066 (11.10.1959) 57 dk (235)
Vazifeden doğan ahlakın annesi
akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı membaı kalp. Gerek akıl, aşk, kalp;
bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan
doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Her hafta tekrar ettiğim gibi; tarifi, anlatılması
güç olan kısım da bu kısım.
İnsan; zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüküp, nihayet sûrî vücûdu, iki metre uzunluğunda bir çukura istiâp edebilecek kabiliyette. Fakat mânâsına gelince, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası, bütün kâinatı muhit. Kalp denilen bir varlığa sahip. Tabi buradaki kalp... Sadrın içerisinde sol tarafta mahruti yüz şekil, dört gözlü, o kalp vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de ona taalluk eden bir kalbimiz var. Ahlakın bahsettiği kalp o.
Kalp deyince; öyle sadrımızda, şu
tarafımızda, işte nabzımızı tutarlar, şu var bu var derler, o kalp, vücûd-u
hayvanimizin kalbi. Bizim burada bahsettiğimiz kalp, vücûd-u insanimizin kalbi.
Ki, o ona taalluk eder. Ne demek o taalluk eder? O, onun içinde değil mi? Şöyle
bir misal vereyim size daha iyi anlaşılsın.
Güneş doğar, feyzini yayar.
Pencereleri açarız, “Güneş, (deriz) odayı tamamiyle doldurdu.” Bizim bildiğimiz
o güneş manzumesi, oradan kalktı da roap bizim odanın içine mi girdi? Hayır,
bizimle alakalandı. Anlatabiliyor muyum acaba? Mevzûun en ince yeri bu. Zor da
misalle işte bir parça anlatabildiysek ne alâ.
Bizim bu hüviyetimiz o kadar çok
varlığa sahiptir ki, bir anda bakarız ki gayet munis bir cemâlimiz var. Bir
anda da bir hâlimiz olur ki, canavarlar utanır. Daha birçok kısmı vardır.
Mesela beni dinliyorsunuz, dinlerken de konuşuyorsunuz, hangi vücudunla
dinliyorsun, hangi vücudunla konuşuyorsun? Bir kısmını kabul ediyorsun, bir
kısmına itiraz ediyorsun, tahlil ediyorsun, buradasın. Farz edelim memleketin
Konya, bir anda Konya’da geziyorsun. Hangi vücudunla buradasın, hangi vücudunla
oradasın? Kudret bunun hepsini, bizim iklim-i
vücudumuza, büyük bir ders-i ibret olarak va’z etmiştir. Bununla kendi zâtından
bize ayrı bir imtiyaz verdiğini... Bunları söylemekten maksadım, insanlar
hilkatteki gayeyi kaybettiklerinden dolayı, çok bocalıyorlar. Ama ne kadar?
Huzur yok. Huzur olmayınca hiçbir
şeyin faydası olmaz insana. İsterse serveti çok olsun, isterse ne bileyim zahiri
bilgisi bol olsun, huzuru olmadıktan sonra bunların hiçbirisinin hayrı yok. İnsanlık
âlemi huzurunu kaybetti, sebebi hilkatteki gayeyi unuttuğundan dolayı. Uzak
yerlerde arıyorlar ilacını. Kendinde bunun ilacı. Hariç de değil. Hariç de
ararsan yok bunun ilacı yok.
Huzuru bulmak isteyen hariçten bulurum
derse olmaz. Bir tek sözle size ifade edeyim. İman, aklının fevkine
çıkmadıkça rahat edemez. Söylemedim şimdiye kadar. İlk söylediğim cümledir
zapt et. İnsanın bu âlemde rahat edebilmesi üçün, yalnız bu âlemde mi? Nâmütenâhi.
Çünkü burası âlem-i mihnettir.
Doğumların size birkaç tarifini
yaptım, bugünde yeni bir tarifini yapıyorum. Meclis-i muhabbetten, menzil-i
mihnete düşmesine doğum denir. Anlatabildim mi acaba? Meclis-i muhabbet
meclisinden, mihnet menziline düştü bir adam, doğdu işte bu. Bunda tekrar o
muhabbete kavuşayım diyen adamın, tek bir çaresi vardır. İmanı aklının
üstünde olacak. Aklı imanının üzerinde olursa veyahut hiç imanı olmazda aklı
olursa, zavallı yanıyor. Hem nasıl yanıyor biliyor musun? Ne benzinle
tutuşmaya benzer, ne bileyim, ne son icat edilen gazlarla tutuşmaya benzer.
Öyle bir kibrit ki çırası kendinde. Öyle bir ateş ki çırası kendinde. Bugün
bunu konuşmaya çıkmıştık, şimdi bundan sonrası caba.
Tek bir çare, yokla kendini,
imanın aklının üstünde mi altında mı? Veyahut hiç mi yok? Tek sebep, tek çare o. Kişinin imanı, aklının fevkine
çıkmadıkça rahat edemez. Huzursuz yapar, adamı. Yükü imana yükleyeceksin.
Burasını söyledim de, aklın fevkinde olan yerini söylememiştim. Bugün
söylüyorum onları işte.
Yükünü imana yükleyeceksin.
Kalbinde taşımayacaksın hulâsa. Ağırlık olmayacak. Kalp bir şeyle meşgul
olacak. Kıllet-i[1]
taâm[2]
kıllet-i kelâm[3] kıllet-i
menâm[4]
uzlet-i ani'l enâm[5]
bunlar hep reçete. Her insana göre, ayrılır.
Çok bunalıyorsun, çok lüzumsuz
adamın sözünü dinleme. Büsbütün sıkar seni. Seni açmaz, sıkar. İnsanın şöyle
bir tecellisi var. Beş hisse sahip değil mi? Tutması, tatması, görmesi, koklaması...
(Konuşmayınız yalnız) Beş hisse sahip. Bunların hepsini birer nehir farz edin,
bir yere akıyor. Bu akan kısımdan iyilik de gelir kötülük de gelir. Akan havuzu
yahut sarnıcı, temizlemek istiyorsunuz. Nasıl temizlenir o? Beş ırmak tasavvur
edin, bir yere akıyor. O akan yeri de temizlemek istiyorsunuz. İlk önce akan
ırmakları tıkarlar. Sonra oraya birikmiş olan iyi suyu kötü suyu, nihayet teressubatını[6]
temizlerler. Akan yerleri de, fena gelen yerleri de ayırırlar, ondan sonra
oraya temiz su gelir.
İnsanın mânâsına da havas-ı
hamsesinden yani beş hissinden, birçok hadisât akıntısı gelir. Elinin irtikâp
ettiği iyilikler kötülükler, gözünün irtikâp ettiği iyi görmeler kötü görmeler,
hepsi akar. Fakat “Ben artık bundan
sonra karar verdim, hayattaki gayeyi öğrendim. Binaenaleyh değer bir şey
yokmuş, bir hazreti insan olarak bir yere gitmek istiyorum. Buramda huzurla
yaşamak istiyorum.” kararını verdiği dakikada ilk önce insan, bu beş hissini
tashih etmesi lazım gelir. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Bunlar tashih
edildi, selamete çıkarıldıktan sonra, şimdiye kadar birikmiş olan mânâ-i enfüsisindeki
birikintilerin çirkinlerini de ayıklar atar. Ondan sonra Allah elinden adamın
tutar. Derhal tutar, zorluk yoktur. O, öyle diyor.
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا
لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ [7]
Benim Şan-ı Rubûbiyetime
yakışır mı ki, bir kimsenin cihadını göreyim, Benim hesabıma olsun. Ben onu
elinden tutar götürürüm. Yolu sen kendin kat edemezsin.
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا
لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ
Fakat biz henüz niyet de
etmiyoruz. Daima düştükçe biraz Kudret’e doğru yaklaşmak istiyoruz. Düştükçe
biraz Kudret’e doğru... Biraz maddeten şöyle bir parça genişledik mi Kudret’le
nispet derhal ayrılıyor. Onun içün netice alınmıyor. Alınamıyor. Hâlbuki artık
bugün medeniyet de kafasını oraya vurdu, buraya vurdu. Baktı ki beşeriyet
canavarları utandırtacak kadar bir sahaya düştü...
İşte Amerika’da gazete yazıyor,
alın okuyun gazetede var. Bütün vasaitde “Beraber ibadet edelim, iman edelim.”
diye yazıyor, herif. Medeniyetini taklit ettiğimiz saha; atomu var, parası var,
ne bileyim ben, nazım-ı dünya olacağım diyerekten çalışır. Her vasıtanın
içerisinde büyük büyük böyle yazmış. Fotoğrafını da çekmişler. “Bugün beraber
ibadet edelim.” Bizde ibadet kelimesini görünce, gülüyoruz! Geri kafalı, diyoruz.
“Ne ibadeti(?)”
İbadetten maksat, bizim
bildiğimiz yalnız resmi şekillerdeki değildir. Sonra bizim mânâmız, dedemizin
gönül verdiği ibadeti bilir misin, insanlığa hizmettir. Öyle bir kenara
çekilip de başka edyânın, başka varlığın bildirdiği gibi de değildir.
Sabahleyin kapıdan çıkarken: “Ya
Rabbi, beni ahsen-i takvim sırrına mazhar kılarak yaratmışsın. Bütün
sıfatlarının tecellisine beni muhatap tutmuşsun. Sen Kerimmişsin, Rahimmişsin,
bu sıfatlarını da bana vermişsin. Rezzakmışsın, bunu da bana vermişsin. Ne
olur, benim elimi kimin üzerinde kullandırtacaksın. Verdiğini kime
verebileceğim!” diye ayağını attığı dakikadan itibaren, o anda o adam; bütün
hücreleri, kendi ağzı konuşmasın, “Ya Rezzak” isminin zakiridir ve bütün melekût
da zapt eder. Yaşadığı, teneffüs ettiği müddetçe. Acaba bir şey anlatabiliyor
muyum?
Bu elimle hangi yetimin başını
okşattıracaksın? İvazsız garazsız. Bir gün Huzur-u Muhammediyeye bir yetim
gelmiş. Dostlarından birisi o huzura çıkarırlarken, böyle okşuyormuş yetimin
başını. Muhabbetle merhametle. “Kaldır elini demiş, kaldır.” O vakit hitap
ediyor, etrafına: “Bakın bu ele şimdi, diyor. Bu yarın Huzur-u İlahiye girdiği
vakitte zulmetin mukabili olmayan bir nur hâlinde gidecektir. Ve o nurun vermiş
olduğu varlıktan, bütün melekût tir tir titreyecektir.” Bir ufak yetimin başını
merhametle muhabbetle sıvamanın böyle bir neticesi olursa… Bunlar gayet ucuz
şeyler biliyor musun? Fakat biz onlardan soyunduk.
Men âlâ cariyeteyn ene ve hüve
hâkezâ ve zamme asâbi'âh.
“Bir kimse (diyor), bir kimsesiz
yavruyu yetiştirse, cemiyete o şekilde mal etse, yarın ikinci hayatta (İkinci
hayat değil ya o daimi hayatta, öyle tabir kullanılır), Huzur-u İlahide ikimiz
yan yana oluruz. (İyi anlasınlar diye şöyle yapmış) ve zamme asâbi'âh.
Bakın bakın, diyor. Şöyle yan yana oluruz. Bunun arasından bir şey geçer mi,
diyor. Böyle geçmediği gibi böyle oluruz.”
Ama bazı insan der ki: “Ben
hamdolsun, beş tane, on tane yetiştirdim.” Yetiştirdin ama nasıl yetiştirdin?
Zor o. Kaidesi şu: Hariçten bir adam geldiği vakitte evin içerisinde “Bu çocuk,
bu evin evladıdır.” diyebilecek. Sormadan. “Olsa olsa bu çocuk, bu evin nazlı
bir tane yavrusu galiba.” Boyunun alacağı kadar bir yatağı yok, kapının dibinde.
“Sen içeriye girme bakalım, hele dur!” Öyle değil. Kendi kızın mesela bir
iskemlede x vaziyetinde oturur, parmaklarının cilasını yaparken, ona sen taşlığı
sildirirsen, “Efendim, herkesin kendine göre mevkii var.” Haa! Herkesin kendine
göre mevkii yok, burada. Anlatabildim mi acaba? Burası zor, zor olan yerleri
buraları. Tabi kolay mı ya? Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi ile yan yana durmak da
kolay bir şey değil ki!
Gayet güzel bakar da yine bize
nispeti olduğu anlaşılmasın, bize nispeti olmadığı bilinsin diyerekten, hususi
bir elbise diktirir. Evet, basmadan diktirmez de en lüks bir kumaştan diktirir.
Fakat onun o eve ait bir insan olmadığı bilinsin hariçten diye, ya bir etiket
kor ya külahı olur ya bir bilmem bir şey! Anlatamıyor muyum galiba? Bugün biraz
sıhhatim iyi değil de cümleler düzgün çıkmıyor. Ama maksat anlaşılıyor değil mi?
Büyük bir külah, burasına kadar gelir. “Kessenize şunun saçını, biraz uzamış,
kesiver şunun saçını!” Ona öyle diyor, kendi kızına hususi yirmi beş lira, elli
lira, yetmiş beş lira…
Men âlâ cariyeteyn ene ve hüve
hâkezâ ve zamme asâbi'âh.
Buraya nerden girdik? Yani bütün
medeniyet sahası da, insanlar mânâ cihetinden yükselmedikçe teâli terakkiye... O
gökyüzüne çıkmak terakki değildir, semâvâtta gezmek. Gönülden gönüle
gezebiliyor musun kardeşim? Gönül fethedebildin mi? Semaya çıkacak
insanlar, onu düşünme sen. Cayır cayır çıkacak. Sen çıkamazsan oğlun çıkar. Pek
o kadar uzun vakitte yok. Çıkacak. Hayat yok, diyorlardı. Hayat olduğunu, on
dört asır evvel benim Büyük Kitab’ım söyledi. Şimdi de hayat varmış, deniyor.
Orada iş değil. İş, nasıl?
Bir gönülden bir gönüle
gezebiliyor musun? Teâli terakki o. Ah sesini dindirmek, insanların gönüllerine
sürûr verebilmek.
[8]وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا
بِالصَّبْر
Mânâsı bu: Gönüle sürûr
verebilmek. Sürûr verebilmesi içün kendisinin mesud olması lazım. Kendisinin
mesud olması içün sahib-i kalp olması lazım.
“Sıkılıyorum!” ne diye
sıkılıyorsun yahu! Kalbin yok mu? Sıkılır mı adam! Sıkılıyorsun daha
benliğindesin, demektir. Çürüyorsun, demektir. Çürüyorsun! Nasıl meyve çürür,
insanda bir meyvedir, HAK ağacının yemişidir, çürür. Hem bazen öyle olur ki,
Allah muhafaza etsin. Mesela bakarsın ki, şöyle güzel bir meyve ağacın üzerinde
olmuş ama bir gün daha dursun, dersin. Bir gün sonra ben bunu alırsam daha
kemalli olacak. O gece bir kötü rüzgâr eser; sapsarı, kapkara olur düşer.
Sabahleyin gidersin bakarsın, keşke dün koparaydım, dersin. İnsanda böyle
yükselir yükselir; bir manevi zehirli gaz çıkar, bir habis çıkar, insanın
kalbini imandan çalar, rappadak düşer. Onun içün hayatta iyi dost ittihâz
et. Düşer adam. Bir yemiş o da.
Her kalp, başkasına tesir
eder. Dikkat edin. Çünkü dedik ya, insanda bir kalp mevzûu vardır. Tesiri
çok olur, kalbin. İyi huylu olursa da kötü huylu olursa da. İyi huylu olur
da tesirini yaptığı vakitte, insanı aslına doğru Hak ile meşgul edebilecek bir
yere giderse ona insan der, ahlak. Götürebilirse o kalbin Sahibine. Hayvan
huylu olur da dalâlette bırakacak olursa ona da hasûd[9]
der. Anlatabildim mi acaba? Onun içün insanları harice müracaat etmeye
pek bırakmaz. Kendi işini kendinle gör, der. Bir şey okuyayım şimdi daha iyi
anlayacaksın.
Gönül var ya insanda. Gönül,
nazargâh-ı ilahidir. Sen hariçte yapmış olduğun işleri gönlünün tesiri ile
yaptırırsın, yapacak adam yapmaz, anlatabildim mi acaba? Gönlünün tesirinin
kuvvetine bağlıdır, gönlünün anına bağlıdır. Tasarruf eden onu, senin
gönlündür. Yine anlatamıyoruz. O kendi gönlündür. Onu kullandırıyor, O. Ama
dibi delik olursa… Çeşmeye götürürsün tenekeyi, açarsın harradak böyle dolar,
altı delik kaldırdığın vakitte bir şey kalmaz. Biz de her vakit bununla
müracaat ediyoruz ama dibi delinmiş. Aldığın vakitte altında bir şey kalmıyor. Evet,
orada çeşmenin önündeyken doldu. Fakat çeşmede bunu kullanmayacaksın ki,
getirip kullanacaksın. Kaldırdığın dakikada altı delik oldu mu, bakıyorsun hadi
tekrar yine. Tekrar olmuyor.
Şimdi insan, hilkatteki gayeyi
görürde ve bütün hilkatinin kendi sebebine var olduğunu idrak ederse -dikkat edin-
kendisinin Naib-i Hak olduğuna iman ederse, ne yapması lazım gelir? Doğrudan
doğruya Allah’ın ahlakı ile ahlaklanması lazım gelir. Onun içün
ahlakçıların en büyüğü olan Zât-ı âlî, öyle emretmiştir. Kendisini takdim
ederken de öyle takdim ediyor.
İnnemâ büistü li ütemmime mekârime’l-ahlâk.
Ben, mekârim-i ahlâkı itmama
gönderildim. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın, diyor.
واتصفوا بصفات الله . تخلقوا باخلاق الله
O'nun sıfatları ile
sıfatlanın. Evvela ahlak, evvela Allah, gayet naziktir. Gayet nazik sonra,
Rezzâk-ı erâzil-ü eâzım. Alçağında rızkını verir, yükseğinde rızkını verir.
Sen ufak bir iyilik yapmak istersin “Bırak, canım dersin, it oğlu iti bırak!” Allah
demiyor, öyle bir şey. Acaba anlatabiliyor muyum? Bir şey demiyor ki O. Sen
şöylesin sen böylesin, demiyor. O iş ayrı, diyor. Buyurun, diyor. Sonra
ufacıcık bize bir şey yapmış olsalar, terzîl[10]
ederiz. Ya Hudâ? Hiçbir şeyimizi meydana çıkarmaz.
Öyle diyor: “Hiçbir şey yapamadın
amma hiç olmazsa iki sıfatımla gelseydin Bana, ne olurdu! (diyor) Evet birçok külfete
bağlıydı Bana yapacağın şeyler. Fakat külfetsiz olanı da vardı. Bedava idi, iki
tanesini yapsaydın gelseydin ne olurdu! Hayatında kaç kişiyi affettin. Bana söyle
bakayım, diyor. Benim
bir sıfatım da El-Aff’dir. Afüvv sıfatım bedava. Kaç kişiyi setrettin, diyor.
Gel, elinden tutayım senin ya!”
Bunları niçün soruyor? “Eğer Beni
sevseydin, diyor. Mevcûdâtı Benim olarak bilecektin. Benim hatırım içün çok iyi
şeyler yapabilecektin sen, diyor.
Sevmedin Beni, diyor.
İyi de olsa kötü de olsa Benim malımdı, diyor. Benim hatırım içün bu kötülüğü sen kapayacaktın.”
diyor. Anlatamıyor muyum bir şey?
“O onun değildi ki, diyor. Benimdi, diyor. Bana aitti. Sen öyle diyor, putuna taptın ki, öyle taptın ki, biraz
anlaması kıt, cemiyet içerisinde vaziyeti düzgün değil, maddesi bozuk, zevâhiri
o kadar iyi değil, kapıyı açtığın vakitte odana bile almadın. Tenezzül bile
etmedin. Fakat bir zalim geldiği vakitte aman benim pijamam var, beni böyle
görmesin şöyle filan… Nihayet zalim bir adamdı. Beni inkâr eden bir adamdı
yahu! O aptaldı maptaldı ama Benim ismim anıldığı vakitte gözünde yaş olurdu,
diyor. Senin akıllı değil
dediğin adam, Benim ismim anıldığı vakit tüyleri ürperirdi, diyor. Evet, aptaldı maptaldı...
(Ondan sonra bir de şöyle bir teb’id[11]
yapar.) E sen ona güvendindi, güvendiğin yanında yok, güvendiğinle gelememişsin
sen! Dayandığınla gelmedin!”
Ama işte insan, kendisinin
Allah’ın muhatabı olarak, kendisinde Hakk’ın imzası bulunduğunu idrak eder de
yaşayacak olursa... Ressam sanatında çok kuvvetli mahirse, çirkin de yapar
güzel de yapar. Bir adam yalnız güzel resim yapıp çirkinini yapamazsa ona sanatkâr
denmez. Çünkü bir sahada kemâli var diğer sahada kemâlli değil. Allah hepsini
yapar. Onun içün nakkaşa kıymet vererek, nakış üzerinde durmamak lazım. Bir şey
anlatamıyor muyum acaba?
Nakşa nigeh ayni nakkaşa
nigehtir.
Fahr-i Âlem, Medine sokağından
gidiyorlarken yanında birkaç dostu da var, bir köpek görmüşler, ilerden.
Yanındaki dostları, şey etmiş. Taaffün[12]
etmiş, tabi müktezâ-i beşeriyet kaşlarını çatmışlar, öyle çîn-i cebîn[13]
göstermişler. O Zât-ı alâ, ne kadar da insanı nazik terbiye eder. Hiçbir şey
söylemiyor da öyle tebessüm ederek, yanlarından geçerken: “Ne güzel dişleri
varmış.” diyor. Ne de güzel dişleri varmış. Yani siz, daima mevcûdât
içerisinde kemâl arayın.
Hilkat bize, o dersi kendimizde
de kaçırtmıştır. Şimdi bizim her birimizde beş on okka necaset vardır. Birkaç
kilo idrar vardır. Eğer mânâmız olmasa biz necaset okkasından başka bir şey
değiliz. İnsanlığımı al bir tarafa; ne, neden neden ibaretsin? Cife!
İnsanlığını koy, o onu kapıyor. Anlatabildik mi? Fakat kemâle nazar
ettiğimizden dolayı, hiç kimse kimsenin çirkinliği ile meşgul değildir. Daima
vech-i kemâlisi ile meşguldür. Bunu Kudret, ikinci hayatta yaptığı gibi, burada
da yapabilirdi. Bu en büyük derstir. Çok inceleme, mânân yoksa bok kutususun,
diyor. Açık tabiri bu. Afedersiniz, biraz çirkince geldi ama eh işte iyi
anlatayım diye söyledim. Kusura bakmayın. İnsanı ziynetlendiren ondan başka bir
şeydir.
Mânân yok da neden haddizatında
en güzel sevdiğini üç günden fazla evinde tutamazsın? Yaa, o şeyi veren O’dur
O, o ziyneti veren O’dur. Varlığı veren O’dur. Ööyle üzerine tir tir titrersin.
Şöyle kaşı vardı, böyle gözü vardı filan. Onlar nedir hep biliyor musun? Onlar
hep, Allah’tan gelen bir akıntıdır. Sen o kaşı gördün. Oradan bir şey akar da
oraya… Kalma o maddede. E şey et, derhal derlen toplan. Muslukta kalma, suyu
gör. Musluk var ama su! Onun içün gönül
tahtında sultan olmaya çalış.
Vasf edemem gönül seni.
Hüsn ile ân seninledir vasf edemem gönül seni
Şevk u talep ki sendedir zevk u tarab ki sendedir
'Aşk ile cân seninledir vasf edemem gönül seni
Fikrin olursa bir Hudâ kalmaya senden mâsivâ. Allah’u bes baki heves.
Fikrin
olursa bir Hudâ kalmaya senden mâsivâ
Emn ü
amân seninledir vasf edemem gönül seni
Olmasa
kibr ile riyâ sensin o beyt-i Kibriyâ
Genc-i
nihân seninledir vasf edemem gönül seni
Şu ten denilen şu hani varlığın
yok mu, o şöyle bir parça uzaklaşsa kâinatın aynasısın yahu, diyor. Hak kendini
sende görmek için seni yaptı.
Olsa
gılaf-ı ten cüdâ âyînesin cihân-nümâ
O meth edilen cennet denilen
âlem, dârûs-selam onun zevki seninledir.
Sen kendini niye zalime satıyorsun? Sen olmadıktan sonra onun ne kıymeti var.
Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum?
Asl-ı
cihânsın ey gönül vasla mekânsın ey gönül
Kevn ü mekân
seninledir vasf edemem gönül seni
Hükmüne
Hakkı bendedir cânı seninle zindedir
Bir daha burasını okuyayım dikkat
edin.
Hükmüne Hakkı bendedir cânı
seninle zindedir
Gönül sahibi olursan, ihtiyar
olmazsın, zindesin. Her an bi şandasın.
Cümle cihân seninledir vasf edemem gönül seni.
Gençliğimi çok kaçırdım, diyor.
Şuradan buradan aradım, yazık ettim kendime, diyor. Hepsi bendeymiş de yazık
ettim.
Ey gönül! Sana sen gelmek için
az mı dolaştın? Kaç bin puta taptın bu sanemgâhte hesap et.
Bir vakit masaya taptın, bir
vakit kasaya taptın, bir vakit câha taptın, bir vakit güzelliğine taptın, bir
vakit şuna taptın, bir vakit buna taptın, en nihayet geldin amma gelen söylemiş
yanıyor.
İbn-i Sina’da öyle der, en meşhur
adam. İbn-i Sina, deden senin. Şeyini yapıyor değil mi, görmüyor musun Garp’da?
Hâlâ onun koyduğu yerden pek ilerlemedik, diyor. İlm-i tıp. Bazı sahada
ilerlemişse de bazı sahada daha gerilemiştir. Kesmede biçmede ilerlemiştir.
Cerrahi tıbbında fakat…
Yarım asır, yetmiş seksen sene
evveli Tahsin Efendi namında -senin deden- bir doktor vardı. En kuvvetli
röntgen adam. Nabza bakıyor, başka bir yeri muayene etmiyor. Pek muztar[14]
kalırsa biraz necasetinden getirin, dermiş. Soymaya bile tenezzül etmiyor.
Burada ne varsa ne anlıyorsa ne ilham oluyorsa. Bir iki sefer daha anlatmıştım,
münasebet almışken anlatayım onu da söyleyeyim. Hekimbaşı varmış Hamid. O
vakitte örf-ü beldede moda, gençse at üzerinde gider, orta yaşlı ise
arabada gider. Şimdi otomobil olduğu
gibi. Genç at üzerinde. Giderken şimdi kalktı ya, o bizim ananemizin güzel bir
şeyiydi. Sepetin içine atıyorlar çocuk kendi kendine büyüyor.
Ninni ninni var ya. Musikiye âşık
öyle bir kavmiyettir. Allah, hususi ikramla yaratmıştır, onu. Sonra gayet, o
“Huuu, Huuu” yok mu? O zikirdir o. Her an çocuğun üzerinden Allah’ı eksik etmiyor.
“Huuu Huuu” kadın anne kendinden geçer, “Huu” der. Kendi de farkında değildir.
Ama melekût onu zapt eder, anlatabiliyor muyum acaba? O bir yanık bir “Huu”
deyişi vardır onun. O ne “Huu” deyişti. O çocuk gittikten sonra o Huuu’yu
söyleyemez. Çocuğu orta yerden kaldırın büyütün bakayım. Bir “Huu” deyin,
diyemez o. O çocuğun melekûtiyeti varken öyle
“Huu” denir. O birbirine bağlı bir elektrik. Öyle bir kendinden geçer de
bir “Huu" yapan yok mu? Onu Allah dinler. Vallahi dinler, billahi dinler,
tallahi dinler.
Öyle bir ninni söylüyor anne. Atı
çekmiş, biraz daha… Attan inmiş yaklaşmış kafesin önüne doğru. Daha iyi
dinleyeyim, diye. Doktorun sadrı dinlemesi gibi. Yanında da bir attar, yani
aktar. O da dükkânın önünde abdest almaya ibriğini almış, öyle çıkmış.
Komşusunun penceresinden, insanlık hâkim. Dost, dostun ırzının nigahbânı[15].
“Ne demek, komşumun penceresine bu herif geldi yaklaştı!” O nazarı ile bakarken
doktor heyecanında farkında değil, hemen çekilmiş bir adres bırakmış.
“Yarın bu evde bir şey olursa bana haber
vermeden demiş, hiçbir şey yapmasınlar.” Aktarda kendi kendine kafasını
sallamış. “Piç” demiş, korktu da benden haşlayacağım diye kaçıyor şimdi.” Atmış
dükkânın içerisine.
Sabahleyin erkenden açmış ertesi
günü, komşusu genç çocuk, gözü yaşlı gelmiş. Ne oğlum, filan.. “Refikam demiş,
sizlere ömür öldü, demiş. Kefen almaya geldim işte.” Aktarlar o vakit
satıyorlarmış. Bir utanmış adam. Hızır mıydı neydi acaba dünkü adam. Dün böyle
bir hadise oldu ama şu adresi bulabilir miyim, demiş. Kerevetin[16]
altında bulmuş. Dün böyle böyle oldu, git bu adamı bul, demiş.
O da bekliyor tetikte. Doktor
bekliyor. Anladın mı hazâkati[17].
Tabib denir işte. Tabib ona denir. O da bekliyor. Gelmiş ama biliyorum oğlum,
demiş. Amana filan lüzum yok. Hadi ben süratle gidiyorum, sende bir vasıtaya
bin gel. Neyse işte tedavisi neyse.
Nereden bildin, diyorlar. Kadın
hamileymiş, çocuğun bir takıntısı olurmuş, ölüm hâli gibi bir hâl gelirmiş,
öldü zannedilirmiş. Anlatabiliyor muyum? Bilmem. Yaa, bu lacivert kubbe senin
dedenden ne adamlar yetiştirtti. Öyle kendini küçük zannetme. Çook büyük
insanlar yetiştirtti. Buraya nereden girdik? Hatırlatabileceğiniz mi acaba?
Okumuştum oradan girdik, ben size hatırlatayım.
Bu gönül
bende iken arz u semaya düştüm.
Ondan sonra:
Ey gönül! Sana sen gelmek için
az mı dolaştın? Kaç bin puta taptın bu sanemgâhta hesap et.
Bunu söyledikten sonra, kendisine
gelmiş, dedim. Fakat neden sonra dedim. Böyle çok olur, İbn-i Sina’da böyle
oldu dedim. Anlatabildim mi acaba? Şimdi topladım şimdi hepsini.
Evet, İbn-i Sina; gayet muazzam
bir tabip, gayet mükellef bir feylesof olduğu hâlde, aklı ile Hakk’ı idrak
etmeye çalışmış, son zamanında aşkı tecelli etmiş ama ölürken öyle diyor. Ömrü
bedavaya vermişim, diyor. Bütün varlığımı diyor, bu sûret âleminde bırakmışım. İş başkaymış
amma geçti artık, diyor. Allah’a ısmarladık, diyor gidiyor.
Hâlbuki şeyi var. İnsafı var,
imanı var, nübüvvet kuvvetini anlamış. Bir Yahudi çocuğu musallat olmuş, ilmine
âşık İbn-i Sina’nın. “Beni yetiştir, okut beni.” Dokuz sene onu geceli gündüzlü
okutmuş. Bazı şeyler söylermiş, Yahudi çocuğu dermiş ki: “Efendi
Peygamberliğini ilan etsen sana kim iman etmez.” Gülermiş ona, hiç cevap
vermezmiş. “Sen oku, sahanda çalış. Öyle şeylere karışma.” Böyle arada sırada
duramazmış, onun bilgisi karşısında söylermiş bu sözü.
Bir gün hastalanmış İbn-i Sina. Hazreti
Muhammed’in bir hadisi vardır. Der ki: “Bazı hastalıklar vardır, tedavisi
hastanın iştihası kuvvetli olan maddeye gizlenmiştir.” Acaba anlatabildim
mi? Hastalıklardan bazı hastalıklar vardır ki, ilacı kuvvetli iştihası
bulunduğu bir şey olur. Titrer, onun içerisine gizlenmiştir. Benim şahsımda
oldu o. Hani tecrübe ettim. Onu biliyor, o anda kim bilir nasıl şekilde o suyu
istiyorsa. “Muhakkak iyi olacağım gibi geliyor.” demiş. “Şimdi ben bu
sıcaklığımla dışarıya çıkarsam derhal zatürre olacağım, demiş. Müsaade edin, ikimizde hastalanacağız sonra
büsbütün bakanımız olmayacak.”
Ara yerden biraz vakit geçtikten
sonra, şadırvanın önünde, kış mevsimi, kollarını sıvamışlar herkes şakır şukur,
abdest alıyor. “Çıfıt[18]
kalk!” demiş. Dokunmuş demek ki ona. “Dokuz sene sana emek verdim. Benden sonra
ben oldun. Ben çekilirsem bu sahada senin ilmin yürüyecek. Nem varsa verdim
sana bilgimden. Fakat bir bardak su getirttiremedim. Bak demiş, hereminin sıcak
yatağından kalkmış, yüzünü görmeden sözünü işitmeden, bir habere gönül
vermiş...” ... (Ses kaydında kesinti
olduğundan cümle burada kaldı)
Okuduğum şeyi ister misiniz?
Vak’a bana ait değil bu. Ben haddimi bilirim ama içiniz de belki birisi amel
etse hepimiz içün bir hayır olur. Bu yüksek bir konuşma bu. Ben nakilim burada.
Aşağıda bir şey var, hem tatlı, olabilse insan çok güzel.
Bu gönül
bende iken arz u semâya düştüm
Bilmedim
kendimi evhâm-ı sivâya düştüm
Hayli
etrafa seğirdüp aradım dildârı
Dua istemek değil midir ya?
İstememe hacet kalmadı, diyor. Yalnız meth-ü senaya düştüm.
Tabi o benim harcım değil. Zevk
olsun diyerekten okudum. Hep duaya gitti artık bir şey talebim kalmadı, öyle
diyor ya, hemen meth-ü senaya düştüm. Demek ahlâken insan tekâmül edecek
olursa, tekâmül eder eder eder, nihayet Allah insana bu gibi hâlleri ihsan
eder. Ama şimdi beşeriyet çok acip vaziyette. Her konuşmamda tekrar ettiğim
gibi, yayın cemiyette. Bazı insanlar derleniyor toplanıyor. “Canım şu ahlakı
nasıl düzeltebiliriz, işte şöyle oluyor böyle... Kolay değil.”
İki reçete verin. Fazileti
menfaate tercih etmek şekilleri neye bağlıysa ona çalışalım. Gayet kolay! Uzatıyorlar,
toplantılar şunlar, hiç fayda çıkmaz. Hiiç! İlacı bu. Fazileti menfaate tercih
etmek ne şekilde olacak? Bir bunu arayacak. İkincisi: Kudret'in verdiği
sermayeyi insanlık kaybetti.
Biz toplayalım yine kâinatın
önünde gidelim. Olalım, bir emir de var, en nihayet kâinatın efendisi olacağız
gene amma ben görür müyüm? Orası başka. Yoksa kâinatın efendisi, Türk kavmi
olacak. Hazreti Muhammed, onu haber verdi. Ama asırlar geçerse bana faydası yok
ki onun. Zaman uzamasın, olacak. Hem hoşunuza gitsin bak neden olacak biliyor
musun? Nereden istidlâl[19]
ediyorlar?
Hazreti Âdem, işte cennet de
kendisine vaki olan tecelliler var ya? O da uzun bahis, onu ben şimdi on
dakikada anlatamam ya. O herkesin anladığı gibi değil o. O ayrı bir iş. “Şu
ağaca yaklaşmayın.” diyor. O emrin içerisinde gizli yaklaşmak murad-ı
İlahisi var. Anlatabildim mi? Nehy olunmasındaki hikmet, insan bir şeyden
men olunursa, daha ziyade haris olur. Anlatabildim mi? Haris olarak
yaklaşsın, diyerekten. Anlatamadım galiba. İnsanı bir şeyden birisi men ederse,
men etti diyerekten, inadına gider ona. Hudâ da onu mahsus men ediyor ki haris
olsunlar diye. Sonra bir
gün ben size anlatırım onun inceliklerini. Sağ kalırsam. O ne tatlı bir
bahistir o. Ne muazzam bir iş. O senin öyle bildiğin gibi değil. İncelikler
var.
Hudâ, melekûta emir verdi. Söyleyin, çıksın. Uzatmayalım her lisan ile
“Çık!” dediler. Çıkmadı. En son, melek Türkçe konuştu. En son melek Türkçe
konuştu. Türkçe emri verdi derhal çıktı. Buradan istidlâl ediyor ki: “En son hâkimiyet,
efendilik, Türk camiasına verilecektir!” Anlatabildim mi acaba?
Fazileti, menfaate tercih
etmek. Bunun üzerinde çalışmalı insanlık. İkincisi: Kudret insanlara sermaye
vermiştir. Hürmet, merhamet, muhabbet. Her konuşmamda tekrar ediyorum ki
yayılsın diyerekten. Bunun kimse farkında değil. Hiç! Bunları cemiyette
doğurmak. Bunların doğabilmesi için, havas ile avamın muvâzenesini yapmak
lazım. Aşağı tabaka ile yüksek tabakayı birbirlerine böyle baktırtmamak. Şimdi
bugün bütün dünya üzerinde iki nazariye var. “Sen çalış ben yiyeyim. Ben
yaşayayım sen öl!” Başka bir şey yok. Bu böyle gittiği müddetçe insanlık daha
aşağı uçuruma gider. Bizim ahlakımızda:
Cüz ü kül yekdiğerinden eyler
istimdâd-ı dâd[20]
“Sen kimseyi küçük göremezsin,
diyor Allah. Ben onu abes yapmamışımdır.”
Ben buna açık misal getireyim.
Bin kilo tartan bir kantarla, ben bin kilo tartarım diye o kantarın övünmeye
lüzumu yok, çünkü bir gram ilaç lazım geldiği vakitte o kantarda o ilacı
yapamayacaksın. Bir gramlık teraziye ihtiyacın var. Anlatabildim mi acaba?
İnsanın ufak tabakası ile
büyük tabakası birbirine mezc[21]
olmuştur. Bir tanesi koptu mu hepsi birden gider gürültüye. Kudret onu öyle
imtizaç[22] ettirtmiştir.
Evet, bin kiloluk bir baskülün
var, güzel. Hasta gidiyor, ilaç burada, tartacağız dendi. Var
baskül, fayda yok ki! Tartamam, diyor eczacı. “Bununla olmaz, bu öyle
bir zehir ki, bunda bir nokta gidecek olursa bu ölür. Buna hassas terazi lazım.
Bir gram tartacak terazi lazım.” “Benim
bin kilom…” E ölümdür, der. Gider hasta, ölür gider. Anlatabildik mi? Birbirine
bağlanacak. Cüz ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Yaa!
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Kıllet:
Azlık. Nâdirlik
[2] Kıllet-i
Taâm: Az yemek. (Kıllet-i taâm, kişinin
nefsinin hakkını en az seviyede tatmin etmesidir. Başka bir ifadeyle, zaruret
miktarı yemek yemektir.)
[3] Kıllet-i
Kelâm: Az konuşmak. (Gerekmedikçe
konuşmayıp tefekkür etmek)
[4] Kıllet-i
Menâm: Az uyumak.
[5] Uzlet-i
Ani’l Enâm: İnsanlardan uzlet,
yalnızlık. (Lüzumsuz yere insanlarla vakit geçirmemek)
[6] Teressüb:
Tortulanma.
[7] Ankebut
Suresi 69.Ayet-i Kerime وَالَّذ۪ينَ
جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ
الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim
yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe
yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir
[8] Asr
Suresi 3. Ayet-i Kerime اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا
الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ
Meali: Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler)
işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun
dışındadır
[9]Hasûd:
Çok hased eden. Çok kıskanç.
[10] Terzil:
Rezil etme, aşağılama, İtibarını kırma.
[11]Teb'id:
Uzaklaştırma, kovma
[12] Taaffün:
Çürüyüp kokuşma. Çürüme. Bozulma. Fena ve pis kokular. Leş kokusu.
[13] Çîn-i
cebîn: Alın buruşuğu. Alın kırışığı.
Alın buruşukluğu. Alın
kırışıklığı.
[14] Muztar:
(Ar. iẓṭirār “mecbur etmek; çâresiz kalmak”tan)
Çaresiz kalmış, zorlanmış.Mecbur, çaresiz.
[15] Nigehbân:
Bekçi. Gözcü. Gözleyen
[16] Kerevet:
Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa
yarayan yüksekçe yer.
[17] Hazâkat:
İhtisas. Uzmanlık. Ustalık.Maharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta,
hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak.
[18]Çıfıt: (hakaret yoluyle) Çıfıt,
“Yahudi”
demek. Mecazen de: Hileci, düzenbaz, dalavereci,
demek
[19] İstidlâl:
Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil
getirerek anlamak. Delil ile hüküm çıkarma, akıl yürütme, delillerin
ışığında yargıda bulunma.
[20] Cüz ü
kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin
selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi
Şerif
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi
yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her
zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye
yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri
sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de
gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan,
vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ... Ve
nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak
diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça
var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
[21]Mezc:
Katma. Karıştırma. Karıştırma, birbiri
içinde bütünleştirme.
[22] İmtizaç:
Birbiriyle karışma, kaynaşma.
1 yorum:
Güneş doğar, feyzini yayar. Pencereleri açarız, “Güneş, (deriz) odayı tamamiyle doldurdu.” Bizim bildiğimiz o güneş manzumesi, oradan kalktı da roap bizim odanın içine mi girdi? Hayır, bizimle âlâkalandı. Anlatabiliyor muyum acaba? Mevzûun en ince yeri bu. Zor da misalle işte bir parça anlatabildiysek ne alâ.
Yorum Gönder