Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

067. Kaset

 067(143)18.10.1959 (65dk)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp. Gerek akıl gerek ışk, kalp, vazife; bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû esas itibariyle insan mefhûmu ile…

Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gözüken, nihayet sureti boyunun alacağı kadar bir çukura girebilen, fakat mânâ-i ihtivası ve vicdan-ı kibriyası kâinatı muhit olan insanı, layıkı ile de anlatmak beşerî takatın sahasına da pek girmiyor. Onun içün en zor, tarifi en güç, anlatılması çok müşkül olan yeri bu mevzûun, insan mefhûmudur.

Görünüş itibariyle surette hep bir gibi gözükür. Fakat o imtihan sahnesinde, dâru'l-belvâ denilen, dünya ismini taşıyan, bu şuhûd âleminde, bazı kimse vardır ki, marifethaneleri berbat eder. O da insan ismini taşır. Bazı kimse vardır ki, sahte benliği ile irtikâp etmiş olduğu mezalimle kâinatı karartır. O da insan ismini taşır. Yine bazı kimse vardır ki; melekler imrenir, hilkat beğenir. O da insan ismini taşır. Şimdi bu kadar… Misal olsun diye söyledim, üç, dört tane. Nâmütenâhiye gidecek kadar çok tecelli, bunu yekten tarif edebilmek pek kolay bir şey değil. Yalnız söyleyeceğimiz ve her konuşmamızda da sofranın ekmeği gibi tekrar ettiğimiz mühim yerleri vardır.

Acaba bu mevcûdât içerisinde insanın kendisine bahşedilen hüviyette ne gibi hususiyetler vardır? Neylen ayrılabiliyor sâir mevcûdât içerisinde? İmtiyazı ne? Elbette bir imtiyazı var. Ki eşya kendisine musahhar kılınmış. Kendisinden çok kavî varlığı kullanabiliyor. Bu imtiyazı nereden alıyor. Bu geliş gidiş nedir? Nereden geliyor, nereye gidiyor?

Mânâ ilminin dairesine girer bu sual. Müspet ilim buna cevap veremez. Müspet ilim bizim nereden geldiğimizi bilemez. Nereye gideceğimizi de bilemez. Bizim geliş gidiş yerimize Kudret derler. Anlatabiliyor muyum acaba? Demek ki biz yalnız böyle maddenin kesâfetinde kalan bir varlık değiliz. Burayı tekrar edeyim, burası çok lazımlı bir yer. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Müspet ilim bizim nereden geldiğimize cevap vermeye kalkarsa, mevzûunun haricine çıkmış olur, ona müspet ilim denmez. Sahası ayrı. Neden? Müspet ilim hadiseler arasındaki münasebâtı araştırır. “Neden, nasıl?” sualine cevap verebilir fakat “Niçün?” dendi mi durur. Kendi kendine “niçün”ü de vermeye kalkarsa yook, mevzûun haricine çıktın, denir. Yok, çünkü mugâlata olur.

Biz gelmişiz ve gidiyoruz. Bu da bir mühim varlık. Ne yapacağız? Hah işte. İnsanım iddiasında bulunan kimse, ilm-i mânâdan kendisini kat’iyen müstağni tutamaz. Mâdâmı ki gelmiştir ve gidiyor, elindeki müspet ilim de bundan haber veremiyor. İnsan olması dolayısı ile de niçünsüz yaşayamıyor. İnsanı sâir mahlûkattan ayıran en büyük şey, arayacak olursanız, niçündür, “niçün?”

Onun içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki:

“Bir cemiyet ne vakit yıkılır bilir misiniz? Ne vakit ki “niçün” kelimesini kullanmasını bilmez, yıkılır. Ne vakit ki evetle hayırın kullanma yerlerini bilmez, yıkılır.” Anlatamıyorum galiba. Yani evet diyecek yerde hayır, hayır diyecek yerde evet, demeye başladı mı? Bir de “niçün” kullanmıyor hiç. “Niçün”ü kullanmadı mı makam-ı hayvaniyete düştü. Öküze vurursun, yürür. Niçün yürüyeyim, demez. Anlatamadım mı acaba? Azıcık insanın ufak bir tarifine girer gibi olduk. Azıcık. “Niçün”

Kalp mevzûuna gelince, kalp. Neden o ismi almış bir defa? Daima kalp, bak. Anlatamıyor muyum acaba? Kalp; durmuyor, daima değişiyor. Ya bu bir cemâle doğru döner veya bir celâle doğru döner. Ya bir süfliyata doğru sükût eder yahut bir ulviyata doğru uruç eder. Kalbi ulviyata doğru uruç ettiren müessesenin adına ahlak denir. Acaba anlatabildim mi? Ahlakın ufacıcık size bir tarifini yaptım.

Kalp ulviyete doğru uruç etmeye başladığı andan itibaren, o kimsenin imanı aklına galip gelir. Beşer de huzura kavuşabilmesi içün tek çaresi; imanının, aklının fevkinde olmasıdır.

Beşer akıl diye taptığı günden itibaren, imanı bıraktığı andan itibaren, bundan sapmaya başladı. Her şeysi elinde olduğu halde huzuru yok değil mi? İnsanlık âlemi bu asırdaki kadar zengin olmamıştır. Madde itibariyle. Çok zengin. Bu kadar zengin olduğu yok tarihen. Sen o vardır yoktur, onları bırak sen. Kül halinde mütalaa et kâinatı.

Hudâ, ihtihza ediyor. Allah, istihza muamelesi yapıyor. Ne zenginlik bu semaya çıkıyorsun. Ne zengin olacaksın? Yeryüzü yetmiyor, denizin dibi az geliyor, taa yerin karnı dahi küçük geliyor, semalara kadar çıkıyor. Yine hâlâ zengin değilim, diyor. Muazzam zenginliği var fakat huzuru yok. Huzur yok. Sebebi neden? İmanı aklının fevkine çıkmamış.

İman aklın fevkine çıkmazsa, mürüvvet kalkar. Mürüvvet! Mürüvvet kalkınca, merhameti hürmeti götürür. Bak bunlar hepsi birbirine bağlı şeyler. Mürüvvet orta yerden kalktı mı merhamet hürmet de peşinden gider. Tutunamaz artık. Onlar da gittiği vakitte, yerine bir şey geliyor. Gidiyor boş kalmıyor ki, ihtirâsât-ı nefsaniye gelir. O, onun yerini işgal ettikten sonra, insanlık âlemi çökmeye başlar. Hem nasıl çöküntü, sesinden sema da bizâr olur. Arş da rahatsız olur. Çok fena bir ses. Kendi kendine çöker.

İşte görülüyor ki; ihtirâsât-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirâsât-ı nefsaniye ile çöküyor. O ihtirâs devri başladığı vakitte, insanın mazhariyet-i gaybiyesi, cehaletle dolar. Onun içün Enbiya bile daima Allah’a dua ettikleri vakitte, şundan bundan diye dua etmemişlerdir. “Ya Rabbi, cahil yapma!” Bir tek kelime ile dua ederler.  “Cehilden sana sığınırız.”

Hatta Resul-ü Kibriya’nın daha hususi bir duası vardır. O sığınırken der ki: “Kendini tesmiye ettiğin, âlem-i gayb da kendi kendine verdiğin, bir ihtiyâr ettiğin, tahsis ettiğin bir isim var. (Çünkü Allah, ikinci hayatta bize burada bildirmediği bir isimle kendisini meydana koyacak. Anlatabildim mi acaba? Söylemediğim şeydir. Onun içün Resul-ü Kibriya öyle der.) Ya Rabbi! Sen kendini tesmiye ettiğin, yahut ilm-i  gayb da kendi zâtına ihtiyâr ve tahsis ettiğin, isimle Senden istiyorum. O isimle Senden istiyorum.” Sen de böyle iste. Hediye ettim sana.

İhtirâsât-ı nefsaniye hâkim olmaya başladığı vakitte, insanda tesfilât-ı[1] şeytaniyye meydana gelir ki bütün marifethaneler berbat olur. Öyle diyor, Allah’ın Büyük Kitab’ında. Cemiyetin hâllerini tarif eden bahislerde, mesela Sure-i Enâm’ın 65. nazmında[2] “Beşer yaratılışındaki gayeyi unutur. Ben ona kıymet verdim, Ben bütün mevcûdâtı sıfatımla yarattım fakat insanı zatımla yarattım. Bütün mevcûdâtı sıfatımla yarattım fakat insanı zâtımla yarattım.”

Hammertü tineta âdeme biyedeyye erbaine sebahen.

Nazıma bakacak olursak iblise öyle der. “Seni hangi şey men etti? Öz elimle yaratmış olduğum şeye karşı boyun kesmedin?” Gözünüzde böyle Hakkı tecessüm ettirerek, etten kandan kemikten bir ele sahip filan şekilde bir hisse malik olmayın. Hak, kendisinin eli bizim bilmediğimiz şekilde bir el. Anlatabildim mi? Öyle demiş. O ne demişse biz onu kabul ederiz.

 “Ben diyor, seni ilmimde tuttum. İlmimde tuttum. Senin çamurdan yapılmış olan ve neticede yine çamur olacak olan tenine, o siyah çadıra, Ben bir şey gizledim. “Niye onu sen kabul etmedin?” diyor. Ben seni bu âleme yalnız tenini beslemek için göndermedim ki. Sen yalnız tenperver oldun. Neticesi cife olacak olan suretinle meşgul oldun. Yahu kendimi verdim sana, diyor. Bu kadar nâdân olur muydun, diyor. Bu hâle geldiniz mi, diyor. Ben sizi birbirinize düşüreceğim. Sen zannetme ki, kendi böyle şeyinle düşeceksin. Hayır! İstîdâdında insanî varlığı kaybedip de istifaya kalktığın dakikadan itibaren, Ben senin hayalini bozacağım, diyor Allah. Ve birbirinize düşüreceğim. Yiyeceksiniz birbirinizi, diyor. Hizip hizip olacaksınız, her hizip kendisini idare edene uşak olacak, birbirini yiyecek. Öyle bir hâle sokacağım ki rayihâ-i keriheniz âlemi zehirleyecek. Âlem zehirlenecektir. Ben kırk sabah...”

Bunlar tabi remz. Mesela Allah der ki: “Altı günde bu ķâinatı halk ettim.” Böyle “gün” dendiği vakitte bizim bildiğimiz gün mü? Yok! Anlatayım mı sana onları? Gün; zira güneş doğar batar, onun doğması ile batması arasındaki hâle gün denir. Ne güneş… Güneş müneş yokken. Ne eserden ne esirden hiçbir şey bilinmezken. Hilkat olmuş gün olur mu o, bizim bildiğimiz gün? “Altı tecellimle mevcûdâtı yaptım.” Ama  o tecellileri de anlat. Öyle on dakikada anlatılmaz. Öyle olur mu on dakikada?

Hulâsa, koruk hâlinde kalmamalı. Üzüm olmanın çaresine bakmalı. Üzümde koruktan olur. Acaba anlatamıyor muyum? Koruk. Ama işe yaramaz mı, diyeceksin, üzüm başka koruk başka. Bir tohumu dikeriz ağaç olur, meyva verir. Hüner meyva olmaktır, ağaç olursan yakarlar. Meyve ol da insana vuslat et. Bir şey anlatamıyor muyum? Yoksa hepsi hepsi bir onun, bir ama hani öyle bazı neşeli adamlar vardır. “Efendim yabancı yok, ayrı yok, yabancı yok gayrı yok...”  Ama sen  ağaç olma, diken olma, yakarlar kardeşim. Meyva ol. Bir Hazreti İnsana vuslat et. Evet, o çekirdekten olmuştur o. Hepsi ondandır, ondandır ama sen niye diken oluyorsun?

Huyunu değiştirdiğin dakikadan itibaren işin şekli değişir. Huylan, ahlak ahlak. Bak, yokla kendini. Hulâsa  tekrar ediyorum. İnsan olur ki; mazhariyet-i gaybiyesi cehalet içerisinde marifet, güzel niyeti mezâlim[3] içinde mâdelet[4] meydana getirir. Biz ilk önce iyi bir şeye niyet etmiyoruz ki. Hudâ bize iyilik versin.

Mânâ ilminde ne kadar güzel söylenmiştir. Âdetle ibadeti ayıran şeyin adına niyet derler. Anlatamadım mı acaba? Biraz karışık geldi. Niyet olmadıkça iyilik de yapsan, mesela mânâya göre. Bizim bir maddemiz var, bir de mânâmız var ya, o mânâmıza ait olan varlıklar var ya. Niyet esastır, niyet. Âdetle ibadeti ayıran şeyin adına niyet denir.

Şöyle bir misal vereyim size, daha iyi anlaşılsın. Mesela oruçlu bir adam, oruç diyelim. Yemeyecek içmeyecek, işte neden imsak edecekse, onlar bilenler bilir. Yemedi içmedi muayyen saatte. Hudâ’nın bildirdiği bir saatte. Hastalandı, yahut bir hasta tasavvur edelim. Doktor geldi dedi ki: “Sen, kırk sekiz saat hiçbir şey ağzına almayacaksın. Hiç ne su ne yemek filan hiç. Hiçbir şey almayacaksın, ölürsün.” Yemedi içmedi… Oruç olur mu? Olmaz. Niye? Niyet yok. Anlatabildim mi acaba şimdi? Bir parça anlaşıldı değil mi? Niyet yok.

Denize düştü, her tarafı adam akıllı ıslandı, düştü dibine kadar vurdu çıktı bir iki defa.  Abdestsizdi, ben denize düştüm, tam yıkandım çıktım. Abdest olur mu? Olmaz. Neden? Niyet yok. Niyetin bu kadar kıymeti vardır. Ahlakta da öyle. Efendim filan adam şöyle yaptı, şu kadar büyüklük yaptı, şunu etti, bunu etti ama onun içerisini ben bilmem, Allah bilir. Niyetinde ne vardı? Bir şey anlatamıyor muyum? Niyeti ne idi?

İsmi hafızama gelmedi, gelirse söyleyeyim. Peygamber harp ediyor, ashabı da harp ediyor. Harp edenlerin içerisindeki bir tanesi bir savlet[5] yaptığı vakitte, düşman ordusunu böyle bozuyor. Dalga gibi geliyor. Tabi hoşuna gitti, Ashab-ı Bâsafa’nın. Öyle sınavına gelmişti.

O günkü o usul harpler acayip. Teke tek çıkıyorlar. Ne güzel usul ama değil mi ya? Mini mini çocuk bir kenarda durur hiç olmazsa. Yetmişlik piri fâni bir kenarda durur. Hastanedeki hasta huzur içinde durur. Böyle, bas düğmeye bir milyon adam birden ölsün! Neden öyle oldu? “Beşer hilkatindeki gayeyi unutunca, sana öyle şeyler yaptıracağım ki, yiyeceksiniz birbirinizi!” Yanlış anlama, o hâlde ben yapmayayım mı? Yok. O bütün külliyatın tekâmülü mânâya doğru dönüşü lazımdır.

Hudâ, öyle demiştir. Düşmanından daima kavî bulun. Yakmak içün değil, kendini korumak için. Allah, insana korku hissini vermiştir. Zalimden korksun diye değil, kendini muhafaza etsin diye. Acaba anlatabiliyor muyum? Mühim yer buralar. Ve zalim bununla adamı yıkar. O hissi sen kötü tarafını kullandın mı seni yıktı demektir. Seni, ondan korusun diye vermiştir o hissi. Yoksa ona mağlup olasın diye vermemiştir.

Nerede kaldık? Hoşlarına gidiyordu Ashab-ı Bâsafa’nın. Bakıyorlardı, dedim. Yani mahsustan soruyorum ki iyi dinliyor musunuz diyerekten. Yani nerede bıraktığımı bilirim ben onu. Resul-ü Kibriya’ya söylediler.

“Ne aşk ile ne şevk ile ne vecd ile şey yapıyor, hamle yapıyor. Bayılıyoruz.” dediler.

Usulcacık söyledi. Pek yakınlarıydı onu söyleyenler. Sonunu getiremeyecek, dedi. “Sonunu getiremeyecek!”

Şaşırdılar. Canını ortaya atmış artık, daha ötesi var mı? Sonunu getiremeyecek, diyor. Canını ortaya atmış. Aman efendim dediler, yani istemediler sonunu getirsin, istiyorlar. Bu cânsiperâne, kendisini ortaya atmış, istiyorlar ki sonu gelsin. Aman efendim, iltimas etmek istediler. Yok kısmeti. Lisan-i hâlle neden filan? Onu cevap almak istiyorlar.

“Biraz sabredin şimdi anlaşılır.” dedi. Biraz sonra ağır yaralandı. O “sonunu getiremeyecek” cümlesi seniyesini işitenler değil de hariçteki insanlar koştular.

“Maşallah, dediler. Hizmetin, şu mânâya Hakk’a olan, şu Lâ ilahe İllallah davasına olan gayen, o göstermiş olduğun şecaat senin içün kâfi.”

“Ne, dedi. Ne diyorsunuz? Ne Lâ İlâhe İllallah davası? Ben kendime tabi olan insanlara ait olan varlığı göstermek içün çarpışıyorum. Başka bir şey yok!” Herkes baktı, şaştı. Ve geberdi geçti, gitti. Öldü.

Niyet. Bir şey anlatamıyor muyum? Biz de herhangi bir işi yapacağımız vakitte, ilk önce niyetleri temiz yapmıyoruz. Muhakkak o niyetin ara yerinde gizlenmiş olan bir fikr-i mefsedet[6] oluyor, çürüyor o. Kendi elinle kendi istediğin yemle büyüttüğün, bir sağılır hayvan tasavvur et. Güzel, merası güzel, yiyeceği iyi verilmiş, sağdın güzel bir kazan süt. Mis gibi. Fakat bir damla gaz damlasın, içemezsin. Bir damla yahu! Fayda yok. O niyetin içerisine bir damla bir yerden bir şey damlasın, çürür o. Tutmaz, tutmuyor.

İki şey mühimdir ahlakta, biri niyet biri ihlas. Biri niyet biri de ihlas. Bunların ikisi de gayet mühim. Olmadı mı olmaz. Olsa da talaş alevine benzer. Parlamasıyla sönmesi bir olur. Bunun tarihi misalleri de çoktur. Firavun gelmiş, Musa gelmiş. Firavunun ordusu var, muazzam sarayları var. Mükellef etrafı var, mutantan muhiti var. Sen öyle bir, basit bir adam zannetme Firavunu. Onlar öyle insanlar ki tarihte bu gibi insanlar geldiği vakitte şeytan tekâüd[7] oluyor. Beni hizmetten affet, diyor Allah’a. Anlatabildim mi? Anlatabildim mi! Şeytanın dahi yıldığı kimseler var, yaa! Nemrud...

Bedâyi[8] yani ya fenden o maksadım. Bedâyi, o tezyinat o zevk yok. Neler yapmış neler yapmış. Fakat söndü gitti. Hiç kimsenin kalbinde bir muhabbet taşıyamaz, Nemrud. Taşır mı? Yok. Fakat İbrahim isimli milyonla milyarla adam... Mecusîsi gönül vermiştir, Musevîsi gönül vermiştir, İsevîsi gönül vermiştir, Muhammedîsi gönül vermiştir. Onlar başka bir iş o. Onlar gözüküyor, öteki nihayet zamanında evet, kimin kâsesine bir şey doldururken el pençe divan durmuşlar, fakat geçip gittikten sonra kimse yok.

Hazreti İbrahim, öyle mi ya? Musa, mesela? İsa nihayet bir dülger[9] adam. Dülger. Sonra kendisini gizlemiş, bunların her birisinde bir sıfatla tecelli etmiş, asıl kendi olan Hazreti Muhammed. O İbrahim’de görünen de oydu, o Musa’da görünen de oydu, İsa’da görünen de oydu. Bir gün kendi elbisesi ile çıkageldi. Başka elbiselerle gitti. Zamanında öyle işte, Ebû Cehiller, o kisralar, o kayserler... Gitti, fakat günü yapılır, ismi yapılır. Medeniyet âleminde boyun kesilir. Demek ki, ihlas ve niyetin kâinat üzerinde yapmış olduğu varlığı hiçbir şey yapamıyor. Onlarda neden öyle oluyor? İstifa kanunu ile ayrılmış, hususi niyetler var.

Hulâsa insan, elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasına kendisi düşmüştür. O, kendisini o torbadan, -onu bir kuyu tasavvur edin- o kuyudan, aşk kovası ile meydana çıkarmadan, bu âlemden giden adama zavallı denir. Kaç yaşındasın? Yirmi beş. Gönlünde neler yapabildin? Bir şey yok, zavallısın! Ne vakte kadar yapacaksın? Ne vakit yapacaksın? Süratle geçiyor.

Yok mu bir ışık, bir zevk? Yerinde duramayacak kadar bir safâ-i hâl yok mu? Daima kaşların çatık veyahut acayip mânâsız, buraya kadar gülmek. İkisinin ortasını da ben bulamadım. Tramvaya bak diyor, gülüyor. Ne gülüyorsun? Tayyareye bakıyor, gülüyor. Hâlâ biz tayyare geçerken böyle fesimiz şey şapkamız, düşecek kadar bakıyoruz. Artık neler çıktı? Hani öküz arabasına bakmak gibi. Ya kaşları çatık mağmum, mükedder veya mânâsız güler. Sizinle bir şey yok.

Cânânınla bir gece baş başa kalamadın mı? Tefekkür yok mu? Evet, tefekkür. Tefekkür demek, mağmum[10] böyle oturmak değil.

Tefekkür, gönülde olan marifeti hazırlar. Kalbi, bahr-i gaflete dalmaktan kurtarır. Mânâsız kötü kötü otur, demek değildir.

Tefekkür, mebde-i murakâbâ-i Zül-Celâl’dir. Aslını, Rabbisini, mâadını, bulabilmeklik içün bir heyecan. Öyle ya insan çok merak etmez mi? “Yahu ben neyim?” diyerekten.

Tefekkür, mânâların inceliklerini tartan bir terazidir. Var mı böyle bir terazin? Neyi tarttın?

Tefekkür, Maksûda marifettir, O’nu taleptir. O vakit şeyi gider işte, ağırlık insandan gider. Yükünü, imana yüklersin. Onun içün diyoruz ya: İman aklın fevkinde olacak. Sen kendin taşıyorsun, onun içün sıkılıyorsun. Hepimiz öyle değil mi? Yanlış anlama, sen deyince bir şahsı muhatap tutmuyorum.  Konuşma tarzı böyle.

Beşerin yıkıldığı noktaları bulmadıkça, uzun boylu konuşmaların faydası yok. Evet, bugün terbiye tezgâhı dünyada çok fazla işliyor. Terbiye kitapları yapıyorlar. Pedagoji mi o? Öyle yapıyorlar. Terbiye kitapları yapılıyor(!) Fayda yok! Çocuk yine haddizatında hocasına derse kalkarken... O terbiye dersini orada okuyor, düşünmüyor ki ben bunun tedrisatını yapıyorum da çocuk tahtaya kalktığı vakitte bıçağı saplıyor tahtaya. Demek ki o kitap da okunanın onun kalbi üzerinde tesiri yok kardeşim.

Ne vakte kadar gafletle vakit geçireceksin? Hesap meydanda. Üç saat beş saat bunu okuyor fakat kalk bakalım dediği vakitte bir defa eğer hoca çok metin kalpli bir adam değilse bir parça kendisinde şey varsa, acaba şimdi? Vaktiyle talebe hoca derse kalkarken azcık bir ürperti gelirdi. Hoca talebeyi kaldıracak amma ister misin bıçağı saplasın tahtaya? İster misin merdivenden inerken şöyle bir sert omuzla vursun da o vuruşundan anlıyor musun diye, bana bir tembih dersi versin. Yaa!

Bir yığın terbiye tezgâhı, bütün dünya -mevzîi konuşmuyoruz- her yer öyle. Dünyanın her tarafında bir acayip tecelli var. Canavarları utandırtacak kadar, bir zavallılık var. Medeniyet âlemi çare aramaya başladı. İnşallah yaklaşır, baktılar ki olmuyor, çıkmıyor. “O bizim yazdığımız terbiye kitaplarıyla bilmem neyle bu iş düzelmiyor!” dediler. En nihayet döne dolaşa Amerika’da vesaitlere başladılar levhaları yapıştırmaya.  “Mânâya sahip olan insanlar, terbiye üzerinde lazım gelecek varlıklarını ortaya aman koysunlar, zira beşeriyet çıldırdı.” Ama hangi cins çıldırmak? Deli üç kısımdır; zır deli, zır zır deli, hınzır deli. Üçüncü sınıfı. Anladın mı? Deli deli, üç kısım. Üç türlü olur. Zır deli, zır zır deli, hınzır deli. Son sınıf.

Fakat biz, biz kâinattan ayrılmalıyız. Biz tarihin efendisinin çocuklarıyız. Biz aşktan doğan ahlaka salik olan ecdadın evlatlarıyız. Dünyanın her tarafında sıkılan manevi zehirli gaz, kâinatı istila ettiği vakit, bize de çarptı. Bizde çok durmamalı. Bizi kazırlarsa altından iyi bir nakış çıkar yine. Yaa! Biz düşmana dahi merhamet elini uzatan insanların evladı değil miyiz? Tarihi aç oku.

Evvela cânan, sonra cân diye yaşamış. Ve onun içün, nâzım-ı dünya olmuş. Medeniyetini taklit etmiş olduğun Garp âlemini, altı yedi asır ilim ve marifet hâkimiyeti altında esir ettin sen. Başka şeyle de zannetme. İlim ve marifet hâkimiyeti altında altı yedi asır, böyle bunun altında yürüttün. Sonra deden ne yapmış, dersin! Deden ne yapacak, sana gayet güzel bir ev yapmış oturuyorsun işte. Bu evi sen mi aldın? Dünyanın yüzünde oturtturuyor seni yahu! Deden ne yapmış diyebilir misin? İnsan biraz sıkılması lazım gelir. Biraz insan utanır değil mi ya? Deden ne yapmış, denir mi? Güzel bir ev almış, yan yatıp oturuyorsun. Köşe güzel seni besliyor, daha ne yapmış istersin. Köşe güzel.

İştiyâk-ı Nebi var. O iştiyâk sayesinde müreffeh, muazzam, mutantan yaşıyorsun. Daha ne olsun? Deden ne yapmış olur mu? Güzel bir ev aldı oturttu. Altı asır haddizatında yerin üzerinde ism-i azize mazhar oldun, mükellef yaşadın. Yerin dibine girdin mi sen? Yine dedenin parasını yersin. Yerin dibinden bir şey çıkardın mı şöyle? Yoo!

Mevcûdu muhafaza, mâdumu[11] meydana getirmekten çok zordur. Sen evdeki mevcûdu muhafaza et. Anlatabildim mi acaba? Terakki; servet-i eslâfa, servet-i ahlâfı ilave etmek ile olur. Terakki babanın malına evlat mal koymakla olur, Babasının malını atmakla çiğnemekle değil. Terakkinin tarifi vardır. Terakki; servet-i eslâfa, servet-i ahlâfı ilave etmekle. Biraz daha Türkçeleştir, daha şöyle sadeleşsin. Babanın malına evlat malını üstüne koymakla olur. Yaa!

İçini kinle, buğzla, nefretle, ihtirâs ile doldurma. İnsan uda benzer. İçi dolu olursa onun, onun ehli olan insan, sesini çıkarmıyor, der atar. İçin senin mefsedetle dolu olursa sahibin olan Allah, seni atar.

Kıymetimi kimse bilmez, bilmedi diye, atalete girme. Kimse yok, Allah var. Ondan kaybediyoruz. Kimse yok. O bilen de gidecek. Kıymetini bilende. Yok kimse öyleyse! Kıymetini bilen! Hepiniz okumuşunuzdur, mini miniyken, kıraat kitaplarında. Bir piri faniyi görmüşler, bir ağaç dikiyormuş. Gülmüşler, eli titriyor, gözlerinden şıpır şıpır yaş akıyor. Dudağı oynuyor. Bu artık hazreti mevt ile hadde bile kalmamış, yine öyleyken, ağacı dikiyor! Onların o gülüş tarzlarına, lisan-ı hâl ile konuşmalarına, başını kaldırmış. “Yok oğlum, kendim içün değil, benim içün nasıl ekmişlerse bende benden sonrası için ekiyorum.” Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Ya biz? İkinci hayattan sesi gelir. Yap!

Hayatta niye mesut olamıyoruz? Kendi hesabımıza yaptığımızdan dolayı olamıyoruz. Kendini orta yerden çıkar, Allah’ın hesabına yap, derhal saadet olduğu gibi kuvveti ile doğar. Neden? Çünkü hayatı sana sen vermiyorsun ki, Allah veriyor. Kim veriyorsa, onun hesabına çalışacaksın. Bir şey anlatamadım mı? Hayatı kendin kendine versen kendi hesabına çalış. Hayatı kendin vermiyorsun. Hayatı veren “Benim namıma çalış.” diyor. Çalışıpda ona götürüp bir şey verecek değilsin hâşâ! Niyetin düzelecek, ihlasın meydana gelir yine senin o. Kendi de öyle der: “Sen kendini muazzam bir fabrika tasavvur et. Eğer sen bu fabrikayı kendim işleteyim dersen iflas edersin. Gel bunu Bana ver. Ben, senin namına işleteyim. Nemâsı da senin olsun, Ben almayacağım.” Bunu beyan eden nazım da şudur işte.

   اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜۜ  .[12]

“Tenezzül ettim, diyor Hudâ. Gel, tenezzül ettim. (Allah çok naziktir.) Sana engel olan ne'n varsa hepsini Bana sat. Ağır para ile alayım. Ağır, ağır bir şey mukâbilinde alayım. Ne’n varsa sat. (Bak ruhunu istemiyor, o mevkuftur[13]. Keremine bak Allah’ın. Ruhunu sat demiyor, dikkat et.) Nefsini diyor, sat Bana diyor, gel sat! Sat da sana kendimi vereyim.” Oradaki cennet, cennet-i zâttır. Mühim bir incelik. Hadi bu inceliği de söyleyeyim de konuşmayı keseyim.

Mesela bir kimse “ben mü’minim” iddiasında bulunsa ağır yer ama bu. Söyleyeyim mi burayı? Allah, Kitab’ında diyor ki: “Ben, mü’minlerle alışveriş ettim. Nefislerini aldım, mukâbilinde cenneti verdim.” Şimdi böyle bir iddiada bulunan bir kimseye, siz böyle bir alışveriş etmişsiniz, şu cennetinizi göstersenize deyince gösterebilir misiniz?

“Efendim vukû-u tahakkukuna binaen, bu âlemden gittikten sonra yerim hazır!” Yaa, veresiye öyle mi(?) Sen bir defa düşünsene, aciz bir insan olduğun hâlde, on kuruşluk bir şeyi veresiye alırken biraz sıkılırsın. Üzülürsün. Allah, Allah olsun da senden peşin alsın veresiye versin, olmaz o! Bir şey anlatamadım mı acaba? Allah, Allah olsun da senden peşin alsın, sonra veresiyesi...  Yok! O hâlde inanalım, inanalım. Yani iyi iman edelim. Kendimizi aldatmayalım. Bir şey anlatamadık yine galiba?

Hadi buradan böyle cevabı veremedim. Âdem’im diyeyim de yakamı kurtarayım, de. Senin tarafından konuşuyorum. Yani konuşuyoruz şimdi muhabbet ediyoruz. Ahlaki bir muhabbet. Böyle bir şeyi zannetme ki ben bunu söylerken, kendimi sizden hariç görüyorum. Hepinizden aşağı benim. O ayrı yani ya. Olur ya hani birisi ters bir mânâ anlar, o mânâ da değil. Dertleşiyoruz.

Neden yol alamıyoruz? Niye insanlığa hadim olamıyoruz? Neden birbirimizi sevemiyoruz? Bize Kitab, ümmet-i vasat der. Siz nâzım-ı dünya olacaksınız, numune olacaksınız diye bize imtiyaz verdiği hâlde, niçün biz geri kalıyoruz? Dert bu. Bunu konuşuyoruz. Hadi dedik ki Âdem’im. Güzel. Yine Allah der ki:

وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا.[14]

Ben, Âdem’e bütün isimlerimi talim ettim. İsimler demek, her eşyanın hakikatini öğrettim. İlk önce medeniyettir, sonra vahşettir ha. Yanlış anlamayın, bazı resimler görürsünüz, Âdem bir incir yaprağı örttürmüş, böyle saçı sakalı öyle değil. Onun kadar kibar, Onun kadar zarif, Onun kadar süslü, Onun kadar eşyayı muntazam kullanmış, giyinmiş hiçbir varlık yok. Hep ters ters anlamışız. Ya o taş devri filan? Onlar hep sonradan olmuştur onlar. İlk önce medeniyettir, sonra vahşettir. Anlatamıyor muyum acaba?

Beşer, işte dediğim gibi böyle, tamamıyla tuğyan, isyan, artıyor artıyor, ihtirâsât-ı nefsaniye meydana geldikten sonra, insanlığının mânâsını alıyor, hayvandan aşağıya koyuyor, vahşet başlıyor. Devreyi kapıyor, yeniden bir daha açıyor. Allah’ın âdeti öyle. Hatta o Âdem’den evvel, bu kâinatı sen ne zannedersin? Buna ne bidâyet mutasavver ne nihayet.

İnnallahe halekal Âdemel malum bade miete miete elfe Âdem.

Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Ekber Hazretleri, tavaf ederlerken Beytullah’ı. (Acayip böyle bir varlıklar)  Bir insan, böyle dikkatli bakmış, hayran olmuş. “Neye bakıyorsun?” demiş. “Sizleri tanıyamadık.” demiş. “Siz bizi tanıyamazsınız, siz buğdaycı Âdem’in oğullarısınız. Biz ondan evvel gelen nice Âdem devrelerinden evvelki Âdem’in çocuklarıyız. Siz bizi tanıyamazsınız.” Anlatamadık mı acaba?

Daha fen: “Üç yüz bin senelik, beş yüz bin senelik,  müstehâseyi[15] buldum. Yok bir milyon...” Bırak milyon ne nüvülyon ne milyon sene yok ona. Sizin bildiğiniz Âdem’den evvel, öğrenebildiğiniz müstehâse ile bilmem şununla, âlem-i tabakat ilminden çıkardığınız bilgilerle, bildiğiniz Âdem’den evvel, diyor Peygamber Hazreti Muhammed. “Bu kâinat milyonlarca âdem devresi geçirmiş kapatmıştır.” diyor. Bir sual çıkar, bizden sonra da bir devir var mı? Yok. Başka şekil var artık. Ondan sonra şekil başka. Biz son âdemin çocuklarıyız. Neyse...

 وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا    

“Ben, esmamı bütün isimlerimi...” ne demek, Türkçeleştir. Her şeyin hakikatını. Biz şimdi her şeyin hakikatını bilmiyoruz. Atom çıktı berbat etti, bilmiyoruz. Bu, benim görüşüme göre tahtadır, şimdiki hâlde. Anlatabildim mi acaba? Bu, daha ne ne ne ne?

Yaa, şimdi “Âdemim” dendi mi, denildi mi? Sorsa birisi: “Ee Allah gibi bir muallim/öğretici, senin gibi bir müteallim/öğrenici, şu ilm-i esmayı Allah sana nasıl öğretti göster bakayım?” dese, durdu. Durdun mu? O hâlde pek Âdemim diye de gururlanma! Bir şeyden daha yakamı kurtarayım bakalım. Hoşunuza gidiyor mu söyleyeyim mi anlatabildim mi bir şey yani? İbn-i Âdem’im, Âdem’in evlâdıyım. E biri çıkar derse ki: “Güzel, Allah diyor ki:

اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ  [16]  Ben Âdem’in evlâdı ile bir muâhade yaptım. Şu Allah ile yapmış olduğunuz muâhedenin suretini görelim!” derse, gösterebilir misin? Gösteremedim. O hâlde ibn-i Âdemim diye de mağrur olma! Ne yapalım? Çalışalım. Hepsi bizim içün.

Yine konuşmanın tariflerini yapamadan, aklı kalbi layıkı ile anlatamadan, mevzû etrafa girdi ama herhâlde bize lazım olan yerlerden de istifade ettiğimiz şekiller olmuştur zannedersem. Bir şeyi okuyayım keseyim. Dedim ki birkaç sefer okumuşumdur, size ama münasebet aldığı içün canlandıracak mevzûu. Çok okuduğum şeydir, şimdiki okuyacağım şey.

“Efendim kıymetimi bilmezler, kabul etmezler.” Hayır, biz onunla alakadar değiliz. Her şeyin kıymetini bilen var. Allah. O’na çalış. O bilir. Nuh aleyhisselam dokuz yüz sene, hizmet-i davette tebliğde bulundu. Altı kişi iman etti. Dokuz yüz sene davet, oğlu da kâfirdi, karısı da kâfirdi. Oğlunun bir tanesi kâfirdi, karısı da kâfirdi. O, ince işlerdir o.

Bâidüne karibün karibüne bâidün.

Oğlu kâfir olur da, taaa uzaktan biri muvahhid olur. Nefsini orta yerden kaldır hulâsa. Malik. Malik İbn-i Eşterî, İmam-ı Ali’ye soruyor. Bak nefis orta yerden nasıl kalkar. Karşısına gelmiş, canını alacak, daha ötesi var mı? “Kimlere kılıç vurdun?” diyor. O Eşter’de o ne mübarek adam, o. Acayip insanlar.

“Yedinci batında çocuğunun; insan, mü’min, hakiki bir varlık olduğunu gördüğüm kimselere vurmadım. Yedinci batında bir hakiki insan meydana getirecek. (Onlar görüyor) Ona da vurmadım.”

Ona soruyorlar: “Bu günlerde dilinde bir câm-ı şehâdet gezdiriyorsun. Sen bir şey seziyorsun.”

“Evet, diyor. Bu köle beni öldürecek!” diyor.  Bu köle öldürecek beni!... edelim.” “Yok, kuvveden fiile çıkmamıştır, diyor. Beni bu öldürecek.” Ertesi günü öldürüyor. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Sonra ikinci hayattan sesi gelir. Gelir ya, gelmez mi? Gelmiyor mu? Siz, Hazreti Muhammed’i gördünüz mü? Görmediniz. Bu âlemde sesini işittiniz mi? İşitmediniz. İkinci hayattan sesi gelmese şimdi heyecan gösterebilir misiniz? El verir ki o ahlakı giyin, gelir sesi. Çok severimde bunu, arada sırada size de okumuşumdur. Yine okuyacağım. Güzel söylemiş.

Eni-ü nâle seher-hize ney nevası verir.[i]

Eni-ü nâle seher-hize ney nevası verir. Hakiki insan, bu âlemde ahlı olur. Çünkü o onun anahtarıdır. Kapıları onunla açar. İlk önce kesâfet pertelenir[17], tıkır tıkır parçalayacak, aça aça, aça, sonra letâfet perdesi o da engeldir. Onları da şey edecek. Onu söylüyor.

Eni-ü nâle seher-hize ney nevası verir. Sabah bekleyen insana. Buradaki sabah, kaç türlü mânâsı var. Bir gün anlatırız. Bir bizim bildiğimiz sabah, bir başka sabah. Ya, kaç tane sabah var? Çook.

Bükadan Arif-i billaha mey safâsı gelir. Hakk’a arif olanın, içkisi gözünün yaşıdır, diyor. Öyledir. İçkisi odur. Abdestinin suyu odur. Gözyaşınla bir abdest alabildin mi derler. Büyük insanlar.

Sühanverin eseri bir hayat-ı sânidir

Giderse dâr-ı fenâdan yine sedâsı gelir.
Benim vücûdum olur nâ-bedid o dem yoksa.
Cihan bu hâlde kalmaz kadirşinası gelir.
Abes, tabib arama derd-i dil ara yahu!

Hep teninin hastalıklarını tedavi ettireceğim, diye boyuna gezersin, gönül de bir hastalık var. Nereden bulacaksın, arasana başka bir şey.

Abes, tabib arama... Yanlış anlamayın bu bir beyandır. Hani hastalandın, doktora gitme mânâsına değil. Musa, rahatsızlandı. Bir mide rahatsızlığına tutuldu, çok fena semadan yıldızlar dökülüyor gibi. “Ya Rabbi, midem çok fena!” dedi. “Git, filan yerde bir doktor var.” dedi. “Sizden istiyorum.” dedi. O vakit bir ithaf-i İlâhi sadır oldu. “Niye ayrı gördün, ona vücûd mu verdin! Şâfî ismim, o elden tecelli edecek. Git, o benimdir, hepsi Benim.” Hakk'ı O'nun. Sen ona ayriyeten bir vücut verip verme yalnız. O musluk...

 Konuşma bu kadar yeter.


[1] Tesfilât: (“Süfl”den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma.

[2] En’âm Suresi 65. Ayet-i Kerime   قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلٰٓى اَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ اَوْ مِنْ تَحْتِ اَرْجُلِكُمْ اَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذ۪يقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍۜ اُنْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْاٰيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ   
Meali: De ki: "O'nun üstünüzden ve ayaklarınızın altından azab göndermeye yahut sizi fırkalara ayırıp kiminizin kiminize hıncını tattırmaya gücü yeter. Bak, âyetlerimizi nasıl inceden inceye açıklıyoruz ki, onlar iyice anlasınlar.”
[3] Mezâlim: Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler
[4] Mâdelet: Adalet yapmak
[5] Savlet: Saldırma. Ani ve şiddetli atılış.  Hücum, saldırı.  Saldırma, saldırı.
[6] Mefsedet: Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık.  Bozgunculuk, fesat, kötülük.  Fesatlık, bozukluk.
[7] Tekâüd: Oturma. Fârig olma.  Karşılıklı oturma.  Emeklilik.  Emekliye ayrılma.
[8] Bedâyi: Eşi benzeri olmayan güzellikler.  Görülmedik güzellikte şeyler.
[9] Dülger: Marangoz, yapı ustası.
[10]Mağmum: Gamlı, kederli, hüzünlü. • (Hava için) Bulutlu, kapalı, kasvetli, sıkıntılı, mukassî.
[11] Mâdum: Var olmayan, mevcût olmayan, yok, nâbud. Karşıtı: Mevcût
[12] Tevbe Suresi 111. Ayet-i Kerime   اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَۜ يُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرٰيةِ وَالْاِنْج۪يلِ وَالْقُرْاٰنِۜ وَمَنْ اَوْفٰى بِعَهْدِه۪ مِنَ اللّٰهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذ۪ي بَايَعْتُمْ بِه۪ۜ وَذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah, müminlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine cennet vermek üzere satın almıştır: Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu, Tevrat'ta da, İncil'de de Kur'ân'da da Allah'ın kendi üzerine yüklendiği bir ahittir. Allah'dan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alışveriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[13] Mevkûf: Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan.  Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen.  Ait, bağlı.  Tevkif edilmiş, tutuklu.
[14] Bakara Suresi 31. Ayet-i Kerime.  وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Meali: Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin" dedi.
[15] Müstehâse: Fosil, taşıl. Geçmiş jeolojik devirlerde toprak tabakalarına gömülüp kalmış hayvan, bitki kalıntıları veya izleri.
[16] Yasin Suresi 60. Ayet-i Kerime  ا  اَلَمْ اَعْهَدْ اِلَيْكُمْ يَا بَن۪ٓي اٰدَمَ اَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَۚ اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُب۪ينٌۙ  
Meali: Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır
[17] Perte: fire, yitim, kayıp, yıkılma, yok olma, zarar, ziyan



[i]
Eni-ü nale seher-hize ney nevası verir.
Bükadan Arif-i billaha mey safası gelir

Sühanverin eseri bir hayat-ı sânidir
Giderse dâr-ı fenâdan yine sedası gelir.

Benim vücudum olur na-bedid o dem yoksa.
Cihan bu halde kalmaz kadirşinası gelir.

Abes, tabib arama derd-i dil ara yahu
Ki Dert-mend olanın gayrıdan devası gelir.

Kederden özge garib-i diyarı kim yoklar
Mariz ıyâdetine gelse aşinası gelir.

Sitemkeranı Hüda naşinas hakkından.
Efendi tecrübe ettim seher duası gelir.

Azab-ı kabri şataretle atlatır feyzi
O dem ki başucuna Âli Mustafa’sı gelir.

2 yorum:

Allah’ın Büyük Kitab’ında. Cemiyetin hâllerini tarif eden bahislerde, mesela Sure-i Enâm’ın 65. nazmında[2] “Beşer yaratılışındaki gayeyi unutur. Ben ona kıymet verdim, Ben bütün mevcûdâtı sıfatımla yarattım fakat insanı zatımla yarattım. Bütün mevcûdâtı sıfatımla yarattım fakat insanı zâtımla yarattım.”

Resul-ü Kibriya’nın daha hususi bir duası vardır. O sığınırken der ki: “Kendini tesmiye ettiğin, âlem-i gayb da kendi kendine verdiğin, bir ihtiyâr ettiğin, tahsis ettiğin bir isim var. (Çünkü Allah, ikinci hayatta bize burada bildirmediği bir isimle kendisini meydana koyacak. Anlatabildim mi acaba? Söylemediğim şeydir. Onun içün Resul-ü Kibriya öyle der.) Ya Rabbi! Sen kendini tesmiye ettiğin, yahut ilm-i gayb da kendi zâtına ihtiyâr ve tahsis ettiğin, isimle Senden istiyorum. O isimle Senden istiyorum.” Sen de böyle iste. Hediye ettim sana.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017