Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

64. Kaset.

064 (27.09.1959) 64 dk (048)

Mevzû iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da menşei, mastarı kalp. Gerek akıl, kalp, aşk, vazife, bunlar mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan... Ve layıkı ile anlatılması güç olan kısım da burasıdır. Zira insan, zahirde şöyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür, mânâda enfüste bütün varlığı muhittir. Şöyle gözünüzü kapayın, bir an içün kendinize doğru, içinize doğru… Kelime bulamıyorum ki, anlıyorsunuz ne demek istediğimi. Bir yürüyüş yapın, bir akıntı. Nereden gelir, nereye gider? Bu ten, kaç vücûda sahiptir. İçerde görüşmeler var, kabul var, kabul etmemeler var. Evet diyor, hayır diyor, sonra bir an içerisinde, ne kadar muhtelif tecellilerde bulunuyor. Acaba anlatabiliyor muyum? Hesaba girmeyecek, hitap edilmeyecek surette, bir varlık. E bunu nasıl insan tarif edebilir?

İnsan, her vakit tekrar ediyoruz, sofranın ekmeği olduğundan dolayı. Malum ya, yemek değişir de ekmek değişmez. Ekmeksiz yemeğin de tadı olmaz. Ekmek ism-i azama mazhar. Kudret, onda bütün serairini de gizlemiştir. Öyle ekmek deyip geçmeyin. Ekmek, bütün kuvvetler onda topludur.

Evet, iki veçhesi var insanın. Bir, âlem-i kudrete taalluk etmiş… (İstiyorum ki bunu her vakit tekrar etmekten. Bunlar yayılsın. Bunlar yayılırsa,  hilkatteki gaye duyulur.) Gelmede gitmede ihtiyârı olmayan beşer, niçün gelmiştir? Burada ne ile mükelleftir? Nereye götürülür? Hayat denilen şey püf diye göçüp gitmek midir? Devam var. Sen elindeki bir şeyin, elinden alındığını istemezsin, geçici olduğunu kabul etmezsin de, Kudret varlığının geçici olduğunu kabul eder mi? Etmez.

Her vakit dediğim gibi doğumlar, insanın bu âleme doğması demek; dalgasız denizden, dalgalı denize düşmesi demektir. Herkesin anlayacağı bir tabirle. Doğdu mu, dalgasız bir denizden, dalgalı bir denize düştü. Şimdi bu denizde nasıl yürüyecek? Bunun kenarı çok uzak. Bu uzak sahile kendi kulaçlarımla yüzer de çıkarım derse, zavallıdır. Maddenin kesâfetinde boğulanlar, buna talip olanlardır. Hani bazı kimseler vardır; akıl her şeyi hâlleder, derler. Yok kardeşim! Akıl her şeyi hâlletmez. Akıl medar-ı tekliftir. İnsana yalnız ten gömleğine burada hizmet eder. İnsanın yalnız teni yok ki. Bir de canı var. anlatabiliyor muyum acaba? Çook akıllılar sonradan böyle yapmıştır. Fayda yok ki! Fuzûlî’nin dediği gibi:

Tahkik yolunda akıl n’etsin  a’mâ u garîb kande gitsin.

Buradaki amâdan murat, burasının gözü kör olandır, burası değil. O gönül gözü görmeyen kimse nereye gitsin?

Meğer sen olasın refikim, taa sehl ola tarikim.

Diyor ki: “Ya Rabbi ne olur bana refik ol, ki ben yolumu bulayım. Gel arkama.”

Kudret elinden tutmazsa, yol almanın imkânı yoktur. Elinden tutacak. Elinden tutabilmeklik içün de insanın müeddeb olması şart, bir şey. Allah, diyor ki: Edebi güzel olan adamı severim Ben. Kestirmesi bu. İnsan için en büyük sermaye utanmaktır, diyor. Kendinden utanacak ilk önce, diyor. Kendinden utanmayan kimseden utanmaz. Kendinden utanmayan ne insandan utanır, ne Allah’tan utanır, ne mahluktan utanır, hiç.  İlk önce insan kendisinden utanacak. Çünkü kendisine utandırabilecek varlığı Ben verdim, diyor. Bir insan kendinden utanmadan başkasından utanmaya çalıştı mı o da hilekârdır, diyor. Anlatabildim mi acaba? O utanma değildir diyor, o hiledir diyor. Hile o.

Biz gelelim yine mevzûmuza. Bu âleme gelmeden gaye ne? Niçün getirildik. Dalgasız denizden dalgalı denize niye düştük? Bakıyoruz ki abes yaratılmış hiçbir zerre yok. Hilkatte şu abestir diyen, ilim adamı gösteremezsin. Cahil göstermeye çalışır, fakat ilim adamı şunun ne lüzumu vardır, diyemez. Şu mevcûdât içerisinde, her zerreyi birer birer ömrü kâfi gelse de tetkik etse şu zerre niçün olmuştur, diyemez. Hepsi hikmetle dolu. Ve bütün mevcûdâtta abes yaratılmış bir şey olmayınca, ya hazreti insan?

Üç günlük hayat bu. Gelip gidiyor işte. Dün bugün için rüya, bugünde yarın için rüya. Onun içün derler ki: “Mâdâmı ki böyle bir serîü’z-zevâl[1] bir tecelliye mazhar olmuş şu varlık, o hâlde insanın hâli kuvvetli olmalı, hâli!” derler. Bedeni kuvvetli olmaktan ziyade, hâli kuvvetli olmak. Mert adam, bedeni kuvvetli adama denmez, hâli kuvvetli olan adama denir. Bir şey anlatabildim mi acaba? Biz bedeni kuvvetli adama mert deriz! Yok kardeşim! Öküz çok kuvvetli benden. Hâli kuvvetli olacak. Hâl, hâl!

Mevzûu dağıttık, şimdi toplayacağız. İnsanın iki veçhesi var. Bir veçhesi âlem-i halka, bu mazâhire, bu kâinata, dünya denilen bu iptila âlemine. Burası iptila âlemi mi? Evet, burası iptila âlemi. Burada oh nefesi son nefestir. Ya evet, ondan evvel oh var, deme. Sen hayalinde kurmuşundur. “Şu şöyle olursa bu böyle olursa, şöyle olacak böyle olacak, ondan sonra ben ohhh rahata ereceğim.” Hayır kardeşim. Öyle pazar açmadım, diyor Allah. Bu pazar öyle değil. Öyle öyle bir âlem de var. Gaye de o. Fakat burası öyle değil.

Burası dâr-ı iptila. Hem der ki: “Şöyle şu nâsiyesinden[2] tutsun.” der. “O kendi kendine yürürüm yürürüm diye yaşayan insanlar vardır ya, onunkini biraz gevşek bırakmışımdır, mahsus. Bir bocalasın, tökezler, o vakit anlar. Herkesin, Ben burasından yakalamışım.” Sonra o el benim elim değil ki, Allah’ın eli. Ve onun içün “Tav’an teslim olanlar huzur bulurlar.” der. Yoksa herkes teslimdir, der. Ya tav’an teslim olursun Hakk’a ya kerhen.  Hiç kimseyi bırakmaz. Hiç. Hey şey fâni bırakmaz. Geçende okuduğum gibi.

Mutrib fani vü bezm-i sâki fâni. Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.

Nerede deden? Baban, dostun?

Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç. Allah ancak bâki vü bâki fani.

Allah’tan başka bir şey yok. Onun içün daha kısa söyleyenler: “Allah u bes bâki heves”[3] demişlerdir. Mezar taşına yüz bin türlü şeyler yazarlar. Yazma. İşte kâfi bu. Şöyleydi de böyleydi de filan rütbeliydi, filanın damadıydı, filanın beyiydi, filanın şusuydu. Ne yazıyorsun kardeşim! Kim dinler onları? Onları dinlemez hiç kimse, hele öbür tarafta hiç geçmez. Tek adres ver, tek. Meşgul olmaz orada Kudret. Tek adres kolay “Allah u bes bâki heves” de. Denizde insan düştüğü vakitte ellerini yukarıya kaldırır. Ellerini yukarıya kaldırması: “Yokum ben, kurtar beni!” demektir. Anlatabildim mi? Hiç öyle filanın filancası da filancanın filancası... Filanca milanca yok.

[4] فَاِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ  

Büyük Kitab söylemiştir. Gel, kumandasını verdiği vakitte nesepler mesepler mülga. “Bana nesebini dayayana “buyurun” derim.  Nesep bana dayanmıyor, hadi bakalım yok olun, derim. Bana nesebinin dayanabilmesi içün de; sahte benliğinden vaz geçsin, insanlık haklarına riayet etsin, ah almasın, kalp kırılmış kalbi tamir etsin, insanlık seciyesini ayakaltına salmasın, zulme divan durmasın. Buna büyük bir emanet vermişimdir, o emaneti ehlinin gayrısına vermesin.  İnsanlığından istifa etmesin.  Ben onu böyle tutarım.” diyor, Allah. İşte bu. O kadar şey değil. Zulüm görülmesin şahsiyetinde. Muktezâ-i beşeriyet varsa da yalvarsın, affettirtsin. O insan hayattaysa istihlal-ı hukuk etsin. Kolay iş değil o. Kolay iş olmuş olsaydı...  

Size bir hadise anlatayım, eskiden anlatmıştım, o bizim içün kâfidir. Şüphe yok ki mevcûdât içerisinde yâr ve ağyârın, yârın seve seve, ağyârın istemeye istemeye evet dediği bir şahıs vardır. Yar; seve seve, ağyâr; istemeye istemeye, zaruri, mecburi evet dediği bir şahıs vardır. Gönüller fethetmiş, muhabbetinin karargâhını milyonla gönülde kurdurmuş. Mürebbi-i ukul, mahbubu'l-kulub, yüzünü görmeden milyonla insanı peşinden götürtmüş, hâlâ götürür.

Senin peşinden niye kimse gelmez? Benim peşimden niye kimse gelmez? Çocuğumuzu götüremeyiz, getirtemeyiz biz peşimizden. Cebine parasını verirsin, nafakasını yaparsın, gece uykunu terk edersin; icabında şöyle biraz tekâmül ettikten sonra, arkadaşı ile görüşürken böyle işaret eder. Yani o, onun zihniyeti geçmiştir. Dinler gibi gözükür, o da nezaketi varsa. Nezaketi yoksa bırakın çekilin oradan, der. Öyle değil mi? Nafakanı verirsin,  paranı verirsin, bakarsın edersin, kollarını açarsın. Ekseriyet öyle oldu, evveli öyle değildi.

Biz tarihin efendisinin çocuklarıyız, bizim ecdadımız. Allah’tan sonra kimin hakkı olduğunu bilirdi. Malum ya Allah’ın emri öyle. Büyük Kitap da öyle der. “Efendim Allah’ın Hakkı olmasın olur, başkasının olmasın da!”  Yoook, öyle şey yok!  “İlk önce kendi hakkımdan soracağım.” diyor. O da yanlış anlaşılmıştır. “Efendim hukuku ilah başkadır!” Öyle hukuk, yook! İlk önce Allah kendi hakkımı soracağım Ben, diyor. Âdeti o. Öyle de titiz sorar ki böyle ezer. “İlk önce kendi hakkımı soracağım.” O nereden girmiş bilmem. Herkesin ağzında dolaşıyor. “Efendim kul hakkı olmasın!” E Allah’ın olursa? “Ee o kolay!” Yook, hayır! “İlk önce kendiminkini soracağım, diyor. Ben seni mevcûdât içerisinde insan yaptım.”

 [5] اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين 

“Sen bir defa sebeb-i hilkatini düşün, geliş tarzını düşün, seyirlerini tûrlarını düşün. Ben, seni ilmimde tuttum, âlem-i gaybda tuttum, buruc-u isnâ aşerde gezdirdim, kevakib-i seb’ada seyirler yaptırdım, semavât-ı sab’a da devirler yaptırdım, anasır âlemini şey ettim, dolaştırttım.  Nihayet sana, birkaç ruh verdikten sonra, mevcûdâtın bütün ruhunu verdim. Sende ruh-u nebatî verdim, ruh-u hayvanî verdim, maadine ait olan havası verdim. Bütün hilkatte ne varsa sana verdim, ondan sonra da tuttum ruh-u menfûh ile kendi ruhum ile seni tekrim[6] ettim. Suç mu oldu seni insan yaptık? Kabahat mi yaptık yahu! Sen, Bana ilk önce düşman oldun!”

Hem o kadar incedir ki o. Çok sıkıldı da bunaldı mı? Ofladı pofladı mı? Hadi orasını söylemeyeyim. Orası dursun bakalım. Öyle diyor. “İnsan yaptım seni kabahat mi oldu? Soracağım, dört sual soracağım bir defa diyor. Ömrünü nerede geçirdin, anlat Bana. Fi'l-i[7] ednâ[8] nerede bitirdin ömrünü, sayılı nefesini nerede bitirdin? Bana birer birer anlat. Sayılı nefes. Nasıl kazandın, nerede infak ettin. Mal Benimdi, nasıl dağıttın bakayım.” diyor. Bunları soracağım, diyor. “Mal Benim” çünkü:

 [9] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ   diyor ya. “Biz insanı (der, Allah) çalıştırır çalıştırır çalıştırır, ondan sonra Biz her şeyin varisiyiz.” Tekrar alır. “Hadi istikamet karşıki çukura!” 

 وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  Ne ibretler var değil mi? Değer mi? İhtirâsât-ı nefsaniye, işte görüyoruz. İhtirâsât-ı nefsaniye ile kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirâsât-ı nefsaniye ile cayır cayır yıkılıyor. Bunun üzerinde durun.

Kendi haklarını sorduktan sonra, “Babasının anasının hakkını soracağım.” diyor. Babasının anasının hakkı var, kendi de alnını secde de çürütmüş, onun suali geçmez. Bin defa hacca gitmiş, fakat babası anası memnun değil, ahh etmiş ölmüş. Milyarla lira tasadduk etmiş, geç! Bakmıyor. Bu neye benzer lâ-teşbih, bir yere bir imtihan açarlar; şu şu derslerden bilinirse, onu o vazifeye alacağız derler yahut o mektebe alacağız derler. Fakat orada bir esas ders gösterirler. Onun üzerinde durun. Bunu bildikten sonra öbür imtihana girecek, der. Artık mesleğine göre; ya lisandır, ya riyaziyedir, ya her neyse. Her şeyi bilir de o gösterilen şeyden numara almadı mı giremeyeceksin. “Yahu ben öbürkülerin hepsini herkesten iyi bilirim.” “Gösterdiğimizi bilmedi!” “Onlara da gireyim.” “Lüzumu yok. Şurada ananla babanın hakkı var. Öbürkünü yapmışsın… Dinlemem!” diyor, Allah. “Bunu göster!” Bir şey anlatabildik mi acaba? Yaa! Bunu bizim dedelerimiz çok iyi bilirdi.

Çünkü “Duâü’l-vâlidî li veledihî ke duâü’n-nebiyyi alâ ümmetihî/ Annenin babanın evladı üzerindeki duası, Peygamber’in ümmeti üzerindeki duası gibidir.” Bir şey anlatamıyor muyum? Ananın babanın evladı üzerindeki duası, Peygamber’in ümmeti üzerindeki duası gibidir. Nasıl Peygamber’in duasını Allah reddetmezse, anne babanın duasını da reddetmez. Yalnız bir kaide vardır. Annenin ve babanın muradı, arzusu Allah’ın emirlerinin haricinde olmayacak. O vakit

 لا طاعة لمخلوق لا طاعة المخلوق عند معصية الخالق  

Mahlûka itaat edilmez o itaatten Allah’a isyan çıkarsa. Annendir sana bir iş teklif ediyorsa Allah ondan memnun değil, babandır sana bir emir veriyor ama Allah’ın rızası dâhilinde değil, “Yook!” der. Allah’ın emri var, hatırı var, bunun haricindedir, ben mazurum, der. Anlatabildik mi acaba?

Buraya nereden girdik hatırlatabilir misiniz? Şimdi  anlaşıldı, iyi dinlemiyorsunuz.Tamam,kim söyledi onu? Teşekkür ederim.

Âlem-i cemâle teşrif ederken, yani bu âlemden çekilirken, kendisine istifa kanunuyla tecelli ettiğinden dolayı, onlara sorulur. Onlara giderken de sorulur, gelirken de sorulur. Anlatabildim mi? Cenâb-ı Hudâ, davetiyesini gönderdi. İstihlali[10] hukuk için, helalleşme yani ya, Bilal’e dedi ki:

“Git dolaş, köşe bucak bir yer bırakma. Çocuk, ihtiyar, büyük, gücü yeten, hâli yeten gelsin karşıma. Sizden ayrılmaklığım dolayısı ile mahzunum. Rabbime kavuşmaklığım hasebiyle memnunum.” diye büyüük bir hutbe irâd etti. Herkes evini bırakmış, dükkânını açık bırakmış. Canan daveti var, diyor. Üüüü, aşk başka iştir. Malum ya koşan koşana. Çoluk çocuk, ihtiyar filan. Uzun sürdü. Ben de kısa yapıyorum ki, vakit kısa.

“Size şunu tebliğ edebildim mi? Tebliğ edebildim mi?” Birer birer evet, evet. Evet!

“Şahit ol Yarabbi!” diyor. “Şahit ol!” Sonra diyor ki: “İşiten, kendinde kalmasın, muhatap bulsun, ona versin. Bazı şeyler vardır ki; dinleyen, işitenden o şeyi daha ziyade anlar.”

Anlatabildim mi? Sen bir şeyi işitirsin, sen az anlarsın, başka birisine verirsen onun kabiliyeti daha yüksek olur; bundan bu da var, bu da var, bu da var, daha fazla alır. Anlaşılır. Ondan sonra dedi ki… Şimdi burayı niye söylüyorum? Merâtib-i Alâ’ya sahip. Keşf-i Şuhuda malik, Makam-ı Mahmud’un efendisi, kendisi içün meçhul yok. Kaza-i ezeli öyle açılmış. Böyle büyük bir tecellinin sahibi olduğu hâlde:

“Ben gidiyorum, dedi. Kimin bende ne hakkı varsa istesin.”

Üç defa tebliğ etti. Biri ayağa kalktı, dedi: “Ya Resulullah benim bir hakkım var sizde. Mâdâmı ki söylüyorsunuz? Tekrar ettiniz.” “Buyurun” dedi. “Bir gaza dönüşüydü, ben yorulmuştum, beni devenizin arkasına bindirdiniz. Deveye sürat vermeklik içün, dokunduğunuz vakit benim sırtıma vuruyordunuz. Bunu almak isterim. Mâdâmı ki şey ettiniz.”

Şeriatın zaptiye nazırı var, Ömer. Daha ileri gelen ashab-ı bâsafâ var. Herkesin rengi kaçmış, Ömer tir tir titriyor, adamı yiyecek gibi bakıyor. Çünkü Fahr-i âlem bu istihlali hukuku yaptığı vakit, üç defa bayılmıştı.  Süheyb ulemasından bir zât der ki: “Beşer insanlık âlemi, o zâtın şu halinin hakkını ödeyemez. O hakkı ödeyemez.” diyor.

Mescid-i saadette herkes bekliyor, alışmış, kendileri teşrif edip namaz kıldırıyorlar, herkesin hâlini hatırını soruyorlar. O kapıdan çıkacaklar mı diyerekten, gözler orada, acaba ne vakit çıkacaklar diyerekten, kendilerini yokluyorlar. Kalkma imkânı kalmamış.

Hazreti Aişe’ye diyor ki: “Ebu Bekir’e söyleyin halk beni bekliyor, namazı kıldırsın.” Hazreti Aişe’de: “Racilûn esifün diyor. Ebu Bekir, çok zayıf kalpli bir kimsedir. Sizin yerinize geçtiği vakitte kalbi rikkatle çok şekiller alır.”

Ona şöyle bir bakıyor. “Siz Yusuf’un Zeliha’sına benziyorsunuz.” Neden öyle diyor? Çünkü Hazreti Aişe’de Hazreti Ebubekir’in kalp çok zayıf rikkatli şefkatli ama onu bahane ediyor. “Halk der ki, Ebu Bekir mihraba geçtikten sonra bir daha Peygamber gelmedi, ne meşum adammış!” Anlatabildim mi? Yusuf’un Zeliha’sı uzun sürer o ne demek, onla niçün münasebet getiriyor, burada bir incelik var. Söyleyin, diyor. Şimdi orayı bırakalım.  “Ebubekir namazı kıldırsın.” Söylüyor, söylüyorlar, namaza hazırlanmış, namaza durmuş, bir an içün, ha yanlış söyledim.

Bu emri vermezden evvel “Su dökün bana” diyor. Hazreti Hafsa’nın leğeninde… İyi bak ne kadar mazbuttur, kullandığı eşya bile zapt edilmiştir. Onun zâtına mahsus bir hususiyet bunlar. Üç kırba su dökülüyor, yeter diyor. Hazreti Aişe der ki: “Kalkarken kollarımda taharra mağşiyen aleyh. Bayıldılar.” Biraz sonra yine “su dökün”, diyorlar. Yedi kırba bir rivayete göre tekrar dökülüyor, yine bayıldılar. Onun üzerine Ebubekir’e “gitsin namazı kıldırsın”, diyor.

Namaz kılınırken birdenbire, “Çağırın Ali ile Hamza’yı diyor. Kollarıma girsinler. Hudâ takat verdi. İçeriye gireceğim.” diyor. Giriyorlar. Hazreti Aişe der ki: “Mübarek ayaklarını sürüklerlerken, duymuş oldukları vecaı bende hissediyordum.” Şimdi Frenk alır… Hangi bir baba vardır veya hangi bir anne vardır ki, halet-i ihtizârında son anında bu kadar bir külfet ihtiyâr ederek, evladından bir istihlal-ı hukuk etmeklik içün bu, bu tecelliyi gösterebilsin. O, onun şahsına mahsustur, der. Bir şey anlatabildim değil mi?

Şimdi,  tabiatıyla evet benim sırtıma geliyordu deyince, herkesin gücüne gitti. “O ne nâdân adam, ne kaba bir adam!” Ömer’in sert bakışlarından, Resulullah dedi ki: “Niye sert bakıyorsun, Allah ondan razı olsun. Lekeliyiz de Allah’a çıkacakmışız. İnsanlık hakkına ait, bir şey. (Anlatabiliyor muyum bir şeyden. Anlamaz mısın acaba?) Orada bana bu sual sorulduğu vakit Ömer, sen böyle bakamazdın. Gelsin o zât benden helalliğini alsın. O gazada filan kırbacı kullanmıştım, verin eline.”

Yaklaştığı vakit herkes titriyor, belki arş da titriyor. Öyle bir hâl. Sen şimdi onu o sahneyi gözünün önüne getir. Yaklaşıyor. Şimdi nasıl vuracak diye herkes bööyle kendinden geçmiş, sema ektem[11] arz hâmûş[12]. Diyor: “Ya Resulullah yalnız çıplaktım, diyor. Sırtım açıktı, gaza dönüşü idi, şey etmiştim kaybetmiştim sırtımdaki sütreyi. Göğsüm açık, sırtım açıktı.”  

Başlıyor soyunmaya. Soyunur soyunmaz, bu zâtta yaman bir zatmış. Birdenbire sarılmış, başlamış bir koklamaya amma sanki arştan bir şey çekiliyormuş gibi. “Bu bir cürettir, bu bir bî-edepliktir, fakat ne yapalım ki bu kokuyu ben sonra nerede bulacağım?”

Bu mevzû çok uzun. Belki bildiğiniz hususlardır fakat insanın bu âlemde nasıl yaşayacağına, hak ve hukuka ne derecede riayet edeceğine, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisinin bu sahnede göstermiş olduğu şu ibretli vaziyet, hepimizin üzerinde elbette bir tesir yapar. İçinizde ah alanımız varsa belki azaltmaya çalışır. Çünkü herkesin kıymeti kendi gönlünün himmetidir. Zapt et bunu. İlk söylediğim sözdür. Herkesin kıymeti, kendi gönlünün himmetidir. Ne kadar gönlünde varsa, o. Ya vesvese-i şeytana tabisin, ya muhabbet-i Rahman’a tabisin. Bak kendini yokla. Hayatını şeytanın vesvesesi ile mi geçiriyorsun, yoksa Rahman’ın muhabbeti ile mi geçiriyorsun? Hesap gayet kolay.

Merhamet, hürmet, muhabbet. İnsan içün bu üç şeyi Allah arar. Üç büyük sermaye. Muhabbetin membaı bütün varlığa, Hazreti Muhammed’den geçer. Bütün varlık oradan alır. Şurada bir şey söyleyeyim de oradan sonra buraya geçelim. Eski konuşmalarımda yapmıştım. İlim o varlığın önünde rükûa eğilir. Sebebine gelince, ne haber vermişse, kâinat o haberle yaşıyor. Onun dediğiyle. Mesela geçen konuşmada da söylemiştim. Bugün fen, biraz ilerledi, işte semâvâta kadar, ama hangi semâvâta? Dünyanın semâsına. Haa, başka sema denmez. Daha fen onun farkında bile değil.

Allah der ki:  [13]  زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا   der. Ben sizin dünyanızın semâvâtını tezyin ettim. Bir de semâ-i İlahi var. Biraz bahsedeyim mi ona size ondan. Başka bir konuşmada. Bizim bu gördüğümüz sema, dünyanın seması. Bir de semâ-i İlahi var. Daha kaç tane sema var? Neyse biz bildiğimiz daha çok az canım.

 زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَ  .   [14] سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ 

“Ey esrar-ı zâtiyeme agâh ve sıfat-ı İlahiyeme layık olarak, layık kabiliyette yarattığım insan, semâvâtı ve arzı sana musahhar kıldım. Oyuncak gibi oynayacaksın, diyor. Tezyin ettim sana verdim.”

Efendim çıkılır mı çıkılmaz mı? Yok, yahu! Resmen söyledi onu Hudâ. Resmen söyledi. Sonra, diğer bir nazımda: “Dünyayı bırakıp semâvâta da çıksanız (demek ki çıkılacak.) Ölümden kurtulamazsınız. Orada da sizi öldüreceğiz.” Bir şey anlatamıyor muyum? Demek ki çıkacak. Şimdi, şimdi bunu yayın bu söyleyeceğim sözü, cümleleri, lazım olarak...

Beşeriyet, en son Kitap hangi kitap, en son Hakk’ı beyana gelen hangi zâtsa, onun varidâtı etrafında toplanmadıkça felaha kavuşamaz. Bu medeniyetini taklit ettiğimiz sahada dahi farkına varılmış da işte Peygamber Aleyhisselat-ı vesselam’ın viladet, tenezzülen bu âleme teşriflerine ait olan günde, Amerika’da en büyük kilisede o günün ayini yapıldı. Ve “Onunla birleşilmedikçe beşeriyeti çirkinlikten kurtulamayacağız.” diyerekten başpapazı ilan etti. Okumadın mı gazete yazdı işte.

Mevlana’nın günü olur, Papa “Hristiyaniyet namına karşısında hürmetle eğiliyorum.” der. Bunlar böyle ufak ufak cümleler amma bunların içerisinde öyle mânâlar var ki. Bize de bakarsın ki üç sayfa okumuş olan çocuk “Çölde yetişmiş Arap!” der. Acıdır. “Mühürlerim bazı kalbi!” diyor Allah. Bizi muhafaza et, Ya Rabbi! “Ben, diyor mühürlerim.” Şimdi kuracağım düstur, ilmen bu mevzûu hâlleder.

Bugün derler ki, ilmi tarif ederken. “Tecrübeden sonra hâsıl olan yakınlığa ilim denir.” Tecrübeden sonra hâsıl olan bir yakınlık var ya ona ilim derler, der. Tarifinde. Biz onu kabul edelim. Ahlakçının, manevi yolun tarif ettiği ilim böyle değil. İlim: Doğru hisse malik olan. Âlim: Doğru hisse malik olan adama, denir. Okumuştan da olur, okumamıştan da olur. Cahil: Doğru histen mahrum olan kimseye denir. Hissi doğru değil de seksen hayvan yükü kitap okumuş, yine cahildir, yine cahildir. Anlatabiliyor muyum acaba? Doğru his.  

Neyse biz şimdi, bugün dünya üzerinde, umumi bir vaziyette maddi bir şekilde yapılan tarif üzerinde duralım. Ne diyorlar? Tecrübeden sonra hâsıl olan yakınlığa, bilgiye ilim denir, diyorlar. Binaenaleyh, biz tecrübe etmeden bir şeyi kabul etmeyiz. Güzel. Bunun üzerinde dur, şimdi bak. Zât-ı âliniz kaç şeyi tecrübe ettiniz? Bunu söylemişler ama kaç şey? Çok büyük bir ilim adamı, çok büyük bir fen adamı belki birkaç şeyi tecrübe etti. Kâinat mahdut hadise midir? Kaç tane şeyi tecrübe ettin beyefendi, bana anlat! Benim kanaatime göre milyonda biri birkaç şey tecrübe etmişse öteki de övünmüş gitmiştir ya.

Hadisat nâmütenâhi olduğu içün hepsini tecrübeye ömür kâfi değildir. Burayı belleyin çok lazımı olan iş. Kâfi değil. O halde ne yapıyorsunuz? Habere inanıyorsunuz, habere. Amerika var, gittin gördün mü? Gideni var, göreni başka var. Fakat zât-ı âliniz gittiniz gördünüz mü? Yook ne yaptın? Okudum, habere inandım. Pekâlâ, iş hâl olundu.

Haber, verenler içerisinde kâinatta en doğru haberi kim vermiştir? Hazreti Muhammed. Girdin mi ilim mevzûuna, kıpırdanmak yasak. Yâr-ı ağyarın tasdiki ile sözü en doğru olan kimdir? Onun aleyhinde en kuvvetli yazı yazan, İtalyalı Caetani[15] namında bir heriftir. Ve İslam tarihi yazmıştır. Yarısı uydurma, tabi hasım. Bir papaz. Fakat Allah ona da söyletmiştir. Sekizinci cildinde sayfa numarası hafızamdan çıkmıştır, veremeyeceğim. Fakat sekizinci cildinde, O zât içün der ki: “Sakın Ona yalancıdır demeyin. O yoldan yürürseniz çıkamazsınız. Çünkü hiçbir vakit bir yalancının akıbetine uğramamıştır.” Hasım onu söylüyor, anlatabiliyor muyum kardeşim. Ha, böyle.

Gönülden sordum asla bilmiyor sevdayı leylayı.

Şimdi bir şey okuyayım burada da. Devenin arkasına binmiş dedim ya oradan aklıma geldi.

Gönülden sordum asla bilmiyor sevdayı leylayı.
Dedi ben akilem zannetme ki mecnun-u şeydâyem.

Nedendir muy ı ateş i dîde veş bî çilesin sordum
. (Öyle çabuk yazamasın. Zor burası hepsi.)
Nedendir muy ı ateş i dîde veş bî çîlesin sordum

Dedi hasretkeşi haki rehi evlâd-ı Zehrâyem.

Şimdi ben sana misalle anlatayım da vakit geçmesin. Saçı kopar ateşin üzerine koy, şöyle tut şöyle ateş yanıyor, şöyle bir parça tut, böyle kıvrılır değil mi, şöyle şöyle olur. Haa.

...dîde veş bî çîlesin sordum. Neden böyle bir tüyün ateş üzerindeki kıvrım kıvrım olduğu gibi kıvrıldın? Anladık mı burasını. Cevap veriyor.  Dedi hasretkeşi…

Gönülde müstekardır habbe i hubb-u ben-i Hayder.
Sedefdir dil evi, (gönlü sedef.) ol habbe dürrdür bende deryayem.

En çok sevdiğim şeylerden biridir bu. Zevk ile dinle, söylenmemiş bu.

Gönülde müstekardır habbe i hubb-u ben-i Hayder
Sedefdir dil evi ol habbe dürrdür ben de deryayem.

Nedir ayin ü mezhep bilmezem, cûş etmezem akvâl.
Bihamdillah, serbesteyi fetrak-i Tahayem. Taha.

Bihamdillah, serbesteyi fetrak-i Tahayem

Taha, Hazreti Muhammed. Fetrak, devenin arkasına bağlanan azık torbasına denir. Acaba anlatabildim mi? Hiçbir şey değilim ama diyor, onun devesine bağlanmış bir şeyim ben. Kadrini bilirsen ne güzel. Yoruldunuz mu?

Kudret, insanı bütün kedûrattan alakor. Muhabbet var ya. O insanı insan doğurur. Malum ya bu âlem dedik ya iki tane dalgası var. Celâl,  Cemâl. Kendi kendine bu âlemde insan yüzüp sahil-i ehadiyete çıkamaz. Denizin ortasında bir muhabbet gemisi var. Kaptanı Hazreti Muhammed. Ücretsiz külfetsiz minnetsiz. Localı mocalı değil. Herkes aynı biletle girer. İki tane bileti vardır, gösterirsin derhal alırlar. Nasıl insan büyük bir gemiye biner de içinde yemekhanesi var, eğlence yeri var, yatacağı yeri var, uyur haberi olmadan sabahleyin kalkar, haa, gireceği yere çıkar. Bu keder âleminde de böyle bir gemi vardır, haberi olmadan çıkaracağı yere çıkarırlar. Bin! Anlatamadık mı acaba? Bin.

Kendini gamm-ı gusse çuvalından sakın, satın al. Bu ten gam ve gusse evidir. Oradan al kendini satın, çıkar onu. Hakk’ın nimetini ifşa et. Bütün eşya, bütün nebat, bütün ezhar[16] baharda meydana geldiği vakit lisan-ı hâli ile: “Ey insan bizim gibi olamadın mı?” diyor. “Bak bende olanı nasıl meydana çıkardım. Sende de HAK var, niye meydana çıkarmıyorsun?” Vaktinde ah et. Kapılar açılsın “Ah”tan büyük anahtar yok. Ah etmenin yolunu bul yalnız.

Kadrin bilirse taati neyler günâh eden.
Teshîr eder merâmını vaktinde âh eden.

Bul! Bunalmışsan şey etme. Kalbine kadar sokma. Kalıbın sıkılsın zararı yok, fakat kalbinin vazifesini ayır, orası sıkılmasın.

Bir defa daha size söylemiştim. Ahmet Baba isminde kümmelinden[17], arifinden, ahlakîyundan bir zât var. Acayip bir adam. Ahirete gitmiş. Ahirete de acayip gitmiş. Sabahleyin kalkıyor, dostlarına diyor ki, gidelim bugün diyor. “Bir hamam yapalım tertemiz olalım. Size ben bugün bir de kebap yedireyim.” Kimse farkında değil. Yok filan. “Yok diyor, sonra pişman olursunuz. Benim sözümü dinleyin.” Mazeret serdetmek isteyenlere, şöyle bakıyor, tasarrufu var adamın.  Peki diyorlar. O gece de yemek filan, o gün yenmiş.

Geceleyin de ehl-i vilayetten maneviyundan bir zâtın sohbetine gidiyorlar. O zâtta rahatsız, yatağının içerisinde yatsı namazından sonra başlıyor. Büyük Kitab’dan bu mânâda tahsil olunur, bu mânâda tahsil olunur, bu mânâda tahsil olunur. Neyse, bir nazm-ı sübhâniye bir mânâ veriyor. O mânânın zevki ile Ahmed Baba diyor ki: “Bir daha tevcih eder misin manâyı?” diyorlar. Tevcih ediyorlar. “Hûûuu!” Onlar şey adamlar, yabancı bir yere gidecek telaş filan yok. “Koca herif, diyor ‘Hûû’ ile gitdi ‘Hûû’ oldu Abasını çekiverin üzerine.” diyor, yine devam ediyorlar. Anlatabildim mi? Öyle. 

İşte o zât bir gün otururken, bir konuşması esnasında, bir genç sormuş: “Efendi demiş, kaç kere hacca gittiniz siz?” Bir Hac mevzûu konuşuluyormuş. Yedi kere deyince, genç bir ahhh demiş. O ahı nasıl söylemişse Ahmed Baba ağlamaya başlamış. “O Ah’ı bana verde, yedi Hac değil, senin için yetmiş Hac gideyim getireyim, demiş. Fakat o Ah'ı bana ver!” Anlatabildim mi acaba?  “O Ah’ı bana ver, Şimdi sana yedi Haccımı da vereyim. Fakat o Ah'ı bana ver!” Onun içün “Ahh" demesini bil, açılır kapılar. “Açılır mı, imkân mı var.” Açılır. Ahh’ın demesini bil, yalnız benliğinden soyun, demesini bil.

Bak şimdi bir misal daha vereyim, zevkim var da. Manevi terbiye üzerinde çalışan bir zât, talebelerinden birisi, bir seyahate çıkmış. Seyahatında öyle bir saha ki, Bistam’dan geçecek. Demiş: “Hazreti Bestami’ye uğra, selamımı söyle, duasını benden eksik etmesin. Niyaz ederim.” Öyle vasiyet etmiş.

Ama biz böyle olamasak da üzenmenin de bir ecri vardır ya. Fakat mini mini kayıkla Amerika’ya gidilmez, yelkenli kayıkla. Büyük bir sefine lazım. Yani bunu söylemekle, sen hemen böyle ol, demek istemiyorum. Bir zevki anlatmak istiyorum. Ona göre herkes bir nispet yapar.

Selam vermiş anlatmış demiş: “İşte benim üstadım. Selam söyledi, gönlünüzü niyaz etti.”

“Onun konuşmalarından bana bir şey konuş bakayım, demiş. Sözlerinden birkaç söz söyle de ben onun, ne olduğunu anlayayım.” Malum ya insanlar, o onu anlatmak içün, ikaz içün, o bilir ama öyle söyler o. O bilir. Dillerinin arkasında gizlidir.

Demiş ki: “Benim üstadım, benim efendim, öyle sahib-i kemâl bir zâttır ki bazen der: Sema taş kesilse, yerde bir dirhem ot bitmese, bütün kâinat kurusa, bütün mevcûdât da benim evlâd-ı iyâlim olsa, onun rızkını düşünmem.

“Senin, demiş. Üstadın, ne kemâli demiş. Kaba, irfansız, kemâlin kef’ine bile yaklaşmamış, öyle bir adam!” demiş.

E tabi gönlünü bağladığı bir insan böyle ağır bir töhmet karşısında ses çıkarmamış ama dar dönmüş. Gidince soruyor. “Selamımı söyledin mi nasıl karşıladı?”  Demiş efendim.  “Söyle söyle ne dedi?” “Hiçbir şeysi yok o adamın.” demiş. “Hiçbir şeysi yok.”

“Onda bir hikmet vardı, demiş. O ne söylerse yerindedir.” Bir mektup yazıyor. “Efendim hâlimi tashih edeyim. Benim talebemden birisine böyle demişsiniz elbette...”

“Evet diyor. Sen kemalden, senin kemalinden bahsettiler. Sen demiş, daha henüz iman mertebesinde bile değilsin. İkaz ile sana söyleyeyim, demiş. Bizim nazarımızda ne sema vardır, ne taş vardır, ne demir, ne evlâd-ı iyâl, hep O vardır.” demiş. Bir şey anlatabildik mi acaba?

Hep O vardır. Amma şimdi bunu da insan konuşurken korkar konuşmaya. Sema yoktur, şu yoktur filan demek, onları bir tarafa atmak mânâsına değil. Her gördüğümüz zerrede O'nu görürüz demek. Acaba anlatabildim mi? Evlâdıma bakarım, Allah’ı görürüm. Dostuma bakarım, Hakk’ı müşâhede ederim. Anlatabiliyor muyum acaba? Onları atta böyle bir gulyabâni ol mânâsına değil. İşte onun içün isterken, şimdi ona aitte bir şey okuyayım, dersi keseyim. Konuşma bitsin.

Cânânıma Rabb'im demiş olsam ne olurmuş. (Bu söz küfür altını dinlemezsen.)

Cânânıma Rabb'im demiş olsam ne olurmuş. Hüküm anda Hakîm'im demiş olsam ne olurmuş. (Hüküm O’nda ama. Bir şey anlatabiliyor muyum?)

Hüküm O'nda Hakîm'im demiş olsam ne olurmuş.
Her bir dileğinde O'na tâbi' bulunursam.
Fa'âl ü Kerîm'im demiş olsam ne olurmuş.

(Ama her bir dileğinde O’na tabi olsan. Kendi dileğim yok. Bugün biraz zevke doğru girdi bu konuşma. Yaa, zorca bir şey)

Bu sevdiceğim çehrede Allah’ımı gördüm
Ben kendime baktım, yine Sübhânımı gördüm.

(Orada bir şey daha var, izahı lazım, haftaya. Atlıyorum.)

Ayine-i dilde görünen vech-i Hudâ’dır
Şu söylediğim sözleri sen sanma riyâdır

Hak bende, ben Hak ile kaim bulununca
Bi şüphe Hudâ’yım demiş olsam ne olurmuş.

(Kendi yok ki ara yerde ama dikkat ediyor musunuz?)

Ayine-i dilde görünen vech-i Hudâ’dır.

Allah da öyle diyor ya: Lâ yesauni ardi velâ semâi, ve  vesaa’ni, kalbi abdul heyyinil leyyinil mü’min.[18] Beni ne arz  alır, ne sema alır, hiçbir yer Beni alamaz. Beni, kendisini Bende bırakmış, kırık kalpde bulursun diyor. Lâ yesauni ardi velâ semâi, ve  vesaa’ni, kalbi abdil müminil heyyinil leyyin. Mânâsı o. Onu tefsir ediyor işte bu zât.

Ayine-i dilde görünen, geçen konuşmamda demiştim ki: Kafamı yakamdan yukarıya kaldıramadım, diyor. Meal buydu, konuştuğum şeyde geçen. Kafamı yakamdan yukarıya kaldıramadım. Yani semayı deler gibi bakamadım. Neden? Gönlüme bakıyordum, mahbup istila etmiş. Kalbimde Hakkı ben görürsem, artık onu bırakır da o kadar nâdân mıyım ki etrafıma bakayım. Yani zulüm edeyim.

Ayine-i dilde görünen veçh-i Hudâ’dır.
Şu söylediğim sözleri sanma sen riyâdır.

Hak bende, şu söylediğim sözleri sen sanma riyâdır.

Hak bende ben Hak ile kaim bulununca
Bi şüphe Hudâ’yım demiş olsam ne olurmuş.

Demek ki insan ahlak pûtesinde eridikten sonra kendi kesâfetini letâfete inkılap ettikten sonra başka bir hâl kesb ediyor. Artık onda keder olur mu ya! Onda gam olur mu, onda dedikodu olur mu? Onda mevcûdât üzerinde bir şey olur mu? O Yunus Emre’nin dediği gibi.

Elifi okuduk ötürü.
Yaratılmışı hoş gördük, Yaradandan ötürü

Benim söylediklerimi bir cümleye soktu koca adam. Acaba anlatabildim mi?  Yunus Emre var ya hani meşhur. Elif okuduk ötürü Yaratılmışı hoş gördük. Yaradandan ötürü, diyor.

Evet, hakiki ressam, sanatında mahirse, güzel resim de yapar, çirkin resim de yapar. Güzelini yapar da çirkinini beceremezse ona ressam denmez. Allah da her şeyi yapar. Çünkü bir ismi El-Müsâvvir’dir.

Demek oluyor ki, yine insanın tarifini yapmadan, etrafında gezindik. İnsanın tarifini yapmadık biz şimdi bugün. Fakat insanın neler yapabileceğini, nasıl olabileceğini, bunları bir parça anlattık zannederim. Zevk halinde. Bir de nebattan misal verdik ki baharda eşkar nebat, lisan-ı hâliyle “Biz bak nimet-i İlahiyi, bak ifşa ediyoruz.” diyerekten kendilerini meydana çıkarırlar.

Yahu sen insansın sende emanet-i Hak var,  en büyük meyva var. Sen niye meyvanı vermezsin, der. Bugünkü konuşmanın en güzel yeri bu. Ve kendi kendinde olan varidâtı, çölletme, çıkarmaya çalış. O varidâtın da meydana çıkması içün, insanın Hakperest olması lazım. Arazi-i kalbiyeni ma-i feyzle sula, yemişini çabuk al. Çürümesin, gidiyoruz işte. Gidiyoruz!

Herkes hiç olmazsa bir insan yetiştirsin. Vazifedardır. Bir tek adamı yetiştir hayatında. Handa, karanlık odada, kara borsada şunu arayacağım, bunu arayacağım diye koridorlarda dolaştın, der Allah. Ufacıcık nefsini tembih edecek bir kahveyi tedarik etmek içün üç saat dikildin. Bak fotoğrafı bu, der. Bir mânâ-i insan hususunda beş dakikanı göster, sana Ben ne diye muamele edeyim yahu, der.

Bugünkü konuşma bu kadar yeter. 


[1] Serîü’z-zevâl: Zevâli çabuk olan, çabuk kaybolan, hızla sona eren.  Devamsız.
[2] Nâsiye: Alın, çehre, yüz.
[3] Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir, anlamında kullanılır.
[4] Mü’min Suresi 101’nci Ayet-i Kerime فَاِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَٓاءَلُونَ Meali: Sûr'a üflendiği zaman aralarında artık ne soy sop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır.
[5] Yasin Suresi 77’nci Ayet-i Kerime اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ Meali: O (kâfir) insan, bizim kendisini bir damla sudan (nutfeden) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi (kalkmış da bize) apaçık bir düşman kesiliyor.
[6] Tekrim: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak. Saygı gösterme. İkram etme.
[7] Fi'l/Fiil:  Olup gerçekleşmiş iş, yapılıp gerçekleşmiş hareket veya davranış, kasıtlı kasıtsız her türlü iş, eylem, amel.
[8]Ednâ: Çok (daha, en, pek) aşağı, âdî.  En küçük, en az, cüz’î.
[9] Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[10] İstihlal Helâlleşme, helâl edilmesini isteme ...
[11] Ektem: Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse.
[12] Hâmûş: Susmuş. Sessiz. Sâkit.
[13] Mülk Suresi 5’nci Ayet-i Kerime : وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاط۪ينِ وَاَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابَ السَّع۪يرِ
Meali: Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. Ve onlar için alevli ateş azabını hazırladık.
[14] Lokman Suresi 20. Ayet-i kerime : اَلَمْ تَرَوْا اَنَّ اللّٰهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِ وَاَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةًۜ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللّٰهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُن۪يرٍ
Meali: Görmediniz mi ki, Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetinize vermiş, gizli ve açık olarak nimetlerini üzerinize yaymıştır. Bununla beraber insanlar içinde kimi de var ki, ne bir ilme, ne bir mürşide ve ne aydınlatıcı bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında mücadele ediyor.
[15]CAETANI, Leone (1869-1935) İlk devir İslâm tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan İtalyan şarkiyatçısı.
[16] Ezhar: Çiçekler.  (Tekili: Zahr) Satıhlar, yüzler.  Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları. (Tekili: Zehre) Çiçekler.  ehreler. şukufeler.  Çiçekler.
[17] Kümmel: Olgun kimseler, kâmiller tekâmül edenler
[18] Hadis-i Şerif de bu şekilde bulabildik Arapçasını. ما وسعني أرضي ولا سمائي، ولكن وسعني قلب عبدي المؤمن

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017