Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

65. Kaset

 065 (04.10.1959) 85dk(88)  (1)

Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek akıl, aşk, vazife, kalp; bunlar mânâ-i insaniyenin birer vasfı olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. Elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken, zahiri kalıbı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru dolduran insan nedir? Gelmede gitmede ihtiyârı yok, bir cepheden çok kavî bir cepheden çok aciz, vicdan-ı kibriyası, mânâ-i ihtivası bütün mevcûdâtı muhit. Zahirde bir cirm-i sagir[1] fakat iç yüzünde de nüsha-i kübra.

(Konuşmayın hanımlar, ne konuşuyorsunuz? Konuşuyorsun, dinlemiyorsun.)

Evet, hakikat-i insaniye neden ibaret? Nedir? Bununla meşgul bizim mevzû. Çünkü ahlak o insanın elbisesi. Öyle bir vücûd bulacağız ki o elbiseyi ona giydireceğiz. O elbise, Kudret’in pek severek, çok seçerek, kendisine muhatap tutabildiği, yer üzerinde kendi namına naib kıldığı insana, Kudret tarafından yapılmış bir libas. Onun içün insanla alakadar.

İşte, mevzûun tarifi en zor olan, anlatılması en güç bulunan, daha doğrusu elfaz ile sözle, kelime ile cümle ile layıkı ile tarif edilmesi imkânına girmeyen, beşeri takata sığmayan mevzû, insan mevzûudur. Bizim de yine yapacağımız tarif, onun hakikatini layıkı ile anlatabilecek şekilde değil de suver-i[2]  zahiredeki, tecellisinden birkaç yeri dilimiz döndüğü kadar söylemek. Yoksa hakikat-i insaniye beşeri takatle anlatılmaz. Zira bir veçhesi âlem-i kudrete taalluk etmiş, bir veçhesi de âlem-i hikmete. Biraz daha açalım.

İnsanın bir yüzü... Âlem-i hikmet denilen, dünya ismini taşıyan, ikbalinde hud’a, idbârında fecia gizlenen, dirliği az, hezar aşina bir acuzeye benzer. Sizin yüzünüze gülerken, arkadan başkasına işaret eder. Dünya bu. Matâh-ı fâni. Fesada uğrar. Onun için kevn-i fesat âlemi denmiştir. Ne demek fesada uğrar? İçin titrer, güzel bir kap yemek görürsün, iki gün sonra burnunu tıkarsın, dökün bunu dersin. Her hadisesi böyledir. Bilmem anlatabiliyor muyum? Her hadisesi. Rütbesi de öyledir, câhı da öyledir, masası da öyledir, kasası da öyledir. Buraya işte. Bir elimizi buraya bağlamış Kudret. Bir elimizi de âlem-i kudrete bağlanmış. Nispeten âlem-i hikmete taalluk eden vücûdumuzdan bir şeyler bahsedebiliriz, fakat âlem-i kudrete taalluk eden şekle gelince tıkanırız.

Her şeyi bize vermiş. Mevcûdât içerisinde ne kadar varlık varsa, onun hepsinin numunesi insanın iklim-i vücûdunda rekz edilmiş. Karar da son vücûduna bağlı. Acaba insan olarak mı gider yoksa canavarları utandırtacak bir vaziyette bir mahlûk olarak mı çöker, geçer? Pek avare bel bel etrafına bakılabilecek şekil değil burası. Zor bir âlem.

Geliş ve gidişteki gayeyi duyan insan, hiç boş duramaz. Şöyle asûde kaldığı zaman, içindeki sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa olduğu an, bir an içün eleminden emelinden ayrılarak... Malum ya bizim şimdi ya elemimiz vardır ya emelimiz vardır veyahut her ikisi de vardır. Şöyle bir düşün. Ya elem içerisindesin yahut emel içerisindesin. Bir şeye talipsin. Bunun haricinde yok. Hiç bunun haricinde insan yok mu? Onlar istifa kanununa tabi. Onları konuşmaya lüzum yok. İstisnalar kaideye girmez. Hüküm ekseredir. Binaenaleyh, ister elem olsun ister emel olsun, bundan bir an ayrılıp da, her konuşmam da tekrar ettiğim gibi ve yayılmasını arzu ettiğim de yer burasıdır.

Malum ya insanın, bugün ilim yükü çok ağır. Bugüne nispeten. Gözleri kamaştıracak kadar fenni var. Akıllara veleh verecek kadar ilmi var. Fikirleri durduracak kadar felsefesi var. Fakat çî-faide ki canavarları utandırtacak kadar da hâli var. Değil mi? Ah sesi dinmiyor. İnsanlık âleminde, mevziî konuşmuyoruz, bütün küre üzerinde huzur kimsede kalmamış. Gittikçe o huzur da tamamıyla kalkıyor. Demek ki, beşerin satır üzerindeki ilmi, beşere tam bir faide verememiş.

Her konuşmada tekrar ettiğim gibi; bir düğmeye basıp da milyonla adam öldürmek, bir düğmeye basıp da milyonla insanı dondurmak, zalimle mazlumu ayırmaksızın, büyük bir felaket meydana getirmek, bunlar ne medeniyettir, bunlara ne ilim denilir. Bunlar Kudret tarafından insanı, talim etmeklik içün, terbiye etmeklik içün Kudret’e vaki olan isyana karşı, ceza olmak üzere, beşerin kafasından beşerin eliyle meydana getirmiş olduğu, büyük azaplar demektir. Ve o azaplar maalesef, bir medeniyet diye takdir edilerekten, tahsil edilerekten, el çırpılaraktan, karşılanmak! O karşılandıkça da “Hakkınız budur!” diye, kat kat Kudret tarafından, ağır cezalar birikmek üzeredir.

Medeniyet, kalplerde huzur verir. Gönüllerde bir sıcak muhabbet hissi uyandırır. Daha doğrusu müteaddit vücûdlarda bir ruh olarak yaşamaklık zevkini tattırır. Vücûdlar müteaddit, mânâ vahid diyerekten, HAK namına herkes birbirini sever. Görüşmelerin içerisinde sohbetlerin arasında, samimiyet, muhabbet, müebbet istikbal içün muvâlât,[3] muâhat[4] teşkil edilir. Bilmem anlatabiliyor muyum?

İnsaniyet; hırs ateşi ile haset nârı ile bir azaba giriftar olmuştur. Çok fena. İki şey sarmış; ya hırsı var ya hasedi var, ikisi de birer ateş, ikisi de muazzam birer azap, zaten ömr-ü dünya bir dakika ömr-ü âdem bir nefes. Kaç yaşındasın? Otuz, koy orta yere bir şey yok. Kaç yaşındasın? Yirmi, koy ortaya bir şey bakalım. Bu yirmi sene ne olmuş koy, bir şey yok!  Elli koy, yine yok! Seksen, yine yok!

Sakallı çocuk, sakalsız çocuk, ömür böyle mi bitecek? Hâlbuki hâmil olarak gelmiştir, insanlar. Yüklü yani ya. Hepimiz yüklüyüz. Bu yükü bir şeye taşıtmak lazım. Kudret, diyor ki: “Ben size yükü taşıtacak neler verdim neler verdim. Siz kendiniz taşıyorsunuz yükü!” Değil mi, hepimiz yükü kendimiz taşıyoruz. Ve onun içün çabuk yıpranıyoruz, çabuk eziliyoruz. Hafızalar çabuk canda bitiyor. Bir şey yok orta yerde yani. Mahrumiyet var.

İnsan doğumu ile dalgasız denizden dalgalı denize düşmüştür. Doğumun tarifi bu. Dalgasız denizden dalgalı denize düşmüş insan. Doğum buna denir. Şimdi bu kesret denizinde, insan kendine güvenir de ben kendi kulaçlarımla, kenara çıkarım derse, çok aldanır. Bu öyle bir denizdir ki bunun iki dalgası vardır. Birine Cemâl, birine Celâl derler. Biri batırır, biri çıkarır. Biri batırır, biri çıkarır. Nihayet sen de tıkanır, orta yerde kalırsın. Herkes kenara çıkacak, ya ölü olarak ya diri olarak. Anlatabildim mi?

Bütün mevcûdât sahil-i ehadiyyete çıkacak. Allah’ın birlik sahiline, kenarına çıkacak. Ya ölü çıkar ya diri çıkar ya şişer (Hani nasıl denize düşer adam da şişer ölüsü çıkar.) veyahut muazzam bir gemiye reftâr[5] olur da dirisi çıkar. İnsan denize düştüğü vakitte acze gelir ellerini kaldırır. Zaten hilkatte bu biçim yapması “ben yokum” demektir. Anlatabiliyor muyum acaba? Bütün hâlimizle onlar vardır da fakat farkında değiliz. Böyle yapar bak. E bu, denize benzemez, bizim düştüğümüz şimdiki deniz. Beşeriyetin o, her gün bir hadise ile çarpıla çırpıla yürümesi? Bununla arasında “Ben illa varım, ben yaratırım!” sevdası ile giderse, çok fena gider. Nasıl o denize düşen ellerini çıkarıp feryat ediyorsa, bu denizde de feryat edip Hakk’ı çağırmadıkça kenara çıkamayız. İmkân yok ona.

[6] وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ

Büyük Kitab, öyle der. “Bütün akıllılarınızı toplayın, iri iri kafalarınızı birleştirin, fikirlileriniz, zekileriniz, (ne bileyim) her sahada tekâmül, temâyüz etmiş olan insanlarınız kimler varsa derleyin toplayın, bulun yol çıkın!” Böyle, böyle buyurur. “Bana sarılmadıkça yolu açmam!” der. “Bana şuurlu sarılmadıkça yolu açmam. Siz bana sarılırsınız, düştüğünüz vakit. Yine kaldırırız yine cephe alırsınız. Yine düşersiniz yine kaldırırız, yine cephe alırsınız.”

Hakk’a sarılmak demek, Hak böyle tecessüm[7] etmiş, tekâsüf[8] etmiş bir madde değil ki böyle tutasın da sarılasın. Hakka sarılmak demek: Hakk’ın mahlûkuna karşı, mevcûdâta karşı kalbi rikkatle çarpmak demek. Anlatabildim mi acaba?

Düştüğün... (Bak bu inceliklerini sana anlatayım.) Düştüğün vakit, acze giriftar olduğun vakit, bir inleyen olursa dinlersin. “İniltisi benim iniltime benziyor mu?” diye dinlersin. Anlatamıyor muyum? “Acaba o dertten bendeki derttende mi var, daha mı aşağı daha mı yukarı?” mukayeseler yaparsın. Fakat tamamen soyundun mu, firavunluk vadisine ihram dikersin. Birisi aczini söylemiş olsa, yan tarafından böyle anlat diyerekten, böyle bakarsın ve şöyle yapar geçersin.

Bugün insanlık, bu âleme gelmiştir, bu şekilde. Kalbini Mevla’sına bağlayamamıştır. Ruhunu belâlara vakfedememiştir. Yaa, dayanacaksın. Bu âlem öyle! Yük taşıyacağız. Kendimiz taşımayacağız. “Yükü imana yüklet.” diyor. Anlatabildim mi acaba? “Yükü imana yüklet, seni insan yaptım. Sen elini kolunu salla Bana öyle gel. Yükünü ver imana, o taşısın sen ne taşıyorsun!” diyor. E yok! Olmayınca kendin taşıyorsun bunalıyorsun,  bunalınca kâinatı kemiriyorsun.

Her hafta söylediğim gibi, dedemiz değil insan haklarını, en ufak zerrenin hakkı üzerinde tir tir titrermiş. Hani bir deden var ya senin. Onu bazı insanlar küçük görür. Dedenin aleyhinde kim bulunursa şüphelen. Tetkik et şeceresini. Çünkü deden, o tarihin en eski efendisi olan necip Türk milleti, onun hakkında Hazreti Muhammed bile öyle demiştir. “Ona mânâyı talim ederken sakın cebretmeyin, diyor. Gösterin onlar büyük insanlardır, derhal kabul ederler.” diyor.

Ama belki dersin ki: “O Hazreti Muhammed kim!?” Öyle diyenlerimiz de var ya! Sana ufacıcık bir şeyle söyleyeyim kim olduğunu anla. Amerika’da en büyük üniversitede, bir duvar var. O duvarda, tarihte bidâyetinden bu ana kadar, dünya üzerinde insanlığa ait olan büyük ilmi va’z eden adamların isimleri var. En başta Hazreti Muhammed, diyor. Anladın mı? Bu tarif yeter değil mi? Daha başka tarif vereyim mi, daha başka tarif? Bir de kendi tarifi mi yapayım.

Kader nakkaşı, henüz semâvâtı süslememiş, melek velvelesi henüz arşı titretmemiş, felek meşalesi daha konmamış, eserden esirden mevcûdâtta hiçbir şey tanınmamış, “kün” emri henüz tafsilata başlamamış, böyle bir tecelli daha meydana gelmemişken قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ nârasında secdede bulunan Zâttır. Yaa, kâinatta ne demişse o olur. Hiç başka bir şey olmaz. Hep onun dediği mi olur? Hep onun dediği olur. Beşeriyetin böyle canavarlaşacağını da söylemiş mi? Söylemiş ya. O söylemese olur muydu? Siyah saçın şöyle kopar siyah telin, otuz sene sonra ağaracağı rengi, siyahlığında gören Zât. Nasıl sana tarif edeyim? Neyse, öyle diyor, Hudâ. “Bana sarılmadıkça Ben yol açmam!” Akılla olmaz.

Tahkîk yolunda akl n'etsün

A'mâ vü garîb kande getsün

Meğer sen olasın refikim taa sehl ola tarikim.

Öyle demiş, Fuzûlî. Akıl bir yere kadar adamı götürür, ondan sonra tıkanır kalır. Bu âlemde işe yarar. Bir sahada. Ondan sonra tıkanır. Âlem-i Kudret de akıl geçmez. İman ile aşk geçer. Tabi anlıyorsunuz bu aşkı romanda okunan aşk değil. Karıştırmayın birbirine. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk.

İnsan biraz evveli söylediğim gibi, asûde kaldığı vakit, kendisini taharriye başlar. Kendisini arama zevki gelir. “Kimim ben?” der. Bir parça et parçasına taalluk eden Hakk-ı kelam nereden geliyor, der. Konuşuyorsun da konuşmanın ne olduğunu anlatabilir misin, bana. Kim anlatabilir “Konuşma şudur?” diyerekten. Haddine mi düşmüş. Meğerki Allah’ın El-Kelîm isminde fâni ola da o isimdeki varlık onda tecelli ede de, onu anlata bileki, o da bilen anlatmaz, bilmeyen söylemez, bir tedellî.[9]  

Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden, şöyle çıkar gözünü nihayet bir dirhem yağ yağ parçasıdır değil mi? Nur-u rüyet nedir o? En büyük nimet, sayılı nefestir. Hayatın sermayesi olarak verdim, diyor. Alacağım, birer birer hesabını alırım, der Allah. “Ben hiçbir şeyimi bırakmam.” Hiç, âdeti değil. Unutmak, mensi bir tarafa atılmak filan hiç, hiç yok! Öyle şey yok. Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet ne? O görmeyi kim anlatabilir? İşte gözün tabakaları var; hadeka-ı[10]  ayniyesi[11] şebekiyyesi bilmem şusu busu, o göz o. Rüyeti soruyorum ben, gözü sormuyorum.

Durur insan, durur. Küçük dilini yutar. Bu kadar aciz olduğu hâlde beşeriyeti inletir. Semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar. Her gün binlerce gönül kırar. Bazı insanlar vardır, bir saha verilmiştir. O sahada der ki: “Burada benim sözüm dinlenecektir. Benim sözüm geçer.” der. Ne senin sözün? Yarın geberecen, kimsenin sözü geçmez, Allah’tan başka. Kim diyor sana onu? E ama dur! Ee dur bakayım orada dur, ölme! Kabrin kapısını kapa. Beşerden aczi gider. Dur. O kadar uzak göstermeyelim, uyuma uyuma! Uyudun mu iş bitti. Uyuyorsun işte. Gece uyumuyor musun? Uyumasana! Daha senin sözün uykuna bile geçmiyor. O geçer gibi gelir amma geçmez onların hiçbiri.

Kendisine tav’an teslim olmayanı, kerhen teslim alır. Makul olanlar bu âlemde tav’an teslim olanlardır. Anlatabildim mi acaba? Yoksa herkesi teslim alır. Kâinatta hangi sakf-ı[12] âlî görmüşün ki, yere düşmemiştir. Var mı bir tane? Hangi sakf-ı âlî gördün de yere düşmedi. Metin ol, der Allah.

 [13]  لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ   

Ne şanlı beyanattır. Beşer zanneder ki her şeyde kendisi muvaffak olur, kendi kendisini muhafaza eder şöyle eder, böyle eder. Yok, yok! “Ben insana o kadar kıymet verdim ki (diyor Allah) O kadar kıymet vermişimdir ki, manzume-i kuvvâ-i İlahimden ne kadar çok kuvve kendisine bekçi yaptım, nöbetçi yaptım.”

 لَهُ مُعَقِّبَاتٌ   takip eder.  مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ  

“Benim emrimin, Benim iznimin dâhilinde, beşeri muhafaza hususunda önünden de arkasından da yanından da giden muhafızlar tayin ettim. O zanneder ki: ‘Ben bunu kendi zekâmla kendimi kurtardım.’ Hayır, Ben koymuşum.”  

Belki bunları hayatında tecrübe edenleriniz de vardır. “Ben şu hâlde muhakkak ölmem lazım gelirdi ama yaşıyorum.” dersin. Evet, ölüydü o. Anlatamıyor muyum acaba? Hiç gelmedi mi başınıza böyle geçenler, olabilir. Ben şu şu hadisede riyaziye kaidesine vuracak olursak, netice ölümdü, mahkûm olmaklığımdı. Fakat bilmiyorum. Bilmezsin.

 لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ     

“Ben kendim tayin ettim. Seviyorum insan sınıfını. Onlar beni sevmez. Bir türlü razı edemedim kendimden.”

[14]اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين  .  اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ين

Görmüyorlar mı? Düşünmezler mi? Elli yaşında bir adama sorun, otuz yaşında bir insana sorun. Otuz bir sene evveli neredeydin? Otuz iki sene evveli seni kim tanıyordu? Hangi defterde ismin vardı? Kendin kendini müdrik[15] miydin? Bir yerde kaydın var mıydı? “Seni, Ben bir cevher-i insaniden meydana getirdim. İsmin, resmin yoktu. Nihayet sana ruh-u menfûh ile tecelli ederek, sıfat-ı zâtiyemden bir akis yaptım. İnsan yaptım, bir mahlûk-u süfli yapsaydım olmam mı diyecektin? Kabahat mi ettik seni insan yaptık da? Başlıca Ben, senin düşmanın oldum!”

Açık düşman vardır, gizli düşman vardır, farkında değildir. Açık düşman resmen cephe almıştır, o nispeten onun işi hafiftir. Fakat tanırım der, severim der de O'nun sevdiğini kırar. Anlatabildim mi acaba? Tarihi tetkik etsinler, diyor Hilkaten tetkik etsinler. Son beşeriyet biraz daha hafif ceza görür dünya âleminde. Çünkü son beşeriyete çok sevgilisi, pek sevdiği gelmiştir. Hazreti Muhammed. Onun için biraz olmaz, fakat ondan evvelki hilfetlere baksınlar. Mahvettiğim vakitte ordu göndermedim, diyor.

[16] وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ

“Ben hiçbir vakit resmen bir ordu gönderip de mahvetmedim. Benim âdetim öyle değil ki.”

 [17]   اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً  

“Bir sayha kâfidir yok olmalarına. Ve hep sayha ile yok etmişimdir.” Acaba anlatabildim mi? Nasıl kerâmât-ı diniye mukabili kerâmât-ı fenniye zuhur etmedikçe kâinata nihayet yoktur, derler. Bugün de medeniyet âleminde, en korkunç sesler çıkmıştır değil mi? Tabi Hakk’ın o sayhasına benzemez ama işte biz de bir ürperti yapıyor ya. Anlatamıyoruz galiba, ya!

“Ben öyle ordu mordu göndermedim وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ Benimle kibr-i nahvet, azamet yarışına kalkan, tetkik ederseniz tarihleri, görürsünüz. O kavimler akşam var, sabah yok. Bir an-ı gayr-ı munkâsim de. Öyle bir ordu göndermedim.   مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ     Gökyüzünden indirmedim.

اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ

O mağrur kafanın birdenbire düşmesi. Anlatabildim mi acaba? Şöyle gerilir bazı insanlar vardır, böyle gerilir. Geniş salonunda “Ben varım” diyerekten gezinir. Anlatabildim mi? Hiç eğilmez. Kendisi de eğilmeyeceğini söylüyor. “Birdenbire düşsün içün eğdirtmem o kafayı, diyor. Âdetim öyledir, diyor. Çünkü o boynunu eğdi mi aşağıya, Benim gadabımın kalkması lazım gelir. Gadabıma yapmış olduğu seyyiatın, insanlık ahının vermiş olduğu bir şekil vardır, tam mazhar olmuştur. O kafayı indirtmem.”

[18]  اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ

“Eğdirtmem o kafayı. Öyle bir kelepçe ile kelepçelemişimdir ki, kelepçeyi kendisi görmez de kafasını dik tutar. (diyor) Çenesinden vurmuşum onu, Ben.”

İçimizde böyle huylu insanlar varsa, yalvaralım da çekilsin o. O, ağır tecellidir, o. Birdenbire düşer adam. Birdenbire düşer. Beşeriyet hepimizde oluyor. Gaflet, ufacık bir şeye sahip olur olmaz derhal değişiyoruz. Bir sahada bilgisi olmadığı bir vakitte konuşan adamla azıcık bilgisi olduktan sonra konuşması arasında tonlar, edalar, sedalar, ahenkler derhal değişiyor. Hâlbuki senin değil onların hiçbirisi. Hiçbirisi.

[19] فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا  

Büyük Kitab öyle der. İnsanlar içerisinde hesabını görmüş, geliş ve gidişteki gayeyi anlamış. Hilkatten gaye birdir, demiş. O “BİR" de âdet manzumesinde çiftin mukabili olmayan bir. Mesela biz “Allah bir” deriz. Acaba bizim sayıda bildiğimiz birlikle mi bir? Hani bir, iki, üç, dört diye okuduğumuz öyle birle bir? O bir hadistir o. Bana göre bir, onunla olur mu hiç? Şaşırma sakın ha. Tuhaf bir şey çıktı burada şimdi. Cümle acayip. Dikkatle dinle. Güzel bir şey söylüyorum. Mesela Hakk’ı tanımış bir adam. Efendim “Allah bir” der. Buradaki “bir” bizim sayıda okuduğumuz şu, bir, iki, üç, dört, beş diye saydığımız o cins birden bir mi? O hadis, o benim bilgime göre bir. Benim bilgime göre olan “bir”den Allah münezzehtir. Anlatabildim mi acaba? Ondan münezzeh Allah. Ya, Allah nasıl “bir"? 

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ   de ki “BİR”likle bir. Kendi kendini birlediği birlikle BİR. Ben onu bilmiyorum. Anlatamadım mı acaba? O kendisini nasıl birlemişse, o cins birlikle bir. Anlamış. Geliş ve gidişteki gayeyi anladıktan sonra, o anlaşılınca insanda gaye teke iner. Marifetullah zevkinin yanında, o zevki tadanlar içün bütün zevkler azaptır, dedim üç konuşma evvel.

İnsanda Allah derdi başladı mı, o derdin zevkinin karşısında, yanında ne kadar zevk varsa o insan içün azaptır. Azap. O insanda tek bir gaye kalır. İşte ona karşı diyor ki Hudâ: “O kimseye söyleyin.” diyor.

  فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪  .[20]

Onda o gaye kalınca hiçbir şeyle doymaz. Cennet verirsin İstemem, der. Cehennem verirsin korkmam der. Araf verirsin yetmez, der.   Araf ki, ehl-i Araf, insanların nihayeti alınıp da iyilerin muhakkak darü’s-selama girmesi içün bekleyenler. “Onlar girmeden girmeyiz.” diyorlar. Biliyor muydun bunu? Hudâ’ya nazlı insanlar. Yok, razı değiliz! Şunları da sokacaksın, şunları da, şunları da şunları da… 

“Bunlar, Hakk’a düşman olanlara karşı düşman. Bunların hiçbir amelleri yok ama bunların bir meziyeti var, diyor. Ehl-i Araf. Bunların bir meziyetleri var, bunlar senin dostuna karşı çok muhiptiler. Senin sevdiğinin düşmanına karşı da o kadar kalben buğz ederlerdi ki, işte bizim hoşumuza gitti. Bize bunları bağışla. Bunlar girmezse biz girmeyiz.” Ehl-i vefa bunlar.  Yaa, neredee, bizde öyle şey var mı? Elimizi uzatmayız düşene! Nerede? Oradaki o iş başka. Ehl-i vefa. Hah, öyle insanları da var ki, onunla da kanmıyor. Onlara söyle, diyor.

 فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا   

“Bu zevki taşıyanlar içün Benimle, Benim cemâl-i süphânimden müstağrak kalmak, bütün incelikleri anlamak, Beni temâşâ etmek içün tek bir çare vardır. Bir tek çare. Yapmış olduğu büyüklükleri de ihlas ile yapacak.”  İhlas ile yapılacak. İhlas ile yapılan şey gizli olan şeydir. Anlatabildim mi acaba?

Sormuşlar, Cenab-ı Peygamber’e: “Nasıldır bu?”

“Onlar öyle insanlardır ki, o kadar iyiliklerini gizlerler ki, o gizleyişlerindeki üzüntü dolayısı ile Allah meleklere de agâh etmez. Melek de bilmez. Onun defter-i a’maline yazmaz. O yazıdan dahi huylanır.” Anlatamadım mı acaba?

Burasını hiç söylememiştim. En ince yeri. Öyle bir iyilik yapar, o kadar gizlidir ki, onun agâh olmasını hiç istemez. Tabi meleğin bir hilkati var, agâh olacak. Hudâ; o kul üzülür, istemiyor diye, ona da duyurmaz. Ve defter-i a’maline yazılmaz. Yazıdan da huylanır, o. Niçün huylanır?  O yazıyı belki şeytan bozar, der. Bir şey anlatamıyor muyum? Belki onu bozar, der. Belki onu iblis bozar, diyor. Yeter mi yoruldunuz mu?

Onlar bu sûrî âlemin geçici olduğunu yalnız ağzı ile söylemezler, her an görürler ve hayatın kıssasını, bir masal diye kabul ederler. Ne anlatıyorsun, şöyle olmuş böyle olmuş, hah masal anlat bakalım. Onların nazarında en büyük hadiseler, birer masal şeklinde tecelli eder.

Ve onlar öyle insanlardır ki, bir fakirin keşkülü onların nazarında bir hükümdarın tacından çok mukaddestir, derler. Anlatamıyor muyum acaba? Yani bir fakirin keşkülüne nazar ederken, pırlantlarla, zümrütlerle, bilmem birçok ziynetlerle mücevherat ile süslenmiş ve herkesin “Ay bak bak, kaç karat!” diye göstermiş olduğu şeye o fakirin elindeki keşkül kadar kıymet vermezler. Zira bir şeye kıymet vermişlerdir. Onun içün zulme de divan durmazlar. Anlatabildim mi acaba?

Söz dönüyor, dolaşıyor dolaşıyor, Allah’ın hoşuna gitmeyen şey zulme divan durma, diyor. “Ben seni insan yaptım, sakın hiçbir zalime ne eşek ol, ne uşak ol! Sen de kendi sıfatımdan sıfat verdim.” Çünkü hakiki hürriyet, hakiki irade, Allah’tan gelir. Geçen konuşmamda söylediğim gibi. Allah’sız ne irade vardır ne hürriyet vardır. Olmaz o. O senin Allah’sız görmüş olduğun hürriyet, isyandır o. Ona hürriyet denmez. Tuğyan denir ona.  O adam hür değildir, tağyirdir, bâğidir, asidir. Niye? İnsanlığı inletiyor, hürriyetim var diyerekten. Adaletle tahdit edilen iradeye hürriyet denir. Anlatamıyor muyum ya?

Onun içün bu kaidelerin neticesinde, ahlakın tarifinde, eski konuşmalarımda söylediğim gibi, cahil demek ilimsiz demek değil. Cahil yani nasıl anlatayım? Yine cahil, cahil diye anlatılır. Cahil, ilimsiz değil. İlimsiz adama, örf cahil diyor. Ahlak, doğru histen kim mahrumsa cahil der. Doğru histen mahrum olan kimseye, mânâ/ahlak, cahil der. İsterse o adam, bin hayvan yükü kitap okusun, ömrü kifayet etsin de. Doğru histen mahrum mu cahildir.

Hiçbir şey okumamış fakat doğru hisle doğmuş, doğru hisle yaşıyor, en büyük âlim. Hisleri doğru. İlim, adamın hissini doğrultucak. İlim, adamın hisini bozacak değil! Anlatamıyor muyum? İlim adamın hissini doğrultacak. Hissi bozulacak, değil. Yaa, mesela, daha iyi mevzûu anlatabilmek içün ahlak mevzûunu dini misaller verirsek daha iyi anlaşılabilir. Allah ibadetler insana emretmiştir, değil mi ya?  Bunlar hep hislerini doğrultmak içündir. Doğru hisse sahip olabilmek içün.

Mesela oruç. Geçen konuşmamda dediğim gibi, Hakk’ın hiçbir mahlûka vermediği, melek de dahi bulunmayan, irade sıfatı vardır. Değil mi? İnsanda. Bu sıfatı Kudret’e karşı ve bütün mevcûdâta karşı, bu sıfatın kendisinde olduğunu ispat ve onu layıkı ile kullanıldığını beyan maksadı ile bir imtihandır. Bir adam iradesini kullanmazsa, aç durabilir mi? Hayvan niye duramıyor? Yok, iradesi ki. Anlatamıyor muyum acaba? Yok. Duramaz ki!

Kolay iş mi, irade? Aç durmak, susuz durmak. Tabi bunu durduğu vakitte bunun hikmetlerine geçiyor. Şu anda benimle beraber şu kadar insan aç, diyor. Demek ki şu anda inananlar içerisinde şah ile geda müsâvi kılındı. O hâlde ben kime boyun kesiyorum, ona şah diyerekten uşak mı oldum? O da benimle beraber oldu. Demek ki Kudret bir gün hepimizi bir anda bir şanda bırakacak. O hâlde kapıyı doğrult, sap Allah’ın kapısına. Çal, oradan iste. Anlatamıyorum galiba!

Daha nâmütenâhi hikmetler. E o hâlde ben şu kadar mahdud bir günün açlığında bu kadar müteessir oldum, senelerce şerefini satmamış, faziletini satmamış, insanlık hürriyetinden istifa etmemiş, seciye-i insaniyesini ayakaltına salmamış, derdini insana söylemekten dahi değil, Hakk’a söylemekten dahi utanmış, bu lacivert kubbenin altında insan var. Ben niye aramıyorum, diyerekten iş buluyor. Yalnız bir masa işi değil, bir kasa işi değil, bir insan işi arıyor. Anlatamıyor muyum acaba, yaa! Öbür tarafta bakıyor, insan kendi kendine farkında değildir, hakiki insanlar, Kudret’le muameleyi…

Cibilli bu. Tefâhur tekebbüre sevk eder. Tekebbür. Tekebbür insanı zalim yapar. Zalim! Görmez misin, ekseriyetle, insanlar züğürtken çok mütevâzı, çok mülâyim, çok nazik. Sonra onu şöyle biraz, Kudret şöyle besler filan. Amiyane bir tabirdir, çirkindir ama dedemizin tabiridir. Yerinde söylemiştir. Kim bilir ne vakit kızdı da söyledi? İlk söyleyene Allah rahmet eylesin. Hehee... Biti kanlanmasın onun, der. O yerinde Çok doğru söz o. Biraz çirkince ama zahirde çirkin fakat hakikatte çok yerinde.

Hâlbuki ahlaken insan, maddeten de manen de tekâmül ettikçe, tekâmül ettikçe ettikçe, tevâzûu artacaktır. Tekâmül tevazûu mucip. “Men tevâza’a rafa’allah[21]   Ne kadar tevazûun artarsa Allah da o kadar kaldırır. Nereye kaldırır? Kendine. O cifeye değil, kendine. Ne kadar da kibr-i nahvetin artar, indirir. Nereye? Esfel-e sâfiline. Mahrumiyete, hüsrana. İn aşağı doğru. Zulme sevk eder.

Bunu herkes hepimiz kendimizde tecrübe ederiz. Paran yokken yürüyüşün ile paran varken yürüyüşün arasında fark vardır. Hele para bitsin, birkaç alacaklı da kapıyı çalsın, yolda molda çevirmeye başlasın. Hiç böyle yürüyemezsin, ayağın tökezler, oraya çarparsın, buraya çarparsın filan. Hesap edersin; bunu buraya versem şurası olmayacak, onu oraya versem… Yahut hiç kalmamış, oraya verecek, buraya verecek de yok artık böyle… Çarpar ayakların takılır.

Ne güzel söylemiştir, kaç defa söyledim ya? Yeri geldi de tekrar ediyoruz. Binlerce söyledik, Molla Câmîi’nin sözü, koca adam, büyük insandır.

Hâcegân der zamân-i ma’zulî heme Şiblî yü Bâ-yezid şevend,

Bâs çün ber ser amel arend

heme ya Şimrî ya Yezid şevend

Masa sahibi, kasa sahibi, varlık sahibi, düştü mü diyor, ya Bâyezid-i Bestâmi zannedersin konuşurken, -evliyaullahın büyüğü- ya Şiblî merhum zannedersin. O kadar büyük ehlullahdan bir zât zannedersin. Mülâyim olur, mütevâzı olur. Bâs çün ber ser amel arend. Fırsat eline geçer de yine o masasına, o kasasına, o varlığına sahip olursa sanki o adam gitti başka bir adam geldi. Hemen ya Şimrî ya Yezid şevend. Ya İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şimr, ya ona emir veren Yezid olur, der.

Onun içün: Hukuk tedarik ettiğin adamın varlık zamanıyla, yokluk zamanını iyi belle. Varlığında da yokluğunda da, serrada da darrada da müsâvi ise onunla hukuk tedarik et, bir muâhat yap da Allah’ın yanına da beraber git. Öyle bir dost, öyle bir dost, ittihâz et. Öyle değil mi? O benlikten ödleri patlar.

Lokman, büyük bir adam. Büyük Kitab’da ismi geçiyor. Bu kadar büyüklüğüne beraber, büyüklüğü ile beraber, yabancı bir yere giderlerken, tanınmayan bir muhite gideceği zaman, kölesinin elbisesini kendi giyer, kendi elbisesini kölesine verirmiş. “Şimdi benim senden istediğim; burada tek bir sözüme riayettir, efendi benim, köle budur, diyeceksin.” Zor şey değil mi? Pek de kolay iş değil o. Biz âlemin şeysi ile övünürüz. Onun, varidât içinde kaynıyor, fakat “Olabilir ki (diyor) burada bir tefâhur gelir bana, o tefâhur da beni tekebbüre götürür. Ne lüzumu var, iki adam beni beğenecek diyerekten, ben Allah ile yapmış olduğum muameleyi bozayım? Bozmam!” diyor. Büyükler, daima gizlidirler. Gizliyorlar nedense kendilerini. Perdeleri vardır. Bakarsın ki bir şey yapar. Ohh rahat eder. Gizliyor o. Gizler.

Konuşmayı toplayalım. Hulâsa edelim. Ramazandır, herkesin işi var. Bol bol konuşmak bayram ertesi olur inşallah, sağ kalırsak.

Bugünkü konuşma insan haklarına riayet. Dolayısı ile orada kemâle erip her zerrenin hukukuna riayet. Ve Kudret’in her zerrede mevcut olduğunu duyarak sarılmak. Ki bundan üç şey meydana gelir. Hulâsa  ediyorum konuşmayı. Üç şey hâsıl olur. Merhamet, hürmet, muhabbet. Allah’ın da kullarından istemiş olduğu en büyük ibadet budur. Merhametli olun, hürmetli olun, muhabbetli olun. Anlatabildim mi acaba? Bilin, bulun, olun. Taalluk edin, tahalluk edin, tahakkuk edin. Ne vakit ki bu sıfatlar var; sema da senin, arş da senin, yeryüzü de senin, zafer de senin, bütün varlık senin. Deden gibi her sahada satvet şevket senin.

Deden niçün satvetliydi, niçün şevketliydi? Niçün dünyanın en makbul olan üç kıtasında hükümran idi?

Küçüğü büyüğüne karşı hürmet eder, büyüğü küçüğüne karşı kalbi rikkatle çarpar. O hürmetle muhabbet merhamet birbiri ile evlenir, nihayet cemiyet içerisinde muhabbet denilen bir sermaye doğar. Muhabbet adaletin de fevkindedir. Anlatabildim mi acaba? O sahada tamamıyla yol alıp gidiyoruz. Şimdi bugün maalesef ne hürmet vardır ne merhamet vardır ne muhabbet vardır. Bu iş ilk önce ailelerden başlar. Aynı acınacak bir şey, bütün evlerde huzursuzluk var. Bugün evleniyor, bir hafta sonra boşanma davası açıyor. Bu, bu ağlanacak hâl. Bu, böyle burnunu kıvırıp da geçilecek şey değil bu.

Nihayet beşer, birbirine bağlıdır. Dokuzuncu batında birbirimizin ya amca çocuğu çıkarız, ya teyzekızı çıkarız. Bir ağacın yemişiyiz. Ve onun için vaziyeti müsait olan da hayatından zevk almıyor. Çünkü huzur umuma karşıdır, diyor Allah. Kisb[22] başkadır, huzur başkadır. Kazanabilirsin fakat kalbine huzuru Allah verecek. Senin milyarın vermez. Rütben vermez, câhın vermez, anlatamıyor muyum? Huzur kisbî değil dikkat edin, vehbîdir. Cemiyet içerisinde merhametle hürmet kalktığından dolayı, Kudret elini kaldırdı. Beşer, inim inim inliyor ve inleyecek! Toplayın büyük iktisatçıları, vallahi çare yok. Toplayın büyük diplomatları hiç imkân yok. Ne demişse öyle olur.

 وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ   [23]

“Ben senin cihadını Hak namına göreyim. Senin kalbin insanlık âlemine rikkatle çarpsın. Sen kendin yola çıkaramazsın, Ben elinden tutup çıkarırım.” diyor.

Bir avuçtu... Dünyada iki büyük, daima dünya iki büyük kuvvetle gider. Âdet-i İlahi öyle, daima öyledir o. Biri Cemâle mazhar, biri Celâle mazhar. Diğer varlıklarda istîdâtı nispetinde, hangisine daha ziyade o istîdât kabiliyet göstermişse ona peyk[24] olur gider. Daima öyle. Bir vakit... Sizle on dört asır evveline fikren seyahate çıkalım, Kisra kuvveti, Bizans kuvveti, bütün dünya da onlara sahip. Şey peyk olmuş gidiyor, başka varlık yok. Bir kısmı Kisranın peşinden gider, Zerdüşt hâkimiyetinde. Birisi kayser hâkimiyetinde gider.

İnsan pişirici iklimden bir avuç insan çıktı. Akıl kabul etmez. O iki medeniyeti, rub-u asır[25] içerisinde avucunun içerisine aldı. Demek ki işi gören Allah’mış, değil mi? Bu aşikâr. Bunun aşikâr olduğunu bugün medeniyetini taklit ettiğimiz adamın, peşlerinden gittiğimiz insanların, büyük adamları dahi söylüyor. Senin gazeten yazdı.

Aç Amerika’nın parasını “Allah’a güveniriz.” diyor. Sen “Allah” deyince gülüyorsun! Atomu var zaferi var, parası var, kâinatı peşinden getiriyor. Parasının üzerinde, ufak parasından büyük parasına kadar “Biz ancak Allah’a güveniriz.” diyor. Cebimdeydi unutmuşum şimdi gösterirdim sana. Sen “Allah” deyince gülüyorsun! Filan adam “Allah” deyince geri kafalı, diyorsun. Babanın aldığı evde otur, bir de küfür et! Ne hakkın var kardeşim? Yeni ev aldın mı sen? Babanın aldığı evde oturuyorsun, pencereyi buradan niye açmış diyerekten, ne demeye hakkın var, senin. Al yeni bir ev ondan sonra istediğin yerden pencereni aç. Hem evinde otur, hem küfür et!

Terakki; servet-i eslâfa,[26]  servet-i ahlâfı[27] ilave ile olur. Babanın malına evlat mal koymakla olur. Hem maddeten hem manen. Çiğnemekle olmaz. Vermez Kudret. Âdeti değil, vermez. Verse de alay içün verir; talaş alevine benzer, afette ağzını açar bakarsın. Vermez. On nüfuslu bir aile onunun kafası birden ayrı ayrı işler. Ayrı işledikçe de olmaz. Olmuyor yok, vermiyor ki Hudâ.

Bir misal vereyim size, eski verdiğim misallerden. Ali isminde biri geçiyor. Ali, dedin durdu. O şahıs, o ismin müsemması olan şahıs neden durdu? Kendisinin murad edildiğini anladı durdu. Değil mi? Peki Ali dendiği vakittte “A” var “L" ve “İ" var. Şu üç harf var. O müsemma bu üç harfin hangisindeydi? A’da mı, L'de mi, İ’de mi? Hangisindeydi. A, de durmuyor. L, de durmuyor. İ, de durmuyor. Fakat üçünü birleştirip de Ali dedin mi duruyor.

Hakk'a da, birleşip de Allah demedikçe vermez. Anlatamadık mı misali? Birleşecek öyle verecek. Vermez. Dertler, zevkler, müsâvi şekilde taksim edilecek. Alakadar olacağız. Şurada birisi bir otomobilin altında kalsa sen böyle yaparsın. Belki azıcık hassassan o günde yemek yiyemezsin. “Gözümün önüne geliyor.” Sanane, o orada öldü. Kudret, diyor ki: “Sanane değil. Bir vücûdsunuz.” Anlatabildim mi acaba? Tekâmül etsen o ıstırabı da aynen duyarsın. Azıcık gafletin, ıstırabı senden uzak etti. Fakat hakikatte bir vücûda münhasırdır, bütün varlık. Bir vücûddur.

Dedikodu devri değil. Zaman kısa müddet az. Şöyleydi böyleydi, ömür böyle geçiyor. Dedikodu nerede olur? Cehil olan yerde olur. Kuvveti çeneden kola al, diyor Allah. Çenede kuvvetin ne faydası var. Boşluk, bomboşluk. Tasavvurat ile dolmaz kardeşim. Fiiliyat ister. Dünyanın yüzünde oturuyoruz biz. Allah’ın hususi iltimas muamelesine tabi kılınmışız. Dedemizin dökmüş olduğu o Hakk’ı siyânet mânâsıyla döktüğü kan muhabbeti ile. Değil mi?

Burada iştiyak-ı Nebi vardır. Daha açıkçası. Ne demek iştiyak-ı Nebi? Öyle demiş, Peygamber. Arzu ederim bizim elimizde olsun. O iştiyâk kalkarsa ne yaparsın? İştiyâk. Onun iştiyâkı vardır. Hangi ilime mevzû verdin? Dedeninkini bırak. “Yaratırım” dediğin günden itibaren hangi ilime mevzû verdin? Göster, nerede kabul ettirdin? Hangi sanata model verdin? Lafla kendini aldatma, ömür geçiyor. Yoksa kafan mı eksik kâinatta? Bütün kafaların üstünde bir kafadır. Fakat dediğim gibi; hürmetimiz, merhametimiz, muhabbetimiz yok. Sermaye mevcûd değil. Âdet-i İlahiye öyle.

Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u’rafe fe halektü’l-halke li u’rafe

Ben bir gizli hazine idim. “İdim” kelimesi de böyle bizim tasnif, ee kavâid[28] kitabındaki tasnif mânâsına değil, anlatmak makamında. Anlatamadım burayı galiba. Burası zor yer. Tefhim makamında. Öyle Allah’ın tasnifi yok kavâide girip de. Anlatabileyim diyerekten söyleniyor.

“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi muhabbet ettim. Sevdim.” Demek oluyor ki mevcûdâtta en büyük esas muhabbet.  “O Muhabbetimle zâtımdan zâtıma tecelli ettim. O tecellide zulmetin mukabili olmayan nuru’l-envâr zahir oldu. İsmini hamd olunmuş mânâsına Muhammed koydum.Ve hilkatin  mânâsı, bidâyeti onu yaptım.”

Onun içün, evet zahirde Hazreti Âdem’dir beşerin zuhuruna sebep. Zahirde onu görürüz değil mi? Hakikatte… Zahirde ebû’l beşer, Âdem’dir. (Cümle şimdi geldi hafızama.) Fakat hakikatte âdem ve âlemin mastarı Muhammed’dir. Maddi bir misal ver de daha iyi anlayalım diye bir sual sor. Vereyim sana.

Şurada bir elma ağacı görürsün. Üzerinde elması var. Suret itibariyle o elma o ağaçtan olmuştur. Doğrudur. Hakikat itibariyle öyle olur mu? Hayır. Hakikat itibariyle o ağaç, o elmadan olmuştur. Anlaşılmıyor mu? Bağubanda o bahçeye bakanda, o ağaca bakmıştır. Fenni yahut bilgisi tecrübesi ile hizmetini yapmıştır, sırf o elmayı almak içün. Allah da Rezzâk-ı erâzil-ü eâzımdır, sırf Hazreti Muhammed içün. Muhabbet etti mi, esas. Bunu biz kaybettik.

Onun içün iki tane ortak tasavvur edin; biri on milyon lira biri yirmi milyon lira yahut milyar lira koysunlar, fakat bir an gelsin birbirini sevmemeye başlasınlar. Muhakkak iş duracaktır. İşlemez. Bir ev, ayda yirmi bin lira geliri var fakat karısı kocası birbirini sevmiyor. O ev cehennemdir. Bir evde haddizatında hiçbir şey yok, fakat birbirine muhabbetle bakıyor, o ev cennettir. Anlatamıyor muyum?

Bugün evlenir yarın boşanır. Yaa! Çocuklar diri diri yetim kalır. İhlasa bak ki dedende, alacağı kadının yüzünü görmezmiş. Aç tarihini elli sene, atmış sene beraber ölüyor gidiyor. E muhakkak o yüzünü görmediği insan, onun istediği gibi olur mu? Olmaz ama temiz bir ihlas var, bir niyet var. Ona Kudret o yüzünü görmediği insan da hususi bir meziyet gösteriyor. Oradaki muhabbet, onu ona bağlıyor. O, ona bağlıyor. O meziyet. İşi yapan Allah. Yalnız senin niyetini görsün. Çünkü o niyetine, niyetinde evlenirken “eğlenirim” demiyordu.

“Ben Allah’a bir mazhar meydana getireceğim. Bir yavrum olacak, hadim-i din olacak. Bir yavrum olacak hadim-i Muhammed olacak. Bir yavrum olacak, hadim-i vatan olacak. Bir yavrum olacak hadim-i insan olacak. Bir yavrum olacak, hadim-i Kitab olacak. Ben gittikten sonra da o defter kapanmayacak.”

O aşka da tabiatıyla Cenab-ı Hak da bir şey veriyordu. Anlatamıyor muyuz? Vak’a İslam ananesinde, alacak kadın kız, her neyse alıcının görmesi şarttır. Ve bidâyette bizde de öyleydi. Fakat ahlaken tereddî[29] başlayınca onu dedelerimiz kaldırmışlar. Yoksa Hazreti Muhammed’in emrinde öyledir. Görecek. Ama ahlakı mazbut olacak. “Gördünüz mü?” dediği vakitte “bilmiyorum” diyecek. “Gördüm ama burnu böyleydi, kaşı şöyleydi...” bu sözler başlayınca, olmaz dendi. Anlatabildik mi acaba? “Burnu böyleydi, kaşı böyleydi, alnı çıkıktı, kafasında yumru vardı, bacakları çarpuktu!” Öyle değil. Yalan bizde gayet mezmumdur, birkaç yerde müsaade edilmiştir, biri de burada işte. Biri de burada. Bilindi. “Kısmet değilmiş, olsa iyiydi ama kısmet değilmiş.” Anlatabildik mi acaba? Kusur bulmayacaksın.

Nakşa nigeh, Nakkaşa nigehtir.

Sanma ruh-u zibâye nigeh ehl-i günehtir.

Öyle demiş. Bütün medeniyet, nezaket ararsan kendinde ara. Kendinde, biz de. Öyle sahte gülmek, öyle içinden gelmeksizin ta kulaklarına kadar dudaklarını açmak fakat zamirinde neresinden vuracağım diyerekten düşünmek, bunlar medeniyet değil. Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol. Medeni adamsın. Anlatabildik mi acaba? Olduğun gibi görün, kimseye seni, sana kimse çarpılmasın. Ne aldat ne aldan. Medeni adamsın. Lâ darara velâ dırâr. Tarif etmişler. Aldanmakta yok, aldatmak da yok. Aldandın, kabahatı aldatana bulma, kendinde bul. İmanım çok kuvvetli olaydı aldanmazdım, de.

Öyle diyor, Hazreti Muhammed: İtteku ferasete’l-mü’min, fe innehû yenziru bi nurullahi azze ve ve celle[30]

Allah hakiki kendisine inananın, kalbine kendi nurundan bir projektör takmıştır, sıkar senin kaç ayar olduğunu söyler. Ve nezaketen de senin yüzüne vurmaz. İşe yarar mısın yaramaz mısın, o bilir. Bilmedi mi orada eksiklik var. Bir şey anlatamadım mı? Kendini levm[31] et, der. Senin eğer imanın çok kuvvetli olsaydı, onu görecektin. Göremedin orada eksiklik var. Başkasına kabahat bulma. Tamamlamaya çalış.

Terbiye ile insan olmaz, derler bazıları. Olmaz olur mu? Köpek neler oluyor da insan neler olmaz? Köpek neler oluyor bilmiyor musun? Çobanlık ediyor yahu! Âdem huyunu alıyor da ya insan, insan doğmuş hakiki bir insana mülâki olursa ne olmaz?

Âdem olmak istersen, Âdem ara.

Âdem'i bul, Âdem ile Âdem ol.

Ömür gelip geçiyor. Ara yerde başka bir şey yok. Bir şey söylüyordum bir yerde kaldı, hatırlatabilecek misiniz acaba? Söyleyelim de inelim.

Dedim ki: İbadetler, insanın hislerini tashih etmeklik içündür. Hakikate kavuşturmak içündür.

Bazısı der ki: “Efendim, Allah’ın neye ihtiyacı var?” Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yok. Senin var, benim var. Budalaca söz: “Allah’ın neye ihtiyacı var?” Herkesin bildiği bir şey. Bir de bir söz daha vardır. “Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayalım!” Allah’ın bildiğini kuldan saklamasan biz burada toplanabilir miyiz? Ne ben senin yanına gelebilirim, ne sen benim yanıma… Seni benden gizledi beni de gizledi, geliyoruz toplanıyoruz. Allah’ın bildiği kuldan saklanır. Ve o saklanması da ibadet olur. Edep olur, anlatabildim mi?

Bir kötülüğün mubâlâtsızca yapılması cinayettir, ind-i İlahide. Sıkılarak yapılması kabahattir. Cinayetle kabahat arasında fark vardır. Anlatabildim mi acaba? Bir emir yapın denilmiş. O emiri, nefsine hâkim olamıyorsun yapamıyorsun. Fakat o yapamadığın emri de gizliyorsun. Kendinden utanıyorsun yani ya. İnsan ilk önce kendinden utanacak. Kendinden utanmayan hiç kimseden utanmaz. Kendinden utanmaklık başladı mı korkma. Yol alıp gidiyorsun artık. Yol açılacak.

Mubâlâtsız oldu mu avamın lisanında ona eskiden sıyrık derlerdi. İnd-i ilahide cinayet der, ona. Allah’ın bildiği kuldan saklanır. Saklamasına haddizatında Kudret numara verir. Sayıyor Beni, der. Bak şimdi size bir esas madde vereyim mi, ister misiniz? Mevzû buraya uğradı da girdik.

Mesela İslam dininde esas-ı küfür nedir? Biz bunu pek amiyane biliriz işte. Bir Hristiyan ismini taşırız kâfir deriz. Ona Kur’an Ehl-i Kitap diyor. Ona Ehl-i Kitap diyor, O. Yaa, orada işin şekli değişti. Ehl-i kitap diyor. Sonra bir yerinde der ki:

 لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ  .[32]

“Ehl-i Kitabın hepsini müsâvi tanımayın. Onlar içerisinde o kadar mütevâzı, o kadar kalbi rikkatle çarpan, geceleyin kalkıp Beni o kadar anan vardır ki, Ben onları severim.” der. Allah’ın ağası mısın sen! Severim, diyor. Kibir yanına uğramamıştır, diyor. Suretü'n-Tüskerü fi el-Bakara’da.[33] Bu, Nazm-ı Kerim geçer. Bunun uzun boylu izahını yapmışımdır, yazdığım Füyûzat tefsirinde. Uzun.

Esas küfür. Bak ne esaslar vardır bizde. Ne muazzam esas. Tazim-i tahkir, tahkir-i tazim. Böyle tarif ediyor. Allah ve Muhammed, hangi şeyi büyük tanıyacaksın, hürmetinde kusur etmeyeceksin diye göstermiş; ona kıymet vermedin, hürmetini yapmadın, girersin küfre. Hangi şeye kıymet vermeyin demiş, beyan etmiş, hürmeti mucip değildir, kıymeti mucip değildir; sen ona iktizâ-i hâl dedin, bilmem ne dedin. Tevkir ettin, girersin küfre. Anlatabildim mi acaba? İşte bu esas-ı küfr. Buna çok dikkat et. Sonra der ki:

 وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا .[34]   Zalime ufacık meyleden kimseye ateş kuşatır.

Sormuşlar, zalime en aşağı meyletmek nasıl olur? Biliyorsun ki bir adam, o methedilen şahıs zalimdir. Bir meclisde tesadüf ettin, methediyorlar. Sen de hiç karışmadın da sükût ettin, durdun. Dâhilsin, diyor. Yaa!  Zordur ama tatlıdır. Tabi ahlak dinidir, zordur, Çok zordur, fakat çok tatlıdır. Kıpırdanmasında bile hikmet vardır. Kıpırdanmasında. Her şeysinde.

Mesela sair edyanda davet çanla çıngırakla şununla bununladır. Bizde davet ezanladır değil mi? Çünkü çan çıngırak henüz makam-ı hayvaniyet diye kabul ediliyor. Çıngırakla çanla, hayvan davet edilir. İnsan, insan sedasıyla davet edilir, diyor. İnsan, insan sedasıyla davet edilir. Ben sizi kabul ettim, diyor. Şimdi insan kabul edilen bu sınıf nüçün merhametten düştü? Bir vakit vakıfnamelerinde köpeklere ciğer vakfeden deden, bir vakit vakıfnamelerinde tımarhanede delilerin tedavisi içün musiki heyetleri vakfeden dedenin evladı, bugün niçün annesine bakmaz. Niçün evladına bakmaz. Niçün dostuna karşı kalbi muhabbetle çarpmaz.

İnsan insan sedasıyla davet edilir. İnsan kabul ediyor bizi. Birdenbire bir yol açmış. İnsandır, diyor. Bizim cenaze taşıyışımızda bile bir ayrıcalık, sair Enbiyanın ümmeti bööyle taşınır. Henüz makam-ı  emmareden kurtulmuş kabul etmiyorum, diyor. Makam-ı emmare, makam-ı hayvaniyettir. Fakat hazreti Muhammed’inkine gelince, onu dûş-i[35] ihtirama alın, diyor. Hiç düşündün mü bunları? Dûş-i ihtirama[36]  alın.

Sonra hiçbirisinde cenaze namazı yoktur. Bütün dinlerde namaz vardır, görürsün kiliseye gittiğin vakitte, Namazdır onları yaptıkları fakat cenazesi üzerinde yoktur. Yalnız bizde vardır o. Götürür getiriler böyle cenazeyi. Cenazeyi kıldıran adam kimse, böyle gelir. Şimdi o da bir acayip ya. Cenazeyi götürür, oğlu kılmaz, babası kılmaz, amcası kılmaz, bekler fukaralar çıksın da kılsın diyerekten.

İnandınsa niçin kendin kılmazsın, inanmadınsa neden ölünü getirirsin? Hayret işler! Böyle çekilir, parmaklığın kenarına bekler. Gezinir gezinir, oradan dört beş tane zavallı fukara, fukara çıkar. Fukara kılacak! E inandın mı kardeşim. İnandım. E niçin kılmazsın? Hâlbuki onu en yakını kıldıracak. En yakini kimse. Babası ölmüş, evladı. Evladı ölmüş,  babası. Amcası ölmüş, yeğeni. Yeğeni ölmüş, amcası. Nenesi ölmüş, kardeşinin çocuğu. Kardeşinin çocuğu ölmüş, dayısının oğlu. Bunlar yakın birbirine, bunlar kıldıracak. Böyle gelir, sadrının hizasına durur.

Diriye niye namaz kılınmıyor da ölüye kılınıyor? Haa. Diriye kılınmaz değil mi? Niye? Söyleyeyim mi? Diri de nefis vardır, nefis puttur, puta karşı durulmaz. Öldükten sonra bir şeysi kalmadı. Anlatabildim mi acaba? Bir şey yok, bitti. E biz putperest miyiz? Bak önüne duruyoruz onun. Hayır!

Eğer o kimse hayatında insanlığa hadim olaraktan yaşamış, elinden dilinden mevcûdât rahat bulmuşsa, kaide bu. Elinden dilinden insanlık ah, diyor. Kaybettik. Ne refik, ne şefik, ne rahim adamdı ne insan adamdı. Hah, Hudâ diyor ki: “Onun kalbi o kadar güzel olmasına sebep, Benimle çarpardı. Binaenaleyh şimdi Ben onu aldım amma o kalbe tecelli edeceğim. Kalkın namazını kılın.” diyor. Onun içün, ince bir bahistir de öyle herkesin de namazı kılınmaz. Bak bir misal vereyim de size de daha iyi anlaşılsın.

Sadr-ı İslam’da Abdullah İbn-i Übeyy namında bir adam var. Bu, Peygamber’in  arkasında namaz kılar, konuşurlarken dinler, va'z-u nasihatini dinler, dışarıya çıktıktan sonra  kendi aklı ile de hükümler yapar. Mesela der ki: “Ticaret mevsimi, bu mevsimde harp etmek istedi Muhammed. Müdafaa yapacağız düşman hazırlanmıştır, diyor. Doğru bir şey değil!” der. Onu sevmeyenlerle ticaret yaptığından dolayı “Bu iş başka o iş başka!” der. Dikkat et inceliklerine. “Ben giderim onun arkasında namaz kılarım, dinlerim, fakat burada bu para işi var. Bunu da yapacağım.”  der. O para teşkilatı ile o günkü ehl-i imana büyük bir zarar yapılacak. “Benim menfaatım var ya!” der.

Fakat zaman geldi, ölüm anı tahakkuk etti. Zeki herif de. Kendini bir yokladı. Burdan artık kalkmak yok, dedi. Oğlunu çağırdı. Oğlu Abdullah. E işte Allah’ın hikmeti, “Ölüden diri, diriden ölü çıkarırım.” diyor ya. Ölüden diri, yani kalbi ölmüş olan adamdan, kalbi diri insan. Kalbi diri olan insandan kalbi ölü olan insan çıkarırım, demek. O da hiç Onun dizinin dibinden ayrılmaz. Nutk-u Ahmedîden bir an gafil olmaz.

“Biliyorum dedi, seni çok sever fakat bende gidiyorum. Benim bir tek arzum var. Seni araya vasıta kıldım. Peygamber sırtına temas eden gömleğini bana ihsan etsin. Ben öldükten sonra o gömlek benim vücuduma sarılsın.”  Demek ki bir iman var. Haa, bu incelik burada. Münafık bir adam ama bu cephesini düşünürse demek o gömlek bana sarılsın, diyor. Bir şey bekliyor; bir imanı var, bir ümit var.

“Şimdiden sonra mı? (dedi oğlu) İyi ama baba şimdiden sonra mı? Sen bunu niye idrak etmedin? Sana bir gün hayattan azl oldun, emri gelecekti. Azl oldun, emrini alırken bunu ben nasıl söyleyeyim!”

“Söyle dedi, yalvarırım sana. Sen baba ol, ben oğul olayım. Farzetki oğul babasına yalvarıyor. Tek ümidimdir, dedi. Beni mahrum etme.”

Gitti yanarak söyledi. Aynen hikâye etti. Cenab-ı Risalet, herkes bakıyor, başta Ömer. Celalli adam. Çok kızmış ona. İslam’a çok fenalık etti, o adam. Kızmış bakıyor. Peygamber dedi ki: “Baş üstüne” Başladı soyunmaya. Kül gibi oldu Ömer’in rengi, bembeyaz. Böyle dudakları kıpırdanıyor, bir şey söyleyecek, tutunuyor şöyle... Anladı söyleyecek, onun üzerine: “Kulağını bana ver.” dedi Ömer’e. Yaklaştır kulağını, kulağına dedi ki:

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ [37]’im. Benden istenilen red olunmaz. Ben reddedemem. Meğerki Allah müdahale ede. Şahsın müdahalesi ile de olmaz. Sen müdahale etmek istiyorsun amma olmaz. Benden isteyeni ben reddedemem.

Soyundu verdi, hakikaten herifte geçti. Nihayet o gömlek sırtına giydirildi. Şimdi herkes bekliyor ki, acaba cenazesinin namazı yahut cenaze teşyî ne olacak? Haber geldi ki Abdullah İbn-i Übeyy öldü. Peygamber hazırlandı. Cenazeye, namazı kıldıracak. Teşyî edecek. Hazırlandı. E tabi o hazırlanırken, yâran da hazırlandı. Hazırlık tamam oldu, Cibril de geldi. Hükümet-i ilahinin Namus-u Ekber namındaki sefiri.

  [38] وَلَا تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ   …. وَلَا تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه۪ۜ    Nazm-ı Kerimini مَاتَ اَبَدًا  diyor, Allah. “Habibim! Benim Allahlık hatırım içün; ne onların namazını kıl, onun gibi olanlardan, onun onun ve hiçbirisinin, ne de kabrine kadar teşyî et. Onlar tamamıyla ölmüşlerdir, ikinci hayatta da Ben onlara bir şey vermeyeceğim.” dedi. Onun üzerine durdu. Anlatabildik mi?

Hülâsa Hak bizim ezelde verdiğimiz ikrardan bizi almasın da adi matâh-u dünyaya satılmayalım. İnsan geldik insan gidelim. Yalvaralım da gene bizim dedemizin satvetini Allah bize versin. Cemiyetimizde hürmet, merhamet, muhabbet tecellileri niye bağlıysa o tecelliler üzerinde çalışalım. Kâm alalım. Değmez işte. Dün bugün için rüya, bugün de yarın için rüya. İstikamet karşıki çukura marş marş! Ölmeyen Zât tarafından verilmiştir kumanda. Hepimiz oraya koşuyoruz. İnanan da ona hizmet ediyor inanmayan da, zannetme ki kendine çalışıyorsun. Allah öyle bir Allah’tır ki:

 هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ [39]   Kendisi tarif eder kendini: Ben var edici, var ettikten sonra yok edici, yok ettikten sonra var edip, önünde sigaya çekici Allah. Ve herkes O'na çalışır, hepimiz de O’na çalışırız.

 وَنَحْنُ الْوَارِثُون [40] Diyor. Hakiki mirasçı Benim.

Makul olanlar; O'nun mülkünde O'nun namına, tav’an O’na teslim olaraktan ve O’nun dediği şeklinde çalışanlardır. Zavallı olanlarda “ben varım” diye O’na cephe alarak azamet yarışına kalkarak zavallı nefeslerini mahrumiyete tüketenlerdir. Ne oldu!?

Bugünkü konuşma bu kadar yeter.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Cirm-i sagir: Ufak cisim

[2] Suver: Suret, suretler. Görünüş,biçim,görüntü.

[3] Muvâlât: (Ar. vely “yaklaşmak, yakın olmak”tan) Karşılıklı sevgi, yardımlaşma, dostça davranma, dostluk

[4] Muâhat/Muvâhat:  (uuvve“kardeşlik”) Karşılıklı olarak birbirini kardeş edinme, kardeş kabul etme.

[5] Reftâr: Gidiş, salınarak yürüyüş.Davranış.

[6] Ali İmran Suresi 101. Ayet-i Kerime.  وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَاَنْتُمْ تُتْلٰى عَلَيْكُمْ اٰيَاتُ اللّٰهِ وَف۪يكُمْ رَسُولُهُۜ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِيَ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍ۟

Meali: Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.

[7] Tecessüm: isimleşme.  Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek.  Cisimleşme, cisim hâlinde görünme.

[8] Tekâsüf:  Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma.  Bir noktada toplanma.  Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.  Yoğunlaşma.  Yoğunlaşma.  Yoğunlaşma. (Arapça)  Koyulaşma. (Arapça)

[9] Tedellî/ Tedallâ:(Çoğulu: Tedelliyât) Tevazu gösterme. İnme, eğilme. Hakk’ın zât mertebesinden tenezzülü. Hakk’ın mukarrepleri olan velîlerin makamların son mertebesine yükseldikten sonra kendilerine gelme hâli.

[10] Hadeka/hadaka: Gözün siyahlığı, gözbebeği… Göz güllesi, göz hadakası.

[11] Ayn: Göz. Hadeka-i ayn:  Göz güllesi, göz hadakası.

[12] Sakf/Sakıf: (سَقْفْ) Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü.

[13] Rad Suresi 11. Ayet-i Kerime   لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِه۪ يَحْفَظُونَهُ مِنْ اَمْرِ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ وَاِذَٓا اَرَادَ اللّٰهُ بِقَوْمٍ سُٓوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُۚ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِه۪ مِنْ وَالٍ

Meali: Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkân yoktur. Onlar için Allah’tan başka bir veli de bulunmaz.

[14] Yasin Suresi 77.Ayeti kerime اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ

Meali: İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?

[15] Müdrik Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı.  Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.  İdrak eden, kavrayan,  anlayan.

[16] Yasin Suresi 28.Ayet-i Kerime وَمَٓا اَنْزَلْنَا عَلٰى قَوْمِه۪ مِنْ بَعْدِه۪ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَٓاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِل۪ينَ

Meali: Biz arkasından kavminin üzerine semâdan bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.

[17] Yasin Suresi 29. Ayet-i Kerime اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ خَامِدُونَ .

Meali: O yalnız bir sayha oldu derhal sönüverdiler:

[18] Yasin Suresi 8. Ayet-i kerime اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ٓي اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِيَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ

Meali: Çünkü biz onların boyunlarına kelepçeler geçirmişiz. O kelepçeler çenelerine dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar.

[19] Kehf Suresi 110.  Ayet-i Kerime 

قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا

Meali: De ki: "Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."

[20] Kehf Suersi 10’ncu Ayet-i Kerime   قُلْ اِنَّمَٓا اَنَا۬ بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحٰٓى اِلَيَّ اَنَّمَٓا اِلٰهُكُمْ اِلٰهٌ وَاحِدٌۚ فَمَنْ كَانَ يَرْجُوا لِقَٓاءَ رَبِّه۪ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّه۪ٓ اَحَدًا

Meali: De ki: "Ben de sizin gibi ancak bir beşerim. Ne var ki, bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse iyi amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin."

[21] Men tevaza'a rafa'allahu ve men tekebbera vaza'allahu: Kim mütevâzı olursa Allah onu yükseltir, kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır.( Hadis-i Şerif)

[22] Kisb/Kesb: Kazanma, kazanç, edinme. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek.

[23] Ankebut Suresi 69’ncu Ayet-i Kerime: وَالَّذ۪ينَ جَاهَدُوا ف۪ينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَاۜ وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِن۪ينَ

Meali: Ama bizim yolumuzda cihad edenleri, elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.

[24] Peyk: Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare Uydu.

[25]Rubu/Rub': (erba‘a “dört”ten rub‘) Dörtte bir, çeyrek. Rub-u Asır: Çeyrek asır.

[26]Eslâf: (Tekili: Selef) Selefler, evvelkiler, geçmişler. Karşıtı: AHLÂF

[27]Ahlâf: Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti.   ●Yemin edenler. Müttefikler.

[28]Kavâid: (Kaide’nin çoğul şekli) Kurallar, kāidelerDil bilgisi kuralları ve bu kurallara âit kitap, gramer kitabı.

[29] Tereddî: Soysuzlaşma. Gerileme. Kötüleşme.

[30] 11 T3127 Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 15 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, VIII  اتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّ

[31] Levm: Kınama, kötüleme, zemmetme. Paylama, azarlama.

[32] Ali İmran Suresi 113. Ayet-i Kerime  لَيْسُوا سَوَٓاءًۜ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اُمَّةٌ قَٓائِمَةٌ يَتْلُونَ اٰيَاتِ اللّٰهِ اٰنَٓاءَ الَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ۠

Meali: Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.

[33] Ali İmran Suresi 113. Ayet-i Kerime’ de geçiyor.

[34] Hud Suresi 113. Ayet-i Kerime  وَلَا تَرْكَنُٓوا اِلَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُۙ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مِنْ اَوْلِيَٓاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ   Meali: Ve zulüm yapanlara yakınlık göstermeyin ki, size de ateş dokunmasın. Allah’tan başka yardımcılarınız da yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz.

[35] Dûş: Omuz.

[36] Dûş-i ihtiram: ihtiram omuzu, ihtiramla omuza almak. Saygı ve hürmetle tazim etmek...

[37] Enbiya Suresi 107.Ayet-i Kerime وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

Meali: Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.

[38] Tevbe Suresi 84.Ayet-i Kerime  وَلَا تُصَلِّ عَلٰٓى اَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ اَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلٰى قَبْرِه۪ۜ اِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ

Meali: Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.

[39] Yunus Suresi 56. ayet-i Kerime هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

Meali: O hem diriltir hem öldürür ve hep döndürülüb ona götürüleceksiniz

[40] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ

Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz

1 yorum:

Onun içün bu kaidelerin neticesinde, ahlakın tarifinde, eski konuşmalarımda söylediğim gibi, cahil demek ilimsiz demek değil. Cahil yani nasıl anlatayım? Yine cahil, cahil diye anlatılır. Cahil, ilimsiz değil. İlimsiz adama, örf cahil diyor. Ahlak, doğru histen kim mahrumsa cahil der. Doğru histen mahrum olan kimseye, mânâ/ahlak, cahil der. İsterse o adam, bin hayvan yükü kitap okusun, ömrü kifayet etsin de. Doğru histen mahrum mu cahildir.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017