054 (19.07.1959) 70 dk. (271)
Birine vazifeden doğan ahlak,
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi
akıl, aşktan doğan ahlakında aslı, membaı, mastarı kalp. Her hafta tekrar
ettiğim gibi, tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil.
İnsan asûde kaldığı zaman, kendi aslını bir taharri[1] hâsıl olur. Cismaniyeti itibariyle, altmış, yetmiş, seksen kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret olan vücudu nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığar. Fakat vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün kâinatı muhit. Bir an gelir sevinir, bir an gelir yerinir, güler ağlar infiâlât.[2] Birçok hadisat kendisinde tecelli ediyor.
“Ben kimim?” diye, sual sorar.
Benim bu varlığım nedir? Ben kimim? Nereden geldim? Nereye götürüleceğim?
Gelmemdeki gaye nedir? Gelmemde gitmemde ihtiyârım yok. Öyle değil mi?
Sormuyorlar, hiçbirimize sormadılar. Bilmem, içinizde belki sorulan vardır! “Dünya
denilen bir âlem vardır. Bir dâr-ı imtihan, bir dâr-ı iptila, dirliği az, pek
kısa. İkbalinde hud’a[3],
idbarında[4]
fecia gizli. Hezâr-âşinâ[5] bir acûzeye[6]
benzer. Yüz gösterir, güler gibi gözükür, derhal gözünü başkasına kırpar. Öyle bir sahne var, gider misiniz?” diye
hiçbirimize sormadılar.
Buradan da tekrar bir âleme
götürürler. Giderken de sormazlar. Büyük rütbesi varmış, geniş kasası varmış,
muazzam bir câha malikmiş. Dalkavukları, silahşörleri, hadimleri, malikâneleri
filan varmış. “Beyefendi teşrif eder misiniz?” sorma yok. Zaten insan şurayı
düşünecek olursa ve bu düşüncesi yalnız kendisinde kalmayıp da, sirayete[7]
başlarsa, beşeriyete huzur gelir. Bugün şu lacivert kubbenin altında insanlık
âleminde huzur yok. Mevziî konuşmuyorum, bütün dünya sekenesinde. Hiç! Neden
acaba yok? Gelişteki gayeyi beşeriyet unutmuş. Biraz tenekecilikte
ilerledi. Şöyle fen sahasında biraz adım atmaya başlayınca, bu sefer Kudret’le
azamet yarışına kalktı. Yaratırım sevdası geldi.
En akıllının bile taptığı bir
put vardır. Kendi iklim-i vücudunda asılıdır. Çok akıllılar ona tapmaktan kendisini
kurtaramamışlardır. Adına nefis putu derler. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Çoook akıllıyım, diyenler! Unuttu, ah yığınları beşeriyette çoklaşmaya başladı.
Eee, insana huzuru veren Allah’tır. Her vakit söylerim. Servet bizâtihi
nimet değildir. “Git, filan yerde nimet ol.” derse olur. Bizâtihi. Bazı insan
vardır ki: “Benim şu kadar bir servetim olsa ben bilirim ne yapacağımı.” Ne yapacaksın,
hiç!
[8]
وَنَحْنُ
الْوَارِثُونَ
Allah öyle diyor. “Mirasçı Benim”
diyor. “Herkes
bana bırakacak. Ben zalime mühlet veririm. Zalim kendisine mühlet verilmekle
zannetmesin ki, Benim mülkümün haricine çıkabilir. Ben zalime çok mühlet
veririm. Fakat benim ona mühlet vermekliğimle o Benim mülkümün haricine
çıkamaz. Öyle zannetmesin ki pençe-i kahriyyemden kurtulabilir.”
Beşer yalnız cismaniyetini beslemeye başladı. Yani
insanlar yalnız tenimizi besleyeceğiz, dedi. Hâlbuki o ten onun mânâsını
taşıdığından dolayı ona itibar etmek emri alınmıştır, Kudret tarafından. İnsan
bu âleme yalnız tenini beslemeye gelmedi. Ten bir elbisedir. Beden yani ya şu
beden, bizim mânâmızın bir elbisesi. E elbiseye tabi riayet edilir. Fakat elbisenin
hüviyeti başkadır, insanın kendi hüviyeti başkadır, değil mi ya? Nasıl “Benim
gömleğim” dendiği vakitte bu gömlek, ben değilsem. “Benim bedenim” dendiği
vakitte de bu beden, ben değilim. Vakıa dilim konuşuyor ama benim o dilim,
ben miyim? Bir şey anlatamıyor muyum?
(Öyle uykunuz gelmiş gibi duruyorsunuz zevkim kaçıyor.)
Dinleyenle söyleyenin kalbi birleşmedikçe Hudâ feyz
vermez. Mâmâfih
sıcakta var ya, sizde haklısınız. Fakat şimdi dense ki: “Şurada, bir para
ikramiyesi çıkıyor, dinleyin bakalım kimedir. On bin lira var.” dense herkesin
saçı göz olur. Saçı göz! Acaba benim mi ismim okunacak, diyerekten herkes böööyle…
Hiç o vakit uyuklayan yok. Çekiliveriyor uyku. Derhal çekilir. Başı ağrıyanın
ağrısı gider. Hastalık mastalık kalmaz, derhal! Hiçbir hap, hiçbir iğne
yapmadan ağrı gider kendi kendine!
Bugünkü konuşmamız, geliş ve gidişteki gaye. Niye geldik?
Niye getirildik? Niçün götürülüyoruz? Bunun karşısında bazen semayı deler gibi bakıyoruz. Kendinde bir hâl. Bazen yeri
ezer gibi basıyoruz. Ne semaya yetişebiliyoruz ne yeri açabiliyoruz. O bir kaç saye[9] arasında
da geçip gidiyoruz. İnsanın eli boş
gitmesi çok fenadır. Değil mi? İnsanın eli boş gitmesi çok fenadır.
İnsan, Allah’a makbul olarak gitmeli. Kabul ettirmeli
kendisini. Allah’ın makbulü olan kimse ölmez. Ben sizi, hepinizi inanmış
zannıyla konuşuyorum. Tabi bu sözler de, enfüs âleminden, kendi içinde sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücuduyla baş başa kalıp da ebed sedasını
duyanlar içündür. Yoksa maddenin kesafetinde kalmış, insan tekâmül etmiş bir
hayvan diyerekten o tarifi kabul etmiş... Ona ait bir şey değil. Ben Kudret’e
muhatap olmuşum, Fatır[10]’ın
ilm-i huzurisinde çook kalmışım. Bana kıymet vermiş, beni ayine eylemiş. Binâenaleyh:
فَمَا لَهُ مِن قُوَّةٍ
وَلَا نَاصِرٍ ﴿١٠﴾[11] يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ
﴿٩﴾
Her işin meydana çıkacağı bir gün var. Ben buna inanmışım.
Çünkü neden? Âdî bir insan bile saltanatının geçici olduğuna inanmaz. Şey
istemez, inanmaz demişim. Kabul etmez, saltanatının geçici olmasını. Allah’ın
saltanatı geçici olur mu? Senin elinde üç kuruş malın olsa, onun gittiğini
istemezsin. Kudret onu giderir mi? Binâenaleyh
bir divan var, bir mahkeme-i dâd[12]
var. Bir gün hesap vereceğim ve hayatım da
ondan itibaren başlayacak. Şimdi biz, hayat öyle kıymetli bir şey değil. Neden?
Uyuyoruz çünkü değil mi? Uyuduğumuz vakit her şey elimizden alınıyor. Bunları
her konuşmada tekrar ediyorum ki yaysınlar diyerekten.
Cemiyetle alakalı olan, ahlak cemiyetiyle âzâ bulunan
insan, vazifelidir.
Hayırda müsabakaya çıkacağız.
Ahlak yalnız bilmekle kâfi değildir. Hem bileceğin hem bildireceğin,
der. Acaba anlatabiliyor muyum? Bilmişsin; o kâfi değil, der. Bildiğini,
bildirecen der. İman da öyledir. O da öyle. Efendim ben bildim, kâfi değil.
Vazifelisin, bildireceksin. Ama nasıl
bildirecen? Kazık gibi değil. Bazı insan
bir şey bilir, o bildiğiyle kendisine bir varlık gelir, etrafına hakaretle
bakar. Öyle değil. O nefisten gelen şeydir. Nefisten. Bazı insanlar vardır. “Ben
kanaat ehliyim.” der. Üç kuruş kazanır; ben, der ehli kanaatim. E ne olacak? “Ben işte rızkımı aldım, evime dönüyorum.” Öyle bir şey yok. Eğer, sana o kanaat diye
geliyorsa İblisten gelmiştir. Seni o yoldan yuvarladı. Yine nefsinden.
Anlatabildim mi acaba?
Kanaat, kısmet-i edebisine razı olmak demektir. Çalışmamak, az kazanmak, böyle
değil. Böyle değil, acaba anlatamıyor muyum? Bazı öyle insanlar var. Pekâlâ, kendine
ait kazandınsa, vazifedarsın. Artanı varsa ver yemeyene. Bazı öyle tesadüf ederim de ben. Ne o,
işi paydos ettin? “Yeter artık, yeter. Ölüm var.” diyor. Ölüm olduğu içün çok
çalışsana. Âhar[13]ın
zararına çalışma. Mezmum[14]
olan, kimsenin hukukuna tecavüz etme. Senin çalışman başkasının zararına
olmasın. Başkasına nâfi’[15]
olduğun müddetçe çalış. Öyle ters ters itikatlar vardır. “Efendim, benim ibadet
saatim var.”
İbadet saatin, çalışma saatin. Allah, öyle der. Büyük Kitab’ında, vakit bile
ayırmaz. Gecenin kopkoyu karanlığından gündüzün apaydınlığına kadar çalış, der.
Hani o... Hep ters anladık da böyle oldu. “Bana on kuruş yetiyor.” Güzel on
kuruş yetiyor. Sana yetti ama sen yalnız kendin değilsin ki! Bütün mevcûdâtın
insanda hakkı vardır.
Cüz’ü küll yekdiğerinden eyler istimdat-ı dâd[16].
Sen bana muhtaçsın ben sana muhtacım. Herkes
muhtaçtır, kâinata sahip olsa yine muhtaçtır. Çünkü Allah, öyle kurmuş. “Muhtaç
yapacağım ki Ben meydanda olmayayım.” diyor. “Ben muhtaç değilim yalnız.”
Hatta bazen o kadar yüksek şey, o kadar ufak şeye
muhtaçtır. Bin kiloluk kantarla eczanede ilaç yapamazsın. Evet, bu baskül iki
bin, beş bin tartıyor ama orada gramlı terazi lazım. Böyle camekân içerisinde
ibreli terazi lazım. Onun bir parçasını fazla kaçırdın mı öldürürsün adamı. O
büyük kantar, o küçük teraziye muhtaçtır işte. Anlatabildim mi misalden?
Muhtaçtır. Öyle hiç kimsenin kafasını böyle kaldırmaya hakkı yok! Öyle
yapmış Kudret. “Efendim o bana muhtaç!” der, sen de ona muhtaçsın! Ne güzel
kurulmuştur tezgâh. Tabi Allah kurdu. Onun şeyi olur mu? Öyle, öyle biçimlidir
ki o. O muhtaç olanların içerisinde, ruhunun izzetini muhafaza edenlerdir.
Hani herkes bilir, bir darb-ı mesel[17]
vardır ya: Bir darb-ı mesel vardır, herkesin bildiği şeydir. Bizim dedelerimiz,
ümmisinde bile büyük hikmetler var, derler. Okumamıştır yazmamıştır, gayet
basit bir hizmette bulunur. Fakat hikmet kaynağıdır, kalbi başkadır. Bize
eshab-ı kalp denir. Dünya üzerinde bizim ırkın, Allah hususi bir, ne diyeyim
bari iltimas muamelesi diyeyim. Herkesin bildiği bir şeydir o.
Hâşâ huzurdan, birisi lağım kazıyormuş. Kazmış olduğu
çukurun içerisinde bir taş. Kazmayı vuruyor, vuruyor. Kirliliğin içerisine
girmiş, kirin içerisinde taşı oynatamıyor. Kızmış kendi kendisine:
“Çok zorlama, demiş.
Gönül seni işte filan yerden filan yere sokarım.”
Asrın hükümdarı geçiyormuş, durmuş. İşitmiş bunu, durmuş. İşitmiş.
“Allah, Allah!” demiş. “Bu necasetin içerisinde yüzüyor, sonra diyor ki: ‘Sen
daha şey etme, beni üzme. Seni necasetten necasete sokarım.’ diyor. Bu ne
demek?” demiş. Ne demek senin sözün?
“Evet, demiş. Bu necaset değil.” demiş. “Bu necaset değil
olur mu, pislik!”
“İyi ama ben şimdi bu çukuru temizlerim. Ondan sonra demiş,
çıkarım. Güzeeel bir yıkanırım, tertemiz,
demiş. İçimde duran bir hâkim arkadaşım vardır. Nasılım ben, derim. O
bana: Aferin sana, alnının teri ile yaşadın, ah almadın, kazancında da hiç
kimsenin gözü bile yok. Ekmeği de elimle kırarım, zevk ile yemeye başlarım.”
“Orayı bırak, demiş. Şu nasıl demiş, necasetten necasete
sokulur.”
“Necasetten necasete nasıl sokulur bilir misin?” demiş. “Gidersin o Hakk’ın
nazargâhı olan gönlünü bir zalime uşak yaparsın. Kula kulluk edersin.”
Anlatamıyor muyum acaba? “Kula kulluk edersin. Şaki mi şaki, denî[18]
mi denî. Seni istediği gibi kullanmaya başlar. Acaba demiş, bizim çukurun
içerisindeki boka mı benzer o bok!” Biraz terbiyesizce oldu ama anlatalım
diyerekten, kusura bakmayın, nezaketsizliğime vermeyin.
İnsan kula da kul olur amma o insanın bir yerin kulu olması
şartı ile. O ayrı iş o. Kul-u kurbanıyım, Allah-u Rasulu’s-sakaleyn[19]in.
Bütün eshab-ı Nebi... Aşağısı gelmedi, dur bakalım belki gelir. Neyse
aşağısını da ben kendim, vezni uymasın ne çıkar. Söyleyenden müsaade alırız. Mânâ
çıkar, meal bir şey, elfâz[20]
belki bozulur. Geldi. Kul-u kurbanıyım Allah-u Rasulu's-sakaleynin. Nebi’nin
Fatıma Haydar Hasaneynin. Muharrem dolayısıyla isimlerini yâd ettim. Böyle var.
Aciz insanla Hazreti İnsanı ayırmalı. Hazreti İnsan’ın
kendi vücudu yoktur, onun içün ayırmalı. Yoksa iş âdemiyette hâllolunacak.
Âdem olmak
istersen Âdem ara
Âdemi bul,
Âdem ile Âdem ol.[i]
Seyyid-ül
âlemdir Âdem, gayrıdan sevdayı kes.
Böyle... Bazı insan, “Ben Allah’ı arıyorum!” der.
Allah kayıp mı(!) ?Niye arıyorsun Allah’ı.
İnsan... İki arkadaş varmış, iki kardeş. İkisi de bir
insan bulsak da gönlümüzde zevk hâsıl olsa diye gezerlermiş. Çünkü insandan
insana hâl geçer. Değil mi ya? İnsandan bütün mevcûdâta geçer.
Misal ister misin? Söyleyeyim sana. İnsanın yanında dura dura çoban köpeği,
çoban oluyor yahu! Anlatamadım mı? İnsanın yanında dura dura çoban köpeği,
çoban olur. Bırakırsın hayvanları gidersin, çoban olduğundan. Ya insan, hakiki
bir insan ile dost olursa, ne olmaz?
Hakiki bir insana tesadüf etmişler, dost olmuşlar, ahbab
olmuşlar. O adam gönül sahibi. Gönül sahibi eşyayı olmazdan evvel bilir.
Hadisat olmazdan evvel. Safâ ehli yani. Ne demek ehl-i safâ? Ehl-i safâ kime denir? Kimlere denir? Keder
ve tefrikadan hâlî olan adama ehl-i safâ denir. Anlatabildim mi? Bir daha
tarif edeyim: Keder ve tefrikadan... Şöyle idi, böyle idi, şöyle olacaktı,
böyle olacaktı, ömür dedikoduyla geçer gider. Onda safâ yoktur, ehl-i kederdir
o. Ama kâşânesi var, şusu var busu var, bir şeysi yok, dış âlemi boş, Allah
derdi başlamamış. Tecelli-i ilahi, ateşe benzer. Ateş nasıl kara tecelli
ettiği vakitte eritirse, Allah’da insana tecelli ettiği vakitte benliğini
eritir, kendini verir.
Kardeşin bir tanesi çok sevmiş, gönlünden dedikoduyu
kaldırmış. Malum ya: Hakikat sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden. Onu şöyle
okuyanlarda vardır. Melamet sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden. Ne
demek bu melamet? Büyük Kitab da öyle der:
[21] لاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ
لآئِمٍ Ben varken alçağın senin aleyhinde konuşmasından korkma.
لاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ
لآئِم “Eğer Beni sayıyorsan, beni seviyorsan, hakikaten bana
gönül vermişsen, bana gönül verenlere benden uzak olmak isteyenler daima levm[22]
ederler. Kaidedir bu.” der.
Hazreti Musa, Allah’a yalvardı dedi ki: “Ya Rabbi, benim
gücüme gidiyor, ne olursun, benim aleyhimde bulunan bir insan olmasın. Dua
ediyorum dedi, yalvarıyorum.” “Yook!”
dedi, Allah: “Onu, ben kendimde de âdet etmedim, benim aleyhimde de bulunurlar,
dedi. O Olmaz, öyle şey olmaz, öyle dua
etme! Onu ben kendime de yapmadım, dedi. Benimde aleyhimde bulunurlar. Hem ben senin
gibi de değilim; yaratırım, yediririm, içiririm, sıhhat gibi afiyet gibi en
büyük nimetleri veririm, yine aleyhimde bulunulur.”
Sonra ehl-i hakikat eğer aleyhinde bulunulmazsa ağlar. Bak
ne tuhaf mesele. Bizim canımız sıkılır, o da müteessir oluyor. “Demek ki, ben
iflas etmişim, bende bir şey yok ki, benim aleyhimde bulunmuyorlar.”
Anlatamıyor muyum bir şey? “Demek ki diyor,
bende bir şey kalmamış. Artık ben iflas etmişim, benle meşgul değiller. Ne oldu
bana Ya Rabbi, ver ki yine bulunsunlar.” der. Mağazada mal varken müşteri içeriye
gelir, yokken kim gelecek. Yok, kapısı kapalı, geçer gider.
Melamet sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Bunun Büyük Kitap’ta yeri, yani Kur’an’da yeri لاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ
لآئِم Allah’ın beyanı öyle. “Benim sevdiğim insanlar, benim
benimsediğim kimseler diyor, alçağın onların aleyhinde konuşmalarından dolayı ürkmezler.
Ben varım ya!” Şimdi ister öyle
söylenilmiş öyle oku, ister ilk önce konuştuğum gibi oku.
Hakikat sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Ne demek hakikat? Geçen hafta konuşmada söyledik. Şeriat, ilim
yani din, hani vardır ya. Çünkü ahlak ile mânâ ikisi kardeştirler. Birbirinden
ayrılmaz. Hiç ayıramazsın. Neden ayıramazsın? Bir insan ebediyete gönül
vermezse, bir huzura gideceğine, aslına kavuşacağına inanmazsa, hayırda
müsabakaya çıkabilir mi? İnkâr sahasında geziyor, tesadüfen ben olmuşum, diyor.
Bu adam nasıl hayır yapabilir? Fırsat eline geçtiği vakitte niçün üç günlük
hayatındaki ihtirasat-ı nefsaniyesini tatmin etmeklik içün çalışmasın? İnsanı
tutan nedir? Bir yerin tatlı korkusudur.
Ne irfandır
veren ahlâka ulviyet ne vicdandır.
Fazilet hissi
insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilsin
havf-ı Yezdan'ın.
Ne irfanın
te'sîri kalır kat'iyyen, ne vicdanın[ii]
Buradaki irfan, örfün bildiği irfan. Bir de ahlakın tarif ettiği irfan var, o ayrı. Hani cemiyette deriz ya, “Efendim, ilm-i irfan sahibidir.” Yani beş on kitap okumuştur. O mânâdaki irfan. Örfün kullandığı irfan üzerine söylemiş, söyleyen. Yoksa bir de, bir de arif-i ilahi vardır, o ayrı. O ayrı. Ne irfandır veren ahlaka ulviyet… Vermez, diyor. Okur okur yine hâl’en yükselemez. Satırdan okumakla iş dönmüyor ki. O Allah korkusu da bizim hani bildiğimiz şekilde, şöyle yapar böyle yapar... Allah Cabbaar, öyle bir zalim hükümdar değil. Çok Kerim, çok merhameti var. O korku, beni insan yapmış, benimsemiş. Yüzüme bakmazsa korkusu. Anlatabildim mi? Çünkü öyle diyor, Kendisi:
فَاعْتَرَفُوا بِذَنبِهِمْ فَسُحْقًا لِّأَصْحَابِ السَّعِير[23]ِ
“Gördünüz ya, diyor. Kendisi itiraf etmiştir, tamamıyla kendisi söylemiştir. Perde kapansın, görmeyeyim!” Huzur-i İzzet-i Cemal-i İlahiden kovulmak. En ağır bir şey!
(Nerede kaldıktı, hatırlatın bakayım bana. Haaa. Evet, sen
bir yerinden yakaladın ama ondan evvel ki konuştuğum yeri istiyorum ben. O çok
evvel söyledim onu. Hah, tamam çıkardın. Sizin hatırlattığınız yeri devam
edelim.)
İlim... Hakikatte, amel. İlmi var ama ameli yok. Ne fayda.
Semeretü’l-ulûm, el-ameli bi'l-malûm. Bilinenle amel etmek. İki konuşma
evvel bir misal vermiştim size. Hasta doktora muayene oldu, hastalığını bildi. Doktor,
şunu yemeyeceksin diye perhiz verdi. Biliyor. Yine hastalığını bilmiyor biri, o
perhiz yapmıyor, boyuna yiyor. Öteki de biliyor, yiyor. İkisi arasında bir fark
var mı? O da muzırı yiyor, o da muzırı yiyor. Fayda yok. Bilmiş de amel
etmemiş, bir faydası yok. Bilinenle amel
edeceksin. Ondan sonra marifet gelir. Hakk’a vasıl olmak. Gelişimizdeki
gidişimizdeki gaye bu. Anlatabildik mi acaba?
Bilecek,
bulacak, olacak.
Türkçesi.
Niye geldin?
Bilmeye. Neyi bilmeye? O’nu.
Niye geldin?
Bulmaya. Kimi? O’nu.
Niye geldin?
Olmaya. Kime? O’nda.
“O” kim? Biliyorsunuz kim olduğunu değil mi? O. Kendi de
kendisine öyle bir isim koymuş. Huu, der. Onun Türkçesi: O. Anlatabildim mi?
Her mevcûdun iç ismi de O’dur. Birisi gidiyor ismini unuttun. “Ya Huu!"
diye bağırırsın. Allah’daki olan ismiyle çağırıyorsun. Anlatamıyor muyum yahu?
Oradaki ismiyle çağırıyorsun. Hep O?
Demek ki zahirde sen varsın ben varım, hakikatte ne sen
varsın ne ben varım, O var.
“Varım ben ya!” Var, ama hani ya. Yirmi sene sonra neredesin, elli sene
evveli neredeydin? Buna çok canlı misal getirmişimdir size. Zapt edin, yine
getireyim. Direği dikersin, zevâl vaktine kadar bu direğin şuraya gölgesi
çıkar. Fotoğraf makinesini getir, hem direği hem o gölgesini çekersin. Direğin de
resmini çekersin, gölgenin de. Gölgenin vücudu var mı? Kendi kendine bu
gölgenin vücudu var mı? Yok değil mi? Ama görüyorsun. Zevâl vaktinde bu gölge
kalkar gider. Nereye gider? O'na gider. Sen de Kudret’in bir saye[24]sisin
kardeşim. Zahirde ben varım gibi gezersin ama direğin gölgesi gibisin. O öyle
bir gölge halinde durur, günün birinde gene gider. Buna, o halde, avlanma! Bunu
söylerken şuradan açıldıydı.
Hakikat sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Yahut biraz evvelki söylediğim gibi: Melamet sırrına
vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Yani لاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ
لآئِمٍ benim tarif etmiş olduğum şekilde: Mâdâmı ki sen insansın,
mâdâmı ki Hakk’a gönül vermişsin, senin aleyhinde bulunacak olacak. E bunu sen
kendi kendi gönlüne kor da bunu tahlile kalkarsan, vakit yok. Bırak kavgayı. Şöyleydi
böyleydi, bunların hiç birisine lüzum yok. Yaa?
Temâşâ-i Cemâl
lazım ne hâsıl kuru davaden.
Bir şeyi
görmeye geldin, gör onu diyor. Gör!
Temâşâ-i Cemâl
lazım ne hâsıl kuru davaden.
Hüve’l evvel,
hüve’l ahir, hüve’z zahir, hüve’l batın
Bir zât-ı
mutlaktır görünen bu merayadan[25].
Bunu anlatmak içün çok uğraşmak lazım. Bende söyleyecek dudak yok. Bilmem sen de dinleyecek kulak var mı? Sende vardır ama bende yok. Zor bunun burası. En zor yeri bu.
Hüve’l evvel
hüve’l ahir, hüve’z zahir hüve’l batın,
Hemen bir zât-ı
mutlaktır görünen bu merayadan.
Azıcık Türkçeleştirsene şunu, anlatamasan da. Hadi azıcık daha Türkçeleştireyim: “İnsanlar bir şey anlamak için bir evvel arar, bir son arar, bir iç arar, bir dış arar. Aradığın evvel Benim. Son arıyorsan o da Benim. Görülecek bir şey, zahir var dersen, yine Benim. Göremediğin batın varsa yine Benim.” Anlatamadım mı acaba? Ha bu değil haa bu. Yenen yemişin atılmış olan kuru kabuklarından bir parça elimize geçmiş de koklamışız. O yemişi anlamaya çalışmışız. Onun mânâsı o kadar değil. Eh işte anlatayım diye, “Benim!” Daha topluyor, ne diyor biliyor musun?
Hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merayadan.
“Aynalardan diyor, görünen şey hepsi, O da Benim.” Zât-ı Mutlak. Onun istilahi kelimesi de var ama orası da lazım değil.
İki tane kardeş demiştik, değil mi? Şimdi oraya geldik. İnsan arıyorlar. Hani var ya Eflatun’da fener yakmış aramış, filanca da. Onların hepsi birer, hakikate remiz. İnsan. Ölçüsü var mıdır bu insanın? Nereden bileyim acaba hakikaten insan mı değil mi? Vereyim mi ölçüsünü? Yanına gittiğin vakit yapmış olduğun kötülükler gözünün önüne gelerek, içinde o yapmış olduğun fenalıklara karşı bir huzursuzluk ve bulunduğun an, hayra doğru bir zevk, Hakk’ın kendisine ait bir saygı varsa, orada bir şey var. Anlatabildim mi acaba? Orada bir şey var. Yok, gittin, eski hâlinle yeni hâlin arasında kazık gibi hiç bir şey yok. Eh o da benim gibi. Ölçüsü bu.
Bazı adam vardır, iyi ama şurası şöyle burası böyle. Kardeşim yolda gidiyorsun, yolu bilmiyorsun, tehlikeli bir yer dediler. Şu yollardan gidersen selamete çıkacaksın. Yolda birisine rast geldin. Yüzü gayet çirkin. Sümüğü de akıyor. Arada sırada hırt diye yukarıya çekiyor. Yine bırakıyor, yine çekiyor. Yüzü çirkin filan… Bir yol istedin. Bu mühim gideceğin, gayen olan yola gideceksin ama tehlike var.
O sana soruyor, diyor ki: “Arkadaş, sen nereye gidiyorsun?
Böyle bir yol var ama çok tehlikeliymiş. Ben onun kestirmesini bilirim.
Tehlikesi olmayan yerlerini bilirim. Bana ayak uydurabilir misin?” Şimdi senin
senelerce dolaşabileceğin bir yolu, bir tarfetü'l-ayn[26]da,
gözünü açıp kapayıncaya kadar, kestirme selametten götüren bir adam. Sen, onun
beni yoldan götüreceğine mi bakarsın, yoksa suratı böyle diye, suratına mı
bakarsın? Anlatamadık mı bir şey?
Gitmişler. Ee insan iki kardeş olur da hepsi aynı ruhta
olmaz ya.
[27] قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ
عَلَى شَاكِلَتِهِ Büyük Kitap da en muazzam ayet
budur. قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ Allah böyle emrediyor. Mânâsı: Ey ind-i İlahimde
celaleti şan-ı ala-u evfer[28], Şefi'-i[29] Rûz-i
Mahşer[30] seyyidü'l-beşer. İlan et, ilan. Herkes
şakilesi[31]
üzerine harekettedir. Şakile… Bu kadarını
söyleyeyim de sonra onu bir gün açarız. Şakilesi ne demek.
Biri gitmiş, tamamıyla gönlünü vermiş. İki kardeş ya,
tamamıyla. Temiz bir safiyetle, ihlas ile. Başlamış salah-ı hâl, amel-i salih dedikleri.
Amel-i salih nedir, onun da tarifini yapayım mı, ister
misiniz? Amel-i salih? Herkes söyler öyle. Nefsin, Şeytanin dahli olmayan,
olmayarak ve hiçbir ecir, sevap beklenmeksizin yapılan işin adına amel-i salih
denir. Bak yapabilirsen yap. Bir daha tarif edeyim: Şeytanın, nefsin dahli
yok ve yapılan işe karşı da ne dünyaca ne mânâca ne ahiretçe ne meşhûdâtca -şahadet
âlemi üzerine- hiçbir şey beklemiyor. İşte amel-i salih budur. Onun içün
çok zikreder bunu Allah. Eee biraz tatlı ve biraz zor. Böyle hâl başlamış. Böyle
hâl başladı mı herkesin göremediğini görmeye başlar. Her kulağın işitemediğini
işitmeye başlar. Her elin yetişemediğine yetişmeye başlar. İnsan da böyle şey
istemez mi? İster tabi.
O hâlleri birer birer kardeşine söylüyormuş. Ağızla
naklederler, zamanımızda da vardır. Şimdi herkes eshab-ı kerametten(!) Hele
bazı insanlar var. “Efendim, ben bu akşam Peygamber’i rüyamda gördüm, şöööylee...”
Adam olmadıktan sonra rüya da Peygamber’i görmenin ne
faydası var kardeşim. Ebu Cehil uyanıkken gördü. Yanına gitti, elini tuttu, fakat
yine Ebu Cehil oldu.
Bir şey anlatamıyor muyum? “Ben evliyaullahtan filancayı gördüm!” E Güzel, kendinde
kalsın. Birisi birisine gitmiş. “Beni, Hazreti Mevlana gördü, seni daire-i
terbiyeme alacağım!” Gittiği adam da arif adam. “Öyle emir verdi, emirlen geldim!”
“O emri sana veren bana da verir, demiş. Bana vermedi ki. Sana veren bana da
verir o emri.” Bunların hepsi şeytani, nefsani şeyler.
Nefis, Şeytan; insanı inkâr yolundan avlayamazsa, tasdik
yolundan da yıkar. Yaaa!
Onun kaç türlü tuzağı vardır. Tasdik yolundan da yuvarlar yıkar, atar adamı. “Bak
sen der, gençsin dinçsin, her şeye sahipsin. Görüyor musun, ne kadar da
abidsin, zahidsin. Senin eşin emsalin inkârda dolaşırken sen Hak yolunda
dolaşıyorsun!” Bunun telkinini yaparken yaparken sen de “Ya öyle!” diye şöyle
bir kabarma başladı mı, vurdu tokadı, attı aşağıya. Nail oldu meramına kerata! Öyledir
o. Acayip bir şey.
“İntikam alacağım!” diyor, işte Hudâ’da müsaade etmiş. Ne
diyeceksin? “Benim sebeb-i felaketim, Âdem oldu. Âdem evladından intikam
alacağım ben.” diyor.
Sonra biz şeytana akıllı deriz, âlim deriz. Hayır, Şeytân
gayet cahildi fakat gayet sofuydu. Biliyor muydun burasını? Âlim olsa böyle
yapar mı? Dünyada da öyle insanlar vardır. Zahirde böyle çok parlar marlar
filan şöyledir, böyledir fakat neticesi mahrumiyettir. Zekâ ile şeytanat
birbirine benzer. Ayırmak lazımdır. Zekânın neticesinde hayır gelir. Şeytanatın
neticesi daima mahrumiyettir. Şeytan şeyi yok öyle. Yalnız çok sofi idi.
Öff! İrfanı yoktu, irfanı, hah. İrfanı olsaydı, Âdemin …
(Konuşmanın
devamındaki cümle kayıtta çıkmamış. 46.dk.)
İyi anlatamamışımdır, bir daha bugün de söyleyeyim. Belki
anlaşılır mı anlaşılmaz mı yine bilmem ya.
Neden yuvarlandı şeytan bilir misiniz? İlm-i hakikate
vakıf olmadığından. Neden ilm-i hakikate vakıf olmadı? Secde emrini siz nereden
aldı biliyorsunuz? Allah “Secde edin!” diyor. O emri Allah, Âdem’in vücudundan
söyledi. Anlatabildim mi acaba? Yoksa bizâtihi, Zât-ı Ehadiyetiyle tecelli edip
de dese konuşamaz ki! Âdem’in vücudundan söylediği içün şaşırdı. Neyse yine
burası zor bir yerdir, dursun. İnce yer. Sonra mesela zahirde şeytan Âdem’i
iğfal etti, aldattı derler. O zahirde öyle gözükür, hakikatte Âdem şeytanı aldattı.
Aldattı tabiri caiz değildir amma yani o yendi diyelim. Bu bahsi biraz
inceleyeyim mi yoksa başka yere dökeyim mi sözü? Ha, şöyle biraz inceleyeyim.
Cenab-ı Hak beyan eder. (Şöyle bir, iki yüz sayfa bir tarafa
bırakalım, bir yere girelim. Hepsini anlatırsak, saat almaz)
“Ben
[32] وَعَلَّمَ آدَمَ
الأَسْمَاء كُلَّهَا Bütün esma-i ilahimi Âdeme talim ettim.”
Onun içün en medeni insan, Hazreti Âdem. Onu biz yanlış
biliriz. “Böyle Cennetten çıkarıldı da incir yaprağından setr-i avret etti,
bilmem hayvan tüyünden...” Öyle değil o.
Onun giydiğini kimse giymedi, daha o şekilde giyinmiş adam yok. Bugün yok. Öyle
mi? Tabi ya. Onun medeni tarzında, yaşayış biçiminde hiçbir şey yok.
Allah, isimlerini talim etti. Ne demek isimler? Bütün
eşyanın hakikatini bildirdi.
Ne kadar eşya, ne kadar varlık varsa Allah’ın ismidir. Onu talim ediyor Allah. Mesela eşyanın dış bakımından altı köşesi
vardır. Şu; bir, iki, üç dört, beş, altı. Şöyle biraz dikkatli bir adam bunun
altı köşesini görür. Fakat sathi bakan bir kimse ya bir köşesini ya iki
köşesini görür. Anlatamıyor muyum? Âdeme bunun altı köşesini gösterdiği gibi,
bunun içini açtı gösterdi. E bizim gözümüzün önüne geliyor, hani böyle
resimlerde yaparlar, saç sakala karışmış, yalın ayak, elinde bir sopa, sırtında
bir deri! Öyle değil azizim. İlk önce
medeniyet, sonra vahşettir. İlk insan nübüvvetle tecelli etmiş, Allah ile
gelmiş gitmiş. Tabi teâli terakki maaliyat[33] onda.
... O, sonra zaman gelir, beşer
kendi kendine başlar biraz, Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde! Yine
Kudret koymuştur o cevher-i aklı, haa! Kim bana aklını gösterebilir? Göster
bakalım. Bazı adamlar da vardır, “Görmediğim şeye inanmam!” Beyefendi
ben zât-ı âlinizin aklını görmek istiyorum, gösterebilir misin bana? Kendin
gördün mü? Aaa, asar[34]ından
belli. Allah’ın asarından Allah belli
değil mi? Sen kırk paralık bir kâğıt yapmışsın da “benim eserim” de “bu benim
aklımın neticesi” diyorsun da, bütün mevcûdâtı yapmış da o eser kâfi değil mi
Allah’a! Anlamadığım işler bunlar.
İşte biraz irtibat kesilince, benlik geliyor. Benlik
gelince vahşet başlıyor. Yavaş
yavaş, düşer düşer, düşer düşer! Mesela insanlar, şimdi gene öyledir. Değil mi
ya, canavarları utandırtacak kadar, üüü cinayetler rezaletler… Allah, buna
bir nihayet verir. Ama ben görürüm görmem, o başka. Bu tecelli böyle
devam etmez. Sünnetinde yok çünkü. Bu
çıkar devam eder eder, buna nihayet verir. Yine bir devr-i saadet açar. Beşerde
bir muhabbet, bir merhamet, bir hürmet... Melekler imrenmeye başlar. Şimdi canavarlar
iğreniyor, o vakit melekût imreniyor. Aradaki fark bu.
Söyleyeceğimiz yer: Esma-i İlahiyi, Allah “Âdem’e talim
ettim.” diyor. “Gir cennete!” O cennet, bizim ahirette imanın hesabı
verildikten sonra girilecek cennet değil. Âdem’in kendine mahsus cenneti.
Anlatabildim mi acaba. Çünkü oraya Şeytan girdi, diyorlar. Şeytan oraya giremez
ki. Oraya duhûl[35]
içün iman şarttır. O evvela kâfirin
bist[36]dir,
olmaz. Âdemi kendi cennetinden çıkarttı. O ne o? Ooo, o uzun sürer o. Dursun.
Hepsi birden olur mu beş dakikada?
“Gir cennetine, istediğin şekilde, istediğin safâ ile
istediğin hâl ile yaşa. Külfetsiz ye iç, hepsi afiyet olsun. Yalnız şu ağaca
yaklaşma!” dedi, Allah.
Şecere-i memnû. O ağaç ne? Hadi orayı da söyleyeyim
bari. Orası zor şey, onu pek
bulamazsınız da ben söyleyeyim size. Buğday ağacı derler, incir ağacı derler,
şu ağaç… Şecere-i kader, Hakikat-i Muhammedi. Öyle emredişi de yaklaşsın içündür.
Allah’ın tuhaf tuhaf sünnetleri vardır. Onu nehyediyor. İnsan bir şeyden men
olunursa, men olunduğu dakikadan itibaren ille o men olunduğu şeyi yapmak
ister. Onu daha şevk ile yapmak ister. Şuurlu yapmak ister. Anlatamıyor
muyum ya? Ona yaklaşma dedi. O işte şevk-i iştiha peyda etsinde yaklaşsın. Şimdi
matrûd[37]
iblis. İntikamı var ya. “İlle bir şey yaptırayım!” İntikamı var. Sofunun
domuzundan iblis. Çok sofu ama...
Bir şey aklıma geldi: Bir defa daha söylemiştim,
söyleyeyim de gecelim. Vaktiyle Fatih’te bir hocaefendi varmış. Meşhur,
yoğurtçu hoca derlermiş. Emin Efendi. İttika sahibi bir adammış. Ama işte biraz
ifratta. “Sigara içmeyin o işte şöyle…”
Sarahaten[38] hükmiyeti Kitab-ı İlahide beyan olunmayan kısımda,
insanlar insanları kurtarmaya çalışmalı. Ruhsat tarafı var bu işlerin. O öyle
değil, gayet sıkı. İşte bir gün tütünün aleyhinde bulunuyormuş. Bu mevzûları
esasen dine bile sokmak doğru değil. Herhangi bir şey insanın bedenine, edebine,
dinine zarar verir, ona din müsaade etmez. Ama bunun şey tarafına girme; mesela
işte “Cehenneme girersin!” Bırak sen, Allah’ın cehennem nazırı mısın sen? Ne
karışırsın herkese. Nazır mı tayin ettin kendini? Geçen hafta söylediği gibi
şairin:
“Hüner tütünün dumanını yasak etmek değil, ahtan çıkan
dumanı yasak etmek. Yasak et de, adam olasın
diyeyim sana!” diyor.
“Ahın dumanını!”
Aleyhinde bulunurken, işte onu eken şu kadar ağır cezaya, taşıyan
bu kadara, içen şu kadara filan… Bir selâbetli[39]
bir insan varmış yanında, şaşırmış. Tütüncüymüş o. Ha tütüncü değil, yanlış
söyledim. Mezruatının[40],
anlıyorsunuz değil mi, kelimelerini bulamıyorum. Şöyle kolon mu diyeyim, duvar
mı diyeyim, etrafını tütünle çevirirmiş. Tütüne domuz gelmezmiş. Şimdi o da yasak
ediyor ya. Doğru değil öyle ulu orta her şeyi yasak etmek. Öyle şey olur mu?
Anlatırken demiş: “Efendim, bir müşkülüm var. Bizim tarlaların kenarına tütün
dikmezsek, tarladaki mahsulü domuzların elinden kurtaramayız.” “Duuuur!” demiş.
Öyle bir adammış. Vurmuş elini kürsüye. “Duur! Mesele değişti. Ben sofunun
domuz olduğunu bilirdim ama domuzun sofu olduğunu bilmezdim.” demiş. Bir şey
anlatamadım mı?
İş şeytandan çıktı, iblis. O insana kaç şekilde gözükür, bilir
misin sen? Cenab-ı Muhammed aleyhisselam diyor ki: “Kuvve-i hafîye[41]dir,
diyor. İnsanın kan damarından sereyân[42]
eder. Kan damarları içerisine sereyân eder.”
Nasıl sen B vitaminini yaptığın vakitte, hemen ağzından kokusu geliyor. İğne
olunca ne çabuk geçti bütün ağzına. Hiç yapmadın mı, B vitamininle iğne. Buradan
hemen çıkar. O ondan daha süratli. İnkâr kapılarını kapamak içün, Kudret böyle
şeyler icat ettirir insana. İnkâr kapısını kapamak içün.
Cenab-ı Ömer bir gün sıfat-ı asliyesi ile temessül[43]
ettirip yakalamış. Ömer, yapar o. Acaip
bir adam. Bir gün huzuruna dostlarından
biri gelmiş, canı sıkılmış. Gelirken muktezâ-i[44] beşeriye,
bir kadına kötü nazarla bakmış. “Gözler zina eder!” demiş. İşte onunda
beşeriyet bu ya, tuhafına gitmiş, sert bir eda ile: “Galiba vahiy nazil oluyor,
demiş. İster misin gözünle yaptığın çocuğu meydana getireyim?” Huzurda birkaç
insan varmış “Aman, demişler yapma yahu!” Ömer öyle bir adam.
Yakalamış: “Ben yine de, demiş. Mescidin
direğine bağlayacağım, çağıracağım çocukları, seni maskaraya alacağım.” İblisin bir cevabı var: “Yapma Ömer, hem o
kadar da mağrur olma. Ben senin bir zâta mülâkî[45]
olmazdan evvel putlar önünde tapındığını çok bilirim. Benim secdelerimin
içerisinde en ufağı kırk bin senelikti. Sen onu bilir misin? Sen demiş, kâm
aldın, sevgiliye yetiştin. O da seni benimsedi. Habibin habibi oldun, şimdi
geriliyorsun demiş. Bırak beni halime, bırak!” “Hadi git!”
Nerede kalmıştık yahu? Unutuyorum ben. Unutturuluyorum.
Onlar bitti kardeşim. Onları söyledik, onlar bitti artık. Bıraktığımız yeri arıyorum
ama bulduk. Onların hepsi geçti. İki kardeş, biri… Ha, orada değil mi?
Kemal-i ihlas, kemal-i huzur ile teslimiyet olmuş. Başlamış, insandan insana
geçer, dedim ya. İnsandan insana geçer. Git kâbuslu canı sıkılan bir adamın
yanında otur, on beş dakika sonra aynen olursun. Elektrik vardır insanda. Geçer.
Huzurlu, zevkli, anlı, sohbetli bir yerde otur, gamınlan kederinlen git, yıkan çık.
Hâllerini anlatmaya başlamış. Öyle uykuda değil, uyanıkken. Uykuda şu oldum, bu
oldum, öyle değil. O da görüyor tabi, yalnız anlatmakla değil. Gören göz kılavuz
istemez, derler. Görüyor.
“Ya hakikat sende bir değişiklik var demiş. Sen bütün kedûretini[46]
atıyorsun. Sende kalp var, bir huzur geldi. Yaşayışından memnun, vicdanın
müsterih[47].
Ben demiş, bir şey olmadım, adam olamadım.” demiş.
“Küstahlığın vardır senin.” demiş kardeşi. “Muhakkak bir
şeyin var. Bu zât hasis değil, bahil[48]
değil. Senin bir küstahlığın var.”
“Eee, ne yapayım ben.” demiş. “Ben bu akşam yaptığım
hizmeti sana vereyim. Belki hoşuna gider.” demiş. “Ne olacak?” demiş.
Şimdi, demiş: “Nısfü’l-leylde, bu gece namaza kalkar.
Abdest şurada alır. Ben bunu âdet edindim kendime, suyu hazırlarım, o murâkebe[49]
ederim. Abdeste hazırlandığı vakitte suyu şey ederim, hizmet ederim. Ben
yapmayayım bu akşam, sen yap.” demiş.
Olur, demiş. O nısfü’l-leylde[50]
kendi âdeti, neyse. Kalkmış, o da hemen su ile gelmiş. Bakmış ki, o her akşam
gelen kardeşi değil. “Ne o sen mi geldin?” demiş. “Evet”
“Hadi bakalım, Allah ihsan etsin, demiş. Geç kaldın ama
küstahlık yaptın da onun içün.” demiş.
“Efendim, ne gibi bir küstahlığım var.”
“Bana iki kardeş ikiniz de geldiniz, demiş. İçeriye
girdiniz, sende demiş zevâhir[51]
nezaketini muhafaza ettin. Fakat içinden dedin ki, demiş. ‘Yahu
gezdik gezdik de –benim demiş, dudaklarım iri değil mi, demiş. Dudakları
böyle iriymiş, böyle filan- böyle kapkalın ip iri acayip dudaklı bir adama
geldik!’ dedin, demiş. O ses senin kalbindeki gözünü kör etti!” demiş.
Hani dedim ya sana, sana bir adam yol gösteriyor, neyine
lazım âlemin şusu busu. “Senin demiş,
şeyinin kalbindeki gözünü, kör etti. Ama tedavisi inşallah mümkün olur, demiş.
Allah isterse tedavi eder.”
Ondan sonra diyor ki: “Gel zulmâniyete âşık olma! Cisim
zulmânidir, ruh nurânidir. Nurunla niye alakadar olmadın yahu!” demiş. Anlatabiliyor
muyum bir şey? Yaa!
Evet bugün asıl ahlak mevzûunu tarif edecektim amma benim sıhhatim müsait değil. Kusura bakmayın, fazla konuşamayacağım. Bugünlük bu kadar yeter, sağ kalırsam haftaya ahlakın asıl hakikati hakkında bazı şeyler söyleyeceğim. Şimdilik yeter, sağ kalırsak…
[1] Taharri / Teharrî : Bir şeyi
anlamak için araştırmak.
[2] İnfiâlât: (İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler.
Aksi te'sirler. Teessürler. Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler.
[3] Hud'a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir
kere aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.
[4] İdbar: Geriye
gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik.
[5] Hezâr-Âşinâ: Binbirsurat, “Yedikocalı” mecazı
gibi, mahallenin yosması, binlerce kişinin bildiği.
[6] Acûz(e): Çok yaşlı kadın. Kocakarı. Tahkir
gayesi ile kadın.
[7] Sirayet: Yayılmak, bulaşmak, geçmek.
[8] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَإنَّا
لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Her halde Biz,
kesinlikle hem hayat verir, hem öldürürüz. Hepsine
varis de Biziz.
[9] Saye:
(Frs) Gölge
[10] Fatır:
Yoktan var edip sistemini kuran, programlayan, her bir yarattığını ayrı bir
biçimde harika yaratan
[11] Tarık Suresi 9. ve 10. Ayeti kerimeler: فَمَا لَهُ مِن قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ ﴿١٠﴾ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ ﴿٩﴾
Meali: 9. Bütün sırların yoklanacağı gün, 10. O zaman ne bir gücü vardır, ne de
bir yardımcısı.
[12] Dâd: Adâlet. Hak, doğruluk. İnsaf. Vergi,
ihsan, atiyye. Ömür.
[13] Âhar:
Gayrı, başkası. Diğeri.
[14] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak
ayıplanmış. Kötü.
[15] Nafi' Menfaatli.
Faydalı. Yarar. Şifalı.
[16] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dâd:
Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı
hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun
organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir
şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe
ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp
nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük
her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela;
hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında
kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku
karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre
Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ... ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre,
tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de
daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm
kılınmıştır.
Tam manayı veremedik.
Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[17] Darb-ı Mesel: Misâl olarak söylenen meşhur
söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Atasözü
[18] Denî (Deniyyât): Soysuz, alçak,
ahlâksız. Dünyaya âit, fâni ve geçici. Yakın, karib.
[19] Sakaleyn: İki kitle, İnsan ve Cinn
topluluklarının cem’i. Rasullissakeleyn: İnsanların ve cinlerin tamamına
peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed aleyhisselâm anlamında kullanılır.
[20] Elfâz: Lafızlar.
Sözler. Lügatlar.
[21] Maide Suresi 54 Ayet-i Kerime يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن
يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ
يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ
لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَن يَشَاء وَاللّهُ
وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali: Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse,
duysun: Allah onların yerine, kendisinin sevdiği, onların da kendisini
seveceği, mü'minlere karşı boyunları aşağıda, kâfirlere karşı başları yukarıda,
Allah yolunda savaşan, dil uzatanın kınamasından
korkmayan bir kavim getirir. İşte o, Allah'ın bir lütfudur ki, onu
dilediğine verir. Allah, ihsanı bol, her şeyi bilendir.
[22] Levm
etmek: Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek.
Paylamak. Başa kakmak.
[23] Mülk Suresi 11. Ayet-i Kerime فَاعْتَرَفُوا بِذَنبِهِمْ فَسُحْقًا
لِّأَصْحَابِ السَّعِيرِ
Meali: İşte
günahlarını itiraf ettiler. Kahrolsun, o halde çılgın ateş
yarenleri!
[24] Saye: Gölge
[25] Meraya: 1.Aynalar. Mir'âtlar
[26] Tarfetü’l-ayn: Göz kapağının bir kere açılıp
kapanması kadar geçen kısa an.
[27] İsra Suresi 84. Ayet-i Kerime: قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ
عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ
أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلاً
Meali: De ki: «Herkes
bulunduğu hal ve niyetine göre iş yapar. Bu durumda kimin en doğru yolda
olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.»
[28] Evfer: (Vâfir. den) Çok. Bol.
[29] Şefi’: Şefaat
eden; af için aracılık eden.
[30] Rûz-i mahşer: Mahşer
günü, kıyâmet koptuktan sonra insanların diriltilip hesâb için toplandıkları
gün, kıyâmet günü.
[31] Şakile: Yol. Tarik. Meslek. Yaradılış. Tıynet.
Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti.
[32] Bakara Suresi 31. Ayet-i Kerime وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ فَقَالَ أَنبِئُونِي
بِأَسْمَاء هَؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Meali: Ve Adem'e bütün isimleri öğretti. Sonra o isimlerin delalet ettiği şeyleri meleklere gösterip: «Haydi
davanızda doğru iseniz, Bana şunları isimleriyle haber verin!» buyurdu.
[33] Maaliyat: İnsan aklının yetişemediği veya zor
yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler.
[34] Asâr:
Eserler
[35] Duhûl:
İçeri girme. İçeri dâhil oluş.
[36] Bist:
Başıboş, yoksayılan,adam yerine koyulmadığı için özür dileme imkanı olmayan
[37] Matrûd: Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış
olan
[38] Sarâhaten: Açık ve sarih olarak. Açıktan
açığa.
[39] Salâbet: Metanet, katılık, sulbiyet. Peklik,
dayanma. Sağlamlık. Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat
gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun zıddı: Lâübalilik)
[40] Mezruat:(Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler.
Ölçülmüş nesneler.
[41] Hatîe: Hatâ. Günah. Kabahat. Suç.
[42] Sereyân: 1)Yayılma,
her yere sirayet edip etkili olma. 2)Geçme , sirayet etme
[43] Temessül: Benzeşmek. Cisimlenmek. Bir şeyin
bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek. Bir kıssa
veya atasözü söylemek.
[44] Muktezâ: İktizâ
etmiş, lâzım gelmiş.
[45]Mülâkî: Buluşan.
Yüz yüze gelen. Görüşen. Kavuşan.
[46] Kedûret/ Küdûret: Bulanıklık. Gam, tasa, keder.
[47] Müsterih:
Rahat. dan) İstirahat eden, rahat bulan.
[48] Bahil:
Cimri
[49] Murâkabe:
Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. Kendini kontrol etmek.
İç âlemine akmak. Gözetmek.Hıfz etmek. Beklemek. İntizar. Dalarak kendinden
geçme
[50] Nısfü’l-leyl:
Gece yarısı yâni Akşam namazının girişi ile sabah namazının girişi arasındaki
vaktin ortası.
[51] Zevâhir:
Görünürde olan
[i] Pak edip
dil levhını ceht eyle hak-i âlem ol
Her ceza bir cilvedir Hakk’tan bil anı hurrem ol
Sabrile verdi
Eyyuba hayat-ı sıhhati
Her cezaya sabır
kıl esarar-ı Hakk’a mahrem ol
Bâkî Allah çok Süleymanlar geçirmiş dehri dun
Bak dünyaya aldanma gel ibn-i Âdem ol
Aldanıp emmareye verme hevaya ömrünü
Düşmanın dost eylegil dostunla yâr-i hemdem ol
Rahi rif’at bulmak istersen birader aç gözünü
Âdem ara âdemi bul âdem ile âdem ol
Ey Nigahi dinle gel nutkun nasihattir sana
Kıssadan hisse
budur, hırkan başına çek ebsem ol
Diyarbakırlı Nigahi Baba
[ii] Meâl-i Celîli 2
«Ey müslümanlar, Allah’tan, nasıl korkmak lâzımsa
öylecekorkunuz...»
Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın...
Ne irfânın kalır te’sîri kat’iyyen, ne vicdânın.
Hayat artık behîmîdir... Hayır, ondan da alçaktır:
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sâbit hudûdundan,
Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ’dan tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma’nâsı yoktur kayd-ı nâmûsun.
Hem efrâdın, hem akvâmın bu histir, varsa,
vicdânı;
Onun ta’tîli: İnsâniyyetin tevkî’-i hüsrânı!
Budur hilkatte cârî en büyük kànûnu Hallâk’ın:
O yüzden başlar izmihlâli milletlerde ahlâkın.
Fakat, ahlâkın izmihlâli en müdhiş bir izmihlâl;
Ne millet kurtulur, zîrâ, ne milliyyet, ne istiklâl.
Oyuncak sanmayın! Ahlâk-i millî rûh-i millîdir;
Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllîdir.
Olur cem’iyyet artık çâresiz pâmâl-i istîlâ;
Meğer kaldırmış olsun, rûh-i sânî indirip, Mevlâ.
Evet bir ba’sü ba’de’l-mevte imkân vardır elbette...
Bunun te’mîni, lâkin, bir yığın edvâra vâbeste!
O cem’iyyet ki vicdânında hâkim havf-ı
Yezdan’dır;
Bütün dünyâya sâhiptir, bütün akvâma sultandır.
Fakat, efrâdı Allah korkusundan bî-haber millet,
Çeker, milletlerin menfûru, Kıptîler kadar zillet;
Me’âlî meyli hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar;
Ne hâkimlik tanır artık, ne mahkûm olmadan korkar.
Şeref hırsıyle istihkàr-ı mevt etmişken ecdâdı,
Bırakmaz öyle bir pâkîze neslin şimdi ahfâdı,
Hayât uğrunda istihfâfa şâyan görmedik hüsran!
Gebersin tekmeler altında râzı... Çıkmasın, tek, can!
Yürekler en mülevves, en sefîl âmâl için çarpar;
Sinirler en muhâl endîşeden titrer durur par par!
Olur cem’iyyet efrâdınca şahsî menfa’at «ma’bûd! »
Sorarsan kimse bilmez var mı «hak» nâmında bir mevcûd.
O, doymak bilmeyen, ma’bûda kurbandır hayâ hissi,
Hamiyyet, âdemiyyet hissi, ulvî hislerin hepsi!
Bu hissizlikle cem’iyyet yaşar derlerse pek yanlış:
Bir ümmet göster, ölmüş ma’neviyyâtıyla sağ kalmış?
20 Ağustos 1330 (2 Eylül 1914) Mehmet Akif Ersoy
0 yorum:
Yorum Gönder