071-a (276-a) 15.11. 1959 (60 dk.)
… Hiçbir mevcûd yok. En zor kısmı; teni var, canı var, iki âleme talik edilmiş, iki âlemle alakadar. Bir veçhesi âlem-i kudrete, bir veçhesi âlem-i hikmete. Âlem-i hikmete ait olan suretinde insan biraz bir şeyler belleyebilir fakat âlem-i kudrete taalluk eden kısmı çok derin. Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası gibi gözükür, nihayet o sûrî vücûdu iki metre uzunluğunda bir çukura sığar fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Böyle bir varlık, beşeri takatle tabi tarif edilemez.
Bunu
hepiniz idrak edersiniz. İçinizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir vücûdunuz
vardır. Fakat bilmiyorum bu güne kadar görebildiniz mi? Hiç görülmemiş mânâsına
değildir. Onu bu âlemde göremeyen olsa, kâinata Allah nihayet verir. Ve o içindeki
vücûdunu gören kimse, kâinat o gördüğü müddetçe devam eder. Acaba bir şey
anlatabiliyor muyum? Onu hiç göremeyen yok mânâsına değil. Kendim için
konuşuyorum. Böyle kendisine teslim edilmiş, tılsımlı bir anahtar bulda onu aç içeriye
gir, denmiş. Herkes de o hazine var. Kudret, kimseye vermemezlik etmemiş. İşte
herkes oraya girmeklik için bu âleme gelmiş. Çî-faide ki, birçok şeyler ona perde olmuş ve
netice itibariyle asıl bulacağı bulamadan geçip gitmiş. Öyle gidiyor.
Hilkatten
gaye, aslını bulmaktır. Bu âleme niye geldin, derlerse: “Kendimi görmeye
geldim.” diyeceksin. Kendini gördün mü görmedin mi, mesele burada. Bir
külfettir gidiyor fakat asıl gaye nedir? Gördüm işte aynaya bakıyorum her gün
işte, o değil ki gördüğün. O gördüğün vesikan. Bunu hemen hemen senelerden beri
konuştuğumuz hâlde her vakitte tekrar ediyoruz fakat sofranın ekmeği olduğu
içün her konuşmada bunu söylemek mecburiyetindeyim ben. Yemek değişir ekmek
değişmez. Malum ya sofranın ekmeği. Ve beşeriyetin inlemesindeki illet de
budur. Vazifesini terk ettiğinden, gayeyi unuttuğundan dolayı insanlar inliyor.
Üç cihâda memuruzdur. Belle bunu, insan bu âlemde
üç cihâd ile memur edilerek gelmiştir.
Nefsiyle cihâd. Düşmanıyla cihâd. Kalbiyle cihâd
Şimdiye kadar söylemedim. Üç tane cihâd.
Kalbiyle neden cihâd? Aman gafil olmasın. Büyük misafir çekilmesin. Kim o büyük misafir? Allah. Beşeriz, çıkıklığımız kalıbımızda olsun, kalbimize kadar gitmesin. Anlatabiliyor muyum acaba? Yoksa beşer olmak hasebiyle hepimiz de birçok seyyie olabilir fakat o nihayet kalıpta kalsın. Kalbe girmesin. Merkez-i hükümet-i insanî kalptir. Sükût etti mi her taraf birden düşer.
Bir daha söyleyeyim. Nefsiyle cihâd. Kolay iş değil, konuşması kolay amma tatbikatı zor. Tatbikatı da pek kolay değil. Ama iş şöyle bir ayarlanırsa, tasarlanırsa, zevk almaklık da hâsıl olursa, o vakit kolaylık başlar. O aşkı sana Allah versin, kendisi yardım eder. Daha doğrusu kendi kendine olmaz bunlar. Yardım eder. Görsün senin ihlasını, bir şey istiyor Benden desin, kendi de yardım eder. Ve öyle diyor kendi de:
[1] وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا
لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا
“Bir
kimse ki, Benim namıma cihâd etsin. Benim şân-ı ulûhiyetime yakışır mı onu orta
yerde bırakayım? Ben kendim elimle tutar götürürüm. Gidilecek yolu, Ben kendim
veririm. Ama kibr-i gururunda, kafasında yaratırım sevdası var, şunu yaparım
bunu yaparım. Bir şey yapamaz, hiç!” Ne yapacaksın? Hiçbir şey yapamaz.
Öyle
ben yaparım, diyen adamların kalbi ölüdür. Onun içün, Hazreti Muhammed der
ki: Kalbi ölenlerle oturup kalkmayın yahu, der. Anlatabildim mi acaba?
Kalbi ölü olmasa ben yaparım diyemez, çünkü kalbine bakar Allah var, utanır.
Anlatabiliyor muyum? Benlik davasında bulunan insanlar kalbinde Hakk’ı
göremeyenlerdir. Onu gördüğü dakikadan itibaren kendisi artık orta yerden
kalkar, utanır çünkü.
Üç türlü görüş vardır: Rabbi müşâhede, Rabbiyle müşâhede, Rabbden müşâhede. Anlatabildim mi acaba? Üç türlü görüş.
Ehl-i irfan üç kısma ayrılır. Biri Rabbisini müşâhede eder, biri Rabbiyle müşâhede eder, biri Rabb’den müşâhede eder. Daha üçüncüye kadar kendisi var orta yerde. Rabb’den müşâhede edince kendisi kalkıyor. Anlatabildik mi acaba?
Öyle diyor Cenab-ı Hudâ da kendisi. “Ben bir kimseyi sevdim mi diyor, onda gören Ben olurum, onda yürüyen Ben olurum, onda tutan Ben olurum, onda konuşan Ben olurum.”
İşte ahlak insanı tekâmül ettire ettire nihayet bu makama
kadar çıkarır. Şimdi elbette bu sözler maddenin kesâfetinde gezen kimselerin
hiçbir işine yaramaz. Onun kitabı, paranın üzerindeki yazısıdır. Onunla
beraber, yanlış anlaşılmasın. Ahlak, ilm-i mânâ, insana zenginliği âmil değil
midir? Yok, öyle değil. Vazifenizi ayırın, diyor. Kalple kalıbın vazifesi
ayrılsın.
Her vakit söylediğim gibi insanın yürüyebilmesi içün deniz
misali, gayet canlıdır. Büyük gemi büyük denizde güzel gider. İnsanda sefine-i Hak’tır.
Fakat o en büyük bir gemiye şu kadar bir rahne açılsın, denizin suyu içeriye
girmeye başlasın o gemi batar. Bir insanın da hayat-ı sûrîde geniş bir şekilde
yürüyebilmesi içün, Hakk’ın en büyük nimeti olan bu mezâhire kıymet vermesi
elbette bir taattır. Bir ibadettir. Çünkü neden?
Niçün çalışmak farzdır,deriz acaba? Bilir misiniz bunun illetini?
Ahlaka göre, mânâya göre, çalışmak farz deriz. Neden çalışmak farz? Herkes bunu
bilir de çalışmanın niçün farz olduğunu bilmez. Çalışmak niye farz?
Ümran-ı âlem, yani bu âlemin ümranı murad-ı İlâhidendir. Anlatabiliyor
muyum acaba? En ince bir yer burası? Burayı söylememiştim. Kâinatın ümranı,
Allah’ın muradı. Murad-ı İlâhi, kâinatın ümran hâline gelebilmesi için tabi
çalışmakla olur. Murad-ı İlâhi de o olduğundan dolayı elbette farz olur.
Anlatabildik mi? İşte bu. Tabi Kudret, herkesi bir işte kullanır. Çalışma
sınıfları ayrılır. Herkes ayrı ayrı, kimi mânâ üzerindedir, kimi suret
üzerindedir, kimi... Herkes vasıfları üzerinde
birer işle.
İnsan
mefhûmu üzerinde konuşuyoruz, insan. Bu âleme ne olduğunu öğrenmeye gelen
mahlûkun adına insan denir. Başka sınıfa bunu Allah emretmemiş. “Kendini,
aslını bul!” diye bir emir yok insandan başkasına. Mesela herkesin ağzında
gezer; melek, melek. Melek insanın hizmetçisidir. İnsan o kadar büyük bir şey.
Melek vazifelenmiştir. “Şu kul bir kabahat yaptı, onun namına yalvar.”
Anlatabiliyor muyum insanın kıymetini acaba?
Şimdi
bu kadar büyük bir kıymete malik olduğu hâlde insan, nasıl olur da böyle
Hak’tan yüzünü çevirir? Muhabbetsiz kalır. Malum ya, bir kimse Allah’ı
seviyorum dese, Allah burhan ister. İspat et sevdiğini, der. Allah’ın âdeti
acayip. Bende Hak muhabbeti var dedin mi, Hudâ der ki: “İspat et beni
sevdiğini. Ben sözle iş istemem, diyor Allah. İspat et. Bana ait olan
muhabbetini göreyim.” Ne ile ispat edebilir acaba insanın Allah'a
muhabbetinin olduğunu?
Allah
cisim değil ki böyle tutasın, işte seni seviyorum diyesin. Malum ya sevgi
hariçte bir vücûda ihtiyacı vardır.
Demek ki sen bunu kulak dolgunluğuyla aldın, böyle telkin ettiler, işte “Allah’dan
kork, Allah’ı sev, Allah’ı bul, şöyle ol böyle ol!” Fakat bunun iç tarafını da
hiç düşünmedin mi? Sevebilmekliğim için, tutabilmekliğim, görebilmekliğim
birçok hassalar var, bunların olması lazım.
Allah
diyor ki: Ben kendimi gösterebilmeklik içün ayna yaptım. Hazreti İnsan, o. Anlatamadım
mı acaba? (çok güzel) Fermanı da şudur:
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي
يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيم [2]
“Ey zât-ı
ehâdiyetimi Cenab-ı Ahmediyetine fethetmiş olduğum muteber zât, Beni seviyorum iddiasında bulunan kimseler
vardır. Eğer onlar bu davada sadıksalar, ilan et bakalım. Beni seviyorlarsa.
Sevgi bir, tutulmak görülmek sarılmak, bunlar sevginin şeyleridir. Ben suret
itibariyle bunlardan münezzehim. Ben mârûfum[3] mâlûm
değilim.”
Anlatabildim
mi acaba burasını? Mârûf, mâlûm. Bin tane konferans vermek lazım, öyle bir
dakikada anlatılmaz. Hak mârûftur, mâlûm değildir. Onun
içün Fahr-i Âlem öyle demiştir: Mâ
arafnâke Hakk’a mârifetike ya ma'rûf. Bunu ekseriyet yanlış anlar.
İnceliğini orada göstermiştir ama insan gafil olurda farkında olmaz.
Mâ
arafnâke Hakk’a mârifetike. Manası şu: Ya Rabbi hakkıyla ben seni
bilemedim.
Derler
ki: “Bak, Hazreti Muhammed bile böyle dedi!” Hayır, o söylerken başka türlü
söylüyor, sen dikkat etmiyorsun. Mâ arafnâke Hakk’a mârifetike ya ma'rûf
O aşağıda bilindiğini gösteriyor, “Ya mârûf” diyor ya. Anlatabiliyor muyum
acaba?
Azcık
bu ilmin bir kaidesini bilmek lazım. Kelimeye gelmiyor buraları. “Ey mârûf/bilinen”
bak bilinen deyince bildiğini gösterdi. Anlatabildim mi acaba? Aşağıda kelimede
iş var. Mâ arafnâke Hakk’a mârifetike ya ma'rûf, ey bilinen. Şimdi buraları
uzun başka bir mevzûa gireceğiz, dursun oraları da. Biz girelim nazmın emrine. “İlan
et. Beni sevin. Bana ait olan muhabbette iddia edenler varsa, seni sevsinler.
Sana tabi olsunlar. İşte Ben, sende tecelli ettim.”
Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim
Mirât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.
(Bir şey anlatabiliyorum zannedersem, değil mi?)
Demek ki muhabbet, ispat edilmesini Cenab-ı Hak istiyor. Kim Allah’ı severim derse, ölçüsü bu diyor kendisi. “Mahlûkata ne kadar merhameti varsa, Bana o kadar sevgisi var.” Anlatamadım mı acaba bir şey? Ölçü bu, kendini yokla. Sen hakikaten Hakperest misin, yoksa nefisperest misin?
İnsan
iki yere tapar. O tapınanların hepsini kaldır orta yerden. Hulâsa et, iki
şey. Ya nefsine taparsın ya Allah’a taparsın. Eğer Hakk’ı sever oraya
tapıyorsan, ölçüsü var. Kalbin, muhabbetle merhametle bütün mevcûdâta
titriyor mu? İvazsız, garazsız hiçbir şey beklemeksizin, hiçbir yerden
çekinmeksizin, hiçbir şeye talip olmaksızın, böyle içinde bir titremek var mı?
Allah’a muhabbetin var. Yok mu? İstediğin kadar ağla istediğin kadar kafanı
secdede çürüt, hiçbirisinin faydası yok.
Resûl-ü
Ekrem bir gün Medine sokağından gidiyormuş, bir sivri şeyin üzerinde bir adam
oturuyor böyle. Şöyle bir, yani bugünkü örfün tabiriyle bir boş tenekenin
üzerinde oturuyor diyelim. Böyle sivri bir şeyin üzerinde oturuyor. “Zavallı
kırk senedir Hak namına bunun üzerinde oturur da uyumaz. Fakat ne yazık ki şu
kadarda bir bûy-u Rahman koklayamamıştır.” Sormuşlar niçün acaba Ya Resulullah?
“Merhameti yoktur. Merhameti yok. Acıması yok.” Öyle kısım kısımda değil o. Kül
hâlinde olacak. İnsanlığın ölçüsü bu. Onun
içün der ki, ehl-i hakikat: Gel,
der. Zulmete âşık olma, fâniyyete[4] âşık ol. Âşık olma, zulmet cismaniyet[5].
İşte Bugünki beşeriyetin inlemesindeki illet o. Merhamet yok, demek ki Hakk’a
muhabbet yok, inliyor. Ve nâmütenâhi böyle inler, dönünceye kadar. Merhamet
başladı mı insanlık başladı, demektir. Güneşin ten üzerinde tesiri olduğu
gibi Hazreti İnsanın da ruh üzerinde tesiri vardır. Anlatabildim mi acaba?
İşte onun içün derler ki:
Âdem olmak
istersen, Âdem ara.
Âdemi bul, Âdem
ile Âdem ol.
Başka türlüde olmaz bu iş. Âdem olmak istersen, Âdem ara. Âdemi bul, Âdem ile Âdem ol. Öyle olmazsan batılı Hak diye takdis edersin. İnsan böyle bizâtihi kendi kendine nefsinin pençesi altında bulunduğu müddetçe Hakk’ı bulurum, takdis ederim derse aldanır.
Ender bulunur cihanda el-Hak ender.
Anlaşılıyor değil mi mânâsı? Pek az bulunur yani.
Hakk’ı görecek dîde-veri[6] nic-i[7] ahter[8]
Âlemde nice şahs-ı galat[9]-bîn[10]-[11] Muhyî[12]
Hak’tır diyerek batılı takdis eyler
Ee, ömürde zaten kısa işte. Hemen gelip gidiyor, bir şey yok orta yerde. Rütbeler, masalar, kasalar, câhlar… Heyet-i umumisi insanın kabrinin üzerinde bir yığın toprak olur. Öyle diyor, kendi Büyük Kitab da öyle diyor. Ben diyor, ziynetlendirdim diyor. Bu bir perdedir, diyor. Bunun suretinde kalanlar yanar. Bu suretten mânâya girenler Beni bulur. Bu suretin avına kapılırlarsa, Ben böyle ziynetlendirir ziynetlendirir, süslendirir süslendirir, nihayet bir toprağa tebdil[13] ederim, diyor. Öyle değil mi? Kâinatın dörtte üçüne sahip olan İskender’de bugün bir harabe içinde yatıyor. Öyle, âdeti öyle O'nun. Sonra o yığında kalmaz, diyor. Sonra onu da bir vakit, bir vakit sonra onu da dümdüz yaparım, diyor.
Onun içün der ki: Pek mağrurane yürüme, der. Ey insan, mağrur olma! Niye kuruluyorsun, diyor. Bastığın yere dikkatle bas, ya bir dilaranın yanağıdır ya bir aslanın göbeğidir. Şu görmüş olduğun şey insandan başka bir şey değildir. İlk mahlûk insandır. Sen ona bakma. Senin okuduğun şeyler şöyle olur böyle olur ama hep candır o.
Hayyam’ın dediği gibi; testinin kulpunu görmüş, okşuyor. Ey diyor, kim bilir vaktiyle kimin koluydun sen, diyor. Anlatamıyor muyum bir şey. “Ey, diyor. Vaktiyle kimin koluydun kim bilir.” O zahirde pek mübâlatsız yazılmış gibi gözükür, iyi tahlil edemeyenler şaşırır. Hâlbuki o muazzam bir adam. Öyle herkesin anladığı gibi değil. Mesela: Şarap içemedim, güzel seyredemedim, kalk bari namaz kılalım. Şimdi bu söz zahirde küfürdür. Fakat hakikatte o mânâya değil. Onu anlamadı mı insanın ayağı kayar. Anlatayım mı burayı size?
Bir
insan, makam-ı hayvaniyetten makam-ı âdemiyete kadem basarsa -her hafta
söylediğim gibi- kendisine birkaç tane sual sorar. Hayvaniyet âleminden âdemiyet
âlemine kadem bastı mı birkaç sual sorar. Evvela kendisini sorar. “Ben kimim?” der. Malum ya kendi kitabını
okuyamayan başka kitabı okusa da faydası yoktur. En büyük kitap insanın
kendisidir. Kitap. Bu suali sorduğu vakitte ezelle ebedi araştırır.
“Nereden
geldim nereye gidiyorum?” der. Nereden geldim, diye düşünmesi ezele, nereye
gidiyorum diye düşünmesi ebede… Ne gibi vazifeyle mükellefim, der. Vicdan-ı
kibriyasından “İnan!” emrini alır. Anlatabildik mi acaba? O vakit hayvaniyetten
kurtulur, yükü atar.
Hayvaniyet
yük makamıdır. Yük, yüklü. “Hangi adamın kalbi yüklü, hayvandır” diyor ahlak
ona. Letâfete inkılap etmemiş. Yük kime vurulur? Hayvana vurulur. Hazreti
İnsana yük vurulmaz. Hazreti İnsan, yalnız Hakk’ı taşır. O’nu taşıyor.
Yüklü! E diyoruz, şimdi bu sözünle üç hafta evvel konuştuğun tutmadı birbirini
derse birisi, bana. Ya İnsan yüklü olarak gelmiştir dedin, şimdi de böyle insan
böyle yük taşımaz, dedin. Kelimelere dikkat, et bak Hazreti İnsan diyorum.
Acaba anlatabildim mi?
Bir
su tasavvur et. O suyun içerisinde bir elma ağacı var. Bir de hariçte bir elma
ağacı var, suya vurmuş. Suyun içerisinde hariçteki vurunan elmaları da
bulabilirsin, görebilirsin, aynen fotoğrafını da çekebilirsin fakat elini
attığın vakitte boşa gider. Ağacın içerisindeki tecelliyat-ı taam yani Hakk’ın
tecelliyatı olduğu vakitte elmayı toplayabilirsin. Ben boşa giden elmadan
bahsetmiyorum şimdi. Kopardığın elmadan bahsediyorum. Bilmem anlatabildik mi
acaba? Ayrı ayrı şeyler. Bu makama geldiği vakitte yük başlar hafiflemeye.
Gayri ihtiyâri. Niye? Artık yükü imana taşıttırıyor.
Mânâ ilminde niçün intihar edene kıymet
vermezler? Bir adam neden intihar eder? Yük taşıdığından dolayı eder. Eğer
yükü imana vurmuş olsaydı, kasveti olmazdı ki gam olmazdı. Acaba anlatabiliyor
muyum? Onun için cenazesinin namazı kılınmaz, müntehirin.[14] Hakk’ın
varlığına karşı ben varım, diye yaşamış. Bir şey anlatabiliyor muyum? Yoo,
anlatamadım. Gözler donuk duruyor. Ben onun farkındayım. Neyse, eski
konuşmalarda bunları söyledik, tekrar etmeyelim şimdi anlatmak için.
Şimdi
Hayyam’ın sözünü tahlil ediyorum size. Ne demişti? “Şarap bulup içemedik.” O
bizim bildiğimiz meyhane şarabı değil. “Güzelde seyredemedik. Canım bari namazı
kılalım.” diyor. E onun zahirine bakarsan eğleniyormuş gibi bir iş olur. Hakk’ın
emriyle emreden memnun olur
değil mi ya? Hayır, o mânâda değil o.
Hayvaniyetten
âdemiyete çıktı, inan dendi. İnandıktan sonra hukuk tedarik eder. Teslim olur
adam. Selamete kavuşur. Teslim olduktan sonra teslim olduğu zât der ki: Gel konuşalım,
der. Anlatabildim mi acaba? Konuşalım. Konuşma
makamı, makam-ı namaz. Hakk’ın bir sıfatı. Konuşma teâli ederse niyaz başlar.
Niyazda tamamıyla Hak müşâhede edilir. Nasıl ya? Müşâhede edilince naz
başlar. O niyaz zamanında insan kendinden geçer. Sarhoş olur ama bizim
bildiğimiz sarhoşluk yok. Koca adamın dediği gibi: Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil, diyor. Acaba anlatabildim
mi?
Olur mu hiç gîrân
ey ser piyâle nûş-ı cemâl.
Humârı olmaz o
câmın o işret öyle değil.
Ondan sonra tamamıyla Hakk’ı müşâhede eder. Şimdi Hayyam demek istiyor ki: Biz âdemiyete kadem bastık, teslim olduk, konuşma hakkını da aldık amma henüz bizde bir cezbe hâsıl olmadı. Cemâl göremedik ki. Aman dikkat et büsbütün ayağımız kaymasın, hiç olmazsa namaz makamında dur. Anlatabildim mi acaba? Bizim bildiğimiz şekilde değil o.
İnsan. Bak insanın sana bir yerini anlatacağım. Bir şey okuyacağım.
Sen niçün didârına çektin nikâb[15]. Ey
insan, diyor. Sen niçün didârına
çektin nikâb. Âfitâba perdesizlikdir hicâp. Sen Hakk’ın ayinesisin,
kesretle, bütün hâdisât ile mağmûm[16] olarak
yaşadın da niçün perdeli yaşıyorsun sen? Anlatamıyor muyum acaba yahu?
Sen niçün dîdârına çektin nikâp
Âfitâba perdesizlikdir hicâp
Sîne-sâfan[17] düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dîde-i mir’âta[18] hâb[19]
Kalıbıyla kalbinin vazifesini ayırmış, kalbini Hakk’ın nazargâhı kılmış. O hâlde tecelli eden insan hiçbir vakit gaflete düşmez. Keder adama nereden gelir? Gafletten gelir. Şöyle olacaktı böyle olacaktı, olmadı ama der başlar kederlenmeye. Anlatabildim mi? Bunlar gaflet. Hakiki âşık maşukuyla olduğu bir müddetçe başka bir şey var mıdır yanında?
Sîne-sâfan
düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dîde-i mir’âta hâb
İki şeyi birden gizlemiş buraya, iki şeyi birden koymuş. Yol bulur mu dîde-i mir’âta hâb. Ayine olan göze uyku yol bulur mu? Uykunun zahirde mânâsı bu. Hakikatte mânâsı gaflettir. Anlatamıyor muyum acaba?
Niyet ettim bugün bunu size tahlil edeceğim. Bir vakit
okudum da tahlilini yapmadım. Şimdi tahlilini yapıyorum.
Sen niçün dîdârına çektin nikâp
Âfitâba perdesizlikdir hicâp
Sîne-sâfan
düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dîde-i mir’âta hâb
Hâb, uyku. Hakk’a ayine olmuş olan bir göze, uyku yol bulur mu? Burada, bu uyku mânâsının hakikati tahlil edilmesi icab ediyor, gaflet.
Bâis-i[20] hengâme-i tendir nefes
Târ[21] olur
şûra-veri tavk-ı[22] rebâb[23]
Cûşişinden[24] hâsıl oldu neş’eteyn[25]
Ey insan diyor, senin mânâdaki hareketinden kâinat oldu. Sen niye gittin de zalime uşak oldun? Sen nasıl oldu da satıldın yahu!?
Cûşişinden hâsıl oldu neş’eteyn. (Çünkü sende
Hakk’ın şarabı var)
Bizde var öyle müstesna şarab
Ehl-i sûret anlamaz bir harfini
Dehr[26] ehlidir, mânâsın muğlak bir kitab
Biraz evveli dediğim gibi, maddenin kesâfetinde olanlar
bu şeyi anlamaz, diyor. Fakat derliyor topluyor.
Nakd-i ömrün bî-temettu’[27] kalmasın.
Allah’ın insana en büyük sermayesi nedir? Sayılı
nefestir. Sermaye-i hayat. Bu boşuna geçmesin. Neden? Sıfır hesap olaraktan kalırsın.
Elinde hiç bir şey kalmaz sonra. Onun içün âlem de fâni.
Mutrib[28]
fâni hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.
Nerede baban? Okşardı öperdi evladım, derdi. Nerde nenen? Nerede annen? Hangi dostun aşığın maşukun nerede?
Mutrib fâni hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.
Geç sûret-i sûrîye-i âlemden geç. (Bırak âlemin
dedikodusunu)
Allah ancak bâki vü bâki fâni.
Anlatamadım mı acaba? Bir daha okuyacağım bunu. Bu sefer ki kendime. Benimde hakkım yok mu? Ezberle bunu ezberle. Sıkıntılı zamanında kendi kendine oku açılırsın. İnsan bu ya malum ya insan. Bast[29] şey kabz[30] bast[31] âlemindedir. Bakarsın ki bir, kendinde olmadığını kendin anla. Hiç haberin yokken bir kabz basar. Bakarsın bir açıklık olur. Bir bast basar. Tasarruf ediyor. Benim iki, parmağımın arasındadır, diyor Allah. Böyle, cemâlle celâl parmağı. Sen şu iki parmağın arasından kurtulda iki parmak oluverene. Bir öyle bir öyle dönmektense. He hehe...
Mutrib fani hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.
Kime mülâki oldun hayatta hepsi fâni.
Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç.
Allah ancak bâki vü bâki fâni.
Allah’dan başka ne varsa yani yok. Anlaşıldı değil mi mânâsı? Pek o kadar kapalı değil.
Bugün ki konuşmamız ahlakta kalple kalıbın vazifesini ayırmak mevzûu. Kalıbın vazifesi ayrılacak. Ayrıldığı vakitte, kalbin, kalıbın vazifesi ayrılırsa Cenab-ı Hak diyor ki: “Ben aşıkımın kalbine her gece semasına inerim. Kim Benimle yanarsa orada misafir kalırım. Ben tenezzül ederim.” diyor. Allah çok nazik.
Bir emr-i dinide, bir emr-i mânâda öyle buyuruyor.
“Ben her gece nısfu'l-leyl[32]de abdimin[33]
kalbinin semasına inerim. O kalpte Bana
hazırlık varsa orada tecellimi yaparım.”
O hâlde uykusuz mu kalayım?
Yok, azizim, o kadar da keremi bol ki. Kalıbını uyut da
kendin uyuma yahu, diyor. Kalıbını uyut, mışıl mışıl uyu fakat kendin uyumasın.
Anlatamıyor muyum acaba? Bazıları vardır öyle, öyle değil. Kalıbını uyut, kendini uyutma. Ona aitte bir şey okuyayım, ister
misin?
Ahh, ateş-i cân sûz-u[34] firakınla bu şev[35] “Bu gece tecelline nail olamadım Ya Rabbi!” Herhalde bir hatası mı var ne var? Yahut nazdan. Hani insan olurda az gelir. Galiba öyle olsa gerek.
Ahh, ateş-i cân sûz-u firakınla bu şev.
Yanmakta derûnim yine tennur[36] gibi.
Halfın[37] görünür gülve-i[38] ahzânında[39]
Bir merheb-i[40]
tenhaya inen nûr gibiyim.
Hep bunlar insanda olan işler işte. Mesele âdem olmakta. Öyle. Âdem olursa kâinat onun tafsili[41] olur. Hilkat onun tafsili olur.
Bir handeyim eshâr-ı[42]
dilârâ da pinhânım.[43]
Bir neş’eyim elvân-ı tecelleda nihânım[44].
Güllerde yanan
şulede pinhânım ezelden.
Bülbülde cûşân-ı nâle-i
şeyda da nihânım.
Bir daha okuyayım. Bir handeyim eshâr-ı dilârâ da nihânım. Biraz evveli okuduğumun tahlilini bir parça yaptım. Daha o çok işlenecek üzerinde ama vakit yok. Şimdi bunu yapmadan böyle okuyacağım. Başka bir konuşmada bunu açacağım size. Sağ kalırsam.
Ne demek? Bir
handeyim eshâr-ı dilârâ da nihânım. Bir neş’eyim elvân-ı tecelleda nihânım.
Ben öyle bir neşeyim ki elvân-ı tecella. Ne demek elvân? Lugata bakarsan boya,
renklerde. O mânâya geliyor. Ben öyle bir neşeyim ki öyle bir kâm almışım ki
elvân-ı tecella da -buradaki renk Allah’ın sıfatıdır- bütün Allah’ın sıfatlarında
tecelli ederim ben, diyor ya. Bunlar insana bahşedilmiş birer varlık olduğu hâlde
niçün hiçbirimiz bu işlen alakadar olmayız? Belki vardır içinizde fakat gaye
bu.
Bir handeyim eshâr-ı dilârâ da nihânım
Bir neş’eyim elvân-ı tecelleda nihânım
Güllerde yanan
şulede pinhânım ezelden
Bülbülde cûşân-ı nâle-i şeyda da nihânım.
Gül benden alır
neşve ben iksir-i neşâtım
Humhâne-i canperve-i mânâda nihânım
Hem cezbe-i sevda
ile Mecnûn da iyânım
Hem cazibe-i hüsn
ile Leyla da nihânım
Tafsilim olan
arz-ı semâvâta sığmam.
Tafsilim olan arz-ı semâvâta sığmam.
Dedik ya konuşmaya başlarken, insan
suret itibariyle nihayet bir çukura sığacak. Fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı
kibriyası âlemlere sığmaz, âlemler ondadır. Onu söylüyor işte.
Tafsilim olan
arz-ı semâvâta sığmam. Ne
demek? Hazreti İnsanın tafsilidir kâinat. İnsan kalktığı gün, şimdi buna şöyle
bir misal vereyim.
“Tebdil[45]
eder. Yok olmak, yoktur. Hak var her şey var. Şekil, tağyir[46]
edecek.”
يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ
الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار[47]ِ
Hem de öyle
bir, bir şey ki acayip ki! İki tane dolu yağıyor da şaşırıyoruz. Bir parça şöyle
yerinden hafifcecik sallanmaya başlayınca; o yaratırım filan diyende, kafasını böyle
eğiyor bir parça, bir tuhaf oluyor. İki tane dolu tıkır tıkır yağdı mı
şaşırıyor adam. Kendi tahrifatında öyle dolu yağması gibi değil.
وَإِذَا الْكَوَاكِبُ انتَثَرَتْ ﴿٢﴾
وَإِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ ﴿٣﴾
وَإِذَا الْقُبُورُ بُعْثِرَتْ ﴿٤﴾ إِذَا السَّمَاء انفَطَرَتْ ﴿١﴾
يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ
بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ ﴿٦﴾[48] عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ ﴿٥﴾
İlâ ahiri gider. Semayı dertop ettiğim vakitte diyor.
إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ﴿١﴾[49] “Güneşin bütün seyyarelerini
sarık gibi etrafında sardığım vakit. Bulunduğunuz âleminizden milyonlarca büyük
olan seyyârâtı yağmur tanesi gibi indirdiğim vakit. Deniz bakır renginde
kaynadığı zaman…” Böyle beyan eder. Ondan sonra:
عَلِمَتْ نَفْسٌ
مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ
“Bana takdim olunanla getirilmeyenleri önüne koyacağım. Bakalım,
bana ne getirebildi ne götürdü ne yaptı?” Öyle de ince sorar ki! Hiç böyle
yani, ufacık bir yeri kalmaz. Çok sorar. Başta insan haklarından gelir. Öff!
İnsan hakları üzerinde çok durur. Kendisinin üzerinde durur. Ee benim canım
değil mi böyle yaparım! “Yok senin canın niye olsun. Benim.” der. Hesabının
hepsini sorar.
Ondan
sonra يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ
بِرَبِّكَ الْكَرِيم Ağır
bir hitap. Kerim olan Rabbine karşı nasıl mağrur oldun? Nasıl gururlandın?
Rahmeten-lil
Âlemin olan zât her yerde insanları kurtarmak ister de, bu tabi bu tecelli
olmuş. Kendisi de tebliğ ediyor. O fem-i saadet başka. Benim okuduğum gibi
değil ki o. Ona layık olan insanlarda bir sarsılma başlamış. Renkler kül gibi
olmuş. O metin insanlar. Yalnız bir şey var, diyor. İşte kurtarıyor. “Böyle, Kerim olan Rabbine nasıl gururlandın, hitabında eğer derlenip toplanır
da ‘Keremine gururlandım’ dersen kurtarırsın kendini.” diyor. Sana
gururlandım!
Ama
diyebilir misin? Bir de mesele o. Polis ifade alırken şaşırıyorsun. İnsandan
bir mahkemenin huzuruna çıkarken rengin uçuyor. Değil mi senin gibi adam, elli
altmış kiloluk adam o da. Ha onu diyordum. Sormuşlar, bu tebeddül[50]
bu, fen mevzûuna da giriyor ya, güneş hararetini
kaybedecek, bilmem şu olacak, bu olacak tabi. Bu âlemde, diyor. Bir tek Allah diyen kalıncaya kadar
devam edecek, diyor.
Anlatabildim mi acaba? Bir tek. Ama şuraya da dikkat edin, milyonlarla adam
Allah der de içinden bir tanesi demez.
071-b
(276-b)
O
vakte kadar devam eder. İşte ona işaret ediyor.
Tafsilim olan
arz-ı semâvâta sığışmam.
Bir nokta gibi
gerçi süveyda da nihânım.
Bir nazmın tefsiri bu aşağıda gelen.
Muhyî ne bilir kadrimi sarrâf-ı
zamâne.
Sende,
sakın müteessir olma hayatta. Hani bazı insan müteessir olur, şöyle yaptım işte
elimden geldi fakat hep daima aksi hadiselerle, hep daima zulüm ile
karşılaştım. Ne büyük şey. Kâinatta yaşadığın
müddetçe ne kadar belâ gelirse bil ki ebediyet âleminde o kadar belân kalkıyor.
Çok sevin. Öyle o.
Muhyî ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne.
Ben dürr-i yetimim
bün-i deryada nihânım.
Burada dürr-i yetim o kadar güzel düşmüştür ki! Söylenmemiş şey. Nazımda budur. Allahü Teâlâ diyor ki:
(Şimdi birleştireyim diyerekten söylüyorum, ben bunu size çok sefer söyledim. Ve bu söylediğimi de bulamazsınız. İyi dinleyin yani. Bu gönülden gönüle giden ilimin mahsulüdür. Bu söyleyeceğim şey. Bulamazsın öyle, satırda matırda bulamazsın.)
Muhyî
ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne. Zamanı kullanan insanlar. Sarrâf-ı
zaman, sarf ediyor zamanı. Bunlar benim kadrimi ne bilir, diyor. Neden? Ben
dürr-i yetimim. Allah’ın da bir ismi yetimdir. Bugün zevkim var biraz
söyleyeyim bari.
Mesela
Sure-i Duhâ’da فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَر[51]ْ
Hazreti Muhammed’e diyor ki: Yetimi incitme! Hazreti
Muhammed yetimi incitir mi! Ben bile yetimi incitmem. Olur mu? Kendisi
düşmanına merhamet elini uzatmış. İşte onun içün, Kur’an bir sır kutusudur erbabına açılır. Şimdi sen alırsan
tercümesini filan bir şey okusan anlamazsın. Yaa, hiç incitir mi Peygamber!
[52]
وَأَمَّا
السَّائِلَ Senden isteyeni nehyetme. Bunu şey etme. Bilmiyorsunuz
ki bu surenin sebeb-i nüzulü, yani gelmesine sebep. Bu gayet ince bir suredir.
Ve Hakk’a bununla münâcat et. “Bu surede Habibine yapmış olduğun o iltifata
beni bağışla.” de. Şimdi burada o kadar incelikler vardır ki. O kadar
incelikler vardır ki! Fahr-i Âlem, vahiyden bahsetmedi, bir müddet. Müşrikler
alay etmeye başladılar. “Muhammed’in Allah’ı Muhammed’e darıldı!” Der, müşrik
her şeyi söyler. Kalbiât-i Ahmed-i müteessir oldu. Mahsun oldu, müteessir oldu.
Hudâ, derhal:
[53]
مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى ﴿٣﴾
﴿٢﴾ وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحَى ﴿١﴾
Yemin
ediyor şimdi. “Gündüzün apaydınlığına yemin ederim ki gecenin kopkoyuluğuna
yemin ederim ki…”
Kasem
ediyor. Ne var gece ile gündüz? Hâdisât onunla doğranıyor. Biz onun farkında
değiliz ama gece ne büyük ayettir. Şöyle bir defa düşün. Şu kocaman bir
aydınlıktan, kopkoyu bir zulmetin içerisine gir, bütün seyyarat hareket
üzerinde bir intizam dâhilinde gidiyor. Bundan daha büyük Kudret’e burhan mı
ararsın sen? İçinde yaşıyoruz da farkında değiliz. Ne olduğunun farkında
değiliz. Koca Fuzûlî’nin dediği gibi:
Olsa istîdâd-ı
ârif kâbil-i idrak-i vahy
Emr-i Hak irsâline
her zerredir bir Cebreil.
Sen Cibril mi arıyorsun, diyor. Senin kalbin el verir ki, diyor. O vahyin istîdâdı kabulüne bir istîdât görsün senin kalbinde. Kalbin her zerrenin bir Cibril olduğunu görürsün, diyor. Öyledir o. Bunun bir de iç mânâsı vardır. Hakiki gündüz nedir? Peygamber’in yüzüdür. Gece o yüzü tezyin eden zülfleridir, saçlarıdır. Hani deriz ya: “Senin başın içün!” deriz, hilkate. Hudâ öyle kasem ediyor işte. Anlatamadım mı acaba? Ya, dersin ki: “Yavrumun başı içün!”
مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى Rabbin seni ne terkedebilir ne darılabilir. Bu nereden çıktı? Nereden çıktı bu? Şimdi elde mevcût şöyle tercümelere filan bakarsan, acayip acayip kafa kafa şeyler görürsün. Mesela:
لَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى[54] “Ahiretin senin dünyandan hayırlıdır.” Böyle yazarlar. Hakiki insanın, ahireti-dünyası olmaz. Hep birdir. Anlatabildim mi acaba? Onlar kendi kendilerini teslim etmişler. Zaten mevt-i ihtiyâri[55] hâsıl olmuştur. Mevt-i ıztırâri[56]ye lüzum yok. Bir şey anlatamıyorum galiba? Zor yere girdik bugün? Nereden girdik buraya?
Kalple
kalıbı anlatırken buralara uğrandı. Biri kalp, biri kalıp zaten. Ya ne demek
burada ahiretin? “Senin her an tecellin ve son tecellinden daima Bana doğrudur.
Üstündür o.” Sen nereden terk ettin efdâl oldu, müşrikin sözüyle. Tabi ona
inanmıyor amma insan maşuku hakkında bir söz söylerse birisi ondan tarafa şey
edemez. Tahammülü güç olur.
[57] وَلَسَوْفَ
يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
İşte bizim
güvendiğimiz yegâne emir budur. Buna biz çok güveniriz. “Senin Rabbin sen razı oluncaya kadar sana
vermiştir, ikinci hayattaki salâhiyeti.
Sen razı oluncaya kadar.”
Onun için diyor ki, Fahr-i Âlem: “Ben ikinci hayatta herkesi kurtaracağım.
Fakat bir sınıf var onun hakkında salâhiyetimi edeben kullanamayacağım. Birçok
insanlar gelecek, Ya Rabbi bağışla diyeceğim, kurtaracağım. Fakat bir sınıf
daha gelirken ben onlar hakkında münâcat, müracaat yapmadan Rabbim bana diyecek
ki: ‘Her şey senin elindedir,
verdim vaktiyle fakat benim Allahlık hatırım yok mu? Benim hatırım içün bunlar
içün bir şey isteme. Ama istersen gene
yapacağım.’ Bunun üzerine
ısrar edemem.” diyor. Bu sınıf hangisi? Şimdi dursun. Böyle bir sınıf var
insanlarda. Onlardan olmayın, diyor.
وَوَجَدَكَ ضَالًّا
فَهَدَى ﴿٧﴾ وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَأَغْنَى ﴿٨﴾[58]
أَلَمْ يَجِدْكَ
يَتِيمًا فَآوَى ﴿٦﴾
Vermiyorum mânâ,
geçiyorum çünkü yoruldum. Söylemiş olduğum yerinkini vereceğim. Hani dedim ki:
فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ Üç,
üç nazm-ı kerime mânâ vermeden geçtim. Bir geniş günde veririm. Yetime gücenmiş
bunlar. “Peygamber değil mi?” Oradaki yetimden murad Allah’ın kendidir
kardeşim. Anlatabildim mi acaba? Neden? Allah’ın anası babası var mı(?) Haşa! Anası
babası olmayana yetim denir. Orada Cenab-ı Hudâ, tenezzülen böyle ikram ediyor
Muhammed’e.
وَأَمَّا
السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ Hakiki kim isteyebilir Hazreti Muhammed’i, kim ister onu?
Allah. “Ben ki senin sâilinim,
böyle üzüntülü bana karşı davranma.” Bir şey anlatabildim mi acaba?
Haa,
buraya nereden girdik? Şimdi bana
hatırlatın bakalım. Kardeşim, ne oldu? Ben mahsustan soruyorum, dinliyor
musunuz diyerekten. Ben nerede bıraktığımı bilirim.
Muhyi ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne.
Ben dürr-i yetimim
bün-i deryada nihânım. (Bu,
bu kelime
üzerine girdik)
Ben dürr-i yetimim bün-i deryada nihânım.
Şimdi burada bir yer ile nazım ile tefsirini yapıyorduk.
Muhyi ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne.
Bunu bir ayetten almış, buraya koymuş. Şöyle. Allah diyor ki: “Ben, emanet-i İlâhimi
alâ teklif-i tahrir semavâta, arza, cibale[59]
bütün mevcûdâta emanetimi arz ettim. Eğer emanet-i İlâhimi alırsanız, sizi şu
şekilde karşılayacağım. İhtiyâr verdim. İsterseniz. (Zaten ihtiyâr vermese
kabul etmezse merdud[60]
olur.) Alâ teklif-i tahrir. [61]
فَأَبَيْنَ
Hepsi
çekindiler. Ya Rabbi bizi mazur tut dediler. Biz bu. Bu emanetin uhdesinden[62]
gelemeyiz.”
وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ İnsan onu yüklendi, diyor.
إِنَّهُ كَانَ
ظَلُومًا جَهُولًا “Kuvvetli zalim, kopkoyu zalim, kopkoyu cahil
olduğu içün bunu yüklendi.” E diğer
tarafta diyor ki: “Emaneti ehlinin gayrına vermeyin.” Bir emir de böyle.
Eee
kendi Allah olduğu hâlde böyle zalim,
cahil bir insana nasıl emaneti verir? Bu sual değil mi bu? Hah işte burası zor.
Burayı anlatması zor. Buradaki, iki mânâ var. Biri, buradaki zulüm adlin
mukabili olan zulüm değil, makbul zulüm. Cehilde ilmin mukabili olan cehil
değil, makbul cehil.
“O
insan ki nefsinin kuvvetli zalimi oldu, tepeledi nefsini, Benden mâadâsına
cahil oldu. Onun cahili, emanet-i İlâhimi almak hakkına haiz oldu.”
Anlaşıldı mı mânâ.
Şimdi
Allah’ın emaneti kimde var?
Nefsine
kim kuvvetli zalimse, Hakk’tan mâadâsına kim cahilse onda var. Ondan mâadâsını,
zaten insan diye, Allah kabul etmiyor. Bak bir şeyin içerisinde kaç tarif meydana geldi. Emanet-i
Hak kimdedir? Nefsinin kuvvetli zaliminde. Dinlemiyor, nefsini islam etmiş.
İkinci tevcih-i[63]
mânâ şöyledir. Buradaki fail mânâsına değil zulüm. Bir mânâ mefûldür[64]Hakiki
insan mazlum olaraktan buradan ömrünü geçirir.
Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Ankebut suresi 69. Ayet-i Kerime : وَالَّذِينَ جَاهَدُوا
فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali: Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz
onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her
zaman iyi davrananlarla beraberdir.
[2] Ali İmran Suresi 31. Ayet-i Kerime: قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي
يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Meali: De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki
Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı bağışlasın; Allah, daima bağışlayan ve
esirgeyendir
[3] Ma'ruf Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur.
[4] Faniyyet: Fânî
olma durumu, ölümlülük, fenâ.
[5] Cismaniyet: Cismânilik.
Maddi beden sahibi olmak hâli.
[6] Dîde-ver: “Dîde” göz “-ver” sahiplik ekiyle dîde-ver: İyi gören, bilen, idrak eden göz sahibi.
[7] Nic-i: Nice (sıfat, belirteç)
[8] Ahter: Yıldız. Mc: Baht, talih.
[9] Galat: Yanlış, hatâ, sehiv.
[10] -Bîn: (ﺑﻴﻦ) sıf. (Fars. dіden “görmek”ten bіn) Sonuna geldiği kelimelere “gören, görücü” anlamı katarak birleşik kelimeler yapar.
[11] Galat-bîn: (ﻏﻠﻂ ﺑﻴﻦ) Yanlış gören, görüşü hatâlı olan.
[12] Muhyî: (ﻣﺤﻴﻰ) (ihyâ) “Can veren, dirilten, hayat bahşeden” anlamında
esmâ-i hüsnâdan
[13] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi
başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
[14] Müntehir: İntihar eden
[15] Nikâb: Yüz örtüsü, peçe, perde.
[16] Mağmûm/Magmum:
Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. Bulutlu. Kapalı.
[17] Sîne-sâf: Gönlü/kalbi temiz, sâf, duru, halis. Özü sözü
doğru. ( Ayrıca, samimi içten “sarılıp
kucaklaşmış” anlamında da kullanılır)
[18] Mir'ât: Ayine. Ayna. Meşhur bir cins lâle.
[19] Hâb: Uyku. Rüya
[20] Bâis: (ﺑﺎﻋﺚ) i. (Ar. ba‘ѕ “göndermek,
uyarmak, diriltmek”ten bā‘iѕ) •Sebep olan
şey, sebep.
[21] Târ: Karanlık
[22] Tavk: Tâkat.
Güç. Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. Kolye. Tasma
[23] Rebâp: Sap kısmının ucunda Hindistan cevizinden yapılmış
basık, yuvarlak, küçük bir kâsesi bulunan, dize veya bir yere dayanarak çalınan
saz
[24] Cûş: Coşma,
taşma, kaynama, coşkunluk
[25] Neş’et: Çıkma,
çıkıp yetişme, meydana gelme.
[26] Dehr/Dehriye: Mutlak
zamânın varlığına, zamânın başlangıç ve sonunun bulunmadığına inanan, zamânı
sonsuz kabul eden materyalist doktrin. “Hayat sâdece bu dünyâdaki hayâtımızdır;
yaşarız ve ölürüz. Bizi yokluğa götüren dehrden başkası değildir” diyenlerin
benimsediği görüş.
[27] Temettu'/Temettü: Kazanma, kâr etme, kazanç
[28] Mutrib: (Tarab. dan) Çalgıcı, çalgı
çalan. Şarkıcı, şarkı söyliyen. Hânende.
[29] Bast: İnsanın Hak yolunda Allah’ın
lutfunu gönlünde hissetmekten duyduğu ferahlık. Karşıtı: KABZ.
[30] Kabz: Cenâb-ı Hakk’ın kuluna
siteminden, lutfunu esirgemesinden ileri gelen gönül daralması hâli, mânevî
feyzin kesilişinden dolayı hissedilen sıkıntı ve darlık. Karşıtı: BAST
[31] Kabz u bast: (gerilme ve gevşeme) Kabz, Allah’ın lutfuna mazhar
olamamaktan ileri gelen gerilme, sıkılma, korku, bast ise bu lutfu hissetmekten
doğan ferahlık, neşe hâlidir ki ekseri berâber kullanılır.
[32] Nısfü’l-Leyl: Gece
yarısı.
[33] Abd: Kul,
köle, Allah'ın kulu. Mahlûk, insan. Hizmetçi.
[34] Sûz: Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık. (Suhten: Yanmak mastarından)
"Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb
kelimeler yapar.
[35] Şev: Gece. Leyl.
[36] Tennur: Tandır, fırın.
[37] Half: Ardı.
Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
[38] Gülve: Farsça Fırın bacası.
[39] Ahzân: (Hüzn. C.) Hüzünler, kederler,
sıkıntılar, tasalar, gamlar.
[40] Merheb: (C: Merahib) Kaçacak yer.
[41] Tafsil: Etraflı olarak bildirmek.
Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
[42] Eshâr: Seher vakitleri, seherler. Gece
yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
[43] Pinhân: Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur,
müstetir.
[44] Nihân: Gizli, saklı, gizlenmiş, saklanmış. Görünmeyen,
göz önünde olmayan. Sır
[45] Tebdil: Değiştirmek.
Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
[46] Tağyir: Değiştirme,
başka şekle sokma. Bozma. İyiden
kötüye değiştirme.
[47]İbrahim Suresi 48. Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ
وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ ,
Meali: O gün yeryüzü başka bir yere dönüştürülür, gökler de... Ve hepsi
o tek ve kahredici Allah için fırlarlar;
[48] İnfitar Suresi 1-6. Ayet-i Kerimeler.
وَإِذَا الْكَوَاكِبُ انتَثَرَتْ ﴿٢﴾
وَإِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ ﴿٣﴾
وَإِذَا الْقُبُورُ بُعْثِرَتْ ﴿٤﴾ إِذَا السَّمَاء
انفَطَرَتْ ﴿١﴾
عَلِمَتْ
نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ
﴿٥﴾ يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا
غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ ﴿٦﴾
Meali: 1. Gökyüzü
çatladığında 2. Yıldızlar döküldüğünde 3. Denizler (yarılıp) akıtıldığında 4. Kabirler
deşildiğinde 5. Bir nefis (herkes) önden neyi gönderdiğini ve neyi bıraktığını
bilir. 6. Ey insan, o lütfu bol olan Rabbine karşı ne aldattı seni?
[49] Tekvin suresi 1. Ayet-i Kerime إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
Meali: O güneş
dürüldüğünde
[50] Tebeddül: Değişme,
değişim. Başkalaşmak. Değişmek. Tağayyür
[51] Duha Suresi 9.Ayet-i Kerime فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَر
Meali: Öyle ise, sakın
yetime kahretme (onu horlama)!
[52] Duha suresi 10.Ayet-i Kerime وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَر
Meali: El
açıp isteyeni de azarlama!
[53] Duha
Suresi 1-3. Ayet-i Kerimeler مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى ﴿٣﴾ ﴿٢﴾ وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحَى ﴿١﴾
Meali: 1. Andolsun
kuşluk vaktine 2. Ve dindiği zaman o geceye ki 3 Rabbin sana veda etmedi ve
darılmadı
[54] Duha Suresi 4.Ayet-i Kerime وَلَلْآخِرَةُ
خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى
Meali: Ve kesinlikle senin için sonu önünden (ahiret
dünyadan) daha hayırlıdır.
[55] Mevt-i ihtiyârî (iradî): Bir kulun
Allah sevgisinden aldığı güçle irâdesini kullanıp, “Ölmeden evvel
ölünüz” hadîs-i şerîfi gereğince kötü ahlâkını ve benliğini yok etmesi ve
isteyerek kendi varlığından geçip Allah’ın varlığında fânî olması durumu.
[56] Mevt-i
ıztırârî (tabiî): Allah’ın
takdîri olan ve hiçbir şekilde karşı konulamayan ölüm.
[57] Duha suresi 5. Ayet-i Kerime. وَلَسَوْفَ
يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى
Meali:
İleride Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın!
[58] Duha Suresi
6-8..Ayetler وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى ﴿٧﴾ وَوَجَدَكَ
عَائِلًا فَأَغْنَى ﴿٨﴾ أَلَمْ يَجِدْكَ
يَتِيمًا فَآوَى ﴿٦﴾
Meali: 6. O, seni bir
yetim iken barındırmadı mı? 7. Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı?
8. Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi?
[59] Cibal: (Cebel.
C.) Dağlar.
[60] Merdûd: Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri
döndürülmüş. Kovulmuş.
[61] Ahzab Suresi 72. Ayet-i Kerime. إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى
السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ
أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ
ظَلُومًا جَهُولًا
Meali: Evet Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk
da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve
ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahil
bulunuyor
[62] Uhde: Bir işi üzerine alma. Söz verme.
Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. Mes'uliyet hududu.
Ric'at ve taalluk
dâiresi. Becerme, yapma. Mes'uliyet, sorumluluk.
[63] Tevcih: Anlam verme, yorumlama, tefsir etme.
[64] Mef'ul: Yapılan iş. Fâilin eseri. Gr: Fâilin
fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab
mef'uldür.
0 yorum:
Yorum Gönder