Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

71.Kaset a ve b

 071-a (276-a) 15.11. 1959 (60 dk.)

Hiçbir mevcûd yok. En zor kısmı; teni var, canı var, iki âleme talik edilmiş, iki âlemle alakadar. Bir veçhesi âlem-i kudrete, bir veçhesi âlem-i hikmete. Âlem-i hikmete ait olan suretinde insan biraz bir şeyler belleyebilir fakat âlem-i kudrete taalluk eden kısmı çok derin. Suret itibariyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbası gibi gözükür, nihayet o sûrî vücûdu iki metre uzunluğunda bir çukura sığar fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası bütün kâinatı muhit. Böyle bir varlık, beşeri takatle tabi tarif edilemez.

Bunu hepiniz idrak edersiniz. İçinizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir vücûdunuz vardır. Fakat bilmiyorum bu güne kadar görebildiniz mi? Hiç görülmemiş mânâsına değildir. Onu bu âlemde göremeyen olsa, kâinata Allah nihayet verir. Ve o içindeki vücûdunu gören kimse, kâinat o gördüğü müddetçe devam eder. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Onu hiç göremeyen yok mânâsına değil. Kendim için konuşuyorum. Böyle kendisine teslim edilmiş, tılsımlı bir anahtar bulda onu aç içeriye gir, denmiş. Herkes de o hazine var. Kudret, kimseye vermemezlik etmemiş. İşte herkes oraya girmeklik için bu âleme gelmiş. Çî-faide ki, birçok şeyler ona perde olmuş ve netice itibariyle asıl bulacağı bulamadan geçip gitmiş. Öyle gidiyor.

Hilkatten gaye, aslını bulmaktır. Bu âleme niye geldin, derlerse: “Kendimi görmeye geldim.” diyeceksin. Kendini gördün mü görmedin mi, mesele burada. Bir külfettir gidiyor fakat asıl gaye nedir? Gördüm işte aynaya bakıyorum her gün işte, o değil ki gördüğün. O gördüğün vesikan. Bunu hemen hemen senelerden beri konuştuğumuz hâlde her vakitte tekrar ediyoruz fakat sofranın ekmeği olduğu içün her konuşmada bunu söylemek mecburiyetindeyim ben. Yemek değişir ekmek değişmez. Malum ya sofranın ekmeği. Ve beşeriyetin inlemesindeki illet de budur. Vazifesini terk ettiğinden, gayeyi unuttuğundan dolayı insanlar inliyor.

Üç cihâda memuruzdur. Belle bunu, insan bu âlemde üç cihâd ile memur edilerek gelmiştir.
Nefsiyle cihâd. Düşmanıyla cihâd. Kalbiyle cihâd
Şimdiye kadar söylemedim. Üç tane cihâd.

Kalbiyle neden cihâd? Aman gafil olmasın. Büyük misafir çekilmesin. Kim o büyük misafir? Allah. Beşeriz, çıkıklığımız kalıbımızda olsun, kalbimize kadar gitmesin. Anlatabiliyor muyum acaba? Yoksa beşer olmak hasebiyle hepimiz de birçok seyyie olabilir fakat o nihayet kalıpta kalsın. Kalbe girmesin. Merkez-i hükümet-i insanî kalptir. Sükût etti mi her taraf birden düşer.

Bir daha söyleyeyim. Nefsiyle cihâd. Kolay iş değil, konuşması kolay amma tatbikatı zor. Tatbikatı da pek kolay değil. Ama iş şöyle bir ayarlanırsa, tasarlanırsa, zevk almaklık da hâsıl olursa, o vakit kolaylık başlar. O aşkı sana Allah versin,  kendisi yardım eder. Daha doğrusu kendi kendine olmaz bunlar. Yardım eder. Görsün senin ihlasını, bir şey istiyor Benden desin, kendi de yardım eder. Ve öyle diyor kendi de:

 [1] وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا

“Bir kimse ki, Benim namıma cihâd etsin. Benim şân-ı ulûhiyetime yakışır mı onu orta yerde bırakayım? Ben kendim elimle tutar götürürüm. Gidilecek yolu, Ben kendim veririm. Ama kibr-i gururunda, kafasında yaratırım sevdası var, şunu yaparım bunu yaparım. Bir şey yapamaz, hiç!” Ne yapacaksın? Hiçbir şey yapamaz.

Öyle ben yaparım, diyen adamların kalbi ölüdür. Onun içün, Hazreti Muhammed der ki: Kalbi ölenlerle oturup kalkmayın yahu, der. Anlatabildim mi acaba? Kalbi ölü olmasa ben yaparım diyemez, çünkü kalbine bakar Allah var, utanır. Anlatabiliyor muyum? Benlik davasında bulunan insanlar kalbinde Hakk’ı göremeyenlerdir. Onu gördüğü dakikadan itibaren kendisi artık orta yerden kalkar, utanır çünkü.

Üç türlü görüş vardır: Rabbi müşâhede, Rabbiyle müşâhede, Rabbden müşâhede. Anlatabildim mi acaba? Üç türlü görüş. 

Ehl-i irfan üç kısma ayrılır. Biri Rabbisini müşâhede eder, biri Rabbiyle müşâhede eder, biri Rabb’den müşâhede eder. Daha üçüncüye kadar kendisi var orta yerde. Rabb’den müşâhede edince kendisi kalkıyor. Anlatabildik mi acaba? 

Öyle diyor Cenab-ı Hudâ da kendisi. “Ben bir kimseyi sevdim mi diyor, onda gören Ben olurum, onda yürüyen Ben olurum, onda tutan Ben olurum, onda konuşan Ben olurum.” 

İşte ahlak insanı tekâmül ettire ettire nihayet bu makama kadar çıkarır. Şimdi elbette bu sözler maddenin kesâfetinde gezen kimselerin hiçbir işine yaramaz. Onun kitabı, paranın üzerindeki yazısıdır. Onunla beraber, yanlış anlaşılmasın. Ahlak, ilm-i mânâ, insana zenginliği âmil değil midir? Yok, öyle değil. Vazifenizi ayırın, diyor. Kalple kalıbın vazifesi ayrılsın.

Her vakit söylediğim gibi insanın yürüyebilmesi içün deniz misali, gayet canlıdır. Büyük gemi büyük denizde güzel gider. İnsanda sefine-i Hak’tır. Fakat o en büyük bir gemiye şu kadar bir rahne açılsın, denizin suyu içeriye girmeye başlasın o gemi batar. Bir insanın da hayat-ı sûrîde geniş bir şekilde yürüyebilmesi içün, Hakk’ın en büyük nimeti olan bu mezâhire kıymet vermesi elbette bir taattır. Bir ibadettir. Çünkü neden?

Niçün çalışmak farzdır,deriz acaba? Bilir misiniz bunun illetini? Ahlaka göre, mânâya göre, çalışmak farz deriz. Neden çalışmak farz? Herkes bunu bilir de çalışmanın niçün farz olduğunu bilmez. Çalışmak niye farz?

Ümran-ı âlem, yani bu âlemin ümranı murad-ı İlâhidendir. Anlatabiliyor muyum acaba? En ince bir yer burası? Burayı söylememiştim. Kâinatın ümranı, Allah’ın muradı. Murad-ı İlâhi, kâinatın ümran hâline gelebilmesi için tabi çalışmakla olur. Murad-ı İlâhi de o olduğundan dolayı elbette farz olur. Anlatabildik mi? İşte bu. Tabi Kudret, herkesi bir işte kullanır. Çalışma sınıfları ayrılır. Herkes ayrı ayrı, kimi mânâ üzerindedir, kimi suret üzerindedir, kimi...  Herkes vasıfları üzerinde birer işle.

İnsan mefhûmu üzerinde konuşuyoruz, insan. Bu âleme ne olduğunu öğrenmeye gelen mahlûkun adına insan denir. Başka sınıfa bunu Allah emretmemiş. “Kendini, aslını bul!” diye bir emir yok insandan başkasına. Mesela herkesin ağzında gezer; melek, melek. Melek insanın hizmetçisidir. İnsan o kadar büyük bir şey. Melek vazifelenmiştir. “Şu kul bir kabahat yaptı, onun namına yalvar.” Anlatabiliyor muyum insanın kıymetini acaba?

Şimdi bu kadar büyük bir kıymete malik olduğu hâlde insan, nasıl olur da böyle Hak’tan yüzünü çevirir? Muhabbetsiz kalır. Malum ya, bir kimse Allah’ı seviyorum dese, Allah burhan ister. İspat et sevdiğini, der. Allah’ın âdeti acayip. Bende Hak muhabbeti var dedin mi, Hudâ der ki: “İspat et beni sevdiğini. Ben sözle iş istemem, diyor Allah. İspat et. Bana ait olan muhabbetini göreyim.” Ne ile ispat edebilir acaba insanın Allah'a muhabbetinin olduğunu?

Allah cisim değil ki böyle tutasın, işte seni seviyorum diyesin. Malum ya sevgi hariçte bir vücûda ihtiyacı vardır.  Demek ki sen bunu kulak dolgunluğuyla aldın, böyle telkin ettiler, işte “Allah’dan kork, Allah’ı sev, Allah’ı bul, şöyle ol böyle ol!” Fakat bunun iç tarafını da hiç düşünmedin mi? Sevebilmekliğim için, tutabilmekliğim, görebilmekliğim birçok hassalar var, bunların olması lazım.

Allah diyor ki: Ben kendimi gösterebilmeklik içün ayna yaptım. Hazreti İnsan, o. Anlatamadım mı acaba? (çok güzel) Fermanı da şudur:

 قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيم [2]     

“Ey zât-ı ehâdiyetimi Cenab-ı Ahmediyetine fethetmiş olduğum muteber zât,  Beni seviyorum iddiasında bulunan kimseler vardır. Eğer onlar bu davada sadıksalar, ilan et bakalım. Beni seviyorlarsa. Sevgi bir, tutulmak görülmek sarılmak, bunlar sevginin şeyleridir. Ben suret itibariyle bunlardan münezzehim. Ben mârûfum[3] mâlûm değilim.”

Anlatabildim mi acaba burasını? Mârûf, mâlûm. Bin tane konferans vermek lazım, öyle bir dakikada anlatılmaz. Hak mârûftur, mâlûm değildir. Onun içün Fahr-i Âlem öyle demiştir:  Mâ arafnâke Hakk’a mârifetike ya ma'rûf. Bunu ekseriyet yanlış anlar. İnceliğini orada göstermiştir ama insan gafil olurda farkında olmaz.

Mâ arafnâke Hakk’a mârifetike. Manası şu: Ya Rabbi hakkıyla ben seni bilemedim.

Derler ki: “Bak, Hazreti Muhammed bile böyle dedi!” Hayır, o söylerken başka türlü söylüyor, sen dikkat etmiyorsun. Mâ arafnâke Hakk’a mârifetike ya ma'rûf O aşağıda bilindiğini gösteriyor, “Ya mârûf” diyor ya. Anlatabiliyor muyum acaba?

Azcık bu ilmin bir kaidesini bilmek lazım. Kelimeye gelmiyor buraları. “Ey mârûf/bilinen” bak bilinen deyince bildiğini gösterdi. Anlatabildim mi acaba? Aşağıda kelimede iş var. Mâ arafnâke Hakk’a mârifetike ya ma'rûf, ey bilinen. Şimdi buraları uzun başka bir mevzûa gireceğiz, dursun oraları da. Biz girelim nazmın emrine. “İlan et. Beni sevin. Bana ait olan muhabbette iddia edenler varsa, seni sevsinler. Sana tabi olsunlar. İşte Ben, sende tecelli ettim.”

Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kâim
Mirât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim.

(Bir şey anlatabiliyorum zannedersem, değil mi?)

Demek ki muhabbet, ispat edilmesini Cenab-ı Hak istiyor. Kim Allah’ı severim derse, ölçüsü bu diyor kendisi. “Mahlûkata ne kadar merhameti varsa, Bana o kadar sevgisi var.” Anlatamadım mı acaba bir şey? Ölçü bu, kendini yokla. Sen hakikaten Hakperest misin, yoksa nefisperest misin?

İnsan iki yere tapar. O tapınanların hepsini kaldır orta yerden. Hulâsa et, iki şey. Ya nefsine taparsın ya Allah’a taparsın. Eğer Hakk’ı sever oraya tapıyorsan, ölçüsü var. Kalbin, muhabbetle merhametle bütün mevcûdâta titriyor mu? İvazsız, garazsız hiçbir şey beklemeksizin, hiçbir yerden çekinmeksizin, hiçbir şeye talip olmaksızın, böyle içinde bir titremek var mı? Allah’a muhabbetin var. Yok mu? İstediğin kadar ağla istediğin kadar kafanı secdede çürüt, hiçbirisinin faydası yok.  

Resûl-ü Ekrem bir gün Medine sokağından gidiyormuş, bir sivri şeyin üzerinde bir adam oturuyor böyle. Şöyle bir, yani bugünkü örfün tabiriyle bir boş tenekenin üzerinde oturuyor diyelim. Böyle sivri bir şeyin üzerinde oturuyor. “Zavallı kırk senedir Hak namına bunun üzerinde oturur da uyumaz. Fakat ne yazık ki şu kadarda bir bûy-u Rahman koklayamamıştır.” Sormuşlar niçün acaba Ya Resulullah? “Merhameti yoktur. Merhameti yok. Acıması yok.” Öyle kısım kısımda değil o. Kül hâlinde olacak. İnsanlığın ölçüsü bu. Onun içün der ki, ehl-i hakikat: Gel, der. Zulmete âşık olma, fâniyyete[4] âşık ol. Âşık olma, zulmet cismaniyet[5]. İşte Bugünki beşeriyetin inlemesindeki illet o. Merhamet yok, demek ki Hakk’a muhabbet yok, inliyor. Ve nâmütenâhi böyle inler, dönünceye kadar. Merhamet başladı mı insanlık başladı, demektir. Güneşin ten üzerinde tesiri olduğu gibi Hazreti İnsanın da ruh üzerinde tesiri vardır. Anlatabildim mi acaba? İşte onun içün derler ki:

Âdem olmak istersen, Âdem ara.
Âdemi bul, Âdem ile Âdem ol.

Başka türlüde olmaz bu iş. Âdem olmak istersen, Âdem ara. Âdemi bul, Âdem ile Âdem ol. Öyle olmazsan batılı Hak diye takdis edersin. İnsan böyle bizâtihi kendi kendine nefsinin pençesi altında bulunduğu müddetçe  Hakk’ı bulurum, takdis ederim derse aldanır.

Ender bulunur cihanda el-Hak ender. Anlaşılıyor değil mi mânâsı? Pek az bulunur yani.

Ender bulunur cihanda el-Hak ender
Hakk’ı görecek dîde-veri[6] nic-i[7] ahter[8]
Âlemde nice şahs-ı galat[9]-bîn[10]-[11] Muhyî[12]
Hak’tır diyerek batılı takdis eyler

Ee, ömürde zaten kısa işte. Hemen gelip gidiyor, bir şey yok orta yerde. Rütbeler, masalar, kasalar, câhlar… Heyet-i umumisi insanın kabrinin üzerinde bir yığın toprak olur. Öyle diyor, kendi Büyük Kitab da öyle diyor. Ben diyor, ziynetlendirdim diyor. Bu bir perdedir, diyor. Bunun suretinde kalanlar yanar. Bu suretten mânâya girenler Beni bulur. Bu suretin avına kapılırlarsa, Ben böyle ziynetlendirir ziynetlendirir, süslendirir süslendirir, nihayet bir toprağa tebdil[13] ederim, diyor. Öyle değil mi? Kâinatın dörtte üçüne sahip olan İskender’de bugün bir harabe içinde yatıyor. Öyle, âdeti öyle O'nun. Sonra o yığında kalmaz, diyor. Sonra onu da bir vakit, bir vakit sonra onu da dümdüz yaparım, diyor.

Onun içün der ki: Pek mağrurane yürüme, der. Ey insan, mağrur olma! Niye kuruluyorsun, diyor. Bastığın yere dikkatle bas, ya bir dilaranın yanağıdır ya bir aslanın göbeğidir. Şu görmüş olduğun şey insandan başka bir şey değildir. İlk mahlûk insandır. Sen ona bakma. Senin okuduğun şeyler şöyle olur böyle olur ama hep candır o.

Hayyam’ın dediği gibi; testinin kulpunu görmüş, okşuyor. Ey diyor, kim bilir vaktiyle kimin koluydun sen, diyor. Anlatamıyor muyum bir şey. “Ey, diyor. Vaktiyle kimin koluydun kim bilir.” O zahirde pek mübâlatsız yazılmış gibi gözükür, iyi tahlil edemeyenler şaşırır. Hâlbuki o muazzam bir adam. Öyle herkesin anladığı gibi değil. Mesela: Şarap içemedim, güzel seyredemedim, kalk bari namaz kılalım. Şimdi bu söz zahirde küfürdür. Fakat hakikatte o mânâya değil. Onu anlamadı mı insanın ayağı kayar. Anlatayım mı burayı size?

Bir insan, makam-ı hayvaniyetten makam-ı âdemiyete kadem basarsa -her hafta söylediğim gibi- kendisine birkaç tane sual sorar. Hayvaniyet âleminden âdemiyet âlemine kadem bastı mı birkaç sual sorar. Evvela kendisini sorar. “Ben kimim?” der. Malum ya kendi kitabını okuyamayan başka kitabı okusa da faydası yoktur. En büyük kitap insanın kendisidir. Kitap. Bu suali sorduğu vakitte ezelle ebedi araştırır.

“Nereden geldim nereye gidiyorum?” der. Nereden geldim, diye düşünmesi ezele, nereye gidiyorum diye düşünmesi ebede… Ne gibi vazifeyle mükellefim, der. Vicdan-ı kibriyasından “İnan!” emrini alır. Anlatabildik mi acaba? O vakit hayvaniyetten kurtulur, yükü atar.

Hayvaniyet yük makamıdır. Yük, yüklü. “Hangi adamın kalbi yüklü, hayvandır” diyor ahlak ona. Letâfete inkılap etmemiş. Yük kime vurulur? Hayvana vurulur. Hazreti İnsana yük vurulmaz. Hazreti İnsan, yalnız Hakk’ı taşır. O’nu taşıyor. Yüklü! E diyoruz, şimdi bu sözünle üç hafta evvel konuştuğun tutmadı birbirini derse birisi, bana. Ya İnsan yüklü olarak gelmiştir dedin, şimdi de böyle insan böyle yük taşımaz, dedin. Kelimelere dikkat, et bak Hazreti İnsan diyorum. Acaba anlatabildim mi?

Bir su tasavvur et. O suyun içerisinde bir elma ağacı var. Bir de hariçte bir elma ağacı var, suya vurmuş. Suyun içerisinde hariçteki vurunan elmaları da bulabilirsin, görebilirsin, aynen fotoğrafını da çekebilirsin fakat elini attığın vakitte boşa gider. Ağacın içerisindeki tecelliyat-ı taam yani Hakk’ın tecelliyatı olduğu vakitte elmayı toplayabilirsin. Ben boşa giden elmadan bahsetmiyorum şimdi. Kopardığın elmadan bahsediyorum. Bilmem anlatabildik mi acaba? Ayrı ayrı şeyler. Bu makama geldiği vakitte yük başlar hafiflemeye. Gayri ihtiyâri. Niye? Artık yükü imana taşıttırıyor.

Mânâ ilminde niçün intihar edene kıymet vermezler? Bir adam neden intihar eder? Yük taşıdığından dolayı eder. Eğer yükü imana vurmuş olsaydı, kasveti olmazdı ki gam olmazdı. Acaba anlatabiliyor muyum? Onun için cenazesinin namazı kılınmaz, müntehirin.[14] Hakk’ın varlığına karşı ben varım, diye yaşamış. Bir şey anlatabiliyor muyum? Yoo, anlatamadım. Gözler donuk duruyor. Ben onun farkındayım. Neyse, eski konuşmalarda bunları söyledik, tekrar etmeyelim şimdi anlatmak için.

Şimdi Hayyam’ın sözünü tahlil ediyorum size. Ne demişti? “Şarap bulup içemedik.” O bizim bildiğimiz meyhane şarabı değil. “Güzelde seyredemedik. Canım bari namazı kılalım.” diyor. E onun zahirine bakarsan eğleniyormuş gibi bir iş olur. Hakk’ın emriyle emreden memnun olur değil mi ya? Hayır, o mânâda değil o.

Hayvaniyetten âdemiyete çıktı, inan dendi. İnandıktan sonra hukuk tedarik eder. Teslim olur adam. Selamete kavuşur. Teslim olduktan sonra teslim olduğu zât der ki: Gel konuşalım, der. Anlatabildim mi acaba? Konuşalım. Konuşma makamı, makam-ı namaz. Hakk’ın bir sıfatı. Konuşma teâli ederse niyaz başlar. Niyazda tamamıyla Hak müşâhede edilir. Nasıl ya? Müşâhede edilince naz başlar. O niyaz zamanında insan kendinden geçer. Sarhoş olur ama bizim bildiğimiz sarhoşluk yok. Koca adamın dediği gibi: Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil, diyor. Acaba anlatabildim mi?

Olur mu hiç gîrân ey ser piyâle nûş-ı cemâl.
Humârı olmaz o câmın o işret öyle değil.

Ondan sonra tamamıyla Hakk’ı müşâhede eder. Şimdi Hayyam demek istiyor ki: Biz âdemiyete kadem bastık, teslim olduk, konuşma hakkını da aldık amma henüz bizde bir cezbe hâsıl olmadı. Cemâl göremedik ki. Aman dikkat et büsbütün ayağımız kaymasın, hiç olmazsa namaz makamında dur. Anlatabildim mi acaba? Bizim bildiğimiz şekilde değil o.

İnsan. Bak insanın sana bir yerini anlatacağım. Bir şey okuyacağım.

Sen niçün didârına çektin nikâb[15]. Ey insan, diyor. Sen niçün didârına çektin nikâb. Âfitâba perdesizlikdir hicâp. Sen Hakk’ın ayinesisin, kesretle, bütün hâdisât ile mağmûm[16] olarak yaşadın da niçün perdeli yaşıyorsun sen? Anlatamıyor muyum acaba yahu?

Sen niçün dîdârına çektin nikâp
Âfitâba perdesizlikdir hicâp
Sîne-sâfan[17] düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dîde-i mir’âta[18] hâb[19]

Kalıbıyla kalbinin vazifesini ayırmış, kalbini Hakk’ın nazargâhı kılmış. O hâlde tecelli eden insan hiçbir vakit gaflete düşmez. Keder adama nereden gelir? Gafletten gelir. Şöyle olacaktı böyle olacaktı, olmadı ama der başlar kederlenmeye. Anlatabildim mi? Bunlar gaflet. Hakiki âşık maşukuyla olduğu bir müddetçe başka bir şey var mıdır yanında?

Sîne-sâfan düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dîde-i mir’âta hâb

İki şeyi birden gizlemiş buraya, iki şeyi birden koymuş. Yol bulur mu dîde-i mir’âta hâb. Ayine olan göze uyku yol bulur mu? Uykunun zahirde mânâsı bu. Hakikatte mânâsı gaflettir.  Anlatamıyor muyum acaba?

Niyet ettim bugün bunu size tahlil edeceğim. Bir vakit okudum da tahlilini yapmadım. Şimdi tahlilini yapıyorum.

Sen niçün dîdârına çektin nikâp
Âfitâba perdesizlikdir hicâp
Sîne-sâfan düşmez asla gaflete
Yol bulur mu dîde-i mir’âta hâb

Hâb, uyku. Hakk’a ayine olmuş olan bir göze, uyku yol bulur mu? Burada, bu uyku mânâsının hakikati tahlil edilmesi icab ediyor, gaflet.

Bâis-i[20] hengâme-i tendir nefes
Târ[21] olur şûra-veri tavk-ı[22] rebâb[23]
Cûşişinden[24] hâsıl oldu neş’eteyn[25]

Ey insan diyor, senin mânâdaki hareketinden kâinat oldu. Sen niye gittin de zalime uşak oldun? Sen nasıl oldu da satıldın yahu!?

Cûşişinden hâsıl oldu neş’eteyn. (Çünkü sende Hakk’ın şarabı var)
Bizde var öyle müstesna şarab
Ehl-i sûret anlamaz bir harfini
Dehr[26] ehlidir, mânâsın muğlak bir kitab

Biraz evveli dediğim gibi, maddenin kesâfetinde olanlar bu şeyi anlamaz, diyor. Fakat derliyor topluyor.

Nakd-i ömrün bî-temettu’[27] kalmasın.

Allah’ın insana en büyük sermayesi nedir? Sayılı nefestir. Sermaye-i hayat. Bu boşuna geçmesin. Neden? Sıfır hesap olaraktan kalırsın. Elinde hiç bir şey kalmaz sonra. Onun içün âlem de fâni.

Mutrib[28] fâni hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.

Nerede baban? Okşardı öperdi evladım, derdi. Nerde nenen?  Nerede annen? Hangi dostun aşığın maşukun nerede?

Mutrib fâni hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.
Geç sûret-i sûrîye-i âlemden geç. (Bırak âlemin dedikodusunu)
Allah ancak bâki vü bâki fâni.

Anlatamadım mı acaba? Bir daha okuyacağım bunu. Bu sefer ki kendime. Benimde hakkım yok mu? Ezberle bunu ezberle. Sıkıntılı zamanında kendi kendine oku açılırsın. İnsan bu ya malum ya insan. Bast[29] şey kabz[30] bast[31] âlemindedir. Bakarsın ki bir, kendinde olmadığını kendin anla. Hiç haberin yokken bir kabz basar. Bakarsın bir açıklık olur. Bir bast basar. Tasarruf ediyor. Benim iki, parmağımın arasındadır, diyor Allah. Böyle,  cemâlle celâl parmağı. Sen şu iki parmağın arasından kurtulda iki parmak oluverene. Bir öyle bir öyle dönmektense. He hehe...

Mutrib fani hüü bezm-i sâki fâni
Sen kimlere oldunsa mülâki fâni.

Kime mülâki oldun hayatta hepsi fâni.

Geç kesret-i sûrîye-i âlemden geç.
Allah ancak bâki vü bâki fâni.

Allah’dan başka ne varsa yani yok. Anlaşıldı değil mi mânâsı? Pek o kadar kapalı değil.

Bugün ki konuşmamız ahlakta kalple kalıbın vazifesini ayırmak mevzûu. Kalıbın vazifesi ayrılacak. Ayrıldığı vakitte, kalbin, kalıbın vazifesi ayrılırsa Cenab-ı Hak diyor ki: Ben aşıkımın kalbine her gece semasına inerim. Kim Benimle yanarsa orada misafir kalırım. Ben tenezzül ederim.” diyor. Allah çok nazik.

Bir emr-i dinide, bir emr-i mânâda öyle buyuruyor.

Ben her gece nısfu'l-leyl[32]de abdimin[33] kalbinin semasına inerim. O kalpte Bana hazırlık varsa orada tecellimi yaparım.

O hâlde uykusuz mu kalayım?

Yok, azizim, o kadar da keremi bol ki. Kalıbını uyut da kendin uyuma yahu, diyor. Kalıbını uyut, mışıl mışıl uyu fakat kendin uyumasın. Anlatamıyor muyum acaba? Bazıları vardır öyle, öyle değil. Kalıbını uyut, kendini uyutma. Ona aitte bir şey okuyayım, ister misin?

Ahh, ateş-i cân sûz-u[34]  firakınla bu şev[35] “Bu gece tecelline nail olamadım Ya Rabbi!” Herhalde bir hatası mı var ne var? Yahut nazdan. Hani insan olurda az gelir. Galiba öyle olsa gerek. 

Ahh, ateş-i cân sûz-u firakınla bu şev.
Yanmakta derûnim yine tennur[36] gibi.
Halfın[37] görünür gülve-i[38] ahzânında[39]
Bir merheb-i[40] tenhaya inen nûr gibiyim.

Hep bunlar insanda olan işler işte. Mesele âdem olmakta. Öyle. Âdem olursa kâinat onun tafsili[41] olur. Hilkat onun tafsili olur.

Bir handeyim eshâr[42] dilârâ da pinhânım.[43]
Bir neş’eyim elvân-ı tecelleda nihânım[44].
Güllerde yanan şulede pinhânım ezelden.
Bülbülde cûşân-ı nâle-i şeyda da nihânım.

Bir daha okuyayım. Bir handeyim eshâr-ı dilârâ da nihânım. Biraz evveli okuduğumun tahlilini bir parça yaptım. Daha o çok işlenecek üzerinde ama vakit yok. Şimdi bunu yapmadan böyle okuyacağım. Başka bir konuşmada bunu açacağım size. Sağ kalırsam.  

Ne demek? Bir handeyim eshârdilârâ da nihânım.  Bir neş’eyim elvân-ı tecelleda nihânım. Ben öyle bir neşeyim ki elvân-ı tecella. Ne demek elvân? Lugata bakarsan boya, renklerde. O mânâya geliyor. Ben öyle bir neşeyim ki öyle bir kâm almışım ki elvân-ı tecella da -buradaki renk Allah’ın sıfatıdır- bütün Allah’ın sıfatlarında tecelli ederim ben, diyor ya. Bunlar insana bahşedilmiş birer varlık olduğu hâlde niçün hiçbirimiz bu işlen alakadar olmayız? Belki vardır içinizde fakat gaye bu.

Bir handeyim eshâr-ı dilârâ da nihânım
Bir neş’eyim elvân-ı tecelleda nihânım
Güllerde yanan şulede pinhânım ezelden
Bülbülde cûşân-ı nâle-i şeyda da nihânım.
Gül benden alır neşve ben iksir-i neşâtım
Humhâne-i canperve-i mânâda nihânım
Hem cezbe-i sevda ile Mecnûn da iyânım
Hem cazibe-i hüsn ile Leyla da nihânım
Tafsilim olan arz-ı semâvâta sığmam.
Tafsilim olan arz-ı semâvâta sığmam.

Dedik ya konuşmaya başlarken, insan suret itibariyle nihayet bir çukura sığacak. Fakat mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası âlemlere sığmaz, âlemler ondadır. Onu söylüyor işte.

Tafsilim olan arz-ı semâvâta sığmam. Ne demek? Hazreti İnsanın tafsilidir kâinat. İnsan kalktığı gün, şimdi buna şöyle bir misal vereyim.

 Soruyorlar Peygambere de, Allah bu âlemi ne vakit yıkar?

“Tebdil[45] eder. Yok olmak, yoktur. Hak var her şey var. Şekil, tağyir[46] edecek.”

 يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّار[47]ِ

Hem de öyle bir, bir şey ki acayip ki! İki tane dolu yağıyor da şaşırıyoruz. Bir parça şöyle yerinden hafifcecik sallanmaya başlayınca; o yaratırım filan diyende, kafasını böyle eğiyor bir parça, bir tuhaf oluyor. İki tane dolu tıkır tıkır yağdı mı şaşırıyor adam. Kendi tahrifatında öyle dolu yağması gibi değil. 

وَإِذَا الْكَوَاكِبُ انتَثَرَتْ ﴿٢﴾   وَإِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ ﴿٣﴾  وَإِذَا الْقُبُورُ بُعْثِرَتْ ﴿٤﴾  إِذَا السَّمَاء انفَطَرَتْ ﴿١﴾

  يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ ﴿٦﴾[48]    عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ ﴿٥﴾

İlâ ahiri gider. Semayı dertop ettiğim vakitte diyor.

 إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ﴿١﴾[49]  “Güneşin bütün seyyarelerini sarık gibi etrafında sardığım vakit. Bulunduğunuz âleminizden milyonlarca büyük olan seyyârâtı yağmur tanesi gibi indirdiğim vakit. Deniz bakır renginde kaynadığı zaman…” Böyle beyan eder. Ondan sonra:

   عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ

“Bana takdim olunanla getirilmeyenleri önüne koyacağım. Bakalım, bana ne getirebildi ne götürdü ne yaptı?” Öyle de ince sorar ki! Hiç böyle yani, ufacık bir yeri kalmaz. Çok sorar. Başta insan haklarından gelir. Öff! İnsan hakları üzerinde çok durur. Kendisinin üzerinde durur. Ee benim canım değil mi böyle yaparım! “Yok senin canın niye olsun. Benim.” der. Hesabının hepsini sorar.

Ondan sonra  يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيم   Ağır bir hitap. Kerim olan Rabbine karşı nasıl mağrur oldun? Nasıl gururlandın?

Rahmeten-lil Âlemin olan zât her yerde insanları kurtarmak ister de, bu tabi bu tecelli olmuş. Kendisi de tebliğ ediyor. O fem-i saadet başka. Benim okuduğum gibi değil ki o. Ona layık olan insanlarda bir sarsılma başlamış. Renkler kül gibi olmuş. O metin insanlar. Yalnız bir şey var, diyor. İşte kurtarıyor. “Böyle, Kerim olan Rabbine nasıl gururlandın, hitabında eğer derlenip toplanır da ‘Keremine gururlandım’ dersen kurtarırsın kendini.” diyor. Sana gururlandım!

Ama diyebilir misin? Bir de mesele o. Polis ifade alırken şaşırıyorsun. İnsandan bir mahkemenin huzuruna çıkarken rengin uçuyor. Değil mi senin gibi adam, elli altmış kiloluk adam o da. Ha onu diyordum. Sormuşlar, bu tebeddül[50]  bu, fen mevzûuna da giriyor ya, güneş hararetini kaybedecek, bilmem şu olacak, bu olacak tabi. Bu âlemde, diyor. Bir tek Allah diyen kalıncaya kadar devam edecek, diyor. Anlatabildim mi acaba? Bir tek. Ama şuraya da dikkat edin, milyonlarla adam Allah der de içinden bir tanesi demez.

071-b (276-b)

O vakte kadar devam eder. İşte ona işaret ediyor.

Tafsilim olan arz-ı semâvâta sığışmam.
Bir nokta gibi gerçi süveyda da nihânım.

Bir nazmın tefsiri bu aşağıda gelen.

Muhyî ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne.

Sende, sakın müteessir olma hayatta. Hani bazı insan müteessir olur, şöyle yaptım işte elimden geldi fakat hep daima aksi hadiselerle, hep daima zulüm ile karşılaştım. Ne büyük şey.  Kâinatta yaşadığın müddetçe ne kadar belâ gelirse bil ki ebediyet âleminde o kadar belân kalkıyor. Çok sevin. Öyle o.

Muhyî ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne.
Ben dürr-i yetimim bün-i deryada nihânım.

Burada dürr-i yetim o kadar güzel düşmüştür ki! Söylenmemiş şey. Nazımda budur. Allahü Teâlâ diyor ki:

(Şimdi birleştireyim diyerekten söylüyorum, ben bunu size çok sefer söyledim. Ve bu söylediğimi de bulamazsınız. İyi dinleyin yani. Bu gönülden gönüle giden ilimin mahsulüdür. Bu söyleyeceğim şey. Bulamazsın öyle, satırda matırda bulamazsın.) 

Muhyî ne bilir kadrimi sarrâfzamâne. Zamanı kullanan insanlar. Sarrâf-ı zaman, sarf ediyor zamanı. Bunlar benim kadrimi ne bilir, diyor. Neden? Ben dürr-i yetimim. Allah’ın da bir ismi yetimdir. Bugün zevkim var biraz söyleyeyim bari.

Mesela Sure-i Duhâ’da فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَر[51]ْ

Hazreti Muhammed’e diyor ki: Yetimi incitme! Hazreti Muhammed yetimi incitir mi! Ben bile yetimi incitmem. Olur mu? Kendisi düşmanına merhamet elini uzatmış. İşte onun içün, Kur’an bir sır kutusudur erbabına açılır. Şimdi sen alırsan tercümesini filan bir şey okusan anlamazsın. Yaa, hiç incitir mi Peygamber!

  [52] وَأَمَّا السَّائِلَ   Senden isteyeni nehyetme. Bunu şey etme. Bilmiyorsunuz ki bu surenin sebeb-i nüzulü, yani gelmesine sebep. Bu gayet ince bir suredir. Ve Hakk’a bununla münâcat et. “Bu surede Habibine yapmış olduğun o iltifata beni bağışla.” de. Şimdi burada o kadar incelikler vardır ki. O kadar incelikler vardır ki! Fahr-i Âlem, vahiyden bahsetmedi, bir müddet. Müşrikler alay etmeye başladılar. “Muhammed’in Allah’ı Muhammed’e darıldı!” Der, müşrik her şeyi söyler. Kalbiât-i Ahmed-i müteessir oldu. Mahsun oldu, müteessir oldu. Hudâ, derhal:

   [53]  مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى ﴿٣﴾   ﴿٢﴾  وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحَى ﴿١﴾

Yemin ediyor şimdi. “Gündüzün apaydınlığına yemin ederim ki gecenin kopkoyuluğuna yemin ederim ki…”

Kasem ediyor. Ne var gece ile gündüz? Hâdisât onunla doğranıyor. Biz onun farkında değiliz ama gece ne büyük ayettir. Şöyle bir defa düşün. Şu kocaman bir aydınlıktan, kopkoyu bir zulmetin içerisine gir, bütün seyyarat hareket üzerinde bir intizam dâhilinde gidiyor. Bundan daha büyük Kudret’e burhan mı ararsın sen? İçinde yaşıyoruz da farkında değiliz. Ne olduğunun farkında değiliz. Koca Fuzûlî’nin dediği gibi:

Olsa istîdâd-ı ârif kâbil-i idrak-i vahy
Emr-i Hak irsâline her zerredir bir Cebreil.

Sen Cibril mi arıyorsun, diyor. Senin kalbin el verir ki, diyor. O vahyin istîdâdı kabulüne bir istîdât görsün senin kalbinde. Kalbin her zerrenin bir Cibril olduğunu görürsün, diyor. Öyledir o. Bunun bir de iç mânâsı vardır. Hakiki gündüz nedir? Peygamber’in yüzüdür. Gece o yüzü tezyin eden zülfleridir, saçlarıdır. Hani deriz ya: “Senin başın içün!” deriz, hilkate. Hudâ öyle kasem ediyor işte. Anlatamadım mı acaba? Ya, dersin ki: “Yavrumun başı içün!”

 مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى    Rabbin seni ne terkedebilir ne darılabilir. Bu nereden çıktı? Nereden çıktı bu? Şimdi elde mevcût şöyle tercümelere filan bakarsan, acayip acayip kafa kafa şeyler görürsün. Mesela:

لَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى[54]       “Ahiretin senin dünyandan hayırlıdır.” Böyle yazarlar. Hakiki insanın, ahireti-dünyası olmaz. Hep birdir. Anlatabildim mi acaba? Onlar kendi kendilerini teslim etmişler. Zaten mevt-i ihtiyâri[55] hâsıl olmuştur. Mevt-i ıztırâri[56]ye lüzum yok. Bir şey anlatamıyorum galiba? Zor yere girdik bugün? Nereden girdik buraya?

Kalple kalıbı anlatırken buralara uğrandı. Biri kalp, biri kalıp zaten. Ya ne demek burada ahiretin? “Senin her an tecellin ve son tecellinden daima Bana doğrudur. Üstündür o.” Sen nereden terk ettin efdâl oldu, müşrikin sözüyle. Tabi ona inanmıyor amma insan maşuku hakkında bir söz söylerse birisi ondan tarafa şey edemez. Tahammülü güç olur.

[57] وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى

İşte bizim güvendiğimiz yegâne emir budur. Buna biz çok güveniriz. Senin Rabbin sen razı oluncaya kadar sana vermiştir, ikinci hayattaki salâhiyeti. Sen razı oluncaya kadar.” Onun için diyor ki, Fahr-i Âlem: “Ben ikinci hayatta herkesi kurtaracağım. Fakat bir sınıf var onun hakkında salâhiyetimi edeben kullanamayacağım. Birçok insanlar gelecek, Ya Rabbi bağışla diyeceğim, kurtaracağım. Fakat bir sınıf daha gelirken ben onlar hakkında münâcat, müracaat yapmadan Rabbim bana diyecek ki: ‘Her şey senin elindedir, verdim vaktiyle fakat benim Allahlık hatırım yok mu? Benim hatırım içün bunlar içün bir şey isteme. Ama istersen gene yapacağım. Bunun üzerine ısrar edemem.” diyor. Bu sınıf hangisi? Şimdi dursun. Böyle bir sınıf var insanlarda. Onlardan olmayın, diyor.   

 وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى ﴿٧﴾ وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَأَغْنَى ﴿٨﴾[58]       أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَى ﴿٦﴾

Vermiyorum mânâ, geçiyorum çünkü yoruldum. Söylemiş olduğum yerinkini vereceğim. Hani dedim ki:

فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ   Üç, üç nazm-ı kerime mânâ vermeden geçtim. Bir geniş günde veririm. Yetime gücenmiş bunlar. “Peygamber değil mi?” Oradaki yetimden murad Allah’ın kendidir kardeşim. Anlatabildim mi acaba? Neden? Allah’ın anası babası var mı(?) Haşa! Anası babası olmayana yetim denir. Orada Cenab-ı Hudâ, tenezzülen böyle ikram ediyor Muhammed’e.

 وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ     Hakiki kim isteyebilir Hazreti Muhammed’i, kim ister onu? Allah. “Ben ki senin sâilinim, böyle üzüntülü bana karşı davranma.” Bir şey anlatabildim mi acaba?

Haa, buraya nereden girdik?  Şimdi bana hatırlatın bakalım. Kardeşim, ne oldu? Ben mahsustan soruyorum, dinliyor musunuz diyerekten. Ben nerede bıraktığımı bilirim.

Muhyi ne bilir kadrimi sarrâf-ı zamâne.
Ben dürr-i yetimim bün-i deryada nihânım. (Bu, bu kelime
üzerine girdik)
Ben dürr-i yetimim bün-i deryada nihânım.

Şimdi burada bir yer ile nazım ile tefsirini yapıyorduk.

Muhyi ne bilir kadrimi sarrâfzamâne. Bunu bir ayetten almış, buraya koymuş. Şöyle. Allah diyor ki: “Ben, emanet-i İlâhimi alâ teklif-i tahrir semavâta, arza, cibale[59] bütün mevcûdâta emanetimi arz ettim. Eğer emanet-i İlâhimi alırsanız, sizi şu şekilde karşılayacağım. İhtiyâr verdim. İsterseniz. (Zaten ihtiyâr vermese kabul etmezse merdud[60] olur.) Alâ teklif-i tahrir. [61] فَأَبَيْنَ

Hepsi çekindiler. Ya Rabbi bizi mazur tut dediler. Biz bu. Bu emanetin  uhdesinden[62] gelemeyiz.”

وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ İnsan onu yüklendi, diyor.

 إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا    “Kuvvetli zalim, kopkoyu zalim, kopkoyu cahil olduğu içün bunu yüklendi.”  E diğer tarafta diyor ki: “Emaneti ehlinin gayrına vermeyin.” Bir emir de böyle.

Eee kendi  Allah olduğu hâlde böyle zalim, cahil bir insana nasıl emaneti verir? Bu sual değil mi bu? Hah işte burası zor. Burayı anlatması zor. Buradaki, iki mânâ var. Biri, buradaki zulüm adlin mukabili olan zulüm değil, makbul zulüm. Cehilde ilmin mukabili olan cehil değil, makbul cehil.

O insan ki nefsinin kuvvetli zalimi oldu, tepeledi nefsini, Benden mâadâsına cahil oldu. Onun cahili, emanet-i İlâhimi almak hakkına haiz oldu.” Anlaşıldı mı mânâ.

Şimdi Allah’ın emaneti kimde var?

Nefsine kim kuvvetli zalimse, Hakk’tan mâadâsına kim cahilse onda var. Ondan mâadâsını, zaten insan diye, Allah kabul etmiyor. Bak bir şeyin içerisinde kaç tarif meydana geldi. Emanet-i Hak kimdedir? Nefsinin kuvvetli zaliminde. Dinlemiyor, nefsini islam etmiş. İkinci tevcih-i[63] mânâ şöyledir. Buradaki fail mânâsına değil zulüm. Bir mânâ mefûldür[64]Hakiki insan mazlum olaraktan buradan ömrünü geçirir.

Bugünlük bu kadar yeter.                       



[1] Ankebut suresi 69. Ayet-i Kerime : وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali: Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her zaman iyi davrananlarla beraberdir.
[2] Ali İmran Suresi 31. Ayet-i Kerime: قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Meali: De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı bağışlasın; Allah, daima bağışlayan ve esirgeyendir
[3] Ma'ruf Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur.
[4] Faniyyet: Fânî olma durumu, ölümlülük, fenâ.
[5] Cismaniyet:    Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.
[6] Dîde-ver: “Dîde” göz “-ver” sahiplik ekiyle dîde-ver: İyi gören, bilen, idrak eden göz sahibi.
[7] Nic-i:  Nice (sıfat, belirteç)
[8] Ahter: Yıldız. Mc: Baht, talih.
[9] Galat: Yanlış, hatâ, sehiv.
[10] -Bîn: (ﺑﻴﻦsıf. (Fars. dіden “görmek”ten bіnSonuna geldiği kelimelere “gören, görücü” anlamı katarak birleşik kelimeler yapar.
[11] Galat-bîn: (ﻏﻠﻂ ﺑﻴﻦ) Yanlış gören, görüşü hatâlı olan.
[12] Muhyî: (ﻣﺤﻴﻰ) (ihyâ) “Can veren, dirilten, hayat bahşeden” anlamında esmâ-i hüsnâdan
[13] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
[14] Müntehir: İntihar eden
[15] Nikâb: Yüz örtüsü, peçe, perde.
[16] Mağmûm/Magmum:  Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. Bulutlu. Kapalı.
[17] Sîne-sâf: Gönlü/kalbi temiz, sâf, duru, halis. Özü sözü doğru. ( Ayrıca, samimi içten  “sarılıp kucaklaşmış” anlamında da kullanılır)
[18] Mir'ât: Ayine. Ayna. Meşhur bir cins lâle.
[19] Hâb: Uyku. Rüya
[20] Bâis: (ﺑﺎﻋﺚi. (Ar. ba‘ѕ “göndermek, uyarmak, diriltmek”ten bā‘iѕ•Sebep olan şey, sebep.  
[21] Târ: Karanlık
[22] Tavk: Tâkat. Güç. Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. Kolye. Tasma
[23] Rebâp:  Sap kısmının ucunda Hindistan cevizinden yapılmış basık, yuvarlak, küçük bir kâsesi bulunan, dize veya bir yere dayanarak çalınan saz
[24] Cûş: Coşma, taşma, kaynama, coşkunluk
[25] Neş’et: Çıkma, çıkıp yetişme, meydana gelme.
[26] Dehr/Dehriye: Mutlak zamânın varlığına, zamânın başlangıç ve sonunun bulunmadığına inanan, zamânı sonsuz kabul eden materyalist doktrin. “Hayat sâdece bu dünyâdaki hayâtımızdır; yaşarız ve ölürüz. Bizi yokluğa götüren dehrden başkası değildir” diyenlerin benimsediği görüş.
[27] Temettu'/Temettü: Kazanma, kâr etme, kazanç
[28] Mutrib: (Tarab. dan) Çalgıcı, çalgı çalan. Şarkıcı, şarkı söyliyen. Hânende.
[29] Bast: İnsanın Hak yolunda Allah’ın lutfunu gönlünde hissetmekten duyduğu ferahlık. Karşıtı: KABZ.
[30] Kabz: Cenâb-ı Hakk’ın kuluna siteminden, lutfunu esirgemesinden ileri gelen gönül daralması hâli, mânevî feyzin kesilişinden dolayı hissedilen sıkıntı ve darlık. Karşıtı: BAST
[31] Kabz u bast: (gerilme ve gevşeme) Kabz, Allah’ın lutfuna mazhar olamamaktan ileri gelen gerilme, sıkılma, korku, bast ise bu lutfu hissetmekten doğan ferahlık, neşe hâlidir ki ekseri berâber kullanılır.
[32] Nısfü’l-Leyl:  Gece yarısı.
[33] Abd:  Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahlûk, insan. Hizmetçi.
[34] Sûz:  Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık. (Suhten: Yanmak mastarından) "Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak" mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar.
[35] Şev: Gece. Leyl.
[36] Tennur: Tandır, fırın.
[37] Half: Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
[38] Gülve: Farsça Fırın bacası.
[39] Ahzân: (Hüzn. C.) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar.
[40] Merheb: (C: Merahib) Kaçacak yer.
[41] Tafsil: Etraflı olarak bildirmek. Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek.
[42] Eshâr: Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler.
[43] Pinhân: Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.
[44] Nihân: Gizli, saklı, gizlenmiş, saklanmış. Görünmeyen, göz önünde olmayan. Sır
[45] Tebdil: Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek.
[46] Tağyir: Değiştirme, başka şekle sokma. Bozma. İyiden kötüye değiştirme.
[47]İbrahim Suresi 48. Ayet-i Kerime يَوْمَ تُبَدَّلُ الأَرْضُ غَيْرَ الأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُواْ للّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ ,
Meali: O gün yeryüzü başka bir yere dönüştürülür, gökler de... Ve hepsi o tek ve kahredici Allah için fırlarlar;  
[48] İnfitar Suresi 1-6. Ayet-i Kerimeler.

وَإِذَا الْكَوَاكِبُ انتَثَرَتْ ﴿٢﴾   وَإِذَا الْبِحَارُ فُجِّرَتْ ﴿٣﴾  وَإِذَا الْقُبُورُ بُعْثِرَتْ ﴿٤﴾  إِذَا السَّمَاء انفَطَرَتْ ﴿١﴾

عَلِمَتْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ وَأَخَّرَتْ ﴿٥﴾ يَا أَيُّهَا الْإِنسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ ﴿٦﴾    
Meali: 1. Gökyüzü çatladığında 2. Yıldızlar döküldüğünde 3. Denizler (yarılıp) akıtıldığında 4. Kabirler deşildiğinde 5. Bir nefis (herkes) önden neyi gönderdiğini ve neyi bıraktığını bilir. 6. Ey insan, o lütfu bol olan Rabbine karşı ne aldattı seni?
[49] Tekvin suresi 1. Ayet-i Kerime إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ    
Meali: O güneş dürüldüğünde
[50] Tebeddül: Değişme, değişim. Başkalaşmak. Değişmek. Tağayyür
[51] Duha Suresi 9.Ayet-i Kerime  فَأَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَر  
Meali: Öyle ise, sakın yetime kahretme (onu horlama)!
[52] Duha suresi 10.Ayet-i Kerime وَأَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَر   
Meali: El açıp isteyeni de azarlama!
[53] Duha Suresi 1-3. Ayet-i Kerimeler  مَا وَدَّعَكَ رَبُّكَ وَمَا قَلَى ﴿٣﴾   ﴿٢﴾  وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحَى ﴿١﴾  
Meali: 1. Andolsun kuşluk vaktine 2. Ve dindiği zaman o geceye ki 3 Rabbin sana veda etmedi ve darılmadı
[54] Duha Suresi 4.Ayet-i Kerime وَلَلْآخِرَةُ خَيْرٌ لَّكَ مِنَ الْأُولَى
Meali: Ve kesinlikle senin için sonu önünden (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır.
[55]  Mevt-i ihtiyârî (iradî): Bir kulun Allah sevgisinden aldığı güçle irâdesini kullanıp, “Ölmeden evvel ölünüz” hadîs-i şerîfi gereğince kötü ahlâkını ve benliğini yok etmesi ve isteyerek kendi varlığından geçip Allah’ın varlığında fânî olması durumu.
[56] Mevt-i ıztırârî (tabiî): Allah’ın takdîri olan ve hiçbir şekilde karşı konulamayan ölüm.
[57] Duha suresi 5. Ayet-i Kerime.  وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى   
Meali: İleride Rabbin sana verecek de hoşnut olacaksın!
[58] Duha Suresi 6-8..Ayetler وَوَجَدَكَ ضَالًّا فَهَدَى ﴿٧﴾ وَوَجَدَكَ عَائِلًا فَأَغْنَى ﴿٨﴾   أَلَمْ يَجِدْكَ يَتِيمًا فَآوَى ﴿٦﴾
Meali: 6. O, seni bir yetim iken barındırmadı mı? 7. Seni, yol bilmez iken (doğru) yola koymadı mı? 8. Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi?
[59] Cibal: (Cebel. C.) Dağlar.
[60] Merdûd: Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş.
[61] Ahzab Suresi 72. Ayet-i Kerime. إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا  
Meali: Evet Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahil bulunuyor
[62] Uhde: Bir işi üzerine alma. Söz verme. Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. Mes'uliyet hududu.
Ric'at ve taalluk dâiresi. Becerme, yapma. Mes'uliyet, sorumluluk.
[63] Tevcih: Anlam verme, yorumlama, tefsir etme.
[64] Mef'ul: Yapılan iş. Fâilin eseri. Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. "Nuri kitabı okudu" cümlesinde, kitab mef'uldür.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017