061 (06.09.1959) 70 dk. (212)
İnsan
âsûde kaldığı zaman, kendi iç âlemiyle baş başa bulunduğu an, kendisine birkaç
sual sorar. Sualin birincisi: Ben bu âleme nasıl çekildim geldim? Nereden
çektiler beni?
Tûr[1]larını arar. Bu aramada sun’-u[2] Rabbânî meydana gelir. Şurayı çizeni görünce, ilk gördüğümüz zaman hayretle bakarız. Cisimden kesafetten yapılmış, fakat senelerce evvel konuşulmuş bir şeyi bize naklediyor. Bu ihtirâ’ın[3] karşısında bir saygı duyarız. Ne muazzam şey, deriz. İnsanın varlığı konuşmasıdır. Sözü sesi bitince adamı götürüyorlar. Öyle değil mi? Kıymetli bir annen var, çok sevdiğin bir dostun var; konuşmasını, herhangi bir sedasını buraya almışsın. Bu, o âleme gittikten sonra onun aksi geldiği vakitte, bir heyecan duymaz mısın? Duyulmaz mı? Ee bu ihtirâ’ın karşısında hürmetle eğilince, bunu dinleme kabiliyetini verenin karşısında neden isyan edersin?
Şu
ziya ile etrafımızı görüyoruz. Gayet kolayca. Elbette bu varlık meydana gelince
insanda bir saygı hissi doğar. Ya bunun varlığını bize gösteren bu göz, o bir dirhem
yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyeti va’z eden hakkında neden cephe alırsın?
Kulağın olmasaydı bunu dinleyemezdin. Gözün olmasaydı bunun varlığının pek farkına
varamazdın.
Kulağım
gözüm filan, derken “kimim?” demeye başlarsın. İş ne kulak da ne göz de bunun
haricinde bir şey var, dersin. Başlar iç âleminde bir zevk oynamaya. Biraz daha
incelersen, eğer kesafetin letafete inkılap edecek olursa, asıl musikiyi
tattıran, insanın iklim-i vücudundaki kanın deveranıdır. Onun yaptığı nameleri
hiçbir musikişinas yapamaz. Ve onu işittiğin anda derhal: “Fe harra[4]
mağşiyyen[5]aleyh. Düşer bayılırsın
zevkinden.”
Bu
da nihayet bir suret zevkidir. Bundan nasıl çekildi geldi diyerekten, geriye
doğru giderken giderken, nihayet tûrlarını seyredersin. Ezel âlemine doğru dönersin.
Orada vakti ile yapmış olduğun bir hukuk
sana gösterilir. O muâhedeyi[6]
görür görmez, bir heyecan başlar, onun adına aşk derler. Acaba anlatabildim mi?
Yoksa romanda okunan aşk değil. Onun içün ruhta hâsıl olan muhabbete aşk, nefiste
hâsıl olan muhabbete şehvet derler. O da iki kısma ayrılır. Memdûh olan kısmı
vardır. Mezmûm olan kısmı vardır. Bunu anlatacağız bir gün dedik, hâlâ anlatamadık.
Bugün,
bu aşk. Nasıl bu perçeminden çektiler de bu âleme getirdiler. Tûrdan tûra nasıl geçtin? Onun
farkında olmayarak insan yaşadığından dolayı, bugün birbirini yiyor. Her
birimiz buraya çekiliş tarzını, layıkı ile “kâl ile değil, hâl ile” idrak
edecek olursak: Sen bende Hak, ben de sende Hakk’ı görürüm de birbirimize
sarışır, müteaddit vücutta tek bir ruh olarak yaşamaya başlarız.
Kudret,
bilmem öyle bir an, yine insanlık âlemine verir mi vermez mi? Verse de vermese
de bu zevkleri söylemekte de bir zevk vardır, Hakperest olanlar içün. Biz mânâ zevkinden
soyunmuşuz. Hatta inkâr etmişiz. Fakat bir tek kelime söyleyeyim. Kim inkâr
edebilir acaba?
Ümitsiz
yaşayan adam var mıdır? Hepimiz de bir ümit vardır değil mi? Her ne olursa
olsun, ulvî süflî her ne olursa olsun. Bir ümit ile yaşar, daima o ümidi onun
önünde öyle durur. Ümit adama nereden gelir? Ümit madde midir? İmandan gelir. İnkâr
ettiğin hâlde mü’minsindir ama inkârından dolayı ceza görürsün.
İlk
söylediğim sözdür dikkatle dinle. Bir iki konuşma evvel söylediğim gibi: İnsanlara
salim bir vicdan, insanlara salim bir vicdan, vicdanlara kâmil bir hürriyet
nuru ancak imandan mânâdan doğar. O doğduktan sonrka Hakk’ı sevmek zevki
başlar. Hakk’ı sevenler sevişir, sevmeyenler de dövüşür. Bugün beşeriyet daima
dövüşüyor. Hakk’ı sevenler sevişir, sevmeyenler de dövüşür. Hakk’ı sevenler Hak
yolunda kahraman olur. Hakk’ı siyânet[7]
hususunda da halktan korkmazlar, Hakk’tan korkarlar. Hep kaide birbirine bağlı.
Hakk’ı
sevenler Hak yolunda kahraman olurlar. Hakk’ı siyânet hususunda, Hakk’ı
muhafaza hususunda, hiçbir vakit halktan korkmazlar, ancak Hakk’tan korkarlar.
Ölçüsü de bu.
Evet,
mevzûun en mühim rüknünü teşkil eden insan mefhumu, dedik. İnsan. Nedir insan,
nedir? Bu gelmede gitmede ihtiyârı olmayan bizler, neyiz acaba? Bu âleme
nereden gelmişiz? Müspet ilim bildirmez. Bir milyar sene müspet ilim oku,
nereden geldiğini sana bildirmez. Sahası değil, mevzûu değil. Bildirmeye
kalkarsa mevzûun haricine çıktı, müspet ilim olmaz.
Hani
bazı kimseler var ya hani “Efendim, müspet ilim devri, biz başka bir şey kabul
etmiyoruz!” İyi ama olmaz ki, sende bir mânâ
var. Müspet ilim devri yalnız senin cesedinle alakadardır. Cesedin bir gün
durunca kokuyor. Kokunca bir yere tıkıyorlar. Öyle değil mi? Müspet ilim,
senin nereden geldiğini bildirmez. Sahası değil, mevzûu dâhilinde değil. Nereye
gideceğini de bildirmez. Yine mevzûu dâhilinde değil. Onun sahasına girmiyor.
Ee,
insan ise hikmet ile meşbûdur.[8]Sorar:
“Nereden geldim, nereye götürüleceğim, ne olacak?” der. Makam-ı insaniyete bir
adam kadem bastı mı, derhal sorar. Eyvah! der. Bu varlığım ne oluyor benim,
der. Başlar titremeye. Sormuyor, henüz insaniyet âlemine kadem basmadı.
Hayvan
da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Onu ayıran sıfat-ı
mümeyyizesi, bu sualidir. Onun içün “insanım” iddiasında bulunan hiçbir
kimse -mâdâmı ki nereden geldiğini ve nereye götürüleceğini bildiren bir mânâ vardır-
ondan kendisini müstağni tutamaz. Tutamaz.
Görüyor, bugün üç beş karış toprakta varlıktan dem vururken, yarın o
toprak kesilmiş olan varlığından matem fışkırıyor.
Sormaz
mı insan kendisine! Ufak bir şey midir bu? Biz bu kadar gaflet içerisinde
yaşıyoruz. Sonra nedir yaşadığımız? Müddet nedir, an nedir, zaman nedir? Kaç
yaşındasın? Otuz. Kapa gözünü. Ne var orta yerde? Elli, ne var? Altmış, ne var? Yüz, ne var? Daha büyüt büyüt, ne var orta
yerde?
Bugün
üç beş karış toprakta varlığımızdan dem vururuz. Semayı deler gibi bakarız.
Yeri ezer gibi basarız. Sen bana baksana, deriz. O varlık, yarın o makam-ı tefâhürde[9]
bulunmuş olduğu toprağın altından matem fışkırır. O fışkıran matem, ne o an ne
bu an. Ne? Bunları insan düşünmez mi? Bunların cevabını veren bir âlem var. O âlemin
nezaketini öğreten ilmin adına ahlak derler. Anlatamadım mı acaba?
Mânâsına
sahip olmak lazım, teâli terakki yalnız konserlerde, konferanslarda el şaklatmakla
değildir. Yok kardeşim! Kudret, bizden kuvvetli çalışma ister. Neden öyle
kuvvetli çalışmak ister? Bu âlem onun saltanatıdır. O saltanatın başında
herkesi kendi istîdâdı[10]
nispetinde, bir varlığın üzerinde çalışmasını görmek ister.
Allah
yardım etsin, diyoruz. Nusret, çalışma mukabilinde olur. Çalışmadan istemek
dilenciye aittir, kovar. Dilenci gelir, çalışmadan ister. Kudret böyle
kapıyı kapar. “Ben sana Nusret ederim, der. Benim yardım etmekliğime ait
sendeki hâli göreyim.” Ben der göreyim. Ve buyurur. “Kimden kime şikâyet
ediyorsun?” diyor Allah.
Resmen
ilan eder Allah, Büyük Kitab’ında. “Sen kimden kime şikâyet ediyorsun? Bir
camia bozulmadıkça Ben onu bozmam. Bozulur da Bende onu bozdum mu kimse
düzeltemez, der. Öyle Benim kanunum yok, diyor. Bir camia bozulmadıkça Ben onu
bozmam. Bozulma istîdâdını gösterdi mi bozarım. Bozdum mu düzelten olur mu?
Vallahi olmaz, diyor kendisi. Ben bozdum mu kimseye düzelttirtmem. Düzelmez o, ona
kimse sahip değildir. Ahlaken istihkâk[11]
kesbettiğiniz anda, Ben sizi derhal bozarım. Bozdum mu düzelten olur mu? Olmaz!”
diyor. Öyle bir şey yapmadım, diyor. Onun içün bozulmamaya gayret edelim.
Devam-ı
ömr-ü âlem, murad-ı ilahidendir. Onun içün insanlara çalışmayı farz kılmıştır. Âlemin
devam-ı umran-ı[12]
âlem, muradı İlahidendir. Onun içün, insanın çalışması Kudret tarafından
farz kılınmıştır. Çalışacak, nasıl çalışacak? Çalışma nedir çalışma? Bunu
herkes konuşur. “Efendim, çalışalım.” Nedir ama nedir, çalışma ne?
Kudretin
sana vermiş olduğu nimeti yerli yerine kullanmaya çalışma denir. Bir göz vermiş,
neyi görmek lazımsa gör, diyor. Onu göreyim sende, Ben. Bir işitme samia vermiş.
Buraya ne işitmeye gelmişsen onu işit, o işitmeni göreceğim senin, diyor.
“Görmeye,
verdiğim gözü görecek şeyi görmeden, işitmeye verdiğim kulağı işitmekliği,
işitmesi icap eden şeyi işitmeden. Meçhulden malumu çıkarmaklık içün sana bir
nur-u Rabbanimden akıl vermişimdir, o meçhulden malumu çıkarmadan. Bütün havas-ı
kuvvânın icra memuru olarak iki tane el vermişimdir, kalbinden gelen vazifelere
yapışıp, nefsinden gelen şeyleri reddetmek vaziyetini görmeden, Ben sana yardım
etmem.”
Bunlar
bir araya geldiği vakitte insanın o çalışmasındaki mesaisinde gözü doyar. Gözü
doymadan çalışmanın neticesinde ihtiras doğar. Anlatamıyor muyum? Gözü doymayan
adam, hiçbir vakit, herhangi bir nimeti aldığı vakitte, gözüne götürür, şey ilk
önce gözüne götürür, doymuyor çünkü. Anlatamıyor muyum?
Öyle
bir çalışma ki bakâ-i zamî. Öyle bir teâli terakki ki, sana mahdut bir sahada
varlık vermiyor o çalışma. Mahdut bir şey de vermiyor. Yani elli atmış senelik
bir istikbal değil. Çünkü hiçbir vakit insan bu âlemde emeline nail olaraktan
gitmiş değildir. Öyle bir kapı yok. Demek ki o emelinin itmam olunacağı bir
devresi var. Onu zamir[13]
olan ebediyet sesini vicdanında duyuran bir terakki lazım. Terakki namında tebeddül[14]
olmamalı. Acı mevti meydana getirecek bir netice çıkmamalı. Seni ebediyete
kadar götürürler. Ahlakın talim ettiği teâli terakki bu. O vakit vicdanlarda müsâvat
doğar. O vakit batıla, HAK diye tapmaz. En zor cihetler bunlardır.
Ender bulunur cihanda el-Hak ender.
Hakk’ı görecek dîde-veri[15] nic-i[17] ahter.[18]
Âlemde nice şahs-ı galat-bîn[19] Muhyî
Hakk’tır, diyerek batılı takdis eyler.
Mesele bu. Çok okumuşumdur bunu size ama gayet güzeldir bir daha okuyayım. Bu seferki de kendim içün olsun.
Ender bulunur cihanda el-Hak ender.
Hakk’ı görecek dîde-veri nic-i ahter.
Âlemde nice sahs-ı galat-bîn Muhyi.
Hakk’tır, diyerek batılı takdis eyler.
Hakk’a
bağlanmayan mesailer geçicidir. Mâdâmı ki ebediyet mefhûmu ile götürmüyor, sen
düşün bir defa kendin. Fakat biz bunun farkında
değilizdir, düşünmeyiz. Şöyle bir düşün. Farzedelim ki bir milyon sene ömür
verdiler. Fakat ondan sonra diyorlar ki: “Bu kadar işte, sonra yok olacaksınız.”
Tevahhuş[24]
eder insan. Tevahhuş eder, çok. O ne felakettir o. Kelimesini bulamıyorum ki
söyleyeyim. Yok ki lügatte va’z edilmemiş ki. Sen düşün bir defa. Güzel bir ana
sahip olmuşsun. Bu tamamen gidecek. Nasıl yaşayabilir adam. Ama gelip geçme, şöyle
dur böyle! Kafanı iki ellerinin arasına al, böyle uzun hadisattan soyun, kendi
iç âlemine gir. Demek ki ben şu an sonra yokum. Bir de kendi enfüsünden bir
cevap almışsın. Kesâfet letâfete inkılap etmiş de, nasıl yok olursun? Hiçbir
kenara atılıp bırakılır mısın? Senin elindeki adi saltanatın bile gitmesine
razı olmazsın.
Senin
asıl mânânı elli altmış kiloluk, kan ve kemik torbasında muhafaza eden Kudret,
nihayet: “Senin bir mânân var, var olduğunu idrak edersin de yapışamazsın
kendin.” der. Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasında muhafaza eden Kudret,
kendi elinde muhafaza edemez mi?
Hulâsa
medeniyet yalnız maddi varlıktan ibaret ise mânâya kıymet vermiyorsa ahlak bu
yolda medenileşmeyi musibet addeder. Bir daha söyleyeyim. Medeniyet yalnız
maddi olmaktan ibaret ise, mânâya kıymet vermezse, ahlak bu yoldaki medenileşmeyi musibet diye telakki eder. O telakki
kökleşti mi, emrâz-ı[25]
manevi öyle sirâyet eder ki!
İki
konuşma evveli mi söyledim, neydi? Maddi sârî hastalıklar, nispeten önlenir,
fakat manevi sârî hastalıklar öyle önlenmez. Önlenmez. Çok zordur o. Tarihsizlik,
illet-i zahiriyeyi davet ettiği gibi, masiyet emrâz-ı maneviyeyi davet eder.
Hak tanımadıktan sonra masiyetle niçün insan âlûde[26]
olmasın. Hangi şey men edebilir.
İşte
deden, tarihin en eski efendisi olan o senin muazzam deden, muazzam deden,
bunların hepsini idrak etmiş. Aşk tedarik
ederek yaşamış, hakiki medeniyete örnek vermiş. Zulmü gördüğü yere adli, cehli
gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z etmiş. Böyle yaşamış. Sık sık
bahsederim, yayasınız diye bahsederim.
Bugün
taklit ettiğimiz, bayıldığımız ayıldığımız, meftûn olduğumuz medeniyet sahası;
bir buçuk asır evvel, iki asır evvel, deliyi cin çarpmış diye cayır cayır
yakıyordu. Deden, vakfiyeler yapıyordu. Vakıf, vakıf! Deli tedavi eden
hastanelere, musiki heyeti koyuyordu. Musiki ile tedavi edilir, su ile tedavi
edilir. Havuzlarda sular kaynattırıyordu, böyle fışkırttırıyordu. Belki
acayibine gelir, git Edirne’de harabe halinde dedenin yapmış olduğu
tımarhanenin musiki heyetinin oturduğu saha duruyor, o havuz da duruyor.
Her
zerreye rahîm. Biz evladımıza merhamet etmiyoruz, anamıza bakmayız.
İhtiyarlamışsa veyahut senin tarzında, senin telaffuzunda, senin tekellüfünde[27]
hâli yoksa eve birisi geldiği vakit, inkâr edersin “hizmetçi kadın” dersin. İnkâr
etmekliği tanımasan da arkasından anlatırken bir şey gülersin. Kudret, onun
filmini çekiyor. Çeker! Batnında[28]
taşımış, nihayet çok acizken seni büyütmüş. Kucağını yuva yapmış, sadrı ile saky[29]
etmiş. Uykusuz kalmış. Doğurma acıları çekmiş, ölümle müsâvidir. Ecel döşeğinde
insan o kadar çırpınmaz. Birinci ölüm, der.
Sen
biliyor musun, bir kadının doğurması ne demektir? Birinci ölüm, der. Öyle diyor
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, en yüksek
ahlakçı: “Hiçbir şey yapmasa seni doğururken çekmiş olduğu veca’ın[30]
hakkını ödeyemezsin, diyor. Bütün an ömrünün nihayetine kadar sırtında taşısan.”
“Doğurmasaydı!”
Allah’a mı isyan ediyorsun! Senin gelmeni irade etti, o mu doğurdu? Çıkacak bu,
dedi. Sen daha hâlâ “O doğurdu bu doğurdu, içi çıkasaydı, bilmem dışı çıkasaydı!”
Yazılmış ezel âleminde, imza etmiş Allah, çıkacak. Bunun ağır mesuliyeti de -eğer
inananlar içün bu konuşmamız- hiçbir vakit hiçbir şeyle beşer affettiremez, ind-i
İlahide. Gelir dosyası. “Gel buraya, der.
Benim kaza-i İlahime karşı gelen insansın, haberin yok. Ama her şeyini dinledim
senin. Yook, bir çocuk dünyaya gelirken o anana içi çıkasıca, dedin. Ben imza
etmeden çıkar mıydı? Bana içi çıkasıca dedin sen. Bana bana dedin!” der.
Beşer
kuvvet-i asliyesini Kudret’in nurundan almıyor, gıda-i cismanisinden alıyor,
onun için nefsani oluyor, netice böyle oluyor. Zanneder ki insanlar, mensi
ve mühmel bırakılacaklar, bir kenara atılacaklar! Öyle şey yok. Geldik değil mi,
tutulduk.
O hâlde
aşk kovası meydandadır. Bütün kovalar
bağlıdır, aşk kovası meydandadır. O kova ile tabiat kuyusundan kendimizi
çıkarmalı. Yusuf’un kenar-ı selamete çıktığı gibi. Biz şimdi beşeriyet
zindanına, kuyusuna düşmüşüz, çırpınıyoruz. Altı köşeli altı cihetli olan bu tabiat
kuyusunun haricine çıkmadıkça, hakiki felah yoktur.
O
kuyunun içerisindeyiz. Çık, senin üzerine tüm kâinatı parlatır. O kadar revnakın[31]
var. Kâinat parlar. Parlar fakat insanlar biraz tenekecilikte ilerledi, imana
nihayet verdi. İmanına nihayet verdi. Kudret de onun mevcûdiyetine nihayet
verdi. İnsanlığını kaldırdı. Nedir bu böyle? Mevzîi konuşmuyorum bütün dünya,
nedir bu böyle. Herkes bööyle bir heyecan içerisinde. Masası olan da, kasası
olan da, rütbesi olan da, câhı olan da olmayan da! Nedir, bu ne vakit bu? Hani
bunun huzuru nerede? Bütün dünya, bütün! İki buçuk üç milyar insan besler,
hepsi öyle.
Demek
ki huzur-u kalp, kisbî[32]değil.
Huzur-u kalp kisbî değil, vehbî.[33]
İnsanın kendi eli ile kalbine rahatlık vermesi imkânı yok. Mânâsı bu. Kendi
elinle bu kalbine rahatlık verebilir misin? Hayır! O, vehbî o. Bak böyle izin
verir kaldırırsın. İhtiyârın dahilinde, çevirirsin kafanı. Dinlemek istersin,
şöyle uzatırsın. Kalbini tasarruf et bakayım. Hayır, tasarruf edemezsin. Onun içün
büyük insanlar, eshab-ı hakikat, erbab-ı marifet, eshab-ı iz’ân, hatta o kadar
utanmışlar ki “kalbim” bile diyememişler. ...
Cihan bağında ey âkil budur makbûl-i
ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen
kimseden incin
Kırma!
Ah alma, kimsenin kalbini kırma! Ah alma. Ahh! Bir fincan su, bir uykuyu
tarumar eder, bir mazlumun bir damla gözyaşı bir dünyayı yakar, hiç dinlemez. “Benim
çok gözyaşım oldu ama kimse yanmadı!” Senin gözyaşın nefsindendir. Ben onu “mazlumun”
diye kaydettim. Belki insanların içinden geçer. “Ben ne gözyaşları döktüm.”
Yook!
(Kendime
söylüyorum, benim senin dediğim vakitte, konuşma tarzı öyle geliyor da sakın
kimse alınmasın.)
Kendin
içün ağlasan, Kudret bırakır mı seni? Kendin içün bir gün ağladın mı? Hayır!
Ağladın, başkası içün ağladın. Nefsin
içün ağladın. Kendin içün ağladın mı? İçimizi nefs-i emmarenin gıdaları ile
dolduruyoruz, orası iblisin pazarı oluyor. Netice alamıyoruz. Hep
karanlıkta. Karanlıkta, daima karanlıkta geçiyor.
Hak
ile birleşilmeden yapılan herhangi bir iştigal, Hak yok mu içerisinde, can
çekişmedir, can çekişme. Anlatabildim mi acaba? Hakk’sız meşguliyetin var;
oraya gidiyorsun, buraya gidiyorsun, şunu yapıyorsun, şunu kazanıyorsun, bunu
kazanıyorsun, şunu buraya koyuyorsun ama içerisinde Hak muhabbeti yok, can
çekişiyorsun can!
İnananla
inanmayan arasında fark. İnanan bu görmüş olduğun mazâhiri küçük görür.
Ters biliyorlar. Biliş tarzı acayip insanların. Bir adam inandı mı, mânâyı
kabul etti mi, bütün her şeyi böyle... Yok, küçük görür küçük. Az gelir az.
Ruhunu işbâ[34]
etmez. Ona işareten Büyük Kitab der ki:
[35]
اَلَّذ۪ي
جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا
Nâs’a
hitap eder onu. Tam hakikate vakıf olanlara değildir. Tabi o Büyük Kitab'da, herkesin
seviyesine göre bir hitap vardır. Onlara aittir o hitap. “Ben yeryüzünü size
beşik yaptım.” diyor. Beşikte kim yatar? Çocuk yatar. Ricâl[36]
olunca yatar mı? O Hakk’a mânâya gönül verenler, ricâl olmuşlardır. Senin
tapmış olduğun şeye böyle ayağıyla tenezzül etmeden sahip olur da atar. Anlatabildim
mi acaba? Sahip olur ve parmağında oynatır.
(Yoruldunuz
galiba, değil mi?)
Sıfat-ı
nefsanî yıkılmadıkça, Kudret’in ilhamı tenezzül etmez. Esaslar bunlar. Sıfat-ı Rahmânî.
Nasıl ki cisim ve suret harap olduktan sonra, içeriye nur sâyesini verir. Ne
kireç kaldı ne kerpiç. Şimdi bu binanın her tarafına güneş girmez. Fakat bunu
kaldıralım yıkalım, bütün arsayı güneşin nuru kaplar. İnsan da kesâfetini
sıfat-ı nefsanisini yıktı mı, derhal o nur-u Rabbânî oraya ilham-ı sübhâni ona
tamamıyla tulû[37]
eder. O vakit kâm alır.
Şems,
güneş tulû ettiği vakitte, yıldızların vücûdu, mevcûdiyeti ne mertebe
mahvolursa aşığında hakiki insanında vücûdu, Hakk’ın zuhur-u indinde öyle fani
olur. Anlatamadım galiba değil mi? Güneş doğduğu vakitte yıldızları görüyor
musunuz? Böyle, görmüyorsunuz. O ziya onu kaplamış. O, onda fani olmuş. Eğer Hakperest
adamsa, tam Hakk’a teslim olunmuş, Hak hakikat uğrunda yürüyen bir kimse ise,
ona Hakk’ın biraz evveli söylemiş olduğum nur-u Rabbanisi tulû eder. Onun o
Hakk’ın zuhur-u indinde kendisi fani olur. Benliği kalmaz.
Bizi
yıkan benliğimizdir. Yok efendim! deriz putumuza dokunulsun neler çıkar.
Hele bir puta dokunsunlar! O gün: Efendim, dersin. Ben asabiyim, dersin
sinirlenirsin, sinirlenirsin. Yalan! Nefsinin kırbaçlaması. Asabi başka nefis
başka. Asabiyet hastalık, öteki nefis. Anlatamıyor muyum acaba? Nefis!
Daha
canlı misalini vereyim eskiden vermiştim ya. Hizmet-i mecburiye askeriyen olur.
Vatan borcu askere gidersin. Bir hata yaparsın dayak yemek hakkın olur. Şak der,
bir tokat vurur sana. Böyle durursun yine, hiç asabın bozulmuyor. Bir daha,
yine böyle durursun. Asabın bozulmuyor mu? Zayıf adam bir şey dediği vakitte
gözlerin fırlıyor da kuvvetin varsa hamle ediyorsun, orada asabın yok değil mi?
Yaa, dinler mi, Kudret böyle şeyleri? Onları mahsus yaptırıyor, Allah. Hepsinde
bir hikmet vardır. Yat yere, der. Burada çamur var diken var, demezsin. Hemen
şırapp yatarsın. Ve ayakların topuklarında böyle gelir, bir parça şöyle
kaldırdın mı dipçiği yersin. Böyle şak diye böyle yapışır. Öyle değil mi?
Göğüsün möğüsün yapışır. Yersin.
Ya Kudret:
“Kendi cinsinden yaptırdığım bir adamın kumandasıyla yattın kalktın. Benim
kumandalarım? Eyy Ben de alırım kumandaların hesabını!” Onlar hep birer
Kudret’in ders kaçırmasıdır. Şöyle yapıştırır. Bir parça dursa yersin! Hüner
zayıfa değil. Ahlak insanı mâfevkine karşı köpek, mâdûnuna karşı kurt
olmaktan korur.
Neyse
kendin muhasebe-i nefis yap. Herkes muhasebe-i nefis yapabilir. Eğer ef’âlinde,
hâlinde, Hakk’ın gadabına mazhar olabilecek şekiller varsa; Allah’ın
gadabını, Allah’ın gadap ateşini, yanık sineyle gözyaşı söndürür. Başka bir şey
söndürmez. Acaba anlatabildim mi? Bak, Allah’ın gadap ateşini, o tecelliyi
yanık sine ve gözyaşı... Onu tedarik et, yap. Zira feleğin insana bir yudum suya
izin vermediği bir gün, hepimizin başına gelecek. Ne olursan ol, bu görmüş
olduğun felek, hepimize bir gün bir yudum su içmeklik müsaadesini vallahi
vermeyecek. Ondan evvel hesaba bak.
Hakk’ın
rızası, bahâ iledir bahane ile değildir. Şey bahane iledir, bahâ ile
değildir. Ara, bahaneler ara. Al, kırık kalp satın al. Kırık kalp ara.
Hiçbir gün aradın mı, sabahleyin şöyle evinden çıkarken niyet ettin mi? “Bana
Kudret acaba bugün bir kırık kalp alışverişi yaptıracak mı?” diye, bu niyet
geçti mi böyle? Ama şimdi ben söyledim, belki geçer. Böyle kendi kendine fıtri
olarak. O mânânın zevki olarak kapıdan çıkarken, acaba Kudret bana bugün bir
kırık kalp satın aldırabilecek mi? Öyle bir şey dedin mi?
Niçün
kırık kalp diyorum? Zira adresini oraya vermiş. Öyle demiş. “Gafiller beni
semalarda arar, ariflerde kırık gönüllerde arar.” demiş. Adresini öyle
vermiş. Adres öyle. Şöyle bir iş edinip, sonra yetim kız filan besliyorsan
dikkat et. Silsilende acısı çıkar. Çok fena şey. Silsilende acısı çıkar. En
korkunç şey. Ne olursa olsun öyle diyor.
“Yetimin
sedâsı, benim sesimdir.” diyor, Fahr-i Âlem. Sonra diğer bir emir de: “Annesini
babasını yere yedirdiğim bu kimseyi kim ağlattı!” diye. Bilir tabi Allah, bunu
mahsustan soruyor. Azametinin iktizâsı.[38]
Âlem-i arşa melekûta soruyor. “Kimdir onu ağlatan?” Yaa! Büyük yetim de vardır,
aynı zamanda; elli yaşında, yetmiş yaşında...
Yetim
demek, haddizatında bütün mukadderâtına sahip olamayan demektir. Aciz
tahakkuk etmiş, elinden bir iş gelmiyor, bir işini yapmak istiyor, öteki beriki
eğleniyor. Senin de elinden geliyor yapmak istesen bir anda yapabileceksin amma
adam şimdi diyorsun, kıpırdanmıyorsun. O yetim o dakikada eğer sıcak bir yaş
geldi mi, sana da tesadüf etti mi, ehh! Hani nasıl insan -Allah muhafaza etsin-
tesadüf eder de bir kamyon çarpar, birdenbire hiç haberi yokken geçer gider. O
da kaza-i asumanın çarpmasıdır, çarpar gider adamı. Mahvolur gider adam.
Şeceresi kurur. Korkunç şeyler! Hayatta dikkat olunacak işler. Uyanık
yaşamalı. Uyanık demek böyle. Yoksa uykun geldiği vakitte uyuma demek, mânâsına
değil. Uyanığın mânâsı: Olanı görerek yaşamak, demektir. Mütefekkir mânâsınadır.
Bunları
çok zikrederim, çok anlatırım ben. Çook. Alır kimsesiz bir çocuğu... Ecir olur
başka, ecir yani tutarsın paranla, çünkü o işine gelirse durur, işine gelmezse
gider. Onda o kadar mesuliyet yok. Aldın, para veriyorsun. Pazarlık ettin,
durmadı mı gider. Öyle değil. Onun vecibesi o kadar ağırdır ki, karşılığı da o
kadar büyüktür ama. Milyarla sadaka versen o karşılığı alır mısın? Alamazsın.
Şöyle Kudret’e hadi mânâya doğru gidelim de oradan misaller vereyim. İşte ne
kadar taat etsen filan alır mısın? Hulâsa, alamazsın. Bunda Hak vardır. Hak,
bunda hususi bir tecellidedir. O tecelliyi ben memnun edeceğim gayesiyle aldın.
Böyle alman lazım gelir. Anlatabildim mi?
Yetimden,
abisi su isteyemez. Ağabeyiyim ben getir, diyemez. Ancak hocası isteyebilir.
Sen ne zannediyorsun, Kudret’i kazanmak kolay bir şey midir? Yetim değil mi ya
bu? Ağabeysi var. Şuradan bana bir bardak su ver, diyemez. Kendi iktizâ tayin
eder verir başka. Fakat böyle ver bana bir bardak su, diyemez. Yalnız izin, ona
ilim tahsil eden adama ait. O, der. Niçün? Çünkü o ruhunun babasıdır. Hakk’ı
öğretiyor. Hakk’ı beyana gelenin bildirdiğini bildiriyor. Anlatamıyor muyum
acaba? O ayrı.
Kendi
evladından ayırmayacak. Hariçten gelen kimse, onları tanımayan, başka bir
muhitten gelen kimse, eve girdiği vakitte: “Bu çocuk, bu evin çocuğudur.”
kanaatini getirecek. Bu çocuk bu evin çocuğudur, kanaati gelecek. İyi bakar
güzel bakar da kendi çocuğundan ayırır. Nefsin hükmüdür, tepelenir. Mesela yer
içirir, her şeyi bol bol yesin içsin, der. Şöyle olur böyle olur, fakat
göğüslüğünde bir işaret olur. Anlatabildim mi? O göğüslüğün biçiminde “Bu,
burada hadimdir.” işareti olur. Hizmetçi başka, yetim başka! Anlatamıyor muyum?
İşareti olur yahut bir takke giydirir buraya kadar, şöyle külahını.
Bunlar
kimde olmaz, hüsn-ü ahlakı muhafaza edenlerde. İçi dışı bir olanlarda
olmuyormuş. Sormuşlar Fahr-i Âlem’e, bunu böyle şey etmiş de: “Efendim böyle
hiç ayırt etmeyen kimlerde olur bunlar diye?” Buyurmuşlar: “İçi dışı bir olanlarda olmaz.”
diyor.
Onun
içün, Hasan-ı Basri’ye bir zât-ı âliyi soruyorlar. Amr İbn-i Abdi’yi
soruyorlar. Şöyle cevap veriyor: “Öyle bir zâtı soruyorsunuz ki, güya
terbiyesine melekler, tedibine Nebiler memur olmuş.” Ne güzel tarif bayıldım. O
tabi Hasan-ı Basri, o da:
“Öyle
bir zâtı soruyorsunuz ki; terbiyesine melekler, tedibine Nebiler memur olmuş.
Etvârında [39]
ahlakında zerre kadar ittıratsızlık[40]yok.
Emrettiği şeye herkesten ziyade kendi ittisâl[41]
eder. Neyhettiği şeye herkesten ziyade kendisi kaçınır. Onun içün, içi nasıl
dışı nasıl diye bir şey kullanılmaz. İç dış diye kendisinde bir mefhûm yoktur.
Her tarafı Hak kesilmiştir.”
Demek
ki hüsn-ü ahlakı muhafaza edenler… Zaten hayatta da üç şey vardır. Tahammül
edenler, affedenler, hüsn-ü ahlakı muhafaza edenler kâm alırlar. Ebediyet
onlarındır. Affedenler, hüsn-ü ahlakı muhafaza edenler, tahammül edenler.
Öyle
ya, bu âlem dayanma pazarı, darılma pazarı değil. Dayanacağım. Dayanmak demek:
Allah’ın itimadına, inayetine, güvenmek demektir. Dayanacağım! Hiç şey
etme. Onlar hakkında Cenâb-ı Hudâ: “Mertebe-i yakîne çıkanlardır.”
diyor. Mertebe-i yakîn olanlar. Müşâhede-i zât ve sıfat makamında bulunanlar.
Kendilerinde fena-i mutlak zahir olmuş, onun için Hudâ: “Yâ eyyuhellezîne âmenû âminû” demiştir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا [42]
Ne
demek? Sağ kalırım, Kudret de buraya çıkarırsa bir gün anlatırım. Bu mânâyı çok
kimse acayip anlamıştır. Çok muazzam bir şey. Olmasak da olamasak da üzenmek de
bir zevktir. Biraz evveli söylediğim gibi böyle insan yetiştirenler, böyle
insan yetiştirenler...
Beşeriyetin
Fahr-i Ebedisi diyor ki, onlar hakkında: “Biz, onunla böyle yan yana
oturacağız.” diyor. Gayet ucuz bir şey bu, o kadar da zor bir şey değil ama
ahvâl-i[43]
tayyibe, a’mâl-i[44]
hamide, tıyb[45]
olan ricâl içündür. Tıyb olmak lazım.
Ahvâl-i
tayyibe, a’mâl-i hamide, tıyb olan rical içündür. A'mâl-i kabîhe[46],
akvâl-i[47]
habise, habis olan kimse içündür. Onun zıddı da var. İnsanlar bu cinslerden
hangisi, hangi fırkaya, hangi kısma dahil olursa o şekle girer ve onların
sıfatları ile muttasıf[48]
olur. Başka türlü olmaz. Yaa! Fakat Hak, hiçbir vakit geçmez. Bunu insan
gönlünde her vakit asılı olarak görmeli. Zaman geçer Hak geçmez, demeli.
Zaman
geçer, Hak geçmez.
Ve o
kadar titizdir ki, insanlar, şey Hazreti Ömer. Bir gün Harem-i Şerif-i ziyaret
ediyorlar. Gassani emirlerinden biri İslam’a girmiş, Beytullah’ı ziyaret
ediyor. Bir köle hafif ayağına dokunmuş. Bir vurmuş, önden bir dişli esnân-ı[49]
kâtıa[50]sından,
kesici dişlerinden bir tanesi düşmüş. Dişi almış, doğru Hazreti Ömer’in
huzuruna gitmiş. Buyurun, demiş.
“İhkâk-ı
hak[51]
edin. Alın benim dişimi.”
“Ne
oldu?” Böyle böyle...
Çağırıyor.
“Dişini düşürmüşsün kölenin.” Ayağıma bastı, demiş o da. “Ayağına bassa da
dişini düşüremezdin.”
Hâlbuki
ayağına basmamış. Mesele ayağına basmasında filan değil. O bir hükümdar öteki mütevazı
bir insan. Canı sıkılıyor, nefsi. “Benimle beraber tavaf ediyor!” İçerideki
puta tapıyor. Zahirde bir şey yapmak istiyor amma henüz içindeki puttan
kurtulmamış.
“Sor
kendisine, bağışlarsa bir şey demeyiz. Fakat dişim derse!..”
“Ben
demiş, hiçbir şeyimi bağışlamam. Bir can acısı ile birdenbire vursa dişi değil,
canımı da feda ederim. Kibr-i nahvetine feda etti, benim bu dişimi. Dişimi
isterim, isterim, demiş. Yoksa muktezâ-i beşeriyeti gaflet, canı birdenbire
acıdı da böyle vurdu benim dişim düştü, otuz ikisi düşsün. Hazmedememiş, bu mânâyı.
Ben varım, diye yaşıyor. Ben de kendimi Kudret’de olarak şey ediyorum, Kudret de bana diyor ki: Benim sende olan
hakkımı iste. Sende o hakkı
isteyenlerin hakkını getirmeye gelmişsin buraya. Beni fazla konuşturma hakkımı
al!”
Diyor:
“Efendim, dişi vermenin ehemmiyeti yok. Ben koca bir camianın emiriyim. Bir
köle tarafından dişi düşürülmüş emir, diye halk içerisinde ben hacil[52]
olurum. Ne ile memnun olursa o şekilde memnun edelim, dişten vaz geçirelim.”
“Diş!”
diyor. “Pekâlâ, diyor. Fakat biraz asabım bozuldu. Biraz kendime geleyim ne de
olsa bir şey, diyor. Biraz müsaade edin.” diyor. Pekâlâ, diyor.
Haa,
soruyor yine. “Biraz müsaade istiyor.” diyor. “Pekâlâ, diyor. Soğukkanlılığını
yerine getirsin gelsin.” diyor.
Çıkıyor,
bir hecinle[53]
hududu aşıyor. O vakit Bizans’a geliyor. Burada tarassut[54]
ediyor. Zaman geliyor. Bizans’ta ziyarete gelen bazı büyük tacirler bunu
tanıyorlar: “Yahu ne hâl bu?” diyorlar.
“Ah,
diyor. Ya annem doğurmasaydı, ya Ömer kölenin diş meselesi üzerinde ısrar
etmeseydi.”
“Neyse
diyor, biz sana iltimas edelim. Sen gel bu işten vazgeç.”
“Bir
şartla, diyor. Ömer kızını verirse. Allah’ın emri ile alırım. Kızını verirse.
Kölenin de diş meselesinden vaz geçerse, derhal oradayım.”
Gidiyorlar
diyorlar ki: “Acınacak halde, acıdık biz bu adama. Akıbeti iyi gelmedi. Diyor
ki, Ömer kızını verirse, kölenin diş meselesinden vaz geçerse...”
“Vallahi
kızımı Allah’ın emriyle veririm. Fakat köle gelir de diş derse, dişi alırım!” Anlatabildim
mi acaba?
Bugünkü konuşma bu kadar.
[1] Tûr/Tur: • Başlangıç
noktasına dönülen dolaşma. Gezinti • (teşmil.) İlâhî feyiz ve tecellîlerin müşâhede edildiği yer.
[2] Sun' •San'at, san'atla yapma. Eser, yapılan iş. • Yapma, meydana
getirme. • (Allah için)
Yaratma, halketme “Sun’-ı ilâhî.” Sun’-ı Rabbanî”
[3] İhtirâ: İcat, buluş.Yepyeni bir şey ortaya çıkarma. • İHTİR‘ Örneği
bulunmayan bir nesneyi yaratmak anlamına gelen, ayrıca Allah'ın varlığını
kanıtlamak için geliştirilen delillerden birinin adı olan kelâm terimi.
[4] Harra: (Hurur)
Yüksekten aşağı düşmek. ▪︎ “Huşû ve
hudûyla secdeye kapanmak.” (Fuat Durgun abinin iz’ânından)
[5] Mağşî:
(ﻣﻐﺸﻰ) sıf. (Ar. ġaşy “kendinden geçmek”ten maġşі) Kendinden
geçmiş, gaşyolmuş, mest.
● Mağşiyyen (ﻣﻐﺸﻴﺎً) zf. (maġşі'nin tenvinli şekli)Kendinden geçmiş bir halde
[6] Muâhede:
Bir işin yapılması için karşılıklı söz verme, ant içme,
ahitleşme.
[7] Siyânet: Koruma,
muhafaza, hıfz..
[8] Meşbû: Dopdolu hâle gelmiş,
dolmuş, dolu
[9]Tefâhur: Fahirlenmek.
İftihar etmek. Övünmek. Gururlanmak.Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek.
[10]İstîdât: Kabiliyet, yetenek.
[11] İstihkâk:
Hak edilmiş, hak kazanılmış şey, hak.
[12] Umran: İmar
ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.
[13] Zamir: • İç, derun. • mec. Kalp, gönül • dilb. Daha önce adı
geçen bir varlığın yerini tutan kelime, adıl.
[14] Tebeddül:(Ar. bedl “bir şeye karşılık değiştirmek”ten tebeddul) Başka şekle girme, değişme, tagayyür.
[15] Dîde-ver: “Dîde” göz “-ver” sahiplik ekiyle dîde-ver: İyi gören, bilen, idrak eden göz sahibi.
Dîde: Göz, ayn, çeşm. •Görmek, gören, görmüş
[16] -VER: (ﻭﺭ) ek. (Fars. -ver) Sonuna geldiği kelimelere “sâhip” anlamı katarak Farsça
usûlüyle birleşik kelimeler yapar.
[17] Nic-i: Nice (sıfat,
belirteç)
[18] Ahter:
•Yıldız. •(Mc) Baht, talih.Bahtiyar. Akter:
Dürüst, doğru,ahlaklı emek veren.
[19] Galat-bîn: (ﻏﻠﻂ ﺑﻴﻦ) Yanlış gören, görüşü hatâlı olan.
[24] Tevahhuş:
Korkmak. Ürkmek. Kaçmak. Hâli, tenhâ ve ıssız olmak.
[25] Emrâz: (Maraz.
C.) Hastalıklar. Marazlar.
[26] Âlûde/Alude:
•Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış.•Dolu •mec. Kirli,
günahkâr, suçlu
[27] Tekellüf:
•Kendi
isteğiyle külfete girmek, • Gösterişe
kapılmak. Özenmek. • Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket...
[28] Batn/
Batın: •Karın. •Soy, nesil, kuşak, göbek •Bir şeyin içi,
ortası, iç.
[29] Saky:
İnsanlara
veya hayvanlara su verme, su vb. bir içecekle susuzluklarını giderme.
Saky etmek: Su vermek, su
dağıtmak, susuzluk gidermek, sulamak.
[30] Veca' Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak.
[31] Revnak:
Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik, tâzelik, letafet, safâ, taravet.
[32] Kisbî: Kazanılmış,
kesbedilmiş. Çalışarak elde edilen. Edinmeyle ilgili.
[33] Vehbî:
Doğuştan,
Allah vergisi, çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın lütfu, ikramı ile olan.
[34] İşbâ: Doyurmak,
açlığı gidermek. Doymak. Doyum.
[35] Taha Suresi
53’ncü Ayet-i kerime اَلَّذ۪ي جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ ف۪يهَا سُبُلًا
وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءًۜ فَاَخْرَجْنَا بِه۪ٓ اَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ
شَتّٰى
Meali: "Yeryüzünü sizin için bir döşek yapan, oradan sizin
için yollar açan ve gökten bir su indiren O'dur." İşte biz o su ile türlü
türlü bitkilerden çiftler çıkardık.
[36] Ricâl:
(Recül. C.) Erkekler, er kişiler. Mevki sahibi kimseler, devlet adamları.
[37] Tulû: Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. Bir şeye
vâkıf olup bilme.
[38] İktizâ: (Ar. ḳażā’ “ihtiyâcını
gidermek, hükmetmek, emretmek”ten iḳtiżā) Lâzım gelme.Gerekme, gerektirme. İhtiyaç.
[39] Etvâr:
Tavırlar,
davranışlar, haller, tarzlar.
[40] Ittırat/Ittırâd/İttirad: İntizamlı. Ahenk, düzenlilik, uygun şekilde.
[41] İttisâl: Vusûl,
ulaşmak.Bitişme.Yakınlık.
Bağlılık. Kavuşmak. • tasavvuf. Kulun seyr ü sülûk ile fenâfillâh netîcesinde Hak’tan başka
şey görmeyerek Hakk’a vâsıl olması.
[42] Nisa Suresi
136. Ayet'in baş kısmı: “Ey iman edenler! İman edin...”ا أَيُّهَا الَّذِينَ
آمَنُوا آمِنُوا
[43] Ahvâl: Hâl'in çokluk
şeklidir. Hâller. Durumlar. Vaziyetler. Oluşlar.
[44] A’mâl:
Ameller,
işler.
[45] Tıyb:
Helâl. Güzel, temiz, iyi.
[46] Kabîh (Kabîha:) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız,
ayıp.
[47] Akvâl: (Kavl. C.) Sözler, lâkırdılar.
“Kāl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî / Şimden
gerü hâl ehlinin ahvâli göründü” (Niyâzî-i Mısrî)
[48] Muttasıf:
İttisâf eden. İyi veya kötü bir sıfatla tarif edilen. Vasıflanmış, vasfı
mevcut olan.
[49] Esnân:
(Sinn' in çoğulu)•Diş, dişler • Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde
birbirini takibeden muhtelif zamanlar. (Yâni: Tufuliyet, Sabavet, Şebabet,
Kühûlet ve Şeyhuhet denilen zamanlar.)
[50] Esnân-ı kâtıa: Kesici dişler.
[51] İhkâk: Hakkı yerine
getirmek. Hakkını verme. Mazlumun hakkını zalimden almak
[Dâima hak kelimesiyle
birlikte ve özellikle ihkāk-ı
hak şeklinde kullanılır]
[52] Hacil: Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran
[53] Hecin: Çok hızlı
giden, susuzluğa çok dayanıklı binek devesi.
[54] Tarassut/Tarassud:
Gözleme,
gözetleme, dikkatle bakma.
0 yorum:
Yorum Gönder