Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

063. Kaset

 063 (20.09.1959) 67 dk (208)

Vazifeden doğan ahlakın annesi, menşei, mastarı akıl. Aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Tabi, ahlakın bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. Vak’a her konuşmada tekrar ediyorsak da, yine sofranın ekmeği gibi olduğundan bu tarifleri tekrar edeceğiz. Gerek vazife, aşk, akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû bütün ağırlığı ile insan mefhumudur.

İnsan nedir, hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme  geliş gidişinde kendi ihtiyârı var mıdır?

En zor, tarifi en güç, beşeri takatle bütün hüviyeti tam mânâsı ile tarif edilemiyor. Hâle bağlı bir ilim olduğu için, insanı layığı ile de tarif edemiyoruz. Vak’a insan suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüküyorsa da mânâ itibariyle bütün hilkati muhit. Kudret’in her varlığının bir numunesi, kendisinde rekz[1] edilmiş. Bir yüzü âlem-i hikmete, bir veçhesi âlem-i kudrete talik edilmiş.

Âlem-i hikmete ait olan varlığına akıl rehber olarak ihsan edilmiş. Fakat âlem-i kudrete taalluk edilen sahasına gelince akla yol verilmemiş. Oradan sonra aşk ve iman başlıyor. Şimdi insan bir an içün şu mazahirden, havası ile idrak ettiği edemediği varlıktan, kendine doğru içeriye doğru girecek olursa, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuştuğu vücudu ile baş başa kalıp: “Ben kimim, nereden geldim? Kendimi kendim mi yaptım!? (Kendisini yapan her şeyi yapar.) Gelmemde gitmemde ihtiyârım var mı?” 

Hani sordular mı: “Beyefendi bir sahne-i şuhûd vardır, bir dâr-ı iptila vardır. İkbalinde hud’a idbârında fecia gizlenilmiş, bir sahne vardır. Zahirde bal gibi tatlı fakat içinde neler neler neler vardır. Böyle bir yere gideceksiniz, teşrif eder misiniz ?”  diye hiçbirimize sordular mı?

Kezâ neyse, burada da işte filmi çekildi bu sahnede iyiliği kötülüğü, sayılı nefesi, şusu busu filan, nihayet “Hayattan azl oldun!” emri geldi. Semayı deler gibi bakan gözler, yeri ezer gibi basan ayaklar, her anı ile bazen mevcûdâta nazar-ı hakaretle bakan hâller, onlar birdenbire değiştiği vakit, bir bekâ âlemi vardır. Gider misiniz? Teşrif eder misiniz? Sorarlar mı? Sormazlar! Bunları düşünerek, aslını, kendi hakikatini, hakiki hüviyetini, aramaklık heyecanına ahlakta aşk denir. Anlatabildim mi acaba? Yoo arkadaş, bu aşktan bahsediyor.   Beşer bu gayeyi unuttuğundan dolayı inliyor ve daha inler!

Beş altı konuşmadır devam ediyoruz. Akılla hallederiz, dedi insanlık. Edemedi. Aklın yeri ayrı çünkü. “Akılla biz her şeyi hallederiz!” Oraya huzur veremedi. Şurda bir şey var. Huzur yok! İlim, gözleri kamaştıracak kadar ilerledi. Fenni, akla veleh verecek kadar terakki etti. Felsefesi, fikirleri durduracak kadar yükseldi. Semaya çıkmaya karar verdi, belki çıkacak. Büyük Kitab öyle der, çıkacağını haber verir. Ama bugün değil yarın, onu bilmeyiz. Semaya, evet çıkacak, seyyarat âleminde gezecek. Denizin dibinde yürüdü. Çi faide ki, gönüllere huzur veremedi.

Beşer huzur içinde değil. Masası olanın da huzuru yok, kasası olanın da, rütbesi olanında, câhı olanın da hiçbir şeysi olmayanında. Çünkü huzur-u kalp kisbî değildir, vehbîdir. Hudâ “huzur ver” emrini vermedikçe huzur olmaz ki. Beşer burada aldanıyor. “Benim şu kadar servetim olursa ben bilirim ne yapacağımı, şöyle şöyle şöyle!” Hayır kardeşim. Senin eğer eline bir salahiyet geçer de şöyle büyük bir masaya sahip olursan, şöyle böyle filan. Hayır.

Madde ile mânâ  birbirine karışmadıkça, havas ile avamın muvâzenesi yapılmaz. Havas ile avamın muvâzenesi yapılmadıkça, insanlara huzur gelmez. Hesap bu. İşte bu muvâzeneyi yapan müessesenin adına ahlak derler. Anlatabildim mi acaba? Tarifi tekrar yapayım. Madde ile mânâ birbiri ile sarışmadıkça… Ayrılınca ölüyoruz biz değil mi ya? Şu kalıpla mânâmız bir olduğu müddetçe yaşıyoruz. Mânâ  kalıpla alakasını kesince bu madde cife oluyor, hadi bakalım at geç git.

Bizi en büyük bir kitap yapmıştır, buradan herkes ibret… Zaten kendi vücudunu kendi gönlünü okuyamayan bir adam hiçbir şey okuyamaz. Ağırlıktır o. Maddemiz mânâmızla evlenir, mânâmız maddemizle evlenir, hangisini söylersen söyle, bu varlık şöyle olduğu gibi durur. Ayrıldığın an gider. Fende böyle olduğu gibi bütün saha böyledir.  O intisab edecek. Derhal onu ilk önce havas ile avamın muvazenesini yapar.

Havas ile avam muvazene edilince cemiyette… Bunu senelerden beri söylüyorum ve yayın. Allah üç büyük sermaye vermiştir. Hürmet, merhamet, muhabbet. Hangi cemiyette hürmet, merhamet, muhabbet var, yıkılmaya imkân yoktur. Atom matom işlemez. Hiç! Çünkü eşya da müessir-i hakiki eşyanın kendisi değildir, Allah’tır. Onun içün işlemez. Sen o Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde cevher-i akıl diyerekten kullanmış olduğun şey de babamızın evinden gelen bir şey değildir ki!

O kadar mağrur olduğumuz o aklımızla gördüğümüz şey, göster bakalım desem, gösteremezsin. “Efendim dimağın içerisinde filan hücre...” Sayfa numarasını göster. Konuşma benimle öyle. O ampulü tarif etmeye benzer. Dimağ bir ampuldür. Fakat bu ampulü her vakit söylüyorum ya, bir sahrâ-i beyâbanda büyüyen bir adama ışığını elinde ağaç parçası ile çıra ile yapan bir kimseye, hiç böyle bir şey görmemiş, ani birdenbire getirsek gözünü kapayıp da şöyle bir yere oturtsak: “Buraya ne koydun da yakıyorsun!” der. Canım buna bir şey koymamıştır buna ampul denir. Bir elektrik mevzûu vardır. Müspet menfi iki kutup şöyle olur filan, Dürter seni. “Ne konuşuyorsun, ne koydun da yakıyorsun diyorum sana!”  der. Anlatıyorum. Bırak şimdi ne koydun, der. İşte bunun cereyanı filan vardır. Yalnız elli atmış kiloluk kan ve kemik torbasında yuvarlak bir şeyin içerisinde bir şeyi iddia etmenin onun cereyanının nereden geldiğini bilmemek iyi bir netice vermez.  Netice alınmaz.

Mevzûu kaybetmeyelim. Allah insanlık âlemine üç büyük servet vermiştir, sermaye. Evlerden başlayın, büyütün cemiyeti milletlere doğru götürün. Bir aile içeride hürmet merhamet muhabbet yok mu, orada bir şey yok. İsterse o ev ayda bir milyon lira kazansın, günde kazansın, nüvilyon kazansın, asıl sermaye yok. Bir millet de öyle ne kadar yükselirse yükselsin, yükselmez ya bunlar olmayınca yükselmez. Bostan dolabında dönen beygire benzer. Bostan dolabında dönen beygirin gözü bağlıdır. Yürür kendi halinde. “Boyuna yol kat ediyorum.” Hayır! O kat etmiyor, anlatamıyor muyum? Aynı yolda bööyle dönüyor. Oradan kalkıp böyle böyle dönüyor, hiçbir yol katettiği yok. Gözü bağlı çünkü onun. Yükselmez.

Hangi insan camiasında merhamet hürmet muhabbet yoktur, teâli terakkiye imkân yoktur. Kapı kapalı. O da ne ile oluyor? Havas ile avamın muvâzenesi ile oluyor. Bunu en güzel bu muvâzeneyi yapan, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Hazreti Muhammed’dir. Bu muvâzeneyi bu lacivert kubbe altında, en muazzam bir şekilde kuran ve yapan o zât-ı âlâ.

Dün gazetede okudum da oradan aklıma geldi buraya temas ettim. Biz nimetin içinde olduğumuzdan dolayı, nimetin kıymetini bilmeyiz. Medeniyetini taklit ettiğimiz âlem,  taklit ettiğimiz, takdir ettiğimiz... Ne bileyim daha neler söyleyeyim? Âlem.  Dünkü Milliyet gazetesinde yazıyordu. Amerika’da Washington’da en büyük kilisede bugün şu saatte Hazreti Muhammed’in ayini yapılıyor. Bugün. Başpapazı bir doktor, öyle diyor. O, o mânâya gelir artık, o kadarını söyleyebilir. “Biz oraya gönül vermedikçe, dünyada bir yekûn yapamayacağız.” Cümle aynen böyle değil ama meal bu. Cümle şöyle: “Allah’a inanan Müslümanlarla, biz aynı imanı Allah mevzûunda, inanmak mevzûunda birleşmişiz, böyle birleşmedikçe, dünyada bir varlık olaraktan gözükemeyeceğiz.”

Elbette beşeriyeti zulmetten, ücretsiz külfetsiz minnetsiz meydana getiren zât, o değil mi ya? Zuhurundan evvel kâinatın medeniyetine bakalım ne vardı? Sizinle on dört asır evvel fikren bir seyahate çıkalım. Neler vardı? Zayıf kavîden bir defa hakkını alamazdı. Aciz insana tapmak, kaide idi. Hele kadınlık âlemi. Her vakit söylediğim gibi hiiiç kıymeti yok. Hayvan gibi pazarda satılırdı. Aç Yunan medeniyetini, Roma medeniyetini, Ben-i İsrail medeniyetini, ne kadar, İran medeniyetini o günün büyük sahalardaki medeniyetini aç. Kıymet yok; tel dolabı gibi, iskemle gibi, kocası öldü mü mirasçılarına düşer. Miras, matah, dünya matahı gibi götürürler pazarda satarlar.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi geldi, kadın mahall-i tekvindir, dedi.Mükevvine,[2] mükevvin kim? Allah. Mahall-i tekvin, biraz daha Türkçeleştir, sun’-ı İlahi fabrikasının insan dokuma tezgâhıdır. Dokuyan Allah’tır, O’na yakınlığı vardır. Öyle kayıtlar koydu, öyle kurtardı, öyle kurtardı fakat gene aleyhinde bulunduk. Maalesef değil mi? “Çölde yetişen Arap” dedik ha!

Hazreti Muhammed, Hak’tan halka halk suretinde gönderilmiş bir Nebi-i Zişândır. Ne kavmiyetle ne cinsiyetle, ne şununla ne bununla, öyle bizim bildiğimiz şekilde bir şeyi yoktur.

Ücretsiz külfetsiz minnetsiz, zayıf kavîden hakkını alacak, dedi. Hira dağından bir dava açıldı. Lailahe illallah davası. O ne demek? O Lailahe illallah davası. Onun açık Türkçesi: Aciz insana tapılmayacak. Mabudum bir Hak Allah demek, ne demek?  O güne kadar bütün zaleme kendisine taptırıyordu. Kilisedeki puta bir şey demedi. Yirmi maddelik amanname verdi. Ya? Senin iklimi-i vücudunda bir put vardır, en nefsû hiye  sanemû’l-ekber. O putuna taptırtmayacağız.

Beşerde cibillidir firavunluk, mânâ ile terbiye edilmezse. Sen zannetme ki... Hani mesela Firavunu biz ta’yib[3] ederiz, Nemrudu. Ona yapılan muameleyi bize yapsalar, acaba olmaz mıyız firavun? Olmaz mıyız? O saha elimize geçmemiştir de onun içün. Bir yığın insan etrafında secdelere kapansın. “Sen rabsin!” desin. Senden başka yok, desin! Daha şöyle ufacıcık bir mevkiyi alır almaz. Zayıf zayıf yürürken önüne bakarken yürürken bir masaya sahip olunca gerilir. Biraz daha yükselirse, ben fakir semt de büyümüştüm beni herkes tanır der, semtini değiştirir. İşte Onlar firavunluğunun birer işaretidir.

Herkeste vardır firavunluk. Meğerki Allah acıya, mânâ pûtesinde erite, ahlak şevki ile cilalaya, bir insan olaraktan bıraka. Yoksa züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. Makbul değil o. O varken Hak var demek, kolay bir iş değil. Herkesin sahasına göre firavunluğu vardır. Evde zayıf bulur hizmetçiyi hakaret eder. Kolay değildir o mâfevkine karşı köpek olmamak, mâdûnuna karşı kurt olmamak. Hakiki insanı ahlak öyle tarif eder.

İnsan ona derler ki, mâfevkine karşı köpek değil, mâdûnuna karşı da kurt değil. Yani kendisinden bir numara yukarıya karşı köpek, kabul etmez ahlak. Bir numara aşağısına karşı da kurt. Kapar. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Öyle der.

Zalimi mazlum yetiştirir, der. Ve ilk önce mazluma kabahat bulur. Zalimi mazlum yetiştirir, diyor. Onun içün de mânâya gönül verenlerde en büyük suç, zulme karşı divan durmaktır. Ahlak buna hiç kat’iyen yer vermez. Sen, der. Bütün âlem, senin suret-i nakşın olduğunu bil. Neden haddizatında zillete rıza gösterirsin? Zulme rıza zulümdür. Zillete rıza zillettir.

Ahlak, temenniyat-ı zelilâne değil, teşebbüsat-ı merdane arar. Ve bizim dedelerimiz, işte tarihin efendisi olmasındaki hikmet böyle yaşarlardı da onun içün. Hani dedim ya, vazifeden doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Tarihen bizim ecdadımız, şu zulmü gördüğü yere adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z eden dedemiz, hangi ahlaka salikti?  Vazifeden doğan ahlaka mı aşktan doğan ahlaka mı? Aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Ve Onun için çok yol aldılar. Arasında ne fark var?

Vazifeden doğan ahlakta... Biz bugün hepsini baş üzerinde taşırız. Çünkü cemiyet-i insaniye korkunç bir hâle geldi. Korkunç. Ne bileyim ben. Canavarları utandırtacak kadar şekiller meydana geldi. Anasını baltayla öldürür, babasını taşla ezer, mini mini çocuğu denizde boğar atar. Hoca derse kaldırır bıçakla karşısına çıkar ve övünür. Ki dedemiz, değil hocasına bıçakla çıkmak, değil bir yavruyu böyle ufak bir, ne bileyim rezalet içün tepelemek, çiğnemek, yakmak, yıkmak! İnsan hakkını yerine getirdikten sonra hayvan hakkının üzerinde durur.

Açın vakfiyeleri tetkik edin, dedenizin mirasını. Vakfiyelerde göreceksiniz ki filan semte şu kadar ciğer oradaki köpeklere, filan semte şu kadar şey oradaki hayvanata. Ben yetiştim, içinizde yetişeniniz de vardır. Her mahallede üç beş evin kapısının önünde -kapının şıklığını giderir diyerekten düşünmemiş- bir köpek yalağı görürsünüz. Yiyeceğine içeceğine ait. Bir köşe başında bir mola taşı görürsünüz. Binasının önünde o binanın ziynetini kaybedecek demiyor. Vücûd[4] bir vücuda münhasırdır, diyor. Kudret, bana o yükü yüklemedi ama bir adam alnının teri ile rüşvet yemeden, hiç kimsenin ahını almadan, vücudunu vakfetmiş, ciğerlerinin üzerine yükü va’z etmiş, seksen kiloluk bir yükle yahut yüz kiloluk bir yükle gelirken yorulduğu vakit, göz böyle bakar daima: “Nerede bir yer var. Nerede bir yer var?”  Tam hatırlar filan, köşede bir mola taşı vardır, o telkin ile yükün yüz kilosu elliye iner. Acaba anlatabiliyor muyum? Taşıdıysan yük, bilirsin. Derhal elliye iner ondaki hiffet[5] çünkü… Allah öyle der:

[6] وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ    

Habibim, senin zaman-ı Muhammedîne yemin ederim ki, zaman-ı Ahmedîne yemin ederim ki, bütün insanlar hüsrandadır. Ancak hüsranda olmayan insanlar: وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ   İnsanların gönlüne ferah, felaha ait sevindirecek şeyi yapabilenler, Hakk’ı tavsiye edenlerdir.

Deden bunu iyi duymuş. Bir şey anlatamıyorum galiba! O öyle iki yüz adım sonra bir mola taşı var, der. Yüz kiloluk yükü elliye iner. Telkinle. Bunda kaç türlü hâlet-i ruhiyeye maliktir? Canım nasıl iner? Nasıl iner var mı? Ben sana hayatta göstereyim nasıl iner. Yerinden kalkamazsın, evde yangın çıktığı vakitte elli kiloyu kaldırır, pencereden atarsın. Hâlbuki yatakta seni çeviriyorlardı. Yatakta seni çeviriyorlardı, fakat aşağı katta yangın çıktı deyince, bu masayı şöyle kaldırırsın, buradan aşağıya atarsın. Yani deden oraya kadar düşünürdü.

Şimdi, seksen yaşındaki baba evladından nafaka davası açar. Bizim tarihimizde böyle şey gözükmemiştir. Allah düzeltsin. Bizde yok bu. Biz aç doyurmuş, bile bile düşmana merhamet elini uzatmış... Aptal kavim değil, bizdeki kafayı Allah kimseye vermemiş. Hatta bizde kafadan ziyade kalp işler, kalp. Anlatabildim mi acaba? Kalp!

Mesela misal gene, aşktan doğan ahlakta kaç defa söylemişimdir ama münasebet aldı tekrar ediyorum. Biz de o kan hâlâ duruyor. Bunu gösteriyoruz daima. Mehmetçik, saat ile harp etmez, Frenk öyle değildir. Sekiz saat harbini yapar, “Ben vazifemi yaptım yetiştireydin!” der. Anlatabiliyor muyum? Mehmet’in saati yok. Ekmeği verilmesin “Allah!” der doyar. Ayakkabı yetiştirilmesin; nasırından çarık yapar dönmez, imansız giderim, der. Saat… Çünkü aşkta saat olmaz ki. Öteki: “Ben vazifemi yaptım sen yetiştireydin!” der, durur. Şöyle daha anlayabileceğimiz bir cümle ile söyle.

Vazifeden doğan ahlakta, evvela can sonra canan. Aşktan doğan ahlakta, evvela canan sonra can. Bir şey anlatamadım mı? Söylemesi kolay bunların fakat bunu hâl hâline getirebilmek tabi zor. Dedemiz getirmiş. Öyle yaşamış. Bu tarih yazmıştır. Evladını harbe gönderirken anne “Yavrum alnından şehadet haberini beklerim.” Bu ne gördü de bunu söyledi kardeşim. Ciğerpâre evladı, hem ağlıyor, hem gönderiyor. “Şu göğsüm sana helal olmasın, eğer fırsat eline geçer, kudret eline geçer de dönersen.  Senden şehadet haberi bekliyorum. Seninle kâm alacağım.” Bu hangi üniversitede okunur da böyle bir hâl gelir adama. Hangi profesörün sözü ile böyle bir telkinle insanda böyle bir ruh hâsıl olabilir. Var mı böyle bir şey, nedir bu? Öyle annelere ait olan bir camianın torunlarıyız biz.

Dünyanın her tarafında manevi bir zehirli bir gaz sıkıldı. Her tarafında, tabi bize de isabet etti. Yine bizim nakış mevcuttur, üzerine toz konmuştur, şöyle silersek altından parlaklığı gelir. Allah silecek el halketsin. Onlar öyle şey değil. Ahlakın tarifinde bir millet iman ederse, onun tarihi semeredâr[7] olur, der. İman edince...

Buraya nereden girdik, hatırlatın bana bakayım. Şuradan çıktık: Cemiyete insanlığa; Allah, üç büyük sermaye vermiştir. Hürmet, merhamet, ondan doğan muhabbet. Bununla muvâzene oluyor. Havas ile avam muvâzenesi. Bütün dünya onunla dertte işte. Zengin tabaka, fakir tabaka. Fakir tabaka zengin tabakaya düşman, düşman olduğu içün paylaşmak çıkıyor. Fakir tabaka, zengin tabakaya düşman.

Çirkin çirkin nazariyeler meydana geliyor. Kanun önler mi? Önlemez. Kanun adamın yanına kadar gelir, nihayet gelir benim cebimi arar.  Muzır bir evrak var mı, muzır bir kâğıt var mı der, fakat buradan içeriye sokamaz ki elini, buradan içeriye sokan bir şey var. Anlatamıyor muyum? Gelir arar, üzerime bakar, evimi taharri eder, nihayet beni götürür getirir.  Ceplerimi arar, şüphelendiği sahayı arar. Fakat benim varlığım burada değil ki, benim varlığım burada! Buraya girecek eli bulmak lazım. Yaa, buraya girecek eli bulmak lazım!  Onun içün mânâ medeniyeti ile zahiri medeniyet birleşecek. Birleşmedi mi olmaz.

Bütün dünyanın en büyük mütefekkirleri toplansın, en büyük diplomatları içtima etsin, en muazzam iktisatçıları bir araya gelsin, en büyük terbiye tezgâhları çalışsın, en muazzam inzibat teşkilatı kurulsun, yine fayda yok! Olmaz. Olmuyor! Akıl mânâdan soyunduktan sonra işe yaramıyor. Yaradılışındaki gayeyi kullanamıyor akıl. Kötülüğün çıkmasına engel olacak yerde, kötülüğün çıkmasına mani olacak şeyleri birer birer araştırıyor, o engelleri kaldırıyor. Bak belaya! Onun içün dünyada en büyük felaket, tarihi açar okursanız, iyi tetkik ederseniz dünya tarihini, daima mânâdan soyunmuş, büyük akıllar tarafından yapılmıştır.

Akıl çok iyi şeydir, ters kullanıldığı vakitte isyana inkılap ettiği vakitte bir beladır. Mesela dedim ki: Dünya medeniyeti ile mânâ medeniyeti birleşmedikçe beşeriyete huzur yok. Misal ver! Vereyim. Şimdi hepimiz kullanıyoruz… Beşerin zavallı yıkım noktası burdandır. Neye dayanırsın? Kuvvete, der. Nokta-i istinat[8] kuvvet! Yaa, öyle mi? Nokta-i istinat kuvvet! Demek kuvvet Hakk’ta değil, Hak kuvvette. Evet, yıkıldı. Bütün dünya yıkılıyor işte!

İhtirâsât-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirâsât-ı nefsaniye ile cayır, cayır yıkılıyor. Ömür de az zaten, işte geldi gidiyor kardeşim. Dün bugün içün rüya bugün de yarın içün rüya. “Efendim dur bakalım şöyle bakalım”… Onlar öyle züğürt tesellisi onlar. Dur bakalım filan, yok. Ömrü dünya bir dakika, ömrü âdem bir nefes. Kaç yaşındasın? Elli, ortaya bir şey koy, yok! Yok, orta yerde bir şey. Daha o kadar yaşasan bir şey koyamayacaksın. Yazık günah değil mi? Böyle çürüyüp göçmeye mi geldi insanlık âlemi!

Fen sahasında çalışılıyor da niçün mânâ sahasında çalışılmıyor. Evet, bugün görüyoruz ki tıp ilminde ne kadar muazzam, hele cerrahi kısmında varlıklar var. Ölünün gözünü körün gözüne takıyor, gözü işlettiriyor. Kalp üzerinde amele-i cerrahiye yapıyor. Güzel, bunların hepsi… Fakat bu ten üzerinde yapılan bu fevkalâdeliklere, biraz da bunun ruhu üzerinde niçün insanlık âlemi düşünmüyor. İhtirâsât meydan vermiyor ki. Nokta-i istinat kuvvet! Hep bütün bugün, insanların ağzında bu. Hangi kuvvete dayanırsın? Bunun neticesi Hak kuvvette oluyor, kuvvet Hak’ta olmamış oluyor, Kudret’de musluğu sıkıyor. “Hadi bakalım, kuvvetinizle düzelin bakalım!”

Mânâ medeniyetinde nokta-i istinat kuvvet değildir, Hakk’tır. Kuvvetin şe’n[9]inin neticesi boğuşmaktır. Hakk’ın şe’ninin neticesi sarışmaktır. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Yine dünya medeniyetinde hedef menfaattir. Mesela hepimiz, o vaziyette yaşıyoruz. Beşer, tabi bu. Ferdin tekâmülü kâfi değil bu işlerde, cemiyet de tekâmül edecek. Ferdin tekâmülü ile olmaz. İnsanlar, kalpleri birleşip de bir tarafa dönmedikçe olmaz ki imkânı yok. Sen kendi kendini kurtaramazsın. Ağzını kapasan burnundan girer, zehirli gaz. Burnunu kapasan gözünden, mesamatını kapasan tıkar ölürsün. Yaa! O manevi sarî hastalık maddi sârî hastalığa da benzemez. Maddi sârî hastalıkta, kelimesi aklıma gelmedi, kaparsın bir yere, öbür tarafa geçmezler. Manevi de öyle değil ki! Kapasan da geçer. Anlatamadım mı acaba? Yaa, çok zor.

Hedefi menfaat olaraktan tarif ederiz. Rûbe-gû[10] şu işi yapacağız. “Ne menfaati var?” dersin. Öyle deriz. Hah, ihtirâsât-ı nefsaniye hiçbir vakit beşerde tatmin olmaz. Cibillidir o. Ama bir iki insan göstereceksin, istisna kaideye girmez. Bugün mesela bir adamın hiç parası yok. Şöyle elli bin liram olsa şöyle, der. Elli bin olur, yüz bin der. Yüz bin olur, iki yüz bin der. Beş yüz, nihayet binler kalkar milyon, milyonlar kalkar, diğer yukarıya rakamlar daha yukarıya kadar yürür. O iş durmuyor. Demek ki yine boğuşmak meydana geliyor.

Mânâ medeniyetinde hedef menfaat değildir, fazilettir. Beşer dünya üzerinden fenalığı kaldırmak isterse, hedefin menfaat olmadığını, fazilet olduğunu tattırabilecek şekilleri meydana getirsin. Şu iş yapılacak. Ne fazileti var, dersin. Fazilette netice rıza-i ilahidir. Aslım, bu işe ne kadar razıdır. Anlatabildim mi? Benim içim de sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir varlığım var. Ben cemiyet içerisinde herhangi bir çirkinliğimi, şekil yaparak güzelliğe gösterebilsem dahi içimdeki hâkim “Sen alçaksın!” diyor bana. Bu ne dereceye kadar razı olacak?

Gelelim hayata, hayatın tarifine. Madde medeniyeti, hayatı cidal diyerekten tarif eder. Biz de öyle konuşuyoruz ya! “Efendim hayat mücadeleden ibaret!” Herkesin ağzındadır. Allah da diyor ki: (Cidal paylaşmaktır, kardeşim!) “Cidalin neticesi paylaşmak, siz buna razı oldunuz ya, hadi boğuşun bakalım insanlık âlemi. Birbirinizi paylaşmak içün sabah akşam boğuşun!”  Mânâ medeniyetinde hayat o değil. Niçün yaşıyorsun? Düşeni kaldırmak için yaşıyorum. İnleyenin elinden tutmak içün yaşıyorum.

Dünyada en büyük zevk iki şeydir. Başka bir zevk yoktur. Diğer zevkler geçicidir. İki büyük zevk vardır, hayatta. Bu zevki insan “Hayattan azl oldun” emri aldığı vakit filminde görürse daha güzel anlar. İki büyük zevk. Biri iffet namus zevki, biri de infak zevki. Anlatabildim mi acaba? Hayatta zevk ararsanız bu iki zevkten başka zevk yoktur. Ötekiler... Allah öyle Allah’tır ki, bir hadisenin karşısında yirmi sene evvel seni şakır şakır güldürür; yirmi sene geçirdikten sonra aynı hadiseyi diker -başka değil- hüngür hüngür ağlatır.

İki büyük zevk vardır. Biri iffet zevki, biri de infak zevki. Sonra mânâ itibariyle bir zevk vardır, tabi bu zevklere uymaz. Ona da marifetullah zevki denir. O ayrı bir zevk. Onu ayırdıktan sonra, şu sahne-i dünyada bir zevk var mı? Var. Ne? Afif, namuslu, satılmamış bir vaziyette yaşadın mı, ondan büyük zevk yok. Varlığın vardı düşeni kaldırdın mı, ondan büyük zevk yok.

Bu iki zevk; merhameti, hürmeti, muhabbeti doğuruyor. Yüksek tabakada merhamet, tabi aşağı tabaka o merhameti görünce, onun rahmetine karşı hürmet, bir saygı, yüz kızarması... İkisi evleniyor, bir muhabbet denilen çocuk meydana geliyor. Muhabbet de ikiliği orta yerden kaldırıyor. Senlik benlik orta yerden kalkıyor. Ne oluyor? Cemiyet içerisinde huzur oluyor. Bilmem bir şey anlatabildim mi?

O kadar medeniyeti geniş bir milletizdir ki, kendimizi unutmuşuz da... İyi medeniyet ararsan yüksek, senin tarihin çok zengin. Öyle ufak bir tarih değil. Çoook zengin. Yine hatırlatayım size, yine vakfiyelerimize, dedemizin hayırda müsabakaya çıkıp... Biz öyle bir milletiz ki hayırda müsabakaya çıkmışız. Çayırda yarışa değil, hayırda yarışa. Anlatamadım mı acaba? Çayırda değil yarışa, hayırda. Hayırda yarışa çıkmışız.

Birkaç kere söylemiştim, tekrar hatırlatıyorum. Bakarsanız vakfiyelere, o medeniyetini taklit ettiğimiz sahada, maraz-ı akliyeye müptela olanlara yani delilere, “cin çarpmış” derlerdi, yakarlardı. Deden de onların bulunduğu hastahaneye musiki heyeti, o fasıllar tedavi etsin diye paralar yatırmıştır. Anlatabiliyor muyum acaba? Sen ne zannediyorsun kendini? Öyle küçük değilsin. Bizim en büyük kabahatimiz şimdi biz birbirimizi sevmiyoruz.

İhtilâf, bir millerin teâlisi için lazımdır. Hazreti Muhammed de onu tebliğ etmiştir.  

   إختلاف أمتي رحمةﺇ واسع   Fakat o ihtilâf nefislerden olmayacak. Ruhlardan doğacak. Bizim ihtilâflarımız nefislerden. Herhangi bir mevzûda ihtilâf ettik mi körü körüne. “Benim dediğim olacak!” Bırak kardeşim ne senin dediğin olur, ne şey... Allah’ın dediği olur. Gel sen O'nun dediğine kalbini birleştir de hayırla iste, yok değil ki vermesin. Allah da yok mu? İstemesini bil. Fakat kalbiniz birleşmedikçe vermem, diyor. İmkân yok ona.

Canlı misal, bir adamın ismi Ahmed. “A, H, M, E, D” Bu harfler birleşiyor, Ahmed oluyor. O Ahmed, ismini taşıyan zâta, şuradan geçse Ahmed desek derhal böyle döner. “A” desek dönmez. “M” desek dönmez. “D” desek dönmez. Heyet-i umumisini zikrettiğimiz vakitte o müsemma orada anılıyor, dönüyor. Acaba bu adamın hüviyeti, A’da mıdır, H’de midir, M’ de midir, D’de midir? Hepsindedir kardeşim. Biz de kalbimizi birleştirmeden, Allah’a ne kadar müracaat etsek bir şey vermez. Ve bir şey olmaz.

Bizim geri kalmamızın en büyük amili de şudur. Hiçbir vakit birbirimizi severek, iki üç asırdan beri, kalp birleşmesi yapıp yürüyemiyoruz. Biri gelir bir iş yapar, buraya kadar getirir. O senin taklit ettiğin sahadaki zekâ senden üstün olduğundan dolayı değil, fakat onlarda birleşme zevki var. O zevk var onlarda. Buraya kadar getirir, ölür çekilir her neyse gider. Bu âlem, âlem-i fenâdır. Bunun yerine gelen adam buna haset etmiştir. Şurdan alayımda bozukluğu varsa biraz düzelteyim ilerleyeyim, yok. Bu bozuktur der, yine buraya döner. O da buraya... Ömür kâfi değil ki o da buraya kadar getirir. Ya çekilir ya ölür, ondan sonra gelen yine onu sevmez, yine buradan başlar. E ne vakite kadar hep buradan böyle yürüyecek bu! O buraya geldikten sonra buradan gelen de burdan böyle yürümüyor ki, ordan gelir tekrar burdan. O tekrar yine buradan...

Neden olmuyor? İşte sermaye yok. Kaybettik sermayeyi. Birleşme gücümüz… Bir sürü şey söyledik ya bunu kaybettik. Biz bunu kaybettik! Gayet kolaydır. Gayet kolay. Yaşama tarzını öğreniriz, birbirimizi severiz Allah yardım eder. Sevmiyoruz. Sevmiyoruz! Sevmediğimize en büyük işaret, cemiyetten vereyim size. Acı ama içim ağlıyor da onun içün söyleyeceğim. Acı. Nazar-ı dikkatinizi celp ediyor mu etmiyor mu bilmem. Gidelim, hadi söyleyeyim.

Bizim mekteplerden birine gidelim, bir ilk mektebe. Sınıftaki talebeyi kaldıralım. Birinci sınıfta yedi yaşında, altı buçuk yaşında, sekiz yaşında. Götürelim makinanın karşısına, getirelim doktoru. Yokla bakalım. Diyelim seksen kişiyse atmış beşinin ciğerinde leke var. Hadi mübalağalı[11] söyledim ellisinde var. Biraz daha tahfif[12] edeyim kırkında var. Ayakkabılarına bakalım. Muhakkak yüz de otuzunun bağı sicimdendir, iptendir. Gidelim bir ekaliyet[13] mektebine, alalım yüz tane ilk mektebin, ilk sınıfının çocuğunu, kasem edersem hânis[14] olmam belki beş tanesinin yüz kişide beş tanesinin ciğerinde bir şey yoktur. Aynı toprakta, aynı hava da benim memleketimde, benim kucağımda yaşıyor. Memleket benim haddizatında. Anlatamıyor muyum bir şey!

Kış olduğu vakit, kömür ve odun bulunmadığı vakit, seksen yaşında annen, yetmiş yaşında teyzen, doksan yaşında nenen, teneke elinde kömürcü önünde duruyor. Fakat onlardan bir tane göremiyorum ben. Onlardan göremiyorum. Çocuk çalışmak istiyor, evine nafaka götürmek istiyor. Dikkat ediyorum ben. Annesine babasına yardım edecek. Zavallı on yaşında, on iki yaşında, sekiz yaşında. Bir nişan sepeti midir yahut ufacık bir sandık parçası mıdır, elinde nane şekeri, bilmem limon şekeri “beş tane yirmi beş kuruş” diyerekten bar bar bağırıyor. Fakat onların çocuğundan bir tane görmüyorum. Her birisinin bileğinde bir altın bilezik var.

Niçün, bizim kalbimiz birleşip de bu Türk çocuğunu kurtarmıyoruz? Yani ufak bir müessese yapıp buna bir fen, bir sanat öğretmeklikten de aciz miyiz biz? Yahut on tane galeta, dört tane gazete. O da bakarsın ki haddizatında o trende o memur kovalar, altına gider. İki tanesi de altına gitti geçen sene öldü. Ölmesini hadi büyük bir şey, öbür tarafı, “Elbette ölmeliydi!” diyor. “Başımız belaya girerdi, o da satar bu da satar…” Yahu hırsızlık etmiyor! ...

Git onların bulunduğu sahada kasaba, en kıt olduğu vakitte bizim civarın kasapları eti açmaz. Çünkü alan olmaz ki. Fakat oraya onların bulunduğu muhitte, her gün kasap açık. Etin neresi yenir bilinir. Mesela Hazreti Muhammed demiştir, etin şurasına kıymet verin. Yerini tarif etmiştir, kuvvet şurasındadır, der. Ölçülüdür o saha. Etin cinsini bilmiyor. Sonra biz onu götürürüz hayat bilgisi öğretiyoruz diyerekten çarşı çarşı gezdiriyor öğretmen. Ne hayat bilgisi öğrettiriyorsun!

Ben, Gedikpaşa’da bakkallık yaptım kardeşim. Bak sana anlatayım. Gedikpaşa’da ben bakkallık yaptım, anladın mı? Sekiz yaşında gelirdi ekalliyetin çocuğu. “Zeytin var mı?” Var. “Gemlik zeytini var mı?” derdi. Bir gün mahsustan Gemlik olmayan bir zeytini, muvakkat bir zaman içerisinde sonra tashih edeceğim, yalan irtikâp etmem, Gemlik zeytini dedim. “Gölgede zeytin, dedi. Nerenin zeytini olduğunu belli etmez. Dışarıya çıkarda göreyim aydınlıkta.” dedi. Hakikaten gölgede siyah gözükür. Dışarıya çıkardım. “Bu Erdek zeytini, Gemlik zeytini değil.” dedi. Bir şey anlatamıyor muyum, ha? “Bu Erdek zeytini, bu Gemlik zeytini değil.” dedi.

Bizdeki gelir; on yaşında, on iki yaşındaki çocuk “İyisi var mı?” der, var dersin. Elli kuruşluk ver, der. O sorar. Dışarıya çıkar, der. İkisini yan yana getir, der. Çünkü zeytini, birisini zeytin yağlar, gölgeye korsan, birini yağlamadan şeye korsan, aralarında çok fark olur. Ekseriyetle öyle yaparlar, iki fiyat korlar, hâlbuki aynı zeytindir o. Bu o fiyata olmaz mı, der. Hadi hatır içün vereyim, der. O onu bilir, aldanmaz bir defa.

Halbuki benim, öğrettiği Hazreti Muhammed’in kanununda: “Lâ darara velâ dırâr. Aldanmayacaksın aldatmayacaksın.” Ben aldanıyorum, aldatıyorum.  O ne aldanıyor ne aldatıyor. Nasıl hâlledeceğiz işi!

Et yazar reçeteye, buna et yedireceksin, der. O söyler, et ver.  Zavallı parası müsait değildir, vaziyeti müsait değildir. Kemiksiz olsun, der. Kemiksiz olsun deyince kasap karnını verir. O dert yapar adama. Çocuğu tedavi etmiyoruz, çocuğu daha ziyade bir felakete sevk ediyor. Ne doktoru farkındadır ne alanı farkındadır, ne vereni acıyıp da vermemezlik eder. Öbür tarafta herif gelir. “Nuar[15] var mı?” der. Belki içimizde yüz kişinin doksan kişisi bu ismi bilmez. Bana nuar hazırla, der. Tranç[16] var mı, der. O her hayvandan söylediğim şeyler, iki yüz kiloluk bir inekten nihayet beş kilo çıkar. O orasını alır, süprüntüsünü de ben alır götürür yerim.

Birleşsek, kalplerimiz birleşse, gönüller birleşse, birbirimizi sevsek. Ne bileyim! Vücûd bir vücûda münhasırdır. Ayrılık yoktur. Şurada tramvaydan birisi düşse sen böyle yaparsın, Ayyy, dersin. Sana ne o düştü. Hayır, Allah ders kaçırıyor. Birsiniz bir, diyor. Hepiniz “kün” emrinin daire-i merkezindesiniz. Biraz daha tekâmül ederse o acıyı bu vücutta duyar. Yalnız şeklinde kalmaz.

İşte ahlak irade-i ilahiyeye şuurlu bir teslimiyet, kötülükten içtinap, insanlar beyninde[17]  iltizam-ı ülfet, temin-i uhuvvet esaslarını kuran şeyin adıdır. Ne vakit ki biz bu hâle geliriz, yine tarihin eski satvetini[18] bize Allah verir. Biraz şöyle hareket-i fikrîye olsun. Yok, bizde hareket-i fikrîye, şimdiki hâlde.

Acımıyor. Beş liram eksik çıktı, diyor. Elli liralık doktora gidiyor, olmaz diyor. “Beş lira eksik, yok işte bu, şunu sattım da geldim!” Hiç şâfî ismi işler mi? İmkân var mı ona? Hiç işler mi acaba? Sonra netice ne? Herkes bir emir almıştır, istikamet karşı ki çukura marş marş!

Şöyle bir an düşün. Bütün rütbeler, bütün kasalar, bütün masalar, bütün servetler, bütün, varlıklar, nihayet iki arşın çukurun üzerinde toplanan topraktır. İbretini kaçırmıştır Hudâ. Hepsini oraya götürürler korlar. O da çok sürmez, bir iki asır sonra o toprak da dümdüz olur. Zaman gelir asır da sürmeden dümdüz olur. Yanlış anlaşılmasın, bununla beraber servet sahibi olmayalım, yok. Ahlak, zengin ahlaklıyı daha ziyade tutar. Çünkü ahlaksız para ile insanı satın alır da ahlaklı zengin olur da ahlaksızı satın alamaz mı? Fakat âharın zararına zenginliğin aleyhindedir. Başkasının zararına olmanın onu istemez.

Şimdi şurada bir misal vereyim de keseyim. Eski verdiğim misallerdendir. Bunun karşılığında bak ne adamlar da yetişmiş. İstanbul’un eskiden bir Kız Ali Bey’i varmış. Zenginlerinden. O namı ile meşhur. Bu kubbe, bu camia neler yetiştirmiş. Bir anne kız, hicap devri. Sıkılmış, o dünyanın her tarafına girme çıkma usulünü bilmeyen bir aile. Ölmüş kocası kadının, ticaretle meşgulmüş. On beş yirmi sene içerisinde ne bırakmışsa hepsi erimiş. Kıza bir talip çıkmış. Kıza. Bir de giranbahâ[19]  gerdanlığı var. Babası ticaretle meşgulken vaziyetleri müsaitken, bir gerdanlık almış. Kızım ilerde birisine varırsa ona hediye edeyim, diyerekten bir kılade.

Kız annesine demiş ki: “Bizim demiş, vaziyetimiz çok bozuk, şimdi hiçbir şeye, altımız da bir yatak yok.  Böyle gerdanlığı takıp da ortaya çıkmak, bir cinnet alametidir. Bunu satalım da biz zaruri eşyalarımızı alalım.” Peki, denmiş. Götürmüşler, kuyumcu çarşısında müzayedeye konmuş.

Hâlâ devam eder o adet. Çirkin bir şeydir, esnaf arasında. “Efendim bunu müzayedeye koydular da artırdılar da işte hakkım yerine geldi, pisayada.” Aldanmayın sakın öyle olmaz. Ahlak orta yerden kalkınca çok çirkinlikler olur. Oradaki beş on esnaf o malı bilir. Size öğretiyorum bunları, bunların da faydası vardır. Mesela şu on bin liralık bir şey. Orada onların azılı esnafı vardır. “O on bin lira eder ama biz onu bin liraya çıkaracağız. Mal alındıktan bir hafta sonra yahut bir münasip zamanda tekrar aramızda müzayede ederiz artan para taksim edilecek.”  Anlatabildim mi acaba? Böyle yaparlar. Ya Emniyet kalktığı an ne kadar fena. İnsan nasıl huzurla yaşayabilir. Ne yapacaksın böyle bir şey olsa? Ne yapacaksın!

On altından fazlaya çıkarmıyorlar, gayet iyi bir şey olduğu hâlde. İşte tesadüf Kız Ali Bey’de oradan geçiyormuş, kâhyası arkasında. Bakmış, ismet iffet numunesi iki tane Türk kadını, mücessem-i edebi vefa. Hâlinden belli olur, eşya adama söyler, anlatabiliyor muyum? Ehli bilir.

 “Niye duruyor bu kadınlar burada?” demiş, kâhyasına. “Sor bakalım.”

“Efendim bir şey satıyorlarmış da onu bekliyorlar. Kuyumcular arasında on filan dolaşıyor.”

Daha bakmadan, yalnız onların o hâline şöyle bir bakmış. Elli, demiş. “Elli altın var.” Zaten kuyumcular demişler ki: “Ali Bey geldi, biz bunu alamayız artık!”  Altmış demişler,  yüz demiş. Yüz on demişler, iki yüz altın demiş. Herkes elini çekmiş. O gün iki yüz altın han alıyor.

Kâhyaya demiş: “Öde parayı, yalnız bunların adresini öğren bana.”

Parayı ödüyorlar. Adresini de öğreniyor, Gedikpaşa’da çıkmaz sokakta bir cumbalı bir ev. Harap bir yer orada. Bir iki saat sonra Kız Ali Bey gelmiş kapıyı çalmış. Şimdi onlar sevinç içerisinde. Kırık kalbi sevindirmek.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al.

Eğer tükenmez hasra gelmez dâ'imî îrâd lâzımsa.[20]

Belle bunu. En büyük zengin kime derler? Şusu var.  Hayır, hayır! Çok büyük zengin konuşuyoruz, en büyük. Kırık kalp alan adama derler. Anlatabildim mi? Hayatta bir tane iki tane al. Fırsat eline geçtiyse al.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Malum ya burada da gayet güzel konuşmuş bunu konuşan. Allah rahmet eylesin. Arifibillah bir adamdı bunu söyleyen.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Malum ya insanın gözüne gelen sıcak gözyaşı, o burnu şöyle sızlarda bir yaş olur. Bilmem oldu mu hayatta hiç, şöyle burnun sızlar. O burnunun sızlaması, benliğinin kırılmasıdır. O dakikada, o dakika da ne istersen Allah verir. Ama o bir andır kaçar. Onun için der ki Peygamber.  İhden immid dua inder rikka. Öyle bir sızıntı oldu mu derhal kapıyı çal. O anda yoksun sen çünkü kendi kendine. Birdenbire şöyle bir kırılır.

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. O gözyaşı. Hiçbir varlığın alamayacağı bir…  Onu yalnız Allah alır. O inciye, o mücevhere ancak Allah bahâ verebilir. Başkasının kudreti yetişmez. Onun içün öyle söylüyor. İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al. Yani En büyük servetini ver, diyor. Allah’ın müşteri olduğu servetini ver.

(Anlatamıyorum gibi geliyor bana. Gözler donuk da ondan bana öyle geliyor.)

Hasra[21] gelmez, yani vergisi yok, kiracı verdiydi vermediydi, aktıydı, koktuydu, hiçbir böyle bir şeysi yok. Daima kirası artan bir irâd istiyorsan, git ne yap yap. Sirişk-i efşân ver bir kalb-i vîrân al.

Şimdi bu iki kadında kalbi virân. Ana kız tabi sevinmişler. “Allah bak ne kadar büyük ikram etti, biz biraz çamaşır filan zaruri eşya derken biz bununla bir de ev alacağız filan.” Tam o esnada kapı çalınmış. Cumbadan şöyle bir bakmış kız.

 “Eyvah o zât, herhalde caydı, geldi” demiş.  Şeyi alan geldi, demiş. Bir titreme başlamış. Titreyerek kapıyı açmışlar. Annesi açmış.

“Buyurun efendim, bir kusurunu mu gördünüz?”  Hayal onunla işliyor ya. Yani taşı mı düşmüş, filan.

“Hayır hayır! Müsaade ederseniz şuraya biraz gireyim.” demiş. Buyurun, demiş. Soruyor hüviyetlerini kimsiniz siz,  neyin nesisiniz?

Anlatıyorlar: “İşte biz vaktiyle böyle bir kâmil bir zatın ailesiydik Ticaretle iştigal ederdi. Vefat etti. Nihayet biz de bir iş beceremedik, hazırı yedik. Kızıma bir talip çıktı, zaruri eşyasını temin edeyim derken, Allah sizi halk etti ama siz de şimdi galiba?”  “Yok”, demiş.

“Bunu, demiş. Pederi, ben ahirete giderken, ömrüm vefa etmezse, o düğün günü beni anarak, bana bir fatiha okuyarak beni temsil ederek kızıma bunu tak. Güzel böyle vasiyeti var ama bu vasiyeti yerine getirmenin imkânı yok.”

Demiş: “Ben kızınızın bir pederi manevisi olayım. Yine siz o mübarek merhum zevcinizi anarak fatihasını okuyarak, bu gerdanlığınızı kızınızın o cemiyetinde takın, demiş. Bunu takdime geldim.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

Anasının nafakasını vermediği gibi bugünkü camianın o günde böyle eri var. Böyle bir eri var fakat şimdi işin bir tatlı tarafı var. Tabi biz bu mevzûu inananlara konuşuyoruz. Sizin hepinizi, ben inanmış zevki ile konuşuyorum. Yoksa maddenin kesâfetinde boğulmuş, kitabı parasının üzerindeki yüz, beş yüz, bin rakamından başka bir şey tanımam diyen camia, onunla konuşma tarzı başka. Ben onunla da konuşmasını bilirim. Fakat şimdi siz ebediyete inanmış, insanlığa gönül vermiş, hakkın imzasını taşıdığına kani olmuş kimseler olduğunuz içün bu şekilde konuşuyoruz. Bu mevzûa girdik daha doğrusu.

O gece Kız Ali Bey mânâsında bir düğün görüyor. Düğünde o kızın düğünü. Düğünü de Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Muhammed idare ediyor. Eski ananede bir kuşak bağlama vardır. Kuşak. Onun adına şedd derler. Nedir o? Ooo beş konferans vermem lazım. Şimdi dursun, epeyden beridir söyleyecektim bunu ya, dursun. Onun bir şeyi vardır. İnceliği var.

Neyse kuşak bağlanacak. Cenab-ı Peygamber diyor ki: “Ali Bey nerde, diyor. Beraber bağlayacağız.”

Ali Bey’e haber veriyorlar. “Aman ben çıkamam, diyor. Ben suçlu, avâre biçare, yüzü kara bir insanım.”

Yok, diyorlar. Biz emir aldık, Sultan-ı Resul sizi çağırıyor, çıkacağınız. Sıkıla sıkıla. “Gel Ali diyor, gel. Gel, sana bir sarılayım diyor, gel. Gel, koca insan gel. Sen eşyada Hakk’ı iyi müşâhede eden bir zâtsın, gel. Bir yetimi sevindirmek beni sevindirmektir. Beni sevindirmek Allah’a hoşnut olabilecek bir hâlle kabul ettirtmektir, kendisini. Beraber bağlayacağız.” diyor.

O da öyle iki yüz altına, beş yüz altına alınmaz. Milyona da alınmaz bu iş. Bir şey anlatabildim mi acaba?

İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al.
Eğer tükenmez hasra gelmez dâ'imî îrâd lâzımsa.

Kalbini bir yere teslim etmekle olur.

Bu peyalehane-i ışk de onu cebrederse o cebreder
Kadehi şikeste-i hatırın gid-i pir-i lûtf-ü Mugandadır

Kalbi öyle bir hâle getirmek. Bunun izahını da sağ kalırsam haftaya yaparım. Burayı okudum, epey vakit oldu. Zannederim yeter.


[1] Rekz:  Dikme, yere saplayıp sabit kılma. Dikmek, yerleştirmek.
[2] Mükevvin: Yaratan, yapan. Tekvin eden.
[3] Ta'yib/Tâyip: Ayıplama
[4] Vücûd: Sözlükte “var olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd “bir şeyin zihinde ve zihnin dışında
gerçek varlığa sahip olması” veya “bir şeyin aklî tahlil yoluyla belirlenen mahiyeti, zatı” diye tanımlanır.
[5] Hiffet: Hafiflik
[6] Asr Suresi وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿٢﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ﴿٣
Meali: 1. Asra yemin olsun ki, 2. İnsan mutlaka ziyandadır. 3. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır
[7] Semeredâr: Verimli, semereli, kârlı. Ürün veren. Sonuç veren, güzel neticeler doğuran
[8] İstinat/İstinad: Bir şeye dayanma, yaslanma. Güvenme. Bir şeyi delil sayıp bir meseleyi onun üzerine dayandırma.
[9] Şe'n: İş, fiil. Hâl. Bir şeyin gereği. Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri. Emr ü hâl.
[10] Rûbe-gû: Yüzüne karşı söyleyen (Rû: Yüz, çehre, -Gû:  Söylemek, sonuna geldiği kelimelere “söyleyen” anlamı katar.)
[11] Mübalağa: Abartma
[12] Tahfif: Hafifletme.
[13] Ekaliyet: Azınlık.
[14] Hânis:  Yeminini bozan, ahdinde durmayan, Sinen, dönen.
[15] Nuar: Sığır ve dana gibi büyükbaş hayvanların but kısmından elde edilen, yağsız sinirsiz lezzetli bir et çeşididir.
[16] Tranç: Dananın but kısmındaki 5 et türünden birisidir. Kuyruk sokumu ile nuar arasında kalan yumuşak bölümdür
[17] Beyn/ Beyninde:  Arası, arasında, arada.
[18] Satvet: Karşı konulmaz derecede zorlu ve ezici kuvvet, sindirici, boyun eğdirici güç, kuvve-i kāhire
[19] Giranbahâ: Pahalı kıymetli

[20] Yenişehirli Avni
[21] Hasr: Sınırlama. Tahsis etme, ayırma, vakfetme, adama


0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017