Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

069. Kaset

 069 (02.11.1959) 62 dk.(306)

Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da memba-ı kalp. Gerek akıl, vazife, aşk, kalp, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait olan birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile meşguldür. Ve tarifi güç olan kısımda anlatılması zor olan yerde insan.

Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk değil. Ahlakın tarif etmiş olduğu aşk.

İnsan asûde kaldığı zaman, yani dünya denilen bu mezâhirden bir an kendisini alıkoyup, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir mânâsı vardır. Mesela, şimdi siz dinlerken o boyuna konuşuyor. Bir varlığı var. Onunla asûde bir an bulunduğu vakit, kendi kendisine birkaç sual sorar. “Ben kimim?” der. “Gelmede gitmede ihtiyârım yok, nereden geldim, nereye gidiyorum?” Bu sualleri sormaya başladığı vakit, kendisinde bir dert de başlar. O vakit, vicdan-ı enfüsisinden, mânâ-i kibriyasından bir cevap alır. Cevabında: “Gelmede gitmede senin ihtiyârın yok. denir. Beşer, o vakit hilkatindeki gayeyi duymaya başlar.  

Bunu her konuşmada tekrar ediyorum. Ve bugün bunu her fert bildiği dakikadan itibaren, beşer huzura kavuşur. Bilinceye kadar da yanacaktır. Yanıyor bak bütün insanlık. Ah sesi semâvâtı tutmuştur.

İlmi yükseldi, fenni yükseldi, felsefesi yükseldi. Parası çok. Para da çok. O lisan alışmış da: “Efendim şöyle sıkıntı var, böyle sıkıntı var.”  Hiç sıkıntı yok, hiç aç yok. Yamalı pantolonlu adam bile yok. Nerede parası yok? Çok. Hepsi var. Fakat burada huzur yok. Anlatamıyor muyum acaba? Gönül âleminde, burada huzur yok. Buna kavuşamıyor.

(Konuşmaları takip edenler, bunu her hafta burasını dinlerler. Burası yayılacak.)

Binlerce iktisatçı toplanıyor, dünyada. Efendim işte diplomatlar birleşiyor. Konuşmalar, gelmeler gitmeler, beşerin “ahh” sesine faydası yoktur. Yaratılışındaki gaye bulunmadan, rahata insanlar kavuşamaz. Zaten ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Kaç yaşındasın? Otuz. Koy ortaya bir şey yok. Kaç yaşındasın? Elli. Koy bakalım ortaya bir şey, yine yok. Onu on misli yükselt, yine yok. Az bir zaman içinde mühim bir şey alınacak.

Birbirini yiyor insanlık âlemi. Canavarlar utanacak kadar! Sen benden emin değilsin, ben senden emin değilim. Öyle değil mi? Baba evladından… Seni beni bırak, baba evladından emin değil, evladı babasından emin değil. Öyle bir, korkunç bir hâl. E değer mi sonra bu? “Bugün iyi olur, yarın iyi olur”la vakit geçirmek doğru bir şey değildir ki. “Efendim, bugün iyi değildir, yarın iyi.” Bırak yarını. Bugünün peşin saadetini, yarının gelecek veresiye gamına sarf etme. Her günün kendine göre hâli vardır. Uzun bir zamana bağlı değil ki bu işler.

Bizi buraya getirirken sordular mı? “Beyefendi, bir sahne-i şuhûd var, teşrif eder misiniz?” diyerekten. İçinizde var mı bir kimseye: “Dünya denilen bir âlem vardır, teşrif eder misiniz?” diye sormadılar, giderken de sormuyorlar. O hâlde niçün birbirimizi yiyoruz? Bir insanın ki gelişinde gidişinde ihtiyârı yoktur, neden âlemin ahını almakla ömrünü tüketir bitirir gider?

Sayılı nefes. Allah’ın bize vermiş olduğu en büyük sermaye sayılı nefestir, onu da ariyet vermiştir. “Hesabını sorarım ve alırım!” der. Hani hayat yok mu hayat, sermayeyi nefistir, şey sayılı nefestir. Bu da insana Allah tarafından verilmiş, ariyet sermayedir. Onu Ben, sana kullan diye verdim.” der. “Bakalım neticede hesabını da Bana verirsin.”

Bazı insan der ki: “Efendim, beni böyle fena yerde, şöyle yerde, böyle yerde, benim hiç ihtiyârım yok.” Öyle değil. Mânâya ait olan kısım oldu mu veresiye. Niçün dükkânını açıyorsun? Mâdâmı ki öyle? “Nasıl verecekse o olur.” diye demiyorsun orada? Evet, o doğrudur o! Allah, ne demişse o olur. Nasıl verirse öyledir, amma bize bir cüz-i ihtiyâr vermiştir, bir meyil vermiştir. Biz bunu, ebediyete taalluk eden kısmında hiç şey etmeyiz. Sözümüzle hâlimiz bir olmaz. Allah, ne vermişse o olacak diyerekten dükkânımızı kapalı tutmuyoruz. İşimize gitmemezlik yapmıyoruz, sanatımızı işlememezlik yapmıyoruz. Yapıyoruz. Mânâya taalluk eden işte neden öyle değil? Anlatamıyor muyum bir şey acaba?

Bir vakit ağaç, çıra yakar etrafımızı aydınlatırdık, bulunduğumuz odayı, yeri, her neyse. Biraz daha tekâmül ettik, yağ yaktık fitilli, onunla ışığımızı yaktık. Mum, petrol, hava gazı, nihayet elektrik. Bu da daha basittir, bundan sonra daha neler ihtirâ edilecek neler? O da çıra odunun verdiği alev gibi kalacak bir gün gelecek. Güzel, şu dört duvarı bununla aydınlattık ama içimizde bir saray var, muazzam bir odası var, o kalbimizde hangi fener yanıyor? Oradaki ışık nedir? Ne vakit uyanacak?

Lisan kuru dava ile vaktini geçirirse, göz itibarsız bakışla ihtiyarlayıp kör olursa, kulak insanlığa nâfi olan sözü işitmeyip dedikodu ile vaktini geçirecek olursa, o gönül hiçbir ışıkla aydınlanmaz. Öyle gelir gider. Öyle gelir gider! Sonra son nefese bağlıdır, bir karar çıkacak. Değil mi?

Sizin hepinizi inanmış zannı ile konuşuyorum, mevzû oraya aittir. İçinizde maddenin kesâfetinde boğulmuş, kitabı paranın üzerindeki yazı olaraktan kabul etmiş. “Ben, bir kör tesadüfün neticesi gelmişim!” diyerekten itikâd etmiş, ona ait değildir bu konuşmalar. Ben, sizi inanmış ve Hakk’a gönül vermiş, yapamasa da yapmak isteyen insanlar diye, o şekilde mevzûu konuşuyorum. Öbür türlü, öbür türlü konuşmanın şeklini de biliriz, o başka. İnanmış, gönül vermiş “Ben yarın bir huzura çıkacağım.” zevkiyle, kalbinde bir heyecan var, öyle bir varlık var karşımda diye konuşuyorum.

Biraz evveli dedim ki: İki türlü ahlak var; biri vazifeden doğan ahlak, biri de aşktan doğan ahlak. Oradaki aşk dedik, romanda okunan aşk değil. Kendi aslını, rabbisini, mebdeini, maâdını, bulmaklık heyecanına, ahlakta aşk derler. Anlatabildim mi acaba?

Bir daha tarif edeyim, bakıyor: Kendimi kendim yapmadım, diyor. Kendisini yapan her şeyi yapar. Muhitim benden aciz, diyor. Ben ise varım, diyor. Yirmi beş yaşındayım, diyor. Yirmi altı sene evvel hüviyetimi bilen yoktu, diyor. Yirmi beş seneden beri ben bu sahne-i şuhûdda, bu varlık âleminde bilinmeye başladım fakat yirmi altı sene evveli benim ne ismim vardı, ne resmim vardı, ne cismim vardı, suret itibariyle.

Mana itibariyle Allah vardı, sen vardın ya. O’nun ilmindeydin fakat şimdi maddenin kesâfetinde bulunan sahada konuşuyoruz. Var mıydı yirmi beş yaşındaki bir adamın yirmi altı sene evveli dünya hüviyeti arasında bir yerde kaydı var mı? Kendi kendinden haberi var mı? Muhiti bilir mi? İsmi, resmi, cismi, vesmi[1], hiçbir şeyim yok idi. Binaenaleyh şimdi bir varlık orta yerinde duruyorum. Konuşuyorum, konuştuğum hâlde, konuşmanın ne olduğunu da bilemiyorum.

Kim bilir içinizde, konuşmanın ne olduğunu? Haddine mi düşmüş? İşitir de işitmenin ne olduğunu tarif eden var mıdır? Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rüyet nedir? Çıkar göz denilen şeyi, nihayet bir dirhem yağ parçasından ibarettir. Nur-u rüyet bunun neresine taalluk eder. Görmek nedir? Bana gözü anlatma, fiil-i görmeyi anlat.

Biraz evveli ses makinasını dinlediniz, hürmetle karşısında insan eğilir. Radyoyu yapanın karşısında eğilirsin de kulağını yapanın karşısında niye eğilmezsin? Kulağını yapmasaydı ne yapacaktın radyoyu? Radyoyu yapanın karşısında eğilirsin, ya kulağını yapanın karşısında niçün eğilmezsin?

Konuşuyorum da “konuşmanın” ne olduğunu bilmiyorum. Bilen düşünür, düşünen konuşur. Konuşturan da bir gün kendisiyle konuşur. Anlatabildim mi acaba?

Bilen düşünür, düşünen konuşur. Konuşturan da bir gün konuşanla konuşur. Bu zevk başlayıp aslına doğru bir muhabbet başlarsa onun adına aşk diyorlar. Bu aşktan doğan ahlak, insanda benlik bırakmaz. Bugün beşeriyetin inlemesindeki en büyük âmil, benliktir. “Benim” der. Yok, benim değil. Ne benim, ne senin, hep O’nun.

Ne bendendir ne sendendir ne çârh-i kinever[2]dedir.
Benim çektiğim hep neşe-i câm-u kaderdendir.[i]
Hilafından hazer eyle Rızâ-i Bâri-i gözle.
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel safâ eyle.[ii] 

Benim, senin, onun, nihayet kibr-i nuhvet[3] başlıyor, beşer de inlemeye başlıyor. Ne fenni para ediyor, ne aklı para ediyor, ne ilmi para ediyor insanlığı kurtarmaklık içün. Havas ile avamın muvâzenesi[4] yapılamıyor. Terbiye tezgâhları çok muazzam işliyor, inzibat teşkilatı olanca kuvvesi ile beraber çalışıyor, fakat hepsi sahanın açığında kalıyor, iç yüzüne giremiyor ki. İç yüzüne giremiyor. İnsanlıkta felah meydana gelmiyor.

Allah'ın beşere en büyük ihsanı, muhabbettir.Ben kâinatı muhabbet-i zâtiyemle yarattım.” der, Allah. “Bütün hilkati, bütün varlığı,  zât-i muhabbetimin tecellisi ile meydana getirdim ve varlık içerisinde de en büyük sermaye olarak muhabbeti koydum.” der. İnsanlığa konulan bu muhabbet, Allah tarafından kaldırıldı.

لا تزال هذه الأمة تحت يد الله ما لم يمالئ قراؤها أمراءها، وما لم يزك صلحاؤها فجارها، وما لم يهن خيارها أشرارها، فإذا هم فعلوا ذلك رفع الله يده عنهم، [5]

Hazreti Muhammed, ne demişse o olur. Şu söylediğim şeyin mealini ararsanız, söz Hazreti Muhammed’in, aleyhisselat-ı ves-selam’ın. “Beşer hilkatindeki gayeyi unutur da hayat-ı ebedisini, baht-ı sermedisini adi nefsinin arzusuna satmaya başlarsa evvela ilim adamları bozulur.” diyor.

İlim adamı bozulur, ne büyük felakettir! Cahilin bozulmasında Allah, pek o kadar uzun boylu durmaz, fakat ilim adamı bozuldu mu üzerinde durur. Çünkü o, onun ef’âli, halk tabakasına hüccettir. Bir şey anlatamıyor muyum? Onun ef’âli, halk tabakası üzerinde hüccet. Filan böyle der, ayağı kayar gider. Yalnız kendisini değil, kâinatı yakar. İlk önce o bozulur diyor işte. Bozulur da ne olur? “Zalemeye uşak olur!” diyor. Hâlbuki ben insana kendi emanetimi verdim. Seciye-i insanisini hiçbir vakit, hiçbir şey mukâbilinde vermez.

Azizim bir adamın zorla malını alırlar, zorla rütbesini alırlar, zorla kasasını alırlar, zorla masasını alırlar, fakat hiçbir vakit zorla vicdanını alamazlar. Hiçbir vakit zorla faziletini alamazlar. Anlatabiliyor muyum acaba? Hiçbir vakit zorla mânâsından soyamazlar. Yarın ikinci hayatta bir sual karşısında; “Efendim, mecbur oldum!” dediği vakitte Hudâ, bir daha tepeler.Malını alabilirlerdi, kasanı alabilirlerdi, masanı alabilirlerdi, fakat gönül âleminde Benim kurduğum muhabbetimin tahtını alamazlardı.” Alamazlar, o alınmaz.

(Konuşan var, konuşmasa ne olur! Biliyorsan içinde kalsın. Hep bu bizim konuşmalar da olur böyle şeyler. Acayip. Mevzûu kaybederim ben, günah!)

Havas ile avam muvâzenesi olmuyor. İnsanlar bunun farkında değil. Hep huzuru başka yerde araştırıyorlar. “Para olursa, şöyle olursa…” Hayır! Bir defa beşerin eline Kudret tarafından verilen sermaye nasıl olmuş, kaybetmiş? Onu aramak lazım. Neydi o sermaye? İşte muhabbet. İnsanlık birbirini sevmiyor. Kestirmesi bu. Fazilet menfaate hangi an tercih edilir, o dakika Allah kaldırır. Sen, seni kaldıramazsın.

Bütün işi yapan Allah’tır. Fakat senin istîdâdını görecek. Sen birbirini sevdiğin gün, sabahleyin başka türlü görürsün kâinatı. Yaa, başka türlü. Senin elinde değil o, yalnız sende görsün. Çocuk bocalar böyle “ah, ıh” filan derken bir gün birdenbire  “baba” dedirttirir. Bu istîdâdında artık onu demek istiyor, der Allah. Sen onu hangi gün dediğinin de farkında değilsin değil mi? İlk konuşmanın, nasıl konuştuğunun farkında mısın?

Niye geriliyorsun öyle, semayı deler gibi? Niye yeri ezer gibi basıyorsun? Nasıl ilk konuştuğun günün, nasıl konuştuğunun farkında değilsen, son nefesi verdiğin dakikada da konuştuğunun farkında olmazsın. Onun Kudret bidâyette dersini kaçırmıştır hep. Ve hiçbir zaman şey etmesin diyerekten, acz ile meydana gelmişizdir. Hepimiz öyle. İlk doğduğun gün yanında insanlar olmasa herhangi bir mahlûk seni parçalar yerdi. Sineğini kovalayabilir miydin? Yine sineğini kovalamayacağın bir ana getirir. “Gel bakalım!” der. İlk doğduğun an, sinek geldiği vakitte şöyle atabilir misin? Yok! Yine sineğini kovamayacağın bir surete sokar, “Gel bakalım!” der.

Demek oluyor ki, ahlakın kurmuş olduğu düsturlar... Ahlak der ki: İnsanlık âleminde huzur olabilmesi içün, havas ile avam arasında muvâzene yapmak şarttır. Bu yapılmadıkça, bütün dünya iktisatçıları, bütün dünya diplomatları toplansa yine beşere fayda yoktur, der. Ve yok! Havas ile avamın muvâzenesi yapılacak. Bugün havas, yani yüksek tabaka, “Ben yaşayayım sen ne olursan ol!” der. Öbürkü de: “Fırsat geçse ben seni boğarım!” der.

Beşerin iki süfli nazariyesi vardır, madeni vardır. Ne diyeyim bilmem ki, kelimesini bulamıyorum. Biri: “Sen çalış ben yiyeyim!”  İkincisi: “Ben yaşayayım sen ne olursan ol!” İşte bu! Bunun için inliyor insanlık âlemi. Sonra bu ufak tabakaya geçiyor. Aile teşkilatına giriyor. Bakıyorsun ki; bugün evlenmiş, on beş gün sonra boşanma davası. Bir sene geçinmiş, “Ooo, onlar ne bahtiyar insanlarmış, bir sene geçinmişler.” O hâle kadar geldi. Deden elli sene, yetmiş sene, seksen sene iki vücutta bir ruh olarak yaşarlardı. Onun içün tarihin efendisiydiler. Anlatabiliyor muyum?

Şimdi on nüfuslu bir aile, onunun da kafası ayrı işler. Ve birleşmez. Meğer bir eğlence olsun da birleşsin. Bir eğlence olursa belki o dakikada bir masa başında birleşme var. Eğlence filan yok, huzur âleminde değil mi, biri bir tarafa çekilmiştir, biri bir tarafa çekilmiştir, biri bir tarafa çekilmiştir. O onun dediğini kabul etmez, o onun dediğini kabul etmez.

Nasıl teâli terakki edeceğiz? Gönül birleşmeyince olur mu? Vermez ki Allah. Allah vermez, âdeti değil. Muhabbetsiz yere Allah zevk vermez, feyz vermez, huzur vermez. Havas tabakada merhamet, avamda o merhamete karşı hürmet, ikisi evlenecek muhabbet doğacak. Anlatabildim mi? İkisi evlenecek muhabbet doğacak. Muhabbet doğduğu vakitte; Allah’ın zâti tecellisinin bir ihsanıdır, bir keremidir, derhal Cenab-ı Hak işe vaziyet eder.

Sen zanneder misin ki işleri insanlar yapar? Hayır! Yaptırır insanlara O. Bu Hindistan cevizi kadar mahfazanın içerisindeki cevher-i akıl, babamın memleketinden gelmedi. Konuşurken unuttum dersin, biraz sonra hatırlarsın, nereye gitti, hangi nereden gelecek? Sonra o kadar da ders kaçırmıştır Allah. “Ay dur unuttum, biraz sonra gelirse söylerim.” Nereden gelecek bu? Nereye gitti? “Efendim dimağın…” Sayfa numarasını göster!

Veren de O’dur, alan da O’dur. Muhabbeti görünce verir, bol bol verir.

Dedemiz aşktan doğan ahlaka saliktiler, tarihte efendiydiler. Çünkü aşktan doğan ahlakta zaman yok, mekân yok, içinde kendisi yok. Ama bizi vazifeden doğan ahlakı tenkit ediyor mânâsına anlamayın. Bugün hepsine biz baş üzerine deriz. Daha üstün ahlak, aşktan doğan ahlak. Daha üstün.

Kaç defa misal getirmişimdir mesela, en canlı misali, bizim Mehmetçiktir. Frenk askeri sekiz saat harp yapar, saati dolduktan sonra durur. Ben vazifemi yaptım.” der. “Yetiştir arkadan kuvveti, yapsın. Benim vazifem bitmiştir!” der. Vazifeden doğan ahlakla aşktan doğan ahlaka en kuvvetli misaldir bu.  Sekiz saat yapar, ondan sonra durur. “Aman, ben vazifemi yaptım, arkadan kuvveti yetiştir.” Mehmetçik sekiz saat yapar, kırk sekiz saat yapar, ekmek vermezsin “Allah” der doyar, ayakkabısını yetiştirmezsin nasırından çarık yapar, “Arkamdan vurulursam imansız giderim.” der. Bunda saat, çünkü aşkta saat, zaman, mekân yoktur ki. Adam saati bilsin, zamanı bilsin, hiiç!

Sonra bazı insanlar onun “Allah” demesini çok görürler. Bir tuhaf bir şey. Bedava bir sermaye, niye elinden almak istersin? Sen inanma fakat inanandan niye almak istersin? Değil mi? Sana kimse bir şey demez. Seninle sahibinin arasında. Zaten Allah da öyle demiştir. Rasulü Ekrem çok şeydir de, haristir, insanlığı yetiştirmeklik içün çok üzülür.

 [6] بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ Yahu niye üzülürsün?

[7] وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍ  Ben, seni vekil-i umumi tayin etmedim, göster güzel böyle bir şey var de geç. Üzerinde durursun, diyor.

Durur. “Ben sebeb-i hilkat-i âlemi âdem olduğum içün kimsenin yandığını istemem!” der. … ister. Sen inanma fakat inanandan niye çalmak istersin?

O iman, öyle anne yetiştirmiştir ki, hiçbir milletin tarihinde yoktur, oğlunu meydan-ı gazaya gönderirken: “Bu göğüslerim haram olsun eğer şehadet vaktinde kaçarsan!” diye. Hiçbir tarihte göremezsin. Yalnız senin tarihinde var. Bire on döğüşmüş, nâzım-ı dünya olmuş, o mânâ kuvveti ile olmuş. Ne diye alırsın onu elinden? Almaya kalkarsın. Sonra parayla değil, zahmet de değil. “Var” derse maddesinden kaç parası eksilir? Kilosundan ne kadarı eksilir? “Yok” derse ne kadarı artar, ne kadarı ziyadeleşir? Böyle ahmakça hâl olur mu? Var, dedi tasdik etti, bin lirası var, dokuz yüze mi iner? Seksen kilo gelirken yetmiş beşe mi iner? Yok, dedi, bin lirası bin on lira mı olur? Seksen kilosu seksen beş kilo mu olur?

İlim tasdik-i muciptir, cehil de inkâr-ı muciptir. İlme intisap eden kimse muhakkak “var” demekle mükelleftir. Ama zevki olur olmaz o başka. Zevki veren Allah’tır. Allah’ı bilmekle, Allah’ın varlığını bilmek arasında çok fark vardır. Anlatamadım burasını. Allah’ı bilmek başkadır, Allah’ın varlığını bilmek başkadır. Bakar mevcûdâta, sahipsiz olmaz Allah var, der. …. İntikal tarikiyle, Allah. Yook! O kendisiyle bilinir. Neyse bu mevzû da gene uzun bir mevzû.

E, vazifeyi tarif edelim. Çok tarif ettik ama bugün yabancı arkadaşlar gördüğümüz içün tekrar edelim. Vazife, vacibü’l-icra olan şeye denir. Ne demek bu? Biraz daha açıkça: Yapılması, vicdanen, aklen, örfen, manen, kanunen, kalben, yapılması mecburi olan şeye vazife denir. Mukaddestir diyoruz. Mukaddes olan şey kutsiyâttan doğar. Kutsiyât, (annelerini tayin ediyorum) ahlakiyâttan doğar. Ahlak, Zât-ı Bâri’ye iman ile olur.

Binaenaleyh bir şeyin vazife olabilmesi içün, bu kanaldan geçmesi, böyle saydığım şekilde ahlaktan, kutsiyâttan, bööyle inerekten gelecek. Yoksa birisinin keyfinden çıkmış, âhara zararı olan bir şey, uşaklığın neticesinde vazife olmaz. Anlatabildim mi acaba? Bir tüccara kâtip olmuşsun yahut tezgâhtar olmuşsun. Almış bunu on kuruşa “Kaldır bu malı, diyor. Bu malı kaldır, bu üç ay sonra on liraya satılacak.” Sen kaldırdın üç ay sonra… E Sen bunu niçün yaptın? “Vazifem!” Yok azizim, vazifeyi karıştırma. Vazifeyi karıştırma! Sen mis gibi paranın uşağısın. Ne vazifesi! Vazifeyi karıştırma. Anlatabildim mi acaba?

Bir kaide söyleyeyim bari burada, buraya açılmışken. Malum ya ihtikâr[8] ahlakta en kötü bir şey, ihtikâr. Bir mal ne vakit ihtikâra girer? Sonra, ticaretin mezmum[9] olan kısmı. Ne vakit mezmum olabilir? Bir mal kaça alınıp kaça satılabilir? Söyleyeyim mi? İster misiniz?

Evvela kaça alınır kaça satılırı da söyle. Efendim yüzde on, yüzde yirmi, yüzde beş filan, derler. Ahlakta böyle değildir kaide. Ahlak böyle yüzde koymaz. Ahlak şöyle kaide koyar. Bunu aldın on kuruşa, anlayanlar tarafından, mütehassısları tarafından, on kuruşa aldın, sattın on beş kuruşa farz edelim. O işin mütehassısları  örf-ü beldede o işi anlayanlar, sahasında bulunan insanlar alan adama “Evet bu mal on beş kuruş eder, aldanmamışsın.” derse, o beş kuruş sana helal olur. Aldın on kuruşa sattın on iki kuruşa, onun mütehassısları dedi ki: “Bu mal on bir kuruş ederdi, on iki kuruş etmezdi.” O bir kuruş sana haram olur. Bak ona aldın on beşe sattın beşi helal oldu. Ona aldın on ikiye sattın, biri fazla gördü onun ehli, o biri haram oldu. Anlatabildik mi? Kaide bu. Düstur bu.

E ne vakit ihtikâra girer? Aldın, sen o işin ehlisin, biliyorsun. Dedin ki: “Sakla bunu, on beş gün sonra bu yüz kuruşa aldığımızı beş yüz kuruşa satacağız.” Bozdun sen şimdi, işi ihtikâra soktun. Heyet-i umumisi haramdır.

Aldın yüz kuruşa, koydun camekâna veyahut depona geldi birisi dedi ki: Filan mal var mı? Bekliyorsun, daima müşteriyi bekliyorsun. Çıkmıyor. Gün geldi o sen ama satmak niyetindesin. Orasını Allah bilir değil mi? Serâir-i[10] zemâir-i[11] hafâyâya[12] muttalidir[13] Allah. Senin içini bilir. Vitrininde böyle duruyor, üzerinde de etiketi duruyor, kimse gelmiyor. Bugün gelse yüz bir kuruşa satacaksın fakat gelmiyor. Üç ay sonra birdenbire beş yüz kuruş oldu. Ben bunu yüze aldım, yüz birden fazlaya satarım dersen, o hiçbir mânâ ifade etmez. O gün beş yüz kuruşa satarsan dört yüz kuruş sana haram olmaz ha. Çünkü sen onu yüz bire de satacaktın. O yüz eğer üç ay sonra elliye indiği vakitte elliye de verecektin. Zararı kabul ettin, kârı da kabul ettin. Seyrinde mal yükseldiği vakitte, anlatabiliyor muyum? Seyrinde mal yükseliyor. Sen kendi elinle yükseltmiyorsun. Seyrinde, seyrinde inse, yüze aldın yirmiye indi, … E ne yapalım diyeceksin.

Ticaret ehli bu. Kâr, zararın ortağı, der. Verirsin. Seyrindeyken yüze aldın beş yüze çıktı. “Ben bunu yüze aldım, yüz bire veririm.” O fazilet, kimse bir şey demez. Kimse kimsenin malının kâhyası değildir. Fakat yüze aldın, seyrinde beş yüze çıktığı vakit de beş yüze verirsen, Allah bunu niye beş yüze verdin diye senden sormaz. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Haa,  bu kaideyi kurduktan sonra bak Hazreti Muhammed bir kaide daha verir. Der ki: İstefti kalbek ve in eftâke, yuftun

Herhangi bir şeyi yaptığın vakitte yapmış olduğun şeyin fetvasının bir suretini de içinde sessiz sözsüz konuşan hâkimden al. Her ne kadar o işi bilen adamlar sana bir karar verirlerse dahi, içinde oturan birisi derse ki sana: “Gel bunu sen yüz elliye sat, o hâkimin sözüyle amel et.” Anlatabildik mi? Beş yüze gidiyor amma gel bunu yüz elliye ver sen. Yarın başka bir kapıdan bir şey daha gelecek. Anlattık değil mi şimdi? Gayet basit. Mükeyyifâtta[14] da hiç had koymamıştır. Keyfe taalluk eden şey. Koymamış.

Buna nereden girdik? Vazifenin tarifinden, vazifenin geldiği kanal neresi olduğunu söyledik. Ondan sonra keyfe uşak olursa ona vazife denmez, dedik. Bir ticaret mevzûu verdik, oradan buralara girdik.  Yoruldunuz mu, keseyim mi?

Aşkı da tarif ettik ahlaka göre. Kalp, tarifi zor olan kısım. Kalpten doğan ahlaka, dedik ya kalp. Aşktan doğan ahlakın annesi kalp dedik ya. Kalp ne? Kalp isminden de anlaşılıyor ki, daima kalbolmakta.[15] Her an bir şân[16]da. Onun içün Fahr-i Âlem, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, Allah’a yalvarmıştır: “Hakikat üzerine benim kalbimi sabit kıl.” O daima döndüğü içün, hakikat üzerine sabit kıl. Ayinedir kalp, yani gönül.

Gönül kendi âleminde fenâsız bekâya, cefasız safâya, şüphesiz irfana, diriğsiz[17] cemâle, nihayetsiz devlete nail olmak isterse… E öbür tarafını da söyleyelim mi? Gönül kendi âleminde fenâsız bekâya, (bitmesin) cefasız safâya, şüphesiz irfana, diriğsiz cemâle -öyle, Hudâ cemalini gösteriyor, esirgemiyor, böyle bir cemâle- nihayetsiz devlete nail olmak isterse, (Çok uzun boylu değil.  Şart, şeyler çok amma ufak bir şey yapabilirse) kırk gün yalan söylemesin.

Kırk gün yalan söylenmeyecek. Ama böyle bir odaya kapanırım da kırk günü geçiririm. Yook! Cemiyet içerisinde. Hani bir odaya kapanırım yahut bir dağa çıkarım. Nasıl olsa bir çadır kurarım, bir kamp yaparım. Bugünki tabirle. Kimseyi görmem, kırk günde biter. Kırk birinci günü, öyle değiil! Hem öyle bir imtihan eder ki, tam otuz dokuzuncu günün akşamından yarım saat kala biri karşısına musallat olur, tık dersin düşersin. Olur, olur, olur, olur da, tam “Ehh otuz dokuzuncu günüm bitmek üzere, kırkıncı gün bitiyor.” derken bir şey çıkar. Kırk gün. Hem burada kasem de etmiştir. Katiyen böyledir.

Gönül kendi âleminde fenâsız bekâya, cefasız safâya, şüphesiz irfana, diriğsiz cemâle, nihayetsiz devlete nail olmak isterse tek bir şey, kırk gün yalan söylemeyesin. Malum ya, bütün fenalıklar yalan tezgâhında dokunduktan sonra meydana çıkar. Hep öyledir. İlk önce yalan tezgâhında dokur, ondan sonra meydana çıkar. O vakit kendi gönlünden agâh olur.

Kim ki canânından irak oldu, işi ahh olmuş.
Nefsine arif olan arif-i billah olmuş.

Nereden nefsimize arif olacağız! Âlemle meşgulüz. Öyle dedi böyle dedi, öyle olacak, şöyle böyle olacak!

Kalbine eyle nazâr kendini tanı kimmiş.
Kendini dilde gören ehl-i dil agâh olmuş.
Gel Süleyman isen incitme eğer mûr[18] olsa.
Kim ki kamu zerreden ol şemse nihân râh olur.

Eğer diyor kâinatta Süleyman isen, tabi bu Süleyman malum. Ama demişler ki: Süleyman var Süleyman’dan içerü. Bu da gene ayrı. Cenab-ı Hak istifa kanunuyla bazı kullarına ayrı hususiyetler veriyor. Mesela Süleyman’ı da hem manen hem maddeten yükseltmiş, burada onu misal olaraktan getiriyor. Onun kadar teâli de etsen, bir karıncanın hukukuna dahi riayet eyle.

Değil insan haklarına, bir karıncanın hukukuna dahi riayet eyle, zira hiçbir zerre yoktur ki, o zerreden giden Allah’a  gizli bir yol olmasın. Bir şey anlatamadık galiba? Ufak bir karınca da olsa, hukukuna riayet eyle diyor. Zira hilkatte hiçbir zerre yoktur ki, onun içinde Allah’a giden gizli bir yol bulunmasın.

Cihân bağında ey âkil budur makbûl-i ins ü cin
Ne kimse senden incinsin ne sen kimseden incin.[19]

Bu avama ait sözdür, havas bunla meşgul değildir. Sen herkesten incineceksin, kimseyi incitmeyeceksin. Kendini siper yapacaksın kâinatta. Herkes seni incitecek fakat sen incinmeyeceksin. Anlatabildim mi acaba? Böyledir. Belâ, Allah’tan tecellisi muktezî[20] bir sıfat. Çok sevdiğine verir.

El belâ âlel enbiya sümmel evliya sümmel emsel fel emsel

Ya, inleyeceksin bu âlemde. Ama biraz evveli söylediğim şekildeki inilti değil o. O maddi iniltidir. Bir tatlı inilti vardır. Anlatamıyor muyum acaba? Hiç hayatta zevkli bir ağlamadın mı? Ağla ağla da açılırsın, derler. Şöyle gizli kendi kendine kalıp bir tatlı ağlamadın mı hayatta? Hava kararır kararır,  ağlar. Yağmurunu döker yani, bembeyaz aydınlanır. İnsan da kesâfeti ile şekâveti ile rezaleti ile habâseti[21] ile gönlünü…  Ağlamada büyük nimet vardır. Şööyle insanın bir burnu sızlayarak, bir ağlaması vardır. Sızlar. Kalp suyu o gözyaşı. 

Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.[iii]

Hiç yeryüzü, toprak güler mi insana lazım gelen varidâtını verir mi sema ağlamadan?

Zemin handân olur mu girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibar-ı âlemin gamsızlığındandır.

Âlemde gam var, neden? Büyük tabakada gam olmadığı içün. Zevkinde safâsında yaşar, ufak tabaka inim inim inler, onun için âlemi gam doldurur. Anlatamıyor muyuz?

Biraz da eşk lazım, göz mismir olmaya zira.
Tînin[22] tohumu nâbud[23] etmesi nemsizliğindendir.

İnsan biraz feyz-yâb
[24] olabilmesi içün gözünde yaş olması şart, diyor. Yaş lazım çünkü yaş olmazsa diyor, misal getiriyor, zemine tohumu ektin de sulamadın mı, tohum orada kurur gider, bulamazsın bir şey. Öyle der, öbür taraftan Fahr-i Âlem, yine bunu anlattığı gibi diğer taraftan da ikaz eder: “Dikkat edin yalnız, der. Münafık gözünün yaşına sahiptir, istediği vakit ağlar, aldanmayasınız!” O kaideyi de sana vereyim de. Çarpılırsın, marpılırsın, ben ne bileyim, öyle dedi dersin. Münafık öyleymiş, şöyle yapınca gözü yaşlanırmış. Bir göz kapağını böyle yaparmış, şıpır şıpır ağlarmış. Kırık kalplinin ağlaması, kestirmesi. Kırık kalp, kırık. Hadisat vurmuş, kırmış. İşte asıl gönül odur, diyor zaten.

Tecrid-i tecerrüd rêh-i kâşâne-i dildir.

Anlatacağım size şimdi. Tefrid[25], tevhid, tecrid[26]. Ama bugün değil. Üç esas var: Tefrid, tecrid, tevhid. Anlatırım bir gün, sağ kalırsam.

Tecrid-i tecerrüd rêh-i kâşâne-i dildir.
Her hane ki virânedir, ol hane-i dildir. (Anlatamadık galiba. Bir daha)

Tecrid-i tecerrüd rêh-i kâşâne-i dildir.
Her hane ki virânedir, ol hane-i dildir.

Ene inde min kesiretü’l-kulûbAllah öyle der: Gafiller beni göklerde arar, arifler gönüllerde. Ben kırılmış olan kalplerdeyim.

Kalktığı vakitte sahibi düşüyor, düşünce malını bırakır mı Allah? Senin muazzam bir üzerinde durduğun bir şeyin olsa, içerisine koyduğun bekçi çekilse, onu öyle bırakmazsın değil mi? Derhal sahip olursun. Sen senin değilsin ki, kırıldığı vakit. Onun içün derler ki: Eğer bir adam bir zalimin zulmünde sesini çıkaramazsa o zalim mahvoldu gitti. Ben eski konuşmalarımda söylemiştim, bir misal vereyim de. Acayip tesadüf, misali de okuduğum şeyin sahibidir. Hiç hafızamda yoktu.

İbrahim Hakkı vardır, Almanlar kitabını tercüme etmişler, birinci kısmını, fen kısmını. Nerede bırakmışsa daha hâlâ o günden bu güne kadar biz bir adım ilerleyememişiz, derler. Ama biz bilmeyiz değil mi? Ne biliriz?

Bu zât, Fakirullah-ı Türbi’den talim-i terbiye görmüş. Fakirullah isminde bir zât-ı âliden. Babası vefat etmiş, mini mini yanında kalmış. Babasını yıkarlarken, Fakirullah kendisi meşgul oluyormuş cenazesinde, yıkarken yani. Kendi de duruyor başında, ağlıyormuş. Sekiz yaşındaymış, babasının cenazesinde. Şöyle bir bakmış, “Hadi git yukardan elbiselerini giy!” demiş. Baktıktan sonra, gülerek çıkmış.

Yanındakiler demişler ki: “Çocuk ne de olsa!” demişler. “İşte bayramlık elbiseni giy deyince sevindi.”

“Elbiseden sevinilmez demiş, gözlerinden sevinilir.” Yani sekiz yaşında bütün insanlığı talim edecek bir kabiliyet vermiş. Hulâsası bu.

 Ee ne varmış da nazarında da ...?” Sen bunun çirkin tarafını kabul edersin de iyi tarafını niye kabul etmiyorsun? Bazı nazar vardır  Hiii ne biçim hayvan” der, yürürken düşer ölür o dakika da. Vardır öyle bed[27] nazar, hayatta. Öylesi olduğu gibi ihya edeni de var, işte böyle.

Neyse onun yanındayken “Git, demiş. Şu pınardan bir su getir, testiyi doldur da getir.” demiş.

Altı yaşında mıymış, neymiş? Bir yeniçeri sipahisi suyu testiye doldururken gelmiş, fırlatmış testiyi “Çekil oradan!” diyerekten.  Testinin kulpunun neyse işte bir şeysi kırılmış. Su doldurulan yerine ne dersiniz? Ağlaya ağlaya gelmiş. “Ne ağlıyorsun?” demiş.

Bir yeniçeri sipahisi attı testimin ucu kırıldı!” demiş.

Hiçbir şey söylemedin mi?”Hayır” “Koş demiş git oraya koş. Uzaktan bir küfür et de gel!” demiş.

O vakte kadar hiç işitmemişler bir insan-ı kâmil, bir mücessem-i edebi vefa, ahlakı talim eden bir zât-ı âli, kibar, nezih… “Böyle küfür et!” Herkes birbirine bakıyor.

Koş çabuk söylüyorum!” demiş. Koşmuş. Yutkunmuş, yutkunmuş, dönmüş. Alışmamış, muhit filan müsait değil. Duymamış. “Ettin mi?” demiş.

Hayır, yapamadım efendim!” demiş.

Git yahu sana söylüyorum!” Bu sefer gitmiş, yeniçeri sipahisinin beyni patlamış, yerde serilmiş. Gelmiş, “Nedir o, söyledin mi?”

Söylemeye hacet kalmadı, patlamış kafası, beyni patlamış çıkmış.

Ey Hakkı, demiş. Koca bir adamı bir testiye yedin, bir testinin kulpuna koca bir adamı yedin. Eğer sen ona o dakika ağzını açmış olsaydın, o yakasını kurtarmıştı. O sıcak gözyaşını içine akıttın, kalbin parça parça oldu, derhal sahibi çıktı yakaladı, tepeledi.” Öyledir o.

Bugün ki konuşmanın an yerini burası teşkil eder. Hayatta çektiğin bazı sıkıntılar varsa bil ki; ya dilinin tokadıyla birisini inletmişsindir, kırmışındır, haberin olmaz senin. O dakikada kalbi kırılır, sahibi Allah öyle vaziyet eder, yakar seni. Acayip iştir.

Öyle hâller var ki, bir misal geldi aklıma, iki tane misal, ikisini de getireyim. Herkes bilir ki Ebu Bekir’in Kur’an da hususi bir imtiyazı vardır.

 [28] ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا  “İkiden biri” Kur’an’da sıddıkiyyet rütbesini almış. Böyle olduğu hâlde, Hazreti Bilal bir şey konuşuyormuş, Kureyş’in ileri gelenlerinden bazılarının, nezaketsizliğinden, vaktiyle hamiyetsizliğinden, bir dostuna anlatıyormuş.

O esnada Ebu Bekir geçiyormuş, durmuş. “Bilal, demiş. Kimse hakkında bir şey söyleme!”

Onlar benim bu sözümün layıkıdırlar, Ya Ebu Bekir!” demiş.

Söyleme diyorum!” demiş. Gelmiş aynen Hazreti Fahr-i Âlem’e hikâye etmiş. Ebu Bekir’e ne diyor biliyor musun?

Onu bilmem, diyor. Ya Ebu Bekir, eğer Bilal gücenmişse yanmışındır. Eğer senin bu sözünden Bilal kırılmışsa, sen yanmışındır.”

Koşarak gelmiş Bilal’e,  gücenmediğine, defaat ile sözle, hâlle, şekille, teminat almadan ayrılmamış.

Biri de Ebu Zer-i Gıffari’dir. Ebu Zer-i Gıffari. Öyle bir imtiyazı var ki; tek başına iman ettiriyor Peygamber, tek başına Ahirete gidecek, tek başına Allah’ın yanına çıkacak. Tek başına orduya yetişti.

Tek başına Huzur-u Sübhâniye girmek demek, o istifa kanununa sahip olan insanlarda var o. Böyle olduğu hâlde, bir gün hizmetçisi siyahi bir insanmış, siyahi. Bir mevzûda işte canı sıkılmış, haklı Ebu Zer-i Gıffari. Fakat cümlenin çıkış tarzı acayip. Acayip de ne yani? Bizim öyle nazarımızda pek büyüyecek bir şekilde değil. “Gidi zencinin oğlu!” Yani siyahi kadının çocuğu. Sertçe söylüyor.

Geçiyormuş, tesadüf gene Rasulü Kibriya, biraz sonra gelmişler yanına: “Gel buraya, demiş. Herkes kün emrinin daire-i merkezinde tecelli etmiştir. O kün emrinin haricinde hiçbir kimse yoktur. Nüçün ‘Gidi zencinin oğlu’ dedin, gücendiyse yandın!” demiş.

Gidiyor. O Ebu Zer-i Gıffari ki, onun yüzü başka türlü bir yüzdür. Koyuyor yere, o siyahi şeye, hadimine. “Bas ayağını!” diyor. “Aman efendim!”

Yok, yok, başka türlü kanaat gelmeyecek. Beni Affet ve itminan-ı kalple şunu Kudret çeksin, sana ait olan bir şeyle ben seni rencide etmişsem, Ya Rabbi götürdüm de yüzümü ayağının altına koydumdu, hala silmedin mi?” diyeyim.  Anlatabiliyor muyum acaba? “Hâlâ silmedin mi?”

İttekin-nâr bi temmetin velev bi kelimetin tayyibetin. En yüksek ahlakçının sözüdür. Fahr-i Âlem. Malum ya, ahlakçıların en başında o zât gelir. Kendisini de beşeriyete öyle takdim etmiştir. “İnnemâ buistü li ütemmime mekârime’l-ahlâk. Ben mekârim-i ahlakı itmama gönderildim.”

Bazıları der ki: “Efendim o kadar büyük zâtmış da niye bir tayyare yapmamış!” Tenekeci ustasıyım, diye kendini takdim etmedi! “Ben mekârim-i ahlakı itmama gönderildim.” Ben bir tenekeci ustasıyım, bir demirci çavuşuyum, filan diye öyle göstermedi kendisini!

Mânâ tekâmül ederse madde mebsuten mütenasip[29] tekâmül eder. İş mânâdan doğar. Onların da vazihi[30] odur. Anlatabildim mi acaba? Mânâ tekâmül ederse maddeye intikâl eder. Madde mânânın tekâsüf[31] eden kısmıdır. Bir şey anlatamadık mı acaba? En mühim yer o. Ufacık bir cümledir amma binlerce sayfalık şerhi yapılabilir. Madde mânânın tekâsüf eden kısmına denir. Beden ruhun mütekâsif[32] olan kısmıdır. Hangi tarafını anlatayım sana?


[1] Vesm:  Damga. İşaret.
[2] Kinever: Kin besleyen, hased eden, kinci.
[3] Nahvet: Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme.
[4] Muvâzene(t): Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin vezince birbirine denk olması. Uygunluk.
[5]Hadis-i Şerif’in devamı لا تزال هذه الأمة تحت يد الله وفي كنفه ما لم يمالئ قراؤها أمراءها، وما لم يزك صلحاؤها فجارها، وما لم يهن خيارها أشرارها، فإذا هم فعلوا ذلك رفع الله يده عنهم، ثم سلط عليهم جبابرتهم فساموهم سوء العذاب، ثم ضربهم الله بالفاقة والفقر»
[6] Maide Suresi 67. Ayet-i Kerime يَٓا اَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَۜ وَاِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُۜ وَاللّٰهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِر۪ينَ
Meali: Ey şanlı Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O'nun peygamberlik görevini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler toplumunu doğru yola iletmez.
[7] Yunus Suresi 108.Ayet-i Kerime قُلْ يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَٓاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْۚ فَمَنِ اهْتَدٰى فَاِنَّمَا يَهْتَد۪ي لِنَفْسِه۪ۚ وَمَنْ ضَلَّ فَاِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَاۚ وَمَٓا اَنَا۬ عَلَيْكُمْ بِوَك۪يلٍۜ
Meali: De ki: "Ey insanlar! İşte size Rabbinizden hak geldi. Artık kim hidayeti kabul ederse kendi canı için kabul etmiş olur. Kim sapıklık ederse kendi zararına sapıklık etmiş olur. Ve ben sizin üzerinize vekil değilim."
[8] İhtikâr:  (Ar. ḥakr “zulmetmek; eşyâyı pahalanması için biriktirmek”ten iḥtikārGerekli maddeleri kâr amacıyle toplayıp ihtiyaç arttığı, fiyat pahalılandığı anda yüksek fiyata satma, vurgunculuk
[9] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmayarak ayıplanmış. Kötü.
[10] Serâir: (Sır) Gizli şeyler, sırlar.
[11] Zamâir: (Zamir) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. İsim yerine kullanılan kelimeler.
[12] Hafâyâ: (Hafi) Gizli şeyler. Sırlar.
[13] Muttali': Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.
[14] Mükeyyifât: Keyif veren şeyler, keyfe göre
[15] Kalbolmak:  Değişmek, çevrilmek, dönüşmek.
[16] Şân: Hâl, durum, rütbe, tabiat. Vaziyet. Vasıf, nitelik, karakter. Mahiyet •Nam, şöhret, ün, îtibar
[17] Diriğ:  Men'etmek, korumak, esirgemek  ünl. Eyvâh, yazık
[18] Mûr: Karınca
[19] Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.
[20] Muktezî/Muktazî: Gerekli olan, gerekli, lüzumlu şey, lâzım
[21] Habaset: (Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük.
[22] Tîn/Tıyn: Çamur, balçık
[23] Nâbud/Nebud: Bulunmayan, mevcut olmayan, yok olan, mec. Perîşan, müflis, mahvolmuş.
[24] Feyz-yâb: Feyiz bulucu, feyiz bulan.
[25] Tefrid: Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma.
[26] Tecrid: Açıkta bırakmak. Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a yönelmek. Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir adam farzederek ona hitabetmesi. Soyma, soyulma.
[27] Bed: Farsça Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
[28] Tevbe Suresi 40. Ayet-i Kerime  اِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّٰهُ اِذْ اَخْرَجَهُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ اِذْ هُمَا فِي الْغَارِ اِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِه۪ لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَاۚ فَاَنْزَلَ اللّٰهُ سَك۪ينَتَهُ عَلَيْهِ وَاَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا السُّفْلٰىۜ وَكَلِمَةُ اللّٰهِ هِيَ الْعُلْيَاۜ وَاللّٰهُ عَز۪يزٌ حَك۪يمٌ
Meali: Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına "Üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
[29] Mebsuten: Mütenasip Doğru orantı; birbirine bağlı olan ve biri arttığında öteki de artan iki büyüklük arasındaki nispet.
[30] Vazîh(a): (Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık.
[31] Tekâsüf: Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. Bir noktada toplanma. Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri.
[32] Mütekâsif: (Kesâfet. den) Sıklaşmış, koyulaşmış, yoğunlaşmış. Sıklaşan, yoğunlaşan, koyulaşan, tekâsüf eden.


[i] Ne Sendendir Ne Bendendir

Ne sendendir ne bendendir ne çârh-i kineverdedir
Be derd-i ser humar-i neşve-i cam-i kederdendir

Dehan âlûde olmaz-i elvan-i âlemde
Dimağ-i dilde lezzet han-i yağma-yi seherdendir

Düşen sana tegafüldür bana ah-i tegafülsuz
Değil senden şikâyet şekve ah-i bîeserdendir

Sana isbat-i taksir eylemek bîvechdir ey dil
Bu taksir-i eser senden değildir çeşm-i terdendir

Bu ta’birat vüs’unda değildir kuvvet-i tab’ın
Bu feyz-i ma’nevî Nabîye mecra-yi diğerdendir.

(Urfalı Şair Nâbi)

[ii] Zâhirî hâle bakıp etme dahîl bir ferdi
Çekilir çile değil çille-i germ ü serdi

Kendi hâlince olur her kişinin bir derdi
Tükenir mi feleğin sille-i nerm ü serdi

Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner
Gam ü şâdî-i felek böyle gelir böyle gider

Gelir elbet zuhûra ne ise hükm ü kader,
Hakk’a tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder

Hilafından hazer eyle huzuri bariyi gözle
Mukadderde hata olmaz hemen yan gel sefa eyle

(Enderunlu Vâsıf)

[iii] Zemîn handân olur mı girye-perdâz olmadan eflâk.
Gam-ı âlem kibâr-ı âlemün gamsızlığındandur

(Yenişehirli Avnî)

1 yorum:

Evvela kaça alınır kaça satılırı da söyle. Efendim yüzde on, yüzde yirmi, yüzde beş filan, derler. Ahlakta böyle değildir kaide. Ahlak böyle yüzde koymaz.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017