065 (04.10.1959) 85dk(88) (1)
Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp; bunlar mânâ-i insaniyenin birer vasfı olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken, zahiri kalıbı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru dolduran insan nedir? Gelmede gitmede ihtiyârı yok, bir cepheden çok kavî bir cepheden çok aciz, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün mevcûdâtı muhit. Zahirde bir cirm-i sagir[1] fakat iç yüzünde de nüsha-i kübra.
(Konuşmayın hanımlar, ne
konuşuyorsunuz? Konuşuyorsun, dinlemiyorsun.)
Evet, hakikat-i insaniye neden
ibaret? Nedir? Bununla meşgul bizim mevzû. Çünkü ahlak o insanın elbisesi. Öyle
bir vücûd bulacağız ki o elbiseyi ona giydireceğiz. O elbise, Kudret’in pek
severek, çok seçerek, kendisine muhatap tutabildiği, yer üzerinde kendi namına
naib kıldığı insana, Kudret tarafından yapılmış bir libas. Onun içün insanla
alakadar.
İşte, mevzûun tarifi en zor olan,
anlatılması en güç bulunan, daha doğrusu elfaz ile sözle, kelime ile cümle ile
layıkı ile tarif edilmesi imkânına girmeyen, beşeri takata sığmayan mevzû, insan
mevzûudur. Bizim de yine yapacağımız tarif, onun hakikatini layıkı ile
anlatabilecek şekilde değil de suver-i[2]
zahiredeki, tecellisinden birkaç yeri
dilimiz döndüğü kadar söylemek. Yoksa hakikat-i insaniye beşeri takatle
anlatılmaz. Zira bir veçhesi âlem-i kudrete taalluk etmiş, bir veçhesi de âlem-i
hikmete. Biraz daha açalım.
İnsanın bir yüzü... Âlem-i hikmet
denilen, dünya ismini taşıyan, ikbalinde hud’a, idbârında fecia gizlenen,
dirliği az, hezar aşina bir acuzeye benzer. Sizin yüzünüze gülerken, arkadan
başkasına işaret eder. Dünya bu. Matâh-ı fâni. Fesada uğrar. Onun için
kevn-i fesat âlemi denmiştir. Ne demek fesada uğrar? İçin titrer, güzel bir
kap yemek görürsün, iki gün sonra burnunu tıkarsın, dökün bunu dersin. Her
hadisesi böyledir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Her hadisesi. Rütbesi de
öyledir, câhı da öyledir, masası da öyledir, kasası da öyledir. Buraya işte.
Bir elimizi buraya bağlamış Kudret. Bir elimizi de âlem-i kudrete bağlanmış.
Nispeten âlem-i hikmete taalluk eden vücûdumuzdan bir şeyler bahsedebiliriz,
fakat âlem-i kudrete taalluk eden şekle gelince tıkanırız.
Her şeyi bize vermiş. Mevcûdât
içerisinde ne kadar varlık varsa, onun hepsinin numunesi insanın iklim-i vücûdunda
rekz edilmiş. Karar da son vücûduna bağlı. Acaba insan olarak mı gider yoksa
canavarları utandırtacak bir vaziyette bir mahlûk olarak mı çöker, geçer? Pek
avare bel bel etrafına bakılabilecek şekil değil burası. Zor bir âlem.
Geliş ve gidişteki gayeyi
duyan insan, hiç boş duramaz. Şöyle asûde kaldığı zaman, içindeki sessiz
sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa olduğu an, bir an içün
eleminden emelinden ayrılarak... Malum ya bizim şimdi ya elemimiz vardır ya
emelimiz vardır veyahut her ikisi de vardır. Şöyle bir düşün. Ya elem
içerisindesin yahut emel içerisindesin. Bir şeye talipsin. Bunun haricinde yok.
Hiç bunun haricinde insan yok mu? Onlar istifa kanununa tabi. Onları konuşmaya
lüzum yok. İstisnalar kaideye girmez. Hüküm ekseredir. Binaenaleyh, ister elem
olsun ister emel olsun, bundan bir an ayrılıp da, her konuşmam da tekrar
ettiğim gibi ve yayılmasını arzu ettiğim de yer burasıdır.
Malum ya insanın, bugün ilim yükü
çok ağır. Bugüne nispeten. Gözleri kamaştıracak kadar fenni var. Akıllara veleh
verecek kadar ilmi var. Fikirleri durduracak kadar felsefesi var. Fakat çî-faide
ki canavarları utandırtacak kadar da hâli var. Değil mi? Ah sesi dinmiyor.
İnsanlık âleminde, mevziî konuşmuyoruz, bütün küre üzerinde huzur kimsede
kalmamış. Gittikçe o huzur da tamamıyla kalkıyor. Demek ki, beşerin satır
üzerindeki ilmi, beşere tam bir faide verememiş.
Her konuşmada tekrar ettiğim gibi;
bir düğmeye basıp da milyonla adam öldürmek, bir düğmeye basıp da milyonla
insanı dondurmak, zalimle mazlumu ayırmaksızın, büyük bir felaket meydana
getirmek, bunlar ne medeniyettir, bunlara ne ilim denilir. Bunlar Kudret
tarafından insanı, talim etmeklik içün, terbiye etmeklik içün Kudret’e vaki
olan isyana karşı, ceza olmak üzere, beşerin kafasından beşerin eliyle meydana
getirmiş olduğu, büyük azaplar demektir. Ve o azaplar maalesef, bir medeniyet
diye takdir edilerekten, tahsil edilerekten, el çırpılaraktan, karşılanmak! O
karşılandıkça da “Hakkınız budur!” diye, kat kat Kudret tarafından, ağır
cezalar birikmek üzeredir.
Medeniyet, kalplerde huzur
verir. Gönüllerde bir sıcak muhabbet hissi uyandırır. Daha doğrusu müteaddit
vücûdlarda bir ruh olarak yaşamaklık zevkini tattırır. Vücûdlar müteaddit, mânâ
vahid diyerekten, HAK namına herkes birbirini sever. Görüşmelerin içerisinde
sohbetlerin arasında, samimiyet, muhabbet, müebbet istikbal içün muvâlât,[3]
muâhat[4]
teşkil edilir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
İnsaniyet; hırs ateşi ile haset nârı
ile bir azaba giriftar olmuştur. Çok fena. İki şey sarmış; ya hırsı var ya
hasedi var, ikisi de birer ateş, ikisi de muazzam birer azap, zaten ömr-ü
dünya bir dakika ömr-ü âdem bir nefes. Kaç yaşındasın? Otuz, koy orta yere
bir şey yok. Kaç yaşındasın? Yirmi, koy ortaya bir şey bakalım. Bu yirmi sene
ne olmuş koy, bir şey yok! Elli koy,
yine yok! Seksen, yine yok!
Sakallı çocuk, sakalsız çocuk,
ömür böyle mi bitecek? Hâlbuki hâmil olarak gelmiştir, insanlar. Yüklü yani
ya. Hepimiz yüklüyüz. Bu yükü bir şeye taşıtmak lazım. Kudret, diyor ki: “Ben
size yükü taşıtacak neler verdim neler verdim. Siz kendiniz taşıyorsunuz yükü!”
Değil mi, hepimiz yükü kendimiz taşıyoruz. Ve onun içün çabuk yıpranıyoruz,
çabuk eziliyoruz. Hafızalar çabuk canda bitiyor. Bir şey yok orta yerde yani.
Mahrumiyet var.
İnsan doğumu ile dalgasız
denizden dalgalı denize düşmüştür. Doğumun tarifi bu. Dalgasız denizden
dalgalı denize düşmüş insan. Doğum buna denir. Şimdi bu kesret denizinde, insan
kendine güvenir de ben kendi kulaçlarımla, kenara çıkarım derse, çok aldanır.
Bu öyle bir denizdir ki bunun iki dalgası vardır. Birine Cemâl, birine Celâl
derler. Biri batırır, biri çıkarır. Biri batırır, biri çıkarır. Nihayet sen de
tıkanır, orta yerde kalırsın. Herkes kenara çıkacak, ya ölü olarak ya diri
olarak. Anlatabildim mi?
Bütün mevcûdât sahil-i
ehadiyyete çıkacak. Allah’ın birlik sahiline, kenarına çıkacak. Ya ölü
çıkar ya diri çıkar ya şişer (Hani nasıl denize düşer adam da şişer ölüsü çıkar.)
veyahut muazzam bir gemiye reftâr[5]
olur da dirisi çıkar. İnsan denize düştüğü vakitte acze gelir ellerini kaldırır.
Zaten hilkatte bu biçim yapması “ben yokum” demektir. Anlatabiliyor muyum
acaba? Bütün hâlimizle onlar vardır da fakat farkında değiliz. Böyle yapar bak.
E bu, denize benzemez, bizim düştüğümüz şimdiki deniz. Beşeriyetin o, her gün
bir hadise ile çarpıla çırpıla yürümesi? Bununla arasında “Ben illa varım, ben
yaratırım!” sevdası ile giderse, çok fena gider. Nasıl o denize düşen
ellerini çıkarıp feryat ediyorsa, bu denizde de feryat edip Hakk’ı çağırmadıkça
kenara çıkamayız. İmkân yok ona.
[6]
وَمَنْ يَعْتَصِمْ
بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ
Büyük Kitab, öyle der. “Bütün
akıllılarınızı toplayın, iri iri kafalarınızı birleştirin, fikirlileriniz,
zekileriniz, (ne bileyim) her sahada tekâmül, temâyüz etmiş olan insanlarınız
kimler varsa derleyin toplayın, bulun yol çıkın!” Böyle, böyle buyurur. “Bana
sarılmadıkça yolu açmam!” der. “Bana şuurlu sarılmadıkça yolu açmam. Siz
bana sarılırsınız, düştüğünüz vakit. Yine kaldırırız yine cephe alırsınız. Yine
düşersiniz yine kaldırırız, yine cephe alırsınız.”
Hakk’a sarılmak demek, Hak
böyle tecessüm[7] etmiş,
tekâsüf[8] etmiş
bir madde değil ki böyle tutasın da sarılasın. Hakka sarılmak demek: Hakk’ın
mahlûkuna karşı, mevcûdâta karşı kalbi rikkatle çarpmak demek. Anlatabildim
mi acaba?
Düştüğün... (Bak bu inceliklerini
sana anlatayım.) Düştüğün vakit, acze giriftar olduğun vakit, bir inleyen
olursa dinlersin. “İniltisi benim iniltime benziyor mu?” diye dinlersin.
Anlatamıyor muyum? “Acaba o dertten bendeki derttende mi var, daha mı aşağı
daha mı yukarı?” mukayeseler yaparsın. Fakat tamamen soyundun mu, firavunluk
vadisine ihram dikersin. Birisi aczini söylemiş olsa, yan tarafından böyle
anlat diyerekten, böyle bakarsın ve şöyle yapar geçersin.
Bugün insanlık, bu âleme
gelmiştir, bu şekilde. Kalbini Mevla’sına bağlayamamıştır. Ruhunu belâlara
vakfedememiştir. Yaa, dayanacaksın. Bu âlem öyle! Yük taşıyacağız. Kendimiz
taşımayacağız. “Yükü imana yüklet.” diyor. Anlatabildim mi acaba? “Yükü
imana yüklet, seni insan yaptım. Sen elini kolunu salla Bana öyle gel. Yükünü
ver imana, o taşısın sen ne taşıyorsun!” diyor. E yok! Olmayınca kendin
taşıyorsun bunalıyorsun, bunalınca kâinatı
kemiriyorsun.
Her hafta söylediğim gibi,
dedemiz değil insan haklarını, en ufak zerrenin hakkı üzerinde tir tir titrermiş.
Hani bir deden var ya senin. Onu bazı insanlar küçük görür. Dedenin
aleyhinde kim bulunursa şüphelen. Tetkik et şeceresini. Çünkü deden, o
tarihin en eski efendisi olan necip Türk milleti, onun hakkında Hazreti
Muhammed bile öyle demiştir. “Ona mânâyı talim ederken sakın cebretmeyin, diyor.
Gösterin onlar büyük insanlardır, derhal kabul ederler.” diyor.
Ama belki dersin ki: “O Hazreti
Muhammed kim!?” Öyle diyenlerimiz de var ya! Sana ufacıcık bir şeyle söyleyeyim
kim olduğunu anla. Amerika’da en büyük üniversitede, bir duvar var. O duvarda,
tarihte bidâyetinden bu ana kadar, dünya üzerinde insanlığa ait olan büyük ilmi
va’z eden adamların isimleri var. En başta Hazreti Muhammed, diyor. Anladın mı?
Bu tarif yeter değil mi? Daha başka tarif vereyim mi, daha başka tarif? Bir de
kendi tarifi mi yapayım.
Kader nakkaşı, henüz semâvâtı
süslememiş, melek velvelesi henüz arşı titretmemiş, felek meşalesi daha
konmamış, eserden esirden mevcûdâtta hiçbir şey tanınmamış, “kün” emri
henüz tafsilata başlamamış, böyle bir tecelli daha meydana gelmemişken قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ nârasında secdede bulunan Zâttır. Yaa, kâinatta
ne demişse o olur. Hiç başka bir şey olmaz. Hep onun dediği mi olur? Hep onun
dediği olur. Beşeriyetin böyle canavarlaşacağını da söylemiş mi? Söylemiş ya. O
söylemese olur muydu? Siyah saçın şöyle kopar siyah telin, otuz sene sonra
ağaracağı rengi, siyahlığında gören Zât. Nasıl sana tarif edeyim? Neyse, öyle
diyor, Hudâ. “Bana sarılmadıkça Ben yol açmam!” Akılla olmaz.
Tahkîk yolunda akl n'etsün
A'mâ vü garîb kande getsün
Meğer sen olasın refikim
taa sehl ola tarikim.
Öyle demiş, Fuzûlî. Akıl bir yere kadar adamı götürür, ondan sonra
tıkanır kalır. Bu âlemde işe yarar. Bir sahada. Ondan sonra tıkanır. Âlem-i
Kudret de akıl geçmez. İman ile aşk geçer. Tabi anlıyorsunuz bu aşkı
romanda okunan aşk değil. Karıştırmayın birbirine. Ahlakın tarif etmiş olduğu
aşk.
İnsan biraz evveli söylediğim gibi, asûde kaldığı vakit, kendisini
taharriye başlar. Kendisini arama zevki gelir. “Kimim ben?” der. Bir parça et
parçasına taalluk eden Hakk-ı kelam nereden geliyor, der. Konuşuyorsun da konuşmanın
ne olduğunu anlatabilir misin, bana. Kim anlatabilir “Konuşma şudur?”
diyerekten. Haddine mi düşmüş. Meğerki Allah’ın El-Kelîm isminde fâni ola da o
isimdeki varlık onda tecelli ede de, onu anlata bileki, o da bilen anlatmaz,
bilmeyen söylemez, bir tedellî.[9]
Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden, şöyle çıkar gözünü nihayet bir
dirhem yağ yağ parçasıdır değil mi? Nur-u rüyet nedir o? En büyük nimet, sayılı
nefestir. Hayatın sermayesi olarak verdim, diyor. Alacağım, birer birer
hesabını alırım, der Allah. “Ben hiçbir şeyimi bırakmam.” Hiç, âdeti değil.
Unutmak, mensi bir tarafa atılmak filan hiç, hiç yok! Öyle şey yok. Bir dirhem
yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet ne? O görmeyi kim anlatabilir? İşte
gözün tabakaları var; hadeka-ı[10]
ayniyesi[11] şebekiyyesi bilmem şusu busu, o göz o. Rüyeti
soruyorum ben, gözü sormuyorum.
Durur insan, durur. Küçük dilini yutar. Bu kadar aciz olduğu hâlde
beşeriyeti inletir. Semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar. Her gün
binlerce gönül kırar. Bazı insanlar vardır, bir saha verilmiştir. O sahada der
ki: “Burada benim sözüm dinlenecektir. Benim sözüm geçer.” der. Ne senin sözün?
Yarın geberecen, kimsenin sözü geçmez, Allah’tan başka. Kim diyor sana onu? E
ama dur! Ee dur bakayım orada dur, ölme! Kabrin kapısını kapa. Beşerden aczi
gider. Dur. O kadar uzak göstermeyelim, uyuma uyuma! Uyudun mu iş bitti.
Uyuyorsun işte. Gece uyumuyor musun? Uyumasana! Daha senin sözün uykuna bile
geçmiyor. O geçer gibi gelir amma geçmez onların hiçbiri.
Kendisine tav’an teslim olmayanı, kerhen teslim alır. Makul olanlar bu âlemde
tav’an teslim olanlardır.
Anlatabildim mi acaba? Yoksa herkesi teslim alır. Kâinatta hangi sakf-ı[12] âlî görmüşün ki, yere düşmemiştir. Var mı
bir tane? Hangi sakf-ı âlî
gördün de yere düşmedi. Metin ol, der Allah.
[13] لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ
Ne şanlı beyanattır. Beşer zanneder ki her şeyde kendisi muvaffak olur,
kendi kendisini muhafaza eder şöyle eder, böyle eder. Yok, yok! “Ben insana o
kadar kıymet verdim ki (diyor Allah) O kadar kıymet vermişimdir ki, manzume-i kuvvâ-i
İlahimden ne kadar çok kuvve kendisine bekçi yaptım, nöbetçi yaptım.”
لَهُ مُعَقِّبَاتٌ takip eder.
مِنْ
بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ
“Benim emrimin, Benim iznimin dâhilinde, beşeri muhafaza hususunda
önünden de arkasından da yanından da giden muhafızlar tayin ettim. O zanneder
ki: ‘Ben bunu kendi zekâmla kendimi kurtardım.’ Hayır, Ben koymuşum.”
Belki bunları hayatında tecrübe edenleriniz de vardır. “Ben şu hâlde
muhakkak ölmem lazım gelirdi ama yaşıyorum.” dersin. Evet, ölüydü o.
Anlatamıyor muyum acaba? Hiç gelmedi mi başınıza böyle geçenler, olabilir. Ben
şu şu hadisede riyaziye kaidesine vuracak olursak, netice ölümdü, mahkûm
olmaklığımdı. Fakat bilmiyorum. Bilmezsin.
لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ
“Ben kendim tayin ettim. Seviyorum insan sınıfını. Onlar beni sevmez.
Bir türlü razı edemedim kendimden.”
[14]اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين
. اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين
Görmüyorlar mı? Düşünmezler mi? Elli yaşında bir adama sorun, otuz
yaşında bir insana sorun. Otuz bir sene evveli neredeydin? Otuz iki sene evveli
seni kim tanıyordu? Hangi defterde ismin vardı? Kendin kendini müdrik[15] miydin?
Bir yerde kaydın var mıydı? “Seni, Ben bir cevher-i insaniden meydana getirdim.
İsmin, resmin yoktu. Nihayet sana ruh-u menfûh ile tecelli ederek, sıfat-ı zâtiyemden
bir akis yaptım. İnsan yaptım, bir mahlûk-u süfli yapsaydım olmam mı
diyecektin? Kabahat mi ettik seni insan yaptık da? Başlıca Ben, senin düşmanın
oldum!”
Açık düşman vardır, gizli düşman vardır, farkında değildir. Açık düşman
resmen cephe almıştır, o nispeten onun işi hafiftir. Fakat tanırım der, severim
der de O'nun sevdiğini kırar. Anlatabildim mi acaba? Tarihi tetkik etsinler, diyor
Hilkaten tetkik etsinler. Son beşeriyet biraz daha hafif ceza görür dünya âleminde.
Çünkü son beşeriyete çok sevgilisi, pek sevdiği gelmiştir. Hazreti Muhammed. Onun
için biraz olmaz, fakat ondan evvelki hilfetlere baksınlar. Mahvettiğim vakitte
ordu göndermedim, diyor.
[16] وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪
مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ
“Ben hiçbir vakit resmen bir ordu gönderip de mahvetmedim. Benim âdetim
öyle değil ki.”
[17] اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً
“Bir sayha kâfidir yok olmalarına. Ve hep sayha ile yok etmişimdir.”
Acaba anlatabildim mi? Nasıl kerâmât-ı diniye mukabili kerâmât-ı fenniye zuhur
etmedikçe kâinata nihayet yoktur, derler. Bugün de medeniyet âleminde, en
korkunç sesler çıkmıştır değil mi? Tabi Hakk’ın o sayhasına benzemez ama işte
biz de bir ürperti yapıyor ya. Anlatamıyoruz galiba, ya!
“Ben öyle ordu mordu göndermedim وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ Benimle kibr-i nahvet, azamet yarışına
kalkan, tetkik ederseniz tarihleri, görürsünüz. O kavimler akşam var, sabah
yok. Bir an-ı gayr-ı munkâsim de. Öyle bir ordu göndermedim. مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ
Gökyüzünden indirmedim.
اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ
O mağrur kafanın
birdenbire düşmesi. Anlatabildim mi acaba? Şöyle gerilir bazı insanlar vardır, böyle
gerilir. Geniş salonunda “Ben varım” diyerekten gezinir. Anlatabildim mi? Hiç eğilmez.
Kendisi de eğilmeyeceğini söylüyor. “Birdenbire düşsün içün eğdirtmem o kafayı,
diyor. Âdetim öyledir, diyor. Çünkü o boynunu eğdi mi aşağıya, Benim gadabımın
kalkması lazım gelir. Gadabıma yapmış olduğu seyyiatın, insanlık ahının vermiş
olduğu bir şekil vardır, tam mazhar olmuştur. O kafayı indirtmem.”
[18] اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ
اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
“Eğdirtmem o kafayı. Öyle bir kelepçe ile kelepçelemişimdir ki, kelepçeyi
kendisi görmez de kafasını dik tutar. (diyor) Çenesinden vurmuşum onu, Ben.”
İçimizde böyle huylu insanlar varsa, yalvaralım da çekilsin o. O, ağır
tecellidir, o. Birdenbire düşer adam. Birdenbire düşer. Beşeriyet hepimizde
oluyor. Gaflet, ufacık bir şeye sahip olur olmaz derhal değişiyoruz. Bir sahada
bilgisi olmadığı bir vakitte konuşan adamla azıcık bilgisi olduktan sonra
konuşması arasında tonlar, edalar, sedalar, ahenkler derhal değişiyor. Hâlbuki
senin değil onların hiçbirisi. Hiçbirisi.
[19] فَمَنْ كَانَ
يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ
بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا
Büyük Kitab öyle der. İnsanlar içerisinde hesabını görmüş, geliş ve
gidişteki gayeyi anlamış. Hilkatten gaye birdir, demiş. O “BİR" de âdet
manzumesinde çiftin mukabili olmayan bir. Mesela biz “Allah bir” deriz. Acaba bizim
sayıda bildiğimiz birlikle mi bir? Hani bir, iki, üç, dört diye okuduğumuz öyle
birle bir? O bir hadistir o. Bana göre bir, onunla olur mu hiç? Şaşırma sakın
ha. Tuhaf bir şey çıktı burada şimdi. Cümle acayip. Dikkatle dinle. Güzel bir
şey söylüyorum. Mesela Hakk’ı tanımış bir adam. Efendim “Allah bir” der.
Buradaki “bir” bizim sayıda okuduğumuz şu, bir, iki, üç, dört, beş diye
saydığımız o cins birden bir mi? O hadis, o benim bilgime göre bir. Benim
bilgime göre olan “bir”den Allah münezzehtir. Anlatabildim mi acaba? Ondan
münezzeh Allah. Ya, Allah nasıl “bir"?
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ de
ki “BİR”likle bir. Kendi kendini birlediği birlikle BİR. Ben onu
bilmiyorum. Anlatamadım mı acaba? O kendisini nasıl birlemişse, o cins birlikle
bir. Anlamış. Geliş ve gidişteki gayeyi anladıktan sonra, o anlaşılınca insanda
gaye teke iner. Marifetullah zevkinin yanında, o zevki tadanlar içün bütün
zevkler azaptır, dedim üç konuşma evvel.
İnsanda Allah derdi başladı mı, o
derdin zevkinin karşısında, yanında ne kadar zevk varsa o insan içün azaptır.
Azap. O insanda tek bir gaye kalır. İşte ona karşı diyor ki Hudâ: “O kimseye
söyleyin.” diyor.
فَمَنْ
كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ .[20]
Onda o gaye kalınca hiçbir şeyle
doymaz. Cennet verirsin İstemem, der. Cehennem verirsin korkmam der. Araf verirsin
yetmez, der. Araf ki, ehl-i Araf, insanların
nihayeti alınıp da iyilerin muhakkak darü’s-selama girmesi içün bekleyenler.
“Onlar girmeden girmeyiz.” diyorlar. Biliyor muydun bunu? Hudâ’ya nazlı
insanlar. Yok, razı değiliz! Şunları da sokacaksın, şunları da, şunları da
şunları da…
“Bunlar, Hakk’a düşman olanlara
karşı düşman. Bunların hiçbir amelleri yok ama bunların bir meziyeti var,
diyor. Ehl-i Araf. Bunların bir meziyetleri var, bunlar senin dostuna karşı çok
muhiptiler. Senin sevdiğinin düşmanına karşı da o kadar kalben buğz ederlerdi
ki, işte bizim hoşumuza gitti. Bize bunları bağışla. Bunlar girmezse biz
girmeyiz.” Ehl-i vefa bunlar. Yaa, neredee,
bizde öyle şey var mı? Elimizi uzatmayız düşene! Nerede? Oradaki o iş başka.
Ehl-i vefa. Hah, öyle insanları da var ki, onunla da kanmıyor. Onlara söyle,
diyor.
فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا
لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ
رَبِّه۪ٓ اَحَدًا
“Bu zevki taşıyanlar içün Benimle, Benim cemâl-i süphânimden müstağrak
kalmak, bütün incelikleri anlamak, Beni temâşâ etmek içün tek bir çare vardır.
Bir tek çare. Yapmış olduğu büyüklükleri de ihlas ile yapacak.” İhlas ile yapılacak. İhlas ile yapılan şey
gizli olan şeydir. Anlatabildim mi acaba?
Sormuşlar, Cenab-ı Peygamber’e:
“Nasıldır bu?”
“Onlar öyle insanlardır ki, o
kadar iyiliklerini gizlerler ki, o gizleyişlerindeki üzüntü dolayısı ile Allah
meleklere de agâh etmez. Melek de bilmez. Onun defter-i a’maline yazmaz. O
yazıdan dahi huylanır.” Anlatamadım mı acaba?
Burasını hiç söylememiştim. En
ince yeri. Öyle bir iyilik yapar, o kadar gizlidir ki, onun agâh olmasını hiç
istemez. Tabi meleğin bir hilkati var, agâh olacak. Hudâ; o kul üzülür,
istemiyor diye, ona da duyurmaz. Ve defter-i a’maline yazılmaz. Yazıdan da
huylanır, o. Niçün huylanır? O yazıyı
belki şeytan bozar, der. Bir şey anlatamıyor muyum? Belki onu bozar, der. Belki
onu iblis bozar, diyor. Yeter mi yoruldunuz mu?
Onlar bu sûrî âlemin geçici
olduğunu yalnız ağzı ile söylemezler, her an görürler ve hayatın kıssasını, bir
masal diye kabul ederler. Ne anlatıyorsun, şöyle olmuş böyle olmuş, hah masal
anlat bakalım. Onların nazarında en büyük hadiseler, birer masal şeklinde
tecelli eder.
Ve onlar öyle insanlardır ki,
bir fakirin keşkülü onların nazarında bir hükümdarın tacından çok mukaddestir, derler.
Anlatamıyor muyum acaba? Yani bir fakirin keşkülüne nazar ederken,
pırlantlarla, zümrütlerle, bilmem birçok ziynetlerle mücevherat ile süslenmiş
ve herkesin “Ay bak bak, kaç karat!” diye göstermiş olduğu şeye o fakirin
elindeki keşkül kadar kıymet vermezler. Zira bir şeye kıymet vermişlerdir.
Onun içün zulme de divan durmazlar. Anlatabildim mi acaba?
Söz dönüyor, dolaşıyor dolaşıyor,
Allah’ın hoşuna gitmeyen şey zulme divan durma, diyor. “Ben seni insan
yaptım, sakın hiçbir zalime ne eşek ol, ne uşak ol! Sen de kendi sıfatımdan
sıfat verdim.” Çünkü hakiki hürriyet, hakiki irade, Allah’tan gelir.
Geçen konuşmamda söylediğim gibi. Allah’sız ne irade vardır ne hürriyet
vardır. Olmaz o. O senin Allah’sız görmüş olduğun hürriyet, isyandır o. Ona
hürriyet denmez. Tuğyan denir ona. O
adam hür değildir, tağyirdir, bâğidir, asidir. Niye? İnsanlığı inletiyor,
hürriyetim var diyerekten. Adaletle tahdit edilen iradeye hürriyet denir.
Anlatamıyor muyum ya?
Onun içün bu kaidelerin
neticesinde, ahlakın tarifinde, eski konuşmalarımda söylediğim gibi, cahil
demek ilimsiz demek değil. Cahil yani nasıl anlatayım? Yine cahil, cahil diye
anlatılır. Cahil, ilimsiz değil. İlimsiz adama, örf cahil diyor. Ahlak,
doğru histen kim mahrumsa cahil der. Doğru histen mahrum olan kimseye, mânâ/ahlak,
cahil der. İsterse o adam, bin hayvan yükü kitap okusun, ömrü kifayet
etsin de. Doğru histen mahrum mu cahildir.
Hiçbir şey okumamış fakat doğru
hisle doğmuş, doğru hisle yaşıyor, en büyük âlim. Hisleri doğru. İlim,
adamın hissini doğrultucak. İlim, adamın hisini bozacak değil! Anlatamıyor
muyum? İlim adamın hissini doğrultacak. Hissi bozulacak, değil. Yaa, mesela,
daha iyi mevzûu anlatabilmek içün ahlak mevzûunu dini misaller verirsek daha
iyi anlaşılabilir. Allah ibadetler insana emretmiştir, değil mi ya? Bunlar hep hislerini doğrultmak içündir.
Doğru hisse sahip olabilmek içün.
Mesela oruç. Geçen konuşmamda
dediğim gibi, Hakk’ın hiçbir mahlûka vermediği, melek de dahi bulunmayan, irade
sıfatı vardır. Değil mi? İnsanda. Bu sıfatı Kudret’e karşı ve bütün mevcûdâta
karşı, bu sıfatın kendisinde olduğunu ispat ve onu layıkı ile kullanıldığını
beyan maksadı ile bir imtihandır. Bir adam iradesini kullanmazsa, aç durabilir
mi? Hayvan niye duramıyor? Yok, iradesi ki. Anlatamıyor muyum acaba? Yok. Duramaz
ki!
Kolay iş mi, irade? Aç durmak,
susuz durmak. Tabi bunu durduğu vakitte bunun hikmetlerine geçiyor. Şu anda
benimle beraber şu kadar insan aç, diyor. Demek ki şu anda inananlar içerisinde
şah ile geda müsâvi kılındı. O hâlde ben kime boyun kesiyorum, ona şah
diyerekten uşak mı oldum? O da benimle beraber oldu. Demek ki Kudret bir gün
hepimizi bir anda bir şanda bırakacak. O hâlde kapıyı doğrult, sap Allah’ın
kapısına. Çal, oradan iste. Anlatamıyorum galiba!
Daha nâmütenâhi hikmetler. E o hâlde
ben şu kadar mahdud bir günün açlığında bu kadar müteessir oldum, senelerce
şerefini satmamış, faziletini satmamış, insanlık hürriyetinden istifa etmemiş,
seciye-i insaniyesini ayakaltına salmamış, derdini insana söylemekten dahi
değil, Hakk’a söylemekten dahi utanmış, bu lacivert kubbenin altında insan var.
Ben niye aramıyorum, diyerekten iş buluyor. Yalnız bir masa işi değil, bir kasa
işi değil, bir insan işi arıyor. Anlatamıyor muyum acaba, yaa! Öbür tarafta
bakıyor, insan kendi kendine farkında değildir, hakiki insanlar, Kudret’le
muameleyi…
Cibilli bu. Tefâhur tekebbüre
sevk eder. Tekebbür. Tekebbür insanı zalim yapar. Zalim! Görmez misin,
ekseriyetle, insanlar züğürtken çok mütevâzı, çok mülâyim, çok nazik. Sonra onu
şöyle biraz, Kudret şöyle besler filan. Amiyane bir tabirdir, çirkindir ama
dedemizin tabiridir. Yerinde söylemiştir. Kim bilir ne vakit kızdı da söyledi?
İlk söyleyene Allah rahmet eylesin. Hehee... Biti kanlanmasın onun, der. O
yerinde… Çok doğru söz o. Biraz
çirkince ama zahirde çirkin fakat hakikatte çok yerinde.
Hâlbuki ahlaken insan,
maddeten de manen de tekâmül ettikçe, tekâmül ettikçe ettikçe, tevâzûu
artacaktır. Tekâmül tevazûu mucip. “Men tevâza’a rafa’allah[21]
Ne kadar tevazûun artarsa Allah da o kadar
kaldırır. Nereye kaldırır? Kendine. O cifeye değil, kendine. Ne kadar da kibr-i nahvetin artar,
indirir. Nereye? Esfel-e sâfiline. Mahrumiyete, hüsrana. İn aşağı doğru. Zulme
sevk eder.
Bunu herkes hepimiz kendimizde
tecrübe ederiz. Paran yokken yürüyüşün ile paran varken yürüyüşün arasında fark
vardır. Hele para bitsin, birkaç alacaklı da kapıyı çalsın, yolda molda
çevirmeye başlasın. Hiç böyle yürüyemezsin, ayağın tökezler, oraya çarparsın,
buraya çarparsın filan. Hesap edersin; bunu buraya versem şurası olmayacak, onu
oraya versem… Yahut hiç kalmamış, oraya verecek, buraya verecek de yok artık
böyle… Çarpar ayakların takılır.
Ne güzel söylemiştir, kaç defa
söyledim ya? Yeri geldi de tekrar ediyoruz. Binlerce söyledik, Molla Câmîi’nin
sözü, koca adam, büyük insandır.
Hâcegân
der zamân-i ma’zulî heme Şiblî yü Bâ-yezid şevend,
Bâs çün ber ser amel arend
heme ya Şimrî ya Yezid şevend
Masa sahibi, kasa sahibi, varlık
sahibi, düştü mü diyor, ya Bâyezid-i Bestâmi zannedersin konuşurken,
-evliyaullahın büyüğü- ya Şiblî merhum zannedersin. O kadar büyük ehlullahdan
bir zât zannedersin. Mülâyim olur, mütevâzı olur. Bâs çün ber ser amel arend.
Fırsat eline geçer de yine o masasına, o kasasına, o varlığına sahip olursa
sanki o adam gitti başka bir adam geldi. Hemen ya Şimrî ya Yezid şevend.
Ya İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şimr, ya ona emir veren Yezid olur, der.
Onun içün: Hukuk tedarik ettiğin
adamın varlık zamanıyla, yokluk zamanını iyi belle. Varlığında da yokluğunda
da, serrada da darrada da müsâvi ise onunla hukuk tedarik et, bir muâhat yap
da Allah’ın yanına da beraber git. Öyle bir dost, öyle bir dost, ittihâz
et. Öyle değil mi? O benlikten ödleri patlar.
Lokman, büyük bir adam. Büyük
Kitab’da ismi geçiyor. Bu kadar büyüklüğüne beraber, büyüklüğü ile beraber,
yabancı bir yere giderlerken, tanınmayan bir muhite gideceği zaman, kölesinin
elbisesini kendi giyer, kendi elbisesini kölesine verirmiş. “Şimdi benim senden
istediğim; burada tek bir sözüme riayettir, efendi benim, köle budur,
diyeceksin.” Zor şey değil mi? Pek de kolay iş değil o. Biz âlemin şeysi ile
övünürüz. Onun, varidât içinde kaynıyor, fakat “Olabilir ki (diyor) burada bir tefâhur
gelir bana, o tefâhur da beni tekebbüre götürür. Ne lüzumu var, iki adam beni
beğenecek diyerekten, ben Allah ile yapmış olduğum muameleyi bozayım? Bozmam!”
diyor. Büyükler, daima gizlidirler. Gizliyorlar nedense kendilerini. Perdeleri
vardır. Bakarsın ki bir şey yapar. Ohh rahat eder. Gizliyor o. Gizler.
Konuşmayı toplayalım. Hulâsa
edelim. Ramazandır, herkesin işi var. Bol bol konuşmak bayram ertesi olur
inşallah, sağ kalırsak.
Bugünkü konuşma insan haklarına
riayet. Dolayısı ile orada kemâle erip her zerrenin hukukuna riayet. Ve
Kudret’in her zerrede mevcut olduğunu duyarak sarılmak. Ki bundan üç şey
meydana gelir. Hulâsa ediyorum
konuşmayı. Üç şey hâsıl olur. Merhamet, hürmet, muhabbet. Allah’ın da
kullarından istemiş olduğu en büyük ibadet budur. Merhametli olun, hürmetli
olun, muhabbetli olun. Anlatabildim mi acaba? Bilin, bulun, olun.
Taalluk edin, tahalluk edin, tahakkuk edin. Ne vakit ki bu sıfatlar var;
sema da senin, arş da senin, yeryüzü de senin, zafer de senin, bütün varlık
senin. Deden gibi her sahada satvet şevket senin.
Deden niçün satvetliydi, niçün
şevketliydi? Niçün dünyanın en makbul olan üç kıtasında hükümran idi?
Küçüğü büyüğüne karşı hürmet
eder, büyüğü küçüğüne karşı kalbi rikkatle çarpar. O hürmetle muhabbet merhamet
birbiri ile evlenir, nihayet cemiyet içerisinde muhabbet denilen bir sermaye
doğar. Muhabbet adaletin de fevkindedir. Anlatabildim mi acaba? O sahada
tamamıyla yol alıp gidiyoruz. Şimdi bugün maalesef ne hürmet vardır ne merhamet
vardır ne muhabbet vardır. Bu iş ilk önce ailelerden başlar. Aynı
acınacak bir şey, bütün evlerde huzursuzluk var. Bugün evleniyor, bir hafta
sonra boşanma davası açıyor. Bu, bu ağlanacak hâl. Bu, böyle burnunu kıvırıp da
geçilecek şey değil bu.
Nihayet beşer, birbirine
bağlıdır. Dokuzuncu batında birbirimizin ya amca çocuğu çıkarız, ya teyzekızı
çıkarız. Bir ağacın yemişiyiz. Ve onun için vaziyeti müsait olan da hayatından
zevk almıyor. Çünkü huzur umuma karşıdır, diyor Allah. Kisb[22]
başkadır, huzur başkadır. Kazanabilirsin fakat kalbine huzuru Allah verecek.
Senin milyarın vermez. Rütben vermez, câhın vermez, anlatamıyor muyum? Huzur
kisbî değil dikkat edin, vehbîdir. Cemiyet içerisinde merhametle hürmet
kalktığından dolayı, Kudret elini kaldırdı. Beşer, inim inim inliyor ve
inleyecek! Toplayın büyük iktisatçıları, vallahi çare yok. Toplayın büyük
diplomatları hiç imkân yok. Ne demişse öyle olur.
وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ [23]
“Ben senin cihadını Hak namına
göreyim. Senin kalbin insanlık âlemine rikkatle çarpsın. Sen kendin yola
çıkaramazsın, Ben elinden tutup çıkarırım.” diyor.
Bir avuçtu... Dünyada iki büyük,
daima dünya iki büyük kuvvetle gider. Âdet-i İlahi öyle, daima öyledir o. Biri
Cemâle mazhar, biri Celâle mazhar. Diğer varlıklarda istîdâtı nispetinde,
hangisine daha ziyade o istîdât kabiliyet göstermişse ona peyk[24]
olur gider. Daima öyle. Bir vakit... Sizle on dört asır evveline fikren
seyahate çıkalım, Kisra kuvveti, Bizans kuvveti, bütün dünya da onlara sahip.
Şey peyk olmuş gidiyor, başka varlık yok. Bir kısmı Kisranın peşinden gider,
Zerdüşt hâkimiyetinde. Birisi kayser hâkimiyetinde gider.
İnsan pişirici iklimden bir avuç
insan çıktı. Akıl kabul etmez. O iki medeniyeti, rub-u asır[25]
içerisinde avucunun içerisine aldı. Demek ki işi gören Allah’mış, değil mi? Bu
aşikâr. Bunun aşikâr olduğunu bugün medeniyetini taklit ettiğimiz adamın,
peşlerinden gittiğimiz insanların, büyük adamları dahi söylüyor. Senin gazeten
yazdı.
Aç Amerika’nın parasını “Allah’a
güveniriz.” diyor. Sen “Allah” deyince gülüyorsun! Atomu var zaferi var, parası
var, kâinatı peşinden getiriyor. Parasının üzerinde, ufak parasından büyük
parasına kadar “Biz ancak Allah’a güveniriz.” diyor. Cebimdeydi unutmuşum şimdi
gösterirdim sana. Sen “Allah” deyince gülüyorsun! Filan adam “Allah” deyince
geri kafalı, diyorsun. Babanın aldığı evde otur, bir de küfür et! Ne hakkın var
kardeşim? Yeni ev aldın mı sen? Babanın aldığı evde oturuyorsun, pencereyi
buradan niye açmış diyerekten, ne demeye hakkın var, senin. Al yeni bir ev
ondan sonra istediğin yerden pencereni aç. Hem evinde otur, hem küfür et!
Terakki; servet-i eslâfa,[26] servet-i ahlâfı[27]
ilave ile olur. Babanın malına evlat mal koymakla olur. Hem maddeten hem
manen. Çiğnemekle olmaz. Vermez Kudret. Âdeti değil, vermez. Verse de alay içün
verir; talaş alevine benzer, afette ağzını açar bakarsın. Vermez. On nüfuslu
bir aile onunun kafası birden ayrı ayrı işler. Ayrı işledikçe de olmaz. Olmuyor
yok, vermiyor ki Hudâ.
Bir misal vereyim size, eski verdiğim
misallerden. Ali isminde biri geçiyor. Ali, dedin durdu. O şahıs, o ismin
müsemması olan şahıs neden durdu? Kendisinin murad edildiğini anladı durdu.
Değil mi? Peki Ali dendiği vakittte “A” var “L" ve “İ" var. Şu üç
harf var. O müsemma bu üç harfin hangisindeydi? A’da mı, L'de mi,
İ’de mi? Hangisindeydi. A, de durmuyor. L, de durmuyor. İ,
de durmuyor. Fakat üçünü birleştirip de Ali dedin mi duruyor.
Hakk'a da, birleşip de Allah
demedikçe vermez. Anlatamadık mı misali? Birleşecek öyle verecek. Vermez.
Dertler, zevkler, müsâvi şekilde taksim edilecek. Alakadar olacağız. Şurada
birisi bir otomobilin altında kalsa sen böyle yaparsın. Belki azıcık hassassan
o günde yemek yiyemezsin. “Gözümün önüne geliyor.” Sanane, o orada öldü.
Kudret, diyor ki: “Sanane değil. Bir vücûdsunuz.” Anlatabildim mi acaba?
Tekâmül etsen o ıstırabı da aynen duyarsın. Azıcık gafletin, ıstırabı senden
uzak etti. Fakat hakikatte bir vücûda münhasırdır, bütün varlık. Bir vücûddur.
Dedikodu devri değil. Zaman
kısa müddet az. Şöyleydi böyleydi, ömür böyle geçiyor. Dedikodu nerede
olur? Cehil olan yerde olur. Kuvveti çeneden kola al, diyor Allah. Çenede
kuvvetin ne faydası var. Boşluk, bomboşluk. Tasavvurat ile dolmaz kardeşim. Fiiliyat
ister. Dünyanın yüzünde oturuyoruz biz. Allah’ın hususi iltimas muamelesine
tabi kılınmışız. Dedemizin dökmüş olduğu o Hakk’ı siyânet mânâsıyla döktüğü kan
muhabbeti ile. Değil mi?
Burada iştiyak-ı Nebi vardır.
Daha açıkçası. Ne demek iştiyak-ı Nebi? Öyle demiş, Peygamber. Arzu ederim
bizim elimizde olsun. O iştiyâk kalkarsa ne yaparsın? İştiyâk. Onun iştiyâkı
vardır. Hangi ilime mevzû verdin? Dedeninkini bırak. “Yaratırım” dediğin günden
itibaren hangi ilime mevzû verdin? Göster, nerede kabul ettirdin? Hangi sanata
model verdin? Lafla kendini aldatma, ömür geçiyor. Yoksa kafan mı eksik
kâinatta? Bütün kafaların üstünde bir kafadır. Fakat dediğim gibi; hürmetimiz,
merhametimiz, muhabbetimiz yok. Sermaye mevcûd değil. Âdet-i İlahiye öyle.
Küntü kenzen mahfiyyen fe
ahbebtü en u’rafe fe halektü’l-halke li u’rafe
Ben bir gizli hazine idim.
“İdim” kelimesi de böyle bizim tasnif, ee kavâid[28]
kitabındaki tasnif mânâsına değil, anlatmak makamında. Anlatamadım burayı
galiba. Burası zor yer. Tefhim makamında. Öyle Allah’ın tasnifi yok kavâide
girip de. Anlatabileyim diyerekten söyleniyor.
“Ben gizli bir hazineydim.
Bilinmekliğimi muhabbet ettim. Sevdim.” Demek oluyor ki mevcûdâtta en büyük
esas muhabbet. “O Muhabbetimle zâtımdan
zâtıma tecelli ettim. O tecellide zulmetin mukabili olmayan nuru’l-envâr zahir
oldu. İsmini hamd olunmuş mânâsına Muhammed koydum.Ve hilkatin mânâsı, bidâyeti onu yaptım.”
Onun içün, evet zahirde Hazreti
Âdem’dir beşerin zuhuruna sebep. Zahirde onu görürüz değil mi? Hakikatte… Zahirde
ebû’l beşer, Âdem’dir. (Cümle şimdi geldi hafızama.) Fakat hakikatte
âdem ve âlemin mastarı Muhammed’dir. Maddi bir misal ver de daha iyi
anlayalım diye bir sual sor. Vereyim sana.
Şurada bir elma ağacı görürsün.
Üzerinde elması var. Suret itibariyle o elma o ağaçtan olmuştur. Doğrudur.
Hakikat itibariyle öyle olur mu? Hayır. Hakikat itibariyle o ağaç, o elmadan
olmuştur. Anlaşılmıyor mu? Bağubanda o bahçeye bakanda, o ağaca bakmıştır.
Fenni yahut bilgisi tecrübesi ile hizmetini yapmıştır, sırf o elmayı almak
içün. Allah da Rezzâk-ı erâzil-ü
eâzımdır, sırf Hazreti
Muhammed içün. Muhabbet etti mi, esas. Bunu biz kaybettik.
Onun içün iki tane ortak tasavvur
edin; biri on milyon lira biri yirmi milyon lira yahut milyar lira koysunlar,
fakat bir an gelsin birbirini sevmemeye başlasınlar. Muhakkak iş duracaktır.
İşlemez. Bir ev, ayda yirmi bin lira geliri var fakat karısı kocası birbirini
sevmiyor. O ev cehennemdir. Bir evde haddizatında hiçbir şey yok, fakat
birbirine muhabbetle bakıyor, o ev cennettir. Anlatamıyor muyum?
Bugün evlenir yarın boşanır. Yaa!
Çocuklar diri diri yetim kalır. İhlasa bak ki dedende, alacağı kadının yüzünü
görmezmiş. Aç tarihini elli sene, atmış sene beraber ölüyor gidiyor. E muhakkak
o yüzünü görmediği insan, onun istediği gibi olur mu? Olmaz ama temiz bir ihlas
var, bir niyet var. Ona Kudret o yüzünü görmediği insan da hususi bir meziyet
gösteriyor. Oradaki muhabbet, onu ona bağlıyor. O, ona bağlıyor. O meziyet. İşi
yapan Allah. Yalnız senin niyetini görsün. Çünkü o niyetine, niyetinde
evlenirken “eğlenirim” demiyordu.
“Ben Allah’a bir mazhar meydana
getireceğim. Bir yavrum olacak, hadim-i din olacak. Bir yavrum olacak hadim-i
Muhammed olacak. Bir yavrum olacak, hadim-i vatan olacak. Bir yavrum olacak
hadim-i insan olacak. Bir yavrum olacak, hadim-i Kitab olacak. Ben gittikten
sonra da o defter kapanmayacak.”
O aşka da tabiatıyla Cenab-ı Hak
da bir şey veriyordu. Anlatamıyor muyuz? Vak’a İslam ananesinde, alacak kadın
kız, her neyse alıcının görmesi şarttır. Ve bidâyette bizde de öyleydi. Fakat
ahlaken tereddî[29]
başlayınca onu dedelerimiz kaldırmışlar. Yoksa Hazreti Muhammed’in emrinde
öyledir. Görecek. Ama ahlakı mazbut olacak. “Gördünüz mü?” dediği vakitte
“bilmiyorum” diyecek. “Gördüm ama burnu böyleydi, kaşı şöyleydi...” bu sözler
başlayınca, olmaz dendi. Anlatabildik mi acaba? “Burnu böyleydi, kaşı böyleydi,
alnı çıkıktı, kafasında yumru vardı, bacakları çarpuktu!” Öyle değil. Yalan
bizde gayet mezmumdur, birkaç yerde müsaade edilmiştir, biri de burada işte.
Biri de burada. Bilindi. “Kısmet değilmiş, olsa iyiydi ama kısmet değilmiş.”
Anlatabildik mi acaba? Kusur bulmayacaksın.
Nakşa nigeh, Nakkaşa nigehtir.
Sanma ruh-u zibâye nigeh ehl-i günehtir.
Öyle demiş. Bütün medeniyet,
nezaket ararsan kendinde ara. Kendinde, biz de. Öyle sahte gülmek, öyle içinden
gelmeksizin ta kulaklarına kadar dudaklarını açmak fakat zamirinde neresinden
vuracağım diyerekten düşünmek, bunlar medeniyet değil. Olduğun gibi görün,
göründüğün gibi ol. Medeni adamsın. Anlatabildik mi acaba? Olduğun gibi
görün, kimseye seni, sana kimse çarpılmasın. Ne aldat ne aldan. Medeni
adamsın. Lâ darara velâ dırâr. Tarif etmişler. Aldanmakta yok, aldatmak
da yok. Aldandın, kabahatı aldatana bulma, kendinde bul. İmanım çok kuvvetli
olaydı aldanmazdım, de.
Öyle diyor, Hazreti Muhammed: İtteku
ferasete’l-mü’min, fe innehû yenziru bi nurullahi azze ve ve celle[30]
Allah hakiki kendisine inananın,
kalbine kendi nurundan bir projektör takmıştır, sıkar senin kaç ayar olduğunu
söyler. Ve nezaketen de senin yüzüne vurmaz. İşe yarar mısın yaramaz mısın, o
bilir. Bilmedi mi orada eksiklik var. Bir şey anlatamadım mı? Kendini levm[31]
et, der. Senin eğer imanın çok kuvvetli olsaydı, onu görecektin. Göremedin
orada eksiklik var. Başkasına kabahat bulma. Tamamlamaya çalış.
Terbiye ile insan olmaz, derler
bazıları. Olmaz olur mu? Köpek neler oluyor da insan neler olmaz? Köpek neler
oluyor bilmiyor musun? Çobanlık ediyor yahu! Âdem huyunu alıyor da ya insan, insan
doğmuş hakiki bir insana mülâki olursa ne olmaz?
Âdem olmak istersen, Âdem ara.
Âdem'i bul, Âdem ile Âdem ol.
Ömür gelip geçiyor. Ara yerde
başka bir şey yok. Bir şey söylüyordum bir yerde kaldı, hatırlatabilecek misiniz
acaba? Söyleyelim de inelim.
Dedim ki: İbadetler, insanın
hislerini tashih etmeklik içündür. Hakikate kavuşturmak içündür.
Bazısı der ki: “Efendim, Allah’ın
neye ihtiyacı var?” Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. Senin var, benim var.
Budalaca söz: “Allah’ın neye ihtiyacı var?” Herkesin bildiği bir şey. Bir de
bir söz daha vardır. “Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayalım!” Allah’ın
bildiğini kuldan saklamasan biz burada toplanabilir miyiz? Ne ben senin yanına
gelebilirim, ne sen benim yanıma… Seni benden gizledi beni de gizledi,
geliyoruz toplanıyoruz. Allah’ın bildiği kuldan saklanır. Ve o saklanması da
ibadet olur. Edep olur, anlatabildim mi?
Bir kötülüğün mubâlâtsızca
yapılması cinayettir, ind-i İlahide. Sıkılarak yapılması kabahattir. Cinayetle
kabahat arasında fark vardır. Anlatabildim mi acaba? Bir emir yapın denilmiş. O
emiri, nefsine hâkim olamıyorsun yapamıyorsun. Fakat o yapamadığın emri de
gizliyorsun. Kendinden utanıyorsun yani ya. İnsan ilk önce kendinden
utanacak. Kendinden utanmayan hiç kimseden utanmaz. Kendinden utanmaklık
başladı mı korkma. Yol alıp gidiyorsun artık. Yol açılacak.
Mubâlâtsız oldu mu avamın lisanında
ona eskiden sıyrık derlerdi. İnd-i ilahide cinayet der, ona. Allah’ın bildiği
kuldan saklanır. Saklamasına haddizatında Kudret numara verir. Sayıyor Beni,
der. Bak şimdi size bir esas madde vereyim mi, ister misiniz? Mevzû buraya
uğradı da girdik.
Mesela İslam dininde esas-ı küfür
nedir? Biz bunu pek amiyane biliriz işte. Bir Hristiyan ismini taşırız kâfir
deriz. Ona Kur’an Ehl-i Kitap diyor. Ona Ehl-i Kitap diyor, O. Yaa, orada işin
şekli değişti. Ehl-i kitap diyor. Sonra bir yerinde der ki:
لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ .[32]
“Ehl-i Kitabın hepsini müsâvi
tanımayın. Onlar içerisinde o kadar mütevâzı, o kadar kalbi rikkatle çarpan,
geceleyin kalkıp Beni o kadar anan vardır ki, Ben onları severim.” der.
Allah’ın ağası mısın sen! Severim, diyor. Kibir yanına uğramamıştır, diyor.
Suretü'n-Tüskerü fi el-Bakara’da.[33]
Bu, Nazm-ı Kerim geçer. Bunun uzun boylu izahını yapmışımdır, yazdığım Füyûzat
tefsirinde. Uzun.
Esas küfür. Bak ne esaslar
vardır bizde. Ne muazzam esas. Tazim-i tahkir, tahkir-i tazim. Böyle
tarif ediyor. Allah ve Muhammed, hangi şeyi büyük tanıyacaksın, hürmetinde
kusur etmeyeceksin diye göstermiş; ona kıymet vermedin, hürmetini yapmadın,
girersin küfre. Hangi şeye kıymet vermeyin demiş, beyan etmiş, hürmeti mucip
değildir, kıymeti mucip değildir; sen ona iktizâ-i hâl dedin, bilmem ne dedin.
Tevkir ettin, girersin küfre. Anlatabildim mi acaba? İşte bu esas-ı küfr. Buna
çok dikkat et. Sonra der ki:
وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا
.[34] Zalime ufacık meyleden kimseye ateş
kuşatır.
Sormuşlar, zalime en aşağı
meyletmek nasıl olur? Biliyorsun ki bir adam, o methedilen şahıs zalimdir. Bir
meclisde tesadüf ettin, methediyorlar. Sen de hiç karışmadın da sükût ettin,
durdun. Dâhilsin, diyor. Yaa! Zordur ama
tatlıdır. Tabi ahlak dinidir, zordur, Çok zordur, fakat çok tatlıdır.
Kıpırdanmasında bile hikmet vardır. Kıpırdanmasında. Her şeysinde.
Mesela sair edyanda davet çanla
çıngırakla şununla bununladır. Bizde davet ezanladır değil mi? Çünkü çan
çıngırak henüz makam-ı hayvaniyet diye kabul ediliyor. Çıngırakla çanla, hayvan
davet edilir. İnsan, insan sedasıyla davet edilir, diyor. İnsan, insan
sedasıyla davet edilir. Ben sizi kabul ettim, diyor. Şimdi insan kabul
edilen bu sınıf nüçün merhametten düştü? Bir vakit vakıfnamelerinde köpeklere
ciğer vakfeden deden, bir vakit vakıfnamelerinde tımarhanede delilerin tedavisi
içün musiki heyetleri vakfeden dedenin evladı, bugün niçün annesine bakmaz.
Niçün evladına bakmaz. Niçün dostuna karşı kalbi muhabbetle çarpmaz.
İnsan insan sedasıyla davet
edilir. İnsan kabul ediyor bizi. Birdenbire bir yol açmış. İnsandır, diyor.
Bizim cenaze taşıyışımızda bile bir ayrıcalık, sair Enbiyanın ümmeti bööyle
taşınır. Henüz makam-ı emmareden
kurtulmuş kabul etmiyorum, diyor. Makam-ı emmare, makam-ı hayvaniyettir. Fakat
hazreti Muhammed’inkine gelince, onu dûş-i[35]
ihtirama alın, diyor. Hiç düşündün mü bunları? Dûş-i ihtirama[36] alın.
Sonra hiçbirisinde cenaze namazı
yoktur. Bütün dinlerde namaz vardır, görürsün kiliseye gittiğin vakitte,
Namazdır onları yaptıkları fakat cenazesi üzerinde yoktur. Yalnız bizde vardır
o. Götürür getiriler böyle cenazeyi. Cenazeyi kıldıran adam kimse, böyle gelir.
Şimdi o da bir acayip ya. Cenazeyi götürür, oğlu kılmaz, babası kılmaz, amcası
kılmaz, bekler fukaralar çıksın da kılsın diyerekten.
İnandınsa niçin kendin kılmazsın,
inanmadınsa neden ölünü getirirsin? Hayret işler! Böyle çekilir, parmaklığın
kenarına bekler. Gezinir gezinir, oradan dört beş tane zavallı fukara, fukara
çıkar. Fukara kılacak! E inandın mı kardeşim. İnandım. E niçin kılmazsın? Hâlbuki
onu en yakını kıldıracak. En yakini kimse. Babası ölmüş, evladı. Evladı
ölmüş, babası. Amcası ölmüş, yeğeni.
Yeğeni ölmüş, amcası. Nenesi ölmüş, kardeşinin çocuğu. Kardeşinin çocuğu ölmüş,
dayısının oğlu. Bunlar yakın birbirine, bunlar kıldıracak. Böyle gelir,
sadrının hizasına durur.
Diriye niye namaz kılınmıyor
da ölüye kılınıyor? Haa. Diriye kılınmaz değil mi? Niye? Söyleyeyim mi? Diri
de nefis vardır, nefis puttur, puta karşı durulmaz. Öldükten sonra bir şeysi
kalmadı. Anlatabildim mi acaba? Bir şey yok, bitti. E biz putperest miyiz?
Bak önüne duruyoruz onun. Hayır!
Eğer o kimse hayatında insanlığa
hadim olaraktan yaşamış, elinden dilinden mevcûdât rahat bulmuşsa, kaide bu.
Elinden dilinden insanlık ah, diyor. Kaybettik. Ne refik, ne şefik, ne rahim
adamdı ne insan adamdı. Hah, Hudâ diyor ki: “Onun kalbi o kadar güzel olmasına
sebep, Benimle çarpardı. Binaenaleyh şimdi Ben onu aldım amma o kalbe tecelli
edeceğim. Kalkın namazını kılın.” diyor. Onun içün, ince bir bahistir de
öyle herkesin de namazı kılınmaz. Bak bir misal vereyim de size de daha iyi
anlaşılsın.
Sadr-ı İslam’da Abdullah İbn-i
Übeyy namında bir adam var. Bu, Peygamber’in
arkasında namaz kılar, konuşurlarken dinler, va'z-u nasihatini dinler,
dışarıya çıktıktan sonra kendi aklı ile
de hükümler yapar. Mesela der ki: “Ticaret mevsimi, bu mevsimde harp etmek
istedi Muhammed. Müdafaa yapacağız düşman hazırlanmıştır, diyor. Doğru bir şey
değil!” der. Onu sevmeyenlerle ticaret yaptığından dolayı “Bu iş başka o iş
başka!” der. Dikkat et inceliklerine. “Ben giderim onun arkasında namaz kılarım,
dinlerim, fakat burada bu para işi var. Bunu da yapacağım.” der. O para teşkilatı ile o günkü ehl-i imana
büyük bir zarar yapılacak. “Benim menfaatım var ya!” der.
Fakat zaman geldi, ölüm anı
tahakkuk etti. Zeki herif de. Kendini bir yokladı. Burdan artık kalkmak yok,
dedi. Oğlunu çağırdı. Oğlu Abdullah. E işte Allah’ın hikmeti, “Ölüden diri,
diriden ölü çıkarırım.” diyor ya. Ölüden diri, yani kalbi ölmüş olan
adamdan, kalbi diri insan. Kalbi diri olan insandan kalbi ölü olan insan
çıkarırım, demek. O da hiç Onun dizinin dibinden ayrılmaz. Nutk-u Ahmedîden
bir an gafil olmaz.
“Biliyorum dedi, seni çok sever
fakat bende gidiyorum. Benim bir tek arzum var. Seni araya vasıta kıldım.
Peygamber sırtına temas eden gömleğini bana ihsan etsin. Ben öldükten sonra o
gömlek benim vücuduma sarılsın.” Demek
ki bir iman var. Haa, bu incelik burada. Münafık bir adam ama bu cephesini
düşünürse demek o gömlek bana sarılsın, diyor. Bir şey bekliyor; bir imanı var,
bir ümit var.
“Şimdiden sonra mı? (dedi oğlu)
İyi ama baba şimdiden sonra mı? Sen bunu niye idrak etmedin? Sana bir gün hayattan
azl oldun, emri gelecekti. Azl oldun, emrini alırken bunu ben nasıl
söyleyeyim!”
“Söyle dedi, yalvarırım sana. Sen
baba ol, ben oğul olayım. Farzetki oğul babasına yalvarıyor. Tek ümidimdir,
dedi. Beni mahrum etme.”
Gitti yanarak söyledi. Aynen hikâye
etti. Cenab-ı Risalet, herkes bakıyor, başta Ömer. Celalli adam. Çok kızmış
ona. İslam’a çok fenalık etti, o adam. Kızmış bakıyor. Peygamber dedi ki: “Baş
üstüne” Başladı soyunmaya. Kül gibi oldu Ömer’in rengi, bembeyaz. Böyle
dudakları kıpırdanıyor, bir şey söyleyecek, tutunuyor şöyle... Anladı
söyleyecek, onun üzerine: “Kulağını bana ver.” dedi Ömer’e. Yaklaştır kulağını,
kulağına dedi ki:
وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً
لِلْعَالَم۪ينَ
[37]’im.
Benden istenilen red olunmaz. Ben reddedemem. Meğerki Allah müdahale ede.
Şahsın müdahalesi ile de olmaz. Sen müdahale etmek istiyorsun amma olmaz.
Benden isteyeni ben reddedemem.
Soyundu verdi, hakikaten herifte
geçti. Nihayet o gömlek sırtına giydirildi. Şimdi herkes bekliyor ki, acaba
cenazesinin namazı yahut cenaze teşyî ne olacak? Haber geldi ki Abdullah İbn-i
Übeyy öldü. Peygamber hazırlandı. Cenazeye, namazı kıldıracak. Teşyî edecek.
Hazırlandı. E tabi o hazırlanırken, yâran da hazırlandı. Hazırlık tamam oldu,
Cibril de geldi. Hükümet-i ilahinin Namus-u Ekber namındaki sefiri.
[38]
وَلَا
تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ ….
وَلَا
تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه۪ۜ Nazm-ı Kerimini مَاتَ اَبَدًا diyor, Allah. “Habibim! Benim Allahlık
hatırım içün; ne onların namazını kıl, onun gibi olanlardan, onun onun ve
hiçbirisinin, ne de kabrine kadar teşyî et. Onlar tamamıyla ölmüşlerdir, ikinci
hayatta da Ben onlara bir şey vermeyeceğim.” dedi. Onun üzerine durdu.
Anlatabildik mi?
Hülâsa Hak bizim ezelde
verdiğimiz ikrardan bizi almasın da adi matâh-u dünyaya satılmayalım. İnsan
geldik insan gidelim. Yalvaralım da gene bizim dedemizin satvetini Allah bize
versin. Cemiyetimizde hürmet, merhamet, muhabbet tecellileri niye bağlıysa o
tecelliler üzerinde çalışalım. Kâm alalım. Değmez işte. Dün bugün için rüya,
bugün de yarın için rüya. İstikamet karşıki çukura marş marş! Ölmeyen Zât
tarafından verilmiştir kumanda. Hepimiz oraya koşuyoruz. İnanan da ona hizmet ediyor
inanmayan da, zannetme ki kendine çalışıyorsun. Allah öyle bir Allah’tır ki:
هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ [39] Kendisi tarif eder kendini: Ben var
edici, var ettikten sonra yok edici, yok ettikten sonra var edip, önünde sigaya
çekici Allah. Ve herkes O'na çalışır, hepimiz de O’na çalışırız.
وَنَحْنُ الْوَارِثُون [40]
Diyor. Hakiki mirasçı Benim.
Makul olanlar; O'nun mülkünde O'nun
namına, tav’an O’na teslim olaraktan ve O’nun dediği şeklinde çalışanlardır.
Zavallı olanlarda “ben varım” diye O’na cephe alarak azamet yarışına kalkarak
zavallı nefeslerini mahrumiyete tüketenlerdir. Ne oldu!?
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.
[1] Cirm-i sagir: Ufak cisim
[2] Suver: Suret, suretler. Görünüş,biçim,görüntü.
[3] Muvâlât: (Ar. vely “yaklaşmak, yakın olmak”tan) Karşılıklı sevgi, yardımlaşma, dostça
davranma, dostluk
[4] Muâhat/Muvâhat: (uḫuvvet “kardeşlik”) Karşılıklı olarak birbirini kardeş edinme,
kardeş kabul etme.
[5] Reftâr: Gidiş, salınarak
yürüyüş.Davranış.
[6] Ali İmran Suresi 101. Ayet-i
Kerime. وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى
عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ
يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟
Meali: Size
Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl
inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa,
kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
[7] Tecessüm: isimleşme. Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne
gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.
Cisimleşme, cisim hâlinde görünme.
[8] Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar
toplanarak birleşmeleri.
Yoğunlaşma. Yoğunlaşma. Yoğunlaşma. (Arapça) Koyulaşma. (Arapça)
[9] Tedellî/ Tedallâ:(Çoğulu: Tedelliyât) Tevazu gösterme. İnme,
eğilme. •Hakk’ın zât mertebesinden
tenezzülü. •Hakk’ın mukarrepleri olan
velîlerin makamların son mertebesine yükseldikten sonra kendilerine gelme hâli.
[10] Hadeka/hadaka: Gözün siyahlığı, gözbebeği… Göz güllesi, göz
hadakası.
[11] Ayn: Göz. Hadeka-i ayn: Göz güllesi, göz hadakası.
[12] Sakf/Sakıf: (سَقْفْ) Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü.
[13] Rad Suresi 11. Ayet-i Kerime لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ
يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ
حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ
سُٓوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَالٍ
Meali: Her insan için
önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu
gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe
değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri
çevrilmesine de imkân yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli de bulunmaz.
[14] Yasin Suresi 77.Ayeti kerime اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan,
kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım
kesildi?
[15] Müdrik Aklı eren. Anlayan. Kavrayan,
akıllı. Büluğ çağına, erginlik yaşına
gelmiş olan. İdrak eden, kavrayan, anlayan.
[16] Yasin Suresi 28.Ayet-i Kerime وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ
بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ
Meali: Biz
arkasından kavminin üzerine semâdan bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
[17] Yasin Suresi 29. Ayet-i Kerime اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً
وَاحِدَةً فَاِذَا
هُمْ خَامِدُونَ .
Meali: O yalnız bir sayha oldu derhal sönüverdiler:
[18] Yasin Suresi 8. Ayet-i kerime اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ
اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ
Meali: Çünkü biz onların boyunlarına kelepçeler
geçirmişiz. O kelepçeler çenelerine dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri
aşağı somurtmaktadırlar.
[19] Kehf Suresi 110. Ayet-i Kerime
قُلْ اِنَّمَٓا
اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ
عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا
Meali: De
ki: "Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak
bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine
kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi
ortak etmesin."
[20] Kehf Suersi 10’ncu Ayet-i Kerime قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى
اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ
كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا
يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا
Meali: De ki: "Ben de sizin gibi ancak bir
beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun
için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı
ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."
[21] Men tevaza'a rafa'allahu ve men
tekebbera vaza'allahu: Kim mütevâzı olursa Allah onu yükseltir, kim de
kibirlenirse Allah onu alçaltır.( Hadis-i Şerif)
[22] Kisb/Kesb: Kazanma, kazanç, edinme. Çalışmak. Sa'y ve amel
ile kazanmak. Elde etmek.
[23] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i Kerime: وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا
ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ
Meali: Ama bizim
yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç
şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
[24] Peyk: Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare
Uydu.
[25]Rubu/Rub': (erba‘a “dört”ten rub‘) Dörtte bir, çeyrek. Rub-u Asır: Çeyrek asır.
[26]Eslâf: (Tekili: Selef) Selefler, evvelkiler,
geçmişler. Karşıtı: AHLÂF
[27]Ahlâf: Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler.
Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti. ●Yemin edenler. Müttefikler.
[28]Kavâid: (Kaide’nin çoğul şekli) Kurallar, kāideler • Dil bilgisi kuralları ve bu
kurallara âit kitap, gramer kitabı.
[29] Tereddî: Soysuzlaşma. Gerileme.
Kötüleşme.
[30] 11 T3127 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân,
15 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII اتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَإِنَّهُ
يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّ
[31] Levm: Kınama, kötüleme, zemmetme. Paylama, azarlama.
[32] Ali İmran Suresi 113. Ayet-i
Kerime لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ
الْكِتَابِ اُمَّةٌ
قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠
Meali: Hepsi
bir değildirler. Kitap ehli içinde
doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde
onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.
[33] Ali İmran Suresi 113. Ayet-i Kerime’ de
geçiyor.
[34] Hud Suresi 113. Ayet-i Kerime وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا
فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ
لَا تُنْصَرُونَ
Meali: Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş
dokunmasın. Allah’tan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da
göremezsiniz.
[35] Dûş: Omuz.
[36] Dûş-i ihtiram: ihtiram omuzu, ihtiramla omuza almak. Saygı ve
hürmetle tazim etmek...
[37] Enbiya Suresi 107.Ayet-i Kerime وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً
لِلْعَالَم۪ينَ
Meali: Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet
olarak gönderdik.
[38] Tevbe Suresi 84.Ayet-i Kerime وَلَا تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ
اَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪
وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ
Meali: Ve
onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü
onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.
[39] Yunus Suresi 56. ayet-i Kerime هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ
تُرْجَعُونَ
Meali: O hem diriltir hem öldürür ve hep döndürülüb
ona götürüleceksiniz
[40] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ
وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve
hepsinin varisleri de biziz
1 yorum:
Onun içün bu kaidelerin neticesinde, ahlakın tarifinde, eski konuşmalarımda söylediğim gibi, cahil demek ilimsiz demek değil. Cahil yani nasıl anlatayım? Yine cahil, cahil diye anlatılır. Cahil, ilimsiz değil. İlimsiz adama, örf cahil diyor. Ahlak, doğru histen kim mahrumsa cahil der. Doğru histen mahrum olan kimseye, mânâ/ahlak, cahil der. İsterse o adam, bin hayvan yükü kitap okusun, ömrü kifayet etsin de. Doğru histen mahrum mu cahildir.
Yorum Gönder