Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

53. Kaset

 053 (12.07.1959) 80 dk. (142)

Zâtının bütün isimlerine mazhar olabilecek bir tecellide bu sahne-i şuhûda getirildiğinden dolayı öyle mensi mühmel bırakılmayacak.*

(*Ses kaydının ilk dakikasındaki konuşmalar birbirine karışmış, mevcut hâliyle çözebildiğimiz kadarını aktardık.)

Vak'a beşeri takatle kudretle insanın hakikati, tarif edilemez. Bugün biz daha bir rüyeti tarif edemiyoruz. Konuşmayı tarif edemiyoruz. Konuşuruz da konuşmanın ne olduğunu anlatamayız. Ee görürüz, görmeyi tarif edemeyiz. O yapılan tarifler göz. Ben gözü sormuyorum ki. Görme nedir? Fiil-i rüyet. İnsanın iki âlemle alakası var. Onun için tarifi layığı ile mümkün değil. Fakat hiç tarif edilmeden de geçilmez ya.  İnsan, onları hisseder kendi vücudunda. Mânâ-i ihtivasında, vicdan-ı kibriyasında onları bulur.

Her bilinen şey, elfâza sedaya, harfe sığmaz. İnsan kendisi onu tadar. Bir yüzü âlem-i hilkate nazır, bir yüzü de âlem-i kudrete. Âlem-i hilkate nazır olan veçhesinde kendisine rehberlik edebilmesi içün, Kudret bir kuvve-i nuraniye bahşetmiştir. Mazi ile hâlin istikbalin muhasebesini yapabilmesi içün, bir akıl vermiştir. Meçhulden malumu çıkarsın içün, hissin galatlarını tashih edebilsin içün, akıl denilen bir cevher. Bunları bahşetmiş. Fakat bu akla da nihayet bir yere kadar yol verilmiş. Sınırlı.

İnsan gönül âlemine girdiği vakit, aklın verdiği vergi, kendisine yetmiyor. Fakat ki faide ki, bu âleme ihtiyârsız gelen birçok ve ihtiyârsız giden, bu geniş insan varlığı, bunun farkında değil. Aklı da layıkı ile ne bileyim işte kelimesini bulamıyorum. O medar-ı teklif olan akla da layıkı ile hizmet edemiyor. O da isyana inkılap ediyor.

Onun içün: Ahlaka göre beşer üçe ayrılır. İnsan, âdem, bir de canlı konuşan. Üçe ayırır ahlak. İnsan, der. Ünsiyeti var da ondan insan, diyor. Neyle ünsiyeti var? Aslı ile ünsiyeti var. Enisini, munisini, yârini bulmuş. Aslı ile hukuk tedarik etmiş. O'nun enisi olmuş, insan olmuş. Ünsten müştak. Bir de âdem, hilkatin inceliklerine vakıf olmuş. Her varlığın burhanını görmüş. İsimlere mazhar olmuş. Nimete layık kılınmış. Mün’ime[1] talip bir vaziyette, o da insan. Bir de canlı konuşan. Gelişten gidişten haberi yok. “Ben bir kör tesadüfün neticesi olaraktan, işte zuhur etmişim. Fırsat elime geçtiği vakitte vururum kırarım, ihtirasat-ı nefsaniyemi tatmin etmeklik içün neye maliksem onu sarf ederim.” Farkında olmadan sayılı nefesini tüketir gider. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

Ahlaka göre beşer üçe ayrılır. Birine insan, der. İnsanın ufacıcık, tarifi çok dedik ya hakkıyla yapamayız. Fakat zevâhirinden bir tarif yaptık. Özünü, özünü veremeyiz ki! Kelimesi yok ki. Neden yok? Bir de âdem. Her şeyi yerli yerinde kullanmasını bilen kimseye âdem denir. Kudretin kendisine vermiş olduğu birçok vâridâtı, emanet biliyor ve onu yerli yerinde tasarruf ediyor, kullanıyor. O âdem.

Âdem olmak istersen Âdem ara
Âdemi bul, Âdem ile Âdem ol.[i]

Seyyidü'l-âlemdir Âdem, gayrıdan sevdayı kes.

Âdemiyet ufak bir rütbe değil ha! Sen şöyle bir, kendi kendimize hepimiz, bir muhasebe yapalım. Hilkat bize birçok nimetler vermiş, acaba biz bunu yerli yerine kullanıyor muyuz, kullanmıyor muyuz? Tekâmül evvela buradan başlar. Teâli terakki evvela buradan. Gerek toplu halde gerek fert hâlinde.

Ben çok yükselmek istiyorum. Her cihetten yükseleyim istiyorum. Hem maddeten hem mânen. Çare nedir buna? Evvela bunun ilk çaresi: Kudret’in sana vermiş olduğu bütün nimetleri yerli yerine kullanıyor musun, kullanmıyor musun? İlk emri şudur: Kazancında kimsenin ahı olmasın. Kendi kazancında, kendi içinde oturan sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan hâkimin.  Öyle bir yerde oturur ki o hâkim. Acayip. Sana desin ki: “Sen bunu hak ettin.” O hâkimse. E alacağın kuvvetin, o kendi iklim-i vücudunda oturan hâkimin hükmü ile “Bu sana layıktır, bu senin hakkındır.” dedikten sonra onunla tedarik edilen kuvvet, senin vücudun da tecelli ederse, yol almaya başlarsın. Bir defa gam ve keder gider.

İnsanlara gam ve keder, yeis, kazançlarının bozuk olmasındandır. O kazanç bozuk olursa, oradan alınacak gıda insanın iklim-i vücudunda yapacağı varlık ne ise, kedûrete[2] inkılap ettiriyor. Durup dururken sıkılırsın. İlk önce orayı temizle, der ahlak. Zor değil mi? Mesela bunun ölçüsü dedik ki, iç âlemindeki senin kendi hâkimin, o bütün inceliklere agâh olan o varlık seni bilir. Bir insanın muhakkak eline geçen herhangi bir şey, zahirde onun hakkı olabilir. Fakat kendi içindeki varlığında hakkı olabiliyor mu? Mesela bir adam herhangi bir şeyden, nasibedar olmuş, kendisine bir meblağ verilmiş. Bir kıymet bir ücret verilmiş. Fakat diyor ki kendi kendine: “Sen öyle şu kadar liralık ücrete layık bir adam değilsin. Senin hakkın bu kadardır.” Onun fazlasının sârikidir[3]. Anlatamadım mı acaba?

Yaa, ahlak tatlıdır ama biraz da zorcadır. Tatlı olmakla beraber, tabi zor olduğu için herkes saliki[4] olamıyor onun. Hem tatlı hem zor. Dinlemesi gibi değil.

Muhabbet diye bir sıfat halk etmiş. Kimse tarif edemez onu. Kim anlatabilir muhabbet nedir? Anlatabilir mi? Kudreti dahilinde mi? Onu yerli yerine sarf etmezse, yol alamaz. Hiçç! Sonra nedamet olur. İşitmesi içün bir tecelli vermiş. Görmesi içün. Neyi görecek? Göremeden giderse? Gördü ya işte bütün şeyi şunları bunları! Yook. Baktı mı gördü mü? Bakmakla görmek arasında fark vardır. Bir bakmak vardır, bir de görmek. Görecek. Hepimiz böyle.

Ömr-ü dünya bir dakika
Ömr-ü âdem bir nefes.
Orta yerde bir şey yok.

Dedemiz böyle değildi. Acaba… Bugün zaten üç şeyi söylemek niyetindeydim. Ahlaka göre, beşerin taksimatında. Anlatabildik mi? İnsan dedi, âdem dedi,  konuşan canlı dedi. İnsanın aslı ile olan ünsiyetinden aldığı bir varlık var. Ve hilkatten gaye de o. Yani, Kudret onun içün yapmış bütün mevcûdâtı. Bütün hilkat insan için olmuştur. Senin için olmuştur. Her şey bize çalışır. Her şeyi Kudret bizim için yapmış, bizi de kendisi için yapmış.

“Acaba bana döndüler mi, der. Bana döndüler mi?” O’na dönüp de ne yapacak? “Benim var ettiğim mevcûdâta kalpleri bunların, rikkatle çarpıyor mu?” Buna Kudret âşıktır, bunu ister.

Eğer senin kalbin bütün mevcûdâta karşı şefkat ve rikkatle çarpıyorsa, bil ki Hak senin gönlündedir. Uzun boylu iş değil, meçhul hiçbir şey yok ahlakta. Her şey malumdur. Ne malum, der bazısı. Öyle malumu yok, hepsi malum. “Ne malum!” yoktur. Her şey malumdur. Kalbin hiç tefrikasız, farksız, bütün zerrata karşı rikkatle çarpar mı? Çarptı mı? Senin gönlün Kudret’in tahtı olmuştur. O gönülde Allah oturur. Daha açık tabirle. Ahlakın da en büyük gayesi bu. Nihayet getirir getirir, oraya kadar getirir. Seni gönül tahtında sultan yapmak içün. Anlatabildim mi? En nihayet bu. Buraya kadar getirir.

Gönlünde Hak ve hakikat muhabbeti olmayan kimse, yaşadığı hâlde ölüdür, der ahlak. Bir adamın gönlünde Hak ve hakikat muhabbeti yok mu, o kimsenin candan haberi yok. Candan haberi olmayan kimseye ne denir? Ölü denir. Onun faydası yok. İşte ahlak: İlk önce bunları ara bakalım, der. Bunları ilk önce tedarik et, ondan sonra yol al yürü, git nereye istersen. Hızlı hızlı gidersin.

Gönlünde bir kimsenin Hak ve hakikat muhabbetinin acaba alameti var mıdır? Ne ile belli olur o? İşte biraz evveli söylediğimle. Eğer bütün mevcûdâta karşı kalbin rikkat ile çarpıyorsa, sende o muhabbet var. O muhabbet olunca ne olur? Onun sahibi olur. Muhabbet, Kudret’in sıfatıdır. O sıfat zâtından ayrılmaz. Zâtı ile beraber sende olur. Sen O'nda olursun, işte artık o tasnife gelmez. Hilkatten gaye de bu. Ama nerede!? Anamıza bakmıyoruz, çocuğumuzun nafakasını vermiyoruz. Biz de ahlakın son sınıfından konuşmaya başladık! Anasına bakmıyor, çocuğunun nafakasını vermiyor. Seksen yaşında babası nafaka davası açmış! Değmez ona da.

Ahlak öyle der: “Yanındaki komşusunun aç olduğunu bilerek, kendi karnını doyuran kimseyi biz insan olarak kabul etmeyiz, der.

İnfakı şart kılmıştır, israf olmamak şartı ile. Her insana infak diğer insan üzerine ahlakça bir vecibedir. Mükeyyifâtı[5] değil. Bunları da anlatırken insan korkuyor. İşin içerisine keyfiyatı da girince mükeyyifâtı, mesul olursun. Bu da bambaşka bir iş. Mükeyyifâtı değil. Çünkü ona, onun mükeyyifâtına ait olan yardımda diğer tarafta bir aşk var. Onu kurtaramıyorsun. Oraya fazla gidiyor. Ayar edeceksin, teraziliyeceksin. Anlatabiliyor muyum? Mükeyyifâtı dâhil değil. Çünkü bir tanesi daha var, bir tanesi daha var, böyle yekvücut olacak. Öyle yapar.  Öyle bir yardım istiyor ki, bedenine zararı var, edebine zararı var, mânâsına zararı var. Orada olmaz o. Ahlak şey etmiştir yasak olan şeyleri göstermiştir.

Hangi şey ki insanın mânâsına zararı vardır, hangi şey ki insanın bedenine zararı vardır, hangi şey ki insanın edebine zararı vardır, yasaktır der. O hususta elini uzatmazsın, der. Ne yaparsın, kurtarmaklık içün çalışırsın. Bilmem ki anlatamadım mı? Esas kurulmuş, düsturlar gayet kuvvetli. Tatlı. Ama onun karşısında biri ısrar etti. Ee sen mazursun, dersin. Münakaşaya da lüzum yok. Pekâlâ, sen kendi yolunda dosdoğru gidiyorsun. Biz sana sergi halinde bunu gösterdik. İşte şu zarar var, şu var şu var. Sen hâlâ iddia ediyorsun. Ne yapalım olsun. Senin gözlüğünün camı öyle görüyor. Orada ısrar olmaz. Bunu tekrarlayayım da kaide halinde dursun zihninizde.

Ahlaka göre yasak olan şeyler. Ahlak söyler: Hangi bir şey ki, senin mânâna zararı dokunuyor, bir. Veyahut edebine zararı dokunuyor, iki.  Veyahut bedenine zararı dokunuyor, yasak der. Hakiki insan da bunun aksini iddia edebilir mi? Edemez. Ama muktezâ-i beşeriyet-i gaflet, iptila olur. Yalvarır Kudret’e: “Bana bir şey gelsin de şu bedenime zarar veren şeyden kurtulayım. Şu mânâma dokunan şeyden ayrılayım. Şu huyumu bozan işten uzaklaşayım.” Temenni ediyor. O temenni de ahlaka yaklaşmaktır. O düsturu kabul etmekliktir. Hayır, var bir de öyle değil de, bırak şimdi onları der. O tehlikeli. O tehlike.

Demek oluyor ki gönlünde Hak ve hakikata karşı muhabbeti olan insan, ahlakın tarif etmiş olduğu üç şekilden birinci sınıfına girmiş olur. Bunun ölçüsü neydi? Bütün mevcûdâta karşı kalbi rikkatle çarpacak. Ölçü bu. Olur, mu acaba? Olur. Olmayan şeyi ahlak emretmez. Neyi emretmişse ahlak muhakkak olması mümkün olan şeydir. Mümteni yoktur.  Yani, olmasına imkân olmayan şey ahlakta çerçeve halinde değildir. Emir olunmaz. Emretti mi olur.

Tabi insanın, hepimiz de beşeri (kendime söyleyeyim) çıkıklıklar olur. Bunun hepsini bir günde insan atamaz. Fakat yavaş yavaş, tedrici tedrici. Nasıl insan bir maraz-ı sûrîye müptela olur da… Hatta maraz-ı manevi, marazı sûrî gibi değildir. Onun tedavisi daha kolaydır. Maddi hastalıklarda geçmeyen hastalıklar vardır. Daha henüz keşfedilmedi, deriz. Manevi hastalıklarda ilacı keşif olunmayan hiçbir hastalık yok. Maddi hastalıklarda var mesela. Kanser, hâlâ diyoruz daha o, bir çaresi bulunmadı, keşfedilmedi. Bir maraz. Bedeni bir maraz. Manevi rahatsızlıklarda ilacı keşif olunmayanı hiç yoktur. Hepsi var. İlacı hazır. Yalnız üşenmeyip almak, dikkatli kullanmak.

Mesela manevi marazın birisi hasisliktir. Kudret hiç sevmez hele. Hiç sevmez! Nedense sevmiyor Kudret, hiç. Bunun tedavi olması için birçok müesseseler hazırlamışlar. Yavaş yavaş, yavaş yavaş, alışır. Alışmak kâfi değil.

İyilik yapmak hüner değil. İyiliği iyilikle beraber Hakka götürmek hüner. Anlatabildim mi? Birçok insanlar iyilik yaparlar fakat iyilik kalıverir. O, o yazık o. Hani çok ticaret edip de birdenbire bir adamın daha parasını sahip olmadan defterde yazılı bir vaziyetteyken iflas etmesine benzer. İyilik de öyledir. İyilik yapmak, yalnız iyilik yapmak hüner değil. İyiliği yapıp da beraber götürmek. Kudret’e kadar beraber gitmek. Onunla arkadaş olarak gitmek. Anlatabiliyorum değil mi? Onunla beraber gitmek. Hüner o. O yavaş, yavaş, yavaş, yavaş…

Haset, ahlakın en nefret ettiği bir sıfat. Beşerde bulunur bu. Pek azında bulunmaz. Bazısı işte onu gıpta ile tevil eder. Gıpta da o demektir. Üvey evlat mânâsına gelir. O da hasedin, bir nevi, bir nevidir o. Asıl evlat demiyelim de o da üvey evlat gibi bir şey, gıpta da. Gıpta makbuldür, haset mezmumdur derler ya, güzel amma çok aşağı sınıflar içün. Şöyle ruhen tekâmül ettikten sonra, gıptaya da “O da hasedin bir şubesidir.” der.  Üvey evlat gibidir, der.

Zulüm... Ahlak sevmez. Zulüm, muhakkak zalim, neticede iblis gibi madrûb[6] olur.  İmkân yok. Hiçbir ateş gördün mü ki kâinatta yerini küle teslim etmesin. Var mı böyle bir şey. Ne kadar muazzam ateş olursa olsun, ne kadar mükellef ocak olursa olsun, muhakkak yerini küle teslim eder. Âdet öyle kurulmuş. Kudret, pazarı öyle açmış. Onun için sakın, çok kork. Ah alma!

Sabahleyin kapıdan çıkarken niyet ediyor musun? Ben bugün bir kırık kalp görürsem sevindireceğim. Mahsun bir insana muhakkak sevindirmek parayla, servetle, şununla bununla olmaz ya. Senin yüksek bir rütben olur, yüksek bir masan olur, titreyerek bir adam karşına gelir. Acaba ne cevap alacağım, diyerekten. Ona ufacıcık yüzünü gülerekten, ufak bir muamele etsen, dışarıya çıkarken şöyle gönlünde bir ferahlık olur. Bir sürûr olur. Biliyor musun, kimi sevindiriyorsun? Mesrûr[7] olur. Bunlar bedava olan şeyler. Paraya külfete uzun boylu bir meşakkate, ne bileyim ben. Hiçbir şeye bir şey değil. Kolay. Şimdi bize tuhaf gelir tabiatıyla. Şeyimiz değişmiş, kaideler değişmiş.

Selamlaşma usulü vardır. Ahlakta bir bahis. Şimdi bizim canımız sıkılır. Hâlbuki sıkılmamalı. Mesela askerde, er kumandanını görür, onu hususi tanımışlığı tanımışlığı yoktur. O giymiş olduğu kendisine ait olan kisvesi ile bir vecibe olarak, ona selam verir. E her insanda Kudret tarafından giydirilmiş bir insan elbisesi vardır. O insan elbisesini görürse bir adam bir adama selam verirse ayıp mı olur?  Anlatamadım galiba değil mi? Nedir o?

Daima birleştiriyor kalpleri. Kalpler birleşmedikçe imkân yok. Ne mânen yükselmeye imkân var, ne maddeten yükselmeye imkân var. Hayat insanlar için bir matah değil mi kardeşim. Haa, bu matahı muhafaza etmek de her insana elzem değil mi? Elzem. E insanlar da cemiyet halinde yaşamaz mı? Fert fert mi böyle geçer? Cemiyet halinde.

Yoksa bu cemiyet halinde yaşamak demek, bir sürü mü? Bir kütle, bir yığın demek mi? Yoksa bir ruh demek midir?  Bir mânâ demek midir? Burada bir hususi, bütün eşya kendisine musahhar kılınmış, bir varlık var demek midir? Anlatamıyorum galiba! O hâlde bir yığın değil bir sürü değil, o cemiyet o hayatı muhafaza etmeklik için, bir topluluk değil mi? E o topluluktan ne meydana gelir? Bir vahdet meydana gelir. İşte ahlakın da çırpındığı budur.

Vahdet olmadıkça, birleşmedikçe, gönüller bir olmadıkça, çifte gaye ile yol alınmaz. Gaye bir olmadıkça, yol alamazsın. Ne maddeten alırsın ne mânen alırsın. Daima düşersin.

Ne olur o, biliyor musun? O birleştiği vakitte, o öyle bir birlik oluyor ki, muktedir olan, kudreti olan, kadir olan, herhangi bir kimse, muktedir olduğu halde, mağfiret ediyor. Himaye elini uzatıyor. Anlatamıyoruz galiba! O vakit küçük büyüğe düşman olmuyor. Zayıf, kavînin hasmı olmuyor. Neden?

“Muktedir olduğu hâlde, (diyor) ben şu kabahati yaptım, ben bu kabahati yaptığım vakit de bana bu fenalığı yapmış olduğum zaman bunun kudreti yoktu. Fakat şimdi bu kudrete sahip oldu. Benim fenalığıma karşı bana böyle rikkatle merhametle, niye yaptın o fenalığı yaptın diye gülüyor. Yapmasaydın, diyor.”

Bu hissi o karşıdan gördüğü vakitte, ama bu tek olarak değil, küll halinde olduğu zaman, bütün şekâvetler o vahdet pûtesi[8] içerisinde eriyip akıyor, saf olarak öz insan kalıyor. Tam mânâ kalıyor. Yalnız Allah’a muhatap olacak cevheri kalıyor. İnsanın mânâsını aldıktan sonra, insan nedir? Neticede elli altmış kiloluk necaset kutusundan ibarettir. Öyle değil mi? Al o mânâyı. Mânâyı çektikten sonra yirmi dört saat en sevdiğini evinde tutamazsın. Titrersin, yavrundur, evladındır, maşukundur, babandır anandır.  Aman bir an evvel yerine gitsin, dersin. Ne oldu, duruyor o. Onun maddesi tamamen duruyor. Mânâsı gitti kardeşim, o mânâ yok. Kapıyı kaparsın. Amann, dersin. Buraya kadarmış, dersin. Ama ahlak onun kapısını açar, buraya kadar olan kısmı gitti ama oraya kadar olan kısmına bak der, o vakit âşık olursun. O da ayrı bir iş. O aşk geldi mi bütün âlem sana düşman olsa gamın olmaz. El verir ki gele.

Çekme gam ger halk-ı âlem olsalar düşman sana

Cümleden erham hem eşfâk dost imiş Rahmân sana

Her ne gelse hoş gelür Hak’dan gelür mihmân sana

Gelse aşkın derdi mesrûr ol odur dermân sana  [ii]


Daha okuyayım mı? Yeter bu kadar, dermanı söyledik ya. (Alıyor mu konuştuğumu?)

Demek oluyor ki ahlak bize gönül birleşmesini emir ediyor. “Hilkatte beraber hakikatte biradersiniz.” diyor. Öyle deyince vazifeler veriyor. Tekâmül edenlere bir başka vazife, tekâmül etmek üzere olanlara daha başka bir vazife.

Mesela henüz tam tekâmül etmemiş sınıfa karşı: (Tuhaf gelecek size ama) “Başkasına karşı adil ile kendine karşı ruhsatla vazifelen.” der. Demek adaletle muamele etmek ahlakın en büyük sınıfı mı? Hayır! En aşağı sınıfı. İlk önce oradan başlar. Başkasına adl ile kendisine ruhsatla. Ne demek ruhsatla? Pek sıkmıyor, darlatmıyor çerçevesini. Kolaylık taraflarını. Çünkü tekâmül eden insanlarda daima hayatı içtimaiyede ki zorlu olan yerleri alırlar. Hadi sen içtimai hayatta kolay olan tarafları al, diyor. En ufak tabakadakine. Yükseldikçe zorlu olan kısmını alır o. Ruhsat demek o. Kolay olan taraflarınla yaşa. Kolay olan taraflarını al, başkasına da adaletle muamele et. Yine ahlakın defterinde ismin olur.

Yükselirse: Başkasına karşı ihsan ile kendi nefsine karşı yani kendine karşı azimetle. Cemiyet içerisinde zor olan işleri kendine alıyor. Azimet zor, ne kadar zor iş varsa sen al. İhsan ne demek? Keremi, iyiliği yapılacak herhangi büyüklüğü karşısındaki ümit etmeksizin, istemeksizin, aklından geçmeksizin, anlatamıyor muyum acaba? Yapılacak büyüklük. Deden böyle yaşardı. O ihsan mertebesine çıktın mı sana zulmedeni affedersin. Ölçüsü var bunların. Sana zulmedeni affedersin. Seni mahrum edene verirsin. Dedik ya azimet. Yapamasak da zevkini işitmekte de bir zevk var ya. Değil mi? Belki yapamayız. Ama içinizde yapan da olur.

Bunlar insanlar için va’z olunmuş esaslar. Bir defa mecburi. Başkasına adl ile muamele etmeklikle kendisine ruhsatla muamele etmeklik, o mecburi. Tekâmül edeceğim ben. Ben insanlık âlemine çıkacağım. Benim enisim, munisim, yârim, nigârım, birisi olacak. Bu aşk ile yaşayan, Öyle diyor. Zulmedeni affedecek. Mahrum edene verecek. Fena söyleyene hilm gösterecek. Hilm ile muamele edecek. O, o kadar fena söylüyor, o yine hilm ile muamele, cevap veriyor. Hilm ile muamele ediyor. Anlatabildim mi? İhsanda esasın an yerini? Nasıl tahammül ederdin, nasıl ederdim. Orada yok o. Neden yok? Makam-ı aşka çıkmış kendi yok da ondan yok.

Ahlak insanın önüne, ömür denilen dünyada geçirmiş olduğu sahnenin, bugünkü tabirini kullanalım, filmini gösterir geçirttirir. Kaç yaşındasın? “Otuz” Daha ne kadar olabilir? Yaşadığın otuz yaş için ortaya bir şey koyabilir misin? Bir şey konmaz. “Altmış” koy ortaya bir şey bakayım. Senin içini tatmin edebilecek bir şey. Ama dört tane taş, beş tane efendim duvar, on tane bir şey o değil. İçini gönlünü tatmin edebilecek ve sende kalması katiyyen, muhakkak olabilecek bir şey kor musun orta yere?  Ne mutlu eğer bir iki insan yetiştirdinse. Bir iki insanın gönlüne Hak ve hakikat muhabbetini koyabilerek, bir abide-i fikrîye va’z ederek, bir varlık gösterebildinse. Bir şey yok. O altmışı on misli altı yüz yap yine yok!

Kudret öyle bir Kadir’dir ki, insanı kendi hesabına çalıştırtır çalıştırtır da eğer kendisini vermezse çok mahrum bırakır. Ooo,  O öyle bilir ki. Bak dikkat etsene. Daima kendisine vaki olan tecavüzler, hukuk-u İlahiyenin mebnâsı,[9] imhâl[10] ve istiğnadır.[11] Mühlet hiç… Kudrete isyan edersin, istediğini de söylersin, neler edersin neler edersin. Hep söylediğinden O istiğna eder ve imhâl eder. Çünkü, çünkü neden? Öyle bir zamanla bir mekânla, bir şeyle mukayyet değil ki. Kudretinin de elden gitmesine imkânı yok, onun için acele etmez. Anlatabildim mi?

Bazı insanlar, niçin insanlar üzerinde hemen bir şey tatbik etmek ister? Kudretim gider, diye korkar. Allah’ın elinden kudretinin gitmesine ait korkusu yok. Hiç gitmiyor O’nun ki. Nasıl şeyse. Gitmez. Ama gel şimdi o aciz bir insan üzerinde olacak olursa, zerre kadar müsamaha etmez. Zerre kadar imhâl muamelesi etmez. Ve işin hükmü değişiyor. Evet, kendisine taalluk etti mi imhâl istiğna eder. Kudretinin gitme imkânı yok. Zemin yok, zaman yok, mekân yok, hiçbir şey yok. O hayatın şeyini gösterir o insana.

Hepimiz… Beşer tuhaftır, hepinizin zihninden bir yaklaşmak istemeyip üzerinde durmaksızın, acele geçmek şartı ile bir ömür kaydı vardır. Pek durulmaz üzerinde de. Durmadan şöyle bir ömür kaydı, şöyle bir ufak hesap yapar. Kendi kendine bir yekûn yapar fakat durmaz, hemen oradan korkarak kaçar. Anlatamadım mı acaba? Bir ömür kaydı vardır. İşte, şöyle bir, azıcık uzun bir zaman kor kendisine. Kendince uzun. Farz edelim o koyduğun kayıt daha geç, de. Onu bir on misli daha tahakkuk ettirsen, yine orta yerde bir şey yoktur. Fuzûlî’nin dediği gibi:

Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.

….. Yıkmadıkça, hakikaten insan olamazsın. Olacak, hakikaten olamaz insan. Birleşecek,  birleştiğin vakitte ne oluyor? Niçün birleşin, diyor bak. Birleşmede benlik kalkar da onun içün. Hangi camia birleşemez? Sahte benliğine mağrur olan, “Benim!” diye yaşayan varlık katiyen birleşemez. Neden? Şirk halindedir. Birleşmez, soğuk bir şey.

Ama ahlak der ki: “Her kavmin her milletin, mevcudiyetindeki nasibi, vahdetteki olandan, yani birleşmesindeki nasibinin kuvvetine bağlıdır.” Kaide bu. Hiç dünyada şaşmamış. Tarih-i âlemin mazbut olan kısmından tut, mazbut olmayan zamanına kadar git. Herhangi bir varlığın kuvvetinin nasibi, birleşmesindeki nasibinin derecesine. Ne kadar birleşmişse o kadar kavî. Ne kadar birleşmemişse o kadar zayıf. Anlatamadık galiba! Ölçü bu. Bu ölçü. Haricinde bir şey yok.

Birleştiğini nereden anlarsın? Birleşmediğini de? Umumun menfaat mazarratından[12] anlaşılır. Tam birleşmiş olan insanlar, kalpleri tam birleşen insanlarda, eğer bir zarar gelirse heyet-i umumisi birden inler. Bir kısmı sefada bir kısmı cefada, bir kısmı öyle değil, hep birden. Eğer bir sürûr gelir, birleşmiş çünkü. Müteaddit vücutta bir kalp olarak yaşıyor. Anlatabildim mi?

Sizin şu elinizin şurasına diken batarsa; o sızı gözünüze de gelir, kulağınıza da gelir, elinize de. Bütün bedeni muhittir o elem. O da bir ayrı bir şey ya, nasıl öyle oluyor? Bir vücut olduktan sonra sürûr da aynı şekilde. Göz iyi bir şeyi gördüğü vakitte kulak haset eder de niye gördün diye oymaya çalışır mı? Bu vücutta, kulak iyi bir şey işittiği vakitte göz haset eder de niye işittin diye tıkamak ister mi? Yook! Göz almış olduğu haz nispetinde kulak ta aynı hazzı alır. Bütün hücreler, bütün o vücudumuzun mânâsı filan nesi varsa aynı zevki aynı hazzı alır. Elemde de öyledir.

İnsan camiası da öyledir. Birleştiği dakikada bu his. Bu oldu mu yıkım yok. Hiç yok yıkım, hiç korkma. Yeis yok bu olduğu vakitte, korkaklık yok, yekvücut. “Korkma” yok. Anlatamıyoruz galiba değil mi? “Korkma” yok. Korkaklık ne işe yarar. Helakı, tâcilden[13] başka bir işe yaramaz der, ahlak. Ahlakın tarifinde korkaklık helak olmayı çabuk meydana getirmekten başka hiçbir işe yaramaz. Hiçbir işe yaramaz.

Yeis de himmetsizliği, yani atâleti meydana getirir. O da esbab-ı helaktan biridir, der. Birleşmeyen camialarda insanlarda, bunun ikisi tamamıyla böyle bir meydana çıkan sıfat olur gözükür, der. Bakarsın ki yeis içerisindedir,  korku içerisindedir. Yeis de korku da sardı mı bir camiayı ondan felah bekleme. Yıkılmış, gitmiştir. Yaşadığı hâlde ölüdür. Demek oluyor ki yükselmek için evvela birleşmek. Sonra, hüsn-i niyetten sonra, doğruluktan merdiven yapmak. Başka türlü yürünmez. Hüsn-i niyet ve doğruluktan merdiven olur. Teâli terakki eder.

Şimdi bir tahlil daha yapalım. Dedik ki: Vazifeden doğan ahlak, sonra aşktan doğan ahlak. Acaba şu tarihin en eski efendisi olan dedelerimiz... Öyle değil mi, biz öyle acayip bir kavimiz. Bizim şeyimiz eski. Hangisinin salikiydiler? Aşktan doğan ahlakın mı, vazifeden doğan ahlakın mı? Vazifeden doğan ahlak da işte evvela can. Aşktan doğan ahlakta evvela canan, sonra can vardır. Vazifeden doğan ahlakta ruhsat vardır. Biraz evveli söylediğim gibi.

Dedelerimiz aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Daima bire on döğüşmüşler. Hubb-u gayrı yani başkasının sevgisini kendi sevgisinin üstünde tutmuşlar, kıyas-ı nefis ile yaşamışlar. Bir işi yaparken bana yapsalar iyi mi ya. o nefiste de nefs-i emmarelerini ölçü yapmamışlar. Mesela bazı, bugün bazı öyle kötülükler vardır ki, bana yapsalar iyi midir? O İyidir, der. Nefs-i emmare makamındadır, kendi nefsine razıdır o. Hayır. Ruhi ölçülerle. Anlatabildik mi acaba? Ruh ölçüleriyle kıyaslamalarını yapmışlar. Bana yapsaydı. Böyle yapmış. Size bir canlı misal vereyim.

Hudeybiye musâhalasından[14] sonra Hayber’in fethedilmesi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin arzusu dahilindeydi. Çok arzu ediyorlardı. Ordu hazırlandı, çünkü Hayber’de ki o günkü insanlar, Hak sesini susturmak içün... Hakk’ın en büyük bahşâyişi[15] olan, nimeti olan, ihsanı olan, hürriyet-i vicdandır. Bir de fikir hürriyetidir.

Bundan asırlar evveline gidersek, fikren seyahate çıkar da binlerce, on binlerce sene evveline gidersek, hiç göremeyiz. Bunu minnetsiz, ücretsiz, külfetsiz ilk insanlığa tattıran, Mürebbi-i Ukûl olan Zâttır. İşlerine gelmiyor. Menfaatler gidiyor tabi. Ayakaltına alınıyor. Âharın zararına olan menfaatler. Âharın zararına olan menfaatler, başkasına zarar veren menfaatler ayakaltına alınıyor. Onlarda o vakit kuvvetli. Teşkilatlı. Burası zapt edilmedikçe ıslah edilmedikçe beşer tam hakkıyla insani sıfatlarına sahip olamayacak diyerek orayı almak arzu ettiler. Ordu gitti çok uğraşıldı, fetih müyesser olmadı. Nihayet Hazreti Bilal’i çağırdı.

“Bu fetih hakkında arkadaşların ne düşünüyor?” dedi. Ne düşünürler arkadaşların?

“Size malum, dedi. Siz bilirsiniz ne düşündüklerini.” Büyüğün küçüğe tenezzülü, küçüğün gönlünde ‘bana tenezzül etti’ diyerekten bir hazzın uyanması, Kudretin o işe başka ehemmiyet vermesini icap ettirir. Şimdiye kadar burasını söylememiştim. Anlatabildim mi acaba?

Büyük bir incelik var burada. Hani insan bir şeyi kendisi çok iyi böyle vakarı ile azameti ile şusu ile busu ile bilir de tenezzül etmez, kendisinden ufak gördüğü bir kimseye. Fakat o bildiğini, kendisinden ufak gördüğü bir kimseye sorulması icap ederse, yani o sorulmakta bir zarar yoksa o iş içün. Bunlar hep birbirine bağlı şeylerdir. Bazı şeyler vardır ki, sorduğun vakitte zarar meydana gelir. O değil. Sorulmasında bir zararı yok da, o: “Bak beni de kendisine muhatap tuttu. Bana bir kıymet verdi.” diye kalbinde bir rikkat olur, bir incelik olur, anlatamıyor muyum! O rikkatin, inceliğin olması, Allah’ın rahmetini çekmesidir. O, cazibedir o. Kudret’in daima merhameti, incelmiş olan kalpler, böyle çeker.

“Bilirsiniz.” dedi. “Sizin ağzınızdan da işiteyim ben.”

Bu aşkın zevkine giremeyenler, bu mânâya gönül veremeyenler... Fakat bu mânâya gönül verenler gittikçe çoğaldıkça, maddi işlerinin günün birinde onların eline geçecek korkusu ile girmiş gibi görünenler var. İçleri başka dışları başka. Bunlar nifak sokuyorlar, diyorlar ki: “Bugün burayı alma mevsimi değildir. Ticaret mevsimidir. Lüzumsuz iştir!” Sarsıntılar oluyor. Biraz da uzadı, diyorlar.

“Biliyorum, demiş. Çağır bana Ebu Turab’ı, ona kılıç vereyim.  Kendi kılıncımı vereyim, bugün o hamle yapsın.”

Gözleri ağrıyor çok, demişler. Çok kötü gözleri ağrıyor. Semadan yıldızlar dökülür gibi de gözleri ağrıyor. Kendisinin çağrıldığını söylemişler, gözlerini tuta tuta o huzura çıkmışlar. Temenni etmişler, geçer gözün, demişler. Bir de ikram etmişler. “Bakayım öpsem geçmez mi acaba?”

Belki maddenin kesafetinde bulunan bir insan canım öyle şey mi olur, diyebilir ama diyemez de. Bunun çok misalleri vardır. İnsan hakikaten birisini sevse, senelerce görmese en kuvvetli bir veca[16] ile giderken karşısına çıksa birdenbire durur. Acı durur. Haah, birdenbire durur. Açlıktan ölüyor artık, kalmamış takati, öyle senelerce sevdiği bir insanı göremiyor bir maşukası var. Birdenbire karşısına çıksa sofrada gelse, kaldırın sofrayı şimdi, der. “Tıkandım yiyemem.” Hüküm değişir. Ya o hakikati gören insan, o Hazreti İnsan’ı görürse, ona bir de iltifat ederse geçmez mi? Mümkün şeyler bunlar.

 “Gönlüm istiyor, demiş. İnsanlık kurtulsun istiyorum, demiş. Biliyorsun ki ne servette gözümüz var, ne câh da gözümüz var, ne şurada ne burada. Gönlüm istiyor, senelerden, asırlardan beri bu insanlar aciz insana tapmaktan kurtulamadılar. Zayıf kavîden hakkını alsın istiyor. Orada bir hizip var, o nifak ocağı durdukça bu iş olmaz. Hadi Kudret, senin eline bu işi versin” diyor. 

Gelmiş, bekliyor. Bütün muhasara edilmiş, kale. O günün âdet-i harbiyesi öyle. Tek tek, çift çift harbe çıkılıyor. Sonra harp kızışıyor. Oranın reisinin emirinin başının oğlu da tesadüf düğünü var. Kale üzerinde düğünü yapılıyor. Bütün erkân davet edilmiş. Kızda gayet fasih, beliğ, hatip bir kız. Yüzünü görecek damat, açacak yüzünü; bir tepsi mücevher, bir tepsi altın, yüz görümlüğü. Düğünde,  takdim ederken eliyle şöyle bir vurmuş. “Benim yüzümü öyle cemâd parçası ile açamazsın. Aşağıda çulsuz bir adam dolaşıyor.  Git onu bana getir, ondan sonra yüzümü aç!”

İşte öyle bir anda söyleniyor ki bu söz, öyle bir zamanda söyleniyor ki, emirin oğlu, nişanlısı. Hatırı  kalıyor, maşukası. Bunların hepsini bir araya topla. Kendinin pazısı da hiçbir türlü herkes tarafından dönmeyen de bir pazı. O kuvvetin üzerine bu tahriki de koy. Bu tahriklerin hepsini de koy böyle. Toplat hâlinde hepsini. Fırlıyor, kalenin dışına çıkıyor. Esedullah süvari değil atsız, o atlı. Müşâcere-i[17] kelamiyede bulunuyor. Damat olacak olan adam. İşte bize şöyle derler, şöyle derler, o günün âdet-i harbi o. Kendisinde kendisince, ne kadar bilinen fazilet varsa, şerafet hepsini sayıyor. Cenab-ı kerrar, birkaç cümle söylüyor, söz. Biraz daha tekrar söylüyor, öbür taraf.

Diyor: “Sözü uzatmayalım, sevgilin seni bekliyor, Hak ve Hakk’ın sevgilisi de beni bekliyor. Onları bu kadar intizârda[18]  bırakmak doğru değil. İn bakalım, boy ölçüşelim. İstersen sen at üzerinde, ben yaya. O ruhsatı veririm sana.”

Onuruna dokunuyor adamın, rapp atından iniyor.  Diyor: “Bugünkü usul-ü harpde ilk hamle benim hakkım değil mi?” Evet, diyor. “Fakat sevgilin seni beklediği içün hamle hakkımı da sana verdim. Yap bakayım hamleni!” diyor. Bir hamle yapıyor, elindeki kalkanı uçurup atıyor. Karşı taraf kuvvetli, öyle şey değil.

Sıra Esedullah’a geliyor. O da bir hamle yapıyor. O hamlede yerde o adam, omuzlarının üzerinde dizleri var, Hazreti Kerrar’ın. Dizleri var, elinde de Sultan-ı Hakk’ın kılıcı var. Böyle boynuna artık ramak kalmış, dakika filan saniyelik değil. Fakat altta ki adamında şecaatine bak ki, iradesine şuuruna hâkim oluşuna bak ki, tam o kılıncı yiyeceği an da kuvvetli hâşâ huzurdan bir balgam yüzüne fırlatıyor. Gelir gelmez kılıcı böyle çekiyor. Böyle gelmiş, böyle birdenbire çekiyor.

“Kalk, diyor. Bir hamle daha yapacağız. Yine o hamleyi sana verdim yap diyor, hamleni yap!”

Şimdi o insan: “Beni ikiye ayırmaklık ve hayatıma nihayet vermeklik anı tamamen sende tecelli etti. Hiçbir mânia yoktur. Hangi şey seni men etti de benim, bana kılıç vurmaktan... Elini öyle bir ani fırlattın ki zannettim elin semaya çıktı. Semaya çıktı ya! Bana hayat bahşettin. Çok merak ederim, haa!” diyor.

“Ben adama kılıncı, öyle bir yerden terbiye almışım ki, öyle bir pûtede erimişim ki, öyle bir mânâda kesafetimi letafete, zulmetimi nura inkılap ettirmişim ki, kendi nefsim hesabına vuramam. Hak ve hakikat namına vururum. Sen yattın, bütün tecavüz hâlin, müdafaa hâlin senden düştü.  Fakat yine seni takdir ederim zillete boyun eğmedin, en son müdafaa olarak bana tükürüğünü va’z ettiğin vakit, benim nefsimde bir buğz oldu, nefsim hesabıma sana vuramazdım ben. İşime gelmez benim. Şimdi bir hamle daha yapacağız; o benim nefsim ezilecek, ruhum gelecek, mânâm ile sana gene vuracağım. Ya sen bana vuracaksın ya ben sana vuracağım o başka iş.”

Ne diyor, biliyor musunuz? Bu lacivert kubbe böyle sahneler görmüş, böyle insanlar yetiştirmiş. Bu lacivert kubbe! O insanlar kendi kendilerine oturdukları vakit, öyle derlerdi.

Ey dil ile söylenen söz, ben sensiz ne vakit konuşacağım. Kudret ile konuşabilmeklik için dilsiz konuşacaksın. Ona işaret ediyor, anlatabildim mi acaba? Eyy dil ile söylenen söz, ben senden ne vakit müstağni olacağım.

Bu muhakeme karşısında dedi ki, sevgilisi bekliyor onu. Bütün erkân bekliyor, içeride hazırlıklı ordu bekliyor. Bir tuhaf bir şey. Ööyle dinliyorlar. O öyle bir sahne ki, Allah da dinliyor. O daha mânâ kâinata yayılmamış. Bir avuç insan, ince iş.

“Bir şey rica edeceğim.” dedi. Buyur, dedi.
“Ölümden korkmadığıma inanır mısın?”

Hâl’en ölüsün, dedi. Ölmek cesedinden ayrılmak demek değildir. Mânâsını çürütmek demektir.” Şaşırdı şimdi adam. “Sen hâl’en ölüsün. Hak ve hakikatti kabul etmiyorsun, hâl’en ölüsün!”

“Yine bir şey rica edeceğim, dedi. Ben senin gönlünü vermiş olduğun yere şimdi gönlümü bağladım. Beni de kendin gibi yap. Bana lazım olan talim-i terbiyeyi ver, fakat benim derhal nasıl yatırdın öyle o biçim yatır ve bu kellemi gene al. Demesinler ki cemiyette, korktu da rücû etti. Onu da istemem.”

“Sen, o benim gönlümü verdiğim yere gönlünü verdikten sonra biz birleştik seninle, dedi. Gel, ben senle sarılayım şimdi.”

Kudret’inde acayip işleri. Bir an evvel en kuvvetli şaki, bir an sonra en kuvvetli said. Bilinmez ki nereden vurur nereden çıkar.

“Aramızda fark yok şimdi, dedi. Yok, aramızda!”

Sevgilisi yukarıda bekleyedursun, o daha mühim bir Sevgiliyi bulmuş, daha muazzam. Daha muazzam bir Sevgiliyi bulmuş. Beraber Cenab-ı Kerrar ile beraber O'na yaver olmuş, içeriye giriyor. Şaşırmış. Şey, daha büyüğünü bulmuş.

Ekmek almaya gittim. Ekmekçiyi gördüm, ekmek almayı unuttum.

Anlatabildim mi acaba? Öyle diyor.

Kıyası nefs. Hubb-u gayr. Aşk...
Susadım kuyuya yaklaştım, su alayım derken Yusuf’u buldum.
Bağa gittim, bahçeye girdim, bülbül sesi gül demeti.
Bülbül sesi dinleyeyim, gül demeti yapayım derken, Bağubânı gördüm.

İşte zevk, hilkatteki zevk, bu mânâya çıkabilmektedir. Yoksa orta yerde bir şey yok. Bir film uğruna kâinatı seyretmekliğe gelmedik ya!

Ana kaideleri va’z ettik, üç beş cümle.  Umur-u hariciyede bir tarihi misal verdik. Bugünlük konuşma bu kadar yeter.


[1] Mün'im: Nimet veren, yedirip içiren.
[2] Kedûret/Küdûret: Gam, tasa, keder.Bulanıklık.
[3] Sârik:   (ﺳﺎﺭﻕ(Ar. sirḳa“çalmak”tan sāriḳÇalan, hırsızlık yapan kimse, hırsız.
[4] Sâlik:    (ﺳﺎﻟﻚ(Ar. sulūk “girmek, yola koyulmak”tan sālik) Bir yola girmiş olan, bir yol tutup onu tâkip eden kimse.
[5] Mükeyyifât: Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler.
[6] Madrûb/Mazrûb: Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. Damgalanmış.
Mat: Darbedilen (çarpılan) sayı.
[7] Mesrûr: Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş.
[8] Pûte: “İçinde mâden eritilen kap” anlamındaki pota kelimesinin eski metinlerde rastlanan asıl şekli.
[9] Mebnâ: Temel. Binâ. Yapı yeri. Üss-ül esas. Asıl ve esas.
[10] İmhâl: Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme. Erteleme.
[11] İstiğna: Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür etmek.
[12] Mazarrat: Zararlar. Ziyanlar. Mazârr.
[13] Tâcil: Acele ettirme, çabuklaştırma.Hızlandırma.
[14] Musâlâha: Sulh. Karşılıklı anlaşmak. Barış anlaşması yapma. Sulh akd etmek, uzlaşma, barış.
[15] Bahşâyiş: بخشایش. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye. Bağışlama. (Farsça).
[16] Veca: (ﻭﺟﻊ) (Ar. veca‘) Ağrı, acı, sızı.
[17] Müşâcere: Sözle karşılıklı çekişme. Kavga, niza.
[18] İntizâr:(Nazar. dan) Bakmak,Görmek,Gözlemek. Ümid ederek beklemek. Bekleyiş. •İnkisar. Ah, bedduâ.


[i] Pak edip dil levhını ceht eyle hak-i âlem ol
Her ceza bir cilvedir Hakk’tan bil anı hurrem ol 

Sabrile verdi Eyyuba hayat-ı sıhhati
Her cezaya sabır kıl esarar-ı Hakk’a mahrem ol

Bâkî Allah çok Süleymanlar geçirmiş dehri dun
Bak dünyaya aldanma gel ibn-i Âdem ol

Aldanıp emmareye verme hevaya ömrünü
Düşmanın dost eylegil dostunla yâr-i hemdem ol

Rahi rif’at bulmak istersen birader aç gözünü
Âdem ara âdemi bul âdem ile âdem ol

Ey Nigahi dinle gel nutkun nasihattir sana
Kıssadan hisse budur, hırkan başına çek ebsem ol

(Diyarbakırlı Nigahi Baba)

[ii] Erzurumlu İbrahim Hakkı. Marifetname.
[iii] Hattat- Ressam Feyman Duran.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017