060 (30.08.1959) 50 dk (232)
… Ebûzer-i Gıfâri’nin karısı, hâlet-i
ihtizârda[1]
ağlıyor. (Ebûzer):
“Emr-i Hak gelmiştir. Beni, bırak kendi hâlime.” demiş. O bir an
vardır bazı insanlarda. Ağlarken dönmüş. “Niçin huzurumu bozuyorsunuz? Cananıma
gidiyorum yahu! Hem şimdi görüşüyordum.” demiş.
Bir öyle vardır, bir de dişlerinin arasında dilini ısıraraktan ters tarafa bakaraktan geçmek vardır. Anlatabildim mi? Tersine bakar, geçer gider. Hepsi bu üç günlük hayatta olacak. Bunu söylemekten maksadım; hani dedik ya insan kendi kendine kaldığı vakitte, gelişindeki gayeyi içine sordurttururlar. Eğer içimizde sormamış kimse varsa, bu andan itibaren kendi kendisine sorsun. Sen kimsin, desin. Nereden geldin, niye getirildin, getirilmende ki gaye nedir?
Dört şeyi sormadan bırakmam,
diyor Hudâ. Kim olursa olsun soracağım, diyor.
Sayılı nefesini nasıl
tükettin? İlk sual bu. “Anlat bakalım, diyor. Şu sayılı nefesi nasıl
tükettin? Kaç kimsenin yüzüne Benim hesabıma baktın? Bunları istiyorum, diyor.
Kaç kimsenin yüzüne Benim hesabıma baktın. Benim verdiğimi kaç kimseye verdin?
Dünyada ne kadar adam elinden tuttun, kaldırdın. Bunların hesabını isterim.
Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, kaç kişiyi kaldırdın?” Nazımda öyle ya.
“İnsanlar hüsrandadır.
Hüsranda olmayanlar: [2]
وَتَوَاصَوْا
بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْر Durmuş olan kalbe sürûr verenler.”
Anlatabiliyor muyum?
Bunu hiç, ben o kadar çalıştım,
muvaffak olamadım. Yemişini göremedim bu şeyin. Bazı söylediklerimin hariçte
yemişini gördüm. Bu çok zor galiba. Böyle bir insan kendisini ortaya koyup da: “Ben
vakfettim bu vücudumu, kırık kalp almaya gidiyorum. Onun için yaşıyorum.
Kendimi gam-ı gussa[3] çuvalı
olan bu çuvaldan çıkardım. Yemişimi vermeye hazırlandım.”
Yerde yeşil çimen yetişmekte, وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ demekte.
Ve kendi kendine lisan-ı hâliyle bize hitap etmekte: “Ben bu kadar güzelleştim,
yemişimi verdim. Sen benden çok yükseksin yahu! İnsansın yemişin yok mu?”
diyor.
Hani senin gayet güzel bakmış
olduğun, aman ne güzel güller açmış, şurada ne güzel yeşillik var filan,
onların hepsi daimi surette canlıdır ve seninle konuşur. Anlatabildim mi? Ehli
o konuşmayı duyar ve aynen cevap verir. O lisan-ı hâli ile de konuşur, daha
başka lisanla da konuşur. “Ben süslendim, diyor. Kudret seni insan yapmış. Bu
insan yapışı bir nimettir, her nimetin bir şükrü vardır. En büyük şükür de
kendisindeki nimeti ortaya koymaktır. Sen niye koymuyorsun insanlık nimetini?”
diyor. Niye bir şey anlamıyor musunuz, ben anlatamıyor muyum!? Dedemiz bu hâllerle
yaşamış.
Malum ya, ahlak iki esasa
ayrılmıştı demiştim. Konuşurken
başlarken, konuşmaya başlarken. Biri, vazifeden doğan ahlak, biri de aşktan
doğan ahlak. Her hafta tekrar ettiğim gibi, bu aşk romanda okunan aşk değil.
Aslını rabbisini, mebdeini, maâdını taharri[4]
etmeklik zevkine aşk derler. Buradaki aşk o. Birisi içün anne akıl, birisi içün
de anne kalp. Vazifenin, akıldan doğan dedik ya. Anne o akıl. Diğerininki de
kalp. Bizim dedemiz tarihen tetkik edilecek olursa, aşktan doğan ahlaka
saliktiler. Öyle yaşadılar.
Aziz Mahmud-u Hüdâyi, Hazreti Üftâde’nin
talebesi. Oluşta da var iş. Oluşu başka. Bazı insanlar Kudret’in hususi bir
tecellisine mazhar oluyor. Mesela, Bâzû’l-Eşheb[5]
Cenab-ı Gavs, Hazreti Abdul Kadir-i Geylani, ramazanda dünyaya gelmiş. Hiçbir
vakit iftar olmadan meme emmezmiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Hususiyet. İftar
vakti oluyor, memeyi veriyor annesi, memeyi emiyor. Ondan evvel emmez.
Henüz çocukmuşlar, hocaları demiş
ki, Hazreti Üftade: “Hadi bugün bahar gezin, demiş. Bugün ders yapmayacağım.
Tatil gidin gezin.”
Bir o çocukluğa bakalım bir de bugünkü
çocukluğa bakalım. İnsanın hayret etmemenin imkânı yok. Elinde bir lastik ok,
damın kenarında bir kuşun canını yakayım, diye geziyor. Yapma dedin mi senin
kafana fırlatıyor. Bir alay Bayrampaşa baklası, Topkapı enginarı, çalı
fasülyesinden gelmiş olan bir vücûd. Ruh-u menfûh yok ki içinde. Büyük Kitab’da
söyler kaç türlü insan yaptığını. Altı şeklini beyan eder. Demek ki o işlerini
biz iyi bilmiyoruz. Yaa! Şundan yaptım bundan yaptım, şundan yaptım bundan
yaptım, tabi onların hepsinin yapış tarzında, Hudâ’nın bir murad-ı İlahisi var.
Ruh-u menfûh yok. Nazlı söylesen de dinlemez, sert söylesen de dinlemez. Dilini
çıkarır. Yahut taş atar. Zevk alıyor.
Bir de o çocukluğa bak şimdi. Ne
diyorlar. Hepsi üzenmişler. Bir demet çiçek yapalım. Toplamışlar, kimi daha
büyük demet daha… Size bunu çok anlattım ama münasebet aldığı için tekrar
ediyorum. Aziz Hüdâyi’de dokuz yaşındaymış, o vakit. O da bir kırık zambak
almış.
Latife etmiş hocası, demiş: “Yavrum,
bana layık göre göre bu kırık zambağı mı getirdin? Bunu mu gördün?”
“Ah efendim, demiş. Size ben
hiçbir şeyi layık görmem. Benim suçum yok. (O vakit ne kadar teâli etmiş ki o
sin[6]
de nasıl kavrıyor.) Geçen sene okuduğumuz derste, diyor. [7]
وَاِنْ مِنْ
شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
Allah diyor ki: Beni anmayan, tesbih etmeyen hiçbir zerre yapmadım.
İnkâr eden de Beni anıyor, Mu’dıl[8]
ismimi çağırıyor. İnkâr ediyor ya gene Beni anıyor o. İnkâr etmesi de Beni
anmasıdır, fakat Mu’dıl ismime mazhar olmuştur. (Bilmem anlatabiliyor
muyum?) Ben, Beni anmayan bir şey yapmadım. O ders benim hafızamdan
çıkmaz. Bunu hariçte tatbikatını, eşya benimle konuşur, demiş. Hangi çiçeğe
gittim elimi sürdüm baktım tesbih ile meşgul, O'nunla meşgul, e ayıramadım,
demiş. Bu kopmuş, alakası sûrî alakası kesilmiş. Bunu getirdim.”
Başlamış ağlamaya arkasını
sıvamış. “Etrafında sultanlar yürüsün evladım.” demiş. Her vakit size söyledim
ama burasını söylememiştim. Değil mi? Sonra yine bir daha söyleyeceğim, başka
bir şeysi daha var. Yaa, insan numunesi!
Biz yan odamızda anamız ölürken
olsa, ahh deriz, şimdi kim kalkacak, deriz. İnler de gece yarısı nerede kalkacaksın.
Bir gün, on gün, beş gün belki güzel... Bir iki sene oldu mu: “İki rahmetin
biri. Çektirmesin!” Yalan, kendi hesabına dua ediyor. Kendi hesabına. “İki
rahmetin biri. Çekiyor, çektirmesin!”
Bak Hazreti İnsana, senelerce...
Beş sene, on sene, yirmi sene değil. O vakit bütün hastaneler Üsküdar’daymış.
Üsküdar’da. Öyle hastane dendiği vakitte bin yataklı filan yok. Hakk’ın hususi
bir tecellisi, öyle uzun boylu şey yok. Yatsı namazından iki saat sonra yaz kış
kar, uzun gece kısa gece, bora yağmur, sel rüzgâr, her ne olursa olsun,
minareden sela veriyor. Bu, bir gün iki gün değil.
Sormuşlar demişler ki: “Yahu bu
ne iştir? Bu kadar da...”
“En-nâs iyâlullah.[9]
Mâdâmı ki ben Allah’a iman etmişim,
Allah da bana kulluk et, diyor. Allah’a nasıl kulluk edeyim. Ona karşıda kendi
diyor ki, bütün mevcûdât Benim iyâlimdir. İnsan sevdiğinin iyâlini memnun etmek
istemez mi?” Burasını da söylememiştim,
dikkat edin. Anlatabildim mi? Onun içün: Bir hizmeti yaparken niyetler
değiştikçe şekiller değişir. Allah öyle diyor.
Herkes, bazısı diyor ki: “Ben
Allah’ı arıyorum!” Ne Allah’ı arıyorsun? Allah kayıp mı!? O söz biraz sakattır.
“Efendim, ben artık her işi bıraktım.” Ee ne oldu? “Ben şimdi artık emekli
oldum. Evet, artık işin şekli değişti.” Ne olacak şekil değişti! “Artık işi
Allah’a verdim!”
Allah o kadar gücenir ki! Keşke
aklına gelmeseydi, ne olurdu iki gözüm. “Yüzüne bakılırken başka kapının kolu,
o kapıdan kovulduktan sonra bizim kapıya, git başka kapıya!” der. Anlatabiliyor
muyum acaba? Zindeydin dinçtin, gençtin, vururdun, kırardın, yapardın, ederdin,
gider başkasının karşısında el pençe divan dururdun. O çekil bakalım dedikten
sonra: “Ehh ben efendim artık işi bıraktım, ne olacak artık, biz Allah ile
meşgul olacağız!” Ben öyle artık bayat bir şey değilim, der Allah. Öyle artık bayat bir şey değilim!
Ya nasıl demesi lazım, bir
kurtarır tarafı var mı? Var. “Ya Rabbi beni var ettin, senden başka bir yer
yok. Ben olmasaydım senin afüv sıfatın ne olurdu? Ben senin o sıfatının
işlemesi için bir mazharım. Beni yine Sen kabul edersin.” Anlatabildim mi
acaba? Bunun yolu, o.
Öyle var, ben ağızdan işitirim. “Şurada
şurada bir sene var.” Bir sene ne olacak, bir sene sonra? “İşte bir sene sonra
emekli. E ondan sonra ben artık işi değiştireceğim, ehh!”
Keşke aklına gelmeseydi. Bunlar
neye benzer biliyor musun? İnsan tatlı tatlı konuşur konuşur da, farkında
olmaksızın bir cümle, bir dostuna karşı ufak bir kelimesi çıkar, karşısındaki
buz gibi olur. Birdenbire işin şekli değişir. Onun içün bu kapı nazlı bir
kapıdır. Çook ince şey ister. Rıza-i İlahi bahâ ile değil bahane iledir. Bahâ
ile değil, bahane ile. O bahaneleri bulmak... Öyle!
Nerede kaldık? Ben der Allah’ı, artık
Allah’ı arıyorum, der. Allaha döndüm! Allah kayıp mı kardeşim! O’ndan aşikâr
bir şey yok. O’ndan aşikâr bir şey yok. Niyazi’nin dediği gibi, yalnız bazı
yerleri kaçmış zihnimden, kaymış. Fakat lazım gelen yerleri var işte.
Sağım solum gözler idim dost
yüzün görsem deyu
Ben taşra arar idim, meğer ol
cân içinde cânân imiş.
Sanma zahid savm-u salât u hac u zekat ile biter işin
İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş
Kande gelirsin yakında varır menzilin
Nerden gelip gittiğini, anlamayan hayvân imiş
İşit Niyâzî’nin sözün, hiçbir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’tan âyân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş.
Aşikâr, yaa! Hudâ, öyle der. Allah’a
kulluk, en-nâs iyâlullah. Halk Allah’ın iyâli, Bana kulluk oraya hizmettir,
diyor. Bana kulluk oraya hizmet. Niçün denmiş? Bak bir iki konuşma evvel
söylemiş olduğum bir emri birleştiriyorum şimdi, daha iyi anlaşılsın. “Bana
kulluk ona hizmet.” Bak şimdi nasıl birleşecek.
Men ekreme ganiyyen lî ginâihî
fekad zehebe sulûsa… Men ekreme ganiyyen lî ginâihî fekad zehebe sulûsa
dînihî.
“Bir kimse bir kimseye; masası
var diye ikram ederse, kasası var diye hürmet ederse, câhı rütbesi var diyerekten
hususiyet gösterirse, dininin üçte ikisi gitmiştir.” Neden? O, nâsı iyâlullah
tanımadı ki. Anlatabiliyor muyum? O putperest onu müstakil bir varlık tanıdı.
Tabiri anlatabildim mi acaba? O, onu müstakil bir varlık olarak gördü ve ona
taptı. O hâlde, geçti gitti zaten.
Peki, ne oluyor, demişler. Aziz Hüdâyi’ye.
“Siz böyle yatsıdan biraz sonra başlarsınız.”
“Ne olacak, demiş. Ehl-i tesbihe,
ehl-i rikkate hizmet ediyorum.”
(Burasını da söylememiştim.)
Biz nasıl olsa bu âlemde
görüyorsunuz işte, iyi veya kötü gelip gidiyor. Fakat Hakk’ın hususi hikmet-i
meskûtun-anh[10] tecellileri
vardır. Zaten her iş bizim aklımıza uyarsa, Allah orada olmaz.
Anlatabildim mi acaba? Senin, benim aklımın almadığı şeyler olacak ki Allah
olsun. Benim ölçüme girdiği vakitte ölçülen şey, benim terazimin dâhiline
girdiği vakitte Allah olur mu? Çatlayacak tabi akıl.
Kendi diyor ki, biz orasını
burasını bilmeyiz. Kendinin söylemiş olduğu şey. “Hastanın iniltisi, Benim ind-i
sübhânimde en büyük ibadet ve zikirdir. Ondan büyük tesbih Ben bilmem.” diyor.
Hudâ, diyor. Oturmuşsun tam-u sıhha bir yerde hakk’ı anıyorsun. Öbür tarafta da
inliyorsun, ahh dediğin müddetçe... Ee bundan ne çıkar? Hepsini söyleyelim mi
ya?
Uyumak bilmezmiş hasta. Hakikaten
öyledir, değil mi ya? “Fakat ben minareden sesimi duyurdum mu, diyor. Sabaha
daha çok vakit var ama ohh sabah oluyor diyerekten bir ferahlar, diyor. O
ferahlığı vermekliğe çalışıyorum. Benim de zevkim budur.”
Demek ki bu lacivert kubbe ne
çapta insanlar yetiştirmiş. Biri öyle diyor. Biri de oğlum nafakam yok diyor, bana
ekmek parası gönder, diyor. Mektubu yırtıyor ayağıyla eziyor. Biri çiçeğin
yanına gittiği vakitte, onun lisan-ı hâline kendi iç kulağını vermiş duyuyor. Öbürkü
de mini mini bir kuşu kafasından vurduğu vakitte nasıl düşecek diyerekten
bekliyor. O da insan tesmiye edilmiş bu da insan tesmiye edilmiş. Fakat Hakk’ın
defterinde birisi hayvandan çok aşağı şaki, biri de melekten çok üstün said.
Sonra biz bunu işittiğimiz vakitte, yarım saat zarfında bazı bunun tatbikatını
yapar gibi oluruz, fakat on dakika geçtikten sonra soğur, yine mevcûdâta nazar-ı
hakaretle bakarız. Bunun şusu var bunun busu var, şöyle böyle, değmez.
Yoruldunuz mu?
Hilal... Demiştim, Peygamber’in
dostları arasında, en kuvvetli yol alanlar, çok birdenbire yol alanlar, garip
olan insanlardı. E Peygamber de öyle demiştir.
Bedeet dinû garîben ve seyeûdu
kemâ bedee fetûbî lil gurabâ.[11]
Bu mânâ ilmi ile söyleyeceğim
ahlakın bir yerini daha açık bir vaziyette anlatayım diyerekten bu misali
veriyorum. Çünkü insanlar züğürtken, çok başka türlü konuşur. Mevkîi yok
rütbesi yok, masası yok, kasası yok, bu gibi insanla konuş, veli zannedersin.
Örfün lisanında evliya. Ona biraz şöyle, bu sefer yavaş, yavaş, yavaş, hani
pompa ile otomobilin lastiği var ya bi böyle durur, bir de ondan sonra böyle...
Anlatamıyor muyum? Bir de ondan sonra? Böyle iken, al böyle hemen cebine bile
sok. O kadar gariptir yanında, cebine girer. Fakat bir an gelir, pompayı verdin
mi, cibilli bir şey o. Pek ender insan kendisini kurtarabiliyor. Pek ender.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi’nin
söylemiş olduğu garip, KARÎB[12]
mânâsına bir garip. Bir garip de vardır, uzak mânâsına.
Mesela bir vakit Köpekçi Hasan
Baba, Fatih’in Karadeniz kapısında yatar. Acayip bir adam. Bir bayram namazı, hâlâ
o kürsü durur orada. Beyaz bir kürsüde, üüü cami mâ-halakallah[13]
dolu. Şeyhü’l-islamlar, kadıaskerler, fetva eminleri, ders vekilleri, müderrisler,
bu günkü tabirle profesörler, o günün tabiriyle müderrisler, Or. Profesörler,
bilmem şunlar bunlar, dolu. Mâ-halakallah. Köpekçi Hasan Baba gelmiş, fakat
adamda ki bir haslet vardır bazı insanda insanın iradesini alır.
Onun maddi şeklini söyleyeyim. Bakarsın
ki bir kumandan, altmış kiloluk bir adam, yüz bin kişilik bir ordu vardır; arş
der, rap rap, orada bütün irade gitmiştir. Anlatabildim mi? Bunun mânâsı da
vardır böyle. Onun o “arş”ı da eğretidir. Bir gün gelir bir arş değil yüz bin
defa arş dese, kimse kafasını çevirip bakmaz. O, onun farkında değildir. Hep
işi tanzim eden Allah’dır. Acaba anlatamıyor muyum yahu! İşte onu verdiği
vakitte o azametin karşısında: “Bu bir ariyet nimettir. Bu O’nun sesidir, O’nun
kelamıdır, şimdi beni kullanıyor.” dedi mi, böyledir o. Fakat farkında
olabilirse, mesele bu. Bunun böyle maddesi olduğu gibi mânâsı da var.
İşte o günün sahasında, şeyhülislam
içeride, fetva emini içeride, kadıaskerler içeride, ders vekili Halis Efendi
içeride. Ne bileyim ben, o ilmiyeden olan geç sivil kısmına, hep böyle ekâbir
sınıf, bayram namazını bekliyor. İğne atacak yer yok. Hasan baba çıkmış.
Elinde de Âşık Garip kitabı.
Resimli hem de. Şöyle açmış, sahifeyi açmış bööyle, başlamış taa mihrabın
dibinden kapıların dibine kadar göz gezdiriyor. Her sayfası artık ne kadar
durursa. Aşağı yukarı bir buçuk saatte taa namaz vaktine kadar kitabı çevirmiş,
tam bir buçuk saatte, sayfaları. Hiç kimsede ses yok, herkes böyle melûl melûl
bakıyor. Ondan sonra, çevirdikten sonra şöyle yapmış kitabı, kapatmış.
“Ders, âşık karîbe
okutturulacaktı. Burada hepiniz garib, karîb yok içinizde!” demiş. Fatiha demiş,
inmiş gitmiş. Mânâsı bunun? Âşık karîbe… “Ders, Hakk’a yakîn olmuş insanlar
arıyordu, ona okutacaktık, fakat hepiniz uzaksınız. Gelecek seneye kaldı.”
Öyle diyor, Beşeriyet’in Fahri
Ebedisi: Bedeet dinû garîben ve seyeûdu kemâ bedee fetûbî lil gurabâ. Buradaki
garip, Hasan Baba’nın tefsir ettiği garip değil.[14]
Karîp mânâsına olan. “Bu mânâ gariplerle yükseldi, bir gün gelir yine onları
garipler yükseltir. Müjdeler olsun o gariplere.” Bir şey anlatabiliyor
muyum?
Onun içün zaman-ı saadette, çok
yol alan kısım, bunlardandı. Bilal’i ekseri insan bilir de Hilal’i bilmez.
Bunların içinde mesela birçok kimse var ya biri de Hilal’dir. Söylemiştim size
vakti ile ama tekrar edeyim, yabancı arkadaş görüyorum da mevzû ile alakadar.
Söyleyeyim mi? Hilal, o günün zenginlerinden birisinin arabacısı. Onun bir
tabiri vardır ama gelmedi hafızama. Neyse anlarsınız siz. Hastalanmış. Allah... Misal veriyorum da onun
için. Bilmeyiz hükümet-i sübhani de başbakan kimdir? Bilmeyiz ind-i ilahide baş
varlık kimdir. Bizim çook hor gördüğümüz kıymet vermediğimiz, bakarsın ki
Hakk’ın nedimidir. Allah, onun her mesulünü is’âf[15]
eder.
Kibriya ı aşk her mesulumü is’âf eder .
Ben anın fahr-i nedimanı değil de ya neyim, der.
Bilmeyiz ki biz! Bu kubbenin
altında öyle insanlar vardır ki, elini açtığı vakitte sema tirtir titrer.
Anlatabildim mi? Yine elini açıyor acaba ne olacak, der semâ. Hastalanmış. Hudâ,
Sefir-i Kebiri ile haber gönderiyor. Hilal’im hasta, Habib’im gitsin yoklasın.
Ziyaret etsin.
O gün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi bir yere bir hazırlık yaparsa, yani
bir yere gitmek istediğini yanındaki dostları sezerse “Efendim, bir yere teşrif
mi olunacak?” diye heyecanla sorarlar ki gideceği yere müjde götürmek içün.
Hazırlanmaya başlamış, sormuşlar. Hilal’in ismini vermemiş. Orada da bir
incelik var. Hilal’in hizmet ettiği yerin ismini vermiş. Anlatabiliyor muyum?
Hemen koşmuşlar.
“Müjde, demişler. Size Naib-i Hak geliyor.” Adam hazırlanmış, kapının
önünde istikbaline çıkmış. İşte buyurun filan...
“Hilal’e geldim, demiş. Nerede Hilal?”
“Bilmiyoruz.”
“Onun için bu kapıdan içeriye girmem.” demiş. Bir şey anlatabiliyor
muyum? “Hilal’i ben biliyorum nerede olduğunu. Ahır da yatıyor, kapıyı açın,
kendisini ziyaret edeceğim.”
“Efendim, şey...”
“Hayır! Orada ziyaret etmekliğe emir aldım.”
Kapıyı açmışlar, tabi ne yapsınlar, sıkıla filan. Hilal’inde kuvve-i
şammesi acayip. O en son hadd[16]
derece-i hararette yatarken, kendisine sahip değil bir vaziyetteyken, derin bir
nefes almış.
“Bûy-u Cânân geliyor, neredeyim ben, bu aradığım koku her tarafımı
istila etti.”
Ben geliyorum, demiş. “Aman efendim ben dışarıya çıkayım.” Yani orayı
münasip görmüyor.
“Hayır, yalnız da gelmiyorum Allah ile geliyorum. Yerinden de
kıpırdama, olduğun yerde seni ziyaret edeceğim.”
O ona sarılmış, o ona sarılmış. Derya-i rahmet cûşa gelmiş, o gözyaşı
birbirine karışmış. Anlatabildim mi acaba? Bazı serâir tevdi edilmiş. Hulâsa insan
kendisini azat ettirmeli. Azat, azat!
Fahr-i Âlem demiştir ki: من کنت مولا فهذا علي مولا . Ben kimim mevlasıysam Ali’de onun
mevlasıdır.
Bunu ekseriyet yanlış anlamıştır. Şimdiye kadar söylemediğim bir mânâ.
Anlatabiliyor muyum acaba? Gayet ince bir yer burası. Onu zannetmişler ki böyle
işte, Ben kimin efendisiysem, hani bizim bildiğimiz bir şeylik vardır şöyle,
amirlik memurluk sahiplik filan. Öyle değil. O mânâya değil!
من
کنت مولا فهذا علي مولا Ben kimin mevlasıysam Ali de onun
mevlasıdır.
Mevlâ, azat edene denir. Ben kimi nefsinin esaretinden hevasından azat
etmişsem, Ali’de onu azat eder. Bir şey anlatamadım mı yahu? Hür olmak demek, azat olmak demek,
kendisini nefsinin esaretinden kurtarmak demektir. İnsan nefsinin
esaretinden kendisini kurtarmadıkça, ne Hilal’e sarılabilir ne Bilal’e yapışabilir ne de büyük zâtın
peşinden gidebilir. Nefsi büyük bir şeytandır, geniş bir iblistir, çeker de çeker.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
Zevkim yeniden geldi bir yer, bir cümle daha. Bir cümle. Misallen
anlatmak isterim… Yahut Mevlana’nın sözünü söyleyeyim. Daha iyi. Mevlana hani
biliyorsunuz ya senelerdir günleri yapılır, büyük zât. Deden senin deden.
“İnanan kimse, diyor. Hakk’a gönül veren adam, ud gibidir. Udun içi dolu olursa (Yani tanzimatı üstü müstü güzel olursa, teli meli anlatamıyor muyum yahu?) sesi başka türlü olur. Fakat içi dolu olursa udun, odun gibi. Lazım gelen sesi vermez, o işin mütehassısı olanda mızrabı eline almaz. Binaenaleyh, içini Hakk’tan gayrı ne varsa ondan boşaltmış, Hazreti İnsan olmuşsa, onun eli üzerinde Allah’ın mızrabı vardır.” Bir şey anlaşıldı mı?
[1] Hâlet-i
ihtizâr: Ölüm hâli, can çekişme hâli. Sakınılacak hâl.
[2]Asr Suresi 3.
Ayet-i Kerime اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا
بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Meali: Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine
hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır
[3] Gussa:
Gam, keder, hüzün, tasa: Yarın gussa vü gam günlerinde ferah u bî-gam olasın (Eşrefoğlu Rûmî)
[4] Taharri: Arama, aranma, araştırılma, bir şeyi bulmaya çalışma.
[5] Bâzû’l-Eşheb:
Kır renkli, akdoğan. Bâz, doğan denilen şikârî (avcı)
bir kuş: Eşheb, beyaz mânâsındadır. Bâzu’l- Eşheb” deyimi “Allah’ın Doğanı” mânâsında Abdülkadir-i
Geylânî'nin bir lâkabıdır. Yani Mürşidi Kâmil, mecazi mânâda bir kuş gibidir. Zahir ve
batın kanatlarıyla hareket eden “ilim ve hakikat” avcısıdır, gibi...)
[6] Sin: Yaş,
sene
[7] İsra Suresi
44. Ayet-i Kerime تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ
تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يمًا غَفُورًا
Meali: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı tesbih ederler.
O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların
tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.
[8] Mu'dal: (Mu'dıl)
Güç, içinden çıkılmaz, girift.
[9] Nâs iyâlullah:
Halk, insanlar. İyâl, kişinin bakmakla yükümlü olduğu ailesi demektir. İslam
yönetim düşüncesinde halk: “Nâs iyâlullah /Allah'ın ailesi” dir. Yani
insanlara, Allah'ın kulları, emaneti olmaları hâsebiyle merhametle muamele
edilir.
[10] Meskût: Söylenmemiş,
hakkında konuşulmamış, sükût edilmiş. Meskûtün-anh: Meskût geçilmiş, söylenmemiş şey…
[11] Hadis-i
Şerif: « بدأ الإسلام غريبا وسيعود كما بدأ غريبا، فطوبى للغرباء »
«İslām garip olarak başladı ve başladığı hâle geri dönecektir, o hâlde
müjdeler olsun guraba’ya!»
(Muslim, İmân: 145)
[12] Karîb/
Karip: •Çok yakın olan,
uzak olmayan.Yerce ve mekânca uzak olmayan. •Yakın, hısım, akraba, soyca yakın. *
İstilahi olarak: Kariblik /Kurbiyyet /Yakınlık: HAKK'a yakın
olmak demektir.
[13] Mâ-halakallah:(ﻣﺎ ﺧﻠﻖ ﺍﻟﻠّﻪ) i. (Ar. mā “şey”, ḫaleḳa “yarattı” ve Allāh ile mā-ḫaleḳa'llāh)
•Allah’ın
yarattığı her şey, bütün mahlûkat.
• Büyük kalabalık,
cemm-i gafir.
•“Allah ne kadar çok şey yaratmış.” anlamında deyim.
[14] Hasan
Baba'nın “karîb” kelimesinden kastettiği mânâ, Hakk'a yakınlık “garib” ise
Hak'tan uzaklaşmış demektir.
[15] İs'af: Birisinin
arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek.
[16] Hadd:
Hudut. Çizgi. Sınır. Cürüm. Salahiyyet. Şeriatça verilen ceza.
0 yorum:
Yorum Gönder