim. Pek kusura bakmayın.” demiş, şöyle
bir kesede o günün parası altın vermiş.
Adam inmiş, almış hayvanı gidiyor.
Fakat hizmetini gören adam, içinden tabi bir şey demiyor, ama. “Herife bak,
demiş. Bize hizmetini gördürdü, yedi içti. Atın en cinsini aldı, keseyi de aldı.
Biz şurada on üç senedir hizmet ederiz, bize otuz para vermedi bu adam. On üç
senedir de hizmet ederiz!” Yine hizmet görüyor ama bunu da daima artık zikrediyor.
Kafasında böyle film çevriliyor.
Üçüncü günü çağırmış. Gel
buraya, demiş. “Misafir gittiği andan itibaren işte şöyle idi, işte
böyle idi, şunu aldı, bunu aldı, biz bu kadar yaparız, bize bir şey vermedi
filan… Halt etme, demiş. O adam, bana onun bir çıkıklığı vardı. Hayatta
bir defa yalan söylememiştir o adam. Kalbi rikkatle çarpar, yanında Hak
zikredildiği vakitte gözü yaşla dolar. Gönlünde muhabbet kaynağı kaynar, fakat muktezâ-i[9]
beşeriyet [10]
bir çıkıklığı vardı, o da o içtiği
şeydi. Şimdi ona kâinatı versen içemez ya, demiş. O da geçti. Ben onu, bir
ufak kese altınla bir ata aldım yahu! Bana daha pahalıya satsaydı daha neler
veririm. Senin ben hangi şeyini düzelteyim, demiş. Bugün hasedini
kaldırırım, yarın buğzun çıkar. Buğzunu izale ederim, şehvetin meydana gelir. Onu
kaldırırım, riyan meydana gelir. Başa çıkamadım ki seninle, demiş. Hastalık
bir tane değil ki! İhtilât[11]
etmiş büyük bir derd-i maneviye sahipsin!” Bir şey anlatabildim mi
acaba? An yeri bu.
Gelmede gitmede ihtiyârımız yok,
dedik. Bunun üzerinde konuşuyoruz. Yok! Kâinatın serir-i saltanatına sahip
olsa, istikamet karşı ki çukura, marş marş! Hepimiz koşuyoruz. Şimdi çukura
girmeyecek yok.
Yalnız, ahlak der ki: Taaffün[12]
edecek olan bu vesika, ceset denilen bu hilkat, o çukura hubût[13]
ederken mânâ Refik-i Âlâ[14]ya
urûc[15] ediyor.
Aradığımız dert bu. Yoksa burada tam bir huzur ararsan dünya sahnesinde,
yoktur kardeşim. Hiç yok! Tam istirahat musalla taşındadır. İnsanın oh nefesi
son nefesidir. Ohh, der gider. Ondan evvel yok.
Kendi kulaçlarınla bu derya-i
kesrette yüzerim, dersen boğulursun. Doğumlar dalgasız denizden dalgalı denize
düşmek demektir. Doğdun mu tutuldun. Daha kurtulmak yok, o hâlde tav’an[16]
teslim ol. Tav’an teslim ol. Hatta insan çok tekâmül edecek olursa, bu bir
şöyle sizin kalbinizde açık bir vâridât olarak dursun. Bizim içün caiz değil.
Bazı kaideler vardır ki, mesela: “En yüksek bir adamı, bir adam tamamıyla böyle
onu onun gibi olayım.” Olamazsın. Neye benzer? Yelkenli kayıkla Amerika’ya
gitmeye benzer. Boğulur denizde, onun gemisi ayrı.
Hani bak, görüyorsun ki
evliyaullahtan bir zat mesela, şu fiilin faili, “ben de…” Ama oraya kadar çık
ondan sonra. Birinci sınıfta, ilk mektebin üçüncü sınıfındayken, en yüksek tahsilin
son sınıfındaki diplomayı adama vermezler ki! Anlatabildim mi? Umur-u âdiye de
bile bir insan, parlak kafası olursa on sekiz senede eline bir şey veriyorlar.
On altı sene, on dört sene, on sekiz sene… Öyle, tam olmuş mu olmamış mı o da
yine ayrı. Yalnız o kâğıdını alır.
Ee mânâ ilminde böyle birinci sınıf
da iken en son sınıfını alayım dersen yıkılırsın. Mesela, ilk mektebin ikinci
sınıfındaki bir talebeye cebir muâdelesi[17]
yaptırmaya, kimya muâdelesi yaptırmaya başlanırsa maarif müfettişi gelir,
gelince bakar der ki: “Senin müfredat programında var mı? Bu çocuğu gabî[18]
edeceksin!” der. Bu onun sahası mıdır? O müfredat programın da. “Efendim işte yüksek
ilimle...” Yook, derece derece. Bir şey
anlatabiliyor muyum acaba?
Bir misal verecektim hafızamdan
çekildi, onun içün bunu söylemiştim ama misal kaçtı. Vereyim misali yine. Son bir sahaya geldiği vakitte
tedbir de mezmum[19] olur. Hani
derler ki: Tedbirde kusur etme takdire, tedbirde kusur edip de takdire
bühtan[20] etme.
Bu bir kaide. Fakat insan; son bir, bir mânâ-i zevkiyeye terfi eder, teâli eder,
orada tedbir de bir suç olur.
Mesela Yusuf Aleyhisselamı, kardeşleri
“Bizimle beraber yaz mevsimidir, işte şöyle çıksın oynasın, bizde ona sahip
oluruz, hafız oluruz, muhafaza ederiz, sıyânet[21]
ederiz...” diye şekil vererek, ihanet hazırladıkları hâlde, babası: “Dikkat
edin, bunu kurt yemesin!” filan etmesin, filan diyerekten söylediğinden dolayı
bu bela başına geldi, diyor Hazreti Muhammed.
O tedbirleri zikrettiğinden dolayı, tamamıyla tecviz-i[22]
teslim olsaydı öyle bir şey olmayacaktı. Bir şey anlatabildim mi? Ama bizde değil
o. Sen tedbirini de yapacaksın, şimdi o sahaya biz çıkmadık, onun sahası ayrı.
Hani çook dikkat ettiğin böyle üzerinde
böyle titrediğin bir dostun olur da ufacıcık cümlesinin içerisinde bir koku
duyarsın, derhal sende bir sarsıntı olur. Fakat doslukta seninle o mertebede
değil, öyle konuştuğun bir adam, ne kadar kabalık yaparsa yapsın gülersin,
geçer gidersin. Anlatabiliyor muyum? İnsanların da Hak yanında böyle rütbeleri
vardır.
Allah, gayyurdur. Musa’nın bir
tek kelimesine tahammül etmedi. Niye Hazreti Musa’nın elindeki mucize ejderha
oldu? Ejderha olmasında bir hikmet vardır.
حَيَّةٌ تَسْعَى [23]
Başka bir şekilde tecelli edebilirdi. Musa'yı
çok seviyordu. Musa, Kelimullah rütbesine çıkmaklık tecellisine mazhar olmuştu.
İstifa kanununa girmişti yani ya. Sordu ona bir gün, nübüvvetin ilk geldiği gün
işte. “Ne yaparsın sen?” dedi. Sözü tek cümle ile bitirmiyor. Öyle bir cümle
ki, cihetsiz, sessiz sedasız, bizsiz sizsiz, bir konuşma. Zevk kesilmesin
diyerekten, cümleleri birbiri arkasına serdetmeye başladı. “Şunu yaparım, bunu
yaparım. Elimdeki değnekle yaprak düşürürüm, koyunlarımı otlatırım, yorulduğum
vakitte, dayanırım.” Hah, bu “Dayanırım” kelimesi Allah’ın gücüne gitti. “At
bakayım elindekini!” dedi. Attı bir حَيَّةٌ تَسْعَى
oldu. İnce bir ders var.
“Senin Benden başka ne
dayandığın varsa böyle yılandır.” Acaba
anlatabiliyor muyum? “Sen, Benden
başka neye dayanırsan heyet-i umumisi böyle حَيَّةٌ تَسْعَى dır. Fakat rücû et, bir daha böyle…”
Hâlbuki onu böyle bir kasd-ı
mahsus ile söylememiştir. Ama işte Hudâ, adamına göre tecellisi var. Sen desen
dayanırım, sana bir şey demez. Zavallı der, dayandığına bak bunun der, dayansın
bakalım, der. Sende hoş görür, fakat onda görmez. Makamlar ayrı. Evet, bazı
kitap da görürsünüz. Mesela İbrahim Hakkı ile veyahut diğer büyük evliyaullahın
asârında bazı şeyler söylerler. Onların hepsi haktır. Fakat kendi mertebeni
bul, ona göre amel etmeye çalış. O olmadan olmaz.
Üzüm korukken ekşidir. Fakat aslı
maddesi birdir. Üzüm olmak başkadır, koruk kalmak başkadır. Acaba
anlatabiliyor muyum? Sen koruktan üzüm diye sofraya korsan kimse yemez fakat
beklersen olur. Üzüm olduktan sonra herkes yer. Üzüm niyetine. Anlatabildim mi
acaba? İnsanların da koruk hâli vardır, üzüm hâli vardır. Biz o tedbiri
terk ettiğimiz gün, sarsıntı başlar. Dayanamazsın sonra. O hâli, gördüğü
vakit tedbiri terk eden adam, müşâhedesinde daima Hak vardır. O zevk, onu
hiçbir şeyden şeye koymaz, bir kedere sevk etmez. Kendi yoktur ki keder olsun. Anlatabildim
mi acaba? Evet, söylemişler, mesela:
Tedbirini terk eyle takdir Hudâ’nındır!
Sen yoksun o benlikler vehm ü gümânındır[i]
O güzeldir fakat o sınıfa ait bir
cümledir. O makama çıktıktan sonra, perde açıldıktan sonra hakikatte kimin
dediği olduğunu anlarsın. Ondan sonra boynunu kesersin. Fakat sen, benlik çölünde
dolaştığın müddetçe elindeki mevzuat ile hareket etmek mecburiyetindesin. Hadi
buna gayet tatlı bir misal söyleyeyim.
Evliyaullahtan bir zat, ismi
hafızamdan şimdi çıkmış, gelirse söylerim. Bir yere gitmek istiyor. Dostları
diyorlar ki:
“Gitmeyiniz oraya.” Gideceğim,
diyor.
“Ama gittiğiniz yerde hayatınız
tehlikededir.”
“Gitmekliğim icap ediyor.” “Hayatınız
tehlikede.” “Ee gideceğim!”
“Tedbir yok mu efendim?” diyorlar.
Tedbir alsanıza. Başlamış ağlamaya. “Yahu, demiş. Beni, demiş. Demekki
temiz bir Müslüman, bir mümin tanımıyorsunuz. Ben hâlâ mı kafirim? Hudâ’nın
takdiri karşısında, O'nun yaptığına karşı bende bir şey yapmaklığa mı kalkayım?”
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Ama o, O’na aittir ha. O ayrı. O hiçbir
vakit Huzur’dan gafil değil. O, O’nda o. O, onun zevki. O, onun şeyi.
Bir misal daha vereyim size.
Bugün mevzû oraya uğradı. Zevk alıyor musunuz, değiştireyim mi?
Marifetullah zevkine sahip olmuş,
insaniyetin insana emanet olduğunu duymuş, bir zât-ı âli; hükümdara, zamanında
bazı incelikler anlatmak istiyor. İnsaniyete hizmet etmek içün.
“Çünkü yani bir câha sahip
olayım, benim ilm-i irfanımı görür de bana bir rütbe verir(!)” Çünkü rütbe, câh, mansıp, bunların hepsi; hakikat-i
insanisinden mahrum edebilecek, yani insana lazım geldiği şekilde hürriyetini
verebilecek saha değildir. İnsanı kaydırır, kayıt altına alır. Anlatabildim mi
acaba? O zahir de benden yüksek kimse yok, ben hürüm hükmederim, der. Hayır!
Hayalinin kölesidir zavallı, daima mukayyet.[24]
Ama perde-i gaflet insanı perdeler, insana bir sahte varlık gelir. Eğer ilm-i
marifetle, Hak’la kendisini çerçevelemezse yıkılır da gider. O benlik kadar
dünyada fena bir şey yoktur ki! Yer, adamı yer. Kibr-i nahvetle[25]
kabaran göğüs/sadr, toprağın üzerinde ezilir. Öyle değil mi? Yer, adamı yer.
Neler gelmiş, neler gitmiş? Yalnız iftihar olunacak bir bahis de vardır ki
orayı da söyleyeyim size, eski konuşmalarda da söylemiştim.
سَبْعَةٌ يُظِلُّهُمُ اللَّهُ في
ظِلِّهِ يَوْمَ لا ظِلَّ إلاَّ ظِلُّهُ : إِمامٌ عادِلٌ ، وشابٌّ نَشَأَ في
عِبَادَةِ اللَّه تَعالى . وَرَجُلٌ قَلْبُهُ مُعَلَّق بالمَسَاجِدِ . وَرَجُلانِ
تَحَابَّا في اللَّه . اجتَمَعا عَلَيهِ . وتَفَرَّقَا عَلَيهِ ،[26]
.
İlâ âhiri. Allah-u Teâla öyle diyor. “Yedi sınıf
insanı, yedi sınıf halkı gölgesi olmayan günde, bizâtihi kendi gölgemle
gölgelendireceğim.” Eee Allah cisim mi ki gölgesi olsun? Haşa! Allah’ın
Allah’ça gölgesi. Biz öyle iman ederiz. Anlatabildim mi? Hadisat ve
tasavvurattan münezzeh, bizim bilmediğimiz şekilde, kendi bildiği şekilde gölgesi.
Malum ya hepimiz gideceğiz. Tabi benim bu konuştuklarım,
ben sizi inanmış zümre olaraktan karşımda görüyorum. Gelmesindeki gitmesindeki
gayeyi duymuş, insanlığı kabul etmiş, maddenin kesafetinde boğulmamış. Hepimiz
beşeriz, birçok çıkıklıklarımız olabilir. Fakat itirafımız var, değil mi ya! O
itiraf bizi kurtarır. İtirafımız var bizim. Hakk’ı kabul etmişiz. Yoksa
maddenin kesafetinde kalmış, ona ait değil bu söz. Onun sözü ayrı, onunla da
konuşmasını biliriz fakat şimdi lüzumu yok. İnanmış bir zümre, gönlünde bir
muhabbet, içindeki kedureti[27]
atabilecek cümleler bekleyen bir sınıf diyerekten konuşuyoruz.
Öyle diyor, Hudâ. “Ben cüz-ü tasarrufları kaldıracağım.”
Ne demek cüz-ü tasarruf? Bu âlemde bizim, bir cüz-ü tasarrufumuz vardır. Türkçesi
şöyle daha iyi anlayalım: “Benim mendilim, benim bardağım, benim evim...”
İzafet yapıyorum, tasarruf ediyorum. Fakat hakikatte benim mi? Hayır! Benimse
ihtiyarlama, seninse uyuma. Çok uzağa gitmeyelim, uyudun mu hepsi gitti. Değil
mi? Kadında gitti, koca da gitti, evlat da gitti, iş sanat, hükümdarlık,
hamallık ne mesleğin varsa hepsini elinden aldı. Şuur filan, akıl ilim, hiçbirisi
yok. Hepsini alıyor. Verme seninse!
Ve onunla da diyor ki: “Bir gün vermezsem, ne yaparsın?
Her gün alıp veriyorum. Niye elini gere gere etrafına açarsın, semayı deler
gibi bakarsın. Ne uzanabilirsin, yeri ezer gibi, yaracak gibi basarsın,
yaramazsın, dibine giremezsin. [28] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ Mirascı Benim!” Diyor, Allah. “Bana, hepsi
Bana!” Vermez ki. Allah’ın verdiği şey yalnız imandır. Ondan mâadâsını adama
vermez. Ne verdiyse alır. Kollar adamı, o semayı deler gibi bakan neler gördü
bu kâinat.
Biz ne Rüstemler, ne Sâm u
Güstehemler görmüşüz
Sâgarından ayrılıp göçmüş ne
Cemler görmüşüz
Eşkimiz mey, nâle ney, âhımız şem’i
münîr
Var ol ey hicran şebi, senden
keremler görmüşüz
Bir etibba-i müdâvâttan sitemler görmüşüz
Herbiri kefen olmuş eshâbının iclâline
Bu âlemde ser-nigûn olmuş
âlemler görmüşüz.
Bir
şey yok orta yerde. Şurası çok güzeldir.
Eşkimiz
mey: Biz öyle
bir içki içeriz ki gözyaşımızı içeriz. Nâle ney: Öyle bir musiki
dinleriz ki, kendi kendimize kaldığımız vakitte ahhh deriz, oradaki terennumatı[29]
dinleriz.
Var ol ey hicran şebi, senden çok keremler görmüşüz.
Aklımda kalan yerleri bunlar, daha uzuncadır ya, bir gün hepsini okuyayım size.
Böyle,
cüz-ü tasarrufların alındığı gün. Yani hiç kimse “benim” kelimesini
kullanamıyor. Onu biz bu âlemde de görürüz ama pek farkında olmayız. Farkında
ol! “Hayattan azl oldun!” emri gelir. O yeleğinin şurasına parmağını takarak,
insana tenezzül edip de yüzünü çevirip konuşmaklık dahi göstermeyen, dinlerken
adamı bakmıyor yüzüne, böyle yandan duruyor şöyle yahut geriliyor filan. O
dimdik kafa, bir an-ı gayr-ı münkasımde çöker böyle. Etrafından bir şey bekler
amma anlayan olmaz. Doktor gelir sıcaklık verecek morfini vurur, buz kesilir.
Soğukluk verecek iğneyi vurur, ateş kesilir.
“Eşya bizâtihi müessir değil, Benim müessirim.” der Allah. “Ben vereceğim ki emir
olsun tesirat bizâtihi değildir, müessir-i hakiki Benim.”
Etrafındakiler birbirlerine bakarlar. Herkes boynunu büker,
buraya kadar der. Nihayet adamı kendi kendine bırakırlar. O kasıp kavuran kişi
bakarsın ki bir tahtanın üzerinde kafa kırık, kırık! Ne o? Ne ibret var? Sonra
o ne biçim şeydir, bilir misiniz? Onu insan düşünecek olursa acaba bir kimseye
zulmedebilir mi? Buna imkân var mı? Sen düşün, bütün malikâneler elinden
alınmış, bütün muhit kendisinden alakasını kesmiş, bir an evvel nasıl gidecek
diye herkes hem acıyor hem de yerine götürelim de bir çukura tıkalım, diye
bekliyor. Bundan daha büyük ibret alınacak hâl var mıdır yahu? Hepsi gitmiş,
ümit yok, bir şey yok! Böyle bak, nihayet boyunun alacağı kadar bir çukur,
kapaklar kapandıktan sonra hiçbir şey yok orta yerde. Biraz ağlar mağlar, üç
gün sonra hepsi gelir, geçer, gider. Eğer bir arif-i Hak da birkaç gönül kazanmış da o gönülde yaşıyorsa ne
âlâ. Bir de “Ohh kurtulduk!” diyorsa vay hâline. Bir de o vardır ya “Amann
kurtulduk!”
Onun içün İmam-ı
Ali öyle der.
Veledetke
ümmüke yebne âdem bâkiyen.
Ve’n-nâsu
havleke yedhakûne mesrûra
Veledetke
ümmüke ente bâkiyen.
Veledetke
ümmüke yebne âdem bâkiyen.
Ve ente
havleke yedhakûne mesrûra
Feched li nefsike
en tekûne izâ
mevtike ... İbareyi iyi idare edemedim. Bi düşüneyim, müsaade edin.
Veledetke
ümmüke yebne âdem bâkiyen.
Ve’n-nâsu
havleke yedhakûne mesrûra.
Feched li nefsike
enteküne izâ
betev ....
Veledetke
ümmüke...
Veledetke yebne
âdem bâkiyen.
Veledetke
ümmüke yebne âdem bâkiyen.
Ve’n-nâsu
havleke mesrûra
Feched li nefsike
en tekûne izâ
betev ...
Fî-yevmi
mevtike ve ente surûra.
Sizin uyuklayarak dinlemeniz… Anlatabildim mi sebebi odur.
Sebep. Belle! Dinleyenle söyleyenin kalbi birleşmedikçe Allah feyz vermez.
Kaide bu. Ama vakitte geç yorgunlukda geldi, hakkında var senin, bende iyi
anlatamadım, sana uyku geldi. Yine suç bende. Bunu kabul etmeli.
Mânâsı:
Ey ademoğlu,
yâdın da mı doğduğun günler.
Ağlar idin
sen, gülerdi âlem.
Öyle bir
ömür geçir ki
Olsun mevtin sana hande, halka matem.
Biraz daha açalım, insan doğarken ağlaya ağlaya doğar.
Ağlar. Neden? İstemez, geldiği âlemden memnundur. Buradan da gitmek istemez,
burada da gitmeyeceğim, diye ağlar. Ama geldikten sonra insana “Git, annenin
rahmine” dense: Yook, der. İstemem, der. Burasıda bir ana rahmidir, doğduğumuz
vakitte hadi dünya âlemine deseler, nâmütenâhi kâinatı verseler istemeyiz. Bir
şey anlatabiliyor muyum? Kudret bunların dersini bize kaçıraraktan yaşatır. İtiraz
etmeyelim diye.
Yâdın da mı ey ademoğlu, ağlar… Etrafındakilerde yavrumuz oldu, diye sevinir. Şimdi diyor ki: “Dikkat et, diyor. Gelişin, gidişin gibi olmasın. Gidişin, gelişin gibi olmasın. (Ters söyledim.) Gelirken sen ağladın etrafındakiler güldü. O kadar çok çalış ki ne yaparsan yap! Hâlinle mi, kâlinle mi, malınla mı, sözünle mi, servetinle mi, ilminle mi, irfanınla mı? Ne yaparsan yap. Öyle bir hâl kazan ki perde açıldığı vakitte ‘Gel!’ emriyle sen gül. ‘Korkma Bana geliyorsun.’ Hitab-ı manevisini al. Etrafındakilerde ahh kaçırdık, diye ağlasınlar.” İşte hayatın programı budur. Bir şey anlatabildim mi? Hayatta ki program bu. Bunu yap, ne yaparsan yap. Her ne istersen yap. Yalnız bunu kazan. Ama bunu ne ile kazanırsın? İlminle mi kazanırsın, hâlinle mi kazanırsın, irfanınla mı kazanırsın? Ne ile kazanırsan kazan. Gelirken ağladın etrafındakiler güldü, giderken sen gül etrafındakiler ağlasın. Hayat programı bu. İki cümlenin içerisine koymuş Koca Kerrâr.
Gelelim şimdi mevzuata, bıraktığımız yerine. Öyle diyor, Allah. “Yedi sınıf halkı, kendi gölgemle gölgelendireceğim. Gölgesi olmayan günde.” Bu şaka değil, kardeşim. Bizim bildiğimiz gibi değil. Tramvay durağında sıcakta tramvay beklemeye benzemez. Öyle değil o. Vapur iskelesinde vapur bekleyemeye benzemez o. İkinci hayat, başka türlü bir hayattır. Birinci sınıf o, şundan sonra şu gelir, mânâsına değil!
El-İmamu’l-Adil. Milleti idare eden bir baş ki millet gözünün içine
bakıyor. Adli ile her yeri istilâ etmiş. Anlatabildim mi acaba? Böyle câha
sahip olana can kurban. Anlatabildim mi? Birinci, o diyor. El-İmamu’l-Adil.
Öyle milleti idare eden bir baş ki adli ile. Çünkü adaletle bir saat
yaşamak, ondan mahrum olarak, ondan mahrum bir ibadetle, yetmiş sene yaşamaktan
hayırlıdır. Emir böyle. Ama biz bunun farkında değilizdir.
Biz de ibadetler âdet halindedir. Mirasyedi şeklinde, babadan
kalma! Onun için hayrını görmedik biz. Mirasyedi şeklinde olmaz. Yaa! Hâlbuki
bizim mânâmızda o kadar zenginlik vardır ki, oturmamız kalmamızın işareti dahi
bir hikmete bağlıdır. Miras yedi şeklinde! Babadan kalma! Mânen biz onun içün
kaybettik. Mânâ... Mesela misal vereyim. Her sene hatim indirir diyelim, farz
edelim Ramazan’da. Belki âdet edinmiştir, ayda bir tane yahut haftada bir tane.
Öyle insanlar var. Ona sor sen. Ekseriyeti söylüyorum, ben rast gelmedim belki
sen rast gelmişsindir. Ben kime rast gelmişsem niye okursun? “Ölüme okurum!”
der.
Mezarlık kitabı mı bu? Ölü içün mü geldi bu? Mezarlık içün
mü? Hazreti Muhammed, nefsinin hayrını
ayak altına aldı. Taif’de
taşlandı, bacağı kan içerisinde kaldı. Şib-i Ebu Talib de müşrikler boykot ilan
ettiler. Üç sene birçok eza-u cefa, ondan sonra Uhud’da mübarek yüzü, ayine-i
hak olan o çerçeve yaralandı, dişi şehid düştü. Ne bileyim, kızı hamile idi.
Babasına gelirken müşrikin parası ile tutulmuş adam mızrak attı, yaralandı,
düştü. Iskat-ı cenin[30]
oldu. Şehadetine sebep oldu. Daha neler, neler, neler... Sonra yapmış olduğu
şey neydi? Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, Allah deyin, diyor değil mi?
Hira dağından Lâ ilahe illallah davasını ne içün
açmıştı? O dava nedir? Zalim insana tapılmayacak. Putperestlik burada. Biz, yanlış anladık o
putperestliği de. Kilisede ki puta yirmi maddelik amanname verdi. Kilisede
ki put ile meşgul değil. Zalime, aciz insana tapılmayacak. Anlatabiliyor muyum
acaba? O günkü medeniyetler, daima kendisine taptırtıyorlardı, bunu yıkmak
içün geldi.
Yirmi üç sene de her zaman genç ve dinç olan Kitab-ı İlahiyi
getirdi. Sonra bizler onu yalnız ölümüze okuduk. Mezarlık kitabı yapılınca “Siz
ölüsünüz!” dedi, Allah. İnsanlık haklarımızı alıverdi. Anlatabildim mi? Ölüye
okuyorsun, sen diri değilsin ki! Sende ölüsün, dedi. Ölünün hakkı neydi onu
veriverdi.
Ben rast gelmedim hayatımda, bana ekseriyetle işte sorarlar.
“Benim çocuğum var, der. Birisini göstermez misin Kur’an okusun? Okutsun.” Korkarak
sorarım, neden bu lüzumu hissettin? Şöyle yapar; geldik gidiyoruz, arkamızdan
okusun, der. İçim yanar. Keşke aklına gelmeyeydi. Bir adama rast gelmedim ki
hayatını ona uydursun. Allah’ın istediği odur. Hayatını ona uydurmak. Nasibini
alsın.
فَاقْرَؤُ۫ا مَا
تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ[31]
Ona, bazı kimseler “Kur’an’dan kolay gelen yeri oku.” O, o
mânâ alınır ama asıl mânâsı o değildir. Müyesseri.[32]
Herkes Kur’an okuyamaz ki! Kuran’ı bir adam
okur, Hazreti Muhammed. Diğeri, ondan nasibi neyse hissesi onu alabilir. O
maliyetindir[33] onun heyet-i
umumisine kimse yaklaşamaz. Anlatamıyor muyum acaba? O nasib-i müyesser değil
ki onu alın. O taa birinci ayetinden, ikinci ayetinde…
[34]
اِيَّاكَ
نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ ne
kadar oku, böyle tutar Hudâ seni. Yeter o! O bir ayeti okusan, hatmetsen yeter.
Bütün tevhidin zevki oradadır işte.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ
Ya Rabbi seninle sana kulluk
ederim. Sen yardım ettin de sana kul
olabildim. Anlatabiliyor muyum? Sonra
öyle incelik vardır ki evvela çalışmak sonra yardım.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ Evvela
taabbüd[35] ondan
sonra yardım.
“Beni öyle bir isti’dat da
yarattın ki Senden başkasına gitmem.” Bunu oku ondan sonra “Ahmet bey, şu benim
işimi yapar mısın? Ne oldu, o iş!” Anlatamıyor muyum acaba? Kolay iş değil ki
o. Âdet hâlinde olmaz. Böyle olur. Âdet hâliyle olduğu an, sonra zaman gelir adamla
eğlenirler. Geri kafalı, derler. Değil mi? Hatta evindeki çocuğun eğlenir. İşin
acısı o. Okutursun, cebine parasını verirsin, harçlığını verirsin “Bırak o
kafaları!” der. Acaba bundan daha acı bir şey var mı? Onu düşün bir defa. Ondan
daha ağır bir şey var mı? Ruha sahip olan içün. Okutursun, parasını verirsin,
yemeğini yedirirsin, dişinden tırnağından artırırsın. Aman eşi akranı
içerisinde aman mahcup olmasın, dersin. Üzerine tir tir titrersin, ondan sonra “...
bırak!” der. “O kafa ile böyle kalmışsın!” der, bir de. Sen kendi kafan ile bir
şey yapmadın ki kardeşim. O kafa ile böyle diyerekten...
Sen, kendi kafan ile ne yaptın?
Hangi ilme mevzû verdin beyefendi? Hangi sanata model verdin, canım
efendim? Medeniyetini taklit ettiğin
âlemde hangi kitabın okunuyor kardeşim? Dedenin ki okunuyor ama. Daha uzun
vakit geçmedi, bir sene de olmadı. Mevlana’nın günü yapıldığı vakitte bütün âlem-i
Hristiyaniyeti temsil eden Papa: “Huzurunda hürmetle eğiliyorum.” dedi. Senin
dedendir. Sana demedi onu. Sonra...
Gönüller birleşmeli, zaman
tefrika zamanı değildir ki. Vahdet zamanıdır. Ele geçen zamanı fırsat
bilmeli. Kudret, bizi muhafaza ediyor. Esefle ölen geri dönmez. Esefle geçmiş
dirilir mi? Niye esef ediyorsun? Kendi kendine toplansana, hâllensene,
zevklensene, gönülleri birleştirsene. Teâli terakki yollarını arasana. Esefle
haddizatında hiçbir vakit ölü dirilmez.
Selametin anahtarı
doğruluktur. Bitti. At yalanı, dedikoduyu bırak. İlim sahasında gıybet var
mı? Var mıdır? Kafası işleyen bir adam, bir marifete kendisini vermiş, “Ben
bunu nasıl ihtirâ edeceğim.” diyerekten düşünürken sen onun yanına gitsen,
Ahmet böyleymiş, böyle böyleymiş. Şöyle yapar. Git, durduracaksın kafamı, der.
Ama iş yok, güç yok, ilim yok, marifet yok, nefsine taalluk eden sözü
söyledikçe açar. Haa bir de gıdıklar, daha açar. Ne faydası var? Âlemin
seyyiatı yüklenmeklikle teâli terakki olur mu? Anlatamıyor muyum ya? Olur mu?
Sonra silsileyi nizam-ı âlem hayâya
bağlıdır. El hayâ u katretün izâ kutire kutile kutile. İmam-ı Ali’nin
sözüdür. Hayâ bir damladır, düştü mü ölür.
[36] إذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ
Sormuşlar bu işin
mütehassıslarına, Hazreti Muhammed’in en ağır sözü hangi sözdür? En
korkulacak çekinilecek sözü hangi sözdür? Cevap veriyorlar, işte bu
okuduğum emri: إذَا لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ “Utanmadıktan sonra istediğini yap.” Ne var bunda
korkulacak? Alakasını kesiyor. Benimle nispetin yok, diyor. Ne yaparsan yap.
Bundan daha ağırı olur mu? Bilmem anlatamıyor muyum? En ağırı ve nispetini
kesiyor.
إذَا
لَمْ تَسْتَحِ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ
“Utanmadıktan sonra istediğini
yap. Yok, benimle alakası.” Öyle diyor. Ondan daha ağır şey olmaz.
Kendinden utanmayanda hiç kimseden utanmaz. İnsan ilk önce kendinden utanacak.
Anlatabildim mi acaba? Kendinden utandı mı her şeyden utanır. Kendinden
utanınca derhal Allah’dan utanır, sonra bütün mevcûdâttan utanmaya başlar. Kendinden
utanmak. Mevcudiyet, bir cemiyetin muhafazası, hayâ denilen mânâya bağlıdır.
Onunla devam edebilecek. Hayânın yaptığı işi kanun yapamaz. Tabirime
dikkat et.
İşte, bütün inzibat teşkilatı
işliyor kâinatta. Terbiye tezgâhları muazzam bir şekilde çalışıyor. En büyük
zabıta kavvâmini[37] birer
birer tecelliye çıkıyor fakat cemiyet-i insani de ah sesi dinmiyor.
Anlatabildin mi? Kanun nihayet buraya kadar gelir. Nihayet beni tutar; buramı
arar, buramı arar, şuramı arar, çırçıplak eder bırakır. İçime sokabilir mi
elini? Anlatabildim mi? Hülâsa silsile-i intizam hayâya bağlı. Başka. Hayâ oldu
mu mesela şeyden tetkik edelim. Okutanla okuyan, talebe ile hoca. Hoca
talebesinden utanmazsa Allah feyzi vermez. Olmaz, olmaz kardeşim. Bir şey
meydana getiremezsin.
Samimiyet olsun, derdik.
Samimiyet demek haddizatında ne bileyim ben? Samimiyet de bir muhabbet, bir mehâbet[38]
bir mahâfet[39]
böyle şeyler olur. Efendim, hoca ile talebe arasında samimiyet olursa
daha iyi inkişâf eder. Öyle samimiyeti
ters anladık. Samimiyet demek; tahtaya kalktığı vakitte cebinden çakıyı çıkarıp
trak oraya... Önce derse kaldırıp fırlatmak,
sonra el içerisinde onu öyle çekmek. Sor bakalım, bu mu samimiyet(?) Samimiyet
demek, hocaya kalktıktan sonra bilmeyince de: “Numaramı kır, bakayım!” Bu mu?
Olmaz ki o. İmam-ı Ali, öyle
diyor. “Bana bir harf öğretene ben köleyim.” diyor. Hocanın hakkı, babanın
hakkından üstün. Neden? Baban zahrından çıkardı, seni meydana getirdi. Hoca,
seni bu âlem-i süfliden alır Allah’a atar. Ondan üstün. Biz bu mânâyı
kaybettikten sonra çok acayip... Mânâ! Bilmiyoruz.
Mesela söyler Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi, ne intizam ne dehşetli maddeler var. Vaziyeti müsait olan insanın…
Herkes sia-i[40] hâline
göre. Vaziyetin herkeste ölçüsü ayrıdır. Herkes, sia-i hâline göre. “Çocuğuna
bakan kimse, senelerce alnı secdede çürüyen insandan efdaldir.” diyor.
Anlatabildim mi acaba? Aile irtibatı. “Çocuğun annesine babasına
muhabbetle bakması, her an ibadet hâlinde bulunmasından efdaldir.” diyor. Ne
öyle ana baba var, ne öyle evlat var. İkisi bambaşka bir şey. Birbirine
bağlamış. Bir evladın annesine babasına muhabbetle nazar etmesi... Öööff! Sözünü
dinlemez, beğenmez! Muhabbeti bırak, şimdi. “Arkadaşım gelecek, babam da buraya
çıkarsa bu adamın yanında, bilmem şimdi Allah’dan Peygamber’den bahseder
lüzumlu lüzumsuz!” Ben bunları hep duymuşumda konuşuyorum, kavl-i mücerret
değil. Yaa! Sonra ne olur? Sonra ne olur! Olmaz ki, bir şey olmaz sonra.
Âlem, semaya çıkmaya başladı.
Âlem semaya çıkıyor. Sonra sana Kudret, o semaya çıkandan fazla zekâ vermiştir.
Bunların hesabını ister. Sen o semaya çıkan, bilmem şunu ihtirâ edenden hafif bir
kafaya malik değilsin. Senin kafan daha dolgundur. Yerinde kullanmadığından
dolayı böylesin. O kafa başka kafa. O kafalardan çok üstün kafa.
Nerede kalmıştık? Asıl nirengi
noktası neresiydi, hatırlatın bana. Tamam, tamam, tamam. Biri öyle bir milletin
başı ki ondan herkes memnun. “Ohh, diyorlar. Namusumuz muhafaza edildi. İmanımız
muhafaza edildi. Gönlümüze vicdanımıza müdahale edilmedi. Teâli terakki içün
bütün emeller orta yere atıldı.” Böyle
böyle tutarım diyor, Allah.
O yedi sınıftan bir tanesi de:
و شابٌّ نشأ في عبادة ربه Gençliğindeyken Allah’a kulluk
etmiş. Malum ya insana hîn-i
buluğunda[41] nefs-i
emmare ordusu istila eder, insanı. Size burada gayet ince bir mânâ vereyim de
zevk alın. Büyük Kitab’da Kur’an-ı Mübin’de
Es-sûretü’lletî tüzkerû
fîhe’l-Bakara[42]
bir nazm-ı celil vardır.
Şöyle der, Hudâ: “Ey
Peygamber-i Hak, anlat. İbrahim ile İsmail’i anlat. Beyt-i Şerif’in temellerini
nasıl yükselttiler?”
Daima emirlerin, beyanat-ı subhâninin
bir zahiri vardır, bir de batını vardır. Bunun yarısıyla âmel etmek, yarısını
bilmek, o mânâ ilminin yarısını bilmeye delalet eder. İkisi birleşmesi şarttır.
Anlatabiliyor muyum? Mesela insan dendiği vakitte; bir cesedimiz var, bir de
buna taalluk eden ruhumuz var. Bunun ikisi birleştiği vakitte bize insan
deniyor.
Mânâya düşman bir adam gelir de
karşında derse ki: “Canım, İbrahim ile İsmail namında iki şahıs gelmiş. İnsan
pişirici bir iklimde bir çölün orta yerinde, gayet vazî, dört duvardan yapılmış.
Bunu da anlat diyor. Bundan ne çıkar!” derse, nasıl bir cevap verebilirsin?
Der ya, hasım bu! Her şeyi söyler adama.
Onun mânâ-i enfüsisi vardır.
Zahirde bir Hazreti İbrahim var, bir de onun mahdum-u necibi Cenab-ı İsmail
var. Bizim iklim-i vücudumuzda da bir İbrahim var. İbrahim’siz misin sen?
Sen nüsha-i kübrasın. Senin İbrahim’in ruhtur. Senin de bir İsmail’in var. O da
kalptir. Onun sıfatlarıdır yahut. Nazm-ı Kerim’in mânâ-i işarisine
bakılacak olursa. İnsanda hîn-i bülüğünda
nefs-i emmare ordusu vücudu istilâ eder. “Dikkat et, diyor. Kalıbında o istilâ olsun,
ruh ile ruhun sıfatlarına söyle, merkez-i hükümet-i insani olan kalbi, o beyt-i
İlahiyi, o nazargâh-ı sübhâniyi, ahkâm-ı İlahiyenin taşlarıyla kaldırsın, oraya
girmesin. O hükümet sükût ederse hepsi birden sükût eder.” Anlatabildim mi
acaba?
Şimdi gelelim emr-i Nebi’deki
işarete. و شابٌّ نشأ في عبادة ربه Gençliğinde gönlünü Hakk’a şey etmiş,
bağlamış. Malum ya züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. O makbul değildir
pek. İnsan züğürtleyince “Allah” der.
Allah diyor ki: “Hayatınız
tehlikeli bir zamandayken birisine Allah aşkına diye yalvarırsınız. O
Allah aşkına dediğiniz vakitteki, o kederli en korkunç zamanınızdaki
söylediğiniz o ismi, tam sürurlu zamanınızda söylerseniz, Bana bakıyorsunuz
demektir.” Anlatamadım ben burayı. “Hani şöyle bunalırsın da bir böyle, hayat tehlikeye
geçmiş filan bir vaziyette “Allah aşkına” dersiniz. O vakit senin bir heyecanla
bir Allah değişin vardır. Ben seni serbest bıraktığım vakitte de bu biçim
söyleyebiliyor musun? Benim yanımdasın.” diyor.
و شابٌّ نشأ في عبادة ربه Gençliğin de,
yoksa…
Hâcegân der zaman-i ma’zulî heme Şiblî yü Bâ-Yezid şevend
Bâs çün ber ser âmel arend heme ya Şimrî ya Yezid şevend
Molla Câmî’nindir bu. Belle bunu
çok lazım olur hayatta sana.
Hâcegân der zaman-i ma’zulî heme Şiblî yü Bâ-Yezid şevend
Bâs çün ber ser âmel arend heme ya Şimrî ya Yezid şevend
Mânâsı: Türkçeleştireyim,
herkesin anlayacağı şekilde. Masa sabibi, kasa sahibi, rütbe sahibi, câh
sahibi, mevkîinden düştüğü vakitte, zannedersin ki Şiblî merhum gibi evliyaullahtan
bir zât-ı âli yahut Beyazid-i Bestâmi gibi, Hazreti Tayfur gibi bir veli-i
kâmil. Öyle nazik nazik, böyle rakik rakik, böyle halim halim, öyle selim selim
konuşur ki böyle bayılırsın, diyor.
Bâs çün ber ser âmel arend
heme ya Şimrî ya Yezid şevend
Fırsat eline geçerde o
düşmüşlüğünden kurtulacak olursa, Ya İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şimr
veyahut ona emir veren Yezid olur, der. Bütün böyle tamamıyla, her zamanında
bir o. Câhı varken de öyle, yokken de
öyle. Başka, o Hazreti İnsan. O, ayrı. Hudâ böyle diyor işte.
و شابٌّ نشأ في عبادة ربه
Parası var, masası var, gençliği
var, güzelliği var, bütün nimetler üzerinde şükrünü yapıyor. Mesela güzel;
güzelliğin şükrü iffettir, namustur, muhafaza ediyor. Servet; şükrü infaktır,
şükrünü yapıyor. Masa; büyük bir masaya sahip, adalet yapıyor. Anlatabildim mi?
“Hah, bu insanı Ben gölgesi olmayan günde gölgelendireceğim.”
و شابٌّ نشأ في عبادة ربه Yoksa, sağ
tarafına felç isabet etmiş, sol tarafında sızı başlamış. Eh o da bir şey değil,
Hakk’ın Bâb-ı lütfu büyüktür, büyüktür amma kullanılmış elbiseyi giymek başka
kullanılmamış elbiseyi giymek başka. Değil mi?
اَلتَّائِبُ كَمَنْ لَاذَنْبَ لَهُ
“Tövbe eden, Hakk’a rücû eden,
o kabahati yapmayan gibidir.” Yapmayandır demiyor, bir “gibi”
kelimesi var orada. Anlatabildim mi inceliğini.
اَلتَّائِبُ كَمَنْ لَاذَنْبَ لَهُ
Tövbe eden günah yapmayan
gibidir ama “gibi” var orada. O ne demek, o? Bak sana anlatayım. En
kıymetli kumaştan iki tane elbiselik kestirirsin. Gayet kıymetli işte, cemiyet de
kıymeti olmuş. İki elbiselik, iki bin lira verdin, kestirdin. İkisini de aynı
terziye diktirirsin. O da güzel. Aynı terzi dikti. Birini giyersin, günün
birinde bir yağ dökülür, öbür tarafta otomobilin yağlı boyası sürülür yahut
birisi bir şey yapar. Onu yıkattırırsın, çıkarttırırsın. Sıkılırsın, iki
elbiseyi de satılığa çıkarırsın. Kumaşlar bir, terzi bir, öteki de temizlendi
yıkandı, hiç kiri belli değil. Götürürsün ehline satacaksın bunu. Buna on lira
verirse, kullanılmamış kumaşa mesela elli lira verir. Canım bu da aynı kumaş
ama kullanılmış, der. Seyyiatlı kulda rücû eder ama kullanılmış kuldur. Bir
şey anlatamadık mı?
Gençliğinde, diyor. Ondan sonra altmış
dedi mi, bir rivayet de yetmiş dedi mi o tekâullah. Allah “Kalemi kaldırın.”
diyor. “Bu gençliğinde Bana sarılmıştı, artık Ben buna sual sormaktan hayâ
ederim. Kalksın kalem!” Tatlı değil mi?
Ne tatlı şey bu.
Üçüncü sınıf: وَرَجُلٌ مُعَلَّق قَلْبُهُ بالمَسَاجِدِ
“Öyle bir adam ki zahirde ateş
gibi. İşinde gücünde faal. Verdiğim nimetin hiçbirisini eksik etmiyor. Akıl
nerede kullanılacak, kullanıyor. Fikir nerede kullanılacak kullanıyor. Kuvvet
nerede kullanılacak, kullanıyor. Rüyet nerede işleyecek işletiyor. Bütün
nimetler yerli yerinde, gönlü de mescide bağlı...”
Bu bizim bildiğimiz zahirde
yalnız taştan topraktan yapılan mescit değil ha! Ona bağlı ya o mânâyı al bir defa,
hani dedik ya enfüs mânâsıda var. Ee hangi ya? Başka mescit var mı? Tabii. Mescit-i
kebir-i kâinat var. Kırık kalp. “Ene inde min kesretü'l-kulûb. Gafiller
beni göklerde arar, arifler gönüllerde. Benim adresim, kırık olan kalplerdedir.
Ben oraya hususi tecelli ederim.”
Bütün işi ile gücü ile meşgul,
bunun arasında da “Ah bir kırık kalp nerede var satın alayım.” diye geziyor.
Bir gün aklımıza geldi mi acaba? Bir gün
geldi mi? Sabahleyin kapıdan çıkarken “Ya Rabbi, beni hangi işte
kullanacaksın. Beni kendine dost yaptın mı?” Evliya derler. Evliyanın mânâsı
dost demektir. Anlatabildim mi? Eğer onu halk nazarında büyütür. Evliya
deyince, marangoz dükkânından çıkmaz, senden benden olur bu. İnsanlardan. Onu
kimisi böyle eci bücü görür, kimisi böyle büyütür filan kafasında, öyle değil
insan. İnsandan olur o. Allah’a dost işte dost. Allah evliyasına ne güzel
Mevla, tedbirine güvenene de ne güzel nasîrdir.[43]
Değil mi? Öyle! “Beni hangi işte kullanacaksın? Hangi düşmüşe benim elim
uzanacak, uzattırabilecek misin? Nimetine bu el ne vakit musluk olacak?” Böyle
bir dert geldi mi? Eğer bu dert gelmişse korkma. Böyle yanarak içinden.
Vakit epeyi olmuş, söyleyeceğim
sözlerin başındayız. Bu yedi sınıfı ikmal edecektik. Fakat vesait de pek çabuk
çabuk bulunmuyor. Sağ kalırsam haftaya inşallah gene konuşuruz. Yalnız haftaya konuşmalar
saat dörtte. Sizin içün de iyi değil mi? Saat dörtte. Konuşmalar dörtte. Bulunmayan
arkadaşlarınıza da söylersiniz, belki bugün başka işleri bulunupda gelemeyen
olanlara, dörtte konuşmaya başlayacak dersiniz.
[1] Dûn: Alçak, aşağı, altta, aşağıda olan...
[2] Tarfet-ül Ayn: Göz kapağının bir kere açılıp
kapanması kadar geçen kısa ân.
[3] Rakik(a) (Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet
ve şefkat sahibi olan.
[4] Âlûd- Âlûde: Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış.
[5] İhtirâ': Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir
şeyi keşfetme. İcad etme. Yaratma, yoktan var etme.
[6] Müstear: (Ariyet. den) Kendi malı olmayan,
iğreti alınmış, emâneten alınmış olan. Kendini belli etmemek
için kullanılan takma bir isim.
[7] Sekir-Sekr:
Kendinden geçme hâli,
sarhoşluk, esrime. Sarhoşluk. Mânâ âlemindeki sarhoşluk.
[8] Hoşâmedî:
Hoş geldin, deme. Hoş geldine
gitme, hoşça karşılama merasimi (Fars. ḫôş ve âmedі “geliş” ile ḫōş-âmedі)
[9]Mukteza / Muktezâ / مُقْتَضَا: İktiza etmiş, lâzım gelmiş. Bir şeyin gereği. Gereken, gerekirlik Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş.
İcab eden.
[10] Muktezâ-i beşeriyet: İnsanlık gereği, insan
olmanın icabı.
[11] İhtilât: Birkaç şeyin birbirine karışması. Karışma. · Görüşme,
kaynaşma.
İhtilât etmek:1) Karışmak.2) Birkaç hastalığın birbirine karışması. 3)Ravinin hadis rivayetine ehliyenini yok eden şuursuzluk, akıl karışıklığı, akıl eksikliği ve zayıflığının hali.
[12] Taaffün: Ufunet.
den) Çürüyüp kokuşma. Bozulma.
Çürüme sonucu kokma. Fena
ve pis kokular.
[13] Hubût: Aşağı inme. Düşme
[14] Refik-i A’lâ: En yüce Dost yani Allah’u Teâlâ.
[15] Urûc: Yukarı
çıkmak. Yükselmek.
[16] Tav'an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi
isteğiyle.
[17] Muâdele: (Matematikte: Denklem, problem.)
Ayrıca: Adalet. Müsâvilik, denklik.İki şey arasında mikdarca, vasıfca
beraberlik. Karşılıklı anlayış.
[18] Gabî: Ahmaklık eden, budalalık eden.
Anlayışsız, ahmak, bön.
[19] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak
ayıplanmış. Kötü.
[20] Bühtan: İftira. Birisine yalandan bir şey
isnad etme. Birisini suçlu gösterme.Dalgınlık. Medhûş ve
mütehayyir olma.
[21] Sıyânet: (ﺻﻴﺎﻧﺖ) i. (Ar. ṣiyānet) Koruma,
muhâfaza, himâye.
[22] Tecviz: Câiz görme.
[23] Taha Suresi 20. Ayet-i Kerime: فَأَلْقَاهَا فَإِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعَى
Meali: Bıraktı ne baksın o bir yılan olmuş koşuyor
[24] Mukayyet: 1. bağlı bulunan, bağlanmış olan. 2.
bir koşula bağlanmış olan.
[25] Nahvet: Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme,
böbürlenme.
[26] Hadis için
bk. Buhari, Salât, 187; Müslim, Zekât 91; Tirmizî, Zühd, 53
[28] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[29] Terennüm: Güzel güzel anlatma. Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. Ötmek. Musikîleşmek.
[30] Iskat-ı cenin: Çocuk düşürme
[31] Müzzemmil Suresi 20. Ayet-i Kerime اِنَّ رَبَّكَ يَعْلَمُ اَنَّكَ تَقُومُ اَدْنٰى مِنْ ثُلُثَيِ الَّيْلِ وَنِصْفَهُ وَثُلُثَهُ وَطَٓائِفَةٌ مِنَ الَّذ۪ينَ مَعَكَۜ وَاللّٰهُ يُقَدِّرُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَۜ عَلِمَ اَنْ لَنْ تُحْصُوهُ فَتَابَ عَلَيْكُمْ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِۜ عَلِمَ اَنْ سَيَكُونُ مِنْكُمْ مَرْضٰىۙ وَاٰخَرُونَ يَضْرِبُونَ فِي الْاَرْضِ يَبْتَغُونَ مِنْ فَضْلِ اللّٰهِۙ وَاٰخَرُونَ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۘ فَاقْرَؤُ۫ا مَا تَيَسَّرَ مِنْهُۙ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَقْرِضُوا اللّٰهَ قَرْضًا حَسَنًاۜ وَمَا تُقَدِّمُوا لِاَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللّٰهِ هُوَ خَيْرًا وَاَعْظَمَ اَجْرًاۜ وَاسْتَغْفِرُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ
Meali: Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.
[32] Müyesser: (ﻣﻴﺴّﺮ) sıf. (Ar. teysіr “kolaylaştırmak”tan muyesser)
•Kolaylıkla olan, kolaylıkla yapılan, kolaylaştırılmış. •Nasip olan
[33] Maliyet: değer, mal olma değeri.
[34] Fatiha suresi 5. Ayet-i Kerime اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ Meali: Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti.
[35] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek
[36] Buhârî, Enbiyâ, 54; EbuDâvûd, Edeb, 6.
[37] Kavvâm: Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden.
[38] Mehâbet: Heybet. Hürmetle karışık korku. İhtiram. Azamet. Büyüklük
[39] Mahâfet: Korku. Korkmak.
[40] Sia/ Sea/ Saa: Genişlik, bolluk.zenginlik. *Güç, tâkat (ﺳﻌﻪ) (Ar. vus‘at’tan si‘a – se‘a)
[42] Bazı sûreler birden fazla adla anılır. Zerkeşî bu isimlendirmelerin vahye dayalı (tevkīfî) olma ihtimalini daha güçlü bulur (el-Burhân, I, 367). Konuyla ilgili rivayetler ise bu adlardan birçoğunun sahâbe tarafından verildiğini göstermektedir. Sûre adları peygamberler, mümin, kâfir ve münafıklar, önemli tarihî olaylar, âhiret halleri, hayvanlar, tabiatın çeşitli özellikleri, güneş, ay ve yıldızlarla ilgili olup bu durumun bir medeniyet algısı ve inşası için önemli olduğu düşünülmektedir. Sûrelerin sûretü’l-Bakara, sûretü Âl-i İmrân gibi adlarla anılmasının uygun olmadığı, bunun yerine “es-sûretü’lletî tüzkerü fîhe’l-Bakara” (içinde ineğin anıldığı sûre), “es-sûretü’lletî yüzkerü fîhâ Âlü İmrân” (içinde İmrân ailesinin anıldığı sûre) denilmesinin gerektiğine dair rivayet uydurma kabul edilmiştir. Sûrelerin gruplandırılarak adlandırıldığı da bilinmektedir. Bu adlandırmaların çoğu Resûl-i Ekrem’e dayandırılırken bir kısmı onların uzunluğuna ve kısalığına göre yapılmış, bir kısmında ise başka özellikler göz önünde bulundurulmuştur. Bir hadise göre yapılan tasnifte sûreler tıvâl (tuvel), miûn, mesânî ve mufassal diye anılır (Müsned, IV, 107).
[43] Nasîr: Yardım eden, imdâda yetişen, yardımcı, muin.
[i]Tedbîrini terk eyle, takdir Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler hep vehm‐ü gümânındır
Birden bire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Meyhâneyi seyrettim
uşşâka matâf olmuş
Teklîf ü tekellüften sükkânı muâf olmuş
Bir neş’e gelip meclis bîhavf u hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Ey dil sen o dildâre
lâyık mı değilsin ya
Dâvâyı muhabbette sâdık mı değilsin ya
Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Mahzun idi bir gün dil
meyhâne‐i mânâ’da
İnkâra döşenmiştim efkâr düşüp yâda
Bir pir gelip nâgâh pend etti alel‐âda
Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Bir bâde çek, efzûn kap
mecliste zeber‐dest ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol
Alçağa akar sular, pay‐i hümâ düş mest ol
Pür çûş olayım dersen Gâlib gibi ser‐mest ol
Âşıkta keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz Pir‐i Mugân’ındır
Şeyh Galip
0 yorum:
Yorum Gönder