053 (12.07.1959) 80 dk. (142)
Zâtının bütün isimlerine mazhar olabilecek bir tecellide bu sahne-i şuhûda getirildiğinden dolayı öyle mensi mühmel bırakılmayacak.*
(*Ses kaydının ilk dakikasındaki konuşmalar birbirine
karışmış, mevcut hâliyle çözebildiğimiz kadarını aktardık.)
Vak'a beşeri takatle kudretle insanın hakikati, tarif edilemez. Bugün biz daha bir rüyeti tarif edemiyoruz. Konuşmayı tarif edemiyoruz. Konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu anlatamayız. Ee görürüz, görmeyi tarif edemeyiz. O yapılan tarifler göz. Ben gözü sormuyorum ki. Görme nedir? Fiil-i rüyet. İnsanın iki âlemle alakası var. Onun için tarifi layığı ile mümkün değil. Fakat hiç tarif edilmeden de geçilmez ya. İnsan, onları hisseder kendi vücudunda. Mânâ-i ihtivasında, vicdan-ı kibriyasında onları bulur.
Her bilinen şey, elfâza sedaya, harfe
sığmaz. İnsan kendisi onu tadar. Bir yüzü âlem-i hilkate nazır, bir yüzü de âlem-i
kudrete. Âlem-i hilkate nazır olan veçhesinde kendisine rehberlik edebilmesi içün,
Kudret bir kuvve-i nuraniye bahşetmiştir. Mazi ile hâlin istikbalin muhasebesini
yapabilmesi içün, bir akıl vermiştir. Meçhulden malumu çıkarsın içün,
hissin galatlarını tashih edebilsin içün, akıl denilen bir cevher. Bunları
bahşetmiş. Fakat bu akla da nihayet bir yere kadar yol verilmiş. Sınırlı.
İnsan gönül âlemine girdiği
vakit, aklın verdiği vergi, kendisine yetmiyor. Fakat ki faide ki, bu âleme
ihtiyârsız gelen birçok ve ihtiyârsız giden, bu geniş insan varlığı, bunun
farkında değil. Aklı da layıkı ile ne bileyim işte kelimesini bulamıyorum. O medar-ı
teklif olan akla da layıkı ile hizmet edemiyor. O da isyana inkılap ediyor.
Onun içün: Ahlaka göre beşer
üçe ayrılır. İnsan, âdem, bir de canlı konuşan. Üçe ayırır ahlak. İnsan,
der. Ünsiyeti var da ondan insan, diyor. Neyle ünsiyeti var? Aslı ile ünsiyeti
var. Enisini, munisini, yârini bulmuş. Aslı ile hukuk tedarik etmiş. O'nun
enisi olmuş, insan olmuş. Ünsten müştak. Bir de âdem, hilkatin inceliklerine
vakıf olmuş. Her varlığın burhanını görmüş. İsimlere mazhar olmuş. Nimete layık
kılınmış. Mün’ime[1] talip
bir vaziyette, o da insan. Bir de canlı konuşan. Gelişten gidişten haberi yok.
“Ben bir kör tesadüfün neticesi olaraktan, işte zuhur etmişim. Fırsat elime
geçtiği vakitte vururum kırarım, ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin etmeklik içün
neye maliksem onu sarf ederim.” Farkında olmadan sayılı nefesini tüketir gider.
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?
Ahlaka göre beşer üçe ayrılır.
Birine insan, der. İnsanın ufacıcık, tarifi çok dedik ya hakkıyla yapamayız. Fakat
zevâhirinden bir tarif yaptık. Özünü, özünü veremeyiz ki! Kelimesi yok ki.
Neden yok? Bir de âdem. Her şeyi yerli yerinde kullanmasını bilen kimseye âdem
denir. Kudretin kendisine vermiş olduğu birçok vâridâtı, emanet biliyor ve
onu yerli yerinde tasarruf ediyor, kullanıyor. O âdem.
Âdem olmak
istersen Âdem ara
Âdemi bul,
Âdem ile Âdem ol.[i]
Seyyidü'l-âlemdir
Âdem, gayrıdan sevdayı kes.
Âdemiyet ufak bir rütbe değil ha!
Sen şöyle bir, kendi kendimize hepimiz, bir muhasebe yapalım. Hilkat bize birçok
nimetler vermiş, acaba biz bunu yerli yerine kullanıyor muyuz, kullanmıyor
muyuz? Tekâmül evvela buradan başlar. Teâli terakki evvela buradan. Gerek toplu
halde gerek fert hâlinde.
Ben çok yükselmek istiyorum. Her
cihetten yükseleyim istiyorum. Hem maddeten hem mânen. Çare nedir buna? Evvela
bunun ilk çaresi: Kudret’in sana vermiş olduğu bütün nimetleri yerli yerine
kullanıyor musun, kullanmıyor musun? İlk emri şudur: Kazancında kimsenin
ahı olmasın. Kendi kazancında, kendi içinde oturan sessiz sözsüz, bizsiz
sizsiz konuşan hâkimin. Öyle bir yerde
oturur ki o hâkim. Acayip. Sana desin ki: “Sen bunu hak ettin.” O hâkimse. E
alacağın kuvvetin, o kendi iklim-i vücudunda oturan hâkimin hükmü ile “Bu sana
layıktır, bu senin hakkındır.” dedikten sonra onunla tedarik edilen kuvvet,
senin vücudun da tecelli ederse, yol almaya başlarsın. Bir defa gam ve keder
gider.
İnsanlara gam ve keder, yeis,
kazançlarının bozuk olmasındandır. O kazanç bozuk olursa, oradan alınacak gıda
insanın iklim-i vücudunda yapacağı varlık ne ise, kedûrete[2]
inkılap ettiriyor. Durup dururken sıkılırsın. İlk önce orayı temizle, der
ahlak. Zor değil mi? Mesela bunun ölçüsü dedik ki, iç âlemindeki senin kendi hâkimin,
o bütün inceliklere agâh olan o varlık seni bilir. Bir insanın muhakkak eline geçen
herhangi bir şey, zahirde onun hakkı olabilir. Fakat kendi içindeki varlığında
hakkı olabiliyor mu? Mesela bir adam herhangi bir şeyden, nasibedar olmuş,
kendisine bir meblağ verilmiş. Bir kıymet bir ücret verilmiş. Fakat diyor ki
kendi kendine: “Sen öyle şu kadar liralık ücrete layık bir adam değilsin. Senin
hakkın bu kadardır.” Onun fazlasının sârikidir[3].
Anlatamadım mı acaba?
Yaa, ahlak tatlıdır ama biraz
da zorcadır. Tatlı olmakla beraber, tabi zor olduğu için herkes saliki[4]
olamıyor onun. Hem tatlı hem zor. Dinlemesi gibi değil.
Muhabbet diye bir sıfat halk
etmiş. Kimse tarif edemez onu. Kim anlatabilir muhabbet nedir? Anlatabilir mi?
Kudreti dahilinde mi? Onu yerli yerine sarf etmezse, yol alamaz. Hiçç! Sonra
nedamet olur. İşitmesi içün bir tecelli vermiş. Görmesi içün. Neyi görecek?
Göremeden giderse? Gördü ya işte bütün şeyi şunları bunları! Yook. Baktı mı
gördü mü? Bakmakla görmek arasında fark vardır. Bir bakmak vardır, bir de
görmek. Görecek. Hepimiz böyle.
Ömr-ü dünya bir dakika
Ömr-ü âdem bir nefes.
Orta yerde bir şey yok.
Dedemiz böyle değildi. Acaba… Bugün
zaten üç şeyi söylemek niyetindeydim. Ahlaka göre, beşerin taksimatında.
Anlatabildik mi? İnsan dedi, âdem dedi, konuşan canlı dedi. İnsanın aslı ile olan
ünsiyetinden aldığı bir varlık var. Ve hilkatten gaye de o. Yani, Kudret onun
içün yapmış bütün mevcûdâtı. Bütün hilkat insan için olmuştur. Senin için
olmuştur. Her şey bize çalışır. Her şeyi Kudret bizim için yapmış, bizi de
kendisi için yapmış.
“Acaba bana döndüler mi, der.
Bana döndüler mi?” O’na dönüp de ne yapacak? “Benim var ettiğim mevcûdâta
kalpleri bunların, rikkatle çarpıyor mu?” Buna Kudret âşıktır, bunu ister.
Eğer senin kalbin bütün mevcûdâta
karşı şefkat ve rikkatle çarpıyorsa, bil ki Hak senin gönlündedir. Uzun
boylu iş değil, meçhul hiçbir şey yok ahlakta. Her şey malumdur. Ne malum, der
bazısı. Öyle malumu yok, hepsi malum. “Ne malum!” yoktur. Her şey malumdur. Kalbin
hiç tefrikasız, farksız, bütün zerrata karşı rikkatle çarpar mı? Çarptı mı?
Senin gönlün Kudret’in tahtı olmuştur. O gönülde Allah oturur. Daha açık
tabirle. Ahlakın da en büyük gayesi bu. Nihayet getirir getirir, oraya kadar
getirir. Seni gönül tahtında sultan yapmak içün. Anlatabildim mi? En nihayet
bu. Buraya kadar getirir.
Gönlünde Hak ve hakikat
muhabbeti olmayan kimse, yaşadığı hâlde ölüdür, der ahlak. Bir adamın
gönlünde Hak ve hakikat muhabbeti yok mu, o kimsenin candan haberi yok. Candan
haberi olmayan kimseye ne denir? Ölü denir. Onun faydası yok. İşte ahlak: İlk
önce bunları ara bakalım, der. Bunları ilk önce tedarik et, ondan sonra yol al
yürü, git nereye istersen. Hızlı hızlı gidersin.
Gönlünde bir kimsenin Hak ve
hakikat muhabbetinin acaba alameti var mıdır? Ne ile belli olur o? İşte biraz
evveli söylediğimle. Eğer bütün mevcûdâta karşı kalbin rikkat ile
çarpıyorsa, sende o muhabbet var. O muhabbet olunca ne olur? Onun sahibi
olur. Muhabbet, Kudret’in sıfatıdır. O sıfat zâtından ayrılmaz. Zâtı ile
beraber sende olur. Sen O'nda olursun, işte artık o tasnife gelmez. Hilkatten
gaye de bu. Ama nerede!? Anamıza bakmıyoruz, çocuğumuzun nafakasını vermiyoruz.
Biz de ahlakın son sınıfından konuşmaya başladık! Anasına bakmıyor, çocuğunun
nafakasını vermiyor. Seksen yaşında babası nafaka davası açmış! Değmez ona da.
Ahlak öyle der: “Yanındaki
komşusunun aç olduğunu bilerek, kendi karnını doyuran kimseyi biz insan olarak
kabul etmeyiz, der.
İnfakı şart kılmıştır,
israf olmamak şartı ile. Her insana infak diğer insan üzerine ahlakça bir
vecibedir. Mükeyyifâtı[5]
değil. Bunları da anlatırken insan korkuyor. İşin içerisine keyfiyatı da
girince mükeyyifâtı, mesul olursun. Bu da bambaşka bir iş. Mükeyyifâtı değil.
Çünkü ona, onun mükeyyifâtına ait olan yardımda diğer tarafta bir aşk var. Onu
kurtaramıyorsun. Oraya fazla gidiyor. Ayar edeceksin, teraziliyeceksin.
Anlatabiliyor muyum? Mükeyyifâtı dâhil değil. Çünkü bir tanesi daha var, bir
tanesi daha var, böyle yekvücut olacak. Öyle yapar. Öyle bir yardım istiyor ki, bedenine zararı
var, edebine zararı var, mânâsına zararı var. Orada olmaz o. Ahlak şey etmiştir
yasak olan şeyleri göstermiştir.
Hangi şey ki insanın mânâsına
zararı vardır, hangi şey ki insanın bedenine zararı vardır, hangi şey ki
insanın edebine zararı vardır, yasaktır der. O hususta elini uzatmazsın,
der. Ne yaparsın, kurtarmaklık içün çalışırsın. Bilmem ki anlatamadım mı? Esas
kurulmuş, düsturlar gayet kuvvetli. Tatlı. Ama onun karşısında biri ısrar etti.
Ee sen mazursun, dersin. Münakaşaya da lüzum yok. Pekâlâ, sen kendi yolunda
dosdoğru gidiyorsun. Biz sana sergi halinde bunu gösterdik. İşte şu zarar var,
şu var şu var. Sen hâlâ iddia ediyorsun. Ne yapalım olsun. Senin gözlüğünün
camı öyle görüyor. Orada ısrar olmaz. Bunu tekrarlayayım da kaide halinde
dursun zihninizde.
Ahlaka göre yasak olan şeyler.
Ahlak söyler: Hangi bir şey ki, senin mânâna zararı dokunuyor, bir. Veyahut
edebine zararı dokunuyor, iki. Veyahut
bedenine zararı dokunuyor, yasak der. Hakiki insan da bunun aksini iddia
edebilir mi? Edemez. Ama muktezâ-i beşeriyet-i gaflet, iptila olur. Yalvarır
Kudret’e: “Bana bir şey gelsin de şu bedenime zarar veren şeyden kurtulayım. Şu
mânâma dokunan şeyden ayrılayım. Şu huyumu bozan işten uzaklaşayım.” Temenni
ediyor. O temenni de ahlaka yaklaşmaktır. O düsturu kabul etmekliktir. Hayır,
var bir de öyle değil de, bırak şimdi onları der. O tehlikeli. O tehlike.
Demek oluyor ki gönlünde Hak ve
hakikata karşı muhabbeti olan insan, ahlakın tarif etmiş olduğu üç şekilden
birinci sınıfına girmiş olur. Bunun ölçüsü neydi? Bütün mevcûdâta karşı
kalbi rikkatle çarpacak. Ölçü bu. Olur, mu acaba? Olur. Olmayan şeyi
ahlak emretmez. Neyi emretmişse ahlak muhakkak olması mümkün olan şeydir.
Mümteni yoktur. Yani, olmasına imkân
olmayan şey ahlakta çerçeve halinde değildir. Emir olunmaz. Emretti mi
olur.
Tabi insanın, hepimiz de beşeri
(kendime söyleyeyim) çıkıklıklar olur. Bunun hepsini bir günde insan atamaz.
Fakat yavaş yavaş, tedrici tedrici. Nasıl insan bir maraz-ı sûrîye müptela olur
da… Hatta maraz-ı manevi, marazı sûrî gibi değildir. Onun tedavisi daha
kolaydır. Maddi hastalıklarda geçmeyen hastalıklar vardır. Daha henüz
keşfedilmedi, deriz. Manevi hastalıklarda ilacı keşif olunmayan hiçbir hastalık
yok. Maddi hastalıklarda var mesela. Kanser, hâlâ diyoruz daha o, bir çaresi
bulunmadı, keşfedilmedi. Bir maraz. Bedeni bir maraz. Manevi rahatsızlıklarda
ilacı keşif olunmayanı hiç yoktur. Hepsi var. İlacı hazır. Yalnız üşenmeyip
almak, dikkatli kullanmak.
Mesela manevi marazın birisi
hasisliktir. Kudret hiç sevmez hele. Hiç sevmez! Nedense sevmiyor Kudret,
hiç. Bunun tedavi olması için birçok müesseseler hazırlamışlar. Yavaş yavaş,
yavaş yavaş, alışır. Alışmak kâfi değil.
İyilik yapmak hüner değil.
İyiliği iyilikle beraber Hakka götürmek hüner. Anlatabildim mi? Birçok
insanlar iyilik yaparlar fakat iyilik kalıverir. O, o yazık o. Hani çok ticaret
edip de birdenbire bir adamın daha parasını sahip olmadan defterde yazılı bir
vaziyetteyken iflas etmesine benzer. İyilik de öyledir. İyilik yapmak,
yalnız iyilik yapmak hüner değil. İyiliği yapıp da beraber götürmek. Kudret’e
kadar beraber gitmek. Onunla arkadaş olarak gitmek. Anlatabiliyorum değil mi?
Onunla beraber gitmek. Hüner o. O yavaş, yavaş, yavaş, yavaş…
Haset, ahlakın en nefret
ettiği bir sıfat. Beşerde bulunur bu. Pek azında bulunmaz. Bazısı işte onu
gıpta ile tevil eder. Gıpta da o demektir. Üvey evlat mânâsına gelir. O da
hasedin, bir nevi, bir nevidir o. Asıl evlat demiyelim de o da üvey evlat gibi
bir şey, gıpta da. Gıpta makbuldür, haset mezmumdur derler ya, güzel amma çok
aşağı sınıflar içün. Şöyle ruhen tekâmül ettikten sonra, gıptaya da “O da
hasedin bir şubesidir.” der. Üvey
evlat gibidir, der.
Zulüm... Ahlak sevmez. Zulüm,
muhakkak zalim, neticede iblis gibi madrûb[6]
olur. İmkân yok. Hiçbir ateş
gördün mü ki kâinatta yerini küle teslim etmesin. Var mı böyle bir şey. Ne
kadar muazzam ateş olursa olsun, ne kadar mükellef ocak olursa olsun, muhakkak
yerini küle teslim eder. Âdet öyle kurulmuş. Kudret, pazarı öyle açmış. Onun
için sakın, çok kork. Ah alma!
Sabahleyin kapıdan çıkarken
niyet ediyor musun? Ben bugün bir kırık kalp görürsem sevindireceğim.
Mahsun bir insana muhakkak sevindirmek parayla, servetle, şununla bununla olmaz
ya. Senin yüksek bir rütben olur, yüksek bir masan olur, titreyerek bir adam
karşına gelir. Acaba ne cevap alacağım, diyerekten. Ona ufacıcık yüzünü
gülerekten, ufak bir muamele etsen, dışarıya çıkarken şöyle gönlünde bir
ferahlık olur. Bir sürûr olur. Biliyor musun, kimi sevindiriyorsun? Mesrûr[7]
olur. Bunlar bedava olan şeyler. Paraya külfete uzun boylu bir meşakkate, ne
bileyim ben. Hiçbir şeye bir şey değil. Kolay. Şimdi bize tuhaf gelir
tabiatıyla. Şeyimiz değişmiş, kaideler değişmiş.
Selamlaşma usulü vardır.
Ahlakta bir bahis. Şimdi bizim canımız sıkılır. Hâlbuki sıkılmamalı. Mesela
askerde, er kumandanını görür, onu hususi tanımışlığı tanımışlığı yoktur. O
giymiş olduğu kendisine ait olan kisvesi ile bir vecibe olarak, ona selam
verir. E her insanda Kudret tarafından giydirilmiş bir insan elbisesi vardır. O
insan elbisesini görürse bir adam bir adama selam verirse ayıp mı olur? Anlatamadım galiba değil mi? Nedir o?
Daima birleştiriyor kalpleri. Kalpler
birleşmedikçe imkân yok. Ne mânen yükselmeye imkân var, ne maddeten yükselmeye imkân
var. Hayat insanlar için bir matah değil mi kardeşim. Haa, bu matahı
muhafaza etmek de her insana elzem değil mi? Elzem. E insanlar da cemiyet
halinde yaşamaz mı? Fert fert mi böyle geçer? Cemiyet halinde.
Yoksa bu cemiyet halinde
yaşamak demek, bir sürü mü? Bir kütle, bir yığın demek mi? Yoksa bir ruh demek
midir? Bir mânâ demek midir? Burada
bir hususi, bütün eşya kendisine musahhar kılınmış, bir varlık var demek midir?
Anlatamıyorum galiba! O hâlde bir yığın değil bir sürü değil, o cemiyet o
hayatı muhafaza etmeklik için, bir topluluk değil mi? E o topluluktan ne
meydana gelir? Bir vahdet meydana gelir. İşte ahlakın da çırpındığı budur.
Vahdet olmadıkça,
birleşmedikçe, gönüller bir olmadıkça, çifte gaye ile yol alınmaz. Gaye bir
olmadıkça, yol alamazsın. Ne maddeten alırsın ne mânen alırsın. Daima düşersin.
Ne olur o, biliyor musun? O
birleştiği vakitte, o öyle bir birlik oluyor ki, muktedir olan, kudreti olan,
kadir olan, herhangi bir kimse, muktedir olduğu halde, mağfiret ediyor.
Himaye elini uzatıyor. Anlatamıyoruz galiba! O vakit küçük büyüğe düşman
olmuyor. Zayıf, kavînin hasmı olmuyor. Neden?
“Muktedir olduğu hâlde, (diyor) ben
şu kabahati yaptım, ben bu kabahati yaptığım vakit de bana bu fenalığı yapmış
olduğum zaman bunun kudreti yoktu. Fakat şimdi bu kudrete sahip oldu. Benim
fenalığıma karşı bana böyle rikkatle merhametle, niye yaptın o fenalığı yaptın
diye gülüyor. Yapmasaydın, diyor.”
Bu hissi o karşıdan gördüğü
vakitte, ama bu tek olarak değil, küll halinde olduğu zaman, bütün şekâvetler o
vahdet pûtesi[8]
içerisinde eriyip akıyor, saf olarak öz insan kalıyor. Tam mânâ kalıyor. Yalnız
Allah’a muhatap olacak cevheri kalıyor. İnsanın mânâsını aldıktan sonra, insan
nedir? Neticede elli altmış kiloluk necaset kutusundan ibarettir. Öyle değil
mi? Al o mânâyı. Mânâyı çektikten sonra yirmi dört saat en sevdiğini evinde
tutamazsın. Titrersin, yavrundur, evladındır, maşukundur, babandır anandır. Aman bir an evvel yerine gitsin, dersin. Ne
oldu, duruyor o. Onun maddesi tamamen duruyor. Mânâsı gitti kardeşim, o mânâ
yok. Kapıyı kaparsın. Amann, dersin. Buraya kadarmış, dersin. Ama ahlak onun
kapısını açar, buraya kadar olan kısmı gitti ama oraya kadar olan kısmına bak
der, o vakit âşık olursun. O da ayrı bir iş. O aşk geldi mi bütün âlem sana
düşman olsa gamın olmaz. El verir ki gele.
Çekme gam ger halk-ı âlem olsalar
düşman sana
Cümleden erham hem eşfâk dost
imiş Rahmân sana
Her ne gelse hoş gelür Hak’dan
gelür mihmân sana
Gelse aşkın derdi mesrûr ol odur dermân sana [ii],
Daha okuyayım mı? Yeter bu kadar,
dermanı söyledik ya. (Alıyor mu konuştuğumu?)
Demek oluyor ki ahlak bize gönül
birleşmesini emir ediyor. “Hilkatte beraber hakikatte biradersiniz.” diyor.
Öyle deyince vazifeler veriyor. Tekâmül edenlere bir başka vazife, tekâmül
etmek üzere olanlara daha başka bir vazife.
Mesela henüz tam tekâmül
etmemiş sınıfa karşı: (Tuhaf gelecek size ama) “Başkasına karşı adil ile
kendine karşı ruhsatla vazifelen.” der. Demek adaletle muamele etmek ahlakın
en büyük sınıfı mı? Hayır! En aşağı sınıfı. İlk önce oradan başlar. Başkasına
adl ile kendisine ruhsatla. Ne demek ruhsatla? Pek sıkmıyor, darlatmıyor
çerçevesini. Kolaylık taraflarını. Çünkü tekâmül eden insanlarda daima hayatı
içtimaiyede ki zorlu olan yerleri alırlar. Hadi sen içtimai hayatta kolay olan
tarafları al, diyor. En ufak tabakadakine. Yükseldikçe zorlu olan kısmını alır
o. Ruhsat demek o. Kolay olan taraflarınla yaşa. Kolay olan taraflarını al,
başkasına da adaletle muamele et. Yine ahlakın defterinde ismin olur.
Yükselirse: Başkasına karşı
ihsan ile kendi nefsine karşı yani kendine karşı azimetle. Cemiyet
içerisinde zor olan işleri kendine alıyor. Azimet zor, ne kadar zor iş varsa
sen al. İhsan ne demek? Keremi, iyiliği yapılacak herhangi büyüklüğü
karşısındaki ümit etmeksizin, istemeksizin, aklından geçmeksizin, anlatamıyor
muyum acaba? Yapılacak büyüklük. Deden böyle yaşardı. O ihsan mertebesine
çıktın mı sana zulmedeni affedersin. Ölçüsü var bunların. Sana zulmedeni
affedersin. Seni mahrum edene verirsin. Dedik ya azimet. Yapamasak da zevkini
işitmekte de bir zevk var ya. Değil mi? Belki yapamayız. Ama içinizde yapan da
olur.
Bunlar insanlar için va’z olunmuş
esaslar. Bir defa mecburi. Başkasına adl ile muamele etmeklikle kendisine
ruhsatla muamele etmeklik, o mecburi. Tekâmül edeceğim ben. Ben insanlık âlemine
çıkacağım. Benim enisim, munisim, yârim, nigârım, birisi olacak. Bu aşk ile
yaşayan, Öyle diyor. Zulmedeni affedecek. Mahrum edene verecek. Fena söyleyene
hilm gösterecek. Hilm ile muamele edecek. O, o kadar fena söylüyor, o yine hilm
ile muamele, cevap veriyor. Hilm ile muamele ediyor. Anlatabildim mi? İhsanda
esasın an yerini? Nasıl tahammül ederdin, nasıl ederdim. Orada yok o. Neden
yok? Makam-ı aşka çıkmış kendi yok da ondan yok.
Ahlak insanın önüne, ömür denilen
dünyada geçirmiş olduğu sahnenin, bugünkü tabirini kullanalım, filmini gösterir
geçirttirir. Kaç yaşındasın? “Otuz” Daha ne kadar olabilir? Yaşadığın otuz yaş
için ortaya bir şey koyabilir misin? Bir şey konmaz. “Altmış” koy ortaya bir
şey bakayım. Senin içini tatmin edebilecek bir şey. Ama dört tane taş, beş tane
efendim duvar, on tane bir şey o değil. İçini gönlünü tatmin edebilecek ve sende
kalması katiyyen, muhakkak olabilecek bir şey kor musun orta yere? Ne mutlu eğer bir iki insan yetiştirdinse.
Bir iki insanın gönlüne Hak ve hakikat muhabbetini koyabilerek, bir abide-i fikrîye
va’z ederek, bir varlık gösterebildinse. Bir şey yok. O altmışı on misli
altı yüz yap yine yok!
Kudret öyle bir Kadir’dir ki,
insanı kendi hesabına çalıştırtır çalıştırtır da eğer kendisini vermezse çok
mahrum bırakır. Ooo, O öyle bilir ki. Bak
dikkat etsene. Daima kendisine vaki olan tecavüzler, hukuk-u İlahiyenin mebnâsı,[9]
imhâl[10] ve
istiğnadır.[11] Mühlet
hiç… Kudrete isyan edersin, istediğini de söylersin, neler edersin neler
edersin. Hep söylediğinden O istiğna eder ve imhâl eder. Çünkü, çünkü neden?
Öyle bir zamanla bir mekânla, bir şeyle mukayyet değil ki. Kudretinin de elden
gitmesine imkânı yok, onun için acele etmez. Anlatabildim mi?
Bazı insanlar, niçin insanlar
üzerinde hemen bir şey tatbik etmek ister? Kudretim gider, diye korkar.
Allah’ın elinden kudretinin gitmesine ait korkusu yok. Hiç gitmiyor O’nun ki.
Nasıl şeyse. Gitmez. Ama gel şimdi o aciz bir insan üzerinde olacak olursa,
zerre kadar müsamaha etmez. Zerre kadar imhâl muamelesi etmez. Ve işin hükmü
değişiyor. Evet, kendisine taalluk etti mi imhâl istiğna eder. Kudretinin gitme
imkânı yok. Zemin yok, zaman yok, mekân yok, hiçbir şey yok. O hayatın şeyini
gösterir o insana.
Hepimiz… Beşer tuhaftır, hepinizin
zihninden bir yaklaşmak istemeyip üzerinde durmaksızın, acele geçmek şartı ile
bir ömür kaydı vardır. Pek durulmaz üzerinde de. Durmadan şöyle bir ömür kaydı,
şöyle bir ufak hesap yapar. Kendi kendine bir yekûn yapar fakat durmaz, hemen
oradan korkarak kaçar. Anlatamadım mı acaba? Bir ömür kaydı vardır. İşte, şöyle
bir, azıcık uzun bir zaman kor kendisine. Kendince uzun. Farz edelim o koyduğun
kayıt daha geç, de. Onu
bir on misli daha tahakkuk ettirsen, yine orta yerde bir şey yoktur. Fuzûlî’nin
dediği gibi:
Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.
…..
Yıkmadıkça, hakikaten insan olamazsın. Olacak,
hakikaten olamaz insan. Birleşecek, birleştiğin vakitte ne oluyor? Niçün
birleşin, diyor bak. Birleşmede benlik kalkar da onun içün. Hangi camia
birleşemez? Sahte benliğine mağrur olan, “Benim!” diye yaşayan varlık
katiyen birleşemez. Neden? Şirk halindedir. Birleşmez, soğuk bir şey.
Ama ahlak der ki: “Her kavmin
her milletin, mevcudiyetindeki nasibi, vahdetteki olandan, yani birleşmesindeki
nasibinin kuvvetine bağlıdır.” Kaide bu. Hiç dünyada şaşmamış. Tarih-i âlemin
mazbut olan kısmından tut, mazbut olmayan zamanına kadar git. Herhangi bir
varlığın kuvvetinin nasibi, birleşmesindeki nasibinin derecesine. Ne kadar
birleşmişse o kadar kavî. Ne kadar birleşmemişse o kadar zayıf. Anlatamadık
galiba! Ölçü bu. Bu ölçü. Haricinde bir şey yok.
Birleştiğini nereden anlarsın?
Birleşmediğini de? Umumun menfaat mazarratından[12]
anlaşılır. Tam birleşmiş olan insanlar, kalpleri tam birleşen insanlarda, eğer
bir zarar gelirse heyet-i umumisi birden inler. Bir kısmı sefada bir kısmı
cefada, bir kısmı öyle değil, hep birden. Eğer bir sürûr gelir, birleşmiş
çünkü. Müteaddit vücutta bir kalp olarak yaşıyor. Anlatabildim mi?
Sizin şu elinizin şurasına diken batarsa;
o sızı gözünüze de gelir, kulağınıza da gelir, elinize de. Bütün bedeni
muhittir o elem. O da bir ayrı bir şey ya, nasıl öyle oluyor? Bir vücut
olduktan sonra sürûr da aynı şekilde. Göz iyi bir şeyi gördüğü vakitte kulak
haset eder de niye gördün diye oymaya çalışır mı? Bu vücutta, kulak iyi bir şey
işittiği vakitte göz haset eder de niye işittin diye tıkamak ister mi? Yook!
Göz almış olduğu haz nispetinde kulak ta aynı hazzı alır. Bütün hücreler, bütün
o vücudumuzun mânâsı filan nesi varsa aynı zevki aynı hazzı alır. Elemde de
öyledir.
İnsan camiası da öyledir.
Birleştiği dakikada bu his. Bu oldu mu yıkım yok. Hiç yok yıkım, hiç korkma.
Yeis yok bu olduğu vakitte, korkaklık yok, yekvücut. “Korkma” yok.
Anlatamıyoruz galiba değil mi? “Korkma” yok. Korkaklık ne işe yarar. Helakı, tâcilden[13]
başka bir işe yaramaz der, ahlak. Ahlakın tarifinde korkaklık helak olmayı
çabuk meydana getirmekten başka hiçbir işe yaramaz. Hiçbir işe yaramaz.
Yeis de himmetsizliği, yani atâleti
meydana getirir. O da esbab-ı helaktan biridir, der. Birleşmeyen camialarda
insanlarda, bunun ikisi tamamıyla böyle bir meydana çıkan sıfat olur gözükür,
der. Bakarsın ki yeis içerisindedir,
korku içerisindedir. Yeis de korku da sardı mı bir camiayı ondan
felah bekleme. Yıkılmış, gitmiştir. Yaşadığı hâlde ölüdür. Demek oluyor ki
yükselmek için evvela birleşmek. Sonra, hüsn-i niyetten sonra, doğruluktan
merdiven yapmak. Başka türlü yürünmez. Hüsn-i niyet ve doğruluktan merdiven
olur. Teâli terakki eder.
Şimdi bir tahlil daha yapalım. Dedik
ki: Vazifeden doğan ahlak, sonra aşktan doğan ahlak. Acaba şu tarihin en eski
efendisi olan dedelerimiz... Öyle değil mi, biz öyle acayip bir kavimiz. Bizim
şeyimiz eski. Hangisinin salikiydiler? Aşktan doğan ahlakın mı, vazifeden doğan
ahlakın mı? Vazifeden doğan ahlak da işte evvela can. Aşktan doğan ahlakta
evvela canan, sonra can vardır. Vazifeden doğan ahlakta ruhsat vardır. Biraz
evveli söylediğim gibi.
Dedelerimiz aşktan doğan ahlakın
salikleriydi. Daima bire on döğüşmüşler. Hubb-u gayrı yani başkasının sevgisini
kendi sevgisinin üstünde tutmuşlar, kıyas-ı nefis ile yaşamışlar. Bir işi
yaparken bana yapsalar iyi mi ya. o nefiste de nefs-i emmarelerini ölçü
yapmamışlar. Mesela bazı, bugün bazı öyle kötülükler vardır ki, bana yapsalar
iyi midir? O İyidir, der. Nefs-i emmare makamındadır, kendi nefsine razıdır o.
Hayır. Ruhi ölçülerle. Anlatabildik mi acaba? Ruh ölçüleriyle kıyaslamalarını
yapmışlar. Bana yapsaydı. Böyle yapmış. Size bir canlı misal vereyim.
Hudeybiye musâhalasından[14]
sonra Hayber’in fethedilmesi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin arzusu dahilindeydi.
Çok arzu ediyorlardı. Ordu hazırlandı, çünkü Hayber’de ki o günkü insanlar, Hak
sesini susturmak içün... Hakk’ın en büyük bahşâyişi[15]
olan, nimeti olan, ihsanı olan, hürriyet-i vicdandır. Bir de fikir
hürriyetidir.
Bundan asırlar evveline gidersek,
fikren seyahate çıkar da binlerce, on binlerce sene evveline gidersek, hiç
göremeyiz. Bunu minnetsiz, ücretsiz, külfetsiz ilk insanlığa tattıran,
Mürebbi-i Ukûl olan Zâttır. İşlerine gelmiyor. Menfaatler gidiyor tabi. Ayakaltına
alınıyor. Âharın zararına olan menfaatler. Âharın zararına olan menfaatler,
başkasına zarar veren menfaatler ayakaltına alınıyor. Onlarda o vakit kuvvetli.
Teşkilatlı. Burası zapt edilmedikçe ıslah edilmedikçe beşer tam hakkıyla insani
sıfatlarına sahip olamayacak diyerek orayı almak arzu ettiler. Ordu gitti çok
uğraşıldı, fetih müyesser olmadı. Nihayet Hazreti Bilal’i çağırdı.
“Bu fetih hakkında arkadaşların
ne düşünüyor?” dedi. Ne düşünürler arkadaşların?
“Size malum, dedi. Siz bilirsiniz
ne düşündüklerini.” Büyüğün küçüğe tenezzülü, küçüğün gönlünde ‘bana
tenezzül etti’ diyerekten bir hazzın uyanması, Kudretin o işe başka ehemmiyet
vermesini icap ettirir. Şimdiye kadar burasını söylememiştim. Anlatabildim
mi acaba?
Büyük bir incelik var burada.
Hani insan bir şeyi kendisi çok iyi böyle vakarı ile azameti ile şusu ile busu
ile bilir de tenezzül etmez, kendisinden ufak gördüğü bir kimseye. Fakat o
bildiğini, kendisinden ufak gördüğü bir kimseye sorulması icap ederse, yani o
sorulmakta bir zarar yoksa o iş içün. Bunlar hep birbirine bağlı şeylerdir.
Bazı şeyler vardır ki, sorduğun vakitte zarar meydana gelir. O değil.
Sorulmasında bir zararı yok da, o: “Bak beni de kendisine muhatap tuttu. Bana
bir kıymet verdi.” diye kalbinde bir rikkat olur, bir incelik olur, anlatamıyor
muyum! O rikkatin, inceliğin olması, Allah’ın rahmetini çekmesidir. O,
cazibedir o. Kudret’in daima merhameti, incelmiş olan kalpler, böyle çeker.
“Bilirsiniz.” dedi. “Sizin
ağzınızdan da işiteyim ben.”
Bu aşkın zevkine giremeyenler, bu
mânâya gönül veremeyenler... Fakat bu mânâya gönül verenler gittikçe
çoğaldıkça, maddi işlerinin günün birinde onların eline geçecek korkusu ile
girmiş gibi görünenler var. İçleri başka dışları başka. Bunlar nifak
sokuyorlar, diyorlar ki: “Bugün burayı alma mevsimi değildir. Ticaret
mevsimidir. Lüzumsuz iştir!” Sarsıntılar oluyor. Biraz da uzadı, diyorlar.
“Biliyorum, demiş. Çağır bana Ebu
Turab’ı, ona kılıç vereyim. Kendi kılıncımı
vereyim, bugün o hamle yapsın.”
Gözleri ağrıyor çok, demişler. Çok
kötü gözleri ağrıyor. Semadan yıldızlar dökülür gibi de gözleri ağrıyor.
Kendisinin çağrıldığını söylemişler, gözlerini tuta tuta o huzura çıkmışlar.
Temenni etmişler, geçer gözün, demişler. Bir de ikram etmişler. “Bakayım öpsem
geçmez mi acaba?”
Belki maddenin kesafetinde
bulunan bir insan canım öyle şey mi olur, diyebilir ama diyemez de. Bunun çok
misalleri vardır. İnsan hakikaten birisini sevse, senelerce görmese en kuvvetli
bir veca[16] ile
giderken karşısına çıksa birdenbire durur. Acı durur. Haah, birdenbire durur.
Açlıktan ölüyor artık, kalmamış takati, öyle senelerce sevdiği bir insanı göremiyor
bir maşukası var. Birdenbire karşısına çıksa sofrada gelse, kaldırın sofrayı
şimdi, der. “Tıkandım yiyemem.” Hüküm değişir. Ya o hakikati gören insan, o Hazreti
İnsan’ı görürse, ona bir de iltifat ederse geçmez mi? Mümkün şeyler bunlar.
“Gönlüm istiyor, demiş. İnsanlık kurtulsun
istiyorum, demiş. Biliyorsun ki ne servette gözümüz var, ne câh da gözümüz var,
ne şurada ne burada. Gönlüm istiyor, senelerden, asırlardan beri bu insanlar
aciz insana tapmaktan kurtulamadılar. Zayıf kavîden hakkını alsın istiyor.
Orada bir hizip var, o nifak ocağı durdukça bu iş olmaz. Hadi Kudret, senin
eline bu işi versin” diyor.
Gelmiş, bekliyor. Bütün muhasara
edilmiş, kale. O günün âdet-i harbiyesi öyle. Tek tek, çift çift harbe çıkılıyor. Sonra harp kızışıyor.
Oranın reisinin emirinin başının oğlu da tesadüf düğünü var. Kale üzerinde
düğünü yapılıyor. Bütün erkân davet edilmiş. Kızda gayet fasih, beliğ, hatip
bir kız. Yüzünü görecek damat, açacak yüzünü; bir tepsi mücevher, bir tepsi
altın, yüz görümlüğü. Düğünde, takdim
ederken eliyle şöyle bir vurmuş. “Benim yüzümü öyle cemâd parçası ile
açamazsın. Aşağıda çulsuz bir adam dolaşıyor. Git onu bana getir, ondan sonra yüzümü aç!”
İşte öyle bir anda söyleniyor ki
bu söz, öyle bir zamanda söyleniyor ki, emirin oğlu, nişanlısı. Hatırı kalıyor, maşukası. Bunların hepsini bir araya
topla. Kendinin pazısı da hiçbir türlü herkes tarafından dönmeyen de bir pazı.
O kuvvetin üzerine bu tahriki de koy. Bu tahriklerin hepsini de koy böyle. Toplat
hâlinde hepsini. Fırlıyor, kalenin dışına çıkıyor. Esedullah süvari değil atsız,
o atlı. Müşâcere-i[17]
kelamiyede bulunuyor. Damat olacak olan adam. İşte bize şöyle derler, şöyle
derler, o günün âdet-i harbi o. Kendisinde kendisince, ne kadar bilinen fazilet
varsa, şerafet hepsini sayıyor. Cenab-ı kerrar, birkaç cümle söylüyor, söz. Biraz
daha tekrar söylüyor, öbür taraf.
Diyor: “Sözü uzatmayalım,
sevgilin seni bekliyor, Hak ve Hakk’ın sevgilisi de beni bekliyor. Onları bu
kadar intizârda[18] bırakmak doğru değil. İn bakalım, boy ölçüşelim.
İstersen sen at üzerinde, ben yaya. O ruhsatı veririm sana.”
Onuruna dokunuyor adamın, rapp atından
iniyor. Diyor: “Bugünkü usul-ü harpde
ilk hamle benim hakkım değil mi?” Evet, diyor. “Fakat sevgilin seni beklediği
içün hamle hakkımı da sana verdim. Yap bakayım hamleni!” diyor. Bir hamle
yapıyor, elindeki kalkanı uçurup atıyor. Karşı taraf kuvvetli, öyle şey değil.
Sıra Esedullah’a geliyor. O da bir
hamle yapıyor. O hamlede yerde o adam, omuzlarının üzerinde dizleri var,
Hazreti Kerrar’ın. Dizleri var, elinde de Sultan-ı Hakk’ın kılıcı var. Böyle
boynuna artık ramak kalmış, dakika filan saniyelik değil. Fakat altta ki
adamında şecaatine bak ki, iradesine şuuruna hâkim oluşuna bak ki, tam o kılıncı
yiyeceği an da kuvvetli hâşâ huzurdan bir balgam yüzüne fırlatıyor. Gelir
gelmez kılıcı böyle çekiyor. Böyle gelmiş, böyle birdenbire çekiyor.
“Kalk, diyor. Bir hamle daha
yapacağız. Yine o hamleyi sana verdim yap diyor, hamleni yap!”
Şimdi o insan: “Beni ikiye
ayırmaklık ve hayatıma nihayet vermeklik anı tamamen sende tecelli etti. Hiçbir
mânia yoktur. Hangi şey seni men etti de benim, bana kılıç vurmaktan... Elini öyle
bir ani fırlattın ki zannettim elin semaya çıktı. Semaya çıktı ya! Bana hayat
bahşettin. Çok merak ederim, haa!” diyor.
“Ben adama kılıncı, öyle bir
yerden terbiye almışım ki, öyle bir pûtede erimişim ki, öyle bir mânâda kesafetimi
letafete, zulmetimi nura inkılap ettirmişim ki, kendi nefsim hesabına vuramam.
Hak ve hakikat namına vururum. Sen yattın, bütün tecavüz hâlin, müdafaa hâlin
senden düştü. Fakat yine seni takdir
ederim zillete boyun eğmedin, en son müdafaa olarak bana tükürüğünü va’z
ettiğin vakit, benim nefsimde bir buğz oldu, nefsim hesabıma sana vuramazdım
ben. İşime gelmez benim. Şimdi bir hamle daha yapacağız; o benim nefsim
ezilecek, ruhum gelecek, mânâm ile sana gene vuracağım. Ya sen bana vuracaksın
ya ben sana vuracağım o başka iş.”
Ne diyor, biliyor musunuz? Bu
lacivert kubbe böyle sahneler görmüş, böyle insanlar yetiştirmiş. Bu lacivert
kubbe! O insanlar kendi kendilerine oturdukları vakit, öyle derlerdi.
Ey dil ile söylenen söz, ben
sensiz ne vakit konuşacağım. Kudret ile konuşabilmeklik için dilsiz
konuşacaksın. Ona işaret ediyor, anlatabildim mi acaba? Eyy dil ile
söylenen söz, ben senden ne vakit müstağni
olacağım.
Bu muhakeme karşısında dedi ki,
sevgilisi bekliyor onu. Bütün erkân bekliyor, içeride hazırlıklı ordu bekliyor.
Bir tuhaf bir şey. Ööyle dinliyorlar. O öyle bir sahne ki, Allah da dinliyor. O
daha mânâ kâinata yayılmamış. Bir avuç insan, ince iş.
“Bir şey rica edeceğim.” dedi.
Buyur, dedi.
“Ölümden korkmadığıma inanır
mısın?”
“Hâl’en ölüsün, dedi. Ölmek
cesedinden ayrılmak demek değildir. Mânâsını çürütmek demektir.” Şaşırdı
şimdi adam. “Sen hâl’en ölüsün. Hak ve hakikatti kabul etmiyorsun, hâl’en ölüsün!”
“Yine bir şey rica edeceğim,
dedi. Ben senin gönlünü vermiş olduğun yere şimdi gönlümü bağladım. Beni de
kendin gibi yap. Bana lazım olan talim-i terbiyeyi ver, fakat benim derhal nasıl
yatırdın öyle o biçim yatır ve bu kellemi gene al. Demesinler ki cemiyette,
korktu da rücû etti. Onu da istemem.”
“Sen, o benim gönlümü verdiğim yere
gönlünü verdikten sonra biz birleştik seninle, dedi. Gel, ben senle sarılayım
şimdi.”
Kudret’inde acayip işleri. Bir
an evvel en kuvvetli şaki, bir an sonra en kuvvetli said. Bilinmez ki nereden
vurur nereden çıkar.
“Aramızda fark yok şimdi, dedi. Yok,
aramızda!”
Sevgilisi yukarıda bekleyedursun,
o daha mühim bir Sevgiliyi bulmuş, daha muazzam. Daha muazzam bir Sevgiliyi
bulmuş. Beraber Cenab-ı Kerrar ile beraber O'na yaver olmuş, içeriye giriyor. Şaşırmış.
Şey, daha büyüğünü bulmuş.
Ekmek almaya gittim. Ekmekçiyi
gördüm, ekmek almayı unuttum.
Anlatabildim mi acaba? Öyle
diyor.
Kıyası nefs. Hubb-u gayr. Aşk...
Susadım kuyuya yaklaştım, su alayım derken Yusuf’u buldum.
Bağa gittim, bahçeye girdim, bülbül sesi gül demeti.
Bülbül sesi dinleyeyim, gül demeti yapayım derken, Bağubânı gördüm.
İşte zevk, hilkatteki zevk, bu
mânâya çıkabilmektedir. Yoksa orta yerde bir şey yok. Bir film uğruna kâinatı
seyretmekliğe gelmedik ya!
Ana kaideleri va’z ettik, üç beş cümle. Umur-u hariciyede bir tarihi misal verdik. Bugünlük konuşma bu kadar yeter.
[1] Mün'im:
Nimet veren, yedirip içiren.
[2] Kedûret/Küdûret:
Gam, tasa, keder.Bulanıklık.
[3] Sârik: (ﺳﺎﺭﻕ) (Ar. sirḳat “çalmak”tan sāriḳ) Çalan,
hırsızlık yapan kimse, hırsız.
[4] Sâlik: (ﺳﺎﻟﻚ) (Ar. sulūk “girmek, yola
koyulmak”tan sālik) Bir yola girmiş olan, bir yol
tutup onu tâkip eden kimse.
[5] Mükeyyifât:
Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler.
[6] Madrûb/Mazrûb:
Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. Damgalanmış.
Mat:
Darbedilen (çarpılan) sayı.
[7] Mesrûr:
Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
[8] Pûte:
“İçinde mâden eritilen kap” anlamındaki pota kelimesinin eski metinlerde
rastlanan asıl şekli.
[9] Mebnâ: Temel. Binâ. Yapı yeri. Üss-ül
esas. Asıl ve esas.
[10] İmhâl: Mühlet verme. Sonraya kalmasına
müsaade etme. Erteleme.
[11] İstiğna: Cenab-ı Hak'tan başka
kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak.
Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve
tekebbür etmek.
[12] Mazarrat:
Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
[13] Tâcil: Acele ettirme, çabuklaştırma.Hızlandırma.
[14] Musâlâha: Sulh. Karşılıklı anlaşmak. Barış
anlaşması yapma. Sulh akd etmek, uzlaşma, barış.
[15] Bahşâyiş: بخشایش. Bağışlayış. İhsan.
İhsan etmek. Afv. Atiyye. Bağışlama. (Farsça).
[16] Veca: (ﻭﺟﻊ) (Ar. veca‘) Ağrı, acı, sızı.
[17] Müşâcere:
Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza.
[18] İntizâr:(Nazar. dan) Bakmak,Görmek,Gözlemek.
Ümid ederek beklemek. Bekleyiş. •İnkisar. Ah, bedduâ.
[i] Pak edip
dil levhını ceht eyle hak-i âlem ol
Her ceza bir cilvedir Hakk’tan bil anı hurrem ol
Sabrile verdi Eyyuba hayat-ı sıhhati
Her cezaya sabır kıl esarar-ı Hakk’a mahrem ol
Bâkî Allah çok Süleymanlar geçirmiş dehri dun
Bak dünyaya aldanma gel ibn-i Âdem ol
Aldanıp emmareye verme hevaya ömrünü
Düşmanın dost eylegil dostunla yâr-i hemdem ol
Rahi rif’at bulmak istersen birader aç gözünü
Âdem ara âdemi bul âdem ile âdem ol
Ey Nigahi dinle gel nutkun nasihattir sana
Kıssadan hisse budur, hırkan başına çek ebsem ol
(Diyarbakırlı Nigahi Baba)
[ii]
Erzurumlu İbrahim Hakkı. Marifetname.
[iii]
Hattat- Ressam Feyman Duran.
0 yorum:
Yorum Gönder