063 (20.09.1959) 67 dk (208)
Vazifeden doğan ahlakın annesi,
menşei, mastarı akıl. Aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Tabi, ahlakın
bahsetmiş olduğu aşk, romanda okunan aşk mânâsına değildir. Vak’a her konuşmada
tekrar ediyorsak da, yine sofranın ekmeği gibi olduğundan bu tarifleri tekrar
edeceğiz. Gerek vazife, aşk, akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer
vasıf olması hasebiyle, mevzû bütün ağırlığı ile insan mefhumudur.
İnsan nedir, hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme geliş gidişinde kendi ihtiyârı var mıdır?
En zor, tarifi en güç, beşeri
takatle bütün hüviyeti tam mânâsı ile tarif edilemiyor. Hâle bağlı bir ilim
olduğu için, insanı layığı ile de tarif edemiyoruz. Vak’a insan suret
itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüküyorsa
da mânâ itibariyle bütün hilkati muhit. Kudret’in her varlığının bir numunesi,
kendisinde rekz[1] edilmiş.
Bir yüzü âlem-i hikmete, bir veçhesi âlem-i kudrete talik edilmiş.
Âlem-i hikmete ait olan varlığına
akıl rehber olarak ihsan edilmiş. Fakat âlem-i kudrete taalluk edilen sahasına
gelince akla yol verilmemiş. Oradan sonra aşk ve iman başlıyor. Şimdi insan bir
an içün şu mazahirden, havası ile idrak ettiği edemediği varlıktan, kendine
doğru içeriye doğru girecek olursa, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuştuğu
vücudu ile baş başa kalıp: “Ben kimim, nereden geldim? Kendimi kendim mi
yaptım!? (Kendisini yapan her şeyi yapar.) Gelmemde gitmemde ihtiyârım var
mı?”
Hani sordular mı: “Beyefendi bir
sahne-i şuhûd vardır, bir dâr-ı iptila vardır. İkbalinde hud’a idbârında fecia
gizlenilmiş, bir sahne vardır. Zahirde bal gibi tatlı fakat içinde neler neler
neler vardır. Böyle bir yere gideceksiniz, teşrif eder misiniz ?” diye hiçbirimize sordular mı?
Kezâ neyse, burada da işte filmi
çekildi bu sahnede iyiliği kötülüğü, sayılı nefesi, şusu busu filan, nihayet
“Hayattan azl oldun!” emri geldi. Semayı
deler gibi bakan gözler, yeri ezer gibi basan ayaklar, her anı ile bazen
mevcûdâta nazar-ı hakaretle bakan hâller, onlar birdenbire değiştiği vakit, bir
bekâ âlemi vardır. Gider misiniz? Teşrif eder misiniz? Sorarlar mı? Sormazlar! Bunları
düşünerek, aslını, kendi hakikatini, hakiki hüviyetini, aramaklık heyecanına
ahlakta aşk denir. Anlatabildim mi acaba? Yoo arkadaş, bu aşktan
bahsediyor. Beşer bu gayeyi
unuttuğundan dolayı inliyor ve daha inler!
Beş altı konuşmadır devam
ediyoruz. Akılla hallederiz, dedi insanlık. Edemedi. Aklın yeri ayrı çünkü.
“Akılla biz her şeyi hallederiz!” Oraya huzur veremedi. Şurda bir şey var.
Huzur yok! İlim, gözleri kamaştıracak kadar ilerledi. Fenni, akla veleh verecek
kadar terakki etti. Felsefesi, fikirleri durduracak kadar yükseldi. Semaya
çıkmaya karar verdi, belki çıkacak. Büyük Kitab öyle der, çıkacağını haber
verir. Ama bugün değil yarın, onu bilmeyiz. Semaya, evet çıkacak, seyyarat âleminde
gezecek. Denizin dibinde yürüdü. Çi faide ki, gönüllere huzur veremedi.
Beşer huzur içinde değil. Masası
olanın da huzuru yok, kasası olanın da, rütbesi olanında, câhı olanın da hiçbir
şeysi olmayanında. Çünkü huzur-u kalp kisbî değildir, vehbîdir. Hudâ
“huzur ver” emrini vermedikçe huzur olmaz ki. Beşer burada aldanıyor. “Benim şu
kadar servetim olursa ben bilirim ne yapacağımı, şöyle şöyle şöyle!” Hayır
kardeşim. Senin eğer eline bir salahiyet geçer de şöyle büyük bir masaya sahip
olursan, şöyle böyle filan. Hayır.
Madde ile mânâ birbirine karışmadıkça, havas ile avamın
muvâzenesi yapılmaz. Havas ile avamın muvâzenesi yapılmadıkça, insanlara huzur
gelmez. Hesap bu. İşte bu muvâzeneyi yapan müessesenin adına ahlak derler.
Anlatabildim mi acaba? Tarifi tekrar yapayım. Madde ile mânâ birbiri ile
sarışmadıkça… Ayrılınca ölüyoruz biz değil mi ya? Şu kalıpla mânâmız bir olduğu
müddetçe yaşıyoruz. Mânâ kalıpla
alakasını kesince bu madde cife oluyor, hadi bakalım at geç git.
Bizi en büyük bir kitap yapmıştır,
buradan herkes ibret… Zaten kendi vücudunu kendi gönlünü okuyamayan bir adam
hiçbir şey okuyamaz. Ağırlıktır o. Maddemiz mânâmızla evlenir, mânâmız
maddemizle evlenir, hangisini söylersen söyle, bu varlık şöyle olduğu gibi
durur. Ayrıldığın an gider. Fende böyle olduğu gibi bütün saha böyledir. O intisab edecek. Derhal onu ilk önce havas
ile avamın muvazenesini yapar.
Havas ile avam muvazene edilince
cemiyette… Bunu senelerden beri söylüyorum ve yayın. Allah üç büyük sermaye
vermiştir. Hürmet, merhamet, muhabbet. Hangi cemiyette hürmet, merhamet,
muhabbet var, yıkılmaya imkân yoktur. Atom matom işlemez. Hiç! Çünkü eşya
da müessir-i hakiki eşyanın kendisi değildir, Allah’tır. Onun içün işlemez. Sen
o Hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisinde cevher-i akıl diyerekten
kullanmış olduğun şey de babamızın evinden gelen bir şey değildir ki!
O kadar mağrur olduğumuz o
aklımızla gördüğümüz şey, göster bakalım desem, gösteremezsin. “Efendim dimağın
içerisinde filan hücre...” Sayfa numarasını göster. Konuşma benimle öyle. O
ampulü tarif etmeye benzer. Dimağ bir ampuldür. Fakat bu ampulü her vakit
söylüyorum ya, bir sahrâ-i beyâbanda büyüyen bir adama ışığını elinde ağaç
parçası ile çıra ile yapan bir kimseye, hiç böyle bir şey görmemiş, ani
birdenbire getirsek gözünü kapayıp da şöyle bir yere oturtsak: “Buraya ne
koydun da yakıyorsun!” der. Canım buna bir şey koymamıştır buna ampul denir.
Bir elektrik mevzûu vardır. Müspet menfi iki kutup şöyle olur filan, Dürter seni.
“Ne konuşuyorsun, ne koydun da yakıyorsun diyorum sana!” der. Anlatıyorum. Bırak şimdi ne koydun, der.
İşte bunun cereyanı filan vardır. Yalnız elli atmış kiloluk kan ve kemik
torbasında yuvarlak bir şeyin içerisinde bir şeyi iddia etmenin onun
cereyanının nereden geldiğini bilmemek iyi bir netice vermez. Netice alınmaz.
Mevzûu kaybetmeyelim. Allah
insanlık âlemine üç büyük servet vermiştir, sermaye. Evlerden başlayın,
büyütün cemiyeti milletlere doğru götürün. Bir aile içeride hürmet merhamet
muhabbet yok mu, orada bir şey yok. İsterse o ev ayda bir milyon lira
kazansın, günde kazansın, nüvilyon kazansın, asıl sermaye yok. Bir millet de öyle
ne kadar yükselirse yükselsin, yükselmez ya bunlar olmayınca yükselmez. Bostan
dolabında dönen beygire benzer. Bostan dolabında dönen beygirin gözü bağlıdır.
Yürür kendi halinde. “Boyuna yol kat ediyorum.” Hayır! O kat etmiyor,
anlatamıyor muyum? Aynı yolda bööyle dönüyor. Oradan kalkıp böyle böyle
dönüyor, hiçbir yol katettiği yok. Gözü bağlı çünkü onun. Yükselmez.
Hangi insan camiasında
merhamet hürmet muhabbet yoktur, teâli terakkiye imkân yoktur. Kapı kapalı.
O da ne ile oluyor? Havas ile avamın muvâzenesi ile oluyor. Bunu en güzel bu
muvâzeneyi yapan, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi olan Hazreti Muhammed’dir. Bu
muvâzeneyi bu lacivert kubbe altında, en muazzam bir şekilde kuran ve yapan o
zât-ı âlâ.
Dün gazetede okudum da oradan
aklıma geldi buraya temas ettim. Biz nimetin içinde olduğumuzdan dolayı,
nimetin kıymetini bilmeyiz. Medeniyetini taklit ettiğimiz âlem, taklit ettiğimiz, takdir ettiğimiz... Ne
bileyim daha neler söyleyeyim? Âlem.
Dünkü Milliyet gazetesinde yazıyordu. Amerika’da Washington’da en büyük
kilisede bugün şu saatte Hazreti Muhammed’in ayini yapılıyor. Bugün. Başpapazı
bir doktor, öyle diyor. O, o mânâya gelir artık, o kadarını söyleyebilir. “Biz
oraya gönül vermedikçe, dünyada bir yekûn yapamayacağız.” Cümle aynen böyle
değil ama meal bu. Cümle şöyle: “Allah’a inanan Müslümanlarla, biz aynı imanı
Allah mevzûunda, inanmak mevzûunda birleşmişiz, böyle birleşmedikçe, dünyada
bir varlık olaraktan gözükemeyeceğiz.”
Elbette beşeriyeti zulmetten,
ücretsiz külfetsiz minnetsiz meydana getiren zât, o değil mi ya? Zuhurundan
evvel kâinatın medeniyetine bakalım ne vardı? Sizinle on dört asır evvel fikren
bir seyahate çıkalım. Neler vardı? Zayıf kavîden bir defa hakkını alamazdı.
Aciz insana tapmak, kaide idi. Hele kadınlık âlemi. Her vakit söylediğim gibi
hiiiç kıymeti yok. Hayvan gibi pazarda satılırdı. Aç Yunan medeniyetini, Roma
medeniyetini, Ben-i İsrail medeniyetini, ne kadar, İran medeniyetini o günün
büyük sahalardaki medeniyetini aç. Kıymet yok; tel dolabı gibi, iskemle gibi,
kocası öldü mü mirasçılarına düşer. Miras, matah, dünya matahı gibi götürürler
pazarda satarlar.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi geldi,
kadın mahall-i tekvindir, dedi.Mükevvine,[2]
mükevvin kim? Allah. Mahall-i tekvin, biraz daha Türkçeleştir, sun’-ı İlahi
fabrikasının insan dokuma tezgâhıdır. Dokuyan Allah’tır, O’na yakınlığı vardır.
Öyle kayıtlar koydu, öyle kurtardı, öyle kurtardı fakat gene aleyhinde
bulunduk. Maalesef değil mi? “Çölde yetişen Arap” dedik ha!
Hazreti Muhammed, Hak’tan
halka halk suretinde gönderilmiş bir Nebi-i Zişândır. Ne kavmiyetle ne
cinsiyetle, ne şununla ne bununla, öyle bizim bildiğimiz şekilde bir şeyi
yoktur.
Ücretsiz külfetsiz minnetsiz,
zayıf kavîden hakkını alacak, dedi. Hira dağından bir dava açıldı. Lailahe
illallah davası. O ne demek? O Lailahe illallah davası. Onun açık Türkçesi: Aciz
insana tapılmayacak. Mabudum bir Hak Allah demek, ne demek? O güne kadar bütün zaleme kendisine
taptırıyordu. Kilisedeki puta bir şey demedi. Yirmi maddelik amanname verdi.
Ya? Senin iklimi-i vücudunda bir put vardır, en nefsû hiye sanemû’l-ekber.
O putuna taptırtmayacağız.
Beşerde cibillidir firavunluk, mânâ
ile terbiye edilmezse. Sen zannetme ki... Hani mesela Firavunu biz ta’yib[3]
ederiz, Nemrudu. Ona yapılan muameleyi bize yapsalar, acaba olmaz mıyız
firavun? Olmaz mıyız? O saha elimize geçmemiştir de onun içün. Bir yığın insan
etrafında secdelere kapansın. “Sen rabsin!” desin. Senden başka yok, desin!
Daha şöyle ufacıcık bir mevkiyi alır almaz. Zayıf zayıf yürürken önüne bakarken
yürürken bir masaya sahip olunca gerilir. Biraz daha yükselirse, ben fakir semt
de büyümüştüm beni herkes tanır der, semtini değiştirir. İşte Onlar
firavunluğunun birer işaretidir.
Herkeste vardır firavunluk. Meğerki
Allah acıya, mânâ pûtesinde erite, ahlak şevki ile cilalaya, bir insan
olaraktan bıraka. Yoksa züğürtlük insanı maneviyata sevk eder. Makbul
değil o. O varken Hak var demek, kolay bir iş değil. Herkesin sahasına göre
firavunluğu vardır. Evde zayıf bulur hizmetçiyi hakaret eder. Kolay değildir o
mâfevkine karşı köpek olmamak, mâdûnuna karşı kurt olmamak. Hakiki insanı ahlak
öyle tarif eder.
İnsan ona derler ki, mâfevkine
karşı köpek değil, mâdûnuna karşı da kurt değil. Yani kendisinden bir
numara yukarıya karşı köpek, kabul etmez ahlak. Bir numara aşağısına karşı da
kurt. Kapar. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Öyle der.
Zalimi mazlum yetiştirir, der.
Ve ilk önce mazluma kabahat bulur. Zalimi mazlum yetiştirir, diyor. Onun içün
de mânâya gönül verenlerde en büyük suç, zulme karşı divan durmaktır. Ahlak
buna hiç kat’iyen yer vermez. Sen, der. Bütün âlem, senin suret-i nakşın
olduğunu bil. Neden haddizatında zillete rıza gösterirsin? Zulme rıza
zulümdür. Zillete rıza zillettir.
Ahlak, temenniyat-ı zelilâne
değil, teşebbüsat-ı merdane arar. Ve bizim dedelerimiz, işte tarihin
efendisi olmasındaki hikmet böyle yaşarlardı da onun içün. Hani dedim ya, vazifeden
doğan ahlak, aşktan doğan ahlak. Tarihen bizim ecdadımız, şu zulmü gördüğü yere
adli, cehli gördüğü yere ilmi, inkârı gördüğü yere imanı va’z eden dedemiz,
hangi ahlaka salikti? Vazifeden doğan
ahlaka mı aşktan doğan ahlaka mı? Aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Ve Onun
için çok yol aldılar. Arasında ne fark var?
Vazifeden doğan ahlakta... Biz
bugün hepsini baş üzerinde taşırız. Çünkü cemiyet-i insaniye korkunç bir hâle
geldi. Korkunç. Ne bileyim ben. Canavarları utandırtacak kadar şekiller meydana
geldi. Anasını baltayla öldürür, babasını taşla ezer, mini mini çocuğu denizde
boğar atar. Hoca derse kaldırır bıçakla karşısına çıkar ve övünür. Ki dedemiz,
değil hocasına bıçakla çıkmak, değil bir yavruyu böyle ufak bir, ne bileyim
rezalet içün tepelemek, çiğnemek, yakmak, yıkmak! İnsan hakkını yerine
getirdikten sonra hayvan hakkının üzerinde durur.
Açın vakfiyeleri tetkik edin,
dedenizin mirasını. Vakfiyelerde göreceksiniz ki filan semte şu kadar ciğer oradaki
köpeklere, filan semte şu kadar şey oradaki hayvanata. Ben yetiştim, içinizde
yetişeniniz de vardır. Her mahallede üç beş evin kapısının önünde -kapının
şıklığını giderir diyerekten düşünmemiş- bir köpek yalağı görürsünüz.
Yiyeceğine içeceğine ait. Bir köşe başında bir mola taşı görürsünüz. Binasının
önünde o binanın ziynetini kaybedecek demiyor. Vücûd[4]
bir vücuda münhasırdır, diyor. Kudret, bana o yükü yüklemedi ama bir adam
alnının teri ile rüşvet yemeden, hiç kimsenin ahını almadan, vücudunu
vakfetmiş, ciğerlerinin üzerine yükü va’z etmiş, seksen kiloluk bir yükle yahut
yüz kiloluk bir yükle gelirken yorulduğu vakit, göz böyle bakar daima: “Nerede
bir yer var. Nerede bir yer var?” Tam
hatırlar filan, köşede bir mola taşı vardır, o telkin ile yükün yüz kilosu
elliye iner. Acaba anlatabiliyor muyum? Taşıdıysan yük, bilirsin. Derhal elliye
iner ondaki hiffet[5] çünkü… Allah
öyle der:
[6]
وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ
الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ
Habibim, senin zaman-ı Muhammedîne
yemin ederim ki, zaman-ı Ahmedîne yemin ederim ki, bütün insanlar hüsrandadır. Ancak
hüsranda olmayan insanlar: وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ İnsanların
gönlüne ferah, felaha ait sevindirecek şeyi yapabilenler, Hakk’ı tavsiye
edenlerdir.
Deden bunu iyi duymuş. Bir şey
anlatamıyorum galiba! O öyle iki yüz adım sonra bir mola taşı var, der. Yüz
kiloluk yükü elliye iner. Telkinle. Bunda kaç türlü hâlet-i ruhiyeye maliktir?
Canım nasıl iner? Nasıl iner var mı? Ben sana hayatta göstereyim nasıl iner.
Yerinden kalkamazsın, evde yangın çıktığı vakitte elli kiloyu kaldırır, pencereden
atarsın. Hâlbuki yatakta seni çeviriyorlardı. Yatakta seni çeviriyorlardı,
fakat aşağı katta yangın çıktı deyince, bu masayı şöyle kaldırırsın, buradan
aşağıya atarsın. Yani deden oraya kadar düşünürdü.
Şimdi, seksen yaşındaki baba
evladından nafaka davası açar. Bizim tarihimizde böyle şey gözükmemiştir. Allah
düzeltsin. Bizde yok bu. Biz aç doyurmuş, bile bile düşmana merhamet elini
uzatmış... Aptal kavim değil, bizdeki kafayı Allah kimseye vermemiş. Hatta
bizde kafadan ziyade kalp işler, kalp. Anlatabildim mi acaba? Kalp!
Mesela misal gene, aşktan doğan
ahlakta kaç defa söylemişimdir ama münasebet aldı tekrar ediyorum. Biz de o kan
hâlâ duruyor. Bunu gösteriyoruz daima. Mehmetçik, saat ile harp etmez, Frenk
öyle değildir. Sekiz saat harbini yapar, “Ben vazifemi yaptım yetiştireydin!”
der. Anlatabiliyor muyum? Mehmet’in saati yok. Ekmeği verilmesin “Allah!” der
doyar. Ayakkabı yetiştirilmesin; nasırından çarık yapar dönmez, imansız giderim,
der. Saat… Çünkü aşkta saat olmaz ki. Öteki: “Ben vazifemi yaptım sen
yetiştireydin!” der, durur. Şöyle daha anlayabileceğimiz bir cümle ile söyle.
Vazifeden doğan ahlakta,
evvela can sonra canan. Aşktan doğan ahlakta, evvela canan sonra can. Bir
şey anlatamadım mı? Söylemesi kolay bunların fakat bunu hâl hâline getirebilmek
tabi zor. Dedemiz getirmiş. Öyle yaşamış. Bu tarih yazmıştır. Evladını harbe
gönderirken anne “Yavrum alnından şehadet haberini beklerim.” Bu ne gördü de
bunu söyledi kardeşim. Ciğerpâre evladı, hem ağlıyor, hem gönderiyor. “Şu
göğsüm sana helal olmasın, eğer fırsat eline geçer, kudret eline geçer de
dönersen. Senden şehadet haberi
bekliyorum. Seninle kâm alacağım.” Bu hangi üniversitede okunur da böyle bir
hâl gelir adama. Hangi profesörün sözü ile böyle bir telkinle insanda böyle bir
ruh hâsıl olabilir. Var mı böyle bir şey, nedir bu? Öyle annelere ait olan bir
camianın torunlarıyız biz.
Dünyanın her tarafında manevi bir
zehirli bir gaz sıkıldı. Her tarafında, tabi bize de isabet etti. Yine bizim
nakış mevcuttur, üzerine toz konmuştur, şöyle silersek altından parlaklığı
gelir. Allah silecek el halketsin. Onlar öyle şey değil. Ahlakın tarifinde
bir millet iman ederse, onun tarihi semeredâr[7]
olur, der. İman edince...
Buraya nereden girdik, hatırlatın
bana bakayım. Şuradan çıktık: Cemiyete insanlığa; Allah, üç büyük sermaye
vermiştir. Hürmet, merhamet, ondan doğan muhabbet. Bununla muvâzene oluyor.
Havas ile avam muvâzenesi. Bütün dünya onunla dertte işte. Zengin tabaka,
fakir tabaka. Fakir tabaka zengin tabakaya düşman, düşman olduğu içün paylaşmak
çıkıyor. Fakir tabaka, zengin tabakaya düşman.
Çirkin çirkin nazariyeler meydana
geliyor. Kanun önler mi? Önlemez. Kanun adamın yanına kadar gelir, nihayet
gelir benim cebimi arar. Muzır bir evrak
var mı, muzır bir kâğıt var mı der, fakat buradan içeriye sokamaz ki elini,
buradan içeriye sokan bir şey var. Anlatamıyor muyum? Gelir arar, üzerime
bakar, evimi taharri eder, nihayet beni götürür getirir. Ceplerimi arar, şüphelendiği sahayı arar. Fakat
benim varlığım burada değil ki, benim varlığım burada! Buraya girecek eli
bulmak lazım. Yaa, buraya girecek eli bulmak lazım! Onun içün mânâ medeniyeti ile zahiri medeniyet
birleşecek. Birleşmedi mi olmaz.
Bütün dünyanın en büyük
mütefekkirleri toplansın, en büyük diplomatları içtima etsin, en muazzam
iktisatçıları bir araya gelsin, en büyük terbiye tezgâhları çalışsın, en
muazzam inzibat teşkilatı kurulsun, yine fayda yok! Olmaz. Olmuyor! Akıl mânâdan
soyunduktan sonra işe yaramıyor. Yaradılışındaki gayeyi kullanamıyor akıl.
Kötülüğün çıkmasına engel olacak yerde, kötülüğün çıkmasına mani olacak şeyleri
birer birer araştırıyor, o engelleri kaldırıyor. Bak belaya! Onun içün dünyada
en büyük felaket, tarihi açar okursanız, iyi tetkik ederseniz dünya tarihini,
daima mânâdan soyunmuş, büyük akıllar tarafından yapılmıştır.
Akıl çok iyi şeydir, ters
kullanıldığı vakitte isyana inkılap ettiği vakitte bir beladır. Mesela dedim ki:
Dünya medeniyeti ile mânâ medeniyeti birleşmedikçe beşeriyete huzur yok.
Misal ver! Vereyim. Şimdi hepimiz kullanıyoruz… Beşerin zavallı yıkım noktası
burdandır. Neye dayanırsın? Kuvvete, der. Nokta-i istinat[8]
kuvvet! Yaa, öyle mi? Nokta-i istinat kuvvet! Demek kuvvet Hakk’ta değil,
Hak kuvvette. Evet, yıkıldı. Bütün dünya yıkılıyor işte!
İhtirâsât-ı nefsaniye ile
kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirâsât-ı nefsaniye ile cayır, cayır
yıkılıyor. Ömür de az zaten, işte geldi gidiyor kardeşim. Dün bugün içün
rüya bugün de yarın içün rüya. “Efendim dur bakalım şöyle bakalım”… Onlar öyle
züğürt tesellisi onlar. Dur bakalım filan, yok. Ömrü dünya bir dakika, ömrü âdem
bir nefes. Kaç yaşındasın? Elli, ortaya bir şey koy, yok! Yok, orta yerde
bir şey. Daha o kadar yaşasan bir şey koyamayacaksın. Yazık günah değil mi?
Böyle çürüyüp göçmeye mi geldi insanlık âlemi!
Fen sahasında çalışılıyor da niçün
mânâ sahasında çalışılmıyor. Evet, bugün görüyoruz ki tıp ilminde ne kadar
muazzam, hele cerrahi kısmında varlıklar var. Ölünün gözünü körün gözüne
takıyor, gözü işlettiriyor. Kalp üzerinde amele-i cerrahiye yapıyor. Güzel,
bunların hepsi… Fakat bu ten üzerinde yapılan bu fevkalâdeliklere, biraz da bunun
ruhu üzerinde niçün insanlık âlemi düşünmüyor. İhtirâsât meydan vermiyor ki. Nokta-i
istinat kuvvet! Hep bütün bugün, insanların ağzında bu. Hangi kuvvete
dayanırsın? Bunun neticesi Hak kuvvette oluyor, kuvvet Hak’ta olmamış oluyor,
Kudret’de musluğu sıkıyor. “Hadi bakalım, kuvvetinizle düzelin bakalım!”
Mânâ medeniyetinde nokta-i
istinat kuvvet değildir, Hakk’tır. Kuvvetin şe’n[9]inin
neticesi boğuşmaktır. Hakk’ın şe’ninin neticesi sarışmaktır. Bir şey
anlatabiliyor muyum?
Yine dünya medeniyetinde hedef
menfaattir. Mesela hepimiz, o vaziyette yaşıyoruz. Beşer, tabi bu. Ferdin tekâmülü
kâfi değil bu işlerde, cemiyet de tekâmül edecek. Ferdin tekâmülü ile
olmaz. İnsanlar, kalpleri birleşip de bir tarafa dönmedikçe olmaz ki imkânı
yok. Sen kendi kendini kurtaramazsın. Ağzını kapasan burnundan girer, zehirli
gaz. Burnunu kapasan gözünden, mesamatını kapasan tıkar ölürsün. Yaa! O manevi
sarî hastalık maddi sârî hastalığa da benzemez. Maddi sârî hastalıkta, kelimesi
aklıma gelmedi, kaparsın bir yere, öbür tarafa geçmezler. Manevi de öyle değil
ki! Kapasan da geçer. Anlatamadım mı acaba? Yaa, çok zor.
Hedefi menfaat olaraktan tarif ederiz.
Rûbe-gû[10]
şu işi yapacağız. “Ne menfaati var?” dersin. Öyle deriz. Hah, ihtirâsât-ı
nefsaniye hiçbir vakit beşerde tatmin olmaz. Cibillidir o. Ama bir iki insan
göstereceksin, istisna kaideye girmez. Bugün mesela bir adamın hiç parası yok.
Şöyle elli bin liram olsa şöyle, der. Elli bin olur, yüz bin der. Yüz bin olur,
iki yüz bin der. Beş yüz, nihayet binler kalkar milyon, milyonlar kalkar, diğer
yukarıya rakamlar daha yukarıya kadar yürür. O iş durmuyor. Demek ki yine
boğuşmak meydana geliyor.
Mânâ medeniyetinde hedef
menfaat değildir, fazilettir. Beşer dünya üzerinden fenalığı kaldırmak
isterse, hedefin menfaat olmadığını, fazilet olduğunu tattırabilecek şekilleri
meydana getirsin. Şu iş yapılacak. Ne fazileti var, dersin. Fazilette netice
rıza-i ilahidir. Aslım, bu işe ne kadar razıdır. Anlatabildim mi? Benim
içim de sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir varlığım var. Ben cemiyet
içerisinde herhangi bir çirkinliğimi, şekil yaparak güzelliğe gösterebilsem
dahi içimdeki hâkim “Sen alçaksın!” diyor bana. Bu ne dereceye kadar razı
olacak?
Gelelim hayata, hayatın
tarifine. Madde medeniyeti, hayatı cidal diyerekten tarif eder. Biz de öyle
konuşuyoruz ya! “Efendim hayat mücadeleden ibaret!” Herkesin ağzındadır. Allah
da diyor ki: (Cidal paylaşmaktır, kardeşim!) “Cidalin neticesi paylaşmak, siz
buna razı oldunuz ya, hadi boğuşun bakalım insanlık âlemi. Birbirinizi
paylaşmak içün sabah akşam boğuşun!” Mânâ
medeniyetinde hayat o değil. Niçün yaşıyorsun? Düşeni kaldırmak için yaşıyorum.
İnleyenin elinden tutmak içün yaşıyorum.
Dünyada en büyük zevk iki şeydir.
Başka bir zevk yoktur. Diğer zevkler geçicidir. İki büyük zevk vardır, hayatta.
Bu zevki insan “Hayattan azl oldun” emri aldığı vakit filminde görürse daha güzel
anlar. İki büyük zevk. Biri iffet namus zevki, biri de infak zevki.
Anlatabildim mi acaba? Hayatta zevk ararsanız bu iki zevkten başka zevk yoktur.
Ötekiler... Allah öyle Allah’tır ki, bir hadisenin karşısında yirmi sene
evvel seni şakır şakır güldürür; yirmi sene geçirdikten sonra aynı hadiseyi
diker -başka değil- hüngür hüngür ağlatır.
İki büyük zevk vardır. Biri iffet
zevki, biri de infak zevki. Sonra mânâ itibariyle bir zevk vardır, tabi bu
zevklere uymaz. Ona da marifetullah zevki denir. O ayrı bir zevk. Onu
ayırdıktan sonra, şu sahne-i dünyada bir zevk var mı? Var. Ne? Afif, namuslu,
satılmamış bir vaziyette yaşadın mı, ondan büyük zevk yok. Varlığın vardı
düşeni kaldırdın mı, ondan büyük zevk yok.
Bu iki zevk; merhameti,
hürmeti, muhabbeti doğuruyor. Yüksek tabakada merhamet, tabi aşağı tabaka o
merhameti görünce, onun rahmetine karşı hürmet, bir saygı, yüz kızarması... İkisi
evleniyor, bir muhabbet denilen çocuk meydana geliyor. Muhabbet de ikiliği orta
yerden kaldırıyor. Senlik benlik orta yerden kalkıyor. Ne oluyor? Cemiyet
içerisinde huzur oluyor. Bilmem bir şey anlatabildim mi?
O kadar medeniyeti geniş bir milletizdir
ki, kendimizi unutmuşuz da... İyi medeniyet ararsan yüksek, senin tarihin çok
zengin. Öyle ufak bir tarih değil. Çoook zengin. Yine hatırlatayım size, yine
vakfiyelerimize, dedemizin hayırda müsabakaya çıkıp... Biz öyle bir milletiz ki
hayırda müsabakaya çıkmışız. Çayırda yarışa değil, hayırda yarışa.
Anlatamadım mı acaba? Çayırda değil yarışa, hayırda. Hayırda yarışa çıkmışız.
Birkaç kere söylemiştim, tekrar
hatırlatıyorum. Bakarsanız vakfiyelere, o medeniyetini taklit ettiğimiz sahada,
maraz-ı akliyeye müptela olanlara yani delilere, “cin çarpmış” derlerdi, yakarlardı.
Deden de onların bulunduğu hastahaneye musiki heyeti, o fasıllar tedavi etsin
diye paralar yatırmıştır. Anlatabiliyor muyum acaba? Sen ne zannediyorsun
kendini? Öyle küçük değilsin. Bizim en büyük kabahatimiz şimdi biz birbirimizi
sevmiyoruz.
İhtilâf, bir millerin teâlisi
için lazımdır. Hazreti Muhammed de onu tebliğ etmiştir.
إختلاف أمتي رحمةﺇ واسع Fakat o ihtilâf nefislerden olmayacak.
Ruhlardan doğacak. Bizim ihtilâflarımız nefislerden. Herhangi bir mevzûda
ihtilâf ettik mi körü körüne. “Benim dediğim olacak!” Bırak kardeşim ne senin
dediğin olur, ne şey... Allah’ın dediği olur. Gel sen O'nun dediğine kalbini
birleştir de hayırla iste, yok değil ki vermesin. Allah da yok mu? İstemesini
bil. Fakat kalbiniz birleşmedikçe vermem, diyor. İmkân yok ona.
Canlı misal, bir adamın ismi
Ahmed. “A, H, M, E, D” Bu harfler birleşiyor, Ahmed oluyor. O Ahmed, ismini
taşıyan zâta, şuradan geçse Ahmed desek derhal böyle döner. “A” desek dönmez. “M”
desek dönmez. “D” desek dönmez. Heyet-i umumisini zikrettiğimiz vakitte o
müsemma orada anılıyor, dönüyor. Acaba bu adamın hüviyeti, A’da mıdır, H’de midir,
M’ de midir, D’de midir? Hepsindedir kardeşim. Biz de kalbimizi birleştirmeden,
Allah’a ne kadar müracaat etsek bir şey vermez. Ve bir şey olmaz.
Bizim geri kalmamızın en büyük
amili de şudur. Hiçbir vakit birbirimizi severek, iki üç asırdan beri, kalp
birleşmesi yapıp yürüyemiyoruz. Biri gelir bir iş yapar, buraya kadar
getirir. O senin taklit ettiğin sahadaki zekâ senden üstün olduğundan dolayı
değil, fakat onlarda birleşme zevki var. O zevk var onlarda. Buraya kadar
getirir, ölür çekilir her neyse gider. Bu âlem, âlem-i fenâdır. Bunun yerine
gelen adam buna haset etmiştir. Şurdan alayımda bozukluğu varsa biraz
düzelteyim ilerleyeyim, yok. Bu bozuktur der, yine buraya döner. O da buraya...
Ömür kâfi değil ki o da buraya kadar getirir. Ya çekilir ya ölür, ondan sonra
gelen yine onu sevmez, yine buradan başlar. E ne vakite kadar hep buradan böyle
yürüyecek bu! O buraya geldikten sonra buradan gelen de burdan böyle yürümüyor
ki, ordan gelir tekrar burdan. O tekrar yine buradan...
Neden olmuyor? İşte sermaye yok.
Kaybettik sermayeyi. Birleşme gücümüz… Bir sürü şey söyledik ya bunu kaybettik.
Biz bunu kaybettik! Gayet kolaydır. Gayet kolay. Yaşama tarzını öğreniriz,
birbirimizi severiz Allah yardım eder. Sevmiyoruz. Sevmiyoruz! Sevmediğimize en
büyük işaret, cemiyetten vereyim size. Acı ama içim ağlıyor da onun içün
söyleyeceğim. Acı. Nazar-ı dikkatinizi celp ediyor mu etmiyor mu bilmem.
Gidelim, hadi söyleyeyim.
Bizim mekteplerden birine gidelim,
bir ilk mektebe. Sınıftaki talebeyi kaldıralım. Birinci sınıfta yedi yaşında,
altı buçuk yaşında, sekiz yaşında. Götürelim makinanın karşısına, getirelim
doktoru. Yokla bakalım. Diyelim seksen kişiyse atmış beşinin ciğerinde leke
var. Hadi mübalağalı[11]
söyledim ellisinde var. Biraz daha tahfif[12]
edeyim kırkında var. Ayakkabılarına bakalım. Muhakkak yüz de otuzunun bağı
sicimdendir, iptendir. Gidelim bir ekaliyet[13]
mektebine, alalım yüz tane ilk mektebin, ilk sınıfının çocuğunu, kasem edersem hânis[14]
olmam belki beş tanesinin yüz kişide beş tanesinin ciğerinde bir şey yoktur.
Aynı toprakta, aynı hava da benim memleketimde, benim kucağımda yaşıyor.
Memleket benim haddizatında. Anlatamıyor muyum bir şey!
Kış olduğu vakit, kömür ve odun
bulunmadığı vakit, seksen yaşında annen, yetmiş yaşında teyzen, doksan yaşında
nenen, teneke elinde kömürcü önünde duruyor. Fakat onlardan bir tane
göremiyorum ben. Onlardan göremiyorum. Çocuk çalışmak istiyor, evine nafaka
götürmek istiyor. Dikkat ediyorum ben. Annesine babasına yardım edecek. Zavallı
on yaşında, on iki yaşında, sekiz yaşında. Bir nişan sepeti midir yahut ufacık
bir sandık parçası mıdır, elinde nane şekeri, bilmem limon şekeri “beş tane
yirmi beş kuruş” diyerekten bar bar bağırıyor. Fakat onların çocuğundan bir
tane görmüyorum. Her birisinin bileğinde bir altın bilezik var.
Niçün, bizim kalbimiz birleşip de
bu Türk çocuğunu kurtarmıyoruz? Yani ufak bir müessese yapıp buna bir fen, bir
sanat öğretmeklikten de aciz miyiz biz? Yahut on tane galeta, dört tane gazete.
O da bakarsın ki haddizatında o trende o memur kovalar, altına gider. İki
tanesi de altına gitti geçen sene öldü. Ölmesini hadi büyük bir şey, öbür
tarafı, “Elbette ölmeliydi!” diyor. “Başımız belaya girerdi, o da satar bu da
satar…” Yahu hırsızlık etmiyor! ...
Git onların bulunduğu sahada
kasaba, en kıt olduğu vakitte bizim civarın kasapları eti açmaz. Çünkü alan
olmaz ki. Fakat oraya onların bulunduğu muhitte, her gün kasap açık. Etin
neresi yenir bilinir. Mesela Hazreti Muhammed demiştir, etin şurasına kıymet
verin. Yerini tarif etmiştir, kuvvet şurasındadır, der. Ölçülüdür o saha. Etin
cinsini bilmiyor. Sonra biz onu götürürüz hayat bilgisi öğretiyoruz diyerekten
çarşı çarşı gezdiriyor öğretmen. Ne hayat bilgisi öğrettiriyorsun!
Ben, Gedikpaşa’da bakkallık
yaptım kardeşim. Bak sana anlatayım. Gedikpaşa’da ben bakkallık yaptım, anladın
mı? Sekiz yaşında gelirdi ekalliyetin çocuğu. “Zeytin var mı?” Var. “Gemlik
zeytini var mı?” derdi. Bir gün mahsustan Gemlik olmayan bir zeytini, muvakkat
bir zaman içerisinde sonra tashih edeceğim, yalan irtikâp etmem, Gemlik zeytini
dedim. “Gölgede zeytin, dedi. Nerenin zeytini olduğunu belli etmez. Dışarıya
çıkarda göreyim aydınlıkta.” dedi. Hakikaten gölgede siyah gözükür. Dışarıya
çıkardım. “Bu Erdek zeytini, Gemlik zeytini değil.” dedi. Bir şey anlatamıyor
muyum, ha? “Bu Erdek zeytini, bu Gemlik zeytini değil.” dedi.
Bizdeki gelir; on yaşında, on iki
yaşındaki çocuk “İyisi var mı?” der, var dersin. Elli kuruşluk ver, der. O
sorar. Dışarıya çıkar, der. İkisini yan yana getir, der. Çünkü zeytini,
birisini zeytin yağlar, gölgeye korsan, birini yağlamadan şeye korsan,
aralarında çok fark olur. Ekseriyetle öyle yaparlar, iki fiyat korlar, hâlbuki
aynı zeytindir o. Bu o fiyata olmaz mı, der. Hadi hatır içün vereyim, der. O
onu bilir, aldanmaz bir defa.
Halbuki benim, öğrettiği Hazreti
Muhammed’in kanununda: “Lâ darara velâ dırâr.
Aldanmayacaksın aldatmayacaksın.” Ben aldanıyorum, aldatıyorum. O ne aldanıyor ne aldatıyor. Nasıl hâlledeceğiz
işi!
Et yazar reçeteye, buna et
yedireceksin, der. O söyler, et ver.
Zavallı parası müsait değildir, vaziyeti müsait değildir. Kemiksiz olsun,
der. Kemiksiz olsun deyince kasap karnını verir. O dert yapar adama. Çocuğu
tedavi etmiyoruz, çocuğu daha ziyade bir felakete sevk ediyor. Ne doktoru
farkındadır ne alanı farkındadır, ne vereni acıyıp da vermemezlik eder. Öbür
tarafta herif gelir. “Nuar[15]
var mı?” der. Belki içimizde yüz kişinin doksan kişisi bu ismi bilmez. Bana
nuar hazırla, der. Tranç[16]
var mı, der. O her hayvandan söylediğim şeyler, iki yüz kiloluk bir inekten
nihayet beş kilo çıkar. O orasını alır, süprüntüsünü de ben alır götürür yerim.
Birleşsek, kalplerimiz birleşse,
gönüller birleşse, birbirimizi sevsek. Ne bileyim! Vücûd bir vücûda
münhasırdır. Ayrılık yoktur. Şurada tramvaydan birisi düşse sen böyle
yaparsın, Ayyy, dersin. Sana ne o düştü. Hayır, Allah ders kaçırıyor. Birsiniz
bir, diyor. Hepiniz “kün” emrinin daire-i merkezindesiniz. Biraz daha tekâmül
ederse o acıyı bu vücutta duyar. Yalnız şeklinde kalmaz.
İşte ahlak irade-i ilahiyeye şuurlu
bir teslimiyet, kötülükten içtinap, insanlar beyninde[17] iltizam-ı ülfet, temin-i uhuvvet
esaslarını kuran şeyin adıdır. Ne vakit ki biz bu hâle geliriz, yine
tarihin eski satvetini[18]
bize Allah verir. Biraz şöyle hareket-i fikrîye olsun. Yok, bizde hareket-i
fikrîye, şimdiki hâlde.
Acımıyor. Beş liram eksik çıktı, diyor.
Elli liralık doktora gidiyor, olmaz diyor. “Beş lira eksik, yok işte bu, şunu
sattım da geldim!” Hiç şâfî ismi işler mi? İmkân var mı ona? Hiç işler mi
acaba? Sonra netice ne? Herkes bir emir almıştır, istikamet karşı ki çukura
marş marş!
Şöyle bir an düşün. Bütün
rütbeler, bütün kasalar, bütün masalar, bütün servetler, bütün, varlıklar,
nihayet iki arşın çukurun üzerinde toplanan topraktır. İbretini kaçırmıştır Hudâ. Hepsini
oraya götürürler korlar. O da çok sürmez, bir iki asır sonra o toprak da dümdüz
olur. Zaman gelir asır da sürmeden dümdüz olur. Yanlış anlaşılmasın, bununla
beraber servet sahibi olmayalım, yok. Ahlak, zengin ahlaklıyı daha ziyade
tutar. Çünkü ahlaksız para ile insanı satın alır da ahlaklı zengin olur da
ahlaksızı satın alamaz mı? Fakat âharın zararına zenginliğin aleyhindedir.
Başkasının zararına olmanın onu istemez.
Şimdi şurada bir misal vereyim de
keseyim. Eski verdiğim misallerdendir. Bunun karşılığında bak ne adamlar da
yetişmiş. İstanbul’un eskiden bir Kız Ali Bey’i varmış. Zenginlerinden. O namı
ile meşhur. Bu kubbe, bu camia neler yetiştirmiş. Bir anne kız, hicap devri. Sıkılmış,
o dünyanın her tarafına girme çıkma usulünü bilmeyen bir aile. Ölmüş kocası
kadının, ticaretle meşgulmüş. On beş yirmi sene içerisinde ne bırakmışsa hepsi
erimiş. Kıza bir talip çıkmış. Kıza. Bir de giranbahâ[19] gerdanlığı var. Babası ticaretle meşgulken
vaziyetleri müsaitken, bir gerdanlık almış. Kızım ilerde birisine varırsa ona
hediye edeyim, diyerekten bir kılade.
Kız annesine demiş ki: “Bizim
demiş, vaziyetimiz çok bozuk, şimdi hiçbir şeye, altımız da bir yatak yok. Böyle gerdanlığı takıp da ortaya çıkmak, bir
cinnet alametidir. Bunu satalım da biz zaruri eşyalarımızı alalım.” Peki,
denmiş. Götürmüşler, kuyumcu çarşısında müzayedeye konmuş.
Hâlâ devam eder o adet. Çirkin
bir şeydir, esnaf arasında. “Efendim bunu müzayedeye koydular da artırdılar da işte
hakkım yerine geldi, pisayada.” Aldanmayın sakın öyle olmaz. Ahlak orta yerden
kalkınca çok çirkinlikler olur. Oradaki beş on esnaf o malı bilir. Size
öğretiyorum bunları, bunların da faydası vardır. Mesela şu on bin liralık bir
şey. Orada onların azılı esnafı vardır. “O on bin lira eder ama biz onu bin
liraya çıkaracağız. Mal alındıktan bir hafta sonra yahut bir münasip zamanda tekrar
aramızda müzayede ederiz artan para taksim edilecek.” Anlatabildim mi acaba? Böyle yaparlar. Ya
Emniyet kalktığı an ne kadar fena. İnsan nasıl huzurla yaşayabilir. Ne
yapacaksın böyle bir şey olsa? Ne yapacaksın!
On altından fazlaya
çıkarmıyorlar, gayet iyi bir şey olduğu hâlde. İşte tesadüf Kız Ali Bey’de
oradan geçiyormuş, kâhyası arkasında. Bakmış, ismet iffet numunesi iki tane
Türk kadını, mücessem-i edebi vefa. Hâlinden belli olur, eşya adama söyler,
anlatabiliyor muyum? Ehli bilir.
“Niye duruyor bu kadınlar burada?” demiş, kâhyasına.
“Sor bakalım.”
“Efendim bir şey satıyorlarmış da
onu bekliyorlar. Kuyumcular arasında on filan dolaşıyor.”
Daha bakmadan, yalnız onların o hâline
şöyle bir bakmış. Elli, demiş. “Elli altın var.” Zaten kuyumcular demişler ki:
“Ali Bey geldi, biz bunu alamayız artık!” Altmış demişler, yüz demiş. Yüz on demişler, iki yüz altın
demiş. Herkes elini çekmiş. O gün iki yüz altın han alıyor.
Kâhyaya demiş: “Öde parayı,
yalnız bunların adresini öğren bana.”
Parayı ödüyorlar. Adresini de
öğreniyor, Gedikpaşa’da çıkmaz sokakta bir cumbalı bir ev. Harap bir yer orada.
Bir iki saat sonra Kız Ali Bey gelmiş kapıyı çalmış. Şimdi onlar sevinç
içerisinde. Kırık kalbi sevindirmek.
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al.
Eğer tükenmez hasra gelmez dâ'imî îrâd lâzımsa.[20]
Belle bunu. En büyük zengin kime
derler? Şusu var. Hayır, hayır! Çok
büyük zengin konuşuyoruz, en büyük. Kırık kalp alan adama derler. Anlatabildim
mi? Hayatta bir tane iki tane al. Fırsat eline geçtiyse al.
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver.
Malum ya burada da gayet güzel konuşmuş bunu konuşan. Allah rahmet eylesin. Arifibillah
bir adamdı bunu söyleyen.
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver.
Malum ya insanın gözüne gelen sıcak gözyaşı, o burnu şöyle sızlarda bir yaş
olur. Bilmem oldu mu hayatta hiç, şöyle burnun sızlar. O burnunun sızlaması,
benliğinin kırılmasıdır. O dakikada, o dakika da ne istersen Allah verir. Ama o
bir andır kaçar. Onun için der ki Peygamber. İhden immid dua inder rikka. Öyle bir
sızıntı oldu mu derhal kapıyı çal. O anda yoksun sen çünkü kendi kendine. Birdenbire
şöyle bir kırılır.
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver.
O gözyaşı. Hiçbir varlığın alamayacağı bir… Onu yalnız Allah alır. O inciye, o mücevhere
ancak Allah bahâ verebilir. Başkasının kudreti yetişmez. Onun içün öyle
söylüyor. İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al. Yani En büyük
servetini ver, diyor. Allah’ın müşteri olduğu servetini ver.
(Anlatamıyorum gibi geliyor bana.
Gözler donuk da ondan bana öyle geliyor.)
Hasra[21]
gelmez, yani vergisi yok, kiracı verdiydi vermediydi, aktıydı, koktuydu,
hiçbir böyle bir şeysi yok. Daima kirası artan bir irâd istiyorsan, git ne yap
yap. Sirişk-i efşân ver bir kalb-i vîrân al.
Şimdi bu iki kadında kalbi virân.
Ana kız tabi sevinmişler. “Allah bak ne kadar büyük ikram etti, biz biraz
çamaşır filan zaruri eşya derken biz bununla bir de ev alacağız filan.” Tam o
esnada kapı çalınmış. Cumbadan şöyle bir bakmış kız.
“Eyvah o zât, herhalde caydı, geldi” demiş. Şeyi alan geldi, demiş. Bir titreme başlamış.
Titreyerek kapıyı açmışlar. Annesi açmış.
“Buyurun efendim, bir kusurunu mu
gördünüz?” Hayal onunla işliyor ya. Yani
taşı mı düşmüş, filan.
“Hayır hayır! Müsaade ederseniz
şuraya biraz gireyim.” demiş. Buyurun, demiş. Soruyor hüviyetlerini kimsiniz
siz, neyin nesisiniz?
Anlatıyorlar: “İşte biz vaktiyle
böyle bir kâmil bir zatın ailesiydik Ticaretle iştigal ederdi. Vefat etti.
Nihayet biz de bir iş beceremedik, hazırı yedik. Kızıma bir talip çıktı, zaruri
eşyasını temin edeyim derken, Allah sizi halk etti ama siz de şimdi galiba?” “Yok”, demiş.
“Bunu, demiş. Pederi, ben ahirete
giderken, ömrüm vefa etmezse, o düğün günü beni anarak, bana bir fatiha
okuyarak beni temsil ederek kızıma bunu tak. Güzel böyle vasiyeti var ama bu
vasiyeti yerine getirmenin imkânı yok.”
Demiş: “Ben kızınızın bir pederi
manevisi olayım. Yine siz o mübarek merhum zevcinizi anarak fatihasını okuyarak,
bu gerdanlığınızı kızınızın o cemiyetinde takın, demiş. Bunu takdime geldim.”
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?
Anasının nafakasını vermediği
gibi bugünkü camianın o günde böyle eri var. Böyle bir eri var fakat şimdi işin
bir tatlı tarafı var. Tabi biz bu mevzûu inananlara konuşuyoruz. Sizin hepinizi,
ben inanmış zevki ile konuşuyorum. Yoksa maddenin kesâfetinde boğulmuş, kitabı
parasının üzerindeki yüz, beş yüz, bin rakamından başka bir şey tanımam diyen
camia, onunla konuşma tarzı başka. Ben onunla da konuşmasını bilirim. Fakat
şimdi siz ebediyete inanmış, insanlığa gönül vermiş, hakkın imzasını taşıdığına
kani olmuş kimseler olduğunuz içün bu şekilde konuşuyoruz. Bu mevzûa girdik
daha doğrusu.
O gece Kız Ali Bey mânâsında bir
düğün görüyor. Düğünde o kızın düğünü. Düğünü de Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi
Hazreti Muhammed idare ediyor. Eski ananede bir kuşak bağlama vardır. Kuşak.
Onun adına şedd derler. Nedir o? Ooo beş konferans vermem lazım. Şimdi dursun,
epeyden beridir söyleyecektim bunu ya, dursun. Onun bir şeyi vardır. İnceliği
var.
Neyse kuşak bağlanacak. Cenab-ı
Peygamber diyor ki: “Ali Bey nerde, diyor. Beraber bağlayacağız.”
Ali Bey’e haber veriyorlar. “Aman
ben çıkamam, diyor. Ben suçlu, avâre biçare, yüzü kara bir insanım.”
Yok, diyorlar. Biz emir aldık,
Sultan-ı Resul sizi çağırıyor, çıkacağınız. Sıkıla sıkıla. “Gel Ali diyor, gel.
Gel, sana bir sarılayım diyor, gel. Gel, koca insan gel. Sen eşyada Hakk’ı iyi müşâhede
eden bir zâtsın, gel. Bir yetimi sevindirmek beni sevindirmektir. Beni
sevindirmek Allah’a hoşnut olabilecek bir hâlle kabul ettirtmektir, kendisini.
Beraber bağlayacağız.” diyor.
O da öyle iki yüz altına, beş yüz
altına alınmaz. Milyona da alınmaz bu iş. Bir şey anlatabildim mi acaba?
İki çeşm-i sirişk-i efşân ver. Kalb-i vîrân al.
Eğer tükenmez hasra gelmez dâ'imî îrâd lâzımsa.
Kalbini bir yere teslim etmekle
olur.
Bu
peyalehane-i ışk de onu cebrederse o cebreder
Kadehi
şikeste-i hatırın gid-i pir-i
lûtf-ü Mugandadır
Kalbi öyle bir hâle getirmek. Bunun izahını da sağ kalırsam haftaya yaparım. Burayı okudum, epey vakit oldu. Zannederim yeter.
[1] Rekz:
Dikme, yere saplayıp sabit kılma. Dikmek, yerleştirmek.
[2] Mükevvin:
Yaratan,
yapan. Tekvin eden.
[3] Ta'yib/Tâyip:
Ayıplama
[4] Vücûd:
Sözlükte “var olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd “bir
şeyin zihinde ve zihnin dışında
gerçek varlığa sahip olması” veya “bir şeyin
aklî tahlil yoluyla belirlenen mahiyeti, zatı” diye tanımlanır.
[5] Hiffet:
Hafiflik
[6] Asr
Suresi وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ
الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿٢﴾ اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ﴿٣﴾
Meali: 1.
Asra yemin olsun ki, 2. İnsan mutlaka ziyandadır. 3. Ancak iman edenler, salih
amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye
edenler bunun dışındadır
[7]
Semeredâr: Verimli, semereli, kârlı. Ürün veren. Sonuç
veren, güzel neticeler doğuran
[8]
İstinat/İstinad: Bir şeye dayanma, yaslanma. Güvenme. Bir şeyi
delil sayıp bir meseleyi onun üzerine dayandırma.
[9]
Şe'n: İş, fiil. Hâl. Bir şeyin gereği. Bir şeyin hususiyetinin
fiilî tezâhürü, neticesi ve eseri. Emr ü hâl.
[10] Rûbe-gû:
Yüzüne karşı söyleyen (Rû: Yüz,
çehre, -Gû: Söylemek, sonuna geldiği kelimelere “söyleyen” anlamı katar.)
[11] Mübalağa:
Abartma
[12] Tahfif:
Hafifletme.
[13] Ekaliyet:
Azınlık.
[14] Hânis: Yeminini bozan, ahdinde durmayan, Sinen, dönen.
[15] Nuar:
Sığır ve dana gibi büyükbaş hayvanların but kısmından elde
edilen, yağsız sinirsiz lezzetli bir et çeşididir.
[16] Tranç:
Dananın
but kısmındaki 5 et türünden birisidir. Kuyruk sokumu ile nuar arasında kalan
yumuşak bölümdür
[17] Beyn/
Beyninde: Arası, arasında, arada.
[18] Satvet:
Karşı konulmaz derecede zorlu ve ezici kuvvet,
sindirici, boyun eğdirici güç, kuvve-i kāhire
[19] Giranbahâ:
Pahalı kıymetli
0 yorum:
Yorum Gönder