058 (16.08.1959) 51 dk. (280)
Fakat, yine biraz bahsederek ana hattımıza
geçeceğiz. Allah, bilinmesini...
Bu tariflerin keyfiyeti meçhul.
Müşâhhas olaraktan size gösterilebilecek beşerde takat yok. Fakat bazı şeyler
duyulur da anlatılmaz. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hissedersin de hissettiğini
anlatamazsın. Bu onun en başında gelir.
Allah, kendisinin bilinmekliğini istemiş. Öyle buyuruyor. “Bilinmekliğimi istedim, sevdim.” Bunu anlatırken İmam-ı Ali Keremallahu zâtehu Hazretleri, dinleyenlerden biri sormuşlar: “İyi ama Allah nerede?” Bir sual sormuşlar. “Nerede yok iken Allah vardı.” diyor. Bir şey anlatabildim mi? “Nerede” yoktu, Allah vardı. Allah Ma’ruftur, ma’lum değildir. Hadisat ve tasavvurattan münezzehtir. Her şeyinde kayyumiyet-i zâtiyesi meşhûttur. Mevcûdât onunla kaim, onun aşkıyla daimdir. Vücudu ile mevcuttur. Kanaatime göre, en güzel tarifi yapıyorum. İyi dikkatle, içinden bir şey çıkarmak, bir mânâ tahsil etmek, yalnız kulağı verip de bir sel halinde akıtmak değil de nedir diye, duyarak dinlerseniz, bir şey anlatabilmiş olur kanaatindeyim. Vücudu ile mevcuttur. Zaten bütün vücutlar O’dur.
Geçen hafta bir nebze
bahsetmiştim. Kudretin tecellisindeki ismine “Halk” denir. Mahlûkat yani ya.
Kendindeki ismine Hak denir. E bu tecellideki halk ile Hak arasında bir ayrılık
yok mu? Farkı da var bunun. Şöyle bir misal vermiştik. Kar. Karın vücudu nedir?
Sudur. Fakat kar karlığı zamanında su diyemezsin. Hatta dini bir mevzûyla size
tarif edeyim. Karı su yapmadan abdest alamazsın. Karın vücudu suyun vücudunu
tahakkuk ettirmiş olmaz. Kar var, su yok. Fakat karı eritebilip de suya
çevirebilmeklik içün bir şey de yok. Abdest alman lazım geldi. Karla alabilir
misin? Alamazsın. Teyemmüm edersin. Kar erir su olur, o vakitte kar diyemezsin.
İşte senin aslında Hakk’tır. Anlatabildim mi acaba? Bütün dert bu! Beşer, bunu
idrak edebilmeklik içün, bunu duyabilmeklik içün, bunu bulabilmek içün, bu ile
olmak için buraya gelmiştir. Bundan
maksat nedir?
İnsan geliş ve gidişindeki gayeyi
duyacak olursa, meyve olmaya çalışır. Kayısı çekirdeğini diktik yahut şeftali
çekirdeğini diktik, herhangi bir meyvenin çekirdeğini diktik, o çekirdek de
çekirdek halindeyken, bil-kuvve[1]
nâmütenâhi ağaç gizlenmiş midir, gizlenmemiş midir? Bugün bir kayısı çekirdeği
sayıya girmeyecek kadar bir kayısıdır. Diktik, kayısı ağacı oldu. Yapraklandı,
çiçeklendi kayısı oldu. İlk diktiğimiz çekirdek o ağacın neresindedir? Toprağa
diktik ya suladık besledik nihayet ağaç oldu.
O çekirdek o ağacın neresindedir? O çekirdek bütün ağacı muhittir. Fakat
hüner kayısının kendisi olmaktır. Yoksa onun dikeni olur, kurumuş dalı budağı
olur, yanar yıkılır gider. İnsan da Kudret’in bir yemişidir amma yemişi olmak
hünerdir. Dalı budağı dikeni olup da yanmak hüner değildir. Ahlak onun yemişini
meydana getirttirir. Anlatabildim mi? O yemiş.
Bir misal daha verelim. Mevzû biraz
ağır fakat buradan başladık. Aynaya baktık, siz aynaya baktığınız vakitte
sath-ı ayna ne oldu? Aynanın sathı ne oldu? Aynanın sathı sizde zahir oldu. Sen
meydana gelmek ile Hak sende zahir oldu. Bunlar misalsiz söylense biraz
anlaşılmaz fakat misal verildikten sonra anlatılamayacak kadar anlaşılabilir.
Üzerinde biraz işlenirse, hâl edilirse anlatmak tecellisi de olur. En canlı
misal. Aynaya çıkıp baktığınız vakitte, o kocaman aynanın sathı nereye gitti?
Sizde zahir oldu. Hak da sende zahirdir. O’nu idrak ettiğin dakikada her insana
kendisinin yaradılışındaki vazife eline verilir. Hak ve hukuka riayet eder.
Karşımdaki mazharda[2] Hak var,
der. O da benim karşımdakinde de Hak var der, dünyadan ah sesi diner. Mesele
bunu dindirmektir. Yoksa ilim isterse gökyüzüne insan değil de ordu çıkarsın.
Vasıtasız sinek gibi çıksın, ne faydası var, ah sesi dinmedikten sonra? Denizin
dibinde değil de denizi yutsun da gezsin. Hiçbir fayda yoktur.
Hamal yükünü mola taşına koyduğu
vakitte alnının terini siler, oh der. İnsan da yüklüdür, yükünü musalla taşına
koyduğu vakitte oh der. İşte musalla taşına götürmezden evvel yükü ahlaka
yükletirsen, ondan evvel huzur etmiş olursun. Yoksa herkes yükünü bir yere
bırakacak. Öyle değil mi? Hamal yüklüdür, dört gözle bakar, ah bir mola taşı
gelse de dinlensem diyerekten. Kor mola taşına yükünü, ondan sonra biraz nefes
alır, terini kurutur filan, dinlendikten sonra tekrar yükü alır. İnsanda yüklü,
kendi yükünü taşıyor. Hamalın yüküne de benzemez. Bu çok ağır bir yüktür.
Deden... (Hamala taşı, dedim de
aklıma geldi.) Deden ne kadar kibar adammış. Şu tarihin en eski efendisi olan
ecdadımız. Muazzam adamlar. Biz onları böyle layıkıyla bilmiyoruz da zavallı
zannediyoruz. Zavallı olur mu! Evinde oturuyorsun, niye tetkik etmezsin? Öyle
değil mi ya? Bir avuç insan koca kişverleri[3]
feth etmiş. Dünyanın yüzü olan yeri de zapt etmiş: “Al oğlum, burada serbest mânâna
sahip ol. İsmet ve iffet numunesi olarak yaşa. Kâinata ilim mevzûu ver,
sanatlara model ver, kavval[4]
olmaktan ziyade faal ol. Hacet messetmedikçe[5]
bir işin peşine koşma. Hubb-u gayr ile yaşa. Nasıl olsa günün birinde bir
çukuru dolduracaksın. Kabrin öbür tarafındaki hayata bak.”
Biz kabri görüyoruz fakat öbür
tarafta ki hayata bakmıyoruz. Eğer öyle bakmış olsak, her gün gazetelerde
cinayet havadisi işitilir mi? Hiç düşünmüyoruz, nereye gidiyor? Yok, anasını
kesmiş, yok, babasını parçalamış, yok niçün bana baktın demiş de öldürmüş, yok niye
yan bastın demiş, vurmuş. Bunlar beden-i hud’a[6],
bunlar apartman yangınına benzemez. Sarayın çökmesine benzemez, bunu Allah yapmış.
Köpeğin ciğerinin vakfiyesini
yapan dedenin oğlu, böyle mi olacaktı? İnsan haklarını bırak, dünyada insan
hakları diyerekten şeyler yazıyor. Bırak insan haklarını, dedene dön dedene! Ne
arıyorsun başka yerde bir şey? Ne insan hakkı! Zerre hakkı diyor. İnsan hakkı
neymiş! Aç dedenin vakfiyelerini; filan mahallede ki filan semtte ki köpeklere
yüz sırık ciğer, filan yerdekine seksen sırık işkembe. İnsan hakları bitmiş,
hayvan haklarını yenine getireyim diyerekten uğraşıyor. O dedenin çocuğu, iki
kuruş için adam öldüren evladı çıkıyor. Bu hastalık nereden geldi, tedavisi ne
vakit olacak? Ne güne kadar sürecek? Allah’sız kaldı mı bir camia, bunlar olur.
Kestirmesi bu bunun. Tek söz.
Ne irfandır veren ahlâka
ulviyet, ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah
korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz
edilsin havf-ı Yezdan'ın.
Ne irfanın kalır te'sîri
kat'iyyen, ne vicdanın. [i]
Ne güzel söylemiş. Ferdi
saadetler muvakkaddır.[7]
Hep bunlar ferdi saadet düşüncesiyle ortaya geliyor. Ferdin saadeti
cemiyetin saadetine bağlıdır. Tek başına saadet olmaz. Tek başına ben saadet
kurarım da yaşarım dersen, aldanırsın. Çünkü saadetin zevkini veren Allah’dır.
Vermez ki. Her gün bir azap! Peygamber, öyle dedi: “Bir zaman gelir öldüren niçün
öldürdüğünü ölende niçün öldüğünü bilmez. Ona herc ü merc[8]
derler, Allah’sız kalınan devredir!” dedi. Tarifi yaptı.
Gönlünü bağla da nereye bağlarsan
bağla; taşa bağla, ağaca bağla, her nereye bağlarsan bağla. Bir yerden sevgi
ile bir korku gelsin sana, kötülükten kurtarırsın. Vazgeçtik hakikatiyle Allah’a
bağlanmayı, bağla gönlünü bir yere. Nereye bağlarsan bağla! Çünkü Hakk’sız
hiçbir zerre yok. Dağa bağla, taşa bağla, ağaca bağla, nereye bağlarsan bağla.
Bağla. Serbest orta yerde nefsinin eline kendini esir etme. Aklı nefse uşak
yaptığın günden itibaren yıkılırsın. Kalkmanın da imkânı yoktur.
Bazı kimseler dedene kıymet
verdirmek istemezler. Onun içün bakıyorum da, bak sana birkaç senet vereyim.
Dedenin iman etmiş olduğu mânâ, ticaret ve sanat sahasında insanlara o kadar
şeref bahşetmiştir ki, o teşfik
ve o tergib[9]
ile deden fenn-i mimaride dünya üzerinde başka bir saha yaratmıştır, diyor.
Diyen Almanlar. Belki ben söylersem hissine kapılıp da söylüyorsun, dersin. Ama
bu hisse kapılınmaz ki tarih, kâinat, mevcûdât orta yerde, kaybolmamış.
Her vakit söylediğim gibi, yirmi
üç yaşında cihangir olmuş, “Fatihün’ ünvanını almış. Öyle cihangir ki, öyle
inkılap ki… İnkılap iki türlü olur. Terakki de iki türlü olur. Herkesin ağzında
bu dolaşır, terakki, terakki, terakki… Terakki umumi bir kelimedir. Ters tarafı
da vardır, düz tarafı da vardır. Kötülükte gayene yetişmeklik içün terakki
ettin mi kötülük de terakki ettin, demektir.
Hilkatteki gayeyi duyup maâlîyat[10]
üzerine servet-i eslâfa[11]
servet-i ahlâfı[12] ilave
ederek, babanın malına bir mal daha ilave ederek, babanın ilmine bir ilim daha
zam ederek, babanın fikrine bir fikir daha koyarak yürümüşsen, işte dedenin
etmiş olduğu terakki bu terakkidir. Mânânın kabul ettiği terakki de budur.
Yoksa evladı annesinden ayırmak, babayı karısından boşatmak, bir evin
içerisinde huzursuzluk meydana getirerekten, herkese kendi bildiği adaletsiz
bir, behîmî[13] bir
şekilde hürriyet vererekten sert sert yürümek şeyse, terakkiyse, ona tedennî[14]
der ahlak. Anlatabiliyor muyum acaba? Onun adına terakki demez. Onun adına tedennî
der. Tedennî. Alçalmak yani ya!
İnkılap da öyle. Tarihte olmayan bir
varlığı, kendi bünyesinden meydana getirerek o varlığı, yalnız kendi camiası
değil, bütün dünya imrenerek, vicdanların, örflerin, akılların, fikirlerin
kabul etmiş olduğu yeniliğin adına, inkılap derler. Anlatabildim mi acaba? Öyle bir büyüklük, öyle bir varlık ki, tarihte
yok. Yeniden bünyen meydana getirdi. Getirdi yalnız sen beğenmeyeceksin. Kâinat
beğendi. Nefsin, nefisler beğenmesi için değil; vicdanlar beğendi, ruhlar
beğendi, akıllar kabul etti, herkes imrendi, işte o varlığın adına inkılap
derler. Deden bunu yapmış. Kâinata kucağını açmış.
Davenport namındaki İngiliz âlimi
der ki: “Avrupa’nın garazkâr[15] müverrihleri[16] ‘Müslümanların Hristiyanları himaye etmesi;
Ortodoksları vaktiyle Ruslar himaye ederdi, Katolikleri de Fransızlar himaye
ederdi de o himaye tahtında onların içerisinde onlar serbest yaşadı.’ diyorlar,
diyor. Ben cevap vereyim, diyor onların yerine. Hak daima üstün gelir, Hak! Ben
cevap vereyim. Hadi sizin dediğinizi kabul edelim(!) Ortadoksları eski Ruslar
himaye etti, Katolikleri de Fransızlar himaye etti, ya Yahudileri? (Anlatabiliyor
muyum acaba?) Yaa onlar, mânâya sahip
olan Türklerin kendi satfetlerinde[17],
safvetlerindeki[18] safâ
ile bütün insaniyet camiası… Onların bir itikadı vardır: Ennâs İyâlullah[19]
Bütün nâs Allah’ın iyâlidir. Allah da Rabbel Âlemindir, biz de onun
vekiliyiz, bizde de sırr-ı rububiyet olacak, onun gibi kâinata merhamet elini
uzatacağız, diye herkese merhamet ellerini uzatmıştır. Bazısından da zarar
görmüştür, o da Hak namına diyerek gene sinesine basmıştır.” der. Anlatabiliyor
muyum bir şey?
Yirmi üç yaşında cihangir olmuş.
Orta çağı son çağa tebdil etmiş. Devre açmış yani dünyada. Elli yaşında
cihangir görürsün, yirmi yaşında cihangir görürsün, şey yetmiş yaşında
görürsün, altmış da... Yirmi üç yaşında yok. Yirmi üç yaşında cihangir tarihte
yok. İyi tetkik et bak. Harp meydanına gittiği vakitte kılıncı iki tarafından
gözükmüş. Ordunun gerisinde değil, en önünde câm-ı şahâdeti nûş edeyim,
diyerekten koşmuş. Siperde duraraktan şöyle yapın böyle yapın değil, en önde...
İmanın zevkine ait bahis bu. Gönlünü
ebediyete vermedikçe bir şey meydana getiremezsin. Verdiğinin kuvvetine
bağlıdır. O nispet de Kudret işi ayarlar. Muhali mümkün yapmış. Gemi denizde
yürümek için yapılır, karadan yürünmez.
Karadan gemiyi yürütmüş. Zafer
tahakkuk etmiş fakat zaferin vermiş olduğu... Zafer insana sarhoşluk verir. İlk
önce iş meydanda yokken gayet insanlar kuzu gibi konuşurlar fakat iyi bir
netice aldıktan sonra gerilir de gerilir, gerilir de gerilir “Ne daha diyor, Allah.
Boyunu uzatabilirsin. Niye yukarıya kaldırıyorsun kafanı, diyor. Dağ ile boy
ölçüşebilir misin? Ne yeri delebilirsin! Yer, yer seni. Sen şu kafanı biraz eğ
aşağıya. Eğ biraz kafanı aşağıya eğ!”
Gez, kâinatı seyret! Mısıra git
de Firavunun mumyasına bak. Dokuz yüz bin küsur çocuğu öldüren adamın lâşesi
orada duruyor. Onun için lâşeden[20]
bir medet bekleme, kendi ruhundan bir şey bekle. Git, orada Firavunun çukuru
var; dağın içerisine deldirmiş, orada bir mahfil yaptırmış, lâşesi hâlâ orada durur
mumya içerisinde. İnsan şöyle bir bakarsa:
“Allah Allah! Zamanında, kâinatı
titreten أَنَا
رَبُّكُمُ الْأَعْلَى[21] diye dava açan bu leş miydi!” dersin. Anlatabiliyor muyum acaba? Üüüü!
Kâinat neler yapmış, Kudret. Dokuz yüz bin küsur masum daha anasından doğar
doğmaz. Kellesini aldırtmış, orada durur. O insana büyük bir ders verir, hayret
verir. “En büyük Allahınız, Rabbiniz benim!” diyor. أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى O dehlizlerden içeride öyle acib bir şeklin
içerisinde!
Zaferin şevkiyle sarhoş olmamış. O zaferin zevkiyle kafasını semaya
kaldırıp da deler gibi bakmamış; derhal önlüğü beline takmış, orduya başlamış
eliyle karavanasını doldurmaya. Aman, demişler ne yapıyorsun?
“İman ettiğim yerin Efendisi: ‘Kavmimin efendisi hizmet edenidir.’
Zaferi ben kazanmadım, bunlar kazandı, demiş. Zaferi ben kazanmadım, bunlar
kazandı. Bunlar olmasaydı ben zaferi nerede yetecektim? Bilmiyor musun, diyor.
Peygamber ne dedi: ‘Bir camia, bir yerde muzaffer olursa o muzaffer olan
camianın zaferini bir şahsa yükleyip verirseniz, o şahısta firavunluk başlar
sizi ezer.’ Zafer nispet dâhilinde herkese taksim edilecektir.” Anlatabildim
mi acaba? Herkese.
Şurada bir şey meydana geldi, kaç kişi gittiniz? Yüz kişi. “Efendim iyi
ama bu yüz kişinin varlığı buna aitti!” Buna verdin mi bu seni tepeler. Seciye-i
insaniyeni elinden alır. Yaa? Taksim edersin yüz kişiye. Yüzer gram mı düşer,
iki yüzer gram mı düşer, muvâzene daimi şekilde durur. Ahlak bu şekilde intizam
verir.
Gelelim mevzûun an yerine... Dedende ne vardı, demeyesin diyerekten
söylüyorum. Bunu niçün söylüyorum? Aşkı ayırdık ya ahlakı ikiye. Bir, vazifeden
doğan ahlak. İki, aşktan doğan ahlak. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl,
aşktan doğan ahlakın membaı kalp. Dedemiz tarihte hangisine mensup idi? Aşktan
doğan ahlakın saliki miydi? Vazifeden doğan ahlakın mı? Aşktan doğan ahlakın
salikiydi. Onun için mümkünü muhal yapardı. Yanlış anlaşılmasın vazifeden doğan
ahlakı tenkit ediyor mânâsına değil, biz
bugün hepsine razıyız. Hepsi Aler-re'si-vel-ayn[22] Göz
üzerine, baş üzerine.
Aşktan doğan ahlakta vücut yoktur. Vazifeden doğan ahlakta vücut vardır,
hayra çalışmak vardır. Aralarındaki fark bu. Aşktan doğan ahlakta saat dakika yok. Kaç defa misal getirdim size, Mehmetçik.
O ismini kim vermiş? Ne kadar güzel. Mehmetçik demek, Muhammed’cik demek. Onun ism-i
müzekkere[23].
Harbe gider, bire on dövüşür. Ekmeğini yetirmezsin “Allah” der doyurur. Ayakkabısını
yetiştiremezsin, nasırından çarık yapar. Geri dönersem imansız giderim, der.
Sekiz saat, on saat, saat yok! Çünkü aşk, aşkta vücut yok ki saat olsun.
Frenk öyle değildir. “Ben vazifemi yaptım, der. Sekiz saat yeter, yetiştireydin kusur bende değil!” “Yahu biraz
daha…” “Yook! Ben vazifemi yaptım. Sen arkadan getireydin!” Hâlâ yine öyledir, hatta maddi sahada bile
öyledir. Alır iki tane elma, sen ne olursan ol. Çatır çutur, çatır çutur, şakır
şukur, yer hiç aklına bile gelmez. Sen, bir
elma aldın mı bakarsın yanında biri var mı, bir dilimini ona bir dilimini ona,
bazen sana da kalmaz. Öyle değil mi? Bazen sana da kalmaz. Hâlbuki biz bu
ahlakın kabuğuna kadar indik. Bunun sefalı
zamanı, ne kadar kuvvetli olursa o kadar varidat verir.
Ağyârın tasdikiyle, deden fenni mimaride ve tezyinatta on beşinci asrın
ortalarına doğru dünyada birinci. Sanat ve ticarette; mânâ, iman ettiğimiz
müessese, çok fazla kıymet verdiğinden dolayı nasıl anlatayım sana fazla kıymet
verdiğini? Bak, dini bir senet göstereyim.
Peygamber, Tebük gazvesinden dönüyordu. Hazreti Muaz, sevgili
dostlarından bir zât Muaz. İstikbâline çıktı. Musâfaha[24]
ettiler. Birbirlerinin ellerini tuttular.
Peygamber dedi ki: “Kefedet yedake Ya Muaz. Ellerin nasırlanmış.”
“Evet, Ya Resulullah. Gösterdiğin yol üzerinde alnımın teriyle meşru
kazanıp, çocuklarıma meşru lokma yedirerek, vücutlarında nâra inkılap etmesin,
nura inkılap etsin içün, alnımın teri ile sıkı çalışıyorum, rençberlik
yapıyorum. Elim onun içün nasırlandı.”
Öpmüş Peygamber, yanındaki dostlarına: “Gelin, demiş. Öpülecek el
göstereyim size. Öpün bu eli. Allah, bu elin sahibini yakmaktan ve bunun gibi
olan kimseleri yakmaktan hayâ ederim.” dedi. Bir şey anlıyorsunuz tabi değil mi?
Rızıklarınızın onda dokuzu ticarete gizlenmiştir, emri. O kazancın başka bir zevki olduğuna,
tabi onun da kolay değil o. “Kazanan Allah’ın dostudur”[25] diyorlar.
Kazanmadan kazanmaya şekil vardır. Bugünde çok zordur. Aldın bunu görüyorsun bunun
bir yerinde özrü var veyahut bu ondan fazla dayanır. Bunu sen biliyorsun,
karşındaki bilmiyor. Sorduğu vakitte iyidir efendim, diyorsun. İçin iyi
olmadığını söylüyor. Sen, iyidir dedin mi yandın sen. Lokma haram. İsterse
alnın secdede çürüsün. Kolay iş değil bu. Onun için teşvik, tergib[26] var.
Gayet zor. Bizde böyle olduğu hâlde, maalesef mi diyeyim yoksa ne diyeyim. O
tabir de sakat.
İnsanlığa aittir, bizim mânâmız. Kimin kalbinde istidat varsa, Hudâ oraya
verir. İsviçre’ye gidenler
öyle söylüyorlar. Bir kilo elma üzerinde yazıyor; içinde üç tane çürük var, iki
tane sakat var, dört tane sağlam var, yüz elli kuruş vereceksin. Bizde öyle
değil, çürük bir tarafa gizlenir. Sonra zenginin kafası daha bu şeytanata
erdiğinden dolayı çürüğünü almaz. Fukara alır. Zavallı saf kafası dolu, zaten
ekmek parasını zor kazanmış. Doktor demiş ki, buna elma yedireceksin. Bunala
bunala gelmiş, bana iyi elmadan ver, diye. O çürüğü ona veririz biz. Kömürün
sulu kısmını kışın fukara yakar. Öteki yazın daha önceden almıştır. Daha ucuza
almıştır. O dört misline mal olur.
Gücümüz de, gücümüzün yettiği, yetmediğine söyleyemedim, anladın sen ne
demek istediğimi. Kendinden üstünle boğuşabilsen güzel. Düzeltiyorum şimdi. Dâima
kendinden aşağısıyla. Vurulmuşun üzerine bir daha ne vurursun! Zaten kanatları
kırılmış. İradesi tayerânda[27] olan
kanatları kırılmış kuşun üzerine vurursun. Onun içün zor. Aldım bunu. Bunu
biliyorsun sen. Bunda iş yok ama bunu satacaksın. Ne yapayım aldım bir defa,
diyorsun. Ve geldi bu daha iyi. Bu mu iyi, o mu iyi? O da iyi o da iyi
diyorsun. Yalnız çok zeki insan olursa konuşma tarzındaki rekâketten[28] anlar,
bakış tarzından da anlar. Bunda bir iş var, der. Ama herkes anlamaz ki onu.
Zavallı nereden anlayacak? Yuvarlanır geçer gider.
Bu teşvikler dolayısı ile ilk maden işletenler yine deden olmuştur.
Mühim surette. Barutu ilk kullananlar yine deden olmuştur. Edevât-ı eslihayı[29] meydana
getirenler yine deden olmuştur. O vadide o kadar ilerlemişlerdir ki arzın yüzü
başka bir yüz, hayatın şekli başka bir hayat olmuştur. Misal vereyim sana yine daha.
Dedenin fabrikalarında yapılan kâğıt; on üçüncü asırda, İspanya’dan Fransa’ya,
İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye geçmiştir. Tarih veriyorum, adres
veriyorum. Anlatabildim mi acaba? Dedem de ne varmış, deme! Deden o vakit mânâya
sağlam idi, imanı kuvvetli idi. O iman o aşk ile bunu meydana getiriyordu.
Deden fenn-i sanayide ilerlediği zaman Roma kanunları sanat hesabını, hukuku
medeniyetini iskât[30]
ediyordu. Bu söylenenler ufak birer cümledir ama biliyor musun bunlar ilimdir.
Muazzam iş. Belki içinizde işine yaramayacak kimseler vardır. “Bana ne?” deme! Öyle
değil.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi bize sanatı ticareti tavsiye ederken, Roma
hukukunda eshab-ı sanayi medeni hakka malik değildi. Hukuk-u medeniyeden sâkıt[31].[32] Roma
asil zâdegânından Augoustos’un Ovinos namında bir kimsesi, bir
fabrikayı işletti. Haysiyeti kırdı, diye idam edilmiştir. Senin bayıldığın
medeniyet işte öyle medeniyet! O yarım asırda bir parça tenekecilik ilerlemiş de
bir şey mi zannedersin? Dön dedene bak neler var? Bak adres veriyorum sana.
Abdurrahman ibn-i Nasır zamanında saraydan intişar[33] eden
ziyalarla on bin mil mesafeye yolcu giderdi, diyor. Ne ziya kullandı o vakit. Endülüs’te
altmış bin saray, iki yüz seksen bin konak olduğu tarihen tespit ediliyor.
Yalnız on bin ipek dokuma tezgâhı vardı, deniliyor. Bu işle iştigal edenler
daha yekûnun ne olduğunu anlarlar. Dört yüz bin kitap Abbas İbn-i Mansur
zamanında mevcut idi. Papa meydanlarda seksen binini yaktırdı. Bin yüz kırk
sene-i miladisinde Kahire’de, yalnız ulum-i riyaziyede ve felekiye[34] de ait
olan kitabın yekûnu yüz altmış bin idi. Hepsi yandı. Bitmez bunu saymakla
bitmez. Biz mevzûumuza girelim, yani dedenin zengin olduğunu anlatmak içün söyledim.
Onun içün hariçte ne kadar bir güzellik bulursan çekine çekine alma. Rast
bulunmuş malındır. Cayır cayır, seve seve al. Ne bulursan al saat kaç.
Vazife neye derler? Vazife, vacibü'l-icra olan şeye derler. Yapmış
olduğum tariflerden tekrar ediyorum tarifi. İki üç haftadır tarif edemedim.
Yabancı arkadaşlar olduğu için bu tarifleri yapıyorum. İlk gördüğüm arkadaşlar
var. Yapılması fıtratında meknûz[35] olan
bir vücub[36]
ile kendisi mükellef olduğundan dolayı o şeyin adına vazife denir. Onun içün
mukaddestir. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar, kutsiyât Zât-ı Bari’ye iman
ile olur, Zât-ı Bari’ye iman yani Allah’a iman mânâ ile olur. Binaenaleyh,
herhangi bir iş Allah kanalından geldiği vakitte ona vazife denir. O kanala
uğramayan şeye de vazife denmez. Anlatabildik mi acaba?
Bunun çok canlı misallerini çok sefer vermişimdir. Bir mağazaya tezgâhtar
oldun yahut hadim oldun her neyse, geldi bir mal. “Depoya koy bunu, dedi.
Depoya koy, iki ay sonra bu on liralık mal elli liraya satılacaktır.” “Peki,
baş üstüne efendim!” dedin. Depoya koydun. Niçün bunu böyle yaparsın? “Ee vazife
ben emektarım!” Sen uşaksın! İhtikâre[37] ortak
oldun. Anlatabildim mi acaba? Ya, bu kadar zor bu ahlak mevzûu çok zor.
Bunu böyle söylemişken belki içinizde ticaret hesabından insanlar
vardır, bilmezler orayı da söyleyeyim bari. Bir mal ne vakit ihtikârdan
kurtulur, yani Allah ceza vermez satışından. Yüzde kaç nispetiyle satılırsa.
Yüzdesi yoktur. Bu malı aldın; on kuruşa aldın, on beş kuruşa sattın, yirmi beş
kuruşa sattın farz edelim. Bunu anlayanlar alan adama “aldanmamışsın”
mütehassısları, o işi yapan mütehassıslar: “Bu mal, o para eder.” dediler mi
sana on beş kuruşa helaldir. On kuruşa aldın, on bir kuruşa sattın, bunu
anlayanlar dedi ki: “Bu on buçuk kuruş ederdi. On bir kuruşa fazla almışsın.”
Satana o yarım parası haramdır. Anlatabildim mi düsturu bak?
Mânânın, bizim iman ettiğimiz müessesenin, kurmuş olduğu düstur hiçbir
yerde yok. Ne vakit ihtikâre girer? Bu malı aldın, koydun tezgâha; on kuruşa
aldın, on iki kuruşa satıyorsun. Bugün müşterisi gelse on iki kuruşa
vereceksin, saklamıyorsun. Yarın gelse gene vereceksin. Her gün on iki kuruş üzerinde
durur, kimse bakmıyor yüzüne. Altı ay
sonra birdenbire o mal on iki liraya çıktı. Ben bunu on kuruşa aldım on iki
kuruşa satayım, dersen ahmak derler. Neden senin zamirinde[38] onu
gizlemek yok. Kudret sana öyle bir sefa vermiş. Anlatabildim mi acaba?
Ne aldanmak var ne aldatmak var. Senden on iki kuruşa alacakları vakit
verecektin ya. Onu Allah da biliyor. Serâir-i[39] zamâir-i[40] hafâyâyı[41]
bilir. Müşteri çıkmadı, durdu durdu, o birdenbire
durup çürüyüp de atsan, kimse sana on para verir miydi? Vermezdi. Ters tarafını
da düşün. Yahut durdu on iki kuruşa etmedi etmedi de, birdenbire bir kuruşa
indi. Hayır, ben bunu on bir kuruşa aldım vermem, diyemezsin ki.
Ya vereceksin ya atacaksın. Böyle bir kast-ı mahsus ile tutmaksızın, kendi kendine mal fiyatını arttıracak olursa,
günün revacı ne ise o fiyata satılır dedi, Peygamber. Buraya bir kayıt koydu
şimdi. Eshâb-ı kemâl içün. O kayıtta şu: “Bu müsaadeyi verdik. Müsaadeyi verdik
çünkü. Ondan sonra diyor ki: İstefti kalbek beyne tahtel müşkül[42] Bir defa da içinde oturan, oturan, gizli
konuşan müftüden fetvasını al.” İçinde
birisi oturuyor ya. Evet, bu on iki liraya çıktı ama içindeki: “Canım, ben bunu
on iki kuruşa da verecektim. On iki liraya çıkmış ama beş liraya versen ne
lazım gelir.” O içindekine de sor, diyor. Anlatabildik mi? Kaide bundan ibaret.
Usül bu. Bunun haricine çıktın mı, ihtikâr olur. Bir yere tutulmuşsan, o vazife
olmaz.
Vazifeye misal getiriyordum. Hülâsa tekrar edelim. Vazife vacibü’l-icra
olan işe denir. Vacibü’l-icra olan iş mukaddestir, mukaddes olan şey kutsiyâttan
doğar, kutsiyât ahlakiyâttan doğar. Ahlak kanalından geçecek, emir. Keyfi içün
değil, zevk içün değil!
Akıl neye derler? Hissin galatlarını tashih eden kuvveye derler. Aklında
tarifini yaptık. Hissin galatlarını tashih ediyor. Güneşi bu kadar görürüz,
güneşin bu kadar olmadığını bize tashih eden şey nedir? Akıldır. Meçhulden
malumu çıkarırız, aklın tarifine göre.
İnsan, buradan başlamıştık. İnsan ünsten müştaktır. Enisi, munisi, yârı, nigârı, Allah olan
kimseye insan denir. Kestirmesi bu. Ben insan mıyım değil miyim? Kendi
kendine sorarsın. Eğer senin kalbin her an ağız ile değil, geçme şekilde de
değil, malum ya sevgi tatbikat ister. Bizde mânâ vicdanî derler. Evet,
vicdanidir amma o vicdana ait olan bağın muhabbeti tatbikatıdır, amelidir.
Anlatabildim mi acaba?
İman ile amel beraber gider bizde. “Efendim, sen benim kalbime bak, ben seviyorum ya!” Sevmişsen
burhanın nerede? Sevdiğine ait işaret nerede? Sevmek sevdiğinin dediğiyle
oturup kalkmaktır. Sevdiğinin dediğiyle oturup kalkmadıkça…
Buna dini bir misal vereyim size. Mesela, Allah der ki: “Ramazan ayında
size bir ay orucu farz kıldım.”[43] Dini misal. Birisi diyor ki: “Ben Allah'ı
severim.” Pek güzel. Sevdiğini de böyle söylüyor. Şart da koyuyor. “Zayıfsan,
kansızlık varsa, o kansızlık dolayısıyla zafiyet ilerleyecekse, ye.” Öyle diyor, Allah “Ye, hamileyse yer, emzikliyse yer...” Bî-tabi bazı rahatsızlıklar vardır bazı
insanlarda, ben onun ismini bilmem, doktor değilim ki size söyleyeyim sana. O
bir an geçtiği vakitte bayılıverir. Öyle bir hâllerin varsa, ye. Düşman
cephesindesin, harp edeceksin, şey bekliyorsun, nöbet bekliyorsun, ye.
Hastabakıcısın, ye.
“Paran varsa bir günlük nafakanı bir fakire ver, yemene bedel olsun.”
Kaç paradan vereyim? Vasati gün de kaç kuruştan oluyorsan o kadardan ver.
Fitrede öyledir mesela şimdi, şimdi... “Fitreye şimdi hâlâ arpadan mı verelim,
üzümden mi verelim.” Bırak şimdi, arpa mı yiyoruz üzüm mü yiyoruz? Bizim iman
ettiğimiz müessese, emzice-i[44] nâsa bırakmıştır
birçok işleri. Mizaç, insanların mizaçları, bugün emzice-i nâsta bir adamın
nafakası neyse onu verir günde. Vasatı
herkes bilir. Bazı adam günde üç lira ile olur, hesap etmiştir vasatı olarak.
Bazısı iki lira ile olur, bazı adam bir lira ile olur, on lira ile olur. On
kuruştan olursan, on kuruştan verirsin. On lira olan cinstense on liradan
verirsin, yüz liradan olan cinstense yüz liradan verirsin. Anlatabildik mi
bunu? Kestirmesi bu. Böyle ver.
Buna da kudretin yok. Meccânî[45] diyor, Allah. Ben öderim ne yapayım? Ya, meccânî.
Ben öderim, diyor. Bazı insan vardır: “Hayır, ben bayılacağım öleceğim,
tutacağım!” Öyle şey istemiyor Allah.
Öyle şey yok. Ona harec[46] derler.
Harec, harec! O yok, istemez.
Böyle ukalâ insanlar da var. Söylesen de faydası olmaz. Bu neye benzer,
gayet güzel ipek tüller olur; o duruyor
işte, perde fakat mürûr-u zamanla[47] el dokunmaya gelmez, ziynet olarak dursun. Bir
çamaşırcı getirirsin, çamaşırları yığarsın, şunları yıka dersin, bir yere
gidersin. Hoşuna gider, şu perdeleri de yıkayayım, der. Haberin yokken
perdeleri indirir, suya vurur vurmaz suyun içinde kalır perde. Gelir ne oldu
perdeler? Yıkayayım dedim de böyle oldu? Sana kim dedi ya hu? Hudâ da: “Sana
kim dedi tut diye ya! Senin ciğerinde yara var, sana kim dedi!”
Allah, bu asırda insanlardan, tercih imtihanına tabi tutmuş. Bu asırda, Allah
insanları tercih imtihanına…
İbadeti, taatı, şusu, busu, pek sonra kalıyor. Yanlış anlamama sakın, sözümü
bazen sakat anlar da yapma mânâsına değil, tercih. “Benim emrimi, beni ve benim
Muhammedimi kim başkasına tercih ediyor?” Buna bakıyor çok. Her zaman bir
imtihan suali açar. Bu zamanda bunu açmıştır.
Bunun canlı misalini vereyim sana. Hiç oruçlu değilsin. Fakat oruca geri
kafalılık diye izafe edilen bir müesseseye tesadüf ettin. Allah’a da Peygamber’e
de düşman. İnsanlığa da düşman. Ferdi saadetini dünyaya getirmeklük içün zevk
edinmiş bir camia. “Beşer inlesin, bana ne ben sigaramı yakıyorum ya!” Hiç
başka bir şey düşünmüyor.
Hâlbuki bilmiyor ki kabrin öbür tarafında toplanacak bir şey var. Pek boş kalacaksın. Hayat böyle üç günden
ibaret olsa, bir şey değil. Doğum var doğum. Herkes, hepimiz doğuracağız.
Hepimiz gebeyiz. Herkesin cesedi ruhuna hamiledir. Bizi doğurtacak doktor,
sakat çıkarmaz. Bozmadan çıkarır. Adına Hazreti Mevt derler. Hiç bozmaz böyle.
Olduğu gibi çıkarır. Yok, içeride boğuldu, yok kolunu alalım, ya başını, ya anayı
ya babayı ya çocuğu kurtaralım. Öyle şey yok. Temiz temiz herkesi kurtarır.
Sakatlama yok.
Oruçlu da değilsin, fakat orada oruç tutanlara hakaret eden bir camiaya
tesadüf ettin. Buyurun, dediler. “Hakaret etmeyin bana ben oruçluyum.” Acaba
bir milyon sene oruç tutsaydın, o ecri alabilir miydin? Bayıldım, der Allah. “Benim
emrimi öyle bir yerde, öyle bir eda ile öyle bir tonla söyledi ki arşa tespit
edin, bu kulu bundan sual sormam ben.”
Öyle değil de oruçlusun. Bak orada oruçlu değilken böyle dedin. Oruçlusun. Tesadüf etti yine. “Efendim,
müsaade buyurun doktorun bana bu hususta izni yok. Biraz perhiz yapıyorum!” Yaa, diyor Allah. “Benim emrimi kırk paralık
adamın karşısında gizlemek hissini gösterdi. Beni ondan aşağı tuttu, mel’unun[48] bütün
oruçlarını yakın.” Anlatabiliyorum değil mi?
Tercih istiyor. Tercih. İman alın kiri mi, niye gizliyorsun? Kir mi yani ya? Allah’ın
aradığı bu. Hah! Bu izinleri verdim, diyor. Verdikten sonra, alenen yedi mi
gücüne gidiyor. Hani bazı insanlar der ki: “Efendim, Allah'ın bildiğini kuldan
ne saklıyorsun?”
Yook, Allah’ın bildiği kuldan saklanmasa hiçbirimiz burada oturamayız.
Hiç kimse buraya gelip birbirimizin yanında oturamayız. Allah’ın en büyük
nimeti seni benden, beni senden, settar ismiyle gizlemiştir. Bizim serâirimiz[49] zemâyimiz[50] orta
yere çıkmış olsa berbad-ı mülevves[51] oluruz.
Anlatabildim mi acaba?
Allah’ın bildiği kuldan saklanır. Onu saklamak da bir ibadettir. Onu
saklamakta bir taattır. Hayâ, ibadetlerin en üstündedir, ahlakın da en son
sınıfındadır.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Bil-kuvve:
Düşünce ve fikir hâlinde, iş hâline geçmeden, fiil durumuna
gelmeden Tasavvurda,
tasavvurî olarak. Kabiliyet ve istidat ile.
[2] Mazhar:
Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer.
Çıktığı yer.[3] Kişver:
Memleket ülke.
[4] Kavval:
(Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. Sözü yerinde söyliyen. Lâf
ebesi.
[5] Mess/
Messetmek:(Ar. mess)•Değme, dokunma, temas. •(İhtiyaç,
hâcet, lüzum vb. kelimelerle) Olma, ortaya çıkma, meydana gelme, vukū bulma: “Mess-i hâcet: Bir ihtiyâcın ortaya çıkması.”
[6] Hud'a:
Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak. Herkese aldanan.
Safdil.
[7] Muvakkat:
Vakitli. Geçici. Fâni. Devamlı olmayan.
[8] Herc
ü Merc: Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak.
[9] Tergip/Terğîb:
Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme.
Özendirme.
[10] Maâlî/Meâlî: (ﻣﻌﺎﻟﻰ) i. (Ar. ma‘lāt “şeref, ululuk”un çoğul şekli me‘ālі)
•Yücelikler,
şerefler, ululuklar, yüce ve üstün dereceler. •İnsan aklının yetişemediği veya
zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
[11] Eslâf: (Selef. C.) Selefler, evvelkiler,
geçmişler.
[12] Ahlâf:
Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil.
Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.
[13] Behîmî:
Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.
[14] Tedennî:
Aşağı düşme. Aşağı inme. Daha kötü bir derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi
ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı.
[15] Garaz-kâr:
Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden.
[16] Müverrih:
Tarihci
[17] Satvet:
Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle
sıçramak ve hamle etmek. Zorluluk.
[18] Safvet:
Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik.
[19] İyâlullah:
Halk, insanlar. İyâl, kişinin bakmakla yükümlü olduğu ailesi demektir. İslam
yönetim düşüncesinde halk: “Nâs İyâlullah /Allah'ın ailesi” dir. Yani insanlara,
Allah'ın kulları olmaları hâsebiyle merhametle muamele edilir.
[20] Lâşe: Leş.Cife •Yenilmesi
şer'an haram olan ölmüş hayvan. mecazen. Zayıf, bitkin, işe yaramaz, ölü gibi olan kimse veya şey.
[21]
Nazirat Suresi 24. Ayet-i Kerime فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Meali: Benim en büyük Rabbiniz! dedi.
[22] Aler-re'si-vel-ayn:
Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine
karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.)
[23] Müzekkere/Müzekkire: (ﻣﺬﻛّﺮﻩ) i. (Ar. teẕkіr “hatırlatmak”tan muẕekkere /müzekkire) • Zikreden. Hatırlatan.Andıran,
hatıra getiren, yad ettiren, hatırda tutturan.• Bir iş hakkında ilgili kişiye veya üst makāma
yazılan yazı, tezkire.
[24] Musâfaha:
El sıkışmak. Tokalaşmak. Muhabbetini, arkadaşlığını, sevgisini izhar etmek.
[25] El-Kâsibu Habîbullâh: “Çalışıp geçimini kazanan, Allah'ın dostudur.”
“Allah, çalışıp alın teriyle kazananları sever.” Mealindeki Hadis-i Şerif
[26] Tergib: Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme
[27] Tayerân:
(Tayrân) Uçuş. Uçma.
[28] Rekâket: Kekeleme, dil tutukluğu.
Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. Zayıf ve ince olmak, yufka olmak.
El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. Gevşeklik, zayıflık,
dermansızlık.
[29] Edevât-ı
Esliha: (Ar. silāḥ’ın çoğul
şekli esliḥa) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet, araç ve edevâtı.
[30] İskât:
Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak.Kandırmak, râzı etmek.
[31] Sâkıt:
Düşen, düşük. •Kıymetsiz. • Hükümsüz,
geçersiz ve önemsiz duruma gelen, değeri, kıymeti kalmayan.
[32] Sâkit:
Susan, ses çıkarmayan. Suskun, suskunluk.
[33] İntişâr:
•Dağılmak. Yayılmak. •Yayımlanma, neşredilme. •Ağızlara
düşme, ağızdan ağıza yayılma, şüyû bulma
[34] Felekî:
(Felekiyye) Feleğe mensub. Felekle ilgili. Astronomik.
[35] Meknûz::
Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz.
[36] Vücub:
Vâcib ve lâzım olmak. Sâbit olmak. Sukut ve vuku. Sübut ve temekkün
cihetiyle lâzım olmak. ırakılması mümkün
olmamak. Güneşin batması. Muztarib olmak.
[37] İhtikâr:
Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların
yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar
saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir denir. Vurgunculuk, bozgunculuk.
[38] Zamir:
•İç, derun.•Bir şeyin iç yüzü. •Niyet.
Vicdan. Kalb. Gaye. • dilb. İsim
yerine kullanılan kelime, adıl.
[39] Serâir:
Gizli şeyler.
[40] Zamâir:
(Zamir. C.) Zamirler. • Bir şeyin iç yüzleri. •İsim yerine kullanılan
kelimeler.
[41] Hafâyâ:
(Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
[42]
Hadis-i Şerif: "İyilik, nefsin uygun gördüğü ve yapılmasını kalbin
onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye fetvâ
verse bile içinde yine de şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimî, Büyû’2)
[43]
Bakara Suresi 185. Ayet-i Kerimeyi Tefsir ediyor Şemseddin Yeşil Efendi. شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِيَ أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى
لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ
مِّنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَن
كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللّهُ
بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُواْ الْعِدَّةَ
وَلِتُكَبِّرُواْ اللّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Meali: O
Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet
rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi. Onun için sizden her
kim bu aya şahit olursa onda oruç tutsun. Kim de hasta yahut yolculukta ise
tutamadığı günler sayısınca diğer günlerde kaza etsin. Allah size kolaylık
diler zorluk dilemez. Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden
dolayı Allah'ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredersiniz.
[44] Emzice:
(Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrepler.
[45] Meccânî/
Meccânen: Karşılıksız olarak, ücretsiz, bedâva.
[46] Harec: •Darlık,
zorluk, sıkıntı •Günâh •Dar yer, sık ağaçlı yer
[47] Mürûr-u zaman:
Zaman Aşımı.(Ar. murūr “geçip gitme” ve zamān ile mürūr-ı zamān)
[48] Mel'un:
Lânetlenmiş. Lânete lâyık. Kovulmuş, tard olunmuş.
[49] Serâir:
(Tekili:
Sır) Gizli şeyler, sırlar.
[50] Zemâim/Zemâyim:
(Ar. ẕemіme’nin çoğul şekli ẕemā’im) Kötü ve
beğenilmeyen durumlar, yerilmeye müstahak olan şeyler
[51] Mülevves:
•Pis, kirli, iğrenç. •Düzensiz, karışık.
[i] Ne
irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın...
Ne irfanın kalır te'sîri kat'iyyen, ne vicdanın.
Hayat artık behîmîdir... Hayır, ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan,
Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ'dan tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma'nâsı yoktur kayd-ı namusun.
Hem efradın, hem akvamın bu histir, varsa, vicdanı;
Onun ta'tîli: İnsâniyyetin tevkî- i hüsran!
Budur hilkatte carî en büyük kanûnu Hallâk'ın:
O yüzden baslar izmihlali milletlerde ahlakın.
Fakat ahlâkın izmihlali en müdhiş bir izmihlal;
Ne millet kurtulur, zîrâ ne milliyyet. ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlâk-İ millî, ruh-i millîdir;
Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir.
Olur, cem'iyyet artık çaresiz pâmâl-i istîla;
Meğer kaldırmış olsun, rûh-i sânî indirip, Mevlâ.
Evet, bir ba'sü ba'de'l-mevte imkân vardır elbette...
Bunun te'mîni, lâkin bir yığın edvara vabeste!
O cem 'iyyet ki vicdanında hâkim havf-ı Yezdan'dır;
Bütün dünyaya sahiptir, bütün akvama sultandır.
Fakat efradı Allah korkusundan bî-haber millet,
Çeker, milletlerin menfuru, kıbtîler kadar zillet;
Mealî meylî hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar;
Ne hâkimlik tanır artık, ne mahkûm olmadan korkar.
Şeref hırsıyle istihkaar-ı mevt etmişken ecdadı,
Bırakmaz öyle bir pâkîze neslin şimdi ahfadı,
Hayat uğrunda istihfafa sayan görmedik hüsran!
Gebersin tekmeler altında razı. .. Çıkmasın, tek can!
Yürekler en mülevves, en sefil amal için çarpar;
Sinirler en muhal endişeden titrer durur par par!
Olur, cem'iyyet efrâdınca şahsî menfa'at
"ma'bûd!"
Sorarsan kimse bilmez var mı "hak" nâmında
bir mevcud.
O, doymak bilmeyen ma'bûda kurbandır hayâ hissi,
Hamiyyet, âdem iyyet hissi, ulvî hislerin hepsi!
Bu hissizlikle cem 'iyyet yasar derlerse pek yanlış:
Bir Ümmet göster, Ölmüş ma'neviyyatıyle, sağ kalmış?
Mehmet Akif ERSOY
20 Ağustos 1330 (2 Eylül 1914)
0 yorum:
Yorum Gönder