069 (02.11.1959) 62 dk.(306)
Mevzû, başlıca iki esasa
ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye
etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da memba-ı
kalp. Gerek akıl, vazife, aşk, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait olan
birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile
meşguldür. Ve tarifi güç olan kısımda anlatılması zor olan yerde insan.
Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk.
İnsan asûde kaldığı zaman, yani
dünya denilen bu mezâhirden bir an kendisini alıkoyup, içinde sessiz sözsüz,
bizsiz sizsiz konuşan bir mânâsı vardır. Mesela, şimdi siz dinlerken o boyuna
konuşuyor. Bir varlığı var. Onunla asûde bir an bulunduğu vakit, kendi
kendisine birkaç sual sorar. “Ben
kimim?” der. “Gelmede gitmede ihtiyârım yok, nereden geldim,
nereye gidiyorum?” Bu
sualleri sormaya başladığı vakit, kendisinde bir dert de başlar. O vakit,
vicdan-ı enfüsisinden, mânâ-i kibriyasından bir cevap alır. Cevabında: “Gelmede gitmede senin ihtiyârın yok.” denir. Beşer, o vakit
hilkatindeki gayeyi duymaya başlar.
Bunu her konuşmada tekrar
ediyorum. Ve bugün bunu her fert bildiği dakikadan itibaren, beşer huzura
kavuşur. Bilinceye kadar da yanacaktır. Yanıyor bak bütün insanlık. Ah sesi semâvâtı
tutmuştur.
İlmi yükseldi, fenni yükseldi,
felsefesi yükseldi. Parası çok. Para da çok. O lisan alışmış da: “Efendim şöyle sıkıntı var, böyle sıkıntı var.” Hiç sıkıntı yok, hiç aç yok. Yamalı pantolonlu
adam bile yok. Nerede parası yok? Çok. Hepsi var. Fakat burada huzur yok.
Anlatamıyor muyum acaba? Gönül âleminde, burada huzur yok. Buna kavuşamıyor.
(Konuşmaları takip edenler, bunu
her hafta burasını dinlerler. Burası yayılacak.)
Binlerce iktisatçı toplanıyor,
dünyada. Efendim işte diplomatlar birleşiyor. Konuşmalar, gelmeler gitmeler,
beşerin “ahh” sesine faydası yoktur. Yaratılışındaki gaye bulunmadan, rahata
insanlar kavuşamaz. Zaten ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Kaç
yaşındasın? Otuz. Koy ortaya bir şey yok. Kaç yaşındasın? Elli. Koy bakalım
ortaya bir şey, yine yok. Onu on misli yükselt, yine yok. Az bir zaman içinde
mühim bir şey alınacak.
Birbirini yiyor insanlık âlemi.
Canavarlar utanacak kadar! Sen benden emin değilsin, ben senden emin değilim.
Öyle değil mi? Baba evladından… Seni beni bırak, baba evladından emin değil,
evladı babasından emin değil. Öyle bir, korkunç bir hâl. E değer mi sonra bu? “Bugün iyi olur, yarın iyi olur”la
vakit geçirmek doğru bir şey değildir ki. “Efendim,
bugün iyi değildir, yarın iyi.” Bırak yarını. Bugünün peşin saadetini,
yarının gelecek veresiye gamına sarf etme. Her günün kendine göre hâli
vardır. Uzun bir zamana bağlı değil ki bu işler.
Bizi buraya getirirken sordular
mı? “Beyefendi, bir sahne-i şuhûd
var, teşrif eder misiniz?”
diyerekten. İçinizde var mı bir kimseye: “Dünya denilen bir âlem vardır, teşrif eder misiniz?” diye sormadılar, giderken de sormuyorlar. O hâlde niçün
birbirimizi yiyoruz? Bir insanın ki gelişinde gidişinde ihtiyârı yoktur, neden
âlemin ahını almakla ömrünü tüketir bitirir gider?
Sayılı nefes. Allah’ın bize
vermiş olduğu en büyük sermaye sayılı nefestir, onu da ariyet vermiştir. “Hesabını sorarım ve alırım!” der. Hani hayat yok
mu hayat, sermayeyi nefistir, şey sayılı nefestir. Bu da insana Allah
tarafından verilmiş, ariyet sermayedir. “Onu Ben, sana kullan diye verdim.” der. “Bakalım neticede hesabını da Bana verirsin.”
Bazı insan der ki: “Efendim, beni böyle fena yerde, şöyle yerde, böyle
yerde, benim hiç ihtiyârım yok.” Öyle değil. Mânâya ait olan kısım oldu mu
veresiye. Niçün dükkânını açıyorsun?
Mâdâmı ki öyle? “Nasıl verecekse o
olur.” diye demiyorsun
orada? Evet, o doğrudur o! Allah, ne demişse o olur. Nasıl verirse öyledir, amma
bize bir cüz-i ihtiyâr vermiştir, bir meyil vermiştir. Biz bunu, ebediyete
taalluk eden kısmında hiç şey etmeyiz. Sözümüzle hâlimiz bir olmaz. Allah, ne
vermişse o olacak diyerekten dükkânımızı kapalı tutmuyoruz. İşimize gitmemezlik
yapmıyoruz, sanatımızı işlememezlik yapmıyoruz. Yapıyoruz. Mânâya taalluk eden işte
neden öyle değil? Anlatamıyor muyum bir şey acaba?
Bir vakit ağaç, çıra yakar
etrafımızı aydınlatırdık, bulunduğumuz odayı, yeri, her neyse. Biraz daha
tekâmül ettik, yağ yaktık fitilli, onunla ışığımızı yaktık. Mum, petrol, hava
gazı, nihayet elektrik. Bu da daha basittir, bundan sonra daha neler ihtirâ edilecek
neler? O da çıra odunun verdiği alev gibi kalacak bir gün gelecek. Güzel, şu
dört duvarı bununla aydınlattık ama içimizde bir saray var, muazzam bir odası
var, o kalbimizde hangi fener yanıyor? Oradaki ışık nedir? Ne vakit uyanacak?
Lisan kuru dava ile vaktini
geçirirse, göz itibarsız bakışla ihtiyarlayıp kör olursa, kulak insanlığa nâfi olan
sözü işitmeyip dedikodu ile vaktini geçirecek olursa, o gönül hiçbir ışıkla
aydınlanmaz. Öyle gelir gider. Öyle gelir gider! Sonra son nefese
bağlıdır, bir karar çıkacak. Değil mi?
Sizin hepinizi inanmış zannı ile
konuşuyorum, mevzû oraya aittir. İçinizde maddenin kesâfetinde boğulmuş, kitabı
paranın üzerindeki yazı olaraktan kabul etmiş. “Ben, bir kör tesadüfün neticesi gelmişim!” diyerekten itikâd etmiş, ona
ait değildir bu konuşmalar. Ben, sizi inanmış ve Hakk’a gönül vermiş, yapamasa
da yapmak isteyen insanlar diye, o şekilde mevzûu konuşuyorum. Öbür türlü, öbür
türlü konuşmanın şeklini de biliriz, o başka. İnanmış, gönül vermiş “Ben yarın bir huzura çıkacağım.” zevkiyle,
kalbinde bir heyecan var, öyle bir varlık var karşımda diye konuşuyorum.
Biraz evveli dedim ki: İki
türlü ahlak var; biri vazifeden doğan ahlak, biri de aşktan doğan ahlak. Oradaki
aşk dedik, romanda okunan aşk değil. Kendi aslını, rabbisini, mebdeini, maâdını,
bulmaklık heyecanına, ahlakta aşk derler. Anlatabildim mi acaba?
Bir daha tarif edeyim, bakıyor: Kendimi
kendim yapmadım, diyor. Kendisini yapan her şeyi yapar. Muhitim benden
aciz, diyor. Ben ise varım, diyor. Yirmi beş yaşındayım, diyor.
Yirmi altı sene evvel hüviyetimi bilen yoktu, diyor. Yirmi beş seneden beri ben bu sahne-i şuhûdda,
bu varlık âleminde bilinmeye başladım fakat yirmi altı sene evveli benim ne
ismim vardı, ne resmim vardı, ne cismim vardı, suret itibariyle.
Mana itibariyle Allah vardı, sen
vardın ya. O’nun ilmindeydin fakat şimdi maddenin kesâfetinde bulunan sahada
konuşuyoruz. Var mıydı yirmi beş yaşındaki bir adamın yirmi altı sene evveli
dünya hüviyeti arasında bir yerde kaydı var mı? Kendi kendinden haberi var mı?
Muhiti bilir mi? İsmi, resmi, cismi, vesmi[1],
hiçbir şeyim yok idi. Binaenaleyh şimdi bir varlık orta yerinde duruyorum.
Konuşuyorum, konuştuğum hâlde, konuşmanın ne olduğunu da bilemiyorum.
Kim bilir içinizde, konuşmanın ne
olduğunu? Haddine mi düşmüş? İşitir de işitmenin ne olduğunu tarif eden var
mıdır? Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet nedir? Çıkar göz denilen
şeyi, nihayet bir dirhem yağ parçasından ibarettir. Nur-u rüyet bunun neresine
taalluk eder. Görmek nedir? Bana gözü anlatma, fiil-i görmeyi anlat.
Biraz evveli ses makinasını
dinlediniz, hürmetle karşısında insan eğilir. Radyoyu yapanın karşısında
eğilirsin de kulağını yapanın karşısında niye eğilmezsin? Kulağını yapmasaydı
ne yapacaktın radyoyu? Radyoyu yapanın karşısında eğilirsin, ya kulağını
yapanın karşısında niçün eğilmezsin?
Konuşuyorum da “konuşmanın” ne
olduğunu bilmiyorum. Bilen düşünür, düşünen konuşur. Konuşturan da bir gün
kendisiyle konuşur. Anlatabildim mi acaba?
Bilen düşünür, düşünen konuşur. Konuşturan
da bir gün konuşanla konuşur. Bu zevk başlayıp aslına doğru bir muhabbet
başlarsa onun adına aşk diyorlar. Bu aşktan doğan ahlak, insanda benlik
bırakmaz. Bugün beşeriyetin inlemesindeki en büyük âmil, benliktir. “Benim”
der. Yok, benim değil. Ne benim, ne senin, hep O’nun.
Ne bendendir ne sendendir ne çârh-i kinever[2]dedir.
Benim çektiğim hep neşe-i câm-u kaderdendir.[i]
Hilafından hazer eyle Rızâ-i Bâri-i gözle.
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel safâ eyle.[ii]
Benim, senin, onun, nihayet kibr-i
nuhvet[3]
başlıyor, beşer de inlemeye başlıyor. Ne fenni para ediyor, ne aklı para
ediyor, ne ilmi para ediyor insanlığı kurtarmaklık içün. Havas ile avamın muvâzenesi[4]
yapılamıyor. Terbiye tezgâhları çok muazzam işliyor, inzibat teşkilatı olanca
kuvvesi ile beraber çalışıyor, fakat hepsi sahanın açığında kalıyor, iç yüzüne giremiyor
ki. İç yüzüne giremiyor. İnsanlıkta felah meydana gelmiyor.
Allah'ın beşere en büyük
ihsanı, muhabbettir. “Ben kâinatı muhabbet-i zâtiyemle yarattım.”
der, Allah. “Bütün hilkati, bütün varlığı, zât-i muhabbetimin tecellisi ile meydana
getirdim ve varlık içerisinde de en büyük sermaye olarak muhabbeti koydum.”
der. İnsanlığa konulan bu muhabbet, Allah tarafından kaldırıldı.
لا تزال هذه الأمة تحت يد الله ما لم
يمالئ قراؤها أمراءها، وما لم يزك صلحاؤها فجارها، وما لم يهن خيارها أشرارها،
فإذا هم فعلوا ذلك رفع الله يده عنهم، [5]
Hazreti Muhammed,
ne demişse o olur. Şu söylediğim şeyin mealini ararsanız, söz Hazreti Muhammed’in,
aleyhisselat-ı ves-selam’ın. “Beşer hilkatindeki gayeyi unutur da hayat-ı
ebedisini, baht-ı sermedisini adi nefsinin arzusuna satmaya başlarsa evvela
ilim adamları bozulur.” diyor.
İlim adamı
bozulur, ne büyük felakettir! Cahilin bozulmasında Allah, pek o kadar uzun
boylu durmaz, fakat ilim adamı bozuldu mu üzerinde durur. Çünkü o, onun ef’âli,
halk tabakasına hüccettir. Bir şey anlatamıyor muyum? Onun ef’âli,
halk tabakası üzerinde hüccet. Filan
böyle der, ayağı kayar gider. Yalnız kendisini değil, kâinatı yakar. İlk
önce o bozulur diyor işte. Bozulur da ne olur? “Zalemeye uşak olur!” diyor. Hâlbuki
ben insana kendi emanetimi verdim. Seciye-i insanisini hiçbir vakit, hiçbir şey
mukâbilinde vermez.
Azizim bir
adamın zorla malını alırlar, zorla rütbesini alırlar, zorla kasasını alırlar,
zorla masasını alırlar, fakat hiçbir vakit zorla vicdanını alamazlar. Hiçbir
vakit zorla faziletini alamazlar. Anlatabiliyor muyum acaba? Hiçbir
vakit zorla mânâsından soyamazlar. Yarın ikinci hayatta bir sual
karşısında; “Efendim, mecbur oldum!”
dediği vakitte Hudâ, bir daha tepeler. “Malını
alabilirlerdi, kasanı alabilirlerdi, masanı alabilirlerdi, fakat gönül âleminde
Benim kurduğum muhabbetimin tahtını alamazlardı.” Alamazlar, o alınmaz.
(Konuşan var,
konuşmasa ne olur! Biliyorsan içinde kalsın. Hep bu bizim konuşmalar da olur
böyle şeyler. Acayip. Mevzûu kaybederim ben, günah!)
Havas ile avam
muvâzenesi olmuyor. İnsanlar bunun farkında değil. Hep huzuru başka yerde
araştırıyorlar. “Para olursa,
şöyle olursa…” Hayır! Bir defa beşerin eline Kudret tarafından verilen
sermaye nasıl olmuş, kaybetmiş? Onu aramak lazım. Neydi o sermaye? İşte
muhabbet. İnsanlık birbirini sevmiyor. Kestirmesi bu. Fazilet menfaate hangi an
tercih edilir, o dakika Allah kaldırır. Sen, seni kaldıramazsın.
Bütün işi
yapan Allah’tır. Fakat senin istîdâdını görecek. Sen birbirini sevdiğin
gün, sabahleyin başka türlü görürsün kâinatı. Yaa, başka türlü. Senin elinde
değil o, yalnız sende görsün. Çocuk bocalar böyle “ah, ıh” filan derken bir gün
birdenbire “baba” dedirttirir. Bu istîdâdında
artık onu demek istiyor, der Allah. Sen onu hangi gün dediğinin de farkında
değilsin değil mi? İlk konuşmanın, nasıl konuştuğunun farkında mısın?
Niye
geriliyorsun öyle, semayı deler gibi? Niye yeri ezer gibi basıyorsun? Nasıl ilk
konuştuğun günün, nasıl konuştuğunun farkında değilsen, son nefesi verdiğin
dakikada da konuştuğunun farkında olmazsın. Onun Kudret bidâyette dersini
kaçırmıştır hep. Ve hiçbir zaman şey etmesin diyerekten, acz ile meydana gelmişizdir.
Hepimiz öyle. İlk doğduğun gün yanında insanlar olmasa herhangi bir mahlûk seni
parçalar yerdi. Sineğini kovalayabilir miydin? Yine sineğini kovalamayacağın bir
ana getirir. “Gel bakalım!” der. İlk
doğduğun an, sinek geldiği vakitte şöyle atabilir misin? Yok! Yine sineğini
kovamayacağın bir surete sokar, “Gel
bakalım!” der.
Demek oluyor
ki, ahlakın kurmuş olduğu düsturlar... Ahlak der ki: İnsanlık âleminde huzur
olabilmesi içün, havas ile avam arasında muvâzene yapmak şarttır. Bu
yapılmadıkça, bütün dünya iktisatçıları, bütün dünya diplomatları toplansa yine
beşere fayda yoktur, der. Ve yok! Havas ile avamın muvâzenesi yapılacak.
Bugün havas, yani yüksek tabaka, “Ben
yaşayayım sen ne olursan ol!”
der. Öbürkü de: “Fırsat geçse ben
seni boğarım!” der.
Beşerin iki
süfli nazariyesi vardır, madeni vardır. Ne diyeyim bilmem ki, kelimesini bulamıyorum.
Biri: “Sen çalış ben yiyeyim!” İkincisi: “Ben yaşayayım sen ne olursan ol!”
İşte bu! Bunun için inliyor insanlık âlemi. Sonra bu ufak tabakaya geçiyor.
Aile teşkilatına giriyor. Bakıyorsun ki; bugün evlenmiş, on beş gün sonra
boşanma davası. Bir sene geçinmiş, “Ooo,
onlar ne bahtiyar insanlarmış, bir sene geçinmişler.” O hâle kadar geldi.
Deden elli sene, yetmiş sene, seksen sene iki vücutta bir ruh olarak yaşarlardı.
Onun içün tarihin efendisiydiler. Anlatabiliyor muyum?
Şimdi on
nüfuslu bir aile, onunun da kafası ayrı işler. Ve birleşmez. Meğer bir eğlence
olsun da birleşsin. Bir eğlence olursa belki o dakikada bir masa başında
birleşme var. Eğlence filan yok, huzur âleminde değil mi, biri bir tarafa
çekilmiştir, biri bir tarafa çekilmiştir, biri bir tarafa çekilmiştir. O onun
dediğini kabul etmez, o onun dediğini kabul etmez.
Nasıl teâli
terakki edeceğiz? Gönül birleşmeyince olur mu? Vermez ki Allah. Allah
vermez, âdeti değil. Muhabbetsiz yere Allah zevk vermez, feyz vermez, huzur
vermez. Havas tabakada merhamet, avamda o merhamete karşı hürmet, ikisi
evlenecek muhabbet doğacak. Anlatabildim mi? İkisi evlenecek muhabbet
doğacak. Muhabbet doğduğu vakitte; Allah’ın zâti tecellisinin bir ihsanıdır,
bir keremidir, derhal Cenab-ı Hak işe vaziyet eder.
Sen zanneder
misin ki işleri insanlar yapar? Hayır! Yaptırır insanlara O. Bu Hindistan
cevizi kadar mahfazanın içerisindeki cevher-i akıl, babamın memleketinden
gelmedi. Konuşurken unuttum dersin, biraz sonra hatırlarsın, nereye gitti,
hangi nereden gelecek? Sonra o kadar da ders kaçırmıştır Allah. “Ay dur unuttum, biraz sonra gelirse söylerim.” Nereden gelecek bu? Nereye
gitti? “Efendim dimağın…” Sayfa numarasını göster!
Veren de O’dur,
alan da O’dur. Muhabbeti görünce verir, bol bol verir.
Dedemiz aşktan
doğan ahlaka saliktiler, tarihte efendiydiler. Çünkü aşktan doğan ahlakta zaman
yok, mekân yok, içinde kendisi yok. Ama bizi vazifeden doğan ahlakı tenkit
ediyor mânâsına anlamayın. Bugün hepsine biz baş üzerine deriz. Daha üstün
ahlak, aşktan doğan ahlak. Daha üstün.
Kaç defa misal
getirmişimdir mesela, en canlı misali, bizim Mehmetçiktir. Frenk askeri sekiz
saat harp yapar, saati dolduktan sonra durur. “Ben vazifemi yaptım.” der. “Yetiştir
arkadan kuvveti, yapsın. Benim
vazifem bitmiştir!” der.
Vazifeden doğan ahlakla aşktan doğan ahlaka en kuvvetli misaldir bu. Sekiz saat yapar, ondan sonra durur. “Aman, ben vazifemi yaptım, arkadan kuvveti
yetiştir.” Mehmetçik sekiz saat yapar, kırk sekiz saat yapar, ekmek
vermezsin “Allah” der doyar, ayakkabısını
yetiştirmezsin nasırından çarık yapar, “Arkamdan vurulursam imansız giderim.”
der. Bunda saat, çünkü aşkta saat, zaman, mekân yoktur ki. Adam saati bilsin,
zamanı bilsin, hiiç!
Sonra bazı
insanlar onun “Allah” demesini çok görürler. Bir tuhaf bir şey. Bedava bir
sermaye, niye elinden almak istersin? Sen inanma fakat inanandan niye almak
istersin? Değil mi? Sana kimse bir şey demez. Seninle sahibinin arasında. Zaten
Allah da öyle demiştir. Rasulü Ekrem çok şeydir de, haristir, insanlığı yetiştirmeklik
içün çok üzülür.
[6]
بَلِّغْ
مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ Yahu niye üzülürsün?
[7] وَمَٓا
اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍ
Ben,
seni vekil-i umumi tayin etmedim, göster güzel böyle bir şey var de geç.
Üzerinde durursun, diyor.
Durur. “Ben sebeb-i hilkat-i
âlemi âdem olduğum içün kimsenin yandığını istemem!” der. … ister. Sen inanma
fakat inanandan niye çalmak istersin?
O iman, öyle anne
yetiştirmiştir ki, hiçbir milletin tarihinde yoktur, oğlunu meydan-ı gazaya
gönderirken: “Bu göğüslerim haram
olsun eğer şehadet vaktinde kaçarsan!” diye. Hiçbir tarihte göremezsin.
Yalnız senin tarihinde var. Bire on döğüşmüş, nâzım-ı dünya olmuş, o mânâ kuvveti
ile olmuş. Ne diye alırsın onu elinden? Almaya kalkarsın. Sonra parayla değil,
zahmet de değil. “Var” derse maddesinden kaç parası eksilir? Kilosundan ne kadarı
eksilir? “Yok” derse ne kadarı artar, ne kadarı ziyadeleşir? Böyle ahmakça hâl
olur mu? Var, dedi tasdik etti, bin lirası var, dokuz yüze mi iner? Seksen kilo
gelirken yetmiş beşe mi iner? Yok, dedi, bin lirası bin on lira mı olur? Seksen
kilosu seksen beş kilo mu olur?
İlim tasdik-i muciptir, cehil
de inkâr-ı muciptir. İlme intisap eden kimse muhakkak “var” demekle
mükelleftir. Ama
zevki olur olmaz o başka. Zevki veren Allah’tır. Allah’ı bilmekle, Allah’ın
varlığını bilmek arasında çok fark vardır. Anlatamadım burasını. Allah’ı
bilmek başkadır, Allah’ın varlığını bilmek başkadır. Bakar mevcûdâta, sahipsiz
olmaz Allah var, der. …. İntikal tarikiyle, Allah. Yook! O kendisiyle bilinir.
Neyse bu mevzû da gene uzun bir mevzû.
E, vazifeyi tarif edelim. Çok tarif ettik ama bugün
yabancı arkadaşlar gördüğümüz içün tekrar edelim. Vazife, vacibü’l-icra olan
şeye denir. Ne demek bu? Biraz daha açıkça: Yapılması, vicdanen, aklen,
örfen, manen, kanunen, kalben, yapılması mecburi olan şeye vazife denir.
Mukaddestir diyoruz. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar. Kutsiyât, (annelerini
tayin ediyorum) ahlakiyâttan doğar. Ahlak, Zât-ı Bâri’ye iman ile olur.
Binaenaleyh bir şeyin vazife
olabilmesi içün, bu kanaldan geçmesi, böyle saydığım şekilde ahlaktan, kutsiyâttan,
bööyle inerekten gelecek. Yoksa birisinin keyfinden çıkmış, âhara zararı olan
bir şey, uşaklığın neticesinde vazife olmaz. Anlatabildim mi acaba? Bir tüccara
kâtip olmuşsun yahut tezgâhtar olmuşsun. Almış bunu on kuruşa “Kaldır bu malı,
diyor. Bu malı kaldır, bu üç ay sonra on liraya satılacak.” Sen kaldırdın üç ay
sonra… E Sen bunu niçün yaptın? “Vazifem!” Yok azizim, vazifeyi karıştırma.
Vazifeyi karıştırma! Sen mis gibi paranın uşağısın. Ne vazifesi! Vazifeyi
karıştırma. Anlatabildim mi acaba?
Bir kaide söyleyeyim bari
burada, buraya açılmışken. Malum ya ihtikâr[8]
ahlakta en kötü bir şey, ihtikâr. Bir mal ne vakit ihtikâra girer? Sonra,
ticaretin mezmum[9]
olan kısmı. Ne vakit mezmum olabilir? Bir mal kaça alınıp kaça satılabilir? Söyleyeyim
mi? İster misiniz?
Evvela kaça alınır kaça
satılırı da söyle. Efendim yüzde on, yüzde yirmi, yüzde beş filan, derler.
Ahlakta böyle değildir kaide. Ahlak böyle yüzde koymaz. Ahlak şöyle kaide
koyar. Bunu aldın on kuruşa, anlayanlar tarafından, mütehassısları tarafından,
on kuruşa aldın, sattın on beş kuruşa farz edelim. O işin mütehassısları örf-ü beldede o işi anlayanlar, sahasında
bulunan insanlar alan adama “Evet bu mal
on beş kuruş eder, aldanmamışsın.” derse, o beş kuruş sana helal olur.
Aldın on kuruşa sattın on iki kuruşa, onun mütehassısları dedi ki: “Bu mal on bir kuruş ederdi, on iki kuruş
etmezdi.” O bir kuruş sana haram olur. Bak ona aldın on beşe sattın beşi helal
oldu. Ona aldın on ikiye sattın, biri fazla gördü onun ehli, o biri haram oldu.
Anlatabildik mi? Kaide bu. Düstur bu.
E ne vakit ihtikâra girer?
Aldın, sen o işin ehlisin, biliyorsun. Dedin ki: “Sakla bunu, on beş gün sonra bu yüz kuruşa aldığımızı beş yüz kuruşa
satacağız.” Bozdun sen şimdi, işi ihtikâra soktun. Heyet-i umumisi haramdır.
Aldın yüz kuruşa, koydun camekâna
veyahut depona geldi birisi dedi ki: Filan mal var mı? Bekliyorsun, daima
müşteriyi bekliyorsun. Çıkmıyor. Gün geldi o sen ama satmak niyetindesin.
Orasını Allah bilir değil mi? Serâir-i[10] zemâir-i[11] hafâyâya[12] muttalidir[13] Allah.
Senin içini bilir. Vitrininde böyle duruyor, üzerinde de etiketi duruyor,
kimse gelmiyor. Bugün gelse yüz bir kuruşa satacaksın fakat gelmiyor. Üç ay
sonra birdenbire beş yüz kuruş oldu. Ben bunu yüze aldım, yüz birden fazlaya
satarım dersen, o hiçbir mânâ ifade etmez. O gün beş yüz kuruşa satarsan dört
yüz kuruş sana haram olmaz ha. Çünkü sen onu yüz bire de satacaktın. O yüz eğer
üç ay sonra elliye indiği vakitte elliye de verecektin. Zararı kabul ettin,
kârı da kabul ettin. Seyrinde mal yükseldiği vakitte, anlatabiliyor muyum?
Seyrinde mal yükseliyor. Sen kendi elinle yükseltmiyorsun. Seyrinde, seyrinde
inse, yüze aldın yirmiye indi, … E ne yapalım diyeceksin.
Ticaret ehli bu. Kâr, zararın
ortağı, der. Verirsin. Seyrindeyken yüze aldın beş yüze çıktı. “Ben bunu yüze aldım, yüz bire veririm.” O
fazilet, kimse bir şey demez. Kimse kimsenin malının kâhyası değildir. Fakat
yüze aldın, seyrinde beş yüze çıktığı vakit de beş yüze verirsen, Allah bunu
niye beş yüze verdin diye senden sormaz. Bir şey anlatabiliyor muyum?
Haa, bu kaideyi kurduktan sonra bak Hazreti Muhammed
bir kaide daha verir. Der ki: İstefti kalbek ve in eftâke, yuftun
Herhangi bir şeyi yaptığın
vakitte yapmış olduğun şeyin fetvasının bir suretini de içinde sessiz sözsüz konuşan
hâkimden al. Her ne kadar o işi bilen adamlar sana bir karar verirlerse dahi,
içinde oturan birisi derse ki sana: “Gel
bunu sen yüz elliye sat, o hâkimin sözüyle amel et.” Anlatabildik mi? Beş
yüze gidiyor amma gel bunu yüz elliye ver sen. Yarın başka bir kapıdan bir şey
daha gelecek. Anlattık değil mi şimdi? Gayet basit. Mükeyyifâtta[14] da hiç had koymamıştır. Keyfe taalluk eden şey.
Koymamış.
Buna nereden girdik? Vazifenin
tarifinden, vazifenin geldiği kanal neresi olduğunu söyledik. Ondan sonra keyfe
uşak olursa ona vazife denmez, dedik. Bir ticaret mevzûu verdik, oradan
buralara girdik. Yoruldunuz mu, keseyim
mi?
Aşkı da tarif ettik ahlaka göre.
Kalp, tarifi zor olan kısım. Kalpten doğan ahlaka, dedik ya kalp. Aşktan doğan
ahlakın annesi kalp dedik ya. Kalp ne? Kalp isminden de anlaşılıyor ki, daima
kalbolmakta.[15]
Her an bir şân[16]da.
Onun içün Fahr-i Âlem, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Allah’a yalvarmıştır: “Hakikat
üzerine benim kalbimi sabit kıl.” O daima döndüğü içün, hakikat üzerine
sabit kıl. Ayinedir kalp, yani gönül.
Gönül kendi âleminde fenâsız
bekâya, cefasız safâya, şüphesiz irfana, diriğsiz[17]
cemâle, nihayetsiz devlete nail olmak isterse… E öbür tarafını da
söyleyelim mi? Gönül kendi âleminde fenâsız bekâya, (bitmesin) cefasız safâya,
şüphesiz irfana, diriğsiz cemâle -öyle, Hudâ cemalini gösteriyor, esirgemiyor,
böyle bir cemâle- nihayetsiz devlete nail olmak isterse, (Çok uzun boylu
değil. Şart, şeyler çok amma ufak bir
şey yapabilirse) kırk gün yalan söylemesin.
Kırk gün yalan söylenmeyecek. Ama böyle bir odaya kapanırım
da kırk günü geçiririm. Yook! Cemiyet içerisinde. Hani bir odaya kapanırım
yahut bir dağa çıkarım. Nasıl olsa bir çadır kurarım, bir kamp yaparım. Bugünki
tabirle. Kimseyi görmem, kırk günde biter. Kırk birinci günü, öyle değiil! Hem
öyle bir imtihan eder ki, tam otuz dokuzuncu günün akşamından yarım saat kala
biri karşısına musallat olur, tık dersin düşersin. Olur, olur, olur, olur da,
tam “Ehh otuz dokuzuncu günüm
bitmek üzere, kırkıncı gün bitiyor.” derken bir şey çıkar. Kırk gün. Hem
burada kasem de etmiştir. Katiyen böyledir.
Gönül kendi âleminde fenâsız
bekâya, cefasız safâya, şüphesiz irfana, diriğsiz cemâle, nihayetsiz devlete
nail olmak isterse tek bir şey, kırk gün yalan söylemeyesin. Malum ya, bütün fenalıklar
yalan tezgâhında dokunduktan sonra meydana çıkar. Hep öyledir. İlk önce yalan
tezgâhında dokur, ondan sonra meydana çıkar. O vakit kendi gönlünden agâh olur.
Kim ki canânından irak oldu,
işi ahh olmuş.
Nefsine arif olan arif-i
billah olmuş.
Nereden nefsimize arif olacağız! Âlemle meşgulüz. Öyle dedi böyle dedi, öyle olacak, şöyle böyle olacak!
Kalbine
eyle nazâr kendini tanı kimmiş.
Kendini
dilde gören ehl-i dil agâh olmuş.
Gel
Süleyman isen incitme eğer mûr[18]
olsa.
Kim
ki kamu zerreden ol şemse nihân râh olur.
Eğer diyor kâinatta Süleyman isen, tabi bu Süleyman malum. Ama demişler ki: Süleyman var Süleyman’dan içerü. Bu da gene ayrı. Cenab-ı Hak istifa kanunuyla bazı kullarına ayrı hususiyetler veriyor. Mesela Süleyman’ı da hem manen hem maddeten yükseltmiş, burada onu misal olaraktan getiriyor. Onun kadar teâli de etsen, bir karıncanın hukukuna dahi riayet eyle.
Değil insan haklarına, bir
karıncanın hukukuna dahi riayet eyle, zira hiçbir zerre yoktur ki, o zerreden
giden Allah’a gizli bir yol olmasın. Bir şey anlatamadık galiba? Ufak
bir karınca da olsa, hukukuna riayet eyle diyor. Zira hilkatte hiçbir zerre
yoktur ki, onun içinde Allah’a giden gizli bir yol bulunmasın.
Cihân bağında ey âkil budur makbûl-i ins ü
cin
Ne
kimse senden incinsin ne sen kimseden incin.[19]
Bu avama ait sözdür, havas bunla meşgul değildir. Sen herkesten incineceksin, kimseyi incitmeyeceksin. Kendini siper yapacaksın kâinatta. Herkes seni incitecek fakat sen incinmeyeceksin. Anlatabildim mi acaba? Böyledir. Belâ, Allah’tan tecellisi muktezî[20] bir sıfat. Çok sevdiğine verir.
El belâ âlel enbiya sümmel evliya sümmel emsel fel emsel
Ya, inleyeceksin bu âlemde. Ama biraz evveli söylediğim şekildeki inilti değil o. O maddi iniltidir. Bir tatlı inilti vardır. Anlatamıyor muyum acaba? Hiç hayatta zevkli bir ağlamadın mı? Ağla ağla da açılırsın, derler. Şöyle gizli kendi kendine kalıp bir tatlı ağlamadın mı hayatta? Hava kararır kararır, ağlar. Yağmurunu döker yani, bembeyaz aydınlanır. İnsan da kesâfeti ile şekâveti ile rezaleti ile habâseti[21] ile gönlünü… Ağlamada büyük nimet vardır. Şööyle insanın bir burnu sızlayarak, bir ağlaması vardır. Sızlar. Kalp suyu o gözyaşı.
Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.[iii]
Hiç yeryüzü, toprak güler mi insana lazım gelen varidâtını verir mi sema ağlamadan?
Zemin handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibar-ı âlemin gamsızlığındandır.
Âlemde gam var, neden? Büyük tabakada gam olmadığı içün. Zevkinde safâsında yaşar, ufak tabaka inim inim inler, onun için âlemi gam doldurur. Anlatamıyor muyuz?
Biraz da
eşk lazım, göz mismir olmaya zira.
Tînin[22]
tohumu nâbud[23]
etmesi nemsizliğindendir.
İnsan biraz feyz-yâb[24]
olabilmesi içün gözünde yaş
olması şart, diyor.
Yaş lazım çünkü yaş olmazsa diyor, misal getiriyor, zemine tohumu ektin de
sulamadın mı, tohum orada kurur gider, bulamazsın bir şey. Öyle der, öbür
taraftan Fahr-i Âlem, yine bunu anlattığı gibi diğer taraftan da ikaz eder: “Dikkat
edin yalnız, der. Münafık gözünün yaşına sahiptir, istediği vakit ağlar, aldanmayasınız!”
O kaideyi de sana vereyim de. Çarpılırsın, marpılırsın, ben ne bileyim,
öyle dedi dersin. Münafık öyleymiş, şöyle yapınca gözü yaşlanırmış. Bir göz
kapağını böyle yaparmış, şıpır şıpır ağlarmış. Kırık kalplinin ağlaması,
kestirmesi. Kırık kalp, kırık. Hadisat
vurmuş, kırmış. İşte asıl gönül odur, diyor zaten.
Tecrid-i
tecerrüd rêh-i kâşâne-i dildir.
Anlatacağım
size şimdi. Tefrid[25],
tevhid, tecrid[26]. Ama
bugün değil. Üç esas var: Tefrid, tecrid, tevhid. Anlatırım bir gün, sağ
kalırsam.
Tecrid-i tecerrüd rêh-i kâşâne-i dildir.
Her hane ki virânedir, ol hane-i dildir. (Anlatamadık
galiba. Bir daha)
Tecrid-i tecerrüd rêh-i kâşâne-i dildir.
Her hane ki virânedir, ol hane-i dildir.
Ene inde min kesiretü’l-kulûb. Allah öyle der: Gafiller beni göklerde arar, arifler gönüllerde. Ben kırılmış olan kalplerdeyim.
Kalktığı
vakitte sahibi düşüyor, düşünce malını bırakır mı Allah? Senin muazzam bir üzerinde
durduğun bir şeyin olsa, içerisine koyduğun bekçi çekilse, onu öyle bırakmazsın
değil mi? Derhal sahip olursun. Sen senin değilsin ki, kırıldığı vakit. Onun
içün derler ki: Eğer bir adam bir zalimin zulmünde sesini çıkaramazsa o zalim
mahvoldu gitti. Ben eski konuşmalarımda söylemiştim, bir misal vereyim de.
Acayip tesadüf, misali de okuduğum şeyin sahibidir. Hiç hafızamda yoktu.
İbrahim Hakkı
vardır, Almanlar kitabını tercüme etmişler, birinci kısmını, fen kısmını.
Nerede bırakmışsa daha hâlâ o günden bu güne kadar biz bir adım ilerleyememişiz,
derler. Ama biz bilmeyiz değil mi? Ne biliriz?
Bu zât,
Fakirullah-ı Türbi’den talim-i terbiye görmüş. Fakirullah isminde bir zât-ı âliden.
Babası vefat etmiş, mini mini yanında kalmış. Babasını yıkarlarken, Fakirullah
kendisi meşgul oluyormuş cenazesinde, yıkarken yani. Kendi de duruyor başında,
ağlıyormuş. Sekiz yaşındaymış, babasının cenazesinde. Şöyle bir bakmış, “Hadi git yukardan elbiselerini giy!”
demiş. Baktıktan sonra, gülerek çıkmış.
Yanındakiler
demişler ki: “Çocuk ne de olsa!”
demişler. “İşte bayramlık elbiseni
giy deyince sevindi.”
“Elbiseden
sevinilmez demiş, gözlerinden sevinilir.” Yani sekiz yaşında bütün insanlığı
talim edecek bir kabiliyet vermiş. Hulâsası bu.
“Ee ne
varmış da nazarında da ...?” Sen bunun çirkin tarafını kabul edersin de iyi
tarafını niye kabul etmiyorsun? Bazı nazar vardır “Hiii
ne biçim hayvan” der, yürürken düşer ölür o dakika da. Vardır öyle bed[27] nazar,
hayatta. Öylesi olduğu gibi ihya edeni de var, işte böyle.
Neyse onun
yanındayken “Git, demiş. Şu pınardan bir su getir, testiyi doldur da
getir.” demiş.
Altı yaşında
mıymış, neymiş? Bir yeniçeri sipahisi suyu testiye doldururken gelmiş,
fırlatmış testiyi “Çekil oradan!” diyerekten.
Testinin kulpunun neyse işte bir şeysi
kırılmış. Su doldurulan yerine ne dersiniz? Ağlaya ağlaya gelmiş. “Ne ağlıyorsun?” demiş.
“Bir yeniçeri sipahisi attı testimin ucu kırıldı!”
demiş.
“Hiçbir şey söylemedin mi?” “Hayır” “Koş demiş git oraya koş. Uzaktan bir küfür et de gel!” demiş.
O vakte kadar
hiç işitmemişler bir insan-ı kâmil, bir mücessem-i edebi vefa, ahlakı talim
eden bir zât-ı âli, kibar, nezih… “Böyle
küfür et!” Herkes birbirine
bakıyor.
“Koş çabuk söylüyorum!” demiş. Koşmuş.
Yutkunmuş, yutkunmuş, dönmüş. Alışmamış, muhit filan müsait değil. Duymamış. “Ettin mi?” demiş.
“Hayır, yapamadım efendim!” demiş.
“Git yahu sana söylüyorum!” Bu sefer
gitmiş, yeniçeri sipahisinin beyni patlamış, yerde serilmiş. Gelmiş, “Nedir o, söyledin mi?”
“Söylemeye hacet kalmadı, patlamış kafası,
beyni patlamış çıkmış.”
“Ey Hakkı, demiş. Koca bir adamı bir testiye yedin, bir testinin kulpuna koca bir adamı
yedin. Eğer sen ona o dakika ağzını açmış olsaydın, o yakasını kurtarmıştı. O
sıcak gözyaşını içine akıttın, kalbin parça parça oldu, derhal sahibi çıktı
yakaladı, tepeledi.” Öyledir o.
Bugün ki
konuşmanın an yerini burası teşkil eder. Hayatta çektiğin bazı sıkıntılar varsa
bil ki; ya dilinin tokadıyla birisini inletmişsindir, kırmışındır, haberin
olmaz senin. O dakikada kalbi kırılır, sahibi Allah öyle vaziyet eder, yakar
seni. Acayip iştir.
Öyle hâller var ki, bir misal
geldi aklıma, iki tane misal, ikisini de getireyim. Herkes bilir ki Ebu
Bekir’in Kur’an da hususi bir imtiyazı vardır.
[28]
ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا “İkiden biri” Kur’an’da
sıddıkiyyet rütbesini almış. Böyle olduğu hâlde, Hazreti Bilal bir şey
konuşuyormuş, Kureyş’in ileri gelenlerinden bazılarının, nezaketsizliğinden,
vaktiyle hamiyetsizliğinden, bir dostuna anlatıyormuş.
O esnada Ebu
Bekir geçiyormuş, durmuş. “Bilal, demiş.
Kimse hakkında bir şey söyleme!”
“Onlar benim bu sözümün layıkıdırlar, Ya Ebu
Bekir!” demiş.
“Söyleme diyorum!” demiş. Gelmiş aynen Hazreti
Fahr-i Âlem’e hikâye etmiş. Ebu Bekir’e ne diyor biliyor musun?
“Onu bilmem, diyor. Ya Ebu Bekir, eğer Bilal
gücenmişse yanmışındır. Eğer senin bu sözünden Bilal kırılmışsa, sen
yanmışındır.”
Koşarak gelmiş
Bilal’e, gücenmediğine, defaat ile
sözle, hâlle, şekille, teminat almadan ayrılmamış.
Biri de Ebu
Zer-i Gıffari’dir. Ebu Zer-i Gıffari. Öyle bir imtiyazı var ki; tek başına iman
ettiriyor Peygamber, tek başına Ahirete gidecek, tek başına Allah’ın yanına
çıkacak. Tek başına orduya yetişti.
Tek başına Huzur-u
Sübhâniye girmek demek, o istifa kanununa sahip olan insanlarda var o. Böyle
olduğu hâlde, bir gün hizmetçisi siyahi bir insanmış, siyahi. Bir mevzûda işte
canı sıkılmış, haklı Ebu Zer-i Gıffari. Fakat cümlenin çıkış tarzı acayip.
Acayip de ne yani? Bizim öyle nazarımızda pek büyüyecek bir şekilde değil. “Gidi zencinin oğlu!” Yani
siyahi kadının çocuğu. Sertçe söylüyor.
Geçiyormuş,
tesadüf gene Rasulü Kibriya, biraz sonra gelmişler yanına: “Gel buraya, demiş. Herkes kün emrinin daire-i merkezinde tecelli etmiştir. O kün emrinin
haricinde hiçbir kimse yoktur. Nüçün ‘Gidi zencinin oğlu’ dedin, gücendiyse yandın!”
demiş.
Gidiyor. O Ebu
Zer-i Gıffari ki, onun yüzü başka türlü bir yüzdür. Koyuyor yere, o siyahi
şeye, hadimine. “Bas ayağını!” diyor.
“Aman efendim!”
“Yok, yok, başka türlü kanaat gelmeyecek.
Beni Affet ve itminan-ı kalple şunu Kudret çeksin, sana ait olan bir şeyle ben
seni rencide etmişsem, Ya Rabbi götürdüm de yüzümü ayağının altına koydumdu,
hala silmedin mi?” diyeyim.
Anlatabiliyor muyum acaba? “Hâlâ silmedin mi?”
İttekin-nâr
bi temmetin velev bi kelimetin tayyibetin. En yüksek ahlakçının sözüdür.
Fahr-i Âlem. Malum ya, ahlakçıların en başında o zât gelir. Kendisini de
beşeriyete öyle takdim etmiştir. “İnnemâ buistü li ütemmime mekârime’l-ahlâk.
Ben mekârim-i ahlakı itmama
gönderildim.”
Bazıları der ki:
“Efendim o kadar büyük zâtmış da niye bir
tayyare yapmamış!” Tenekeci ustasıyım, diye kendini
takdim etmedi! “Ben mekârim-i ahlakı itmama gönderildim.” Ben bir
tenekeci ustasıyım, bir demirci çavuşuyum, filan diye öyle göstermedi kendisini!
Mânâ tekâmül ederse madde mebsuten mütenasip[29] tekâmül eder. İş mânâdan doğar. Onların da vazihi[30] odur. Anlatabildim mi acaba? Mânâ tekâmül ederse maddeye intikâl eder. Madde mânânın tekâsüf[31] eden kısmıdır. Bir şey anlatamadık mı acaba? En mühim yer o. Ufacık bir cümledir amma binlerce sayfalık şerhi yapılabilir. Madde mânânın tekâsüf eden kısmına denir. Beden ruhun mütekâsif[32] olan kısmıdır. Hangi tarafını anlatayım sana?
[1] Vesm: Damga. İşaret.
[2] Kinever: Kin besleyen, hased eden, kinci.
[3] Nahvet:
Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
[4] Muvâzene(t):
Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin
vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[5]Hadis-i
Şerif’in devamı لا تزال هذه الأمة تحت يد الله وفي كنفه
ما لم يمالئ قراؤها أمراءها، وما لم يزك صلحاؤها فجارها، وما لم يهن خيارها
أشرارها، فإذا هم فعلوا ذلك رفع الله يده عنهم، ثم سلط عليهم جبابرتهم فساموهم سوء
العذاب، ثم ضربهم الله بالفاقة والفقر»
[6] Maide
Suresi 67. Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ
وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ
النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Meali: Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer
bunu yapmazsan O'nun peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni
insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola iletmez.
[7] Yunus
Suresi 108.Ayet-i Kerime قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ
قَدْ جَٓاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي
لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا
اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ
Meali: De ki: "Ey insanlar! İşte size Rabbinizden hak geldi.
Artık kim hidayeti kabul ederse kendi canı için kabul etmiş olur. Kim sapıklık
ederse kendi zararına sapıklık etmiş olur. Ve ben
sizin üzerinize vekil değilim."
[8] İhtikâr:
(Ar. ḥakr “zulmetmek;
eşyâyı pahalanması için biriktirmek”ten iḥtikār) Gerekli maddeleri kâr amacıyle toplayıp ihtiyaç arttığı,
fiyat pahalılandığı anda yüksek fiyata satma, vurgunculuk
[9] Mezmum:
Zemmolunmuş. Makbul olmayarak ayıplanmış. Kötü.
[10] Serâir:
(Sır) Gizli şeyler, sırlar.
[11] Zamâir:
(Zamir) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. İsim yerine kullanılan kelimeler.
[12] Hafâyâ:
(Hafi) Gizli şeyler. Sırlar.
[13] Muttali':
Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk
eden.
[14] Mükeyyifât:
Keyif veren şeyler, keyfe göre
[15] Kalbolmak:
Değişmek, çevrilmek, dönüşmek.
[16] Şân: Hâl, durum,
rütbe, tabiat. Vaziyet. Vasıf, nitelik, karakter. Mahiyet •Nam, şöhret, ün, îtibar
[17] Diriğ:
Men'etmek, korumak, esirgemek ünl. Eyvâh, yazık
[18] Mûr:
Karınca
[19] Erzurumlu
İbrahim Hakkı Hz.
[20] Muktezî/Muktazî: Gerekli olan,
gerekli, lüzumlu şey, lâzım
[21] Habaset: (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
[22] Tîn/Tıyn: Çamur, balçık
[23] Nâbud/Nebud: Bulunmayan,
mevcut olmayan, yok olan, mec. Perîşan, müflis, mahvolmuş.
[24] Feyz-yâb: Feyiz bulucu,
feyiz bulan.
[25] Tefrid:
Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
[26] Tecrid:
Açıkta bırakmak. Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. Dünya
alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a yönelmek. Edb: Bir şairin kendini
mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi. Soyma,
soyulma.
[27] Bed: Farsça
Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
[28] Tevbe
Suresi 40. Ayet-i Kerime اِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّٰهُ اِذْ اَخْرَجَهُ
الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِي الْغَارِ اِذْ يَقُولُ
لِصَاحِبِه۪ لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَاۚ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ
عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذ۪ينَ
كَفَرُوا السُّفْلٰىۜ وَكَلِمَةُ اللّٰهِ هِيَ الْعُلْيَاۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ
حَك۪يمٌ
Meali: Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona
yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de
mağarada bulundukları sırada arkadaşına "Üzülme, çünkü Allah
bizimledir." diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve
onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce
olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
[29] Mebsuten:
Mütenasip Doğru orantı; birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki de
artan iki büyüklük arasındaki nispet.
[30] Vazîh(a):
(Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
[31] Tekâsüf:
Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan
kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
[32] Mütekâsif:
(Kesâfet. den) Sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış. Sıklaşan, yoğunlaşan,
koyulaşan, tekâsüf eden.
[i] Ne Sendendir Ne Bendendir
Ne sendendir ne
bendendir ne çârh-i kineverdedir
Be derd-i ser humar-i
neşve-i cam-i kederdendir
Dehan âlûde olmaz-i
elvan-i âlemde
Dimağ-i dilde lezzet
han-i yağma-yi seherdendir
Düşen sana tegafüldür
bana ah-i tegafülsuz
Değil senden şikâyet
şekve ah-i bîeserdendir
Sana isbat-i taksir
eylemek bîvechdir ey dil
Bu taksir-i eser senden
değildir çeşm-i terdendir
Bu ta’birat vüs’unda
değildir kuvvet-i tab’ın
Bu feyz-i ma’nevî Nabîye
mecra-yi diğerdendir.
(Urfalı Şair Nâbi)
[ii] Zâhirî hâle bakıp etme dahîl bir ferdi
Çekilir çile değil
çille-i germ ü serdi
Kendi hâlince olur her
kişinin bir derdi
Tükenir mi feleğin
sille-i nerm ü serdi
Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle
gelir böyle gider
Gelir elbet zuhûra ne
ise hükm ü kader,
Hakk’a tefvîz-i umûr et
ne elem çek ne keder
Hilafından hazer eyle
huzuri bariyi gözle
Mukadderde hata olmaz
hemen yan gel sefa eyle
(Enderunlu Vâsıf)
[iii] Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibâr-ı
âlemün gamsızlığındandur
(Yenişehirli Avnî)
1 yorum:
Evvela kaça alınır kaça satılırı da söyle. Efendim yüzde on, yüzde yirmi, yüzde beş filan, derler. Ahlakta böyle değildir kaide. Ahlak böyle yüzde koymaz.
Yorum Gönder