068 (25.10. 1959) 56 dk. (307)
Aşktan doğan ahlakın da membâ-ı mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek vazife, akıl, aşk, kalp… Tabi, buradaki aşkı anlıyorsunuz, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarifindeki aşk; insan asûde kaldığı zaman, bir an içün alâik-i[1] kevniyeden[2]-[3] şu dünya denilen sahnedeki hadisattan bir an kendisini kurtarıp da, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa kaldığı vakit, kendisine sualler sorar. Bir mebde[4] aramaya başlar. Evvela “Ben kimim?” der. Buna cevap ister. Nereden geldiğini sorar. Nereye gideceğini düşünür. Geliş ve gidişte ihtiyârı olmadığını, elinde hakikat itibariyle neticede hiçbir medârı bulunmadığını… Yine, Kudret onun dersini kaçırmıştır.
•Bu cümleleri her konuşmada
tekrar ediyoruz. Sofranın ekmeği gibidir. Ve yayıldığını da istiyoruz.
Kudret, insana uyku denilen
bir hâl verir. Eğer beşeriyet onun üzerine biraz duracak olursa, inlemeler
azalır. Haksızlıklar aşağı düşer. O semayı deler gibi bakmak sevdasıyla
yaşayan kafalar biraz titrer. Mâfevkine[5]
karşı köpek, mâdûnuna[6]
karşı kurt hâlinde yaşamak, isteyenlerde sarsıntı olur. Kendisinden bir parça
yükseğin karşısında köpek, kendisinden biraz zayıfın karşısında kurt! Masumun başını canavar gibi parçalamak istîdâdında
olan kimselerde biraz sarsıntı olur, eğer düşünecek olursa.
Neden sarsıntı olur? Öyle ya, o
zulmü irtikâp[7] eden
insanlar, kendilerinde bir sahte benlik görürler, bir varlık hissederler.
Hâlbuki o hissetmiş olduğu varlık, her ne olursa olsun, neticesi cifeye inkılâp
eder.
Onun içün, Büyük Kitap der ki:
“Sen, eğer zaman müsaade etmedi, paran olmadı, muhit müsaade etmedi, kudretin
olmadı, her neyse bir şeyi okuyamadınsa; Ben, seni en büyük kitap olaraktan
yaratmıştım, kendini okumuş olsaydın yine HAK derdin.” der.
Hiçbir nasihat edene, hiçbir
irşat edene, ne bileyim bazı insan der ki: “Efendim, ne yapayım kimse beni
uyandırmadı ki!” “Yok!” diyor, Kudret: “Ben mazeret kabul etmem!” der.
“Ben, seni öyle mücehhez, öyle varlıkla meydana getirdim ki, hocan da içindeydi,
profesörün de içindeydi, mürşidin de içindeydi. Bütün varlıkların, heyet,
kütüphanen, ne’n varsa, hepsini içine koydum, bak ‘OKU' dedim. Fakat sen hastalandın.” diyor.
Temiz olmayan, temizlikten,
taharetsizlikten… (Söyleyemedim galiba. Anladınız siz ne demek istediğimi) Mahrum
olan vücûd, zahiri hastalığa müptela olur. Pislik hastalık getirir değil mi ya?
Anlaşıldı şimdi. Mâsiyyet de, kötülük de, isyan da emrâz-ı maneviyi[8]
meydana getirir. Bir şey anlatamıyor muyum acaba? Kendini okusaydın.
Zaten insan kendisini okumaya gelmiştir amma fayda yok, okumadan gideriz.
Âlim kime denir?
Bir kaç tarifini yapmıştım, bugün
yeni bir tarif yapıyorum. Bir kimse bir şey öğreniyor mu, öğrenmiyor mu? Ölçüsü
vardır onun. Öğrendikçe insanlara böyle bakmaklık, değildir o. Bugün insanlık
âleminde başka türlüdür mesela. Bir şey öğrendiği vakitte diğerine böyle
bakıyor. Değil!
İlmi öğrenen kimse, ilmi
öğrendiğine hücceti, yani ilmen tekâmül ettiğine. İlmen tekâmül etti mi/etmedi
mi, ölçüsü nedir? Kendi kusurlarını, ayıplarını bir bir görmeye başladı mı o
adam ilimde yükseliyor demektir. Anlatabildim mi acaba? Kendi kusurlarını
ve kendi ayıplarını, artık tahlil ediyor, görüyor. Görmeye başladı, o adam
ilmen yükseliyor. Yoksa kendi kusurunu, kendi ayıbını görmeksizin,
insanlara karşı bööyle gerilerek bakmaklıkta bir ilim nispeti yoktur. Ahlak
mefhûmunda yok.
Neyse biz gene mevzûun an yerine
gelelim.
O kendi enfüsü ile hakikatini
aramaklık zevkine aşk derler. Anlatabildim mi acaba? Kendi zevkiyle,
kendi heyecanı ile aslını, mebdeini, Rabbisini, maâdını[9]
aramaklık içün bir heyecan geçirir. O heyecanın adına aşk denir, ahlak mefhûmunda.
Bunu ayırmak lazım, romandaki aşk ile. Bu suallere cevap bulmaya başlar.
Enfüsünden cevap alır.
Bu varlığı idrak içün demiştim ki,
uyku kâfidir. Çok seferler de söyledik. Uyku kâfi. O kendisine güvenen, çok
mağrur olan insandan Kudret, bu hâl geldiği vakitte her şeysini alıyor. Değil
mi? İlmini alıyor, şuurunu alıyor, aklını alıyor… Niçün kimse uykunun bilemez ne
olduğunu? İstersen sen tecrübe et. Hiçbir ilim adamı, hiçbir fen adamı, hiçbir
felsefe adamı uykuyu tarif edemez. Hayır, tarif edemez! Neden tarif edemez? O hâl
geldiği vakitte insanın elinde nesi varsa alınmıştır. Hissi de alınmıştır.
Hissi yok ki tarif edebilsin. Acaba anlatabildim mi? Alındı elinden o. Tarif
edemez!
O gayet sert bakan baş, bakarsın
ki bazen ağzını da açar. Huu... Çek filmini, o sert sert bağırdığı vakitte,
hakaret ettiği vakitte mevcûdâta, “Bak sen böyle bir zavallısın!” Anlatamıyor
muyum acaba? Külçe halinde, oradan al oraya götür. Hiçbir şeysine sahip değil!
Ne masa var, ne kasa var, ne rütbe var, ne câh var. Bazen de kendinden bütün
bütün böyle uzaklaşır, yalnız makinada bir hırıltı başlar.
Bunların hepsini Kudret insana boş
bir şekilde tecelli ettirmemiştir. Geniş geniş mânâları var. Sonra gene
merhameten alınanı verir. “Buyurun”
der. “İlmin, işte karın, işte kocan, işte evladın, işte masan, aklın,
şuurun, müktesebatın… Fakat dikkat et!
Ben bunu alıp veriyorum, bir gün vermezsem ne yapabilirsiniz?” Bir şey
anlatamadım mı? “Ben bunu size… Benim diyerekten, yaşıyorsun fakat senin
değil bunlar, hepsi Benim. İşte bunu sana numune de yaptık. Alıp veriyoruz. Bir
gün vermezsem ne yapabileceksin? O halde niye ah alırsın? Niçün haddizatında
insani sıfatlarla mücehhez olmazsın da iklim-i vücûduna çöreklenmiş olan nefs-i
emmarenin, o yedi başlı ejderhanın, pençe-i kahrında yaşarsın da Bana mahrum
gelirsin?”
Belki hemen hemen iki-üç konuşmada
bir tekrar etmişimdir. Hepimizin vücûdunda muazzam bir iptila vardır. Hırs,
tamah, kibir, buğz, adâvet, riya, şehvet başlarıyla vücûdlanmış ve çöreklenmiş;
lisan-ı ahlakta, lisan-ı mânâda, nefs-i
emmare denilen bir bela!
Sen hayatta bulunduğun müddetçe,
hariçteki harbe bakarsın. Filan yerde bir şey olmuş, işte atom atacaklar
bilmem. Bırak onu sen. O hayatına nihayet verilirse muazzam tatlı bir hayata
kavuşursun. Asıl senin vücûdunda bir harp meydanı var. Kendi iklim-i vücûdunda
öyle bir harp ki, mesela o nefs-i emmare ordusuna, atom para etmez. Belki daha
çok seneler sonra veyahut istikbalde ismini şimdiden konmamış ne muazzam fen
tahribatı çıkacaktır. Onların hiçbirisi ona tesir edemez. Ne bomba işler, ne
zehirli gaz işler, ne atom işler, ne hiçbir şey…
Şimdi beden-i vücûdda, iklim-i
vücûdda harp meydanında bu meydana çıkmış, bunun karşısında bir muhârip daha
var. Akıl. Bunlar ikisi çarpışıyorlar. Eğer akıl, imanla mücehhez olmamışsa
muhakkak mağlup olur. Akıl tam teçhizatlı değilse, tabiri anlatamıyor muyum
galiba? (Herkes... Böyle bir tuhaf.)
Akıl tam teçhizatlı değilse… O
öyle bir ordu ki, öyle bir akın yapar ki o, tutunmanın imkânı yoktur. Bir defa
da aklı esir etti mi nerede kötülük var, orada kullanır. Esir çünkü kafasına
vura vura: “Şu kötülüğü meydana çıkar bakalım.
Kullan kendini...” E canım akıl haddizatında
hissin galatlarını tashih etmek için zaten insana verilmiş. Yook! Hissi, galatlarla dolduracak. “Ters kullanacağım” der.
Nefse esir olan aklın,
nefisten farkı kalmaz. Acaba anlatabildim mi? Hangi adamın aklı nefsine
esirdir, o adamın aklı yoktur, yalnız nefsi vardır. Binaenaleyh, iklim–i vücûdda
(Burası ince bir yerdir, iyi dinleyin) İklim-i
vücûdda eğer, akıl iyi teçhizatlanmamışsa yani imanla mücehhez kılınmamışsa
muhakkak nefis onu esir eder. Çok kuvvetli olur. Kuvvetli olmasa hiç
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle konuşur muydu? Bir gazalarından dönüşlerinde, Ordu-i
Muhammedi galip gelmiş; tabi eshab-ı bâsafada zaferin neşesi var, şevki var, sürûr
ile dönüyorlar. Şöyle bir bakmış -tabi hakları- ondan sonra demiş ki:
Rece'enâ min cihâdi’l-asgar ilâ
cihâdi’l-ekber.[10]
Gayet kibar. Küçük harpten dönüyoruz, amma büyük harbe gidiyoruz. Bir
şey anlatabildim mi? O sizin
karşınızda tepelemiş olduğunuz, Hakk’a cephe almış olan, Allah ile azamet
yarışına çıkan müşrikler, onlar küçük harptir. Küçük harp!
“Rece'enâ min cihâdi’l-asgar. Küçük harpten gittik, fakat
şimdi büyük harbe gidiyoruz.”
Büyük harp ne?
Hepimizin vücûdunda mevcut olan put! İsmi: Nefs-i hevâ. Hem öyle bir kuvvetli düşmandır ki o, İblis
onun yanında pek uşak gibi kalır. Çünkü şeytan insana nihayet vesveseyi ilkâ
eder. Getirir bir vesveseyi kor. O vesveseyi meydana getirmeklik içün kendi elini
sürmez ha! Nefis onu çıkarır meydana kor. Anlatabildim mi?
Nefis, İblisi uşak gibi kullanır, herkese İblis elinden
şarab-ı gaflet içirttirir. Neler yapar o? Şarab-ı gafleti İblisin elinden insana içirttirir. Bir
defada içtin mi ayılması taa ölürken oluyor. Diğer şarap yirmi dört saatte
ayılırsın, istîdâdına göre altı saatte, on saatte, iki saatte, yirmi dört
saatte, nihayet ayılırsın fakat şarab-ı gaflet, ölürken!
En nâsû niyâmün feizâ mâtû intebehû[11] Nâs, uykudadır. Nâs, nisyandan
müştaktır.
Malum ya, ikiye ayrılır. Bir ünsten müştak olan insan
vardır, bir de nisyandan, gafletten. “O ölürken uyanır” diyor. O vakit fayda
etmez. Demek oluyor ki; bir uyku mefhûmu, beşeri düzeltebilecek kadar Kudret’in
va’z etmiş… Beşer şöyle dünya sahnesinde yalnız uyku mefhûmu üzerinde şöyle bir
dursa… Hayra doğru sevk edebilecek bir kanun olduğunu idrak edebilir. Ve ot
gibi solduğunun farkına varır. Ne güzel söylemişler.
Ziver arayı vücûd olmadan ol nur-u mübin.
İntizâc eylemeden ab-ı hab’a ateş-u tin.
Yoktur manzume-i Şems’in harekâtından eser.
Ezkâr-ı nâmütenâhiye varan hükm-ü kader.
İlim afâkını aydınlamadan nur-u ezel.
Âleme vücûd eylemeden burc-u âmel.
Bu fesada ne eser vardı muhakkak ne esir. (Sen neysin, niye geriliyorsun kardeşim?)
Müstenir oldu tenimden nice bin şems-i münir.
Mümkün olmaz buluna bud-ı mücerredde cihâd
Ya vehm-ü ya faraziyat-ı beşerdir bu sıfat.
Hadisât-ı mütevaliye zaman mevhûm.
Ne zaman var ne mekân hepsi hayal-i mefhûm.
Hep gelip geçmiş olan vakıa-i cûş’a cûş.
Safhâ-i âlem-i imkânda müebbet menkûş.
Ne bidâyet ne nihâyet aranır eşyada.
İstihâlât-ı şuûndur görünen dünyada.
İnkilâbât-ı cihândan müteessir mevcûd.
Hiçbir vech ile kabil değil olsun nâbûd.
Bir kenara atılır zanneder misin kendini? Ne mensi ne mühmel bırakılmazsın. İster hesabını.
Zi-hayatın harekâtı ebediyen dâim.
İnşaat-ı ziyâ mürteseminde kâim.
Her cisim ayrılarak unsur olur ahirkâr.
......
Ot gibi ferd-i beşer hep yaşayıp solmadadır.
Heyecanlarla koşup mahv-ı harab olmadadır.
Gidiyor böylece kanun-u tabiat cereyân.
Nakilem ben, bunu fen söylüyor istersen inan.
Kimsenin kalbini incitme sakın âlemde.
İz bırak iyilikle kalb-i ben-i âdemde.
(Anlatamıyor
muyum?)
Mest-i mansıp olarak devlete mağrur olma.
Bir temâşâyı filim uğruna makhûr[12]
olma!
Masan da bir filimdir, câhın da bir filimdir, kasan da bir filimdir, böyle rütben de bir filimdir, ne bileyim, ilmin de bir filimdir. O da Allah’ın sıfatı, sana vermez. Yaa!
Şurayı bir daha size okuyayım da...
Bu, azıcık dünyaca bir şey bilene ait,
anlattığım mevzûun nazmân vergisi. Bir de bunun mânâya ait olanını okuyayım
size. Okuyayım mı?
Âlem-i ezelde evvelki safta
(Bunun edası daha başka türlü oluyor. Biri kalıp, biri ruh da onun içün)
Âlem-i ezelde evvelki safta
Elestü hitabında, ben belâ dedim.
Âlem-i ezelde evvelki safta Elestü hitabında, ben belâ dedim. (Biraz
açayım burayı… Yahut okuyacağım yere kadar okuyayım da ondan sonra.)
Koyma beni anâsır hilâfında.
Cânım cemâline müptela, dedim.
Rûhlar aşk meyinden oldu mestâne
Kimi küfre daldı kimi imâne.
Saf saf olduk durduk dîvâne
Münkirler lâ dedi, ben illâ
dedim.[i] Bu uzun, buraya kadarı yeter.
Elestü hitabında, ben belâ dedim.
Koyma beni anâsır hilâfında.
Cânım cemâline müptelâ dedim.
Rûhlar aşk meyinden oldu mestâne.
Kimi küfre daldı kimi imâne.
Saf saf olduk durduk dîvâne
Münkirler lâ dedi, ben illâ dedim.
Konuşmaya başladığımız an: “Kimim, neyim, nereden geldim, niye getirildim?” bunların cevabı bu şimdi. Hilkatindeki gaye. Şöyle bir altı aydan beri bu mevzû üzerinde işliyoruz. Niçün insanlar huzura kavuşamıyorlar? Neden, huzura kavuşamıyor insanlar?
İlmen tekâmül çok. Fennen dersen
çok ileri, felsefesi kezâ öyle, fakat şurasında bir rahat yok beşerin. Mevzîi
konuşmuyoruz, bütün dünya sekenesi üzerinde. Terbiye tezgâhları işliyor, muntazam. Mekteplerde
terbiye kitapları okutuluyor. Ama çocuk derste kaldığı vakitte tahtaya bıçağı
saplıyor. Geçen konuştuğum gibi. Demek ki o terbiye kitabının faydası yok. Niye
aramıyor? İnsan bir ilaç yapar, yaptıktan sonra hasta üzerinde bir şeysi var mı,
yok mu diyerekten tetkik eder. Neresinde bozukluk var? Dersi var, teşkilatı
var. Havas ile avamın muvâzenesi niçün yapılamıyor? Bunu çok söyledik size.
Olur ya bir yerde, bir mevzûu
geçse de sorsalar: “Niçün dünyada bir nizam-ı âlem bozuktur?” dense, ne
diye cevap verebilirsiniz? Toptan bir tek cümle ile: Havas ile avam muvâzenesi[13]
yok. Bu! Yüksek tabaka ile aşağı tabaka muvâzenede değil, daha Türkçesi. Ama cemiyetin tarifine göre yüksek tabaka, bir de ahlakın tarifine göre
yüksek tabaka vardır, o ayrı. Ahlakın tarifine göre o ayrı. Cemiyet
nokta-ı nazarından bakıp görüşüyoruz. Muvâzene yok. Bu iki tabaka birbirini
sevmez.
Koca mânâ, o büyük Zât, on dört
asır evvel ne esaslar bırakmış.
“Men lem yerhem seğîrenâ ve lem yuvekkîr kebîrenâ fe leyse minnâ. Büyük tabaka küçük tabakaya merhamet
etmezse, küçük tabaka o merhameti görüp de büyük tabakaya hürmet etmezse hiç
bana kendilerini izafe etmesinler. Ben onlardan değilim. Onlar bizden
değildirler.” Efendim nasıl bizden değil! İşte bu adam
böyle, alnını secdede çürüttü? “Hayır,
küçüğüne merhameti yok değil mi?” diyor. “Benimle nispeti yoktur.” Ben tir tir titrerim.
Men lem yerhem seğîrenâ ve lem yuvekkîr kebîrenâ fe leyse minnâ.
Bunlar, bütün cemiyetin en büyük
esası. Ama biz alakadar değiliz, haberimiz yok. Olsa da işte, havâdis
kabilinden dinleriz. Ama böyle de solup gidiyoruz işte. Biraz evveli okuduğum
gibi. Biz buraya böyle solup gitmeye gelmedik ki, olup gitmeye geldik.
Burada iş hâllolacak, başka yerde yok!
Hilkatteki gayeyi unuttuk!
İnsanlık âlemi unuttu. Niçün yaratıldığının farkında değil. İşte bu.
Âlem-i ezelde evvelki safta,
Elestü hitabında, ben belâ dedim.
Allah, insana büyük bir kıymet
vermiş. Nasıl kıymet vermiş? İşte var ya, kalp işte, kalbimiz olmasa yaşar
mıyız? O hayvanî kalbimiz, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de vücûd-u insanimiz
var ya! Senelerden beri anlatıyoruz. Sadrın sol tarafında, mahruti yüz şekil. Kanı
şöyle yapar, dört gözlü, işte kanı şöyle yapar, böyle yapar, anladın okudun. Bu
hayvani vücûdumuzun kalbi. Bir de insanî vücûdumuz var ki; bu hayvanî vücûda
taalluk etmiş, o kalp. O emanet-i suret-i Hak’tır. Anlatabildim mi acaba? Onun
içün eğer insan, kendi hakikatinin suretini görecek olursa, tapınmaya başlar.
Bir şey anlatamadım galiba. Zaten biraz da burası, zorca bir yere girdik, amma
derhal çıkarız. Fuzûlî bile öyle demiş:
Ger kâf
ile nûndan oldı âlem
Ey akıl edebe riayet eyle, bu
bilmekle kifâyet eyle.
Kaniyi sıfat ol dil, maniyi zât
ol dil.[ii]
Döner böyle. Şimdi hulâsa, Allah,
insan sınıfına hususi bir kıymet vermiş, hususi. Melekte yok mu? Yok! Melek
insandan çook aşağı. Biz onu yanlış söyleriz. Yahut işte bir şey anlatmak,
tefhim[14]
makamında söyleriz. “Melek gibi” deriz. Yok, melek insana âşıktır. Bir senet
verebilir misin, diye sorsana bana. Böyle dedin ama şu melek insana müştak
olduğuna, vereyim.
Rasûl-ü Zişân’ın eshabı bâsafâsı
içerisinde en melih-ü vecih olan zât, Hazreti Dıhye’dir. Dıhye, İmam-ı Hasan
ile İmam-ı Hüseyin efendilerimizin lalaları. Onlara şey edermiş, nezaret
edermiş. Cibril aleyhisselamda huzur-u saadete ekseriyetle Dıhye şeklinde
gelirmiş. Anlatabildim mi acaba yolu. Ekseriyetle Hazreti Dıhye şeklinde
gelirmiş. Ve birçok kimseler ondan Dıhye zannedermiş. Hatta İmameyn Hazretleri
de, henüz daha dört beş yaşlarındayken içeriye girmişler koşmuşlar, doğru
kucağına çıkmışlar. Hazreti Dıhye zannederekten çıkmışlar, elini cebine
atmış, Hazreti Hüseyin cebine atmış,
şöyle çıkarmış, böyle bir tuhaf durmuş. Soruyor, Rasûl-u Zişân’a: “Nedir?”
Sizi Dıhye zannetti, diyor. Dıhye
cebinde daima bunlara üzüm saklar. Üzüm zannıyla elini attı, bulurum zannıyla,
onun içün bir tuhaf oldu,
demiş.
Buralar tabi maddenin kesafetinde
boğulmuş insanlara ait bahisler değil. Ama ben sizi iman-ı zevkiye çıkmış
zannıyla konuşuyorum. O yoksa anlamaz, o saha başka bu saha başka.
Bunun üzerine Cibril: “Utandırtma beni Ya Rabbi!” diyor. Şöyle öbür
cebini göstermiş, oradan üzümü çıkarmışlar. Anlatabildim mi?
Buraya nereden girdik? Evet. Evet.
Evet. Neden efdâl? İnsan Hakk’ın hem Cemâline hem Celâline mazhar.
Mesela melekte nefis yok. Onun öyle bir cihad-ı ekberi yok. Bazı Hakk’a nazı
geçen büyük insanlar olur. Benim kendi hakkım değil ben böyle konuşamam, naklederim
ben yalnız. O Hak ile iyi ünsiyet peyda eden de: “Yaa, beni ağır imtihana sevk edersin, sonra melekûttan bahsedersin.
Meleğe ver bakalım nefsi, benim yaptığımdan daha fenasını yapar mı yapmaz mı?”
der. Anlatabildim mi acaba? “Sen ona ver,
onda nefsi emmare yok.” der. “Beni çok
sıkıştırma, Ya Rabbi!” der, yani o mânâda. “Sıkma beni” der. “Ağır imtihana tabi tutma!” der. Onda yok.
Hilkatten gaye insan. Onun
içün insanın kıymeti çok. Yani mevcûdâtı Allah, yalnız insan içün halk etmiştir. Her şey
bize hizmetkâr. Ne varsa hilkatte yalnız insana çalışır. Meleği de insanın
uşağıdır. Bizim hatamıza istiğfar eder. “Seni
öyle vazifelendirdim” diyor, Allah. “İnsan
içün hilkati halk ettim, sana da vazife verdim. İnsan hususunda onlar namına Bana
müracaat et.” Neden böyle icap ediyor? Saltanat-ı ilahiye, azamet-i
subhaniye… Sen bile öyle değil misin ya? Üç kuruşun varken başka türlü
yaşarsın, beş kuruşun varken başka türlü yaşarsın, on kuruşun varken başka
türlü yaşarsın, daha bir geniş vaziyet oldukça, olduktan sonra, işte “koltuğum
yaldızlı olacak” dersin, “döner olacak” dersin, şöyle olacak dersin… Ya bütün kâinatın sahibi Allah!
Bir elma ağacı yahut bir şeftali
ağacı veyahut bir kiraz ağacı, herhangi bir ağaç, üzerinde meyvesini gördünüz. Elmayı
gördünüz. “Bu elma bu ağaçtan olmuştur.”
dersiniz. Söz doğrudur. Suret itibariyle doğrudur. Hakikatte o ağaç o elmadan
oldu. Bir şey anlatamadım mı? Suret itibariyle elma ağacını gördün, üzerinde
elması duruyor, bu elma bu ağaçtan oldu, çok güzel doğrudur fakat hakikat itibariyle
o ağaç o elmadan oldu.
Suret itibariyle hilkatte Âdem
sonradır, fakat hakikatte yani insan sonra gözükür ama hakikatte, mânâda, ilm-i
İlahide insan evveldir. Anlatamadım mı acaba? Tesviye-i âlem, intizam-ı hilkat,
insan içün yapılmıştır. Bağuban[15]
o ağacı yetiştirir. Neyse fenni veyahut tecrübeye istinaden o ağacın tekâmül
etmesi neye bağlıysa o ilmi bilen adam; o ağacı yetiştirir bakar, gübreler,
sular, ilaçlar, o elmayı almak içün. Allah da Rezzâk-ı erâzil-ü eâzımdır,
Hazreti İnsan içün. Bir şey anlatabildik mi acaba?
Hakikat böyle. Şimdi, biz henüz
anâsır gömleğini giymezden evvel, Yunus Emre’nin dediği gibi, o gömleği
giymezden evvel, vücûd-u ruhimizle âlem-i mânâda bir toplantımız var. Ona “elestü
bezmi” deniyor. O bir sual-i İlahi. Dudaksız bir hitap, bu kulaksız bir
işitmekle bir şey olmuş. Tekâmül eden insanlar, “Biz o hitabı işitmesek
yaşayamayız.” derler. Ama biz işitmiyoruz, bizim işitmemezliğimizle onun
olmaması lazım gelmez. Sen ana karnındaki hayatını da bilmiyorsun ama ana
karnında vardın değil mi? Kıpırdanamazsın yani. “Efendim öyle şey olmamıştır.” Yook,
senin bilmemekliğinle olmamışlık olmaz! Çünkü sen ana karnında dokuz ay yaşadın
mükemmel ama sorsam sana “Ne
yapıyordun?” diyerekten cevap veremezsin. Bir şey anlatamadık mı? Var.
İmam-ı Ali öyle der: “Ben o hitabı işitmesem derhal mahvolurum,
der. O hitap benim hâlâ kulağımda durur.” O ara biz bir söz vermişiz
Allah’a. İşte o kendisi diyor ki: [16]
أَلَسْتُ
بِرَبِّكُمْ
onu izah ediyor
burası, okuduğum şey.
أَلَسْتُ بِرَبِّكُم O hitabın
karşısında bir hakikatte بَلَىٰ
diyenler var, bir
de takliden بَلَىٰ diyenler var. Biz herhalde
hakikatte بَلَىٰ dedik de bunu dinliyoruz şimdi. Bu da bir
nimet. Bunu biraz Türkçeleştir, evet.
Hudâ diyor ki: “Şu
var olan varlığın, bu geniş mezâhirin[17],
hesaba, hisaba girmeyen, bu intizâm-ı hilkatin Rabbi Ben değil miyim? Mürebbi Benim.”
Diyor.
Hangi terbiye kitabı ki, Mürebbi-i Azam’ın kurduğu düstura
uymaz, beşeriyete nâfi olmaz.
Beşerin yaptığı, diğer beşerin eliyle yıkılır. Anlatamadık mı? Beşerin yaptığı,
diğer beşerin eliyle yıkılır. “Ben değil
miyim!” diyor. “Bu kâinat Benim
muhabbetimle dâim, Benimle kâim değil midir?
Ve nihayet Benden başka gidilecek yer var mı?” Biz buna بَلَىٰ
demişiz.
بَلَىٰ nın mânâsı ne?[18] O sualin cevabı. Şimdi burada kavâid[19] okutacak
değiliz. Bunun incelikleri var, ama ben size şöyle mealini anlatayım geçsin
gitsin. Şöyle: “Evet Ya Rabbi, biz
hilkatte ahsen-i takvime, en güzel bir tecelliye mazhar olarak yaratıldık.
Sende bizim Rabbimizsin. Her zerrede Senin varlığını müşahede ediyoruz.”
İşte iş buradan başlıyor. Biliyor musun bak. Beşer
varlığın içerisinde mevcûdâtta Hakk’ı göremediğinden dolayı birbirini yiyor.
Bunu anlatabilmeklik içün koca Adam da bir cümlenin içerisine: “Elestü hitabında ben belâ dedim.”
diyor. Şimdi buradaki “belâ” ile örfün kullanmış olduğu bir “tehlike bela”sı
vardır. Arif olan insanlar da diyor ki: “Sen vaktiyle belâ dedin bu belayı
çek.” Bu da bir incelik, bir nükte, anlatamadım mı acaba? Sen vaktiyle belâ
dedin ya, şimdi… Bu belâ başka ama. Şey yapıyor orada… Biz bu yüzümüzü Senden
başkasına çevirmeyiz. Bak aşağıda ne kadar güzel söylemiş:
Koyma beni anâsır[20]
hilâfında. Bu
torbanın içerisinde beni bırakırsan, olur ki bu torba beni sürükler. “Koyma
beni” diyor.
Cânım Cemâline müpteladayım. Anlatabildik mi acaba?
Hakk’ı müşahede etmiş, Hakk’a müptela olmuş, binaenaleyh “Ben dönmem” diyor.
Biz de öyle söz vermişiz: Senden başkasına yüzümüzü
çevirmeyeceğiz. Senden başka hiçbir yere boyun kesmeyeceğiz. Bu kâinatın Seninle
kâim, Senin muhabbetinle dâim olduğunu idrak ettiğimizden dolayı Allah’sız
hiçbir zerre yok diyerekten inanmışız. Ee bundan ne çıkar? Ben sende Hakk’ı
görürsem, sen de bende Hakk’ı görürsen, biz birbirimize fenalık yapabilir
miyiz? Bir şey anlatabildim mi? Ağızla değil ama bunu hâlen. Evet, bu
hilkatte bizatihi kimsenin vücûdu yok. Bu varlık bir Hakk’ın tecellisi, ben bu
varlıkta Hakk’ı görürsem, sende bende Hakk’ı görürsen, ıhh yapabilir miyiz?
Mesela bunu şeyler gayet güzel anlamışlar. Hepsi anlamışdır
ya. Evliyaullah-ı İzam Hazeratı. Anlamayanlar şey ederler, dedikodu ederler.
Efendim, der: “İnsana mı tapıyorlar, ne
yapıyorlar?” Yok canım. İnsana filan taptıkları yok. Keşke insana tapsalar,
sen nefsine tapıyorsun ya! O Hazreti İnsanı bulsun da tapsın. Nerede bulacak?
Mesela, işte temsili günlerini yapıyorlar. Gidin görün,
senede bir defa yapılıyor, işte o. Mevlana’nın günü diyorlar, orada. Onların
hepsinde bir mânâ vardır. Mesela geliyor birisi, karşı karşıya geldiği vakitte,
böyle eğiliyor. O bizim bir dünyaca büyük tanıdığımız bir adamın karşısında,
masasına rütbesine eğildiğimiz gibi değil o. O, onun zatına eğiliyor. O bizim
öbürküsü, zaten o eğilmelerin arasında fark olur, belli olur o. Anlatabildim mi
acaba? Belli olur o.
Onun rükûa doğru böyle eğilmesi onun sıfatına değildir.
“Sende Hak var, ona eğiliyorum.” demektir.
O da ona eğiliyor. “Hak bende değil sendedir.”
Benlikten kurtuldu, şimdi o eğilirken, ben Hakk’ım diye eğilmiyor. “Hak bende değil sendedir.” O da: “Hayır
Hak bende değil sendedir.” Bir şey anlatamadım mı? E o ne olur o vakit? Sen
o inceliği düşün, o terbiyeyi düşün. Onu böyle şekille kalmış, sonra bozulmuş, âdet
haline girmiş merasim. Öyle değil de, bunu
bir samimi ve ihlas neticesi olaraktan bir meydan terbiyesi almış, bir mânâyı
görmüş, hilkatteki gayeyi duymuş olan bir vaziyette bunu bir düşün.
Ne muazzam o Mevlana. O, o kadar tekâmül ediyor, ediyor da
sonra insan, Kudret ona tasarruf hakkı veriyor. Yaa. Şimdi biz maddede tasarruf
yapıyoruz. Beşeriyet bugün Hakk’ın ism-i zahirine mazhar olduğundan dolayı,
semavata çıkıyor, yeryüzünde geziyor filan, hepsi onlar Allah’ın kudreti. Onları
yaptırttırıyor. Bunlar oyuncaktır. Bir de bunun iç yüzündeki bir tasarrufu
vardır. Anlatabildim mi acaba? Maşuk-u Hakiki ile baş başa bulunmak. Öbürkü
oyuncak şeklidir o. Kafesi yapıp içinde kuşu bulamamaya benzer. Öyle hâller olur
ki, zaman içinde zaman, mekân içinde mekân yaparlar.
Bugün ki konuşmamız: Hiçbir zerre Hak’tan münezzeh
değildir, Hak her zerreden münezzeh. Fakat hilkatte ne görürsek muhakkak
Hakk’ın bir isminin, bir sıfatının mazharıdır. Eğer Hakk’a gönül vermiş
olursak, onu layıkıyla tanıyacak olursak ve bu gaye üzerinde birleşerek, merhameti,
hürmeti muhabbeti yerine getirecek olursak, derhal kâinatta işin şekli değişir.
Yine dedemiz dünyanın efendisi olduğu gibi o satvet[21]
bize tekrar iade edilir. Çünkü bütün kâinat insanın elindedir.
Bir vakit hakiki insan bizim dedemizdi. Bizim elimize
vermişti Allah. Biz, dünyanın her tarafında manevi zehirli gaz sıkıldı, O
zehirli gazdan isabet etmeyen bir vücut kalmadı. Ama kimi yüzde beş aldı, kimi
yüzde on aldı, kimi yüzde yüz aldı, mahvoldu gitti. Bizdeki serpintidir
inşallah silinir gider. El verir ki gönüllerimiz birleşsin, kalplerimiz
birleşsin. Ve birleşmek için şekiller bulmak lazım. Kalp birleşmesi. Fazileti
menfaate tercih edebilmeklik çaresi. Söylemesi kolaydır, tatbikatı da ağırdır.
Tat duymadan olmaz. Yabancı görmeyeceksin.
Biz dedemizi beğenmedik,
hâlâ da beğenmiyoruz. Doğru değil. Geçen konuşmamda dediğim gibi; “Dedem
ne yapmış!” diyemezsin, oturduğu evde oturuyoruz, aldığı evde oturuyoruz değil mi?
Beşerin kuvvet-i aslisi Allah’ın nurudur. İşte en son söyleyeceğim
cümle bu. Beşerin kuvvet-i aslisi Hudâ’nın nurudur kardeşim. O zahirde görmüş
olduğun kuvvetin hepsi geçer gider. Beşerin kuvvet-i aslisi Allah’ın
nurudur, kuvvet-i hayvanî lezzet-i ruhaniden insanı mahrum eder. Lezzet-i ruhanî
tadılmadıkça da insanlarda katiyen huzur olmaz.
Dersi bitiriyorum. Bir daha söyleyeyim: Beşerin kuvvet-i
aslisi Hudâ’nın nurudur, kuvvet-i hayvani zevk-i ruhaniye manidir. Hayvani kuvvete
ihtiyacımız var. Vücûd-u hayvanimiz var ama bu vücûd-u hayvanî. Nasıl bu
bedenin havaya, suya, gıdaya ihtiyacı varsa, mânâmızın da Allah’a ihtiyacı var.
İşte kestirmesi bu!
Bu ten havasız yaşar mı? Yaşamaz. Gıdasız yaşar mı?
Yaşamaz. Susuz yaşar mı? Yaşamaz. Mânân da Hakk’sız yaşamaz. Kuvvet oradan
gelmediği müddetçe yıkılırsın. Onun içün beşer birbirini yiyor. Hak ve
hakikati sevmeyenlerin gıdası maddenin dumanıdır. Dumandadır o. Bir şey
alamaz. Bu sefer aslını bırakır, başkasını beğenmeye kalkar.
Gönül Mecnûn değilsin hüsn-i Leylâ’yı beğenmezsin
Gülü tasvir-i ağyâra nedendir
meylin ey bülbül?
Bu gülşende biten verd-i
mutarrayı beğenmezsin.
Güzeldir Avrupa tahsîlin ammâ Türk idin n’oldun
Gelirsin ecnebi bir kızla Fatıma’yı
beğenmezsin. [iii]
Beğen beğen, kendini beğen. Kendini beğen de Allah da seni beğensin. O beğendikten sonra her şey hâllolur. Kendini, kendimizi beğenelim. Mânâmızı…
Bugünkü
konuşma bu kadar, epey vakit oldu.
[1] Alâik/Alâyık: Alâkalar, ilgiler, bağlar. Tasavvuf. İnsanı meşgul eden, Hakk’a erişmekten alıkoyan ilişkiler, bağlar.
[2]Kevn/Kevniyye: Varlık, vücut, mevcûdiyet. Olma, vukū
bulma, ortaya çıkma, hudus etme.
[3]Alâik-i kevniye: Varlıkla alakalı, oluşla alakalı.
[4] Mebde: Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak. Kök. Temel. Esas.
[5] Mâfevk: Üstünü. Üstün olanı. Bir şeyin üstü,
üst tarafı. Baş.
[6] Mâdûn: Aşağı. Alt. Alt
derece.
[7] İrtikâb: Bir işe girişmek. Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. Bir makamı âlet
ederek, hakkı olmayan para
veya malı hile ile
almak.
[8] Emrâz-ı manevi: Manevi hastalıklar.
[9] Maâd: (Meâd) (Avdet. den) Âhiret.
Dönülüp gidilecek yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
[10] Hadis-i Şerif: (Kenzu’l-Ummal, IV, 430,Hadis No:
11260 )
[11] Hadis-i Şerif: Gazâlî, IV, 494
[12] Makhûr: (Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş.
[13] Muvâzene(t): Ölçmek. Denk olup olmadığını
bilmek için tartmak, ölçmek.
Düşünmek. İki şeyin vezince
birbirine denk olması. Uygunluk.
[14] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek.
[15] Bağban: Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
[16] A’raf Suresi 172’nci Ayet-i Kerime وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي
آدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰ أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُوا بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَا
ۛ أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَافِلِينَ
Meali: Bir de Rabbin, Âdemoğullarından,
bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit
tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği
vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet
günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).
[17]Mezâhir/Mazâhir: (Ar. maẓhar “zuhur yeri”nin çoğul şekli meẓāhir). Mazharlar. Ortaya çıkmış,
zuhur etmiş şeyler,
varlıklar, mevcûdat.
[18] Belâ: Çoğunlukla; İmtihan, keder, sıkıntı, dert gibi anlamlarda kullanılan “Belâ” kelimesinin
bir diğer anlamı da: Tasdik etmek onaylamak için kullanılan
“Belî, evet, elbette kesinlikle kabul ediyorum.”dur.
[19] Kavâid: (Kaide) Kaideler. Kurallar.
Dil bilgisi kuralları ve bu
kurallara âit kitap, gramer kitabı.
[20] Anâsır: (Unsur) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel
esaslar. Elementler.
[21] Satvet: Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. Zorluluk.
[i] Aşık Dertli Divanından
Nefes Ervâh-ı ezelde, evvelki safta
Elestü hitâbında, belâ
dedim
Koyma beni anâsırda,
hilâfta
Cânım cemâline müptelâ
dedim
Rûhlar aşk meyinden oldu mestâne
Kimi küfre daldı, kimi
îmâna
Saf be saf olarak durduk
dîvâna
Münkirler lâ dedi, ben
illâ dedim
Ne çâre kün emri zuhûra geldi
Eşyâ ve mahlûkât hep
zâhir oldu
Her ervâh kendini bir
yolda buldu
Îmân u ikrârı ben sana
dedim
Dertli çok hikmetten irşâd olmadı
Sensiz mahşer yeri güşâd
olmadı
Çok nebîye vardım, imdâd
olmadı
Şefâat kânısın Mustafâ
dedim
[ii] Leyla vu Mecnun… (122’den 136’ya kadar olan beyitler) Fuzuli
Ger kâf ile nûndan oldı âlem
Âyâ neden oldı kâf ü nûn
hem
Bî-hûde değül bu kâr-hâne
Bî-fâide gerdiş-i zemâne
Hâşâ ki bu turfe nakş-ı garrâ
Nakkâşından ola müberrâ
Hâşâ ki bu bârgâh-ı âli
Bir dem eyesinden ola
hâlî
Fikr eyle vü gör nedür bu üslûb
Ne sâni‘edür bu sun‘
mensûb
Her zerre-i zâhirün zuhûrı
Bir özgeye bağludur
zarûrî
Ger gâyete eylesen teemmül
Zâhir olur anda mazhar-ı
kül
Versen özüne fenâ-yı mutlak
İsbât olur ol fenâ ile
Hak
Ger var ise ma‘rifet mezâkı
Fânî sana bes delîl-i
bâkî
Hakkâ ki hemîn vücûd birdür
Bir zâta vücûd
münhasırdur
Aksidür anun vücûd-i ağyâr
Ma‘nîde yoh i‘tibâr ile
var
Var olanı halk yoh sanurlar
Yoh varlığına aldanurlar
Yohdur bu vücûdun
i‘tibârı
Hak âyînedür cihân
gubârı
Ey akl edeb riâyet eyle
Bu bilmek ile kifâyet eyle
Tahkîk-i sıfâta kâni‘ olgıl
Endîşe-i zâta mâni‘
olgıl
[iii] BEĞENMEZSİN…. Ahmet Remzi Dede.
Gönül Mecnun değilsin hüsn-i Leylâ’yı beğenmezsin
Kime dil-dâdesin
mahbûb-i zîbâyı beğenmezsin
Şaşırmışsın meramın Türkçe anlatmakda yazmakda
Acep hayretteyim elfâzı
imlâyı beğenmezsin
N’olur bir kere de âsâr-ı eslâfı tetebbu’ et
Nasıl Türk olsun ecdâdı
âbâyı beğenmezsin
Şerî’attan tarikattan haberdâr olmak istersin
Diyânetten kaçarsın
şer’i fetvâyı beğenmezsin
Dilersin aşinâ-yı fenn-i târîh olmayı ammâ
Arapça söylemiş dersin
Na’imâ’yı beğenmezsin
Şifa bilmiş etıbbâ-yı ecânib işte Kânun’ı
Fakat Türkçe değildir
İbni Sinâ’yı beğenmezsin
Kitâb-ı Mesnevî’den iktibâs-ı feyz eder âlem
Acemce bir eser dersin
de Mollâ’yı beğenmezsin
Akar ağzın suyu na’tini görsen Fuzûlî’nin
Sana bîgânedir vezniyle
ma’nâyı beğenmezsin
Güzeldir Avrupa tahsîlin ammâ Türk idin n’oldun
Gelirsin ecnebi bir
kızla Fatma’yı beğenmezsin
Layiksin anladık, lâkin sana mescitt yer yok mu
Hele havrâya girmezsin,
kilisâyı beğenmezsin
Yeter ey hâme Remzî bi-muhâbâ lâf-ı bî-ma’nâ
Ki sen de yazdığın
eş’ârı inşâyı beğenmezsin.
Oturan efendilerin ortasındaki zat, Ahmet Remzi Dede.
1 yorum:
Kendi kusurlarını, ayıplarını bir bir görmeye başladı mı o adam ilimde yükseliyor demektir. Anlatabildim mi acaba? Kendi kusurlarını ve kendi ayıplarını, artık tahlil ediyor, görüyor. Görmeye başladı, o adam ilmen yükseliyor. Yoksa kendi kusurunu, kendi ayıbını görmeksizin, insanlara karşı bööyle gerilerek bakmaklıkta bir ilim nispeti yoktur. Ahlak mefhûmunda yok.
Yorum Gönder