062 (13.09.1959) 57 dk. (239)
Vazifeden doğan ahlakın
annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da annesi kalp. Akıl, hissin galatlarını
tashih eden kuvveye denir. Mesela güneşi bu kadar görürüz, böyle. Güneşin
bulunduğumuz âlemden ne kadar büyük olduğunu tashih eder akıl. Yalnız, insan
yaratılışı itibariyle, iki âlemle alakadardır. Âlem-i kudret, âlem-i hikmet.
Âlem-i hikmet, bulunduğumuz sahne. Dünya denilen dâr-ı belvâ. Dirliği az, öyle demişler. Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Belki ondan da az ya. Bu sahnede, bu sahada işe yarıyor. İnsana râhî[1]benlik, rehberlik yapabiliyor. Fakat insanın bir veçhesi de âlem-i kudrete taalluk edilmiş. Bir eli âlem-i kudrette, bir eli âlem-i hikmette.
Âlem-i kudrete taalluk eden
sahasına gelince, akla durak mahallinden ileriye yol verilmiyor. Yani aciz
kalıyor orada... Yalnız maddenin kesâfetinde kalanlar, hilkatteki gayeyi
duyamayanlar, geliş ve gidişteki mânâyı idrak edemeyenler, varlıklarını yalnız
elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret zannedenler ki bu elbise,
bu tenin picamesidir bu tenin kendi değildir. Benim sırtımdaki ceket benim
tenim değil. Onu örtmüştür. Bu tende benim hüviyetim değildir. Benim mânâmın
elbisesidir. Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum acaba?
Nasıl bu sırtımızdaki libas,
benim tenimin kendisi değilse, bu tende benim hüviyetimin kendisi değil. Bu
buna elbise olduğu gibi; bu et, kan ve kemik torbası da benim hüviyetimin
elbisesi. Mânâmın elbisesi. Bu, nasıl bu tenden agâh değilse, Şu elbise benim
bu tenimden agâh mıdır? Haberi var mıdır bundan? Yoktur. Benim bu teniminde
benim hüviyetimden haberi yoktur. İşte yalnız kendi teninde kalıp da kendi
hüviyetinden haberi olmayan kimseler, âlem-i kudret dendiği vakitte, ya inkâr
eder ya bön bön bakar.
Hâlbuki çok uzun boylu bir bilgiye,
büyük bir ikâza, irşada da ihtiyaç yoktur. Bu işin tahsili içün,
anlaşılabilmesi içün; öyle geniş bir bilgi, büyük bir ikaz, öyle şey yok. Zira
Kudret, insanın kendisini en büyük bir kitap olaraktan halk etmiştir. İnsan
yok mu? Yani biz. Bizden büyük kitap yok. Nüsha-i kübra. Bunun farkında
olmaksızın, ne bileyim... İnsan da yer içer tenasül eder, hayvan da yer içer
tenasül eder. Bu âlemden insan yalnız böyle mi gelip gitmeli. Bunu ayırıcı bir
sıfat-ı mümeyyizesi yok mu?
Allah bütün mevcûdâtı, bizim
emrimize müsahhar kılmış. O, müsahhar kılmasaydı aya gidilebilir miydi? Ama
daha gidilmedi, gidilecek. Ay daha küçük, ufak bir mahalle, daha nerelere
gidilecek. Hilkatin en ufak sokağının başı o. Ay, kıymeti yok. Daha neler neler
olacak.
Öyle diyor Hudâ: “Ben sizi
kendime naib kıldım, kendi varidâtımla sizi teçhiz ettim. Sıfatlarıma layık
kıldım. Çok kavîyi sizin elinizde çooook, zayıf yaptım.” Öyle değil mi ya!
İnsanlar tutturmuşlar, kuvvet
kuvvet kuvvet! Ya biraz da KUDRET deyin, ne olur! Öküz benden
çok kavî, fakat benim yaptığımı yapabilir mi? Demek ki kuvvette yok iş. Anlatamıyor muyum
bir şey? Öküz benden kuvvetli değil mi? Üüü! “Efendim, kuvvet kuvvet kuvvet!” Amma
kuvvetin şe’ninin[2]
neticesi boğuşmak.
Sen, kuvveti Hak’ta tanımaz
da Hakk’ı kuvvette tanımaya çalışırsan yıkıldı işte, cemiyet onun içün yıkılıyor.
Bütün
insanlık âleminde inlemek kesilmiyor. Bunu her konuşmamızda söylüyoruz. Gönül
ister ki yayılsın. Buraya dikkat edin, bunu hemen hemen her konuşmamda tekrar
ediyorum. Bugünkü insanlık âleminde, acınacak bir hâl var. Mevzîi konuşmuyorum,
bütün dünya sekenesi üzerinde.
İlmi ilerledi. Fenni, ooo
ayyuka çıktı. Felsefesi fikirleri
durdurdu. Fakat insanlara huzur bulunamıyor. Şuraya, huzur! Servet bizâtihi nimet
değil. Bazı insanlar yanlış düşünürler: “Şu kadar geniş servetim olursa, bu
kadar yüksek bir rütbem olursa, şu kadar büyük bir câha malik olursam,
dediklerimi yaptırırım, şöyle ederim, böyle olur filan...” Hiçbirisi olmaz. Huzur kisbî değil çünkü.
Olsa da yine huzurun olmaz. O vehbîdir, o. “Benim şu kadar milyon liram
olsa ben bilirim yapacağımı!” Yapsan da yine buranda huzurun olmaz. Huzurun
geliş yeri ayrı.
Servet bizâtihi nimet değil,
hatta bazen adamda nikmet de doğurur. İyi adamken icabında kötü de
olabilirsin. Ters anlaşılmasın, servete sahip olmayın mânâsına değil. Her vakit
söylüyoruz. Ahlaka göre, servet en büyük bir nimettir amma vasıta-i nimettir.
Bir yerle aran iyi olacak, onu sana iyi yerde kullandırtacak. Anlatabildim mi
acaba? Bir yerlen aran iyi olacak onu iyi yerde kullanacaksın.
Kuvvetin de öyle. Gayet geniş
bir pazuya sahipsin, fakat o kuvveti zalime uşak olaraktan sarf edersen, keşke olmasaydı. Zalim seni satın almış,
keyfine kullanıyor. Boyuna kuvvetini sarf ediyor. Keşke olmasaydı o kuvvet.
Anlatamıyor muyum?
Geniş bir servete malik
olmuşsun fakat ruhun arzusuna sarf edemiyorsun da daima nefs-i emmarenin
dediklerini yapıyorsun. Keşke çoook zavallı olsaydın! Ama kuvvetin olmuş, o
kuvvet, mazlumun tarafında zalimden inen yumruğa siper olmuş. Böyle duruyor.
Aman ne güzel kuvvet.
Servetin olmuş, ruhtan gelen
emirlere itaat etmiş. Hak namına infak edilmiş. Beşeriyetin düşmüşü kaldırılmış,
güzel. Bilmem anlatabiliyor muyum? Çok ince bir iş bu. Çünkü onların hepsi
bizim değildir. Hepsini alır. Allah’ın. Hiçbir şeysini vermez. Öyle bir âdeti
vardır ki, hiçbir şeysini bırakmaz.
[3] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ diyor. “Mirasçı Benim, diyor. Ver bakalım.
Mirasçı Benim.”
[4] لَقَدْ جِئْتُمُونَا
كَمَا خَلَقْنَاكُمْ اَوَّلَ مَرَّةٍۘ Öyle der, kendisi. “Benim tarafımdan anlat
bakalım.” diyor Beşeriyetin Fahr-i Ebedisine. Çok darb-ı mesel getirir
hakikatleri birer birer insanın önüne kor. Ve onun içün mazaret kabul etmez.
Allahû Teâla emirlerinde nehiylerinde katiyen mazeret kabul etmez. Hukuka
riayet edin, demiş. Edilmedi mi efendim, şöyleydi… Hiç dinlemez.
Sonra yeri gelmişken
söyleyeyim, Allah öyle der: “Ben herkese merhamet ederim, rahmetim gereği. Yalnız
hasetçiye merhamet etmem. Bir adamda haset huyu var mı, kat’iyen rahmetimden
bir şey beklemesin. Etmem, diyor. Bütün fenalıklarda oradan çıkar. Etmem, hasid
insana Ben merhamet etmem.” diyor.
Çünkü haset, insanın en büyük
sermayesini, çalar. Nedir o? Muhabbet. Haset eden adam da insanlığa ait bir
muhabbet yoktur. Muhabbeti kaldırdığından dolayı Allah’ın merhametine layık
olmuyor.
“Bir kimsenin kalbinde kin
var, diyor. Kin, haset var. Bu kul, Bana ne diye ibadet yapar!” diyor.
Anlatabildim mi? Burasını, söylemediğim bir yerdir, iyi dikkatle dinle burayı. “İbadet,
Bana sevgi ile yapılır. Ben kulun ibadetini, Bana sevgisi mukabili kabul
ederim. Beni seviyor da yapıyor, derim. Beni seven kalpte kin olur mu? Hem Ben
oturacağım hem kin oturacak. İstemem, der. Ne diye bana ibadet eder. Ben
sevginin nişanını isterim!” der, Allah.
Muhabbet, bunu hemen hemen
her konuşmada tekrar ediyoruz. Muhabbet ne vakit ki kalkar, yıkım başlar.
Bir camia, bir cemiyet birbirini seviyor mu muhakkak yaşar. Sevgi azalmaya
başladı mı çökecek. Bekle! Yahut çökmüş de iskeleti durur. Var zannedersin.
Muhabbet. Evvela diyor,
muhabbet rızayı gösterir. Onun içün tarif ederler. Ahlakçıda sermaye
aşktır. Tabi bu aşkı anlıyorsunuz, romanda okunan aşk değil. O ayrı. Şöyle
insan âsûde kaldığı vakitte, kendi âleminden içeriye gittiği zaman, hilkatine
nazır olur. “Kimim?” demeye başlar. İçinden ebed sedasını duyar, aslına doğru
bir tahârri zevki gelir. Bilmek, bulmak, olmak: Taalluk etmek, tahalluk
etmek, tahakkuk etmek anlarıyla tecelliye başlar. İşte onun adına, o aslını
aramak heyecanına aşk denir.
Öyle bir makama getirir ki
aşk insanı, doğrudan doğruya, kendi hakikatında, kendi hüviyetinde… Öbür
tarafına kelime yok. Tarif edemeyeceğim. Yalnız şöyle bir şey söyleyeyim
misalden bir şey anla. Kelimesini bulamadım fakat misal anlatır. Şurada bir
ayna var, secde ediyorsun; aynada kendini görüyorsun, şöyle secdeye kafanı
koydun fakat ayna var. Kaldırdığın vakitte kimi görüyorsun aynada? Anlatamadım
mı acaba bir şey? Bunun kelimesi yok. Harfi yok, elfâzı yok, sedası yok. Bizimde
buraya kadar konuşmamız doğru değil ama geldi. Yani sen hakikat itibariyle o
kadar büyük bir hüviyete maliksin.
Hayatında sakın satılma.
Sakın nefs-i emmarenin azıcık bir varlığına, kendini feda etme. Öyle bir misal
verdim ki, gayet kuvvetli bir misaldir,
yaa! Mevcûdât senin sebebine var olmuştur kardeşim. Hudâ, hilkat-ı âleme bizi
sebep kıldığından dolayı, bizden istediği vardır, istediği. Biz buraya; vurmaya
dövmeye, sövmeye, kırmaya, isyan etmeye, insanlığı inletmeye, insan haklarını
ezmeye... Hatta bize ait olan vasıflarda yalnız insan hakkı değil, bütün zerrâtın
hukukunu sorarım, diyor Allah. Bırak insan hakkını.
Deden, o haklara riayet
ederekten yaşadığından üç kıtada hükümdar idi. Nazım-ı dünya[5] idi. Belki sen beğenmezsin
dedeni ama çok beğen çok, çok. Tarihin en eski efendisi. Aşktan doğan ahlaka
salik olarak yaşamış. Evvela canan sonra can, demiş. Bizden çok kavîydi. Çok da
parası vardı. Fakat oğlum serbest istiklal-i ruhisine malik olarak yaşasın, diyerek
bütün varlığını da vakfetmiştir. Açarsanız vakfiyeleri hayran olursunuz, şaşar
kalırsınız. Biz bugün anamızın nafakasını vermiyoruz. Evladımıza bakmıyoruz.
Bırak şimdi sen, öteyi beriyi. Evlat babasına bakmaz, babası evladına bakmaz.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi,
öyle demiştir. İnsanın evladında Allah hususi bir koku va’z etmiştir, ona
cennet kokusu, derler. Hiçbir gün kokladın da duydun mu o kokuyu? Duysa
çocuğu kitler de sinemaya gider mi? Gazete yazar; yandı yakıldı, çıkamadı
bilmem şöyle... Senin nenen öyle miydi?
Öyle diyor Fahr-i Âlem, öyle
diyor. “İnsanın yavrusunda buy-u cennet vardır.” diyor.
İmam-ı Haseneyn’i öpüp
kokluyorlarmış, birisi demiş ki: “Ya Resulullah, benim de çocuğum var ama böyle
sevmem.”
“Sen rahim değilsin!” demiş. Çok,
o kadar halim, o kadar şefik olan zât-ı âlâ hiddet göstermişler, yani gücüne
gitmiş. “Sen rahim değilsin. İnsanın yavrusunda cennet kokusu vardır, o kokuyu
duyamadın mı? Sen rahim değilsin.”
Sonra o derinleşecek. Yalnız
kendisinde kalırsa, kıymetten gene düşer. En nâs iyâlullah, bütün nâs
Hakk’ın iyâlidir. Her mini mini yavruyu kendi evladın kadar seveceksin.
Yetimin elinden tutun, derler. Yetim dendiği vakitte muhakkak üç yaşında, beş
yaşında, yedi yaşında değil. Yetim, niçün yetim diyor? Kendini
kurtaramadığından, diyor. Elli yaşına gelir de kendi kendisini kurtaramaz,
zavallı bir kimse olur, Hak indinde yetimdir. Seksen yaşında olur da yine
yetimdir. Anlatamıyor muyum acaba? O muhabbet sermayesi ara yerden kalktığı
vakitte, hiç kimse kimseye sahip değil. Onun üzerine Hudâ da: “Hadi bakalım!” diyor.
“Devreniz, devre-i insaniyet değildir. İnsanlıktan istifa ederse bir camia
lazım gelen hakkını görür.” der. Olmaz, huzur olmaz. İnsanı huzura
kavuşturan varlığın adına, ahlak denir. Anlatabildik mi acaba?
Bundan ibaret değiliz biz.
Cisim ve suret harap olduktan sonra o harabenin içerisine nur girer. Şeddadi
bir bina yaptır, zemin katına alt katına filan haddizatında buraya güneş
girmiyor, dersiniz elektrikle oturursunuz. Misallerden de ters bir şey
anlamayın. Yani büyük bir bina yaptırmayalım, o mânâ değil, misal vermek içün
konuşuyorum. Konuşmamı çünkü hariçte bozuyorlar, benim kulağıma ters geliyor.
Ben öyle söylemedim ki. Onun içün de böyle düşüne düşüne konuşuyorum, düşüne
düşüne. Ne kadar zor? Mevzû da ağır.
Viranelikte bir kulübe vardır;
tenekeden yapılmıştır, damından güneş girer, tenekenin arasından girer, açmış olduğun pencereden girer. Güneş girmemiş
bir yeri bulamazsın. Neden? Orada varlık yok. İnsan da bir binadır, eğer bu binasını
Hak’ta harap etmezse, güneşi alamaz. Oraya hakikat güneşi girmez, karanlıkta
kalır, anlatabildik mi? Ona misal üçün getirdik. Binayı kaldırdığın dakikadan
itibaren, güneş hüüp girer. Ne kireç kalır, ne kerpiç kalır. Yani cisminde
sıfat-ı nefsani kalmaz. Sıfat-ı ruhani kalır, işte o vakit insana huzur gelir.
Getirebilirsen gayet iyi. Öyle demiş onun için Fuzûlî:
Nem
var ki laf edem özümden
Mahveyle
beni benim gözümden.
Eski konuşmalarımda bir misal
vermiştim, bugünkü mevzûu biraz daha iyi anlatabilmek için o misali verelim. Sen
“benim” diye yaşarsın, bu bir hayaldir. Evet. Denizin dalgası, deniz bazen
şöyle bir rüzgârların, dibinden kaynar dalga olur. O bazen kararır, koyu bir
bir vaziyette pek muazzam bir haşmetle şevketle, sahile vurur şırapp. Lisan-ı hâli
ile o dalga, benim vücûdum var diye gelir. Deniz de ona güler. O vücûd benim,
der. Anlatamıyor muyum? O kendi kendine şırapp. Bir an sonra bir sükûnet gelir.
Dalga… Ama fotoğraf makinasını al, dalganın fotoğrafını çekersin, bütün geliş
tarzını görürsün, bir varlık görürsün. Fakat bir an sonra bakarsınız ki, hep
deniz. Senin varlığında hep O'dur. Kendine vücûd[6] verme, ara yerde
gürültüye gidersin.
Şuraya bir direk dikelim,
direk. Şurada bir gölgesi olur. Onun resmi de çıkar, fotoğrafı da çıkar. Fakat
onun üzerinde bir iş yap bakalım. Bir şey yapamaz. Zevâl vaktinde o gölge
nereye gitti? Gölgeyi bulamazsın zevâl vaktinde. Direğe gitti, direğe. Onun bizâtihi
vücûdu yoktur. Onun içün sakın Kudret’le azamet yarışına kalkma. İnsanlık âleminde
ah alma. Anlatabildim mi acaba? Alma! Birikmiş ahların vebalinden, manevi vücûdunu
büktürtme!
Kudret, öyle Kudrettir ki,
zaman seni bir yere eğip büküp atmadan, derlen toplan. Öyle bir an olacak ki,
bir yudum su dahi içemeyeceksin. Vallahi içemeyeceksin! Öyle bir an olacak ki,
bir yudum suyu dahi verdirtmezler. İçemezsin, içemeyeceksin! E bu kadar muvakkat
ve aşikâr olan bir sahne içerisinde beşeriyet niçün birbirine sarılmıyor! Onu
biz görüyoruz, bu uzak bir şey değil ki. Bir gün gelecek zaman her birimizi
derleyecek toplayacak, bir kenara atacak. Ve bir yudum su içmeye de müsaade
etmeyecek. Ve içemeyeceksin!
O hâlde nazargâh-ı İlahi olan
gönlünü kinden ve kerâhetten temizle. Hakiki sahibi baksın. Gönlünü kin ve
kerahetten temizle. Görüleceği gör. Çok aç olan bir kimseye
ekmek verilirse ağzından önce gözüne götürür. Öper, ondan sonra yer. Biz çok
tokuz da, gaflet toku ama… Anlatabildim mi acaba? Gaflet şarabı ile mest
olmuşuz, nimeti görmüyoruz! Nedir o en büyük nimet? İnsan yapmış yahu! Bir
şey yapmakta senin kudretin var mı? Kendini kendin yaptın mı? Kendini kendin
yapmışsan her şeyi yaparsın. Çok aç bir kimse tasavvur et, şöyle birkaç gün aç
kalmışsın, böyle bakıyorsun, bir lokma ekmek verildiği vakitte ilk önce böyle
gözüne götürürsün. Öper, bir defa gözüne vurursun ha, ondan sonra yemeye başlarsın.
Yine bu gölge misalini
verdiğim gibi bir misal daha vermiştim size. Bugünkü konuşma ile alakadar. Sık
sık getiririm amma yabancı arkadaş gördüğüm için tekrar etmek mecburiyeti
oluyor mevzû da. Belki içinizde biz dinledik diyenleriniz de vardır. Dinlense
de bu sofranın ekmeği.
Şimdi burada ben
konuşuyorum. Şuradan da bir insan
geçiyor. Benim konuşmam ya hoşuna gitti veya gitmedi. Onda o serbest. İstîdâdına bağlı. Durdu: “Şu
konuşan adamın suratını göreyim.” dedi. “Kim bu?” Tanımıyor beni. Gelmeye
başladı, burada da iki nöbetçi var. Paldır küldür gelirken dur dediler. “Ne
istiyorsun?” “Konuşanın suratını göreceğim.” “Göremezsin.” “Niye, göremezsin?” “Bize öyle emir verdiler. Nöbetçiyiz biz,
göremezsin!” Ben boyuna devam ediyorum konuşmaya, onlar da münakaşa ediyorlar.
Derken oradan aynaya baktı. “Şu aynada gözüken kimse mi konuşuyor.” “Evet, o konuşuyor.” “Eh gördük!” dedi.
Gördü mü beni? Beni mi
gördün? Anlatabiliyor muyum bir şey. Yok, beni görmedi. Beni mi gördü? Beni
görse ben taaddüt mü ediyorum, bir burada bir orada mıyım ben? “İyi ama sizin
işte hayalinizi gördü, sizin resminizi gördü, sizin aksinizi gördü.” Güzel!
Benim hayalim, benim aksim,
benim resmim benim aynımın kendi midir? Evet kendidir. Ben çekildiğim vakit
yok. Gayrıdır. İki yerde mi vücudum var? Ben oraya çıktığım vakitte yahut sen şuradan
kalkıp aynaya bakıp da o tecellide kendini gördüğün vakitte senin çıkan kısmın
orada tecelli ettiği zaman aynanın sathı nerede? Aynanın sathı var ya. Senin
kaplayan kısmındaki sath-ı ayna nereye gitti? Bir şey anlatamıyorum galiba?
Ama fotoğrafımı çekti, benim
hududât-ı vechiyem, hareketim, rengim, anlatış tarzım, tamamıyla oradan aynen
aldı. Ve hariçte birisi beni tanıyana da götürmüş olsa, buyurun dedi, ha bu filanın resmidir, dedi.
Yabancılık göstermedi. Ama beni mi? Burada bir yere getiriyorum, kaç sefer
söylüyorum, çözmüyorum. Kendin çöz. İyi ama öbür tarafını da anlatsana. Niye
anlatayım beş dakikada? Oraya kadar getiriyorum, bunun öbür tarafını kendin
anla. Anlatayım mı? Bugün de olmaz.
“Ohh!” dedi, gördüm ya şu zâtı,
sokmuyorlardı ama gördüm. Şu insanı gördüm.”
Biri de geldi eline aldı
kocaman bir kaya, şırak dedi aynaya şıngır! Ayna olduğu gibi kırıldı. Benim
kendim olsaydı orada? Bak inceliğe dikkat et. Benim kendim eğer orada olmuş
olsaydı, ne olacaktı? Zarar olacaktı bana. Ayna kırıldı ama bana bir zarar var
mı? Oradaki ayna kırıldı. Bende zarar var mı, bana? Yok. Bana ne var? Bana
fayda var. Nedir o faydası?
Beni buraya çıkaran bana dedi
ki: “Ayna kırıldı, ben seni buraya çıktığın vakitte demiştim ki: Yalnız aynaya
bakıp konuşacaksın. Şimdi serbestsin artık. Kaldır bakalım başını yukarıya.
Kaldır bakalım bu tarafa. Dön arkana, şeş cihet, altı cihete bak, cihetten
kurtul bana bak!” Bir şey anlatabiliyor
muyum? Buraya kadarını söylemiştim de bir cümleyi söylememiştim. Bugünkü
konuşmamda bir cümlenin daha an yerini size anlatmış oldum.
Ya, insan bu âleme öyle gelip
gidivermemeli. Güvercinler de eşini, aşını, işini bizden iyi bilir. İnsan böyle
bir güvercin gibi gelip gitmeye razı olur mu? Bazı insan vardır ki: “Efendim şööyle
der, kuş gibi gelip gitmeli!” Yok azizim. Kuş gibi niye gidiyorsun? Kuş
yapmamış ki seni Allah kuş gibi gidesin. İnsan yapmış. Niye kuş gibi
gidiyorsun. Niye o kadar basit bir, vazî bir hâle kendini sokuyorsun. Kuş gibi
gitme. İnsan gibi git. “Ruhu menfûh ile tekrim ettim, diyor Hudâ. Kerremna
tacını giydirdim.” Melek sana secde etmiş. Sen kendini öyle küçük görme. Ama
istifa edersen ne yapalım zorla da değil ki o!
Buraya şurdan girdik. İnsanlık âleminde huzursuzluk, muhabbetin
kalkmasından ileri gelmiştir. Muhabbet de niçün kalkmıştır, insanlar kuvvete
tapmaya başlamışlardır. Hakk’ı bırakmış kuvvete tapmış. Ne vakit kuvvete
tapmaktan Hakk’a tapmaya başlar, işi Allah düzeltir, insan düzeltmez.
Anlatabiliyor muyum acaba? Derhal!
Nasıl ki insan birdenbire
kopkoyu bir kış görse de hiç yazı görmese, öyle bir hâl olsa, farz-ı muhal
konuşuyoruz. Ona dense ki: “Yahu sen şimdi böyle bunu şikâyet ediyorsun ama
böyle soğuk moğuk. Üç ay sonra, bunu da çıkarırsın, onu da çıkarırsın.” Hiç
katiyen inanmaz. Çünkü hep onu görmüştür. Vaktaki o hâli görünce haa, der.
Bütün mevcûdât da Allah’ın Celâl
ve Cemâl tecellisi arasındadır. Beşeriyet nankörlüğe başladı
mı ilk kendi cinsini bütün mahlûkatı inlemeye başladı mı derhal Celâl gelir. O
tecellide Enbiya da başını keser. O öyle bir kılıçtır ki dokunur diye korkar.
Ahlaken vaziyetini değiştirdiği vakitte o tecelli birdenbire değişir, Cemâl
olur. O vakit şeytan da külahını açar bir şey toplar. Anlatamıyor muyum acaba, yaa!
Onun için ahlakçılar der ki: Hakiki
insanın sermayesi aşktır. Aşk! Anlattığım şekildeki aşk. Romandaki aşk
değil. Sermaye o, diyor. Binaenaleyh maşukunun rızasında olan âşık, ne talib-i
izzettir ne talib-i zillettir.
Hudâ diyor ki: “Beni
seviyordun değil mi? Ufak bir musibet verdim günlerce kederlendin. Beni seven
adam da o keder olur muydu? Yalancısın!” diyor. Aman bu imtihanlara katmasın.
Acaba anlatabiliyor muyum? Kederi bırak “Beni seven de” diyor. “Keder olduğu vakitte kederi… Sen, alelâde
bir insana âşık olsan, dişin ağrısa ani görsen ağrın durur senin, diyor. Ağrı
durdu, diyor. Ya sen, Bana âşıktın ya! Sana şöyle ufacıcık bir sarsıntı yaptık,
yapınca kederinden yanına varılmıyor. Sen yalancısın!” diyor. Anlatamadık mı
acaba? Zordur bu işler ama tatlıdır. İçeriye girdikten sonra zor. Onun içün Kendisi
öyle demiştir.
Men lem yerzâ bîkazâihî ve
lem yesbir alâ belâihî ve lem yeşkûr alâ niamâi fel yettehiz rabben sivâi. “Benim,
diyor idare tarzım öyle cebirli değil. Olur ya diyor sen Benim Allahlığımı
beğenmezsin! Benim idarem hoşuna gitmez. Bu kadar açık konuşuyorum. Zorluk yok
diyor, buyurun. Gelin hesap görelim. Benim sende nem varsa ver. Senin de Bende
ne alacağın varsa al, haydi arş! Benim hududumun haricine çık, git. Benden
başka bir Allah ara bul!” Böyle de bir emri var.
Hülâsa, insanların çektiği
benliklerindendir. Soyunmak. Ben sizin hepinizi mânâya gönlünü
vermiş, hakikati aramaya kendisini vakfetmiş kanaati ile konuşuyorum. Bu
sözler, maddenin kesâfetinde boğulan,
kitabı parasının üzerindeki rakam olan sınıf, bu sözlerden bir şey
anlamaz. Onlarla konuşma tarzı da gene ayrıdır. Ama şimdi öyle bir muhatapla
karşılaşmadığımdan dolayı bu şekilde konuşuyorum.
Size bir misal vereceğim.
Öyledir, böyle değil ama bozmuş olacağım. Onun müsaadesiyle bozayım ama
getiremedim. Yunus Emre. Koca Türk, sonra manevi büyük makama sahip olanlardan dört
büyük zât var, derler. Biri de buymuş
işte, senin deden. Yunus Emre. Anlatamadım mı acaba?
Mevlana gibi bir adam,
Amerika’da kürsüsü var. Beynelmilel kendisini, gününü işte, günü geldi günü
yapıldı. Papa: “Hristiyaniyet namına karşısında hürmetle eğiliyorum, bütün âlem-i
Hristiyaniyet hesabına.” dedi. Şöyle göğsün kabarmadı mı? Ya bunlar ufak birer
cümledir amma bunlar birer mesele.
Kezâ, işte üç beş gün evveli
gazeteler yazdı. Amerika’da Washington’da en büyük kilisede başpapazı da hem
din adamı hem ruhani hem maddi bir doktor olduğu hâlde, bütün dünya muvâcehesinde[7] “Hazreti Muhammed Peygamber-i
Hak’tır.” dedi. “O kadar rahim bir zâttır ki, amcasının
ciğerlerini yiyen Hind’e de aman vermiştir, affetmiştir, dedi. Böyle bir zâta Peygamber
denmez de ya ne denir!” diyor. Uzun, kilisede vaaz ederken, dünya
karşısında. Elbet çünkü herkes ona borçludur. Muallim-i yegâne-i medeniyet
hakikatte odur. Herkes ona borçlu. O başpapaz da hem dünyayı bilen hem mânâyı
bilen adam.
Allah daha neler
söylettirecek? Anladınız mı? Bu ufak bir iş değil. Sen böyle ufak bir hadise olaraktan
kabul etme. Çocuk üç sayfalık kitap okuyor da, bekçi çağırır gibi çağırıyor.
Elfâz-ı[8] tevkirî[9] ile zikrediyor, en büyük
kilisesinde değil mi ya! O gördü ki herkes Ona muhtaç. Şöyle kullanıyor cümleyi:
“Ben, bütün edyânı[10] inceliklerine vakıf
olarak tetkik ettikten sonra onun Peygamber-i Hak olduğunu ilan ediyorum.” diyor. E, onu tetkik edince görüyor ki Hazreti
İsa’yı o berât ettirmiş. Hristiyaniyet borçlu bir defa. Hazreti İsa’ya piç
derlerken! “Büyük bir varlıkla tecelli etmiş, Ruhullahtır.” demiş. Bir Peygamber-i
muazzamdır, demiş. Annesi bir Peygamber annesidir, demiş. İsmet-i iffet
numunesidir, demiş. Berât ettirmiş, herkes ona borçlu. Medeniyet ona borçlu
yani ya!
Nerede kalmıştık? (Yunus Emre)
Neresinde kaldık, Yunus Emre ama bir yere uğradık? Mevlana gibi bir adam. Mahsustan
soruyorum, iyi dinliyor musunuz diyerekten. Cümlenin durak yeri bu. Kâinata
kabul ettirtmiş, günü yapıldığı vakitte; Papa da, Hristiyaniyet namına,
karşısında hürmetle eğiliyorum büyük insan, demiş. Cümle burada kaldı.
O zât öyle, diyor. Göreydim
diyor, vaktiyle şu cümlesini, böyle de bir tokat vurmuş kendisine. Ahh, demiş
okurken. Cümlesi de şu: Et ile kana büründüm, Yunus diye göründüm. “Benim
yazdığım ciltleri bir cümlenin içerisine sokmuş bu büyük adam. Utanırdım
yazmaya!” diyor. Anlatabildik mi acaba? Şimdiye kadar konuştuğumun cümlesini
veriyorum size. Topluyorum konuşmayı
artık. Konuşmayı topluyorum. İşte onun bir şeysini söyleyecektim. Gelmedi orası
da tabi.
Mevzû; benlik, haset, sahte
varlığın insana vurmuş olduğu ağır darbe. Bugünkü konuşmamızın mevzûunun…
İnsan ne vakit yıkılıyor? Ne vakit yaratırım sevdası geliyor, ne vakit ki kendilerinde
nefis benliği başlıyor, Kudret tokatlamaya başlıyor. Benlik! Yalnız Yunus’un
söylemiş olduğu cümlenin meali bu. Kendisini ben aynen nakledemeyeceğim
hafızamdan çıkmış.
“Geç ak ile karadan...” Ondan
sonra Yaradan geliyor, anlatabildim mi acaba? Bunu başka bir cümle ile söyleyelim.
Olmasa kibr ile riya, sensin
ol beyti Kibriya.
Bunu, hadise ile ispat
edelim. Zevkim var da. Ser-i[11] tûmâr-u[12] Evliyaullahın[13] başında gelir, İbrahim
İbni Ethem namında bir zât vardır. Vaktiyle
padişah, Belh hükümdarı Türk hükümdarlarından Belh. Nasıl çekilmiş o
hükümdarlıktan da, ahlakın en büyük üstadı olmuş. O şimdi uzun sürer, vaktimiz
yok. Eskiden konuşmuştuk, anlattık çok. Buna diyorlar ki, bir sohbeti esnasında:
“Sizin hükümdarlığınız var, şöhret afak-ı cihan ünvanınız var.”
Öyle ya. Şu dünya zevkinden,
dünyada ahlakın son sınıfında neşelenmiş insanlara ait bir yerdir. Madde
kesafetinden kurtulamayanlar henüz bu zevki anlayamazlar, dudağını büker. Onlarla
da başka konuşma şeklini ben bilirim, şimdi onun lüzumu yok.
Şöyle diyorlar. “Bir gün bir
duvarın dibinde oturuyordum, dalmıştım. (Artık neye dalmış? Bize değil.) Bir adam
geldi üstüme işemeye başladı. Gül suyu gül suyu, dedi. Bir zevk aldım, bir
başka bir tecellide kaldım, onu anlatamam.” Ama sen deli dersin, aptal dersin,
ahmak dersin yahut kuvvetin kudretin varsa derhal kalkar tepelersin. Maamâfih
mukabele etmeklik de yine şey o başka iş o. O ayrı bir iş. O aşk işi.
Köpekçi Hasan Baba, Allah şefi-i
ahiret etsin, sözü iksir gibi bir adam. Bir gün Saraçhane’den doğru geliyormuş.
Orada da bir paşa konağı varmış. Paşa çıkmış konağından arabasına binecek, o
esnada… -(Bilirsiniz) Gayet dumanlı ten
gömlek incir vardır. İstanbul’da kalmadı. Hemen hemen kökü kurudu. Çok güzel
incir o ten gömlek. Rast gelmiyorum hiç bahçelerde de yok galiba.- O inciri
görmüş. Paşa anlıyor şeyden… Durdurmuş. Hasan Baba da oradan geçiyormuş. Bakmış
tablaya: “İncir mincir, tak boynuma zincir.” demiş. Paşa bundan teşeüm[14] etmiş. Yani hoşuna
gitmemiş. “Ben kabul etmiyorum” demiş. Şöyle bir bakmış, “hehee” demiş. “Ona
zincir-i aşk derler azizim, her itin boynuna takılmaz!” demiş. O ayrı bir iş.
Yani aşk dedim de, o ayrı bir iş.
O Hasan Baba ki, insan
acayip, türlü türlü sıfatlara, türlü türlü tecellilere mazhar olan hilkat var
bu âlemde. Abdülhamid devrinde bir kiliseyi tamir etmiyorlar. İrade çıkmıyor.
Patrikhane izin istiyor şu istiyor bu istiyor. Başmabeyinci[15], seryaveri, iltimasçı
koymuşlar irade etmiyor Abdülhamid. Nihayet patriğe demişler ki:
“Fatih’te Köpekçi Hasan Baba
vardır, ona müracaat ederseniz sizin işiniz olur.” Üç tane despot[16] göndermiş. Elini öpmüşler.
Patriğin selamını söylemişler. Anlatmışlar.
“Üç küfe ekmek getirin buraya!”
demiş. Ekmekler gelmiş. İşte ismi üzerinde “köpekçi” o vakit İstanbul’da çok
köpek var. Yüksek sesle bir “Gelin”, kumandası vermiş. Sultan Selim’den,
Aksaray’dan, Fatih’ten, üüü sürü halinde böyle. Doğrayın, demiş. Doğramışlar. “Bir
kâğıt kalem getirin bana.” demiş.
Getirmişler.
Sultanım, darıltırsın İsa’yı
Musa’yı, eğer yapmazsan kilisayı. Altına Köpekçi Hasan demiş.
Verin, demiş. “İrade bugün çıkar.” Hakikaten vermişler o günde irade çıkmış.
Böyle tuhaf bir adam. Neyse şimdi bize lazım gelen yeri söyleyelim de mevzûu
keselim.
Bir de demiş: “Bir gemide
seyahatte idim. Seyahatte idim. Biri kalktı, yakamdan çekti kalk oyna bakalım
bizi eğlendir, dedi. Öyle bir zevk aldım ki, bunu da anlatamam. Yine bir
seyahatte idim, param bitti, orada bir han odasında kalabilecek hiçbir şeyim
kalmadı. Bir caminin son cemaat yerinde bu akşam barınayım, dedim. Gece geldi
kayyim beni tuttu. ‘Burası han mı bekâr odası mı herif başka yer bulamadın mı!’
dedi bir tekme vurdu attı dışarıya. Bir de o vakit zevk aldım.” diyor.
Bir de Almanların terceme
edip de “Hâlâ bıraktığı yerden bir hadde ilerleyemedik.” demiş olduğu Marifetnâme
sahibi İbrahim Hakkı Hazretleri vardır. Onun birinci kısmı fenne taalluk eder,
ikinci kısmı ahlaka taalluk eder. Muazzam bir adamdır. Yüz küsur kitap
yapmıştır. Elimizde iki üç tanesi vardır, diğerleri Fransız
kütüphanelerindedir.
Ona da soruyorlar: “Sen
diyorlar hayatında en tatlı geçirdiğin bir an var mı?”
“Bir defa oldu.” diyor. “Karım
hastalandı, doktor dedi ki: ‘Bunu şehre götürmezsen bu iyi olmaz.’ Şehre
götürdük. Öyle de bir zamanım ki tecelli öyle iktizâ etmiş, para bitti, kirayı
veremedim. İki aylık oldu, üç aylık oldu, damdan yağmur yağıyor, damı yaptır
diyemiyorum, çünkü kirayı veremedim. Bir şiddetli yağmur günüydü, karım vaz’-ı
haml[17] etti, çocuk dünyaya
getiriyor. Yağmur da sanki bardakla bizim odaya boşanıyor. Şemsiyeyi açtım,
böyle tutuyordum, üzerinde böyle duruyordum. Ev sahibi gelmiş ‘Utanmaz herif,
ne vakit parayı vereceksin!’ diye kapıyı vuruyor. Eeh demiş öyle bir zevk aldım
ki bundan da daha ileri bir zevk bulamadım.”
Şimdi bunun hikmetini de
anlatayım mı buraya kadar anlattık. Yaa! Hikmeti var bunun. Neden zevk bulamıyor?
“Eğer diyor, benim nefsim üzerimde olsaydı, ben tamamıyla Hak’ta boşalmış
olmasaydım, ben bundan bir acı hissederdim. Demek ki benim vücûdum orta yerden
kalkmış ki, ben acı hissetmedim.” Bir şey anlatabildim mi?
Öyle ya beşeri torba olduğu
müddetçe bunlara tahammül edilir mi? Tahammül edilmez. “Ben demek ki tamamen bu
varlığı nasıl olsa vereceğim, Allah’a verdim. Ben orta yerden kalktıktan sonra tesiri
kalmadı işin.” Ahlak insanın benliğini, buralara kadar teâli terakki ettirip
kaldırır. İyi intisap edilebilirse.
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1]Râhî/Rehî:
Yolla ilgili, yola âit. •Yolcu, seyyah • Uşak, hizmetkâr, yanaşma.
[2] Şe’n:
İş, yeni olan hal. Şan. Tavır.
Hâdise. Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
[3] Hicr
Suresi 23. وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ
الْوَارِثُونَ
Meali: Biz, elbette biz diriltir ve öldürürüz, sonunda asıl
varis olanlar da biziz.
[4] Kehf
Suresi 48.Ayet-i Kerimeوَعُرِضُوا عَلٰى رَبِّكَ
صَفًّاۜ لَقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ
اَوَّلَ مَرَّةٍۘ بَلْ زَعَمْتُمْ اَلَّنْ نَجْعَلَ لَكُمْ مَوْعِدًا
Meali: Onlar, saf halinde Rabbine arz edilmişlerdir. Allah, onlara
şöyle diyecektir: "Şüphesiz sizi ilk önce
yarattığımız gibi bize geldiniz. Fakat size kıyamet için yaptığımız
vaadi yerine getirmeyeceğimizi sanmıştınız, değil mi?
[5]Nazım-ı
Dünya: Dünyaya nizam,
intizam veren, hükmeden anlamında...
[6]Vücûd: Sözlükte “var
olmak, bulunmak; varlık” anlamındaki vücûd “bir şeyin zihinde ve zihnin dışında
gerçek varlığa sahip olması” veya “bir şeyin aklî tahlil yoluyla belirlenen
mahiyeti, zâtı” diye tanımlanır.
[7] Muvâcehe: Huzur, huzurunda.
Karşısında, önünde, yüzüne karşı. Yüz yüze gelme durumu, yüzleşme
[8] Elfâz:
Lafızlar,
sözler.
[9] Tevkir/
Tevkîr: Tazim. İhtiram etmek. Saygı ve hürmet etmek.
[10] Edyân:
(Tekili:
Din) Dinler.
[11] Ser:Baş, kafa •
Başkan, önder, reis •Doruk, zirve, tepe• Bir şeyin başladığı yer, üst tarafı,
yukarı kısmı.
[12]
Tûmâr: Liste, defter, sicil, kayıt,kıymetli evrak
defteri, kitap-sahife gibi anlamlara gelir.
[13] Ser-i Tûmâr-u Evliyaullah: Evliya kaydında
ismi en baş sayfada olan, Evliyaların başı, piri.
[14] Teşeüm:
Kötüye yorma.
[15] Mabeynci:
Osmanlı Devleti'nde
padişahların dışarıyla olan ilişkilerine bakan, buyruklarını ilgili kimselere
bildiren, bazı kişilerin dileklerini kendisine ileten görevli.
[16] Despot:
Ortodoks
Rumların din başkanlarına verilen ad. Rum metropoliti
[17] Vaz'-ı
haml / وضع حمل. Doğurma. Doğum.
1 yorum:
Hiç zevk alamadım bu yazıdan. Allah'a karşı ben ne iddia etsem yanılırım. Hiç de zevkim yok. Hem de gayriihtiyari yok. Yorgun hissediyorum kafam kaldırmıyor bunları. Bugün de fakirlik günüymüş. Şimdi zevk aldım işte.
Yorum Gönder