056 (02.08.1959) 70 dk (87)
Her hafta tekrar ettiğim gibi, vazifenin
menşei akıl, aşkın da menşei kalp. Akıl, aşk, kalp, vazife, bunların hepsi, mânâ-i
insaninin birer vasıfları olması hasebiyle, mevzûun esasını insan mefhûmu
teşkil ediyor.
İnsan... Anlatılması güç olan da tarifi zor olan da burasını izah etmek. Zira insanın bir veçhesi, âlem-i kudrete taalluk ettiğinden dolayı beşeri takatla hakkıyla tarif etmeklik imkânı yoktur. Mesela kendi kendimiz üzerinde biraz duralım. Aklımız var, deriz. Bunu bize gösterebilir miyiz? Âsârını gösteririz başka. Fakat cevher-i aklı görebilir miyiz? Şu şu işler olmuş da Hakk’ın bir nuru olan insana en büyük bahşâyiş-i süphânisi olan nur-u Rabbani olan akılla bu iş meydana gelmiş, deriz. Fakat kendi hüviyetini?
Daha daha konuşuruz. Efendim, konuşmayı
tarif edebilir miyiz? Konuşmanın ne olduğunu kimse anlatabilir mi? Konuşma ne? Kendimizde
olan varlığı dahi tahlil edemiyoruz. Konuşma nedir? Nasıl olur da konuşur,
durup dururken? Konuşan bilir, bilen düşünür yahut düşünen bilir, bilen de
konuşur. Konuşturan da bir gün konuşacak. Bir şey anlatamıyor muyum? Kudret
dersini kaçırmış. Eyy! Semayı deler gibi bakan, yeri ezer gibi basan, mevcûdât
içerisinde benlik perdesi altında kalan, şu konuşma nedir, anlat bakalım!
·
Bunları her hafta hemen hemen tekrar ediyoruz
ama sofranın ekmeği olduğu içün buralar bilinmezse söylenecek mevzûun zevki
çıkmaz. Ve bunları yayın.
İnsanlar pek zavallı vaziyette.
Geliyor birkaç gün yaşıyor, yiyor içiyor, yatıyor kalkıyor, Ya Allah bir çukura!
Gaye o değil ki. Bu pazar niye açıldı? Burada bir alış veriş olacak. Fani, baki
ile değişilecek. Değişmeden giden zavallıdır. Değişecek. Niye geldik, neyle
mükellefiz? Kudret bizden ne bekler? Farkında değil.
Uyuyanın narasından kimse
farkında olmadığı gibi, aşıkın sedasından da kimse bir şey duymuyor. Tabi
buradaki aşk, romanda okunan aşk değil, değil mi? Anlattık bunu. Romanda okunan
aşk değil! Aslını, mebdeini, mevlidini, maâdını… “Neyim, nereden geldim, ne
olacağım, nereye götürüleceğim?” sözlerinden kendisine verilen cevabı duyduktan
sonra, insanda bir dert başlar. Ona Allah derdi derler, onun hakikatte ismi
aşktır. Anlatabildik mi? Aşk budur. Bir cevap alır. O cevabı alamadan gidene
çok yazık. Zira hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül
eder. Ara yerde bir fark var. O fark işte o cevabı almaktır. Bilmem
anlatabiliyor muyum? Fark o, başka bir fark yok uzun boylu.
Göz görür. İnsan üzerinde biraz
tahlil yapıyoruz. Cismaniyetinde, mânâsında değil ya. Mânâsındaki söze gelmez
ki. Sorsak bir ilim adamına rüyeti anlat desek, gözü anlatır. Biz gözü
sormuyoruz. Hadeka-i[1]
ayniyesi[2]
vardır, hadeka-i şebekiyesi[3]
vardır, şu vardır, bu vardır, güzel amma
ampul o. Cereyan nerede? Rüyet ne? Bak bir tarifini yapıvereyim mi? Şimdiye
kadar pek yapmadım da. Yaptım mı?
Fiil-i rüyet nedir? Fotoğraf
makinesini alırsın nihayet dağın resmini çekersin, bir daha bir daha hepsini
bütün kâinatın resmini bir anda çekebilir misin böyle? Karmakarışık olur. Fakat
sen böyle oturursun, üüü kâinatın çekersin. Sonra elinde okuduğun mevzûat
dolayısı ile irtisâm[4] bahsinde ters görmek lazım gelir. Kudret ne
dersler kaçırmış hülâsa. Neyse oralarla meşgul olacak değiliz ya.
Nurun nura olan iştiyakına,
rüyet denir. Aç bunu. Birkaç konuşma sonra inşallah açarız. Kelime hâlinde dursun
zihninde de. Nurun nura olan iştiyakına rüyet denir. Kaç türlü görülür.
Bir de o var.
Nasıl insanın gözüne perde
gelir de erbabı ameliyat eder, perdeyi kaldırdıktan sonra rüyet başlar. İnsanın da kalbine de perde gelir, ehlini
bulup ameliyat ettirdikten sonra bambaşka başlar. Onun gözüne perde
gelmekle o iş olmadı demek değildir. Görememekle görülecek bir şey yok demek
değildir. Onun gözü perdeli ne yapsın görmüyor. Fakat ehline düşer, pek tedavi
hadlerini geçirmemiş, neyse o ilmin mevzûunda, hangi yerde kalmış açılması neye
bağlıysa, onu erbabı bir ameliyat yapar.
Bir ameliye-i cerrahiye ile
kafa gözü görmeye başladığı gibi bir ameliye-i ruhiye-i maneviye ile de asıl
perdelenmiş olan gözün perdesi kalkar, görüleceği görür. Bir de az zamanda
olacak. Onun en birinci morfini, ameliyat olacak insanın kalbindeki perdeyi
kaldırmaklık içün bir ilaç verirler adama. Nasıl bunu hartanak almıyor ya, bir
şeyle uyuşturuyor. Bir şeysi var onun. Onun da manevi morfini vardır. Evvela
dedikoduyu terk et, der. İlacı o, damla. Hani damla yapıyorlar ya.
Dedikoduyu terk et. İlk iğneyi vurur. Dedikodu kalktıktan sonra sen kendin ara
yerden kalkarsın. Dedikodu malum ya, senin varlığınla oluyor. Dedikodu kalktı
mı…
Dedikodu o geçen konuşmalarda
söylediğim gibi hangi insanlarda olur? Cahil insanlarda olur. Cahil dendiği
vakitte, okumamış mânâsı almayın. Ahlaka göre cahil. Bazı adamlar vardır
ki, elli hayvan yükü kitap okur. Sekiz tane lisan bilir. Felsefesini okumuştur,
müspet ilimlerini okumuştur, bunların hepsiyle mücehhezdir ama mânen cahildir.
Doğru histen mahrum olan adama cahil, der. Bunu belle.
Hangi adam doğru histen
mahrumdur, o adam cahildir, ahlak mevzûunda. Doğru histen mahrum olan adam
dedikodu yapar. Cahil! Cahil olan adam çalışmaz. Niçün, ahlak adama çok çalışmayı
emreder? Ahlak çok çalışmayı emrettiği gibi din de çalışmayı emreder değil mi?
Hatta dinde ki çalışma acayiptir çok. Gece gündüz çok çalış ,der.
Çalıştın mı, kendinden geçersin. Kendinden geçtikten sonra hubb-u cânan başlar.
Düşünür müsün ya şunu bunu? Hubb-u cânan.
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Bu zevk başlar. Anlatabildim mi
acaba?
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil
Bu zevk başladıktan sonra
insanlara huzur gelir. Felâh. Şimdi gelmiyor, bak: Şimdi o kadar fen ilerledi,
o kadar ilim yükseldi, o kadar felsefesi tekâmül etti fakat ah sesi dinmedi.
Bunu her konuşmada tekrar ediyoruz. Niçün ilaç yapmıyoruz, niye aramıyoruz?
Cismani bir rahatsızlık oluyor da bütün dünya etıbbası gece gündüz çalışıyor. Bedendeki
kansere çalışıyor da ruhtaki kansere niye çalışılmıyor! Çalışmıyoruz bu sahada
çalışan yok.
Sûrî, geçici, ezeli ebedi
olmayan şeye arızi derler, anlatabildim mi acaba? Arızi. O kadar onun
kıymeti yok. Enfüsün, mânân bir maraz-ı maneviye müptela olup da giderse ikinci
hayatta tedavin yok. Fakat cismaniyetinde bir maraz-ı maneviyeye müptela olup
da gitmişsen orada Allah okşar seni. “Onun ıstırabını sen dünyada Benim namıma
çektin.” der. Onun hikmetlerini açar, şu şu şu sebepleri vardır, der. Ahh! Dersin
sen. “Keşke hiç iyi olmadan yaşayaydım.”
Allah dünya üzerinde maddi çekmiş
olduğu sıkıntılara hasret ettirtmeden nimetini vermez. Ahh, ne olaydı daha
inleseydim. Yani burada kızarız ya, alsa da canımı kurtulsam. Yok! Ahh, keşke
çok canım olsaydı da hepsi bu uğurda gitseydi, dedirtir. Neden öyle? Neden öyle?
Öyle işte! Uşak efendiden sual soramaz. Makam-ı naza çıkarsan neden
öylesini anlarsın. Makam-ı naza çıkmayınca... Onun dersini kaçırmıştır Kudret.
Bak, herkesin bir hizmet-i
vataniyesi vardır, hizmet-i mecburi
askeriyesi vardır. E o bir ibadettir. Seve seve onu yapar. Hah, bir kumandan yaat
yere, der. İcâbat da öyledir. Burada çamur var, niçün yatayım, demezsin. Yediğin
dipçiği vurursun. Kendi cinsinden bir kumandanın kumandasına niçün demezsin de,
kumandanların kumandası sana kumanda etmiş de “Niçün?” diyebilir misin? Sana
onu sormaz mı, O. “Sen kendi cinsinden bir adama niçün diyemedin yahu. Ben
Allah’ım!” der. Öyle.
İlme nispeti olunca dedikodu kalkar. Kalpteki kesafetin, perdenin kalkması içün ilk ilaç bu. Morfinler. Neden? O kalkınca insanlara huzur geliyor. Çalışma başlıyor. Zevk, aşk. İki üç haftadır sırayla hatırıma geliyor da tekrar ediyorum. Yine söyleyeyim. Ezberleyin bunu, size hayatta en büyük düsturdur bu. Sıkıldığınız vakit söylersiniz. İki şeyi hafızanıza alın, biri:
Hilâfından hazer eyle Rızâ-yı Bârî'yi gözle.
Mukadderde hatâ olmaz hemân yan gel safâ eyle.
Hattat Mustafa Vehbi Efendi |
Hilâfından hazer eyle Rızâ-yı Bârî'yi gözle.
Mukadderde hatâ olmaz hemân yan gel safâ eyle.
Biri bu, biri de:
Hakikat sırrına vakıf olan
geçmez mi kavgaden.
Üç haftadır sırayla söylüyorum.
Bugün bir yerini açacağım da onun için tekrar ediyorum. Hakikat sırrına
vakıf olan geçmez mi kavgaden. Bir de böyle okunuyordu bu değil mi? Melâmet
sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden. Bu Büyük Kitab’dan alınmış bir yer.
[5]
وَلَا
يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ Allah tavsif[6]
ediyor. “Benim sevdiğim, benimsediğim insanlar
vardır ki, cemiyetin zalemesi tarafından, eşkıyası tarafından, sefelesi[7]
tarafından, hakarete levme[8]
maruz kalırlar. Alçak onu levm eder, o ondan hiç çekinmez bile. Hiç. وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ
لَٓائِمٍ Alçağın levminden
korkmaz.”
Melâmet sırrına vakıf olan… Neden
korkmaz? Kendi yok ki korksun.
Melâmet sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Temâşâ-i cemâl lazım ne hasıl kuru davaden.
Ne demek, temâşâ-i cemâl?
Allah’ın tecellisini her zerrede Hakk’ı müşâhede etmeklik, bu zevk lazımdır. Bu
da dedikodu ile vakit var mı oraya kadar? Yok.
Hüvel evvel hüvel âhir, hüvel zâhir, hüvel batın.
Hemen bir zât-ı mutlaktır
görünen bu merâyeden[9].
“Evvel ararsan Ben, diyor Allah.
Ne arıyorsun? Âhir ararsan, Ben. Zâhir, aşikâr bir şey görmek istersen, yine Ben.
Enfüste bir mânâ ararsan, yine Ben. Batın da Ben. O hâlde hemen bir zât-ı mutlaktır görünen bu merâyeden.”
Hazerât-ı hamse-i İlahiye. Ne
demek o? Oo, elli konferans sürmek lazım, nasıl anlatayım sana? Yalnız o
kadarını. Evvel, ahir, zâhir, batın, dört. Görünen merâyâdan dedi, oldu beş.
Zat, sıfat, âsâr, esmâ, ef’al. Ahlakın son sınıfında zevke taalluk eden
bahisler. Ama inşallah böyle konuşa konuşa, orayı da anlarız. Bunların
anlaşılması lazım insan içün. Mâdâmı ki insandır, Naib-i Haktır.
Ahirete gitti ismini
söylemeyeceğim, profesörlerden birisi, hakikaten de o sıfatı almaya layık bir
adam. Bazen insan bir şeyi tesadüfen alır. Bazen de hak ederek alır. Sıra
bekler, aranır taranır, eh işte, bugün için bu bunun, bundan başka yok. Bunu
vermek lazım gelir, der. O başka. Bir de ha bu bunun sahibidir, diye alır. O da onun sahibi olaraktan o rütbeyi ahz[10]
etmiş bir ilim adamı. Allah rahmet eylesin.
Hakikat peşinde. Maddi ilimleri
de biliyor, bir de onu arıyor. Söyleyeyim mi ister misiniz? Ümmi bir zât, böyle
satır ilimleri filan okumamış amma ilm-i sadra vakıf. Sadi’nin dediği gibi: “Ne
olurdu gönül kitabından bir harf okusaydım. Okumadan gidiyorum!” diyor, koca adam. Hem o
kitap zor. Gönül kitabından. İbni Sina’da böyle dövündü. Said okudu ama İbni
Sina okumadı. O tevâzuan söyledi. O da hani şu şeyhü’l-etıbba, göğsün kabarsın
diye söylüyorum. Bizde ne var, deme! Bak hâlâ onun koymuş olduğu tıp kanunları
üzerinde öyle bir tadilat yok. Onun duruyor. Senin deden işte, İbni Sina.
Felsefesi var, şusu var busu var, imanı var, hepsi var. Fakat iman iki
türlüdür, hatta üç türlüdür. İman-ı gaybisi var, iman-ı şuhûdi var, iman-ı yakîni
var. Onu, bilgileri orta yerde bırakmış. Akılla tahlil ediyor. Vaktaki “Gel!”
emrini almış, perde açılmış “Eyvahh! Diyor. Yandım ben, diyor. Benim gibi
olmayın sakın, diyor. Ömrü nerede çürütmüşüm ne varmış.” Bir şey anlatabiliyor muyum?
İnsan, iltimas-ı İlahi
muamelesine uğramazsa. Biraz da işler var ya, kendi ilminde aklında müstakil
kalırsa bir kibr-i nahvet[11]
başlar. Beşerin hassası o. “Ona çok acıyın!” der, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi.
Kurtarın onu ondan, der. O bilgisi onun kafasında o kadar büyür, o kadar büyür,
o kadar büyür ki, nefsinde o büyümekle o kadar put çoğalır ki, nihayet muazzam gizli
bir putperest olur, geçer gider. Nefsinin putuna tapar, bir şey olmadan gider.
Neyse, biz mevzûu öbür tarafa açmayalım.
Bu ümmi zâtı, o zâta tavsiye etmişler. O, mesela kürsüsü var,
muhiti var. Birçok ilim adamları, mesela Avrupa’ya gidiyor, bizim dedelerimizin
büyükleri hakkında malumat istiyor. Çıkıyor kürsüye, izahat veriyor. Yalnız
bana dediydi ki: “Ani çağırdılar. İslam büyükleri hakkında benden birdenbire
sizde filanı söyleyin, dediler. Bir terledim diyor, bir terledim.”
Mesela İslam’ın büyükleri
içerisinde Şeyh-i Ekber vardır, Muhyiddin-i Arabi. “Türk’ün Muhyiddin’ini de
sen anlat.” demişler. Görüyor musun azizim, âlem uyumuyor. O her sene gider,
İslam büyüklerini anlatırdı. Bir günde gittiği vakitte demişler ki: “Zât-ı âlinizde
bugün Türk’ün Muhyiddin’ini anlatın. Renkten renge girdim, bilemiyorum
diyemiyorum, derliyorum topluyorum, acaba kimden bahsetsem derken, arif bir Freng
vardı, diyor. Benim vaziyetimden anladı, beni de techil[12]
etmeksizin canım işte, her vakit söylemiş olduğun İsmail Hakkı’yı söylesene
demiş. Ruhul Beyan sahibi.” Anlatabildim mi acaba? Yaa! İşte bu zât.
Demişler ki: “Filan yerde bir zât
var siz merak edersiniz, görüşün onunla demişler. Belki sizin merak ettiğiniz
müşkülü halleder.” Profesör olur da birçok müktesabat-ı ilmiyesi var, senelerce
ilim kitaplarından gözlerine zaaf gelmiş, gözlük takar. Öbür adam hiç okumamış.
Hani dedim ya: Cahil kime denir? Okuyana okumayana değil. Doğru histen
mahrum olan adama. Doğru his.
Gidip de teslim olmak da kolay
şey değildir, adama. Mesela sen Firavun olsan Musa’ya kolay kolay teslim olur
muydun? Atar tutarız amma bir defa Firavun ol bakalım. Milyonla adam sana secde
etsin, sen rabsin desin, o da: [13]
اَنَا۬
رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Sonra Kudret de bir açık muameleye tabi tutsun. Çünkü Allah’ın âdeti
öyle. Bazen zalime öyle mühlet verir ki. [14] فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيِْ Ayeti idare
edemeyeceğim, hata etmiş olmayayım, mânâsı
şöyledir. “Benimle nispeti bir adamın kesildiği vakit de zulümde birinci sınıfa
girerse, diyor. Ben, onun dünya işlerinin olması için semavâtın kapısını açarım.”
diyor.
۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى اِذَا فَرِحُوا
بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ
İşte ayet geldi aklıma: Zulmün
çok ilerisine giderse bir adam, koyu zalim olursa, diyor. Ben ona semavâtın
kapısını açarım, bütün işleri olsun diyerekten. Bütün işleri olur, Ohh! Her
dediğimi yaptım diyerekten ferahlandığı an:
اَخَذْنَا’ nın elifi çıkar meydana. Raapp
tepeler. Hep öyle olmuştur.
اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ
İblisleşiverir, diyor. Öyle.
Mesela bir defa bir düşün şöyle: Bir firavun ol. Büyük bir masa, geniş bir
kasa, büyük bir rütbe, bütün etraf etba, tapınıyor. Ondan sonra kucağında
büyütmüş olduğun; kimin nesi olduğu belli olmayan, bir sandıkcanın içerisinden
çıkmış olan, kendi elinle okşayıp severek büyüttüğün adam gelsin “Bana teslim olacaksın.”
desin. Olur, musun bakalım? Olur musun bir defa düşün sen. Birdenbire atıp
tutma. Kıyas-ı nefis yap bakalım, olur musun? Bu imtihan sahnesi bu öyle kolay değil
ki!
Buraya nereden girdim, hatırlatın bana. Ben yine söyleyeyim,
ben.
Ümmi bir adam. Ötekinin ilmi var, rütbesi var, sahası var,
nasıl tasdik etsin? Zor bir iş.
“Müktesebat-ı
ilmiyesi ne kadar?” demiş. Tabi daha
toyluk zamanında.
“Efendi ne yapacaksın sen müktesebat-ı ilmiyesini?”
“Yani ne gibi ilimler iktisab etmiş, neler bilir?”
Allah’ı bilen her şeyi bilir, neler bilir olur mu? Allah’ı
biliyor adam yahu! Hüner insanı bilmektir, insanı bildi mi işte bitti iş.
Tarik-i ünsü[15]
tutmaktır. Git demişler, gitmiş. Kendi kendine bir sual hazırlamış, sualde zor.
Biraz evvel okumuş olduğum şeyde geçiyor.
Hakikat sırrına vakıf olan geçmez mi kavgaden.
Temâşâ-i cemâl lazım ne hâsıl kuru davaden.
Hüvel evvel
hüvel ahir, hüvel zahir…
Hani dedik ya: “Evvel ararsan, ne arıyorsun diyor Allah, Ben.
İbtidâ[16]
ne ararsın sen. Ahir de Ben, zâhir de Ben,
aşikâre görünen de Ben. Batın da Ben.”
Şimdi, işte o zât da mütevâzı bir adamdı. Allah şefî-i ahiret
etsin. Şöyle daha İstanbul’da elektrik yok, o kadar yayılmamış. Mini mini bir
odası var. Beş numaralık lambadan da gaz lambasından, önünde ufak bir rahlesi...
Gece gitmiş. Kabul etmiş. İşte hoşâmediden[17] sonra,
biraz konuşulduktan sonra: “Efendim, bazı şüphelerim var.” demiş. “Hayırola
demiş, nedir şüphelerin?”
“Cenab-ı Hak kendisini beyan ediyor. Hüvel zâhir diyor,
aşikâr olan Benim diyor. Fakat ben böyle bir şey görmedim, demiş. Ben böyle bir
şey görmedim. Kendi de diyor ki, Büyük Kitab’da zâhir, aşikâr Benim, diyor.
Hüvel zâhir, aşikâr olan O. O kim, kendi
işte!”
Lamba önünde, lamba dinlenmiş. Yani sönmüş, bugünkü
tabirle. Bazen ecdadın kullandığı tabiri kullanıyorum, zevk alasınız
diyerekten. Dedelerimiz o kadar nazik ki, bizim bildiğimiz gibi değil, çok
nazik insanlar. Meş’um[18] kelime
kullanmıyor hayatta. Çirkin kelimeyi kullanmıyor. Kaç defa söyledim bunu
size. Dursun hafızanızda da, dedenin aleyhinde biri bulunursa, nezaketinden
bahsederken anlatırsın. Ya benim dedem dersin öyle herkesin dedesi gibi değil
ki! Bu necip Türk milletinin dedesi öyle acayip bir dededir, dersin.
Meş’um kelime bilmez. Mesela lambayı yak, demez. Yanmak
kelimesi meş’umdur, der. Hariçte vücut bulur, bir bela gelir, der. Titiz
insanlar, manevi mikroptan çok korkar. Öyle korkar ki manevi mikroptan. Bu
vücut bulur, der. Ya? “Uyandır” kelimesini kullanıyor, ama biz buna alışmışız
da hepimiz söylüyoruz. Lambayı yak, şunu yak. Çünkü o, o nezaket bizden yavaş
yavaş çekilmiş, yani dedenin nezaketini anlatıyorum. Sende öyle kullan demek
istemiyorum.
Kapıyı kitleyin, demez. Çünkü dedemizin ananesinde, inkisâr[19] ederken
mesela çok kızdığı vakit de: “Evin kitlensin!” Mezmum bir kelime, yani arayan
soran olmasın seni. O mânâ da. Yaa? “Kapıyı sırladınız mı?” der. Ahirete gider,
biri vefat eder. “Filanı bugün gömdük!” Kedi
mi bu!? Filan efendiyi bugün gizledik. Gizlendi. Yahut sırladık, aynı mânâya. Nezaketi,
hep böyle.
O zât da işte lambayı üflemiş. Dinlendirmiş. Sönmüş
diyelim artık, anlaşılsın diye. Oda perdeler kapalı zifiri karanlık. “Beyefendi,
demiş. Şu karşıki rafta bir şey görüyor musunuz?” Tabi anlamış o, ama iş işten
geçmiş. “Hayır!” demiş. “Şu öbürkünde...” “Yok!”
“Kapkaranlık olsaydı içeriye ilk girdiğin vakitte, şu lamba
olmasaydı beni, bu köşede beni de göremeyecektin. Sizin görememenizle bizim
raftaki kavanoz yok mu, demiş. Sizin görememenizle şu raftaki kitap yok mu?
Sizin karanlıkta odayı açıp da beni görememenizle ben koskoca Hasan yok mu? Kusur
sizin rüyetinizin bozuk olmasındadır.” Anlatabildim mi acaba bir şey?
İşte onun da zâhir saati gelmiş. O profesöründe. Sözler de
bir boya ile boyanmış. Bazı söz boyanır da adamın kalbinde iş yapar. O da niyet
etmiş herhalde ona. “Şu adam, bana meftun olsun yahu, demiş. Kurtarayım şunu!”
Ondan sonra demiş: “Efendi kanaat geldi, iman ettim. İman!
Ne olursun, bana hakikati talim etsene! Hakikata ben agâh olayım.”
Malum ya bizim şimdi bilgilerimiz eşyanın dimağımız
üzerine çizmiş olduğu çizgilerden ibarettir. Şimdi buna biz fennen dahi bugün öyledir. Atom çıktı
çünkü. “Bu görünüş itibariyle tahtadır, hüviyeti nedir bilmiyorum.” diyeceksin.
Anlatabildim mi acaba? Bilmiyorum, diyeceksin. Görünüş itibariyle tahta.
Hüviyeti? İşte o hakikat dediği o. Hüviyetini anlamadım.
“Vallahi mesele demiş, acayip. Senin bir derdin var, benim
de bir derdim var demiş. Senin bir derdin var, benim de bir derdim var. Bana
yarın demiş, Avrupa’dan birkaç Frenk âlimi gelecekmiş. (Dinliyor şimdi) Bu
adamlar, senin gibi birçok merak ettiği sualleri varmış. Ben onların lisanına agâh
değilim. Söyleyeceğim söz tercemanın ağzına giderse bozulur. O bozar onu,
demiş. Öyle ekmek al, peynir al değil ki, demiş. Benden senin gibi onlarda hakikata
ait bahis istiyorlar. Sana versem sen naklet desem bozulur o, demiş. Sen demiş
bana, seni de demiş. Çok iyi lisana hâkim, Fransızcayı lisan-ı mâderzâdı gibi
bilir, ana lisanı gibi bilir. Şunu bana, demiş. Yarına kadar öğretebilir misin?”
Demiş: “Efendim, koca bir lisandır!”
“Ee, beşerin lisanını sen bana şöyle birkaç saat
içerisinde öğretemezsen, ben sana lisan-ı hakikatı lobbadak nasıl öğretirim yahu!
Senin hiç insafın yok mu?” İstese
öğretirdi ya. O öteki gibi değil ki istese öğretirdi.
Buralara nereden girdik? İnsanın burasında bir göz var.
Asıl görüleceği onunla görecek. Ahlak da mezmum olan bir müessese var,
dedikodu. Bunu anlatırken buralara girdik. Anlaşıldı mı acaba bir şey. Bunun
arasında dedenin büyüklüğüne ait şekiller söyledik. Evet deden çok büyüktü.
Dedenin muhtacının, eshab-ı ihtiyacının, muhtaç olan kimsenin dahi, isteme
tarzında büyük bir nezaket vardır. Hiçbir cemiyette yoktur. Taklit ederler
tahkir[20]
ederler başka. İnceliğini size anlatayım mı? Bir bahis geçti şimdi.
Selman (Sâil[21]man)
tutarlar. Bu istilâhi bir kelime, belki anlamadınız. Çünkü o günleri
yaşamadığınız içün. İçinizde vardır bir yetişen ya, ben yetiştim, sen niye bilmeyecen?
Bileniniz vardır. Şöyle bir kap keşgül. Selman. (Sâilman) Bunu kim tutabilir.
Zâhirde bir dilencilik. İstemeklik. Fakat hakikatte bir incelik var, onu
anlatmak istiyorum yani. Anlatırken de ters anlaşılır da. “Mânâmızda
selametimizde bu var mıydı?” gibi bir itiraz hâsıl olurdu ya. Bozulur kelime
de.
· Çünkü
bazı şeyi söylüyorum, hariç de kelimeyi bozuyor, aksi şekilde bana geliyor
kulağıma. Ben öyle söylemedim ki, bozdun onu. Bazı şeyler zevk halinde kalsın,
iyi anlatamadınız mı o kalsın, zevk halinde.
Bir defa o, o istemeyi kim yapabilir. İki şartı var: Aciz
olacak, alîl[22]
olacak. Acizliğinden ve alîlliğinden dolayı da üç gün aç kalacak. Anlatabiliyor
muyum acaba? Şu bizim ananemizde, dedemizin safâsında, istemeye ait olan
insanın biçimi, nezaketi. Bak, iki şartı var: Aciz olacak. Herhangi bir işi
yapmaklığa kudreti kalmamış, bir. Alîl olacak. İkinci şart da o. Acizliği ve alîlliği
dolayısıyla da üç gün aç kalmış. Hudâ: “Kalk bakalım, her şey benimdir,
verdiğimden şahsa müracaat etmeden iste.” Dikkat ediyor musunuz? Aciz değil, alîl
değil, üç günde aç kalmadan, bir şey isteyecek olursa haramdır, şartlar ağır.
Buna Selman tesmiye edilmesindeki hikmet? Söyleyeyim mi, istiyor musunuz?
Selman. Bulamazsın bunu. O bir zevk bu.
Hazreti Muhammed aleyhisselatı vesselam, hepinizin bildiği
veçh üzere, Hira dağından bir La ilahe illallah davası açtı, Allah’ın emri
ile. “Şunu bir de, tam Türkçe yapabilir misin?” diye sor bana. Bunun tam
Türkçesi: Ben yokum, Allah vardır. İnsan bunu ağzıyla söyler de hâliyle
giyinmek zor. Bunu söyleriz. Kendi kendimize de öyle itikat ettik, deriz. Fakat
gelir birisi bizim ufacıcık bir putumuza dokunur, hani ya sen yoktun Allah
vardı? Eee zor iş. Onun içün efendim iş kolay der!
Men kâle Lâ ilâhe illallah sadıka biha dahale’l-cenneh. Peygamber öyle diyor. “Bir
kimse hayatında bir defa demiş olsa ve sadık kalsa, doğrudan doğruya benim
yanımdadır.”
Sen dersin ki: “Ben, üüü kaç bin defa ism-i tevhidi
zikrettim.” Yok azizim! Onu bir defa yap
kâfi sana. Onda dur ama. Bir defa! Onu bir defa yap, onda dur o kâfi. Onu,
insan yapabilmek içün lisan kuru davadan, göz itibarsız bakıştan, kulak insanlığa
nâfi olmayan şeyleri işitmeklikten kendisini kurtarmadıkça olmaz. Tekrar
edeyim mi cümleyi? Lisan, konuşma; kuru davadan, bir defa o geçecek. Göz;
itibarsız bakıştan kurtulacak. Kulak da dedikodu işitmeklikten kendisini
kurtaracak. Ondan sonra diyebilirsin.
Şarta bağlı bunlar.
Dava açıldı, tabi zalemenin işine gelmiyor. İnsanlık
hakkını ezenlerin hiç işine gelir mi? Vicdanlarda müsâvât var, diyor.
Suretlerde müsâvât olmaz. Vicdanlarda! O bazı nazariyeler çıkar: “Efendim, herkes
müsâvi olacak!” Olmaz o. Herkes doktor olursa, hasta kim. [23] Cüz’ü
küll yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Birbirine bağlanmıştır.
Cüz’ü küll yekdiğerinden eyler
istimdâd-ı dâd. Surette yapamazsın o müsâvatı. Herkes amir olur mu? Memur
nasıl olacak? Senin istîdâd-ı zevkin yarım kilo ekmeği yer, ben iki yüz elli
gram yerim. Hepimize yarım kilo verirlerse benim ki artacak. Ne olacak?
Anlatamıyor muyum acaba? O batıldır o. O batıl o. O vakit ne olur? Bir hizip
ezmek için kendisini ayırır, seni ezer. Müsâvât namı altında. Yoook! Evin mecrâsı patladı, lağımcı kim? Herkes lağımcı mı olacak?
Olmuyor bak. Anlatamıyor muyum acaba? Ben lağımcıya muhtacım, lağımcı bana
muhtaç. Benim sanatım ona, onun ki ona… Yaa? Vicdanlarda. Şu âlemde, yok mu
kalp âleminde, müsâvi. Şah ile geda bir, Allah’ın yanında. Anlatabildim mi?
Ne kadar güzel söylemiştir, Fuzûlî.
Kad enâr el-aşku li’l-‘uşşâki
minhâci’l-hudâ
Meyde teşvîr-i harâret, neyde te’sîr-i sadâ
Söyler
söyler de
Kim
müşâhhas olmaz ol vâdîde sultândan gedâ.
O
öyle bir sahadır ki, onun konuşması da ayrı, orada geda sultan filan...
Ne sazend
lenterani çün kelim-i estur nevmidem
Nemed
perverde-i ışkam zebâni naz midanem
Cenab-ı Hak, Hazreti Musa’ya... Musa: [24] اَرِن۪ٓي Erinî, dedi. Virdi onun o idi “Erinî,
göreyim göreyim, Ya Rabbi! Seni, göreyim!” Hudâ, ona cevap verdi: لَنْ تَرٰين۪ي Len
Terânî. Katiyen göremezsin!
Biri müracaat ediyor göreyim diyerekten, Cenab-ı Fahr-i Âlem’e de Allah “Gör beni!” diyor. Aralarında
büyük farklar var. Biri göreyim diye yalvarıyor, birine de “Görmüyor musun görsene
beni!” diyor. O da ona tenezzül-ü sübhânisi ile tenezzül ediyor. Bunda da ayrı
incelikler vardır ya. Hazreti Musa’dan kavmi su istiyor. “Elindeki asayı vur
taşa, oradan su çıksın.” diyor, oradan membaı kaynatıyor. Rasul-ü Ekrem’den de
su istedikleri vakitte harice müracaat ettirtmiyor, parmaklarından akıttırıyor.
Hazerât-ı hamse-i ilahiye dedim. Zât, sıfat, esmâ, efâl, âsâr
dedim, bir ufak misalini şimdi kaçırdım. Biri sıfata müracat ediyor, biri makam-ı
zât da bulunduğundan dolayı kendinden veriyor. Anlatabildim mi acaba? Zorca bir
yer ama tadı güzel. Yaa! Sonra Hudâ o görmenin ne olacağını Nazm-ı Kerim’in
başka bir yerinde işaret ediyor.
[25] فَاخْلَعْ
نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى
“Ey اَرِن۪ٓي “Erinî” tesbihinin sahibi
Musa, buraya Vadi-i Kutsi-i Lahut derler. Burası cihetsiz, zamansız mekânsız bir
tecelligâhtır. فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ Çıkar bakalım ayakkabılarını,
ayakkabı ile burada gezilmez. Çıkar!”
Şimdi, satır ilmine bakarsan böyle yazar, ayakkabılarını
çıkar. Öyle konuşur mu Hudâ! Ayakkabılarını çıkar ama bir mânâ-i işârisi yok
mu? Hani kendimiz de deriz ya: Efendim, ayağımıza köstek oldu. Bağ oldu bize.
Engel oldu yok mu ya? “Gönlünde Benden başka ne alayık, kendini de çıkar
bakayım ara yerden. Ondan sonra Beni görürsün. Ve illâ olmaz.” Kelîm[26] bunu gayet güzel söyler.
Ne sazend
len terâni çün kelim-i estur nevmidem
Nemed
perverde-i ışkam zebâni naz midanem.
“Ben Musa Kelimullah gibi Kudret’in لَنْ تَرٰين۪ي sözünden ümitsizliğe düşmem. Ben aşk sahrasının çocuğuyum.
Oranın tuzunu ekmeğini yemişim, maşukun göremezsin demesinin görürsün mânâsı
olduğuna çok iyi bilirim.” Bu da şık mı? Maşukun göremezsin mânâsına
konuşmasından, görürsün mânâsını çok iyi tarif eder adama.
Açıldı dava, bütün kâinat hasım oldu. Vicdanlarda müsâvât.
Rütbe takvaya bağlandı. Takva; kimin kalbi mevcûdâta rikkatle çarparsa, o diğer
insan üzerine hakkı tercihi vardır. Öyle zor bir şey.
[27] اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ Ferman
derhal geldi Allah’tan. Benim yanımda ekreminiz, mükerrem olanınız, mevcûdâta
kalbi fazla rikkatle çarpanınızdır. Büyük rütbesi varmış, muazzam kasası
varmış, Ben onlara bakmam. Kimin kalbi mevcûdâtda daha ziyade rikkatle
çarpıyor, diğeri üzerinde tercih edilir. Hakk'a ruchân[28] o. Bilâ cins velâ şey, küll
halinde.
Söylemiştim ya yine tekrar edeyim, birkaç sefer söyledim
bunu. Cenab-ı Fahri Âlem’in dostlarının ileri gelenlerinden, büyük hukuku olan
insanlardan Ebû Zer-i Gıffâri. Çok büyük insan, fakat gönül âlemine gelince,
işin rengi değişiyor. Çok büyük. Büyüklüğünün sebepleri var. İşte biraz evveli
arz ettiğim gibi, o dava açılmış. Ee bu
lacivet kubbe ne insanları yetiştirmiş. Bazı gönle aks ediyor.
Çok uzak yerden, gelmiş arıyor, Sultan-ı Resul’ü. Cenab-ı
Kerrar’a rast gelmiş. “Böyle bir zât varmış, gıyaben yanarak geldim, görmek isterim.”
demiş.
“Götüreyim sizi.” “Bir şart ile yalnız bırakacaksın.” Peki,
demiş. Götürmüş. İçeriye girince: “Hah, işte aradığım!” demiş, sarılmış. O diğer
şeyleri uzun, şimdi orası dursun da şöyle diyor. Bir harpte, bir harpten
dönüyorlar. Ters söyledim.
Peygamber bir harbe gidiyor. Ebû Zer hariçteymiş. Hariç de.
Gelmiş, içeriye girer girmez; âşık bu
işte, aşk buna denir. Evi var, barkı var, işi var, gücü var fakat soruyor
nerededir? Mahbubu'l-Kulûb nerededir? Mürebbi-i Ukûl nerededir. Harbe gitti,
demiş. Hiç evine uğramadan, hiçbir işine bakmadan, ayağının tozu ile koşuyor.
Sultan-ı Resul de orduya emir veriyor. “Ebû Zer çok yoruldu, biraz ağır gidin. Yetişmek
arzusundadır.” diyor. Yetişmiş. Ondan sonra diyor ki, muânaka[29]
ettikten sonra:
“Dikkat edin şahit olun, diyor. Ebû Zer, tek başına bana
teslim oldu. Orduya tek başına yetişti, yarın da tek başına ölecek, ahirete
gidecek. Allah’ın huzuruna da tek başına çıkacak.”
Huzur-u Sübhâniye tek başına çıkan insanlar, istifa
kanununa malik olan kimselerdir. Onlar da, neyse orası dursun. Yaa, böyle
olduğu hâlde, Ebû Zer’in böyle imtiyazı var. Böyle olduğu hâlde, Bir gün zenci
siyahi bir hizmetçisi varmış, büyükçe bir kabahat yapmış. “Gidi ah seni
zencinin oğlu!” demiş. Siyahi. Tesadüf bu ya Mürebbi-i Ukûl, oradan geçiyormuş.
Cenab-ı Peygamber. Kulağına geçmiş. Biraz sonra Mescid-i Saadette toplanmışlar.
“Ebû Zer demiş, o rengi ona Allah verdi. Eğer ondan dolayı
kırılmışsa yandın!” demiş. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Haa! Nakşa
kusur nakkaşa aittir, demiş. O öyle de boyar, öyle de boyar.
Yanarak huzurdan müsaade ediyor, gidiyor buluyor köleyi.
Koymuş yere kafasını. “Ayağını bas yüzüme!” diyor.
Aman efendim, demiş. Olmaz
vallahi, diyor. Kasem ediyor. “Ancak itminan-ı kalp, senin bana gücenmediğine
ait şu vaziyet olabilir. Bas bana, ayağını bas benim yüzüme!” Tarziyeyi[30]
böyle veriyor yani ya. Anlatamadık mı bir şey!
İşte böyle müsâvât var. Böyle ama
sahte değil. Böyle. Şimdi burada insan birçok hatasını tashih edebilir. Şu
söylemiş olduğum şeyde. Böyle düşünürse insan. Ruhu cismine galip olan cenkte
zafer edebilir. Çünkü iki türlü harp vardır. Şimdi hepimiz harpteyiz. Sen
zanneder misin, harp de değilsin. Yook! Bu vücudunun içerisinde öyle bir harp
var ki sulhu yok onun. Ölünceye kadar. Doğduktan, teklif vâki olduktan sonra
harp başlar. İki ordu. Ruhun ordusu, nefsin ordusu. Ruhu cismine galip olan cenge,
zafer denir. Bir de nefsin ruhuna galip olan bir cenk vardır ki mağlubiyet
denir. Şimdi benim bu anlattığımdan harp de bulunan sahada kuvvet gider ruha.
Anlatabiliyor muyum? “Bir kocaman ordu
gönderdim, haberin varsa. Kocaman bir ordu. Mağlup olmak üzereysen gel kullan
orduyu.” Büyük bir takviye kuvveti. Büyük bir takviye kuvveti!
O gün akıl kabul etmiyordu, Fahr-i
Âlem’in açmış olduğu davanın kabul olunacağını. Değil mi ya, masa yok. Malum ya
insanlar esbaba bakar. Sebeplere bakar. Sebeplerin hiçbiri yok. Esbap meydanda
değil. Ordu yok. Rütbe yok. Kasa yok. Zâhire bakacak olursan, evet hakikatte
Hakk’ın karibi, Suret-i Rahman, Siret-i Hak. Hadi biraz daha geniş konuşayım.
Fakat zâhire bakacak olursan, Abdulmuttalib’in yetimi. Yaa! Böyle bir dava
açılsın da on dört asır sonra biz burada sohbetini yapalım. Görebiliyor musun?
Ayrı bir iş. Hak mahrum etmesin. Acaba bundan büyük bir zevk var mıdır? Bilmem.
Bütün zevkler geçici fani, icabında acayip. Nihayet boykot ilan ettiler.
Herkesin anlayabileceği bir tabir için kullandım bunu da artık. Yani ittifak
ettiler.
[31] هُمُ الَّذ۪ينَ
يَقُولُونَ لَا تُنْفِقُوا عَلٰى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ حَتّٰى يَنْفَضُّواۜ
Cenab-ı Hudâ dedi ki: Ehli inkâr,
ömürlerini haksız israf eden zümre, delalette yüzenler, karar verdiler. Senin
etrafında toplananlar, senden ayrılıncaya kadar, hiçbir işte kullanmayacaklar.
Hiçbir şey vermeyecekler. Ne alacaklar, ne satacaklar, ne bir lokma ekmek
verecekler. Amirse amirliğinden, memursa memurluğundan, zırra ise zıraatinden,
işçi ise işçiliğinden, seni terk etmedikçe onlara iş yok. Böyle karar verdi. Bu
üç sene devam etti. Ya!
Şib-i Ebû Talip’de toplanıldı.
Çok ihtiyacı olanlar oldu. Mesela çocuklar açız, diyorlar. Yavrum Allah de
doyarsın, diyor. Başka bir medâr[32]
yok. Öyle hâller oldu. O kadar zaruret oldu ki, setr-i avret edecek, yamayacak
bir parça bez bulamadılar. Namaz kılarlarken, Peygamber dedi ki: “Öndeki saf
ayağa kalkmadan arkadaki saf ayağa kalkmasın.” Birbirinin avret mahalli
görülecek bir vaziyet oldu. Böyle oldu. Yaa! Çin halısında püf püf vaziyette,
alnını secdeye koymak hüner değil. Öyle koymak.
O vakit, Selman Radıyallah-ı Anh,
Hendek Gazvesi erkân-ı harbiye reisi. Anlatabildim mi? Selman. Yanık adam.
Bunlar birkaç kişidir. Bunlar acayip. Zaten ismi söylendiği vakitte, eshab-ı
gönülde bir sıcaklık olur. Şöyle vücutta bir istîlâ olur. Bir şey anlatamıyor
muyum? Öyle bir şey o. Selman. Hususi bir rütbe de almış. Müşâcere-i[33]
kelamiye olmuş.
Müşâcere-i kelamiyeyi yapan zâtın
ismini vermeyeceğim. O da büyük zât. Olur ki senin gönlünde şöyle bir ukte
olur, senin yıkılmana sebep olur. Onun için ismini vermiyorum. İnsan ufak
bir şeyi gördüğü vakitte birdenbire çözülüvermemeli. Âlem başka âlem. Selman, o onu yapmasaydı o büyük rütbeye nail olur
muydu? Ya, onun inceliği var. Bütün ileri gelen sahabenin böyle ooof, bizde
olmadı. Hasretini çektirmiş olduğu bir şey oldu.
Bir müşâcere-i kelamiye oldu,
muktezâ-i beşeriyet. Selman, vaktiyle satılmış, Bizans’a gitmiş orada
satmışlar, oradan oraya, oradan oraya, nihayet kendisi kendisini kurtarmış. Aşk-ı
Muhammedî gönlünde karargâhını kurmuş, gelmiş, bulmuş olmuş. Böyle bir şey. O
günde Arap’da şeceresini saymak, makam-ı tevkîr[34]
de oluyor. Daha henüz, İslam’ın kuvveti zevki herkesin gönlünde olduğu gibi istîlâ
yok, kısım kısım. Zaman zaman.
Allah da öyle der, Habibine. “Ben
ayetleri insanlara sen içire içire, tattıra tattıra, zevkine vardıra vardıra,
yayman içün, tilavet etmen içün, böyle peyderpey indirdim. Onu bir anda
indirirdim. Hazmettire ettire.” Neyse, o
da yine ayrı bir mevzû.
Rencide etmek istiyor. Aralarında
bir soğukluk olmuş, Hazreti Ömer de orada. Soruyor, birçok kimselere: “Sana kim
derler, kimin nesisin sen? Say bakayım şunu.” İşte o, orada bir âdet. Filan, filan, filanın
oğlu filan. Sen. Ömer’e de sormuş. “Hattab’ın oğlu Ömer.”
Selman’a gelmiş, en son ona
soruyor. “Peki, sen kimin oğlusun?” demiş.
“Benim hiç şeyim yok, ben
İslam’ın yavrusuyum.”
Anlatabiliyor muyum inceliğini?
Onu derken de Resulullah içeriye girmiş. Öyle heyecanlı herkes bir şey. Ve onu
söylemiş. Ömer, birdenbire: “Hepimizi yakacaksın!” diyor, o zâta. “Öyle
biçimsiz bir sual açtın ki, şu anda hepimiz yanarız.” Soruyor, böyle böyle oldu.
“Evet, doğru söylemiştir, çünkü Selman
min Ehl-i Beyti. Benim ehl-i beytimdendir.”
Haa. İşte bu zât. O Şib-i Ebû Talip
de o müşriklerin eza üzerine tek bu dava açılmasın diye, imhasına karar
verdikleri saha da kimseye bir lokma bir şey vermezlerken, çok aciz çok alîl
insanlara, medâr olsun diyerekten, bir keşgülle çıkmış. Ve toplamış olduğunu
oradaki kuvvetli eshab-ı ihtiyaca götürmüş vermiş. Anlatabildim mi acaba? Onun
içün, işte Selman’a çıktı. Ben nereyi anlatmak istiyorum?
Dedemizin, şu tarihin en eski
efendisi olan, necip Türk camiasının isteme mevzûunda bile bir nezaketi var.
Onu anlatmak istiyorum. Anlatabildim mi acaba? Şimdi o oradan kaldığı içün şartı
var. Bakarsın ki kazık gibi herif, gelir ihtiyacım var der. Niye çalışmazsın
ya? Tenha yolda bulsa gırtlağımı sıksa canımı alır. O kadar kavî veyahut
bakarsın ki “Efendim benim sahama ait bir iş bulamadım!” Nedir senin sahan? “Benim
on sekiz senelik tahsilim var.” Ne güzel. Niye hamallık yapmıyorsun yahu! Saha
demek ne demek? Niye hamallık yapmazsın?
Ahlak da faziletsiz iş: İnsanın
şerefine, ahlakına, mânâsına, insanlığına, rezalet verecek, şeyin adına, faziletsiz
iş denir. Yoksa alnının teri daima fazilet. En yüksek rütbeli adam olursun.
Niye yapmazsın? Ayıp mı? Ayıp, o senin tezellülün ayıp! Alırsın ipi omuzuna,
gidersin köprübaşına. Muhakkak o günün nafakası hazır. Çok hem şimdi çok.
Yok, diyoruz. İstisna kaideye
girmez. Belki birkaç kişide yok olabilir, hüküm ekseredir. O kadar para var ki,
o kadar zenginiz ki! Gazete yazıyordu geçen hafta, altı yüz bin kişi denize
girmiş. Bu gezme, elli liralık kısmı vardır, yüz liralık vardır, iki yüz
liralık vardır, yirmi liralık vardır, on liralık vardır, beş liralık vardır,
bir liralık vardır. Vasatisini al, on lira koysan altı milyon lira eder. Ne
parası yok? Herkes keyfine uygun yaşayamadığından dolayı yok diyor. Ama onun
içerisinde de tabi kubbe bu, bu kubbenin altında bir zayıf da olabilir. Tabi
küll halinde yok, küll halinde yok say. Olur, bin kişide iki tane de hakikaten
acip vaziyetinde olur. Fakat hüküm ekseredir. Yamalı pantolon kimsemizde yok.
Altında yamalı ayakkabı hiç kimsemizde yok. Görmüyorum ben, dört tane domates
satandan başka. Ölçüsü meydanda. Altı yüz, gazete yazdı işte, altı yüz bin
kişi, denize girdi, diyor. Bu denize girdi diye yapılacak seyahatte yüz lira
sarf edeni vardır, iki yüz vardır, beş yüz vardır, elli vardır, yirmi vardır,
bir vardır, beş vardır… Vasati on üzerinden al, altı milyon para.
Şu Selman’ı anlatabildim mi
acaba? Mübarek zât çıkmıyor, daha duruyor. Selman’ı anlatayım size de. Burayı
çok söylüyorum ki dikkat edilsin diyerekten. Alîl, marîz[35],
zayıf, üç günde aç kalacak; dördüncü
günü, o dedemizin isteme usulünde keşgül denilen şeyi, kıbleye karşı dönüyor,
bir Fatihâ-i Şerife okuyor. “Yaa Hazreti Selman!” diyor. Dışarıya, Hakk’a müteveccihen çıkıyor
ve hiçbir kimseye müracaat etmiyor. Onun elindeki Selmanından, duruş tarzından,
o günün hâl sahibi; emniyet var, itimat var, bu adam dalavereci değil, bunu bir
meslek ittihaz etmemiş, sahtekâr değil. Buradan alıp da gidecek esrar çekecek
değil. Bunu muhakkak kendi cinsinden bir muhtaca götürecek veyahut kendi ihtiyacıyla
beraber, ihtiyaçlarla beraber bu işi hâlledecek ve yalnız cuma günü çıkacak.
Pek zaruretli olursa bir de pazartesi çıkacak. Anlatabildik mi?
Yaa, isteme tarzındaki nezaket
başka, öyle kendine mahsus bir hâli ile kimseye musallat olmayacak. Ve gözü ile
bakacak. Baktıktan sonra ihtiyaç miktarı tespit edilmişse saymayacak. Sayarsa,
niçün saymayacak? Sayarsa, kendi nefsim var onun içerisinde. Sen bunu sanat
yapıyorsun, diyor. Anlatabiliyor muyum inceliklerini? Saymayacak, gözünün
nispeti ile biz beş tane hastalıklı alîl, marîz, kimsenin sırtına bâr[36]
olmaksızın, sesimizi çıkarmaksızın, Kudret’in malı hangi elden akar diyerekten,
minnetsiz geçtik diyecek. Götürecek onu verecek. Ve zaaf gidip, Kudret de
yerine geldiği vakitte çalıştığı zaman: “Ben, Selman’dan bu kadar para almıştım.” diyerekten, raap
diye beşere yine Allah namına ödeyecek. Tam anlatamadık size. Sağ kalırsak
haftaya.
[1] Hadaka/Hadeka:
Gözün siyahlığı, gözbebeği.Gözde
irisin ortasında bulunan, ışığın azlığına veya çokluğuna
göre büyüyüp
küçülen yuvarlak delik.
[2] Hadeka-i
Ayn: Göz güllesi, göz hadakası.
[3] Hadeka-i Şebekiye:
(Tabaka-i Şebekiye)
Ağ
tabaka. Retina. Göz yuvarlarının iç yüzeyinde görme sinirinin
yayılması ile beliren, ışığa duyarlı, ağımsı bölüm.
[4] İrtisâm
( اِرْتِسَامْ ): (Ar. resm “çizmek,
resimlemek”ten irtisām) Resmedilmek. Resmi çıkma, düz bir yüzey
üzerinde şekli görünme:
[5] Maide Suresi
54’ncü Ayet-i Kerime يَٓا
اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ د۪ينِه۪ فَسَوْفَ
يَأْتِي اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى
الْمُؤْمِن۪ينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِر۪ينَۘ يُجَاهِدُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَٓائِمٍۜ ذٰلِكَ فَضْلُ
اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَاللّٰهُ وَاسِعٌ عَل۪يمٌ
Meali: Ey iman edenler! Sizden kim dininden
dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları
sever, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu
ve şiddetlidirler; Allah
yolunda mücahede
eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.
Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir, her şeyi çok iyi
bilendir.
[6] Tavsif:
Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü,
ne ve nasıl bir şey olduğunu
anlatmak. Vasıflandırmak.
Bilgi,
ilim.
[7] Sefele: (Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar.
[8] Levm: Çekiştirmek.
Birisinin yüzüne karşı kötü
söz söylemek.
Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak.
[9] Merâyâ: Aynalar.
Mir'âtlar.
[10] Ahz: Alma.Tutma.Kabul
etme.
[11] Nahvet: Kibir,
gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
[12] Techil-Teçhil: (ﺗﺠﻬﻴﻞ) i. (Ar. cehl “câhil
olmak”tan techіl) Bir kimsenin
bir konuda bilgisizliğini, cehâletini ortaya çıkarma, yüzüne vurma.
[13] Nazirat Suresi
24’ncü Ayet-i Kerime قَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ Meali:
"Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[14] En’am Suresi
+4’ncü Ayet-i Kerime
فَلَمَّا
نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِه۪ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ اَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍۜ حَتّٰٓى
اِذَا فَرِحُوا بِمَٓا اُو۫تُٓوا اَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَاِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ Meali: Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet
kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler.
[15] Üns: Alışkanlık,
alışma. Arkadaş.
Hemdem
[16] İbtidâ/
İptidâ:
Baş
taraf. Evvel. Başlangıç. En önce,
başta.
[19] İnkisâr: Kırılma. Gücenme.Beddua. İntizâr. İlenç, Ahh.
[20] Tahkir: Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek.
[21] Sâil: (ﺳﺎﺋﻞ) (Ar. su’āl sormak, dilenmek’ten sā’il) Soran.İsteyen.Dilenen Dilenci.Fakir. Yoksul.
[22] Alîl: Hasta. İlletli. Sakat
[23] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
[24] Araf Suresi 143’nci Ayet-i Kerime وَلَمَّا جَٓاءَ مُوسٰى لِم۪يقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُۙ قَالَ رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي وَلٰكِنِ انْظُرْ اِلَى الْجَبَلِ فَاِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرٰين۪يۚ فَلَمَّا تَجَلّٰى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسٰى صَعِقًاۚ فَلَمَّٓا اَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ اِلَيْكَ وَاَنَا۬ اَوَّلُ الْمُؤْمِن۪ينَ Meali: Ne zaman ki, Musa, mikatımıza geldi, Rabbi ona kelâmıyla ihsanda bulundu. "Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana", dedi. Rabbi ona buyurdu ki; "Beni katiyyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin". Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu yerle bir ediverdi, Musa da baygın düştü. Ayılıp kendine gelince, "Sen sübhansın", "tevbe ettim, sana döndüm ve ben inananların ilkiyim," dedi.
[25] Taha Suresi 12’nci Ayet-i Kerime اِنّ۪ٓي اَنَا۬ رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًىۜ Meali: "Ben şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen kutsal bir vadi olan Tuvâ'dasın."
[26] Kelîm: •Söz söyleyen, konuşan kimse, mütekellim. •Kendisine söz söylenen, hitap edilen kimse [Tur dağında Cenâbıhakk’ın kendisine hitap etmiş olması sebebiyle Hz. Mûsâ’ya lakap olmuştur
[27] Hücurat Suresi 13’ncü Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواۜ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَل۪يمٌ خَب۪يرٌ
Meali: Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstününüz O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, herşeyden haberdar olandır.
[28] Rüchan/ Rüçhân: (Ar. rucḥān) Üstün olma, üstünlük Rüçhan hakkı: (hukuk.)Kendisinden sonra gelen haklara göre önceliği olan, kendisine öncelik tanınan hak.
[30] Tarziye: Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. Râzı etmek.
[31] Münafikun Suresi 7’nci Ayet-i Kerime: هُمُ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ لَا تُنْفِقُوا عَلٰى مَنْ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ حَتّٰى يَنْفَضُّواۜ وَلِلّٰهِ خَزَٓائِنُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلٰكِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَا يَفْقَهُونَ Meali: Onlar öyle kimselerdir ki: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanları beslemeyin ki dağılıp gitsinler." diyorlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır, fakat münafıklar anlamazlar.
[32] Medâr: Sebeb, vesile.
[33] Müşâcere: Sözle karşılıklı çekişme. Tartışma.Kavga, niza.
[34] Tevkîr: Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek
[35] Marîz: (Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli.
[36] Bâr: Yük, ağırlık veren şey.
[i] Fuzuli. Gazel
204
Penbe-i merhem-i dağ
içre nihandır bedenim
Diri oldukça libâsım
budur ölsem kefenim
Cânı cânan dilemiş
vermemek olmaz ey dil
Ne nizâ eyleyelim ol ne
senindir ne benim
Taş deler âhım oku
şehd-i lebin şevkinden
N’ola zenbûr evine
benzese beytü’l-hazenim
Tavk-i zencîr-i cunun
dâ’ire-i devlettir
Ne revâ kim beni anda
çıkara za’f-i tenim
Aşk ser-geştesiyim
seyl-i sirişk içre yerim
Bir habâbım ki hevâda
doludur pîrehenim
Bülbül-i gam-zideyim bağ
u bahârım sensin
Dehen ü kadd ü ruhun
gonce vü serv ü semenim
Edemen terk Fuzûlî ser-i
kûyun yârın
Ne kadar zulm yeri ise
bana hoştur vatanım
0 yorum:
Yorum Gönder