Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

70. Kaset

070 (284) 65 dk. (08.11.1959)
Mevzû, başlıca iki esasa ayrılmıştı; birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın membaı akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp olduğu söylenmişti. Gerek aşk gerek kalp, vazife, akıl, bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Ve en zor kısmını da burası teşkil ediyor. İnsan...

İnsan nedir? Zahirde bakılınca elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret bir varlık. Fakat mânâ-i enfüsisi itibariyle, hakikati itibariyle, hürriyet-i zâtiyesi itibariyle, insanın kendisi ne? En zor yeri bu.  (Bunu her konuşmamızda tekrar ediyoruz, yani sofranın ekmeği. Yemek değişir amma ekmek değişmez. Binaenaleyh, ana mevzûu va’z ederken bunları her konuşmada birer birer tekrar ediyoruz. Bazen yenisini söylüyoruz, bazen aynı mânâyı ifade ediyoruz.)

Gelmede gitmede hiçbirimizin ihtiyârı yok. Dalgasız bir âlemden dalgalı bir âleme düşmüşüz. Gelirken de hiçbirimize sormadılar. “Beyefendi böyle bir âlem-i şuhûd vardır...” Yani dünya denilen bir bela yeri vardır.  Dünya öyle mi? Evet öyledir. Burası öyle. Burası feryat âlemi. Burada insanlar elem ile emel arasında yoğrulurlar. Ya elemin var ya emelin var. Şöyle bir düşün.

Daima recâdayız[1]. Ümit. Onun içün iman lazımdır. Çünkü ümidi besleyen şeyin adına iman derler. Ümitsizlik yeise götürür, yeiste inkâra götürür. İnkâr zulme götürür, zulüm vahşete götürür, nihayet cinayet kapıları açılır, rezalet kapıları açılır. Meyus çünkü hiçbir şeye de ümidi yok. Hakk’ın rahmetinden gönlünü kesmiş. Tesadüfün neticesiyim ben, diyor. Binaenaleyh gözümün önüne herhangi bir fırsat geldiği vakitte, ufacık zevkim içün ben bir kâinatı yakarım, der. Hiç dinlemez. Adi, gayet ufak bir zevk içün, milyarlarca insanı yakar. Bir adam imandan çıktı mı, yeise kapıldı mı...

Hani bazı insanlar efendim, iman der de şöyle dudağının ucundan büker. Bu asırda o bükülen dudakları, medeniyetini taklit ettiğimiz Garp da koparıp atıyor. İnkâr kapısı kapanmıştır. Bu moda oradan geçmiş. Bize uğramış fakat oradan geçmiştir. Derleniyorlar, toplanıyorlar, ne yapacağız diye kıvranıyorlar amma yolunu çıkaramıyor.

İman, adama bir defa ölümü tanıttırır.  Korkutmaz sevdirir. Umumi terhis şenliğidir, der. Anlatabiliyor muyum? Hani bir asker, askere giderde yorulur, hizmetini yapar. “Artık ben vazifemi yaptım, der. Meydan harbinde bulundum, düşmanı tepeledim. Memlekete memleket kazandırttım, can kazandırttım. Binaenaleyh, artık ben gideyim de çocuklarımın yanında bir huzur yapacağım.” dediği anda bir tezkere çıkar bir şenlik olur ya, bu ölümde hakiki insan içün umumi terhis  şenliğidir. Onun böyle olduğunu anlattırır. Onu yalnız söz hâlinde değil, umur-u haricinde misalini verir. Gönlüne huzur verdirttirir ve yakinen bu böyledir, dedirttirir.  Onun içün, inananın gözünün önünde bu kâinat bir mezbaha değil, inanmayanın gözünün önünde bu kâinata mezbaha nazarıyla bakar. O da ben ne vakit bir cinayet irtikâp ederim, ne vakit benim elime böyle bir şey geçmiyor, der.

İnananın nazarında bu kâinat bir zikirhane. Nasıl anlatayım sana acaba bilmem ki! İnsan talimgâhı. Bir şey anlatabiliyor muyum? Geniş kurulmuş bir meydan. Bunları anlatır iman. Onun içün: İman ahlakla kardeştir, beraber gider. İmansızlar hayâsızlar, hayâsızlar imansızlar. Yap gönlünün önünde bir şey. İlâ hayat. Kudret’e gönül vermeyenler, ikinci hayatta bir varlık bulamayanlar, mânâyı, insan haklarını inkâr edenler, insanda gizlenmiş olan bir varlık var onu göremeyenler... Sen koy, kendin. Müsâvi de bir şey koy. Usul böyle.

Yeis olmazsa edepsizlik olur mu? Ümitsizlik olmazsa olur mu? Beşer bunun üzerine bir türlü duramıyor, başka yerlerde arıyor. Yaz-çiz fayda yok kardeşim, tutmaz onlar. Hiçbirisi tutmaz. Cicili sözlerle bu iş yürümez. Tattıracaksın. İlk önce kendisini kendisine kabul ettireceksin. Biz kendimizi bilmediğimizden dolayı fena oluyoruz. Bela burada, bir defa insana kendisini bildirecek. Ben neyim? Bunu düşündürme yollarını aramıyoruz. Bütün dünya aramıyor. Onun içün beşeriyet inliyor ve inleyecek.

İnsan tek başına yaşamak için gelmemiştir. Kudret öyle bir âdet kurmamış. Bir defa bunu düşünmek lazım. Böyle tek başına yaşamayı Allah âdet edindirtmemiş, yok. Kaidesinde yok.  Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[2] Bunu idrak ettiği vakitte insan; hiçbir şeyi abes görmez, hiç kimseyi hakir görmez. Eski konuşmalarımda misal getirmiştim size. Bin kiloluk kantar baskül, bir gram ilacı tartmaz. Bende bin kiloluk var diyerekten bir grama nazar-ı hakaretle bakma, muhtaçsın sen ona. Anlatabildim mi acaba? Bir gram tartanda bin kiloluk tartmaz. O da ona muhtaç.

Zincirleme birbirimize muhtacız. O hâlde birleşmek lazım. Gönül birleşmesi lazım. İlk önce evlerden birleşmek lazım. Komşulardan birleşmek lazım. Arkadaşlardan birleşmek lazım. Bir dostluk tesisi lazım. Bunu yapacak camiâ-i insaniye lazım. Nasıl anlatayım? Vakit yok ki, zaman kısa müddet az. Ömür denilen şey, vakit yok bunun. Yapmalı valla, olur inşallah. Yapalım. Hep böyle gidiyor. Benim tarifler, beni tekrar ediyor.

İnsanların, hakiki insanların sohbeti kuzudur. Samimiyet kalktığı vakitte konuşmak kurt olur. Misal getiriyorum sana bak, anlatabildim mi? Konuşmalar, sohbetler, birleşmeler, muhabbetler, manevi çocuk meydana getirir. Ya kurt doğururuz ya kuzu doğururuz.  Eğer samimiyetimiz, birbirimize karşı alakamız, içimize gizlenmiş hususi vaziyetlerimiz yok da Allah için birleşmişsek, muhakkak bize Allah bir veled-i kalbi verir, o veled-i kalbi, ben misal olarak kuzu dedim. Anlatabileyim diyerekten, tefhim[3] makamında. O veled-i kalbi, ya bizim için bir mahz-ı hayr olur, ya bizim için bizi çöktürecek büyük bir şer olur. Bunlar herkesin bileceği şeyler.

“İki şahitle gelin Bana” diyor Allah. Nasıl mahkemeye insan şahit götürür. “Benim mahkememe şahitsiz gelme, diyor. Bana iki tane ne yap yap, şahit al gel. Bunları dinlerim, sana berât kararını veririm.” Allah’ın âdeti öyle. “Bana iki tane şahit getirmeden gelmeyeceksin, diyor. İki şahit isterim.” diyor. Söyleyeyim mi şahitleri de?

Gideceğiz ya, hepimiz gideceğiz. Ölümü öldüremiyoruz. Hiç merak etmiyorsunuz. Çünkü ben bu kadar sene çalıştım, çok çalıştım ben, kendimce bilmiyorum ya. Çok çalıştım, çok konuştum, çok yazdım. İlmi çöktüremeyince kendi cilmime kadar. Hatalı kısmını Allah affetsin. Hatasız kısmında insanlara lazım gelen faideyi verdirtsin. Yemiş vermedi. Yok, yemişi yok. Olmuyor, olmuyor! Onun yemişi nedir biliyor musunuz?

Daha içeriye girerken birbirimizi itiyoruz. Daha otururken birbirimizi tenkit ediyoruz. Daha dinlerken gönüller birbiriyle kavga ediyor. Burada, burada! Evet, arada bir hararet oluyor. Bazen gözler kızarıyor, belki yaş geliyor. Bu neye benzer bilir misiniz? Demirin bir ocak başında ateşe inkılap etmesine benzer. Demiri alırız, veririz körüğü kıpkırmızı çıkar. O dakikada ona demir diyemeyiz, ateş deriz. Niçün? Sıfat aldı yakıyor. Ateşin sıfatı yakmak değil mi? Fakat beş dakika sonra soğur gene demir olur. Ateş olamadık, misal yani ya? Ateş makbul bir şey değildir ya. Misal olaraktan söylüyorum. Evet, kızar bir şeyler olur filan, kapıdan çıktıktan sonra buz gibi demir. Dağınık şeyler.

Buna mânâdan, ahlakçıların sertac-ı ibtihâcı[4] olan zât-ı alâ’dan misal getireyim, daha iyi anlaşılsın. Elfâzı söylemeyeyim de mânâsını söyleyeyim, vakit şey etmesin. Der ki, Hazreti Muhammed: “Bir zaman gelecek, sizi sizden olmayanlar (iyi dinleyin bunu) sizi sizden olmayanlar, misafirlikte bir sofrada oturan misafirlerin birbirine yemek ikram etmesi gibi birbirlerine ikram edecekler.”

Anlaşıldı mı buraya kadar olan acaba? Cümle biraz, dolaştırdım mı acaba? Bir daha söyleyeyim. İyi yer bu. Sizi sizden olmayanlar… Nasıl ki bir cemiyet olur, bir davet olur, bir sofra kurulur, misafirler birbirlerine buyursanız ya efendim derler, öteki sizde buyurun filan. Nasıl böyle bir sofrada, bir cemiyette, bir davette, bir sofrada oturan misafirler yemeği birbirlerine davet ettikleri gibi sizi de sizden olmayanlar birbirlerine davet edecekler. Tepsideki kırık civik[5] gibi, diyor. Alâ kadt’atihâ[6]

O büyük Zâtın dostları, gözleri yaşarmış çok sıkılmışlar. “Kunnâ e min kılletin-binâ yevmeizin yâ Rasûlallah. Biz o kadar çok az mı kalacağız da bize böyle şeyler yapacaklar?”  Yani, biz pek mi azalacağız?

“Hayır, şimdikinden pek çok, pek çok fakat o kadar çok olduğunuz hâlde neye benzeyeceksiniz biliyor musunuz? (Teşbih o kadar güzel ki işte o kadar olur) Nehir üzerinde saman çöpünün akmasına benzeyecek.”

Nehrin üzerini saman kaplamış, bööyle akıyor. Neresinde bu misalin güzellik var? Saman çöpünün içi boştur. Kalpsiz yaşayacağız. Selin içindeki saman çöplerini böyle birleştirebilir misin? İmkânı var mı? Yok. Öyle akar gider. Çoksunuz, sel üzerinde, nehir üzerinde akan, cereyan eden bir nehrin üzerindeki saman çöpü gibisiniz. Öyle olacaksınız. Boş. O hâl geldi mi insanda insanlık vakarından, insan olmayanlara karşı bir Hudâ’nın vermiş olduğu gizli bir kuvvet vardır. Nazarıyla yakar, hâliyle sarsar, ona mehâbet[7] denir.

“Tenzeûl mehâbetin min kulûbikûm:  Mahz-ı mehâbet sizin kalbinizden kalkacak. Siz onlardan korkacaksınız, onlar sizden korkmayacak. Ac’alû kulû bükûmûl vehin[8] Kalplerinize vehin târî[9] olacak.”

Sormuşlar, etrafında bulunan dostları: “Vehin nedir efendim?”

“Alçakça yaşamayı, insanca ölmeye tercih edeceksiniz. Her zillete rıza göstereceksiniz. Arîşin[10] gölgesinde  kalmayı, arşın gölgesinde olmaya tercih edeceksiniz.”

Bir şey anlamadınız değil mi? Arîşin gölgesi… Arîş, çerden çöpten yapılmış, derlenmiş toplanmış bahçelerde olur bir gölgeliktir. Aman bize bu razı, diyeceksiniz. Bir büyük bir arş varmış, büyük bir mânâ varmış, insana asıl bir hayat varmış, geçtikten sonra orada bir huzur varmış, bunlar sizin gönlünüze uğramayacak bile. "Arîşin gölgesinde kalsak yeter. Üç kuruş alıyorum ya faziletim de gitsin, şunu buldum ya o da gitsin, bu da gitsin!” Böyle geçecek, diyor. Peki, arşın gölgesi, arîşin gölgesine benzer mi?

Neyse, biz gelelim mevzûumuza. Kendi hevâ-i nefsinle kendine yol ayırma. Selsebili[11] Allah’dan iste. Çıkmaz. Ne oluyor? Görüyoruz, kâinat ne oluyor? Nedir yani netice ne? Boyumuzun aldığı kadar bir çukura girmek değil mi? Niye birbirimizi yiyoruz? Niye gönüller kırıyoruz? Niyet etmiyoruz. Bizim dedemiz böyle değildi. Dedemizi şöyle düşünecek olursak, ecdadımızı. Bir defa hâlen hepsi âlim. Âlim dendiği vakitte, kâtip  gibi yüzlerce kitap okumak değil. Kalp ilmine agâh. Kalp ilmi öyle bir şeydir ki, bak bir misal vereyim de hoşunuza gitsin.

Ben yetiştim, mini miniydim elini de öptüm. Öyle mini mini bir eli vardı, bir zât. Bir büyük zât. Üç beş sene okumuş. Eskiden mahalle mektepleri vardı işte, orada ne almışsa orada o kadar okumuş. Okuması o kadar, fakat kalp ilmine sahip olmuş. O günün çok yüksek rütbeli adamları, çok fen adamları, çok kafası işleyen insanları gidiyor, imtihan kastıyla: “Acaba ne var ne yok, hakikaten bu adama herkes hürmet ediyor, hürmete değer mi, şey eder mi?”

Gidildiği vakitte de ne söylüyor o adam? Ben tesadüf etmişim çocuktum. Mesela ilk bir adam geldiği vakitte sorar. “Evladım sen ne iş yaparsın?” der. Hiç filan dedi mi? “İnsansın çok ayıp oluyor. Hilkat senden bir şey bekliyor, hem Allah bekliyor hem insanlar bekliyor. Bu sayılı nefesini, bu sermayeyi ne diyerekten tüketiyorsun? Bir şey öğrenmeden bir şey yapmadan lütfen bir daha benim kapımı çalma!” Ama o benim gibi söylemez, yakar adamı. Anlatabiliyor muyum acaba? Ve sualler herkesin seviyesine göre tevcih edilir. Herkese aynı sual değil. Mesela şu işi yapıyorum, der. “İyi ama senin kabiliyetin o işte tahdit edilecek bir kabiliyet değil. Hem kendini hem insanlığı ne diye mahrum ediyorsun. Niçin o kapıyı bırakıp da bu kapıdan içeriye girmiyorsun?” Bir  yol gösterir ona, böyle.

O günün ilminde, ilmine mağrur (İsim verirsem dedikodu olur, âdetim değildir) ve hakikaten de dış ilimlerini biliyor, mağrur bir zâtın yanında bahsetmişler. “Yahu ben bunu çok işittim, demiş. Hakikaten böyle ismi çok geçiyor, meclislerde filan. Şu zâta beni bir götürün.” demiş. Bir iki sefer atlatmışlar. Neden? Nâdân adam.

İnsanlar kalp ilmine agâh olmazsa, gönül kitabından bir harf olsun okumazsa veyahut görmezse ufacık bir şey bildiği vakitte yaratırım diye, gezer. Bu işe benden başkasının aklı ermez, der. Canım böyle deme. O neye benzer? Hazreti Ömer’i görmeyen Haccac-ı zalime adil demeye benzer. Ömer’i görmedin de Haccac’ı görünce aman ne adil adam dedin. Ömer’i gör bir defa. Kâinat bu.

Birisine takılmış. Beni götür, demiş. “Götür, beni götür, götür beni göreyim o adamı.” Götürmüşler. Şu kadarcık bir adam. Gözümün önüne geliyor. Temiz, temiz, temiz içi temiz, dışı temiz. Nur gibi bir adam. Ben gördüğümde doksan beş yaşındaydı. Üüüü, gözlüksüz, değneksiz. Konuşurlarken o ilmine mağrur olan zât:

—Efendim nereye kadar okudunuz siz? demiş.
—Maksûd’a kadar okuduk,demiş.

 —Hiçbir şey değil, pek tuhaf bir şey!  
Anlamıyor adamın verdiği cevabı. O günün usul-ü tedrisinde din ilmini tahsil edenlere emsile,  binâ sonra maksût okuturlarmış. Mesleklerde de okuturlardı onları maksût. Ondan sonra artık büyük dersler filan gelir. O gayet işte ilk mektebin şeysi, dersi. O sahanın, o mesleğin ilk mektebinin dersi. Maksûda kadar okudu mu...

Gülmüş, söylerken. “Maksud’a kadar okuduk efendi.” demiş.
—Pek az okumuşsun!
—Ne yapalım Maksûd’a kadar okuduk.
Uyanmıyor herif. Üç beş sefer söylüyor, gene uyanmıyor. Maksûda kadar okuduk, filan. Neyse çıktıktan sonra, o getiren adam başlamış ağlamaya. Çünkü nazlı bir adama nâdân bir adam götürüldü mü, o onu cehenneme sokmak demektir. “Ben niye bu işe sebep oldum?”
—Niye müteessirsin, demiş.
—Kardeşim darılma ama demiş, iki küfe hayvan yükü kitap okudun onların hepsini yak, demiş. İnsan olamamışsın, beni de mahcup ettin.  Cevap verdi, durdu durdu “Maksûd’a kadar efendi!” dedi, güldü. Hiçbir şey anlamadın mı?
—Demiş: Üç sayfalık bir şey okumuş!
—Yahu hayattan gaye maksûd, Allah’dır. Allah’a kadar okudum, diyor anlamıyorsun, demiş.

Anlatabildim mi? Maksûd nedir? Allah değil mi? “Duruyor duruyor, demiş. Tebessüm ediyor gülüyor, hâlli bir vaziyette ya efendi ne yapalım Maksûd’a kadar okuduk, diyor. Sen hâlâ uyanmıyorsun!” demiş.
—Ondan sonra düşünmüş: Uyandım bir daha gidelim.
—Yook, geçti artık!

İşte bizim burada şimdi genç arkadaşlar çoğalmaya başladı. Bunların hepsi vazifelidir, demektir. Genç. İnsanlığa lazım olan hizmeti yaymayı vazife edinmeliler. Ve ahlakın taliminde, insanlık taliminde, insanlar çok tecavüze uğrar. Hakaret ederler, eğlenirler, hâlâ o kafada mısın, derler. Bunların hepsi onlara, gayet güzel bir zevk vermeli. Müteessir de olmamalı.

Bu âlem darılma pazarı değil dayanma pazarıdır.

Ufacıcık sarsıldın mı yıkıldın, demektir. Evet kolay değildir bu. Bu hâl ilmini, bu insan ilmini, nam-ı diğerle ahlak ilmini, beşeriyet üzerinde tecelli ettirmek hususunda çalışmaklık pek kolay değildir. Çok tecavüze uğranır, çok hakarete uğranılır, çok eğlenen olur. Bunların hepsine karşı sen haklısın, diyeceksin. Gözlüğünün camı öyle. “Gözlüğünün camı değişinceye kadar bunları demekte sen haklısın. Gözünde siyahlık, siyah cam var, tabi siyah göreceksin. O cam yahut sarı cam var, kâinatı sarı göreceksin. Yeşil cam var, yeşil göreceksin. Hakiki rengini buluncaya kadar sen ne dersen haklısın!” diyeceksin.  Böyle çalışacaksın. Anlatabiliyor muyum acaba? Böyle olur, başka türlü olmaz.

Genç sudur, muhit kaptır, su kabın şekline göre girer. Anlatabiliyor muyum acaba? Harici misal vermek lazım gelirse; genç sudur, muhitte kaptır. Su hangi kaba, hangi kaptaki renk varsa, ona girerse onu gösterir. Binaenaleyh, o muhiti o gencin değiştirmesi yani iyi yapması, güzel çalışması iktizâ eder. Biz bu işi yapmıyoruz.

Bir defa dost bulacaksın. Hiç olmazsa üç kişi bir iyi hukuk tedarik etmeli. Yahut bir kişi, iki kişiyle başlamalı. Gayet iyi bir böyle tam can olaraktan. İyilik üzerinden hukuk. Hani var ya bazı şeylerde inat. Buna inat demeyelim, ne diyelim? Azim diyelim bari. Batıl isim almasın. Şu hayrı meydana getirmeklik için bir, yok mu kâinatta hayır mefhûmları? Herkes bir hayır mefhûmu alsa, ben bunu dirilteceğim, bu dirilecek. Zannetme ki niyetler döndüğü vakitte sen yapacaksın. Allah yapacaktır. Sana bırakmaz onu. Yalnız senin gönlünün, üçünüzün birleştiğini, hiç ara yerde fark olmadığını, renk almadığını gördüğü anda derhal Hudâ (mal O'nundur) kendisi yapar. Bunlar yine zannetme ki kendin yapacaksın. El verir ki selametlik kalp versin. Selametlik kalp. Deden öyle muvaffak oldu. O, o muhabbetler kalmadı, o zevkler kalmadı. Yaa!

Bak size bir misal getirmiştim, bundan iki üç sene evveli, hafızam aldatmıyorsa. Ne, ne, ne biçim kan taşırmışız biz. Dünyanın neresinde var azizim, bu kan. İmkân var mı böyle insan bulunsun? Bir lort adam, nâmütenâhi serveti var. İşi muntazam. O günün giran-bahâ kadifelerinden, altın sırma işlemeli muazzam bir elbise yapmış karısına. Yapar  ya, parası onun. Düğün olmuş, düğüne giyilmiş. İkinci düğünde aynı elbiseyi aynı kumaştan başka birisi yapmış.

Kadın gelmiş eve:
—Ben bu elbiseyi bir daha giymem, demiş. (Cahil)
—Niçün?
—Filancanın karısı da bu kumaştan aynını yaptırdı.
—Kim?
—Filancanın hanımı
—Sen getirsene bana o elbiseyi, demiş. Getirmiş. Almış makası şak şak şak şak şak şak! Basma elbise giyeceksin bundan sonra, demiş.
—Niye?
—Ben bu memlekette ahlaksızlığı yaymaya memur değilim. Benim vaziyetim müsait onu yaptım, ama onun vaziyeti müsait değil bu çoğalır, o zaman ahlaksızlık çıkar meydana, demiş. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

“Kadife değil, yünlü değil, basmadan başka sana bir şey sana giydirmem, demiş. Geçti artık. Ben ahlakı yıkmaya, ind-i İlahide büyük bir zillete mahkûm olmaya kendimi vakfetmedim. Benim param müsait, fakat ben bunu düşünememişim. Yarın orda, öbür gün burda  şurda filan derken olmaz. Kocası memursa parası yetişmeyecek, rüşvet alacak. Ufak esnafsa tüccarı dolandıracak. Ahlakı biraz daha düşükse şerefini satacak, ben bunlara sebep olacağım sen kadife entari giyeceksin!”... 

Bu dedenin çocuğusun sen, anlatabiliyor muyum? Evet, insana bazen rızık diye gözüken şeyler tuzak olur. Zahirde güzel gözükür amma tuzak olur. Adamı şey eder. Bunlarında meydana gelebilmesi içün kalbe sahip olmak lazım gelir.

Büyük Kitab, öyle der. [12] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ  der.

Allah konuşur konuşur konuşur da o kadar tatlı konuşur ki. Ah bir içerisine girsen de bayılsan. Öyle konuşur. Söyler söyler söyler ondan sonra:

 لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ Ben bunları anlattım ama kalbi olanlara, der. Demek ki hepimizde kalp olduğunu Allah kabul etmiyor. Kalbi olan içündür, der. لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ   Ondan sonra söyler söyler bir yerde: وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ[13]  der. Bu kâfidir insan içün, şu ufak cümle kâfidir. “Ne iddia ediyorsunuz, diyor. Her şeyin varisi Benim. Ben mirasçıyım, diyor. Herkes Bana bırakacak.” Anlatabildim mi?

 وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  Benim varis olan. Herkes nesi varsa Bana bırakacak. Hiç kimseye bir şey bırakmam. O hâlde değer mi? Değmez ama nasıl yıkalım perdeyi? Gaflet perdesini nasıl yıkalım? Kalp olunca.

Çok eskiden okumuştum ya size bir şey okuyayım. Kalp dedik ya meşhurdur amma olsun. Bir defa anâsır bizi Hak dostluğundan ayırdı. Biz bu anâsıra bürünmezden evvel çok büyük mevkîimiz vardı. Anâsır, Hakk’ın gayrısiyle bizi dost etti. Ne’miz varsa iblis çalar. Ne yap yap elinden çaldırdığını al. Anlatabildim mi acaba? Bir hesap yap neyini çalmışsa bahane et, güzellikle mi alacaksın, kovarak mı alacaksın, yakasına yapışıp mı alacaksın, bir defa çaldırdığın şeyin hepsini al. Çünkü Hak ile aşinalığa sebep, kalb-i selimdir. Onunla Hakk’a aşina olabilirsin. Hiçbir azâ-i cevarihinle değil. Hudâ oraya nazar ediyor.

Şimdi yine size bir misal vereyim. Bugün zevkim var çok. Büyük kitap’ta der ki: “Anlat!” Kur’an bir sır kutusudur. Onu herkes iddia eder, Arapça mıdır, Arapça mevzûsu filan. Bırak şimdi sen Arapçasını Türkçesini. Bir defa Kur’an’ın kendisi ne? Mesele bu. O Arapça olsaydı her Arab’ın okuyup anlaması lazım gelirdi. Sır kutusu sır sır. Erbabına açılır.

Şimdi bir misal vereceğim size: “Habibim anlat, İbrahim ile İsmail’in Beyt’in, (Kâbe-i Muazzama’nın yani) temellerini yükselttiğini anlat.” Şimdi ne kadar bunu tefsir eden kitap varsa hepsini aç böyle anlar. Başka bir şey yazmaz. E ne çıkar bundan? Devam edeyim mi yoksa başka şey söyleyeyim mi? Merakla dinliyor musunuz bilmem ki?

Şimdi mânâya düşman herhangi bir adam geldi. Açtık bunu: “Anlat. İbrahim ile İsmail Beyt-i Şerifin temellerinin taşlarını yükseltin dedik yükselttiler. Anlat. Onlarda yükselttiler, ondan sonra orada dua ettiler. Der: ‘İnsan pişirici bir iklimde basit taştan yapılmış bir bina bunun taşlarını yükselt diyerekten söyledi onlarda yükselttiler. Bundan ne çıkar bana?”

Belki senin imanın kuvvetli ondan zevk alırsın durursun. Boynunu kesersin teslim olmuşsun. Bu tarafta bir acayip biri çıktı karşınıza. Şimdi misal getireceğimde bak daha iyi anlayacaksın.

Her emirde, mânânın her varlığında, bir iç vardır bir de dış vardır. İnsan dendiği vakitte, beni gözünün önüne getiriyorsun yahut şunu getiriyorsun, bunu getiriyorsun, hepimize insan deniyor ya. Bu görmüş olduğumuz dıştır. İnsanın kendisi değil bu. Bunun var olduğuna bir vesika.

Kaç defa söyledim; came, elbise, bu tenden agâh mıdır? Bunu bilir mi bu benim ceketim? Bilmez. Bu tenim buna muhtaç. Bunu muhafaza edecek. Nasıl bu elbisem, bu ceketim, benim bu tenimi bilmiyorsa, agâh değilse, benim asıl bir varlığım var, insanlığım var. Bu elbise de bu. Bir şey anlatamadık galiba? Bu ceket bu tenden agâh olmadığı gibi, bu ceket bu tenin elbisesi olduğu gibi, teninin de canının elbisesi olduğunu bil. O benim mânâmdan haberdar değil. Agâh değil. Emirlerinde, nehiylerinde mânâda ki cümlelerinde, bir içi vardır, bir dışı vardır. Bir misal daha vereyim, daha iyi anlarsın. Verdim bunları ben sizlere amma şimdi münasebet aldı da tekrar ediyorum.

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi der ki: “İnanan bir insan abdest alırsa, şeytanlar ondan uzaklaşır.” Ve kat’idir bu. Ben alıyorum uzaklaşmıyor. Kimseyi karıştırmayalım. Ben, ben! E bu, Zeyd’in yahut şunun bunun sözü değil ki bu. Bu onun sözü. Bu katiyet ifade eder. Eder ama ben alıyorum uzaklaşmıyor. Acaba alamıyor musun? Yok, işte ellerimi gayet güzel yıkıyorum, yüzüme lazım gelen şekilde o tadili erkâna riayet ederekten yapıyorum ama iç abdestini alamıyorum. Ya?

Birleşmesi lazım. O ne demek. Evet, bak şimdi yıkarken ilk önce elimizi yıkarız. Neden? El icra memurudur. Dünyadan el kalksın bütün işler durur. Kıpırdanma yasak. Biz buna kıymet vermiyoruz bedava bulduğumuzdan dolayı. Eli kaldır bütün iş durdu. Öyle, ya onun içün ilk önce eli yıkarız. Dışta da içte de nasıl yıkanması lazım? Şuûnât-ı kevniye kalbe akseder veyahut kalp onu arar bulur. Oradan dimağa gider. Kalp arştır, dimağ levh-i mahfuzdur, kürsidir. Anlatabiliyor muyum bir şey? Biraz şöyle iş derinleşti. Mevzûu kısaltıvereyim. Eğer bu el ruhtan gelen emirlere itaat ederde, nefisten gelen emirlere karşı, yooook ben sana uşak olamam der, kendini kullandırtmazsa iç âleminde el yıkandı. Hayır diyor, ben ruhtan, kalpten gelen emirin bendesiyim. Senden heva-i nefisten gelen yere kullanmam seni. Sen şu yumruğunu al, şu mazluma benim keyfim için vur diyorsun. Bende öyle hazırlayacağım vuracağım, öyle şey yok diyor. Şimdi birazdan gelecek bana ruhtan bir emir, o zalimin kolunu koparacağım. El böyle hazırlandı. Birde dıştaki şekilde yıkandı mı, eli yıkadık.

Ağzımızı yıkarız. Yalan söylemedik, hak ve hakikatten başka bir şey konuşmadıksa ağzımızı da yıkadık.

Bûy-u Rahman[14] istişmâm[15] edebilmişsek, burnumuzu da yıkadık.

Yüz, imza-i İlahi vardır. Allah’ın imzası var, yani ya. İnsanda fatiha-i kitaptır. Anlatabiliyor muyum? Eğer bu sözü ezel âleminde vermiş olduğumuz söz üzerine hiçbir vakit bir münafığa, bir zalime, bir haine, çevirmemiş de daima Hakk’a döndürmüşsek, yüzümüzü de yıkadık.

Allah’ın istediklerini baş üzerinde taşıyorsak başımızı da mest ettik.

Kâinat getirdi bütün menfaati önümüze döktü, bizim ayağımızı kaydırmak istiyor, hayır bizim ayağımız bir yerde sabit kalmıştır, diyerek dönmemişse ayağımızı da yıkadık.

Dışta ki yıkanışlarla beraber birleşirse; ne hin gelir, ne cin gelir, ne iblis gelir, ne nefis gelir. Hiçbirisi de gelmez. Toplayabildim mi? Ya, mesele bu.

Bunları niye söylüyorum? Bazı insanlar konuşuyorlar, evet doğrudur amma diyor ki: Namaz (diyor) şöyle yapar böyle yapar, şöyle işte fenalık yapmaz, şöyle etmez, şöyle… İyi ama onun lazım gelen yerini söylemiyor. Öbür tarafta da dinleyen adamlardan benim tanıdıklarım var. “Sen öyle diyorsun ama filan namaz kılıyor diye yaklaştım, yaktı beni yaktı. Beni yaktı mahvetti!” E bunu anlattın mübarek adam, onun gerisini de anlatsana. Bunlar hep kaide içerisindedir. Bu adam namaz mı kıldı, yattı kalktı mı? O zavallı kendini de aldattı.

Men lem tenheh salâtehû ani’l-fahşai ve’l-münker, lem tezdedhû minalllahi illâ bu’dâ[16]

Gönlümüzü verdiğimiz mânâ öyle haminne[17] mânâsı değil. Hikmetle doludur. Men lem tenheh salâtehû ani’l-fahşai ve’l-münker, lem tezdedhû minalllahi illâ bu’dâ. Bir adam o ibadeti yaptığı hâlde yapmış olduğu ibadet onu kötülüklerden alıkoymuyorsa, bilsin ki o onu Allah’ından uzaklaştırıyor. Aynen maddi şey gibidir; kalp hastalığın var, gittin doktora, verdi bir ilaç, kullandın dikkat edersin. Yahu ben bakayım iyiliğe doğru gidiyor muyum gitmiyor muyum? Baktı ki daha fena diye derhal keser. Anlatabildim mi? Bütün ibadetler ta’atler de Kur’an eczanesinden yapılmış, Hazreti Muhammed’in ser-tabâbetinden[18] geçmiş, edviye-i[19] şifaiye-i maneviyedir. Nasıl anlatayım sana?

“Beyt-i şerifin taşlarını…” Bunun zahirdeki mânâsı tahsil edildikten sonra ilk mânâsı nedir biliyor musunuz? Oradaki İbrahim, iç mânâda ruhtur. İsmail de ruhun sıfatıdır, Beyt de kalptir.

İnsana hin-i buluğunda nefs-i emmare ordusu bütün vücudunu kaplar. Yaşı ilerledikten sonra ihtiraslar başlar, şunlar olur bunlar olur, söylerim diyor. Merkez-i hükümet-i insanî kalptir. Kalıbında beşeriyet hâli bazı çirkinlikler, çıkıklıklar olur ama sakın kalbi boğulmasın. Kalbini anâsır-ı erbaanın fevkine doğru vereceğim emirlerle yükselttin, oraya hiçbir şey girmesin. O Beyt, o duvarların yükselmesi demek verilen emirlerle, ahlaki kaidelerle kalıp âleminde çıkıklıklar başladı. Birdenbire merkezi hükümet sükût edip de o adam sükût etmesin. Kalıbından def edebilir fakat merkez düştü mü her taraf düşecek. Anlatabiliyor muyuz acaba? Kalbi ayır onun için ne dedik: Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Öyle yaşa.

İnsanlar azıcık vücut testisinden içip mest olmalı. Hep hariç de ki bâdeyle mest olmamalı. En büyük meyhane senin iklim-i vücûdunda vardır. Kalp kadehiyle içsene doldurup doldurup bak neler var. Anlatabiliyor muyum acaba? En büyük, üüüüü. Cemden evvelki âlem serdarının sarhoşuyum, de. Dağ bağ yok iken ben sarhoştum, de. O meyhanenin şarabını içtim, de. Anlatabiliyor muyum? Dağ bağ yoktu, üzüm yoktu, bağcı yoktu, bağuban yoktu. Ahh ahh, de. Nıfs-ül leylde bütün şeyleri sökersin. Ne kadar tuhafıma gider.

Size bir defa daha anlatmıştım ama bulursam gene anlatayım. Bulamam arayınca bulamam. Size bir misal getirecektim. Avam-ı nâsta Hakk’ın adı Allah, sadıkînde Eyvah, aşıkînde Ah. Onun için büyük insanlar vaktiyle belki yetişenleriniz vardır, birisi ah dedimi “Ah deme!” derlerdi. Onun mânâsı vardır. Çünkü o bir makamdır. Oraya çıkmadan adam söylerse o ah diyen adam, onu bilerek söyleyecek olursa: “Ya Rabbi bütün insanlara vereceğin belayı bana ver. Beni siper-i saika yap.” Yıldırım düşerken hani şey vardır ya böyle. Anlatabildik mi acaba? Onun içün, sen o işin ehli değilsin, derler. Onlar bir acayip insanlar. Bu lacivert kubbe neler getirdi.

Buradaki aşkı anlıyorsunuz değil mi? Romanda okunan aşk değil. Bunun kökü ezelde. Dalları ne arşta ne serâ[20]da hiçbir yerde. Öyle bir şey. Biraz, çook boynunu bükmeli. Ben rast geliyorum, oldum sevdasında ne adamlar var. Hakikaten böyle bi şey de oldu. Olanların başında, böyle tabirde caiz değil ya biraz beni affetsin. Mârif-i Nebi, İmam-ı Ali değil mi ya.  Bak, birkaç cümlesini söyleyeyim de insan önüne bakmaktan başka bir şey yapamaz. Uzun ya birkaç yerinden söyleyeyim şöyle.

“Ya Rabbi! (bir gece yarısı söylüyor bunu) Ya Rabbi affın iyilik yapanlara mahsussa, kötülük yapanların gaffarı kim olacaktır? Hakkıyla sana kul olamadım, etkîyâ-i[21] ümmetten bulunamadım. (Anlıyor musun, sözün sahibi kim?) Günahkârım, onun içün damin-i[22] affına sarılıyorum. Ve herkesten daha haşiane sarılıyorum. Tekrar ediyorum. Silahın büyüktür fakat senin affın ondan daha büyük değil midir? Ya Rabbi şanına yakışan benim gibi hatasını terk eden kimseyi affetmek değil midir? Ali’yi bâb-ı maâli-i maâb-ı fazlından başka bir yere müracaat edemeyecek bir tabiatta yarattın. (Beni diyor öyle yaratın ki yalnız senin kapından başka bir yere gidemeyecek bir şekilde yarattın.) Senin kapını çalıyorum. Ne umarsam Sen’den umuyorum.”[23]

Bu bize gayet büyük edep talim eder. Şöyle böyle bir parça bir şey olup da oldumdu, verdimdi, yaptımdı… Şimdi herkes evliya! Kadınlardan daha çok! İşte bu, Hazreti Ali’nin bu sözünü gözünün önüne getirsin, ona göre konuşsun, ona göre edep tahsil etsin. Sonra bak ne kadar tevâzûa bak. “Ey Resuller gönderen Allah’ım! Resul-ü Haşimi hakkı içün, seni daima takdis eden ebrar-ı ümmet hürmetine (Bak bak tevâzuya bak.) Beni Muhammedî olarak getirdin Muhammedî olarak götür.”  Ya, yakar adamı yakar. … mu keselim mi ne yapalım ya?

İhlas ile olan Ahh, insanın bütün hatasını siler. Bir ah anahtarı yok mu geceleyin, diyor. Muradının kilidini açamıyor musun? Var ama ucu kırık. Olmaz. Ufacıcık bir yeri kapıya anahtarı gene takılıyor dersin açamazsın. Takıntı olmayacak. İhlas rendesi, şeyle törpüsüyle törpüle.

Manastırlı Ahmet baba vardı. Hani o biraz evveli söylediğim, Maksûd’e kadar okuduk diyen zâtın çapında. O da omuz başı giden insanlardan. Âşık bir adam. Dostlarını çağırıyor. Bugün diyor, filana gidelim size bir ziyafet vereyim, diyor. Bugün yıkanalım, diyor. Ziyafet veriyor. Filan yere gidelim diyor. Gidiyorlar. Orada bir Allah konuşması oluyor. Bak adam ne biçim adam, ne dolgun adam. Sabahleyin hepsini yapıyor ediyor, konuşmanın bir yerinde, kalp dedim onun için misal getiriyorum. Kalb-i selimden murat nefsi natıkâ-i kainâtın kalbi olan Hazreti Muhammed’dir diyorlar, “Huuu” diyor düşüyor. Örtüyorlar üzerini yine sohbet devam ediyor. Yaa, bu kubbe acayip, çok acayip insanlar yetiştirmiş.  Sanma ey hâce... O ah, onun ahını söyleyeyim de.

Bir gün konuşurken bir genç efendi: “Efendi baba kaç defa hacca gittin?” demiş. “Bu yedinci” demiş. “Ahh, bir defada ben gidebilsem!” Şöyle kalkmış alnından öpmüş. “Oğlum o Ah'ı bana ver sana yetmiş tane hac vereyim ben.” Bir şey anlatabildim mi acaba? “O ahını bana ver sana yetmiş tane hac vereyim. O ne ahtır!” demiş.

Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler.

Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler. 

Bunu nihayetine kadar okuyacaktım ama yoruldum. Kusura bakmayın, haftaya yalnız bir şeyi yarıda bırakmıştım. Hatırınızda mı bakayım, nerede bıraktım? Hah. İyi teşekkür ederim. Söylemeseydiniz söylemeyecektim.

Bana iki tane şahit getir, diyor Allah. Bizim mahkemeye iki şahit getirmezseniz yok. Yalansız güzel konuşmak üzere hayatında konuştuğun sözleri şahit getireceksin, diyor. Bir.  Hâlini de şahit getireceksin, diyor. Halinin esrarını Ben Kudret tarafından, kudretim tarafından onun hepsini temessül ettirdim, yani filmini çektim. Bunları şahit olaraktan Bana getir. Eğer, bunlara bakacağım, bunları dinleyeceğim, ona göre sana karar vereceğim.”

Zararın neresinden dönülürse kâr orasındadır. Bugünden itibaren. İnsan her çıkıklığını birden atamaz. Tekâmül kaidesi vardır. Köpek nefsi diriltmemeye çalışalım. Anlatabildim mi? Kestirme bu. Dizginleyelim. Zordur o. Bir defa sabır lazım. En zoru o. Sabır; nefse yılan gibi gelir, çok fena, mar-yılan. Ondan sonra herkes kendi kendinin çıkıklığını bilir. Nâdânsa azaltmaya çalışsın. Dedikoducuysa, ağzını kilitlemeye başlasın. Kibri varsa ezsin.

Olmasa kibr ile riya sensin ol beyti Kibriya.

İnsanı yıkan odur. Sen onu bil ki muhakkak senden aktar insan vardır. Üüü neye güveniyorsun. Sonra, Hak’tan başka bir yerden bir şey beklememeye alışalım. Bizi yıkan şeyin biride odur. Haktan başka…

Vaktiyle birisi padişahların selamlıkları vardı. Orada müracaat ederlerdi de ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlardı. Gitmez ya, insan insana ne yapabilir? Onun içün en büyük şey, dini misal getirirsem daha iyi anlarsınız.

Mesela kilisede loca vardır. Herkes sınıfına göre yer alır oturur. Her dinin ibadethanesinde öyle herkese yer vermezler. Sonra her din, mukakkak bir yerde ibadetini yapmak ister. Bizde öyle değil. Allah der ki: Her avuç toprak size bir seccadedir, der. Ayrı sınıfı ya, bambaşka bir şey. Loca vardır orada bizde yok. Bizim mabede girdi mi, hükümdar ile reis ile köle, hizmetçi, çöpçü, mareşal filan, huzur-u İlahi’de rütbe yok. Yan yana durur. Sen şöyle biraz geri dur diyemezsin.

Sonra o kadar bu hususa dikkat etmiştir ki, Cenab-ı Peygamber diyor ki: “Bir insan mabette mahsus kendini tanısınlar diye bir köşe ittihaz ederse o adam benden değildir, diyor. Sakın bana kendisini izafe etmesin diyor benimle alakası yoktur, hususiyet yapıyor o!” diyor. Anlatabiliyor muyum acaba?

Yan yana durur, geri git diyemezsin. Hem ind-i İlâhi’de kim rütbeli kim rütbesiz, onu biz ne biliriz! Orada neticede herkes bir elini kaldırır. Bakarsın ki en büyük rütbenin sahibi de elini kaldırmış boynunu büküyor, öbür tarafta en zayıf da. O ona ders veriyor işte Kudret. “A herkes bir yerden istedi, bu da benim gibi dilenciymiş!” Anlatabiliyor muyum? “Bu da benden dilenci, bu da istiyor bir şey.” Herkes eksiğini ondan istiyor.

Hani vardır ya meşhur, Bektaşi ile bir sofu hacca gitmişler. Bektaşi elini açmış: “Ya Rabbi, dermanlık yok!” demiş, para yok.

Öteki: “Ya Rabbi iman!” diyor.

Onun dermanlık yok, para ver dediği vakitte şöyle bir bakmış.

“Yahu sen ne terbiyesiz adamsın, demiş. Bu huzurda da böyle yapıyorsun.”demiş.

 “Niye?”

“Ne istiyorsun?”

“Canım insanın nesi eksikse onu ister Allah’dan, demiş. Benim param yok para istiyorum, senin imanın yok iman iste. Benden ne istiyorsun sen!” 

Sonra işte bir fakir adam, o vaktiyle o gün ki âdete göre şeye çıkıyor. Padişah cuma selamlığına çıkacak ondan bir şey isteyecek. O günün polisleri açılın açılın diyerekten, halkı açarken elindeki cop herifin kafasına değmiş acımış canı.

“Senin hayrından kafam yarıldı, demiş. Şerrin kim bilir nasıl olur, hadi!

Bugünlük bu kadar yeter.


[1] Recâ:    Emel, ümit, yalvarmak. Cânib, taraf. İstek, arzu, dilek.
[2] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.

“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif      

Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.

(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.

Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, .... ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.

Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)

[44] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdat-ı dad: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.

“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif       

Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.

(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.

Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.

Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[3] Tefhim: Anlatmak. Bildirmek.
[4] İbtihâc: Sevinç, sevinme. İç açıklığı.
[5] Civik/Çivik: Kuş
[6] Ebu Davud, Melahim 5, (4297) وعن ثَوْبَانِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُوشِكُ ا‘ُمَمُ أنْ تَدَاعِى عَلَيْكُمْ كَمَا تَتَدَاعَى ا‘كَلَةُ الى  قَصْعِتِهَا. فقَالَ قَائِلٌ: مِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ: َ. بَلْ أنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ، وَلكِنَّكُمْ غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ، وَلَيَنْزَعَنَّ اللّهُ مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ، وليَقْذِفِنَّ في قُلُوبِكُمُ الْوَهْن. قِيلَ: وَمَا الْوَهْنُ؟ قَالَ: حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهَةُ الْمَوْتِ[. أخرجه أبو داود.»التَّدَاعِي« التتابع: أى يدعو بعضها بعضاً فتجيب.و»ا‘كَلةُ« جمع آكل.و»الغُثَاءُ« ما يلقيه السيل .
Hadisin Anlamı: Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: “Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.” Orada bulunanlardan biri: “O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sordu: “Hayır,” buyurdular. “Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı çer-çöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöpler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!” “Zaaf da nedir ey Allah’ın Resulü?” denildi. “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.
[7] Mehâbet: Heybet. Hürmetle karışık korku. İhtiram. Azamet. Büyüklük.
[8] Vehn: Meşakkat, zorluk, darlık, sıkıntı, yük, Gevşeklik, kuvvetsizlik, zayıflık
[9] Târî: Birdenbire ortaya çıkan, ansızın beliren. Târî olmak: Ortaya çıkmak, belirmek, ârız olmak
[10] Arîş: Çardak, sundurma. Samandan yapılan bir çeşit ev.
[11] Selsebil: Cennet'te bir çeşme veya ırmak. Mc: Tatlı, lâtif, leziz su.
[12] Kaf Suresi 50. Ayeti Kerime اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şübhesiz ki bu söylenende kalbi olan yâhud şuhud halinde kulak tutan kimse için uyandıracak bir ıhtar vardır
[13] Hicr suresi 23.Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْـي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[14] Bûy-u Rahman: Rahman’ın kokusu
[15] İstişmâm: Koklamak. Koklama, hissetme; ince meseleleri sezme, anlama.
[16] من لم تنهه صلاته عن الفحشاء والمنكر لم تزدده من الله إلا بعداا (Hadisin kaynağını bulamadım)
[17] Haminne: Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne.
[18] Ser-tabâbet:  Başhekim
[19] Edviye(Devâ.C.): İlâçlar, devâlar.
[20] Serâ: Yeryüzü, arz. Toprak. “Tahte’s-serâToprak altında”
[21] Etkıya (Taki. C.) : Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler.
[22] Damin: Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen.
[23] Kumeyl Duası: Hz.Ali'nin meşhur dualarından. 

1 yorum:

İnsan tek başına yaşamak için gelmemiştir. Kudret öyle bir âdet kurmamış. Bir defa bunu düşünmek lazım. Böyle tek başına yaşamayı Allah âdet edindirtmemiş, yok. Kaidesinde yok. Bunu idrak ettiği vakitte insan; hiçbir şeyi abes görmez, hiç kimseyi hakir görmez. Eski konuşmalarımda misal getirmiştim size. Bin kiloluk kantar baskül, bir gram ilacı tartmaz. Bende bin kiloluk var diyerekten bir grama nazar-ı hakaretle bakma, muhtaçsın sen ona. Anlatabildim mi acaba? Bir gram tartanda bin kiloluk tartmaz. O da ona muhtaç.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017