059 (23.08.1959) 65 dk (233)
Birine vazifeden doğan ahlak
diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi
akıl, aşktan doğan ahlakın da aslı, mastarı kalp. Gerek vazife, ışk, akıl, kalp
-her hafta tekrar ettiğim gibi- mânâ-i insanînin birer vasıfları olması hasebiyle
mevzûun merkezi, an yeri doğrudan doğruya insan mefhûmu oluyor. Ve tarifi güç
olan, anlatılması zor olan kısımda insan mefhûmu.
Biliyoruz ki bu sahne-i şuhûda bu dârû'l[1]-belvâya[2]-[3] dünya denilen bu mihnethaneye, diğer ismi dârû'l-gururdur, bunun. Neyse, niçün dârû'l-gurur denmiş, sonra inşallah anlatırım. Bu dârû'l-gurura, ikbalinde hud’a, idbarında fecia gizlenilen bu sahneye bizi getirirlerken sormadılar. Var mı içimizde birisine hiç sorulmuş? “Beyefendi, bir âlem-i şuhûd vardır, teşrif eder misiniz?” Sormadılar. Giderken de sormazlar.
İşin an yeri bu. İnsanlar burayı
düşündüğü vakitte bütüün dünyadaki çirkinlik kalkar. Burasını düşündü mü
cinayetler, rezaletler, lüzumsuz yere boşanmalar, kavgalar, dırıltılar,
birbirine karşı hileler, yalanlar bâhusus, en kötüsü o. Kalkar, yerine emniyet,
hamiyet, meveddet, mürüvvet, kerem bâhusus, bunlar gelir. İki şeyi düşünmek.
Binlerce sahife kitap yaz. Yüz binlerce saat konuş, hiç faydası yok. Bunu
düşündürebiliyor mu bugün ki insaniyet âlemi? Geliş ve gidişte...
Mesela bir misal vereyim. Biz hakaret
ederiz başka. “Canım, şu şehrin en güzel
yerinde de mezarlık olur mu ya? Ne tabiatsız ne zevksiz insanlarmış!” Ben kulağımla
duydum da onun için söylüyorum. Dedesine hakaret ediyor. Aman Ya Rabbi! “Şu şehrin ortasında da bak merkezi bir yerde,
hiç zevk-i selim...” Yahu Zevk-i selimi olmaz olur mu? Deden senin, dünyanın
dörtte üçüne sahip olmuş, merkezi yerlerin.
Biz hakkı ile bir tarih
yazmamışız. Tarihi tetkik edenlerde Garb’a bizim hakkımızda yazan tarihi tetkik
eder. Neyi tetkik ediyorsun? Bir vakit Almanları haraca kesmişiz. Dünyada
otur demişiz, bize para vermiş. Dünyanın o vakit en muazzam devleti Avusturya; karşımızda
selam durmuş, kral indirmiş, kral çıkarmış. En muazzam donanma bugünkü İngiltereyle
on misli büyüklüğünde Venedikliler. Cayır cayır yakmışız. Kim senin tarihini
güzel yazabilir? Galip bir vaziyete, mağlup bir vaziyet hakkı ile bir tarih
yazar mı? Elbette seni soğutacak şekilde yazdı, sen de böyle orta yerde
kaldın. Anlatabiliyor muyum acaba ince yerini. Dedeni sen düşün bir defa.
Bu bahis uzun, söyleyeceğim bunları daha açacağım ya şimdi şöyle ana
noktalarından geçerekten...
Nerede kaldıktı. (Mezarlıkta) Haa, teşekkür ederim. “Hiç de zevk-i
selimi yokmuş!”der. Ben duydum kulağımla da... Öyle zevk-i selimi var ki. İmanı
olanda zevk olmaz mı? Allah’ın dostu olanda zevk olmaz mı? Bir gönüle
inşirah iman ile gelir. Ateş olsun ki pervane gelsin. Ateş olmayan yere
pervane gelir mi? Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Gelmez.
Bir defa vefâsının nişanıdır.
Dostumun toprağıdır, gözümden uzak olmasın, diyor. Sürme yaparım ben onu,
diyor. Zevksiz değil kardeşim, vefâ ile dolu. Adresini göreyim, diyor. Kendi
gitti adresi burada. Pek yakîn olsun adresi. İkincisi: İhtirâsât-ı nefsaniyesi
kabarmış, gözleri kötülükle dolmuş, buğz-u adâvetle şişmiş, fenalık yapmaklığı
kuvveden fiile çıkarmak üzere geçerken şöyle duruyor. “Değer mi yahu, der. Dünkü
dostum bak şurada yatıyor. Onun kolu benden çok kavî idi. Ben belki çok hızlı bir
hareket-i devriye yaparken bir yumruk indirebileceğim, fakat o şöyle örs gibi,
şöyle tutar, hoop bacakları yukarıya kalkardı. Fakat yer, yedi.” Anlatabiliyor
muyum inceliğini. Yer, adamı yer. Yer, adamı yer! Onu düşünüyorum,
zevksizliğimden değil.
Hayatı, ebedi olaraktan kabul
etmiş. Kör bir tesadüfün neticesi olaraktan yaşıyorum, demiyor. Kâinata
bir bedbahın nazarıyla bakmıyor, bir talimgâh
diyor. Ölüm bir tevhid tezkeresidir, diyor. Ve onun içün bire on
dövüşüyor. Dövüştüğü vakit; şunun masasına, şunun kasasına, şunun rütbesine,
onun cicisine, berikinin bicisine değil, Allah içün dövüşüyor. Şuurlu
dövüşüyor. Oğlum serbest Allah desin, diye dövüşüyor. Kızım ismet ve iffet
numunesi olsun, diye dövüşüyor. Tarihim, ananem, milliyetim, varlığım, kanım,
tertemiz bulunsun diye dövüşüyor. Şuurlu. Feragatle döğüşüyor. Arkamdan vurulursam imansız giderim, diye
dövüşüyor. Hangisini sayayım sana. Bitmez ki. O kan hâlâ mevcut. Son imtihanı
verdi bütün dünyaya. Türk çocuğu, son imtihanını dünyaya verdi. Kore’de. Kâinat
böyle durdu, o canını ortaya attı, ve birinciliği aldı. Anlatabildim mi? Verdi
imtihanı! Daha dedesinin kanını taşıyor.
Aşkta yoğrulmuş, tedbir çok
sonra geliyor. Aşk adamda tedbir bırakmaz. Anlatabildim mi acaba? İnce bir
yer burası. Merkezi bir yer. İyi anlatmazsam ayak kayar. Ve biri itiraz edebilir.
“O hâlde tedbiri terk edelim mi?” Yok azizim, o ayrı bir iş, benim söylediğim
ayrı bir iş. Sen tedbirini gene yap. Fakat o evvela canan mevzûuna geldiği
vakitte kıyas-ı nefis yapıyor. Hubb-u gayr esastır, diyor. Evvela canan esastır
diyor, tedbiri atıyor. Ondan kazanıyor.
Tedbîrini
terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen
yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire
bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân
olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda
keder neyler gâm halk‐ı cihânındır
Bunu mal edinmiş, hâl edinmiş. Anlatabildim mi acaba? Gönlünü bir yere
vermiş, huzur içinde yaşıyor.
Meyhâneyi seyrettim uşşâka matâf olmuş
Bu meyhâne bizim bildiğimiz aklı şeye inkılap ettiren
değil. Nâra inkılap ettiren değil, nura
inkılap ettiren.
Meyhâneyi
seyrettim uşşâka matâf olmuş
Teklîf ü
tekellüften sükkânı muâf olmuş
Gam
sohbeti yâd olmaz (Dedikodu yok!) Meşrepleri sâf olmuş
Âşıkta
keder neyler gâm halk‐ı cihânındır
Pir-i Mugân, Allah burada. O'nu
kastediyor. Kaç tane dediğin oldu hayatta? Yaratırım diye, gezersin amma kaç
tane dediğini yaptın? O hayalinde doludur yaptıkların amma kaç tanesi tahakkuk etmiştir. Onun dediğine
uymadıkça. Kaç tane. Ki, Fuzûlî’nin dediği gibi:
Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden.
İnsanın Hakk’a vasıl olmasına
şu bu engel değildir. Kendi sahte benliğidir engel.
Ey dil
sen o dildâra layık mı değilsin ya
Da'va-yı muhabbetde
sâdık mı değilsin ya
Bu gâm ne
gezer sende âşık mı değilsin ya
Özrü
nedir Azrâ'nın Vâmık mı değilsin ya
Âşıkta
keder neyler gâm halk-ı cihânındır
O kadeh de bizim bildiğimiz bu
kadeh değil. Kalp kalp. Bırakma kalbi, diyor. Ne içeceksen kalpten iç.
Anlatabiliyor muyum acaba? O değil bu.
Yunus’un dediği gibi… Yunus Emre.
Asırlar geçmiş, hâlâ gününü yaptırır, kendini anlattırır. Bir ana vatan çocuğu.
Ümmi. Nihayet üç beş sene okumuş, o kadar. Ama levh-u mahfûz kâlem-i âlâsı, kitabı
olmuş. Kalem-i âlâ hadimi olmuş. Mevlana gibi adama, ne demek Mevlana? Hazreti
Celaleddin. Deden işte göğsün kabarsın, kimimiz var deme.
Kaç defa söyledim, bir defa daha
söyleyeyim. Ne dedi, bu sene Papa? Papa biliyor musun Papa, Papa! Bütün “Hristiyanlık
namına huzurunda eğiliyorum.” dedi. Hürmetle eğiliyorum, dedi. Deden. Dedene.
Papa öyle dedi. Artık üç sayfa okumuş dört sayfa okumuş, ecdadını beğenmeyen
adamın sözü dinlenir mi? Hadi, Bırak dersin geçer gidersin. “Bütün Hristiyanlık
namına, temsil ediyorum Hristiyaniyeti, diyor. O büyük insanın huzurunda
hürmetle eğiliyorum.” diyor.
Amerika’da kürsüsü var, Mesnevi
kürsüsü, kitabı var adamın. Hiç okudun mu? Alakadar oldun mu? Asırlar geçmiş, peşinden
milyonla adam gidiyor. Öyle Allah’ın ahlakı ile taalluk etmiş, ahlaklanmış ki,
öyle bir ahlak ortaya koymuş ki; Hristiyanlar bizimdir diyor, sair edyânın
sahibi bizimdir diyor, biz bizimdir diyoruz. Kaç cephesi vardır ki, her cephesini
kâinata kabul ettirtti? Bir şey anlatabiliyor muyum?
Sen, daha bizim karımız bacımız gelmez.
Çocuğun gelmez, çocuğun. Evladını getiremezsin peşinden. Cebine parasını
korsun, harçlığını verirsin, arkadaşı varken böyle eğlenir. Biraz şöyle yaşın
filan ilerlemiş de “Oğlum sakın, bak hayatınızı iyi muhafaza edin. Hayat
sermaye-i Hak’tır. Binaenaleyh sayılı nefes bedava verilmemiştir. Gençsiniz
şuurlu yaşayın.” filan dedin mi böyle yapar arkasından, hani bildiğimizi yaparız
işte dırlanıyor gibilerinden...
O adam, öyle diyor. Allah
dedirttirir. Ama diyeceksin ki: “Efendi, Papa öyle demiş, ne kıymeti, kıymet mi
verdin?” Kıymet verdim. Evet! Medeniyetini taklit ettiğimiz âlemin en büyük
adamları en büyük profesörleri, onluları, en büyük kürsüye malik olanları,
senede bir defa, o adamın yüzünü göreceğim diye kapıdan içeriye girer ve böyle
bekler. Müsaade ederse kapının dibinde oturur. Dünya madde dünyası değil mi ya,
herkesin tapındığı madde değil mi? Ayağında üç milyon liralık terlik var, pırlant
işlemeli. Dünyanın bütün o bakanları, vekilleri, şu ileri ileri masa sahipleri
filan böyle, o da tenezzül ederse kabul eder. Mâdâmı ki medeniyetini taklit ettiğin,
taklit ettiğimiz insanların en büyük adamları, onun kapısının dibinde oturup
feyz alacağız diyerekten tenezzül ederler, o da senin dedenin karşısında
hürmetle eğilir, nasıl anmam. Öyle bu!
الحقّ
يَعْلو و لا يُعْلى عليه
Hak üstündür, üstüne çıkılmaz.
Kaide-i Külliye bu. Hakk’sız ışıklar talaş alevine benzer. Bakarsın ki parlar,
yanına gidinceye kadar söner. Anlatabildim mi bir şey. Talaş alevi. Bakarsın
parlamış, yanına gidinceye kadar söner.
Öyle diyor, o kocaman Mevlana. Yunus’un
bir sözünü görmüş: “Ahh, (diyor) koca adamın şu sözünü önce göreydim, (Bir de tokat vurmuş kendisine şöyle şak diye her
insanda var ya vurur ya.) ben bu Mesneviyi yazmazdım.” demiş. Yapmazdım.
Bir şerbetten içmek gerek,
içenler ayılmaz ola.
Görüyor musun ne anaca söz.
Yunus’un sözü işte. Mevlana’nın ben görüyordum dediği hangisi? Bu değil. Bir
yerinde der ki:
Ete kana büründüm, Yunus diye
göründüm. “Benim koca Mesnevi’mi bir şeyle bitirmiş.” diyor. Onda ne var,
onu ben şimdi yüz konferans vermem lazım tahlil etmek içün. Ederiz, yaşarsak.
Bir gülü beslemek gerek, hergiz o gül solmaz ola. Anlatabiliyor
muyum acaba?
Kişi âşık olmak gerek, maşukunu bulmak ola.
Hadi şurasını tahlil edeyim size.
Kişi âşık olmak gerek,
maşukunu bulmak ola.
Belki içimizden biri der. “Ohh
elhamdülillah ben maşukumu buldum.” Güzel, bulunacak ki bu söylenmiş. Bulanı
var ki söyleniyor di mi ya? Fakat, buradaki aşk bizim bildiğimiz romanda okunan
aşk değil. Romanda okunan aşk değil. İnsanın bir teni vardır, bir de mânâsı
vardır. Bunları ben size çok defa anlattım ama şimdi burada münasebet
alınca tekrar anlatmak lazım geliyor. Hemen hemen her konuşmada tekrar ederim.
Şu gömlek benim tenime, tenimin
aynı mıdır bu gömlek. Şu elbise yahut. Bu benim tenimin elbisesi, bu tende bu
sesini çıkardığım şu vücut da şu madde de benim canımın elbisesi. Anlatabildim
mi acaba? Nasıl bu gömlek bu tenden haberi yoksa, buna çok yapışmış, beraber
gidiyor ama bundan haberi yoktur bunun.
Anlatabiliyor muyum? Bunun bundan haberi var mı? Yok. Fakat, buna sarılmış,
bak. İşte bu ten de benim canımın elbisesidir ama canımdan haberi yok. Romanda
olan aşk, candan haberi olmayan gömleğe aşıktır. Buradaki aşk tenin içindeki
cana aşıktır. Anlatabiliyor muyum bir şey? Nasıl anlatayım işte bu. İnsanları
da Allah bu âleme tenin içindeki canına aşık olsun diye göndermiştir. Bugün
zevkim var da güzel dinlersiniz…
Niye geldin buraya? Çirkin bir kabın içerisine
[4]
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ
نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِۜ اَفَلَا يَعْقِلُون diyor, Allah.
Büyütürüm, güzelleştiririm, güzelleştiririm, sonra zafiyet veririm,
zayıflatırım, zayıflatırım, nihayet hepsini elinden alır çekerim, diyor.
Öyle değil mi? Herkes öyle değil
mi? Hepimiz öyle değil miyiz? Dikkat edin, diyor. Surette kalmayın, diyor.
Surette kalmak putperestliktir, diyor. Arkasından da der ki: اَفَلَا يَعْقِلُون Hiç
düşünmez misiniz, der. Yalnız surette kalıp da hep bu sureti tarif eden kimse,
bir gün geldiği vakitte yirmi dört saat yanında tutmuyorsun. “Hiç aklına
gelmiyor mu bir şey anlamıyor musun?” diyor, Hudâ.
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِۜ
اَفَلَا يَعْقِلُون
Ne akıntı var. Tabi, Allah’ın konuşması başka türlü. O surette kalmadın.
Aklına mağrur olanda aklını put etmiştir. O da suretperestir. Orada da
iş yok, çünkü akla bir yere kadar, adama yol verirler. Bizim mânâ ilmimizde
aklın büyük bir yeri var. Fakat Kudret, bize o kadar büyüklük vermiş ki. “Ben
seni naib-i Hak yaptım, muhatap yaptım. Sen aklı bir yere kadar kullan, ondan
sonra verdiğim aşkı kullan, der. Kâfi gelmez senin insanlığına.” der. Bir yere
kadar gelir, meçhulden malumu çıkarır. Hissin
galatlarını tashih eder. İyiyi gösterdiğin vakitte kötüyle yan yana getirdin; bu
iyidir, deyince “Evet iyidir.” diye tasdik eder. Oralarda yarar, fakat gel
bakalım büyük… Nimeti tahlil de yarar fakat münimde durur.
Söyleyeceğimiz yer neresiydi? Kudret, bizi buraya niçün getirmiştir? Bir
tek cümle ile söylenmek icap ederse, canımıza âşık olmak içün getirmiştir.
Aslımıza yani ya, mânâmıza, ruhumuza.
Ahlak mevzûunda aşk demek; mebdeini, maâdını, rabbisini, aslını bulmak
içün insanın bir derde müptela olması demek. Onun adına -daha güzel bir cümle
ile söyle- Allah derdi denir.
Anlatabildim mi? İyi anlatamadım, gözler çünkü böyle bir tuhaf duruyor,
ben onu anlarım. Biraz uzunca geçti bu mevzû. Yukarıya çıktık. Zor yeri. Neyse
misallerle anlaşılır, yavaş yavaş.
E insan bu kadar külfetle, ne bileyim, nerelerde gezmedi, nerelerde
geçmedi, aslını bulmadan da giderse zavallı değil mi ya! Ne olur o gidenler? Eğer
iyi olaraktan giderlerse birçok nimette müstağrak kalırlar. Fakat nimetin
sahibini göremezler. O’nunla hukuk tedarik etmekten daha büyük zevk var mıdır
acaba? Düşün sen. O’nunla hukuk tedarik ettikten sonra kendin ara yerden
çıkarsınız.
Biz niçün keder çekeriz? Kendimiz içinde olduğumuzdan dolayı. Eski konuşmalarda söylemiştim, İnsanlar
saadete nail olamıyorlar, niçün? Kendi hayatlarına çalıştıklarından dolayı. Olamazsın,
kendi hesabına çalıştığın müddetçe saadet yoktur. Kestirme konuşma. Çünkü hayat
senin malın değil. Hayatı veren hesabına çalışırsan derhal mesut
olursun.
Aman burayı bir daha tekrar edeyim. Yapmak başka üzenmek başka, yapmamak
başka. Kabul etmek başka kabul etmemek
başka. Bu söylediğimiz söz gayet muazzam bir yerdir. Ahlak mevzûunun en son
sınıfına ait yerlerden bazı şeyler konuşuyorum. Ben kendi hesabıma kendimi
karıştırayım, yapamıyorum. Fakat özeniyorum.
Özenmemden dolayı da kendimde bir ses duyuyorum. Bazı şeyler muhakkak her insan
yapması lazım gelmez. O da bir kabiliyettir, bir istidattır, zamana muhtaçtır,
manevi bir varlıktır. O varlık hemencecik insana gelmez. Fakat özenmesi var ya.
Özenmesinde herkes yapabilir. Ondan da bir zevk hâsıl olabilir. Bir şey
anlatabiliyor muyum acaba? Vermez...
Cümle şu: İnsanlar neden mesut olmuyor? Kendi hesabına çalıştığından dolayı. Kendi
hayatı içün çalıştığından dolayı. Hayat bizâtihi senin malın mı? Malınsa uyuma,
malınsa ölme, malınsa kabrin kapısını kapa, malınsa beşerden aczi gider! Bak kaç tane şeyler, devirler yaptırıyorum.
Ha, o hâlde hayat kimindir, Allah’ındır. Sen o hesaba çalışacak olursan
derhal saadet gelir.
Beşerin inlemesinde ki illet bundan ibarettir. Çünkü herkes bütün dünya, mevziî
konuşmuyoruz umumi bir vaziyette, herkes nefsi hesabına çalışıyor, çalıştığı müddetçe
de beşerden inleme kalmıyor ve kalkmaz. İsterse dünyanın en büyük
diplomatları toplansın, en muazzam keskin zekâ kafalar birleşsin. Büyük terbiye
tezgâhları çalışıyor, inzibat teşkilatı çalışıyor, kanunlar kanunlar üzerine
yapıyor, yine faydası yok. İnlemek, çıkartmıyor ki. Biraz şöyle şey etti mi
derlense toplansa… Çünkü cereyanın yeri Kudret’tedir.
Ben size çok defa kaba bir misal getirmişimdir, yayın bu misalleri. Sahrâ-i
beyâbân[5] da büyüyen, çölde büyüyen, hiç şehir hayatı
görmeyen, ışığını yalnız elindeki tahta parçası ile gecenin karanlığını izâle
eden bir adamı, ani bir vaziyette birdenbire getirsek şu elektriğin ortasına koysak;
şöyle bir bakar, ne koydun da yakıyorsun, der. Ona desek ki: “Canım buraya bir
şey koymamıştır, bu bir ampuldür. Bunun
işte bir elektrik mevzûu vardır ki o mevzûunda hüviyetini yapan da bilmez.
Fakat âsârı gözüküyor işte bir müspet bir menfî kutup vardır, bunlar birleşirde
buraya bir cereyan gelme yeri vardır, oradan gelir buraya.” “Ne anlatıyorsun? Sana
ne koydun da yakıyorsun, diyorum. Sen bana müspet menfî... Ben onu anlamam!”
der. Anlatabildim mi?
Bütün beşere de (Bu ampule buradan bir cereyan gelir.) buraya da bir
yerden bir cereyan gelir. Bu ampül var ya! Bu ampul işte. Teli koptuğu vakitte
bir şey oluyor işte değil mi? Onunda teli kopunca ışığı vermez. Ama elektrikte
eksiklik yok. Anlatabiliyor muyum? Kâinatta bir eksiklik yok. Canlı canlı
misaller bunlar. Beşer niyetini değiştirdiği vakitte, gönlünü bir yere
bağlayınca, cereyan değişir. Şimdi soğukluk yapıyor, derhal sıcaklığa
döner. Anlatabiliyor muyuz acaba? Sıcaklık yok ha. Kendi hesabına çalıştığından
dolayı, düşünmüyor. İnlemiş!
Beşeriyeti iflas ettiren iki nazariye var. İki şey. Biri: “Sen çalış ben yiyeyim!” İflasın
kökü bu. İkincisi: “Ben yaşayayım, sen geber! Ne olursan ol. Ben alakadar
değilim!” Bunu ağzımızla söylemiyorsak da hâlimizle söylüyoruz. Hâl
konuşması, ağız konuşmasından daha kuvvetlidir. Anlatabildim mi acaba?
Birisi size ağzıyla haddizatında bir küfür eder, yahut ağır bir söz söyler, o
geçer. Fakat hâliyle şöyle bir baksın, o geçmez o. Hâl konuşması ölürken
adamın karşısına gelir. Anlatabildim mi acaba?
Bazen bana gelir derler ki: “Efendim, ben bir şey söylemedim ki (O vakit
gayet mazlumâne konuşur.) Şöyle bir cümle söyledim. Bundan bu adam aldı yürüdü,
beni şey etti filan.” E sen söylerken
filan, ben senin hâlinin fotoğrafını çekmedim ki! O fotoğrafını da getir
bakalım beraber. Burnun ne şekilde şişmişti, göz kapakların ne vaziyetteydi.
Saçların nasıl kabarmıştı. Bunları da getirin, toplayın da onunla beraber
söyleyeyim. Yaa, o ayrı iş o. O Hak namına, hayatı O verdi diye O hesaba çalışırsa, zannetme ki kendine
çalışmıyorsun. Gene kendine çalışıyor ama şekil değişir. Başka bir şey okuyayım
hoşunuza gidecek. Gidiyor deniyor ya, sizi bilmem.
Cânânıma Rabb’im demiş
olsam ne olurmuş.
Hüküm anda Kerimim
demiş olsam ne olurmuş.
(Kendi ara yerden çıkıyor ama dikkat edin.)
Hüküm anda
kerimim demiş olsam ne olurmuş.
Her bir dileğimde ona tabi
bulunursam
Fa’al ü Kerimim demiş
olsam ne olurmuş.
Ayine-i dilde görünen vech-i Hudâ’dır.
Şu söylediğim sözleri sanma riyadır.
Hak bende ben Hak ile kaim bulununca
Bî-şüphe Hudâ’yım demiş olsam ne olurmuş.
Biraz muazzam yer. Hadi aşağısını
daha ben hazmedemedim, hazmedeyim de ondan sonra okuyayım aşağısını. Aşağısı sonra.
Kişi âşık olmak gerek, Yunus
söylüyor, maşukunu bulmak ola, yani mâdâmı ki bu âleme sen gelmeklik
için birçok devirler geçirdin. Bir vakit ilm-i İlahide bulundun, Kudret sana
ayrı bir imtiyaz verdi. Sair mahlûkâtla seni bir tutmadı. Bütün mevcûdâtı
sıfatı ile yarattı, seni zâtı ile yarattı.
İblise öyle der: “Hangi şey seni
men etti? Ben elimle yaptığım şeye karşı sen, başını yukarıya kaldırdın. Ne men
etti seni!” diyor.
İnsanın bak ne büyük kıymeti var.
Yaa! Sen şimdi bu kadar büyük kıymeti, git bir zalime uşak ol da geçir at! Düşün
sen, bu böyle adi servetin batmasına, milyarların gitmesine, benzemez bu iş. “Soracağım,
diyor. Cayır cayır soracağım. Ömrünü nasıl geçirdin? Ver hesabını diyor, ver. Başıboş
bırakılmayacak ki insan! Ömrünü nasıl geçirdin? Nereden kazandın, nasıl infak
ettin. Nereye sarf ettin? Hayatta kaç tane düşmüşü kaldırdın? Bu sayılı nefesi
sana ben bedava vermedim. İnsan yetiştiresin diye verdim. Kaç kişiyi
yetiştirdin!” En büyük hüner o. Diğer hünerlerin hepsi gidiyor. Hepsi gidiyor.
Bir canlı misal vereyim de daha iyi anlaşılsın.
Bir kerâmât-ı maneviye vardır bir
de kerâmât-ı fenniye vardır. O ne demek, anlatacağım. Beşeriyetin Fahr-i
Ebedisi buyurmuştur ki: (En muazzam yer, burayı tutun.) Erbab-ı aşk,
maşukun hukukunu vikâye[6] aşıkın şanındandır. Bir defa bunu
ezberleyin, hayatta. Maşukun hukukunu
vikâye aşıkın şanındandır.
Sevdiğin bir yere birisi dil uzatmış. İlmen, güler yüzle, hâlen, aklen, serveten, o
uzatılmış olan dili durdurmaya çalış. Anlatabildim mi acaba? Kavga ile değil. Dövmekle sövmekle değil.
İlmen, güler yüzle, hâlen, serveten, aklen, fikren böyle... “Maşukun
hukukunu vikâye, aşıkın şanındandır.” Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, yani
Hazreti Muhammed aleyhisselatı vesselam. Biz daha üüüü!
“Kerâmât-ı diniye mukabili, kerâmât-ı
fenniye zuhur etmedikçe bu kâinata Allah nihayet vermeyecek.” diyor. Dikkat ediyor
musunuz, bu ne demek bu? Yüzbinlerce cilt kitap yapılır. Öyle ufacık görme onu.
Mesela kerâmât-ı maneviyede bütün semâvât âlemi seyredilmiştir. Kerâmât-ı fenniyede
de olacak. Fennin büyüklüklerinde de semâvât âleminde seyirler yapılacak. Daha
bu ay ne olacak? Bu ay küçük bir şey o. Aya filan çıkardık diyerek... Onların
hepsi olacak. Onlar, küçük basit şeyler.
Hatta hatta ölü diriltilecek. Sen
böyle bir mânâya sahipsin. Dikkat et, ölü yok mu ölü. Ee Şimdi de diriltiliyor,
Amerika’da yarım saat filan, kırk dakika. O diriltilmek değil. O bir fizik
hadisesidir, ben de bu makineye bir hareket verecek olursam, bu tahta oynar, o
değil o. Enesine sahip olacak. Şuuruna. Anlatabiliyor muyum acaba? Şuuruna. O öyle
yoksa böyle nefes almış, nefes vermiş, o öyle değil ki şuur, şuur! İçinde
sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşanına malik olacak. “E o hâlde...” Ha, o hâlde
yok artık. Orası sondur, diyor. Allah. “Ey beşer Bab-ı Kudret’e kadar el
uzattınız, hadi bakalım paydos!”
[7]
يَوْمَ
تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ
الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ .
Kerâmât-ı maneviyede… Misal
vereyim ki öteki iyi anlaşılsın. Çok defa verdim bu misalleri. Mesela Hazreti
Ömer. İran’a göndermiş olduğu o vakit Zerdüşt hâkimiyeti var. Ordu arkadan
böyle kuşatılırken, Cuma günü o da hutbe okuyormuş Medine’de. Biri Medine,
diğeri İran. Ani heyecanla birdenbire o tarafa dönmüş: “Ya Sâriye, el-cebel,
el-cebel!” diye kumanda veriyor. Herkes böyle durmuşlar. Ehl-i merak tespit
etmiş. Zaman geçmiş, ordu muzaffer olmuş. Ganâim[8] ile dönmüş. Soruyorlar: “Filan
vakit, filan günde...” “Evet, gördüm ve işittim, yalnız işitmedim kendisini de
teşhis ettim. Gördüm ve dediği ile hareket ettim de muzaffer oldum geliyorum.” diyor.
Bunu biz bir asır evvel söylemiş
olsaydık, bir münkir dudağını bükerdi. Fakat bugünkü fen o bükülen dudağı
koparır atar. Burada konuşursun, dünyanın bir ucunda görür seni ve dinler.
Anlatabildik mi? Çünkü bunların vakti ile manevi şekli olmuş. Maddi şekli de
olacak. Acaba anlatabiliyor muyum?
Manevi ne kadar harikalar varsa,
maddi de o kadar fevkaladeler olacak. E sen bunu bir insan yetiştirme mevzûunda
bunu niye söyledin, dersin belki. Getiriyorum şimdi. Şüphen zail olsun, niye
söylediğime.
Rabia isminde büyük bir kadın
var. Rabia-i Adeviye. Bir vakit Amerikalılar tercüme-i hâlini sordular, layıkı
ile cevap veremedik. Ama ne kadar büyük? Tarife gelmez. “Hakk’ı severim dersin,
der. Bu davanın karşısında da O ne söylerse aksini yaparsın. Bu nasıl sevgidir
ki insan sevgilisinin sözünü dinlemez. Benim aklım ermiyor!” der. Anlatabildim
mi acaba? Ufacık bir şey. Yakar adamı! Öyle sözler söyler, o.
“Hakk’ı severim dersin, der.
Böyle bir davada bulunursun. O nasıl sevgidir ki, hep sevdiğinin aksini
yaparsın. Bu ne biçim sevgidir, buna benim aklım ermiyor!” der. Bir! Daha neler
der daha, ufak şey onlar.
Bir münâcâtı vardır insan ağlar. Nısfü'l-leyl[9]
de kalkmış, Kudret’e karşı münâcâtında der ki:
“Çok kimse uykuda, belki benim
gibi birkaç tane garip huzurunda diz çökmüş duruyor. Bu durmam ne bir cennet
hevesi içündür, ne de bir nâr-ı cehennem ateşinden korkmak, korkusu
dolayısıyladır. Bu gözümün yaşı, ne bana cenneti çekmeklik içün ne de o narın
ateşini ve o narı söndürmek içün değil, der. Seviyorum Seni!” der.
Ben şimdi bunun birazcığını konuşuyorum. Çünkü
tercüme edilmiş, şekilden şekile onun kendisini, kendi söylediğini duysan yerinden
zıplarsın. “Seviyorum seni, der. Bu sevgim sende baki oldukça, sensiz de hiçbir
yer bulunmadıkça, cehenneme koysan çekilir mi zannederim.” der. Anlatabiliyor
muyum acaba? “Mâdâmı ki senden hariç hiçbir yer yoktur, bende de bu aşk bu
sevgi vardır, ben bunların hiçbirisi ile alakadar değilim. Seviyorum, sev beni!”
der.
Biz hiç böyle bir gün ağladık mı
acaba? Hayatında eğer böyle o şimdi duydun, kendi kendine kalkar, belki bir
değil, böyle içinden gelerek, belki birçok musibetlere ağladık. “Şuyumuz zayi
oldu…” Ben ağladım dersen korkma, büyük bir imtiyaz almışsın demektir. Ama
böyle kendi kendine boynunu bükerek, hiç kimsenin haberi yok.
سَبْعَةٌ يُظِلُّهُمُ اللَّهُ في ظِلِّهِ يَوْمَ
لا ظِلَّ إلاَّ ظِلُّهُ
Söyler de “Yedi sınıf halkı, Ben
kendi gölgemde gölgelendireceğim.”
Allah cisim mi ki gölgesi olsun!
Bize ait değil, keyfiyeti bizce meçhul. Allah öyle demiş. Kendisine mahsus sâyesi[10]
ile sâyelendirecek. O masaların mülgâ[11]
kasaların ilgâ[12]. Hiç
kimsede tasarruf hakkı kalmamış, semayı deler gibi delen gözler çökmüş, o günde
ayıracağım, diyor. Onlardan bir tanesi de işte bu, Rabia’nın ağlamış olduğu
şekilde, göz sahiplerini. Onları böyle bir telaş içinde hepimiz göreceğiz, o hâli.
Muhakkak göreceğiz ya. Telaş içinde görünce Hudâ ikram ediyor.
“Size ne diyor, siz niçün telaş
ediyorsunuz? Siz bizi sevdiniz biz de sizi sevdik. Siz Beni sevdikten sonra, Ben
sizi sevmem mi? Sizin telaşınız ne?”
Şurada rüzgârdan daha süratli
geçen ufak bir masaya, bir câha, bir rütbeye, hased eder, eğer biraz ahlaken
tekâmül etmişse gıpta eder. Gıptada hasedin üvey kardeşidir ya. O da hasedin
üvey kardeşi. Asıl değilse de. Çünkü insan kendisini düşünürse ne gıpta eder ne
haset eder. Onun içün ihtar
etmekle memurum. İşte gıpta yine şey, makbuldür der. … Anlatabiliyor muyum bir
şey?
Bu mevzûa nereden girdik?
Söylüyorum şimdi, dikkat edin. İnsan yetiştirmek. Mevzûun an yeri o.
İşte kerâmât-ı maneviye, hani kerâmât-ı fenniye dedik ya, Büyük Kitap der ki, bir
misal daha vereyim size. Biz görüyoruz ki, zannediyoruz ki, bu gördüğümüz
şekiller böyle hemencecik... Daha Nuh’un devrindeki büyük zırhlı teşkilatı
yapılmamıştır, bugün. Kâinat çok eski, üüü! Sonra medeniyetin aslı senden
çıkmıştır, insanlar senin diyarından teşâub[13]
etmiştir. Anlatabiliyor muyum acaba?
İkinci babamız nereden? Nuh
denilen zât. Senin toprağına indi be yahu! Bir iş var bizim memlekette. Aşk
ile çalış! Şöyle bir düşün bir defa. Dünyaya medeniyet buradan geçmiştir.
Öyle mi? Evet, bizden geçti. Daha o Garp’taki tenekecilik bir asır olmadı
ilerleyeli. İlk bilinen tarihi bilen bir kimse, senin tarihini bilmek
mecburiyetindedir. Sen öyle bir milletsin. Anlatabiliyor muyum acaba? Senin
tarihin böyle ufacık bir tarih değil. Bütün beşer buraya boynunu kesmekle
mükelleftir. Bunu öğrenmeden öbür tarafını öğrenemez.
[14]
وَلِسُلَيْمٰنَ
الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ
الْقِطْرِ
Allah, öyle der. “Ben Süleyman’a rüzgârı
müsâhhar kıldım. Rüzgârdan intifa etmeklik melekesini kendisine bahşettim. Bir
hava-i kuvve yaptırdı, o hava-i kuvveye bütün tevâbii[15]
ile haşmeti ile saltanatı ile heyet-i umumisi ile beraber bindi. غُدُوُّهَا شَهْر Sabahtan öğlene kadar bir aylık yol. وَرَوَاحُهَا شَهْرٌۚ Öğlenden akşama kadar da bir aylık yol.” İki
bin sekiz yüz kilometre eder. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?
Bu hava-i kuvveyi de kullanmaklık içün:
وَاَسَلْنَا لَهُ akıttık.
عَيْنَ
الْقِطْر Mazotu. Sen daha şimdi öğrendi
bir şeyler zannetme, bu iş olmuş. Yakıcı aynayı Zülkarneyn icat
etmiştir. Neyse o bahisler de yine ayrı. Uzun işler onlar. Hepsini anlatsak çok
uzun.
Rabia. Asrında Hasan-ı Basri isminde bir zât-ı âlî var. Bunlar yolda tesadüf etmişler, birbirlerine. Dicle’de. Manevi bir hâl göstermek
istiyor Hasan-ı Basri. Atmış kilimi, kimse yok. Kimse olsa yapmazlar.
Yapmazlar. Atmış. Üzerine de binmiş gidiyor. Rabia gülmüş, o da başlamış
tepesinde uçmaya.
Hindistan cevizi kadar mahfazanın içerisindeki cevher-i aklınla
birçok uçan şeyler yaptığın hâlde, Kudret isterse kendisine ait olan insanı
niye uçurmasın. İnkâr kapısı kapandı. İnkâra girdi mi girdi, bitti senin söylemen
dırıltı olur. Ve bir gün insanlar böyle bir vasıtaya binmeden de uçacaklar. Bu
olacak. Cebine ufacık bir şey, hoop zaman mekân olmadığına delil. Zaman mekân
denilen şey kalkıyor. Zaman yok. Ne zaman? Sana göre yüz sene evveli filan saha
iki aylık yoldu, bugün iki dakikalık yol. Demek ki zaman kalktı orta yerden.
Anlatabiliyor muyumuz bir şey!
O da başlamış tepesinde... Hasan-ı Basri bir kenara
çıkmış. Rabia’da yanına inmiş. Şöyle vurmuş. “Hasan Efendi Hasan Efendi, iş mi
demiş, yaptığın? Sen kilimle, demiş suyun üzerinde yürürken altındaki balıklar
seni geçti. Bende senin tepende uçarken sinekler de beni geçti. Yemişini
göster, kaç insan yetiştirdin hayatta? Onu göster bana!” demiş.
Anlatabildim mi insan mevzûunu şimdi. Gezdik, gezdik... “Kaç
insan yetiştirdin? Kaç kalp de bir iş yapabildin? Kime Hak ve hakikat
muhabbetini koyabildin? Kaş şakiyi said olmaklık hususunda yetiştirebildin?
Böyle iş istiyorum senden!” Başlamış
Hasan-ı Basri ağlamaya, “Öpeyim elini,
demiş. Ne kadar doğru söyledin. Ömür bedava gitmiş!” Hasan-ı Basri diyor, bunu. İnsan, yaa! (Yoruldunuz
mu?)
İnsan yetiştiği dakikadan itibaren şekil başka türlü olur.
Yetişince havasla avam muvâzenesi olur. Hani biraz evveli demiştim ya. İki
nazariye var insanlarda, ağzıyla da söylemese hâlen o tecelli ediyor. Bütün
dünya üzerinde öyle. Hiç, acıma hissi yok!
Hâlbuki: Cüz-ü küll yek diğerinden eyler istimdâd-ı[16]
dâd[17].[18]
Bunu bin defa misal getirmişimdir. Bir ilaç yapacaksın; miligram
kullanacaksın, kocaman baskülle tartamazsın. Ufak hassas camekân içerisinde bir
terazi lazım. Bende bin kiloluk, iki bin kiloluk, beş bin kiloluk kantar var
olur mu onunla? Ya, binde bir gramlık terazi de lazım kardeşim. Kudret onu
birbirine bağlamış. Birisini ara yerden çektiğin gibi duvar yıkılır. İşte onun
için duvar yıkılmıştır, insanlar inleyip duruyor. Birbirine bağlı.
Cüz-ü küll yekdiğerinden eyler istimdâd-ı
dâd
Gül demetini, çiçek demetini, buket mi diyorsunuz, ne
diyorsunuz? Onu yapan bir saman parçasıdır, bir ot parçasıdır. Toplarsın
toplarsın ama o ot parçasına ihtiyacın var. Onu toplayacaksın onunla
bağlayacaksın. Anlatabildim mi?
Beşerin gönlü birleşmedikçe Kudret’e yalvarsa Allah kabul
etmez. Umum birleşecek.
Öyle diyor, Cenab-ı Fahr-i Âlem: “Bir zaman gelir, diyor. Allah’ın en sevgili
kulu, dua etmeye başlar...” diyor. Bak ne kadar küll halinde yetişmek lazım.
Fert olmuyor, en mühim nokta bu. Dikkat edin, bunda incelik var içerisinde,
tabi Rasulullah’ın sözü.
“Bir zaman gelir. Allah’ın en büyük dostu kimse, bir veli,
nazlı bir kimse, umum hakkında dua etmeye başladığı vakitte: Ud ulu nefsik. Kendin içün
iste. Umuma isteme, darılmışım. Ud ulu nefsik festeciblek. Kabul edeyim. Kendi zatî bir bir
müracatın var mı? Umum için mi istiyorsun? Darılmışım, benimle nispetlerimi
kesmişlerdir.”
Anlatabiliyor muyum acaba?
Beşerin birden yerleşmesi lazım. Kaç defa misalini getirmişimdir, münasebet
aldı da tekrar edeyim. Birinin adı Ahmed. O “Ahmed” kelimesinde o kişinin, o
isimde o bir müsemma var. “A, H, M, E, D”
Harfler bunlar değil mi? O “Ahmed" ismini taşıyan bir adamın bulunduğu
uzak bir yerde “Ahmed” deyince kafasını döndürür. Beni kastediyor, der. Beni
çağırıyor der, bakar. “A” deseniz bakan yok. “H” deseniz bakan yok. Baksa da
kendi hesabına bakmıyor. Ne demek istiyor, diyor. “M” deseniz gene yok. “E” deseniz
gene yok. Ahmed, dendiği vakitte ben anılıyorum, diye bakıyor. Bu harflerin
hangisindedir o mânâ? “A”sında mı? “H”sında mı? “M”sinde mi? “D”sinde mi?
Hangisinde? Heyet-i umumisinde.
Binaenaleyh, bütün insanların
kalpleri birleşip ALLAH demedikçe Allah yolu açmaz. Bir şey anlatamıyor
muyuz yahu? Bocalar durur beşeriyet.
Çok güzel bir şey okuyacağım,
ondan sonra konuşmayı keseceğim. Ama mevzûa da girmedik galiba ama vakit geçti.
Neyse. Yani ahlakın tarifini yapmadık, ahlakın mevzûundan bahsedemedik, biraz
açıldık. Haftaya konuşuruz esas noktaları gene, ne yapalım. Sağ kalırsak, Allah
isterse. Dedik ki, muvâzenesizlik var, havas ile avam da.
Zemîn
handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk
Zemîn
handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk (Ne kadar güzel söylemiş.)
Gâm-ı
âlemi kibâr-ı âlemin gamsızlığındandır.
Gâm-ı âlem kibâr-ı âlemin gamsızlığındandır.
Yanlış okudum. Bir daha okuyorum.
Zemîn
handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk
Anladınız mı açayım mı? Hiç
toprak güler mi, yeryüzü güler mi? Eflak ağlamadıkça. Sema gözyaşını
bırakmadıkça, mahsul olur mu? Ama nasıl da bulmuş biliyor musun?
Zemîn
handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk
Dünya üzerinde gam var herkes
inliyor. Bilir misiniz nedendir? Onun içerisinde vaziyeti müsait olanların, “Ben
yaşayayım sen ne olursan ol!” demesindendir. Anlatabildik mi? Yaa!
Birazda eşk lazım gözde müsmir[19]
olmaya
Gözün yemişini vermesi içün, insanın
kendisinin bir şey alabilmesi içün, bir mânâ bir harf Kudretten bir şeye nail
olabilmesi içün, bir parça o gözyaşının etrafını sulanmak lazım, gözyaşı lazım.
Anlatabildim mi? O insanın burnunun direği sızlayaraktan kalbinden bir su
çıkar. O tulumbadan.
Sıcak gözyaşı. O, öyle bir şeydir
ki onu kimse satın alamaz. O, öyle bir mücevherdir ki, an hiçbir onun kıymeti
hiçbir hazine de yok. Tutamaz kimse. Onun müşterisi ancak Allah’tır. Onun için
Peygamber öyle demiştir. “İhden immid dua inder rikka. Kaçının bir zaman, o
geldiği vakitte sen haklı olursun da bir mağduriyete uğrarsın, böyle bir sızı
geldiği vakitte gafil olma, bir Allah de. Ve onu ganimet bilin.” der. O
ganimet. Neden, dikkat eder misin: O vaziyette bütün benliğin gidiyor da onun
için ganimet bilin, diyor. Boynunu bükersinde şöyle bir burnunun deliği
sızladığı vakitte, o anda sen yoksundur. O anda sen yoksun. Sen kendini var
zannedersin ama yoksun o anda. İşte o bir andır o, andan daha az bir… Bir şey söyleyemeyiz, yok
kelimesi, yok. Bunu ganimet bil!
Birazda eşk lazım gözde müsmir olmaya zira
Zeminin tohumu nabut etmesi, nemsizliğindendir.
İnsanla toprağı misal
getirerekten söylüyor. Söyleyen büyük adam.
Biraz da eşk lazım gözde müsmir
olmaya.
Adam olmak için, diyor. Hudâ’nın
yanında bir mevkî almak için, böyle biraz sıcak gözyaşı lazımdır. Sana yapılan,
talim edilen, söylenen ahlakı, mânâ-i iklimi vücudunda diktikleri vakitte onun eğer
kalbinden yemiş vermesini istiyorsan, gözyaşı ile sula. Arazi-i kalbiyeni
gözyaşı ile sulamadıkça bir şey alamazsın, diyor. Nasıl ki yer semadan suyunu
almazsa bir şey vermez, hatta ne yapar?
Zeminin tohumu nabut etmesi,
nemsizliğindendir.
Tohumu ekersin de yağmur yağmazsa
tohum içinde çürür gider. Sende haddizatında dinlersin, dinlersin, dinlersin
ama gözyaşı ile onu ekmezsen o çürür gider içindeki söz. Çürüdü, geçti gitti.
Bu kadar
konuşma yeter.
Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındırSen yoksun o benlikler hep vehm ü gümânındır
Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır
Meyhâneyi seyretdim uşşâka metâf olmuş
Teklîf ü tekellüfden sükkânı muâf olmuş
Bir neş’e gelip meclis bî-havf u hilâf olmuş
Gam sohbeti yâd olmaz meşrebleri sâf olmuş
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır
Ey dil sen o dildâre lâyık mı değilsin ya
Da'vâ-yı muhabbetde sâdık mı değilsin ya
Özrü nedir Azrâ’nın Vâmık mı değilsin ya
Bu gâm ne gezer sende âşık mı değilsin ya
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır
Mahzûn idi bir gün dil meyhâne‐i ma'nâda
İnkâra döşenmişdim efkâr düşüp yâda
Bir pîr gelip nâgâh pend etdi 'alelâde
Al destine bir bâde derd u gamı ver bâda
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır
Bir bâde çek efzûn kap meclisde zeber‐dest ol
Atma ayağın taşra meyhânede pâ‐best ol
Alçağa akar sular pây‐i huma düş mest ol
Pür-cûş olayım dersen Gâlib gibi sermest ol
Âşıkda keder neyler gam halk‐ı cihânındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır
(Şeyh Gâlib)
▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎▪︎
Bir şaha kul olmak gerek, hergiz mazul olmaz ola.
Bir eşik yaslanmak gerek, kimse elden almaz ola.
Bir toy toylamak gerek, bir soy soylamak gerek.
Bir söz söylemek gerek, Melekler de bilmez ola.
Bir kuş olup uçmak gerek, bir kenara geçmek gerek.
Bir şaraptan içmek gerek, içenler de aymaz ola.
Çevik bahri olmak gerek, bir denize dalmak gerek.
Bir gevher çıkarmak gerek, Sarraflar hiç bilmez ola.
Bir bahçeye girmek gerek, hoş teferrüç kılmak gerek.
Bir gülü koklamak gerek, hergiz o gül solmaz ola.
Kişi Âşık olmak gerek, Maş'ukunu bulmak gerek.
Aşk oduna yanmak gerek, ayrık oda yanmaz ola.
Yûnus, imdi var tek otur, yüzünü Hazret'e götür.
Özün gibi bir er getir, hiç cihâna gelmez ola.
(Yûnus Emre)
[1] Dâr:
Ev, yer, yurt, mekân, dünya. (Dâr: Önüne geldiği
kelimelere “yer, mahal, mekân” anlamı katarak Arapça, bazen de Farsça isim
tamlaması şeklinde –özellikle kurum adları olmak üzere– çeşitli birleşik
kelimeler yapar.)
[2] Belvâ: (ﺑﻠﻮﻯ) i. (Ar. belā’ “felâket, musîbet”ten belvā) Belâ, dert, keder, gam.
[3] Dâru’l-Belvâ:
Dünya, imtihan yeri. Belâ ve musibet âlemi.
[4]
Yasin Suresi 68’nci Ayet-i Kerime وَمَنْ نُعَمِّرْهُ
نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِۜ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
Meali: Bununla beraber kimin ömrünü uzatıyorsak, yaratılışta onu (güç ve
kuvvetini alarak) tersine çeviriyoruz. Hâlâ akıllanmayacaklar mı?
[5] Beyâbân:
Çöl, sahrâ, bâdiye, kırsal, İmar
olunmamış arazi.
[6] Vikâye:Koruma,
gözetme, kayırma. Himâye etme, sâhip
çıkma [Eski metinlerde vikāyet şekline de
rastlanır]
[7]
İbrahim Suresi 48’nci Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ
الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ وَالسَّمٰوَاتُ وَبَرَزُوا لِلّٰهِ الْوَاحِدِ
الْقَهَّارِ
Meali: O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere
çevirilecek ve bütün varlıklar, kabirlerinden çıkıp bir ve gücüne karşı
durulmaz olan Allah'ın huzuruna toplanacaklardır
[8] Ganâim:
Ganîmetler, savaşta düşmandan alınan mallar.
[9] Nısfü'l-leyl: Gece yarısı.
[10] Sâye: • Gölge. ●
Muavenet, yardım • mec. Yardım etmek, destek olmak sûretiyle kayırma, koruyup
gözetme, himaye.
[11] Mülgâ:
Kaldırılmış, feshedilmiş, lağvolunmuş
[12] İlgâ: Ortadan
kaldırma, hükümsüz bırakma, lağv ve feshetme
[13] Teşâub:
Şubelenme. Kısımlara ayrılma. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Dal
budak salma
[14]
Sebe Suresi 12’nci Ayet-i Kerime وَلِسُلَيْمٰنَ الرّ۪يحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا
شَهْرٌۚ وَاَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِۜ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ
يَدَيْهِ بِاِذْنِ رَبِّه۪ۜ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ اَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ
عَذَابِ السَّع۪يرِ
Meali: Süleyman'ın emrine de rüzgârı verdik. Sabah gidişi bir
aylık, akşam dönüşü bir aylık yol idi. Erimiş bakır menbaını da ona sel gibi
akıttık. Hem Rabbi'nin izniyle elinin altında cinlerden de çalışan vardı.
Onlardan da kim emrimizden dışarı çıkarsa ona ateş azabından tattırırdık.
[15] Tevâbi': (Tabi'. C.) Maiyyet. Bir kimseye
tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı
bulunanlar. Uşaklar. Bir merkeze bağlı olan yerler.
[16] İstimdâd/İstimdat: Medet
ve yardım isteme, imdâda çağırma
[17] Dâd:
• Adâlet. Hak. Doğruluk. • Bağış, ihsan; yardım, himmet. • Verme, veriş. •Sızlanma,
şikâyet
[18] Cüz’ü
kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin
selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken,
küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede
Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken,
kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak
için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine
de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut
insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden... Ve
nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak
diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça
var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
[19] Müsmir: Hayır veren, meyve veren, faydalı
netice veren.
2 yorum:
Birisi size ağzıyla haddizatında bir küfür eder, yahut ağır bir söz söyler, o geçer. Fakat hâliyle şöyle bir baksın, o geçmez o. Hâl konuşması ölürken adamın karşısına gelir. Anlatabildim mi acaba?
O ganimet. Neden, dikkat eder misin: O vaziyette bütün benliğin gidiyor da onun için ganimet bilin, diyor. Boynunu bükersinde şöyle bir burnunun deliği sızladığı vakitte, o anda sen yoksundur. O anda sen yoksun. Sen kendini var zannedersin ama yoksun o anda. İşte o bir andır o, andan daha az bir… Bir şey söyleyemeyiz, yok kelimesi, yok. Bunu ganimet bil!
Yorum Gönder