Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

057. Kaset

 057 (09.08.1959) 60 dk (230)

Suret-i zâhirede elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası. Etten, kıldan, kandan, kemikten toplanmış bir kütle. Fakat mânâ-i enfüsisine doğru gidildiği vakitte, akıl duracak. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz bir konuşanın var. Şu dakikada hem konuşuyorsun hem dinliyorsun. Sizi dinlemez, o kadar vücutla doludur ki mânâ-i insanî, bütün kâinatı muhit. Bir anda hayra hüküm veren var içinde, şerre hüküm veren var. Hayra doğru yürü diyen var, şerre doğru yürü diyen var. Öyle bir harp meydanı ki öyle bir meydan ki o sahne arşta da yok. Her yerin hududu vardır. Her sınırın ölçüsü vardır. Semavatın arşın, ferşin, her yerin. Fakat insan hudutsuz.

Hudûtsuz düvel olmaz, fakat senin hüsnün hudûda sığmıyor asla.

Bu vücut öyle değil. Acaba anlatabildik mi? Yok,  öyle muazzam bir şey. Ne yazık ki! Kudret, insanı gönül tahtına sultan olaraktan göndermiş, yaratmış. Bir paye vermiştir, o gönül tahtında sultan olmaklık hakkını alan insan da gider icabında bir zalime uşak olur. Ne kadar acı! Öyle bir imtiyazı var elinde. Şimdi çok düşünmek lazım, herkes bunu düşünmeye gelmiştir. Bunu bulmaya gelmiştir.

Hak davetinden uzak olan nasipsiz, kâinata şah da olsa gedadan aşağıdır. Tek bu cümleyi söylemek için bugün çıktım. Zapt et! Hak ve hakikat davetinden uzak olan nasipsiz, zavallı denir ona işte. Kime zavallı denir. Öyle bir davete icabet edememiş. Parası olmayana zavallı denmez. Malı olmayana zavallı denmez. Bir derde müptela olana zavallı denmez. Çünkü misafiriz geçecek hepsi. Hiçbirisi kalmaz. O kadar çok dövünme, ah vah demeye fayda yok. Hepsi gitti. Elemler sürûrların, hepsi misafirdir, hiçbirisi kalmaz. Acaba anlatabildim mi?

Elemler de misafirdir, sürûrlar da misafirdir. Bu acayip sahnenin ikbalinde hud’a idbarında fecia vardır. Belki, her konuşmada söylediğim içün, içinizde ezberleyenler de olmuştur. Hafızasında kalanlar.  Bunu niçün söylerim? Eee, burada iki tane dalga adama vurur. Biri Celâl, biri Cemâl. Sarsar adamı, sarstığı vakitte değmez dersin. İkbaldesin, zulmetmezsin, niçün? Hile var içerisinde, bakalım beni nereye kadar götüreceksin? Buraya, büyük bir masa geldi önüne, hepsi bunların arızi.

Doğarken yok bir şey, giderken de yok. Hiçbir şey yok. Beyefendi, paşa efendi, emir efendi, reis efendi, hanımefendi, hanfendi, olmuş efendi, hepsi mülga. “Er kişi niyetine, hatun kişi niyetine!” gitti hepsi gitti. Fayda yok. Şu kadarcık bir zaman içerisinde. Rüzgârdan daha süratlidir o.

Öyle o cihangir şöyle böyle görmüş olduğun milyarlarca, nüvilyonlarca sene evveli gelmiş olan insanların her birisi bir duvarın içerisinde, deliğinde toz halinde oturuyor. Haberin var mı? Öyle de okudun değil mi ya? Müspet ilimde de öyle okudun.  Mânâ da öyle der, kâinatta bir şey eksilmez, bir şey artmaz. Ne oldu, eksilmedi artmadı ne oldu onlar? Hepsi duruyor. Kimi bir duvarın deliğinde, kimi bir testinin kulpunda, kimi bir şeyin kenarında. Semayı deler gibi bakardı, yağmamı var! Kudret adamı hamur eder, hamur! Hamurkâr-i cihanı kader yapar yoğurur. Sonra o kadar bu kâinatta vefaya talip olma. Vefa ikinci hayattan sonra başlar.

Ey gönül umma vefâ bu dehr-î sitemkâr-ı denîden.

Bir yudum suyu diriğ[1] eyledi evlâd-ı Nebi’den.

Sen ne bekliyorsun kardeşim? Hayatını intizama koy.  Ah almamanın çaresine bak, iç âleminde huzuruna kavuş, bir mânâya sahip ol. Gel, dedikleri vakitte gülerek geç. Başka bir şey yok. Hepsi dırıltı. Hepsi dırıltı! Rütbe de dırıltı, cah da dırıltı, masa da dırıltı kasada dırıltı, hepsi dırıltı! Bununla beraber sakın çalışma mânâsını alma. Öyle mânâ tahsil etme. Kalıbına bağla, gönlünü bir şeye bağla.

Çok çalış, çok zengin ol. Ahlaksızı satın al. Çok büyük masaya sahip ol, adli yerine getirmeklik içün kabarır hissin. onun üzerine “Bana, Yarabbi büyük bir masa ver.” Ne yapacaksın? Adaleti temsil edeceğim. “Bana büyük bir rütbe ver.” Ne yapacaksın? İnsanları Hakk’a davet edeceğim. Bunlar lazım. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Öyle! Ha, sen onun ikbalinde şöyle olur böyle olur, filan onların hepsi hayaldir. Seraptan şarap içme. Seraptan şarap yapıp da içme, faydası yok.

Ey gönül umma vefâ bu dehr-î sitemkâr-ı denîden.

Bir yudum suyu diriğ eyledi evlâd-ı Nebi’den.

Sen kimsin ben kimim? Yaa! Hemen hemen, sık sık tekrar ettiğim gibi, ne güzel söylemiş ne iyi anlamış, Fuzûlî mübarek adam.

Nem var ki laf edem özümden

Mahveyle beni benim gözümden.

İşi yıkan benliktir. Onun kadar Hak ile insan arasında hain olan bir perde yoktur. O kadar perdedir. Adamın kendi kesafeti kadar insanı alakoyan yolundan hiçbir şey yoktur. Şurana bir huzur ver.  Nasıl vereyim? Ver. Geç kendinden verirsin.

Gelelim mevzûmuza. Biri böyle. Bir cilm-i sağir.[2] Batınına gelince, iç tarafına gelince, bütün mevcûdât sende. Her şey sende. İki üç konuşmadır, bunun üzerinde yürüyoruz. Harice müraacat edecek kadar muhtaç değilsin. Çok zenginsin. Sahibin de öyle diyor.

  [3]وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يد   “Bana eğer inanmışsan. Ben, sana can damarından daha yakînım. Ben çok yakınım sana. Sen hem inandım dersin, hem de gidersin başkasına uşak olursun. Yahu bana inandıysan yakın duruyorum sana, gelsene bana. Sen hakikaten inanmışsan!”

Ne kadar tatlı değil mi? Fakat işte yapamıyoruz biz o kadar. O teslimiyet olmuyor bizde. Kendime söylüyorum, size söylemiyorum ya. Ben de ihtiyacım olduğu vakitte müracaat ediyorum. Olmamış daha eyva pişmemiş. Meyânesi[4] gelmemiş. Gayet şık. Ben kendi hesabıma yapamam da ama belki içinizde yapan olur. Ama şıklığını anlatayım. Bir şeyi yapamamak başka üzenmek başka.

Urefadan[5] bir zâtı mahkemeye vermişler. Nâbecâ[6] bir hâl, masum temiz bir insan. Dediler ki: “Efendim, sen bu iş için bir avukat tutsana.” Ağlamaya başladı. Söyleyende teessür oldu. “Niçün efendim teessür gösterdiniz?”

“Allah kendisi diyor ki: [7] وَنِعْمَ الْوَك۪يل  Bana sorarsa, Beni niçün vekâletten azl ettin? Ne cevap veririm?” Acaba anlatabildim mi inceliğini? “Yarın bana sorarsa Benim ne kusurum vardı? Beni niye beğenmedin? Beni niye azl ettin, derse ne cevap verebilirim?”

Ama bu birinci sınıf insanlara ait. Hafızamda kalsın da o zevk hâli geldikten sonra öyle olur. Anlatabildim mi acaba? Gayet ince, gayet güzel. Onun yine bir başka meselesi de vardır. Hadi orasını da söyleyeyim size. O da avukatı kullanır. Ona bizâtihi kıymet vererekten değil. “O’nun sıfatıdır, O’nun hesabına kullanıyorum.” der. Öyle idrak ederse yine tehlike kalkar. Acaba anlatabildim mi? Yine iş ayrı. Neyse. Bunlara insan ahlaken iman edecek olursa, manen bunları tadacak olursa, yalnız işitmek şeklinde kalmayıp da iklim-i vücudunda sıcak bir hâl doğarsa, zilletle hayatta yaşamaz. Ahlak da insanı zilletle yaşatmayan bir müessesedir. Anlatabildim mi acaba?

Minnetsiz, külfetsiz, zilletsiz yaşar. Hakk’ın imzasını bozdurtmadan, o yüzünü gene güzelce Allah’a teslim eder. Cemimizde imzâ-i İlahi var. Herkeste.  Bu surat imzalanmış. Neresindedir, bunun imza? Alnında, yaa!  Bunu Kudret imzalamış. Bozdurma bakalım, demiş. Sevk etmiş buraya. Bozdurmadan, sildirmeden, incitmeden gelene büyük bir sofra hazırlamış. Daha daha kendini vermiş. Gidiyoruz işte değil mi ya! Burası durak mahalli değil ki.

Çok eski konuşmalarımda söylemiştim. Her şeyin kıymeti ve meziyyeti vermiş olduğu yemişinden belli olur. Bizi Allah insan olaraktan meydana getirmiş, bizim bir yemişimiz olacak. Yemişimiz zulüm müdür, edepsizlik midir, rezalet midir, insaf mıdır, merhamet midir, nübüvvet midir? Bak bakayım yemişine. Şimdiye kadar ne topladın? İmzanın bozulup bozulmadığı bundan anlaşılır.

Her şeyin kıymet ve meziyeti, muhasara-i semeresine bağlıdır. Vermiş olduğu yemişine. Cici bici giyinmeye bağlı değil. Ondan soyuyorlar adamı. Altında teneken olmuş, hiiç götürmezler içeriye, hiç kimseyi sokmaz. Teneke falan hiçç!

O ne ibret bir şeydir o. En büyük. İnsanı irşad eden şey topraktır, toprak. Oradan ders almayan hiçbir şeyden bir şey anlayamaz.

Fehûr[8] ile basma bana der. Seni kimse kabul etmez.  O etrafında el pençe divan duranların da, o âşıkların maşukların da, o ahbabın da, o annen,  o baban da, o evladın, o kardeşin de, hiç kimse seni kabul etmeyeceği bir gün vardır. Senin bir kenara atılacak bir zamanın var. Bana geleceksin, sineme basacağım seni!” Yer, yer adamı! Anlatabiliyor muyum acaba? Sen gireceksin. Senden başkasını kabul etmez. “Sonra benim ahlakımı al.”

İnsanda bütün kuvvâ yemesinden içmesinden hâsıl olur, öyle değil mi ya? Dikkat et tabirime! İnsan da bütün kuvvâ, deymeklik, işitmeklik, tutmaklık… Geç buraya öbür tarafında enfüsi tarafına, hilim merhamet, gadap, şehvet hırs, tamah, bunların heyet-i umumisi yediğin gıdadan olur. Acayip ya. Gıdadan. Hepsi bunlar gıdadan. Ekmekten oluyor bunlar, yediğin şeyden yani.

Onun içün Allah da der ki:

 [9]  كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ Tertemizini ye. Alın teri ile kazanılmışını ye. Âharın zararına toplanan bir şeyden bir şey yeme. Senin insanlığını alır o. Sıfatların değişir. Anlatabiliyor muyum?

“Zulm ile bir şey yersin, yediğin vakitte sende hilim olacağına gadap yap da boğsun o gadabın derim.” O götürü pazarlık değil bu, burada işler var.  Bazen alay eder, geri kafalı der dedesine. Neden? “Domuz eti yememiş.” der! Öyle insanlara rast geldim de onun için söylüyorum. “Yahu fen ilerledi, içerisindeki mikrobu var mı yok mu bakarsın, baytara gösterirsin yok. Pekâlâ yersin. Artık böyle aptallığa lüzum var mıdır!” der. Bunu diyene, ben rast geldim de, dedesini tenkit ediyor.

Dedesinin evinde oturuyor da aldığı ev de... Hayret, evi deden aldı. Parayı da deden bıraktı, daha yerin dibinden bir kuruş çıkarmadın, yaa! Pencereyi buradan niye açmış diye küfretmek hakkını nereden aldın? Ne akıl kabul eder ne kalp kabul eder, kabul etmez. Sonra senin deden de öyle aptal adam değil. Yoo, üç kıtada hükümdar. Zalime “Otur!” deyince oturtuyor böyle. Daha dünyada deden kadar, dünya sekenesine sözü geçen hiçbir camia gelmemiş. Yok o kadar daha. Ama kaybetmişsin o başka.

Deden; çok kuvvetli, çok zarif, çook nazik, çok müeddeb[10] gayet hayâlı, pek merhametli... Evvela cânan sonra cân diye yaşayan. Pek muhib. Diline yalan dikeni batmamış, çok güzel konuşur. Anlatabiliyor muyum? Diline yalan dikeni batmamış.  Adamın diline diken batarsa konuşabilir mi? Yemek yiyebilir mi? Filan. Bir şey yapamaz. Diline yalan dikeni batmamış. Cımbızı yanında çünkü. Batsa dahi çıkarıyor. Ne cımbızıyla çıkarır onu? İlim, hüüp çıkarır atar. Batarken çıkarır böyle. Beşerdir, fakat cımbızı duruyor yanında. İlim cımbızı var, çıkarıp atar. Bir şey anlatabiliyor muyum? O, onun içindeki mikrobu da bilir, mikrobu olmayanı da bilir. Neden yemez? Birisi bir yerde hakaret etti de münasebet aldı diye söylüyorum. Bırak canım, diyor şimdi.  “Eski insanları bırak, dedeni. Ahmak adamlar!” Bir de misal verdi.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki: (Burayı iyi dinleyin.) “Yenilen gıdanın maddesinin nasıl maddesine faydası veya zararı varsa... (Tabire dikkat et. Bir şeyi aldın yiyorsun. İşte bunda B vitamini var. E vitamini var, her neyse diyerekten böyle tahlillerini de yaparsın, şu eksiktir filan hah.) Nasıl maddesinin maddesine faidesi veya zararı varsa, her varlığın bir mânâsı vardır. O yediğin şeyin mânâsı da senin mânâna ya faidesi vardır ya zararı vardır.” Bir şey anlatamadım mı acaba?

Aldın bunu yedin. Bu yemiş olduğun şeyin maddesi, nasıl bu kalıbına maddene faide veya zarar verirse, o şeyin bir de ruhu vardır. Mânâsı vardır. Onun mânâsı da senin mânâna ya fayda verir ya zarar verir. Domuzu yememiş, içinde bilmem ne mikrobu var diyerekten değil. Gayret sıfatını kaldırır, bir de merhameti kaldırır. Mânâmıza yapmış olduğu tesirde, domuz eti yiyen adamda merhamet olmaz. Ama diyeceksin hem yedi hem merhametli. Eğer, yemeseydi kim bilir o gece gündüz ağlardı. O insan diye ağlardı. Anlatabildim mi acaba? Misal, misal verdim.

Bütün kuvvâ yemiş olduğun gıdadan meydana gelir. Onun içün ahlak der ki: İlk önce kazancını düzelt. Kazancını düzeltmedikçe sen yol alamazsın, der. Laf hâlinde söylersin başka. Kazancını düzelt! Yemiş olduğun kazancın, senin için Hak ve hakikatin haricinde olmayacak. Nerede yakalıyor bak adamı? Nereden yakalıyor, ne kadar zor fakat uyduktan sonra da ne kadar tatlı. İnsanın şurasıyla anlaşarak yaşaması kadar huzurlu bir hayat var mıdır? Var mı acaba?

İlk önce oradan başla. Kazancından başla. O işte. Mesela herkes kendi kıymetini bilir. “Ben ayda beş yüz liralık bir adamım. Benim kafamın, benim haddizatında mesaim benim çalışmam, benim zekâm, benim kabiliyetim, ayda beş yüz liraya kadar gidebilir.” Ama tesadüfen iki bin liralık bir şekil vermişler. Bin beş yüz liranın hırsızıdır. Çalmadı ama manen hırsız. Anlatabildim mi acaba?

Hırsız demek yalnız böyle cebinden böyle şıpdaak bir şey çekmek değil. Tabi bu cemiyetin tekâmülü ile olur. Şimdi fertlerde bu pek az bir şekilde tecelli eder. Bunu söylemesi kolay, tatbikatı zor. Fakat ahlaka intisab eder de mânânın zevkini anlayacak olursa ve “Ben neticede muhakkak günün birinde mensi ve mühmel, yani unutulmuş, bir yere terkedilmiş bir şekilde kalmayacağım. Konuşan benimle bir gün konuşacak. Nereden kazandın? Kime yedirdin? Ne yaptın? Ne şekilde sayılı nefesini tükettin, dediği vakitte, alnımın akıyla geldim. Elimin emeği ile yaşadım.  Bilerek hiç kimseden bir şey gasb etmedim. Kanaat ve elzemi birleştirdim, insanlığa elimi açaraktan huzuruna çıkabildim.” diyebilmesi içün bunları şart koyuyor. Anlatabildik mi?

Misal olaraktan söylüyoruz. Böyle olamayız fakat böyle de adam olur muymuş, var mıymış denecek olursa var. Ben misal getireyim sana bir tane. Ama sen ona belki bugün deli dersin, veyahut aptal dersin. Ama o pek de diyemezsin ya. Eser meydanda nasıl diyeceksin?

Ömer, çok sefer yalın ayak gezermiş. Bin dört yüz şehir fethetmiş, her fethedilen şehir kocaman bir eyalet. Dünyada iki büyük kuvvet var, daima dünya iki kuvvetle gidiyor. Küçük kuvvetler, o iki kuvvetin hangisine neşesi uyarsa ona tabi olaraktan gider. Âdet-i İlahiye böyle. Allah’ın bir Cemâl sıfatı var, bir Celâl sıfatı var, insanlar üzerinde bu cârîdir. Neden öyle? Neden yok. Uşak efendiden sual soramaz.

Asker olursun yat yere, der. Çamur var efendim, diyemezsin. Yatarsın. Allah, bu ufak kumandandan daha aşağı değil. Açıkçası bu. Burada çamur var, şurada su var, yok. Onu sana Kudret sahnede dersini kaçırttırtmıştır. Onlar hep bedava değil. Yarın konuşulduğu vakitte sana: “Bir insan meydana getirmiştim, çamura yat dedi de yattın, sesini çıkarmadın, hüppadaak yatıverdin. Ben sana yat dedim, ayakta takılı kaldın.” der. Hepsi hesaplı.

İki büyük hâkimiyeti böyle… Bir onun (Ömer’in) zamanında olmuş, başka yok.  “Niçün?” diyorlar. “Serbest çalışmıyorum, serbest çalışsam, belli olacak. Serbest çalışmıyorum.  Beytü'l-mâle, oradan tahsisat alıyorum. Yapmış olduğum hizmete, almış olduğum tahsisat ödememiş gibi geliyor. Ayakkabı alamayacağım birkaç vakit.” diyor. Acayip bir şey değil mi? Bambaşka bir şey.

Sonra bununla beraber de öyle bir huşû öyle bir haddizatında hudûu var ki hâlet-i ihtizârında ölüm anındayken, Abdullah İbn-i Ömer’i çağırıyor, oğlunu. Bazı şeyler söylüyor uzun sürer konuşma, söylerken başı böyle düşmüş. Hemen koşuyorlar hurma lifinden bir yastık getirirken, “Koyma diyor, koyma.” Niçün, diyorlar. “Başımın düştüğünü Allah görsün. Nasıl îsâl-i[11] arz ettiğimi görsün. Kaldır ya öyle benim başım düşsün.”

Bu lacivet kubbe bak ne adamlar yetiştirtmiş. Sonra onun birinci Ömer’liği zamanı var, o vakitte görürsen korkarsın. Ne oldu da böyle oldu? Hangi pûtede eridi de o kesafet gitti, safiyet dibine çöktü de meydana geldi. O ne aşk pûtesiydi? O pûte, neyin ismiydi, onun cismi miydi, ismi miydi, resmi miydi Nasıl oldu da öyle oldu? Sonra herkese de böyle olmaklık imtiyazını Allah vermiştir. Yaa bir de o var. Herkes de var. Bazısında geç, ee neyse olur.

Hemen hemen her vakit söylediğim gibi. Kuyucu, kuyuya su koymaz. Kuyucu toprağı kazar kazar da haddizatında su mu döker kuyunun içerisine? Yook! Her arzın altında su vardır; ama bazısından beş metreden, on metreden, yirmi metreden, nihayet artezyenle yine su fışkırır. Bazı insanın arazi-i kalbiyesi üç cümle-i insaniye ile suyunu verir. Bazı insanın arazi-i kalbiyesi, yüz cümle ile suyunu verebilir. Marifet suyunu, Kudret akıtmıştır, madeni vardır içerisinde. Anlatabiliyor muyum? Olmadı diyerekten bıkma. Bazı insandan nihayet artezyen vurur, çıkar. Kuyucu koymadı suyu. Ne yaptı? Suyun çıkmasına engel olan toprağı izâle etti. Her insanda da bir letâif vardır, onun çıkmasına şey olan, engel olan kesafeti, karşısındaki insan eğer o sahanın mütehassısı ise onu çıkarır atar, nihayet olur. Herkeste var o. Fakat o işi bilmek, o işe yaklaşmak bak bir şey okuyayım da daha iyi anla.

Ruhu’l-kudüs deminden şol nübüvveti dirildi.

 Tahkik âleminde İsâ'bn-û [12] Meryem oldu.

Belki bir şey anlatamadım. Kâinat insansız kalmaz. Daima Hazreti İnsan kâinatta mevcuttur. Her Hazreti İnsanın tecellisine ait olan bir tecelli mevcuttur. Yine bir şey anlaşılmadı. Nasıl anlatayım? Misal vereyim ki anlaşılsın. Dur bakalım. Hazreti İsa, ölüyü diriltmiştir. Bunun hakikat mânâsı:  Ölü kalplere, hayat vermiştir. Anlatabiliyor muyum? Şaki insana saadet rütbesini verdirtmiştir. Said olmuştur. Binaenaleyh, ölüyü diriltti gitti, başka ne oldu? O ayniyette, o sirette, o kabiliyette, Hakk’ın vergisine mazhar olmuş olan yine İsa vardır. Anlatabiliyor muyum acaba? Kim ki ölmüş olan bir kalbi Hak ve hakikatten biçare, avare, azade yaşayan birisini yakaladı da onun gönlüne bir muhabbet soktu. İşte o, İsâ’bn-û Meryem’dir Anlatabiliyor muyum acaba?

Esrâr-ı küntü kenze her sine mahrem olmaz.

Âdem  gerek bu sırra mahrem ki mahrem olur.

Mansur gerçi Hak’tan rüsvâ-i âlem oldu

Ondan aranaram ki rüsvâ-i âlem oldu.

Bunu da anlatayım size. Esrâr-ı küntü kenze her sine mahrem olmaz. Bu ne demek bilir misiniz? Bu Gayet muazzam bir şey o. Burada hepimize ait ders var. Hepimizi ikaz eden bir yer var. Kudret bu kâinatı tafsil[13] etmezden evvel, henüz ilmindeyken, La taayyün isim almamışken, la taayyün âlemindeyken, bilinmesini istedi. Ve bu mevcûdât, O'nun muhabbetinin suretinin zuhuru oldu. Kâinatta bir şey meydana getirmek istersen yokla kendini. Sevgin var mı yok mu? Anlatabildim mi acaba?

İnsanlar birbirine kalpleri muhabbetle birleşmedikçe, hiçbir fen, hiçbir ilim, hiçbir sanat, hiçbir varlık, aya değil ya güneşe, güneşe değil ya şuarâya, şuarâya değil de arşa da çıksa, yine inleyecektir. Yine inleyecek Çünkü hilkatin sermayesi muhabbet. Bunu diyor.

Bu işin inceliğine her sine mahrem olmamıştır.

Bu işi anlamaklık içün:

Âdem gerek bu sırra mahrem ki mahrem olur. Bu sır mahremdir.

O tecelli nasıl olmuştur? Şimdi ben de size burayı anlatamıyorum. Bazı şey vardır ki, yanlış anlamayın, kendi anlamış mânâsına  vermeyin. Neyse işte, bir yemiş yenmiş, kabukları atılmış, kabuğundan bir koku anlaşılmış, o kokudan da yemişin o  olduğu şey edilmiş, söylenmiş.  Bizimkisi o gibidir. Yemişi yiyen başka türlü bilir bunu. Bize lazım olan zâhirde. Şöyle, cemiyette.

Bu iş ilk önce ailelerden başlıyor, evlerden. Anne, baba, evlat. Ufacık bir yuvanın, üç nüfuslu, beş nüfuslu, altı nüfuslu bir evin, muhabbet tenceresi ne şekilde kaynıyor. Anlatabiliyor muyum bir şey? Yaa, buradan başlar. Nasıl?  Bir şey yok. Eh zavallı ölü kalple yaşıyor. Çek yükünü, yüklemiş sana altmış kiloluk bir yük. Yetmiş, seksen çek bakalım. Ne vakite kadar hamal yaşayacaksın? Çek! Âdem gerek, diyor.  Bak, ne güzel anlatmış.

Âdem gerek bu sırra mahrem ki mahrem olur.

Mansur gerçi Hak’tan rüsvâ-i âlem oldu

Ondan aranaram ki rüsvâ-i âlem oldu.

Muhabbet hüviyeti, kelimesi yok, beceremiyorum da galiba. Ama bir şey anlaşılıyor değil mi? Layıkı ile anlaşılırsa Allah’sız hiçbir zerre olmadığı, ölçüsü bu. Nazar-ı hakikatte meşhûd olan ancak Allah olduğu, nazar-ı mecazide, mecazi bakış da bardaktır, çanaktır, sensin benim odur. Fakat nazar-ı hakikatte ne sen varsın ne ben varım, ne filan, hep O’dur. Bunu hâl’en duyan adam da muhabbet olur. Bunu duymayan adamda muhabbet olmaz. Kelimesi olur. Anlatabildim mi acaba bir şey? Kelime hâlinde kalır onun. Ders halinde kalır; hava gibi, hayal gibi vücutsuz. Bunu hâl edindi mi, hâl edindiği vakitte, işte orada misal getiriyor.

Mansur gerçi Hak’tan rüsvâ-i âlem oldu.  Nasıl olur, Hak’tan? Açayım mı buraları başka yere mi geçelim? Nazar-ı hakikatte meşhûd olan, yani görülen, Hak. O birdenbire insana bir tuhaf gelir. Ne demek? Ben şimdi size misal vereyim. Siz kaç yaşındasınız?  Otuz. Otuz beş sene evveli siz var mıydınız? Görülür müydünüz şöyle? Göreniniz var mıydı mecazi olarak? Yok! Onu birkaç misli daha büyütün. Büyüttük; üç beş oldu, yüz yüz elli, her neyse. Ondan sonra yine görünür müsünüz? Var mısınız? Kim var o hâlde? Anlatabiliyor muyum? Bir şey anlatabildim mi acaba?

Mecazi olan eşkâl, bunların bizâtihi vücudu yoktur, size şöyle bir misal vereyim. Şunu diktik, bir ağaç tasavvur edin, bir direk tasavvur edin. Sabahleyin saat onda baktın ki şöyle bir gölgesi var. Bu gölge. Fotoğrafla da çekersin bu gölgeyi. Anlatabiliyor muyum acaba? Fotoğrafla çektin bu gölgeyi. Zevâl vaktinde bu gölge gider.  Nereye gitti? Bu gölge yok olur burada, zevâlde. Buna gitti, buna. Sen de bir gölgesin kardeşim. Zevâl vaktinde buraya gidersin. Daha nasıl anlatayım sana? Onun için bir film uğruna mağrur olma!

Mansur da bu sırlara agâh olmuş.  Agâh olduktan sonra, vücut şaibesinden geçerse bir insan, bu vücut senin mi? “Benim ya!” İhtiyarlamasana, ölümü öldürsene! Beşerden aczi gidersene. Kabrin kapısını kapasana! Ne senin? Yook, senin değil. Sen bunu vakti ile bu benim değil der de sahibine çalıştırtırsan, sahibi gelir kendi oturur. Malını bırakmaz kimseye.

Firavun da ene’l-Hak dedi. Mansur da ene’l-Hak dedi. Cümleler birdir, harflerde birdir, seda da birdir. Fakat biri nefsinden dedi, biri O’ndan dedi. Anlatabiliyor muyum? Biri mel’un oldu matrûd[14] oldu. Biri haddizatında Hak oldu. Onun için burada diyor ki: “Mansur Hak dedi de âleme rüsva oldu.” Astılar. Ne güzel anlamış. Ona âlemin rüsva olmasından ne gam, diyor. Çünkü âlem kendisidir. Her şey O’dur. Bir şey anlatabildim mi acaba? Her şey O’dur

Ahlak; insanı benden, benlikten soya, soya, soya, soya, soya, soya öyle bir hâle getirir ki nihayet Kudret onda muhabbeti ile tecelli eder de o muhabbetle kâinatı…

...O dert başladığı dakikadan itibaren o hâl, derhal geçer gider. Siner, teslim olur. İstediğin gibi kullanırsın. Teslim olursun. “Üften inşevet” galiba bozdum lafzı, neyse mealini ben size söyleyeyim. Büyük insan ne kadar güzel söylüyor.

Zipîşî batılan-ı cihanı, harf-ı Hakk ne gû

Batıl insanların yanında, şaki insanların yanında, Hak’tan bahsetme. Mansur “Hak” dedi de helak oldu. Tabi bu, onu daha başka bir... Helak olan yok ama şöyle umuma hitaben anlatmak makamında bir misal getirmiş. Çok şık değil mi?

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi gayet nazlıdır. Bazı insanlar vardır, makam-ı naza çıkmıştır, Cenab-ı Hak onlara salahiyet vermiştir. Allah’ın ağası değilsin ya! Serbest serbest konuşur. Fakat Resulullah’a gelince orası o kadar müeddeb çalınacak bir kapı ki, ufacıcık insan şöyle mübalağatsız bulunsa hop yuvarlanır. Size şöyle anlatayım bunu. Allah Büyük Kitab’ında tanıtmak istediği, bazı Resullerinin isimlerini hitap eder. Mesela Ya İsa, der. Ya Zekeriya, Ya Musa. Resul-ü Ekrem’i Cenab-ı Muhammed’i ismi ile hiçbir yerde hitap etmemiş. Yoktur, “Ya Muhammed!” bulamazsın. Bunu söylemekten maksadım, biraz bu edep kaybolmuştur da ananevi ahlaka taalluk ettiğinden dolayı söylüyorum.

Mesela bakıyorsun ki beş yaşında bir çocuk, Ondan bahsedecek: “Muhammed, Muhammed, Muhammed!” Mehmet ağayı çağırır gibi, bekçiyi çağırır gibi! Allah kendisi Allah bu. “Ben onu ismi ile çağırmaktan hayâ ederim.” diyor. Çok ince bir yer. Peki, Kendisi nasıl çağırır. “Ya Eyyühen-Nebi.” Sıfatı ile. “Ya Eyyühel Rasul.” Daha daha hususi tecellilerde “Taha, ey tahir-i mutahhir” yani ya, tertemiz ve temizleyici zât. Yaa, biraz daha iyi anlaşılsın.

Bir gün bir görüşme oluyordu. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi dostları ile beraber oturmuşlar, bir konuşma oluyordu. Konuşma arasında huzurda bulunanlarının sesi yüksek çıkıyor. Konuşma kızışmış, böyle birbirleri ile yüksek yüksek çıkıyor. Derhal Sefir-i Kebir geldi, Namus-u Ekber, Nazmı getirdi Hudâ emrediyor.

[15] لَا تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ      

“Sesinizi çok yükselttiniz. Benim Habibimin, konuşma sesinden sizin sesiniz üstün çıkmaya başladı. Ses perdeleri yukarda. Hepinizin imanını hapsederim. İstemem öyle iman.” Kovarım yani hepinizi.

İçinde Ebu Bekir’ler var, Ömer’ler var, anlatabiliyor muyum? Ben değil, böyle şahsiyetler var. Onun üzerine bazı konuşmalarda Ömer ki en celalli en serbest bir insan, o huzurda bulundukları vakit, konuşurlarken, dinleyen kimse kulağını yaklaştırmadıkça anlayamazdı. Sordular: “Biraz yüksek söylesene, biraz işitelim.”

لَا تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ َ “Ben imanımı kaybetmeye şeyim yok. Yaklaştır kulağını!” der.

Elbette buradan bir şey herkes kendisine göre anlamıştır. Değil mi ya, bunun izahına lüzum yok, herkes bir şey anlar. Şimdi burası o kadar nazik bir kapıdır. Nazın geçerse Allah’a istediğini söyle. Evet, burada gayet incelmek lazım. Mansur, muazzam bir adam. Allah’ın dostu. Mânâ âleminde sahib-i salahiyette. Fakat beşer bu ya, nebih[16] makamında söylemiş. Nebih makamında yani öyle ulu orta da değil. Meth etmeklik makamında söylemiş.

Diyor ki: Cenab-ı Peygamber, âlem-i  miracda sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz

Vasl oldu yâre. Yâri hazf oldu mîm-i Ahmed.

Mirac. Bîdil[17]öyle der. O Bîdil vardır. Ne adam, yakar adamı. Bîdil. “Benden miracı soruyorlar, diyor. Bîdil, Miracında katre iken derya oldu. Bilmem ki, O ne oldu?[18] Bilmem ki O ne oldu?

Mansur diyor ki, o huzurda Hudâ, kendisine selam verdi, selamı kabul ettiler. O tahiyat nedir, tayyibat nedir, uzun boylu iş onu ben elli konuşma yapmalıyım ki... Hayat sahiplerinin selamı.  Hayat sahiplerinin selamı deyince biz Ahmed’in Mehmed’in işte şu canlılar, o hayat değil o. O başka bir hâl yine. Neyse onu da anlatırız bir gün, sağ kalırsak.

Bu tecellide [19] وَعَلَىعِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ   dedi. İnsanlığa hadim olanlar, salih olanlar, orada da bir incelik var gene. Salih. Gönül şehrini tamir edenler, düşmüşü kaldıranlar, mülkünü imar edenler... Çok mânâsı. Onlara da olsun, dedi. Hudâ da ona dedi ki: “Bu öyle bir makamdı ki, buraya bir melek-i mukarred ve ne de bir Nebi girebilirdi. Sen sevdiğini soktun biz de kabul ettik.”

Şimdi Mansur diyor ki, meth edeyim diyerekten söylüyor. “ وَعَلَىعِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ   Demeyip de o zât-ı âlâ    اجمعين وَعَلَىعِبَادِ اللهِ   demiş olsaydı, kâinatta hiç şaki kalmayacaktı. Onun öyle bir payesi vardır.”

O gece mânâsında Habib-i Hudâ tecelli ediyor Mansur’a. “Ne konuştun Mansur, dedi. Beni Hak’tan ayrı mı gördün sen? Neden ikilik gösterdin? Neden ikilik çıkardın?” “Hata etmişim.” diyor. “Şeriat kılıncıyla tedibin[20] lazım gelir. Sana böyle bir ceza tahakkuk etmiştir.”  İşte onun içün idam edilmiştir. Anlatabildim mi acaba? O idam edilir de manevi rütbesini, yook. Daha ziyade teâli etti başka. E daha bunu daha açar mısın?

Esrâr-ı küntü kenze her sine mahrem olmaz.

Âdem  gerek bu sırra mahrem ki  mahrem olur.

Mansur gerçi Hak’tan rüsvâ-i âlem oldu

Ondan aranaram ki rüsvâ-i âlem oldu.

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.

 

 



[1] Diriğ: Mani olmak, direnmek, engel olmak

[2] Cilm-i sağir: Cilmi kadar yer yakar deniyor ya) küçücük cüsse

[3] Kaf Suresi 16. Ayet-i Kerime.    وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِه۪ نَفْسُهُۚ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ 
Meali: Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.

[4] Meyâne: Belirli ölçülerde tereyağı ve un karıştırılarak yapılan sos.
Meyânesi gelmek: (Helva vb. yiyecekler için) Kıvâmına gelmek, tam kıvâmını bulmak

[5] Urefâ: (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)

[6] Nâbecâ: Yersiz, uygunsuz, münasebetsiz.

[7] Ali İmran suresi 173. Ayet-i Kerime   اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًاۗ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
Meali: İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun." dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir".

[8] Fehûr (Fahr/Fâhir): Övünen, iftihar eden, müftehir. Kendi amelini ve kendini beğenen. Gurur, kibir, böbürlenme.

[9] Bakara Suresi 172.Ayet-i Kerime    يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Meali: Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız. 

[10] Müeddeb: Te'dip edilmiş. Edeblendirilmiş. Terbiye edilen. Edepli.

[11] Îsâl: Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek.

[12] Saf Suresi 6. Ayet-i kerimede zikredilen İsa oğlu Meryem.  وَاِذْ قَالَ ع۪يسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَن۪ٓي اِسْرَٓاء۪يلَ اِنّ۪ي رَسُولُ اللّٰهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرٰيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْت۪ي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُٓ اَحْمَدُۜ فَلَمَّا جَٓاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌ
Meali: Meryem oğlu İsa da: "Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)." demişti. Fakat onlara apaçık delillerle gelince "Bu, apaçık bir büyüdür." dediler

 

[13] Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.

[14] Matrûd/Matrût: Kovulmuş, tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan.

[15] Hücurat Suresi 2.Ayet-i Kerime    يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا لَا تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ اَنْ تَحْبَطَ اَعْمَالُكُمْ وَاَنْتُمْ لَا تَشْعُرُونَ

Meali: Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber'e yüksek sesle bağırmayın. Öyle yaparsanız, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.

[16] Nebih:          (Nebihe) Namlı, şanlı şerefli.

[17] BÎDİL( بيدل) Mîrzâ Abdülkādir b. Abdilhâli Arlâs (1644-1720)

Hintli şair. 17. yy Hint-İslam Tasavvuf üslûbunun (Sebk-i Hindî) önde gelen temsilcilerinden.

[18] "Kıssa-i bî-reng-i mira ez men-i bîdil nepürs,
Katre deryâ geşt ü Peygamber nemîdanem çi şud.”

"Renk âleminden sıyrılmış olan mirac kıssasını ben bîdile sorma,
katre iken derya oldum, bilmem ki, Peygamber ne oldu?" (Bîdil)

[19] Ettahiyyatü Duası (( اَلتَّحِيَّاتُ ِللهِ، وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّـبَاتُ، اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ، السَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَىعِبَادِ اللهِ الصَّالِحِينَ. أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ.))
Meali: “Bütün tâzimler, ibâdetler ve güzel sözler ancak Allah içindir. Ey nebi! Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâm, bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun. Allah’tan başka hak ilah olmadığına şehâdet ederim. Ve yine Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-‘in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim.”[1]

[20] Te'dib: Edeblendirme. Terbiye verme. Haddini bildirme.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017