072 (310) 94dk (22.11.1959)
…Akıl bunların hepsi,
mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan
mefhûmu ile alakadar.
İnsan nedir? Hilkatindeki
gaye nedir? Bu âleme gelip gitmesinde kendisinin bir ihtiyârı var mıdır?
Bütün varlık, seması ile arzı ile encümü[1] ile bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınmış. Zahirde bir cilm-i sağir[2], nihayet elli-altmış, seksen-yüz kiloluk bir kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür ve o gözüken varlığı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir. Fakat içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu, o mânâ-i ihtivası, kendisini arada sırada hesaba çeken hâkimi -ki ona vicdan-ı kibriyası derler- o da kâinat-ı muhit. Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir veçhesi ile de bütün kudretler kendisine tevdî edilmiş bir varlık içerisinde. Ee bu varlığı hâmil bulunan insan; nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir?
Kâinatta hiçbir zerrenin abes
vücut bulduğu görülmüyor. Evet, belki zaman zaman, asır asır, ilimler kendini keser; cehil meydana gelir, inkâr
kapıları açılır, fakat yine Hakk’ın tecellisi, o tecelliyi değiştirir. Yine
netice itibariyle, ilimde hiçbir zerre abes meydana gelmemiş olduğu tahakkuk
ettikten sonra, ya insan? Burada insanı tarif etmeklik, elle tutulur bir şekilde
göstermeklik, beşeri takatin dâhilinde değil. Elfâz[3]
yok ki, o kalıba sokasın, anlatabilesin. Bir “hâl ilmi” lazım. Anlatabiliyor
muyum acaba?
İlim, birkaç kısma ayrılır. Mesela:
“Kâl İlmi” derler, sözle anlatılan. Çoktur ya o. Bir de “Hâl ilmi”
vardır. İnsan o kadar her şeyi anlatır, anlatır da icabında, bal
yememiş bir adama balı anlatamaz. Rap düşer bütün ilmi, ilmi bilgisi düşer. Hiç
ömründe bal yememiş birisi çıktı karşınıza; balı anlatın bakayım! Anlatamazsınız!
“Bal şöyle tatlıdır.” Ama ne? E nasıl anlaşılacak? O balı yiyecek o. Hâl olacak
onda. Anlatabiliyor muyum? Ondan sonra olur.
Hani insanın pek o kadar
bilgisine mağrur olması da Kudret’in yanında hiçtir, hiç! Böyle
birisi, iki üç satır bir şey okur da kendisini semada gezer gibi vaziyet alır da
sana hakaretle bakarsa, söyleyiver: “Sen daha balı bile anlatamazsın, bal
yemeyen adama!” de. Düşer kanatları.
Nem var ki laf edem özümden
Bu işi idrak edenler böyle konuşmuşlar.
Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden
İnsana lazım gelen hakikati,
hakikate sahip olmaklığa engel olan şeyi, kendisinin sahte benliğidir.
O da öyle bir şeydir ki tuhaf bir hastalıktır ki öyle bir maraz-ı manevidir
ki bir defa ona insan, iptila hâlinde ona müptela olursa yakasını pek kolay
kolay kurtaramaz. Hâlbuki sayılı nefes, gayet mahdût. Tarfetü'l-ayn[5]
da insan işte geliyor, bir şeyler hüüp haydi! Bu az zaman içerisinde mühim bir
şey yapacak. Faniyi baki ile değişecek. Anlatabildim mi? Biten şeyi bitmeyen
şeyle değişecek. Bu âleme gelmekten gaye bu! Şimdiye kadar, yani
konuşmaya başladığım, ilk cümleden şuraya kadar söyleyeceğim, çıkaracağım
netice bu.
Niye geldim bu âleme?
Geçici varlığımı, geçmeyecek Kudrete
değişmeye geldim. Onun içün ahlak mefhûmunda ebediyete inanmak esastır. Buna
inanmadı mı, ahlaka insan intisâp edemez. Ebediyet! Bilmem bir şey
anlatabiliyor muyum? Ben mâdâmı ki ismim yoktu. (Bunu hemen hemen her konuşmamda
tekrar ediyorum ve yayılması da lazımdır.)
İşte görüyorsunuz, hamûle-i[6]
irfaniye-i beşeriye taşmış. Zamanımızda az iş olmamıştır, şu son asır zarfında.
Kudret bütün kapıları açmış. Beşere kendi eliyle neler yaptırıyor? Bunlar ufak
şey değil. Öyle değil mi? Bacağını kesiyorlar adamın, içerisindekini ayıklıyor,
bacağı yine işe varıyor, yürüyüp gidiyor. Bunlar ufak işler değil! Ölüyor; sıcak
sıcak gözünü çıkarıyor, âmânın gözüne takıyor, herif başlıyor görmeye. O ufak
iş mi bu? Bunlar neden oluyor?
Allah’ın ıstıfâ[7]
kanunu ile bazı insanlar seçerek, insanları zulmetten nura çıkarmak içün ücretsiz,
külfetsiz, minnetsiz, hiçbir şey beklemeksizin göndermiş olduğu zâtına mahsus
zevât vardır. Onlara lisan-ı mânâda Enbiya denir. Onların eli ile bazı
harikulade işler yaptırmıştır. Fail-i Hakiki Allah’tır. Bilmem
anlatabiliyor muyum? Şimdi bu meydan-ı şuhûdda onların yapmış olduğu şeylerin
adına, mucize denir. Diğer bir ismine, keramet denir. Onun fen ile karşılığı
olmadıkça Allah, kâinata nihayet vermeyecektir.
Bu üç cümle içine soktum, söyledim
amma bu kimsenin gözleri gene bir tuhaf, iyi zevk ile dinlemediniz. En mühim
şey…
“Kerâmet-i diniye mukâbili,
kerâmet-i fenniye zuhur etmedikçe bu kâinata nihayet vermeyecek.” dedi,
Hazreti Muhammed. Bu kadar senin göğsünü kabartır. Mâdâmı ki ilm-i mânâda bu
tecelli etmiş, bunun fen sahasında da… Çünkü fen, Allah’ın ism-i zahirle
tecellisidir. O ihtirâlar[8]…
Biz zanneder miyiz ki o ihtirâı yapan adam, yapmış olduğu ihtirâın hüviyetini
bilir mi? Elektriği yapan adam elektriği anlatabilir mi? Niçün anlatamıyor?
Sahib-i Hakikisi Allah da onun içün. Sana lazım gelen şeyi yaptırır, o kadar!
Öbür tarafını sana anlatmaz. Bir şey anlatabiliyor muyum?
Ne varsa hepsi O’nundur. [9]
وَنَحْنُ الْوَارِثُون der.
“Mirasçı benim!”
diyor. “Herkesin varisi Benim!” diyor. Hiçbir şeyi vermez. Verir alır.
Hemen hemen her konuşmamda sık sık tekrar ettiğim gibi: İnanan da inanmayan
da hep O’na çalışır. Hepimiz O'na çalışırız. Sen kendi kendine: “Ben kendime çalışırım.” dersin. “Benim bir gayem var.” Hiçbir şeyin yok! Herkes O’na çalışır. Çalıştırır,
çalıştırır, çalıştırır: “Hadi
istikamet karşıki çukura, arş!” der. Doldur çukuru!
Ama bunun farkında olup da bu
fabrika-i insanisini ona teslim ederek… Kendisi öyle diyor zaten. Allah der ki:
“Doğumlar, dalgasız denizden dalgalı denize düşmek demektir.” Doğumun
tarifi bu. Vahdet âleminden, kesret âlemine geçmek. Bunun misalini
ver, hariçten. Dalgasız denizden, dalgalı denize düşmek. Şimdi mânâya ait kitabı okurlar da
insanlar, bazı inkâr sahasında bulunanlar gülerler. “Yunus Aleyhisselam bir
balığın karnına düşmüş de…” Sen düşmedin mi? Sen şimdi balığın karnında değil
misin? Sen şimdi muazzam bir karanlık denizde değil misin? Bocalaman, kulaç
atmak değil midir? Anlatamıyor muyum acaba?
Bu,
diyor. “Bu muazzam fabrikayı sen kendi
hesabına, kendim işletirim de bir şey yaparım dersen, iflas edersin!” diyor,
Allah. “Bunu bana sat! Ben kendi hesabıma almayacağım, senin hesabına
çalıştıracağım, nemâsını da yani getirmiş olduğu kârını da yine sana vereceğim.
Sat bunu Bana sen. Sen işletemezsin!”
Mesela, bu fabrikanın en muazzam şeysi akıldır, der.
Çarkı. Fakat sen bu aklı ben kendim işletirim dersen, o akıl senin içün öyle
müziç[10],
öyle muacciz[11],
taciz eden, iz’ac[12]
eden bir şey olur ki huzur içinde yaşayamazsın. Geçirmiş olduğun ne kadar hayatında
âlâm-ı[13]
ekdâr[14] varsa durmadan önüne diker. “Canım geçti!” Hayır, o
diker önüne! “Şunu çektin, bunu çektin, şöyle idin, böyle idin...” Onu diker. Bu yetişmiyormuş gibi de vukû-u
tahakkuk edeceği, nâmâlum olan ne kadar mahûf,[15]
korkunç, hadiseler varsa onu da zihninde dokur, olmadan onu da önüne diker. Ee
sen ne vakit huzur içinde yaşayacaksın!? “Fakat bunu Bana teslim edecek olursan, Ben
onu bu kâinatın bir tılsımlı anahtarı yaparım. Meçhulleri açmaya başlarsın.”
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Artık bütün azâ-i cevârihini bunun gibi
birer birer hesaba çek, neticeyi kendin ver. Onun üzerinde vakit geçirmeyelim.
Demek oluyor ki hulâsa olarak:
Beşer kendi benliğine, sahte varlığına mağrur olduğu gün, Kudret onun
elinden merhamet elini kaldırıyor. O elde kalktıktan sonra ne kadar teâli
ederse etsin, ne kadar terakki ederse etsin, huzursuz yaşıyor ve inleyerek
gelip geçip gidiyor.
İşte mevzîi konuşmuyoruz,
şurası burası demiyoruz, bütün dünya sekenesi üzerinde. Görüyorsunuz ki beşerin
irfan hamûlesi çok yüksek. -Biraz evveli dediğim gibi- Ama ıstırabı, içindeki ah sesi, huzuru,
bunların hiçbirisi kalmamış. Niye buna çare bulamıyor? Bunun çaresi neden yok?
Çaresi yok mu bunun, ilacı? Çook bol!
Niye kullanmıyor?
Kudret’le arası açıktır. İnsanlar
biraz zahirde, ufak tefek ihtirâlarda tekâmül ettikten sonra bir benlik
geliyor. O hepimizde vardır. Züğürtken yürüyüşü ile bir
adamın, cebinde parası varken yürüyüşü arasında fark vardır. Parası yok, ihtiyacı
çok, mecburi kafasını yukarıya kaldıramaz. Kendi kendine düşer kafa.
Anlatamıyor muyum? O imkân yok, bu omuzlar durmaz böyle. O kendi kendine düşer.
Yolda yürürken boyuna çarpar ayağını, takır tıkır. Fakat biraz şöyle
genişlesin, derhal gerilir. Öyle der, Allah da:
[16]
وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪
لَبَغَوْا
Benim bazı insanı sıkmaklığım, ona merhametimden dolayıdır.
Rahmetimden dolayıdır, rızkını böyle yayacak olursam
لَبَغَوْ
ilk işi bana isyan etmek olur.
İsyan yalnız ağızla olmaz, hâli
ile olur, irtikâp ettiği fiili ile olur. Anlatabiliyor muyum acaba?
Kudret’le arası açılıyor
insanların. O zannediyor ki hepsi kendisinin. Hâlbuki hiçbir şey kendisinin
değildir. Bu görünen fevkalâdeliklerde Fail-i Hakikinin, Fatır olduğunu idrak
ederek ve “Ben, O’na bir musluk olmuşum, bu hazineden akıyorum.” hâli ile yaşayacak
olursa daha başka türlü bir hâle gelir. O vakit elem kalkar. Şimdi, elem
kalkmıyor.
Bugün en büyük masaya sahip
olan da huzur içinde değil, en muazzam kasanın efendisi de rahat değil, en
büyük rütbeye, en büyük câha malik olan da huzur içinde değil. Neden huzur
içinde değil? Çünkü cemiyetteki kaide bozulmuştur. İnsanlığa lazım olan sıfatlar
kaldırılmıştır. Allah kaldırıyor. Neden? Sen benden emin değilsin, ben
senden emin değilim! Huzur olur mu? En büyük rütbesi var, ama rütbesinden emin
değil. En büyük câha sahip ama yarınından
emin değil. Anlatamıyor muyum?
Emin değil! Neden emin değil?
Muvâzene-i beşeriye yok!
O nedir o?
Havas ile avamın birbirine sarılması yok! Bunlar birbirine
sarılmadıkça merhamet, hürmet yok, bu ikisi birleşmedikçe muhabbet yok, yıkım
muhakkak. Beşer yıkılmış. İnsani seviyesinden düşmüş. Yıkılmaktan maksat, böyle
lüübbedek elli kilosu düşmüş mânâsına değil, içi çökmüş. İçi çökük. Aşka sahip
değil!
Aşk; ne ilimdedir ne
fazilettedir, ne defterdedir ne kitaptadır, ne sayfadadır. Yanlış
anlamayın benim burada söylemiş olduğum aşkı. Romanda okunan aşk değil! Bak
yeni bir tarifini yapıyorum:
Aşk, ne fazilettedir. “A, ondan da mı üstün?” Evet!
Ne ilimdedir. “Ondan da mı üstün?” Evet!
Ya defterde mi, kitapta mı?
Hayır! Onun içün hilkatte ona sahip olan insanların yolu ayrıdır.
Aşk öyle bir şecere-i nurânidir
ki, dalları ezelde kökleri ebedde. Ne arşa dayanmış ne ferşe dokunmuş. Böyle
bir mânâdır. Eğer içini bununla sardıracak olursan,
ne elem vardır ne keder vardır. Tam bir huzur vardır. Bir şey anlatabildik mi
acaba?
İnsan, hiç hür olmadıkça
huzur bulabilir mi? Hür, hür! İnsanın da hür olabilmesi içün, mesela der ki
birisi: “Ya ben hür değil miyim, kimin
kölesiyim, kimin esiriyim?” Nefsinin
yahu! Uzakta değil ki. Kötü düşüncelerinin esirisin sen! İrtikâp etmiş olduğun
zulmünün uşağısın! İnlettiğin masumun ahından yapılmış olan, Kudret tarafından
dokunan zincirle ensenden kelepçelenen esirsin! Neyin esiri değilim(?)
Hür olmak kolay bir şey
midir? Hür olduğu gün iş bitti, demektir. İnsanın bu âleme
gelmesindeki gaye kendi hürriyetini ispat etmek içündür. Kendi hürriyetini
ispat edecek.
“Ooo efendim, ben hiç kimsenin kaydı altında
yaşamadım. Böyle büyüdüm, böyle gidiyorum. Ahrârdanım ben!” Yağma mı var ahrârdan? Kolay iş mi o! Hür olmak.
Bir şey okuyayım da daha iyi
anla. Eski konuşmalarımda bir misal vermiştim. Gene o misali bir münasebetle
verelim. Azıcık daha iyi anlaşılsın.
Bir şeftali çekirdeği alalım
elimize yahut bir kayısı çekirdeği alalım, bir kiraz çekirdeği alalım. Bu çekirdek,
ne vakit hürriyetini ilan eder? Aldık şeftali çekirdeğini. Bunu dikeriz. Lazım
gelen hizmeti yaparız. Meydana gelir, filizlenir büyür, bir fidan olur. Nihayet
biraz daha tekâmül eder, yapraklanır, çiçeklenir. Günün birinde bakarız, bir
şeftali üzerinde duruyor. O şeftaliyi olduktan sonra koparırız, yararız,
diktiğimiz çekirdeği içinde buluruz. Diktiğimiz çekirdeğin cinsinden bir
çekirdek buluruz. Bir şey anlatamadık galiba. Acaba ilk diktiğimiz çekirdek
nerede? O ağacın neresinde? O ağaç, ilk diktiğimiz çekirdekte. O ilk diktiğimiz
çekirdek o ağacın her zerresini muhit. Bir şey anlatabildim mi? Her tarafını
muhit. Bir de çekirdeğin aynını aldık, ne oldu? İlk diktiğimiz çekirdek kendisi
gibi bir çekirdek meydana getirdiğinden dolayı hürriyetini ilan etti.
Sen de Kudret’in bir meyvasısın,
çekirdeğin kalptir. Burasını söylememiştim şimdi,
demliyorum. Nasıl o kalp gibi bir kalp meydana getirebilirsen, eğer
kendindeki kalp; Hakk’a ayine olmuş, orada Hakk’ı müşahede etmişse hürriyetini
ilan ettin! Yoksa sendeki kalp et parçası hâlinde durduğu müddetçe sen
esirsin!
Ey
hâce ki biz bende-i merdân-ı Hudâ’yız
Ma’nâ da şeyhiz gerçi ki zâhirde gedâyız.
(Anlaşılıyor
mu acaba mânâsı? Neyse, açayım birazdan)
Bî-kayd-ı
cihânız bize hükm eylemez âlâm
Ahrârlarız
bende-i Hazreti Hudâ’yız.
Evsâf-ı
derûn-i dili izhâra ne hâcet
Ma’lûmudur
ahvâlimiz ashâb-ı safâyız
Düştü yere her kim ki kıldı bize adâvet
Şimdi uzun bu ya, şu kadar yeri bize yeter. Hürrün, hür olan kimsenin, hâlini beyan ediyor burada.
Ey hâce ki biz bende-i merdân-ı Hudâ’yız. Ey varına mağrur olan, rütbesi ile câhı ile masası ile kasası ile ilmi ile zahirdeki etrafındaki tapanları ile övünen, kendisinde varlık gören. O çalımını bize yapma! Git nefsinin esiri olanlarla böyle konuş, orada yap onu. Niye?
Biz, bende-i merdân-ı Hûdayız. Biz Allah bendesiyiz yahu, diyor. Bizim kendimiz namına bir şey kalmamıştır. Biz zâhirde garibiz, hâdisât bize lazım gelen hışmını yapar, salvetini[17] yapar fakat biz denizin dibinde bulunan aynen yalçın bir kaya gibiyiz. Çok serseri dalga vurur; şırap şırap, geçer gider, biz yine dururuz. Bir şey anlatamıyoruz galiba. Vurur, şırap vurur.
Gerçi ma'nâda şeyhiz, gerçi
ki zahirde gedâyız. Surette sen bize kıymet vermezsin fakat
biz, mânâ âleminin sahibiyiz yahu, diyor. Allah ile hukukumuz var. Biz
insanız. Bize insan denmesindeki sebep, biz ünsten müştakız. Sen benliğinde
kaldığın içün, sen nisyandan müştaksın. Tabire dikkat et! Nisyandan müştak, gaflet yani, nisyandan müştak. Bir
de Hakk’ın enisi vardır; ona ünsten müştak, ona asıl insan ona denir. Biz
insanız, diyor.
Bî-kayd-ı cihânız. Biz
kayda gelmeyiz, cihan ile mukayyet değiliz, çünkü kayıtların hepsinin neticede
cifeye inkılap ettiğini görüyoruz. Lâşey[18]
olan lâşeye biz bir şey demeyiz. Gönül vermeyiz, diyor. Biz kalıbımızla
kalbimizin vazifelerini ayırmışız. Kalıbımıza lazım gelen maddeyi almış, kalbimizde
de Habibi tutmuşuz. Bizde misafir var. Sizinle meşgul olamayız.
Bî-kayd-ı cihânız bize hükm eylemez âlâm.
Anlatabildik değil mi? Âlâm, elem yani ya. Ne arıyorsun? Ben de elem mi
arıyorsun ey düşman? “Bakalım
sıkıntısından bahsedecek mi?” diyorsun! Bize tesir etmez. Biz gönül evinde
gezen peymâneyiz[19].
Bize el dokunmaz ki, biz müteessir olalım. Neden? Biz Allah kadehiyiz be yahu! Kalpten
kalbe biz gezeriz. Ahrârileriz, hürüz yani demek o, hürlerdeniz. Hani dedik ya
hani bir adam şöyle hür olabilirse tam bir istikamet verebilir.
Neden hürrüz diyor? Ahrârileriz, bende-i Hazreti Hudâ’yız.
Bunu söylemesi kolaydır, tatbiki zordur. Biz Allah’a gönül vermiş, yalnız
oradan isteyenlerdeniz. Binaenaleyh, hürüz biz. Hiçbir yere bağlı değiliz,
yalnız Allah’tan ister, O’nun yardımından ister, yüzümüzü de ona çevirmişiz. Bu
öyle bir zor bir şeydir ki, bunu şöyle bir misal getireyim daha iyi anlaşılsın.
Mânâ ilmi ile din mevzûu ile getireyim burasını, daha güzel anlaşılır.
Kur’an-ı Mübin’de en zor bir
ayet vardır. Tatbikatı zor. Zor ayet demek, âmeli zor. Hani mesela bazı adam
der ki: “Efendim ben bu sene hamd olsun yedi
tane hatim indirdim. Ramazanda iki tane hatim indirdim.” Canım sen hele
üç ayeti indir, arş senin ayağına iner! Sen o yedi tane, bir tane işte ooo! O hatmi
ancak bir zât indirebilir. Bir de varisi kimse, başkası indiremez? O, O'nun
malı. Onu taa ibtidâsından[20],
intihâsına[21]
kadar bir zât indirir. Bir de varisi var -kimse o- o indirir. İşte o, o öyle değil
ki o. Şimdi belki zihinleriniz de karıştı. Anlatayım da o karışmış olan şekli
değişsin.
Kur’an’ı okumak, hatmetmek
demek, okunan her ayetin mânâsını kendi hâline giydirmek demektir. Anlatabildim
mi acaba? Bir ayeti okudun, onun mânâsını kendi üzerinde tatbik edersin, o
tatbikatını gördün mü ikinci ayete geçersin. Onu hatmettin. Bir şey anlatamıyor muyum? O öyle
kolay bir şey değildir! Alır öyle “Ben bu Ramazan iki tane indirdim, bir
sabah bir akşam(!)” Canım sen üç
ayeti eğer indir, Hudâ böyle tutar. Kolay şey mi o! Misal gelecek şimdi
anlaşılacak çok güzel. Şu:
اِيَّاكَ
نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ Eğer bunu okumuş, hâlini giyinmişsen; baş
safta, ser-û[22]
tûmmar-ı[23]
nedimândasın[24]-[25]
Bak ne kadar kat’i kestirme konuşuyorum. Tabi söz benim değil, ben nakilim, nihayet şuradaki
makine gibiyim. Ben haddimi bilirim. Ne var onda? Harici bir misal vereyim daha
iyi anlaşılsın şimdi o. Bu bir misaldir, bunun daha bir misalini veriyoruz. Bir
vakit de verdim bunu. Ama şimdi şumûllendi, konuşma açıldı. Onun içün şey
ediyoruz, tekrar ediyoruz.
Tefsirlerden muteber bir
tefsir vardır. Hemen hemen her diyarda okunur, rağbet
görmüş. Kadı Beydâvi tefsiridir. “Kadı Tefsiri” denir. Bu zât, tefsirini
yapmış, yaptıktan sonra hocasına götürmüş. Hocası arif bir adam, sahib-i irfan.
Demiş: “Efendim işte, huzur-u feyzinizde, sizin
himmetinizde şunu meydana getirdim. Lütfen nazar-ı akdesinizden[26]
bir geçsin.
“Koy oraya” demiş.
Birkaç gün sonra tekrar gitmiş. “Nasıl buldunuz?” demiş.
“Ehh, berhûdar ol, Allah niyetini karşılasın.”
Demiş:“Efendim, sormaklığımdaki
cüretimi şey etmeyiniz. Eğer hoşunuza gitmişse, bir kıymet ifade ediyorsa bunu
siz daima sık sık padişahla temasınız var. Padişaha arz edin de benim sıkıntım
var belki bir ihsanda bulunurlar.”
(Şöyle bir bakmış) Acayip,
demiş. “Sen bu tefsiri yaparken Sure-i Fatiha’da:
نَعْبُدُ
وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ اِيَّاكَ ayetine mânâ vermedin mi? (Bir duraklamış)
onun mânâsı: Yarabbi Seninle Sana kulluk ederim! Sen beni öyle bir hilkatte
yarattın ki Senden başka hiç kimsenin kapısını çalmam! Senden başka hiçbir yere
müracaat etmem. Sen yardım ettin de ben hidayet üzerinde kaldım, ya etmeseydin ben
kim bilir kime tapardım? Mânâ vermedin
mi?(Bir duraklamış) Al git! Yeniden yaz, tefsiri bir daha baştan başla,
ayetlere dikkat et, ondan sonra getir de okuyayım, demiş. Daha elime alıp
okumadım.” demiş.
Acaba anlatabiliyor muyum? Bu
kadar da bu iş, bu anlattığım mevzû bu kadar da zordur. Tatlı olmakla beraber, öyle
pek de kolay değildir.
Kerim olanlar...
İmam-ı Ali Efendimize
sormuşlar:
“Alçak kime derler? (Diye
kendilerinden sormuşlar) Ya Ali İbn-ü Ebû Talip, alçak kime derler?”
Ezellün nâs mu’tezillûn ilâ
leîm. (Cevap veriyor)
“İnsanın en alçağı, alçak
adama gider de ona beyân-ı iltizâ[27]
da bulunur. Yüzsuyu döker, diyor. Alçak bir adama gider,
ona beyan-ı iltizâ da… Hatta kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu
dökmezler, kardeşim Musa gibi.”
Öyle misal getirmiş. Kardeşim
Musa gibi, diyor. Bilirsiniz ki, hepinizin bildiği şey, Firavun diye bir
adam gelmiş. Vaktiyle Mısır’da yetişen hükümdarların hepsine “Firavun” derler.
O bir lakaptır, fakat Musa’nın Firavunu diyelim, daha iyi anlaşılsın.
Önce o kadar zalim bir adam değilmiş. Aynı zamanda sahası da bolmuş, cömertmiş de. Onun içün Kur’an’da Nemrut gibi o kadar çok çirkin şekilde bahsedilmez. Zulmü, küfrü filan söylenir ama Nemrut gibi hem zalim, hem kâfir, hem hasis. Firavun öyle değilmiş. Fakat etrafındakiler el çırpa çırpa “Sensin efendim!” diye diye, nihayet Firavunu öyle bir zalim yapmışlar ki Allah ile azamet yarışına çıkmış, en nihayet:
[28]
اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş. “İşte Rab
mab Allah filan benim!” demiş.
Önce böyle değil, abid, zahid bir adam.
Fakat o etrafındaki toplanan insanlar: “Senden başka yok, sen yaratırsın, sen halk
edersin, senin kafan gibi kafa yok!” filan derken, biraz daha seneler
geçtikçe kalınlaşmış, kışırlaşmış[29]
kışırlaşmış, nihayet “Sen Rabsin!”
demişler. “Biz sana iman ettik!”
O da en nihayet: اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş.
Onun içün öyle der, Cenab-ı Peygamber: “Firavuna iman edenler, Firavundan çoook sene evvel âlem-i nâra giderler. Firavunu onlar Firavun yapmıştır.” derler. Mesela, Nemrut öyle demiyor. Firavun Musa’ya diyor ki en nihayet: “Sana tabi olanlar sana, bana tabi olanlar bana!” Anlatabiliyor muyum inceliklerini? Yani Nemrut gibi bazı öyle zalim insanlar var ki, hiç göz açtırmıyor. “Atın ateşe İbrahim’i!” diyor. Firavun Musa’yı ateşe atın, demiyor. “Pekâlâ, diyor. Sen mâdâmı ki bu davayı açtın, sana inanan sana bana inanan bana.” Neyse...
Görmüş olduğu rüyayı da
bilirsiniz. Bir acib rüya gördü. Rüya, hayatın programıdır. Bazı insanlar “rüya
yok!” Rüya hayatın programı. Yalnız rüya ile adgâs-u ahlâm[30]
ikisi birbirine benzer. Size onu da anlatayım. Hani midenin şusundan busundan,
buharından hâsıl olan… Ona adgâs-u ahlâm denir. O ayrı. Rüya, Levh-ü Mahfûzdan
kulun kendi kaderine ait olan bir bahsin ders kaçırılmasıdır. Anlatabildim mi?
Fakat onu erbabı olacak, o da ayriyeten bir ilim. O sahayı bilecek.
Ve onun için der ki, Resûl-ü
Ekrem: “Rüyayı kıymetsiz görmeyin ve çok
emin dostunuz olduğuna iman etmediğiniz insana da söylemeyin. Bileceksin
ki bu adam, beni benden çok sever, bir. Bir de gönlünüze çöker, der, hoşunuza
gitmez. İçinizden, ‘Bu rüya benim
hakkımda hayırlı değil!’ böyle bir acı hissedersiniz, onu ağzınıza dahi
getirmeyin, derhal kalkın, iki rekât namaz kılın, Allah’a ‘sil bunu’ deyin,
siler” der. Bir şey anlatabildim mi?
Mevzûmuzun haricinde amma
hayatta hepimiz yaşıyoruz, birçok hadiselerle. Gönlüm istedi ki sizi de inanmış
sınıf diyerekten kabul ettiğimden, yoksa mevzûmuzun haricinde. Fakat en mühim
yeridir. En doğru rüya, en doğru söyleyen adamlarınkidir, derler. Bunu
da anlatabildik mi acaba? En doğru sıhhati meydana çıkacak olan rüya. Sonra
kırk senelik de olurmuş. Yani kırk sene sonra tahakkuk edeni de olur. Onun öyle ehilleri var
ki.
Mesela Şeyh-i Ekber Hazretlerine biri gitmiş, bir rüya
söylemiş. Rüyasında zeytine zeytinyağı doldurmaya çalışıyor. Rüya bu ya,
zeytini açmış zeytinyağını dolduracağım, diyor zeytine.
Diyor: “Böyle bir
rüya gördüm.”
“Şimdi git, refikanı boşa, diyor. Derhal boşa!”
“Böyle iş olur mu?
Hiçbir sebep yok.”
“Sorma sebebini boşa”, diyor. “Boşa ve hürmet et!”
Israr edince “Annen,
demiş. Annen!”
“Nasıl olur!” diyor.
Tetkik ediyorlar. Babası bir diyarda evleniyor. O, altı
aylıkken çocuğu alıyor, anasını bırakıyor, başka bir diyara gidiyor. Anlatabiliyor
muyum acaba? Zaman geliyor seneler geçiyor, biri şarkta biri garpta, tesadüfen
bir yerde nihayet yabancı zannedilerekten nikâh yapılıyor, evleniliyor. Annesi
olduğu tahakkuk ediliyor. Bak rüya, rüya da böyle!
Sonra şey de vardır, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, tekkeler kapanmış, Mevlevi dergâhları kapanmış, zannederim Murad-ı Rabia[31] veyahut herhangisi ise hafızamdan çıktı isim. Rüyasında diyorlar ki: Hazreti Mevlana geliyor. Hemen istikbaline çıkmış. Böyle karşılaşırlarken, Mevlana şöyle yapmış. Merak ile uyanmış. O günün muabbiri[32] de bir arif bir zatmış. Çağırmışlar, o Mevlevi tekkesinde yapılan ayinin adına mukâbele[33] denir. Istılâhı[34]. O kadar kibar bir tabir yapıyor ki, bayılır insan irfanına.
“Padişahım, Pirimiz men-i mukâbelenize
men-i muvâcehe[35] buyurmuşlar.” Yani siz onun, o adabını men etmenize karşı, onlar da
yüzlerini sizden men etmişler. Bir şey anlatamadım mı? Rüya bu, rüya ama öyle
rüya. Tabiri. Yoruldunuz mu, keseyim mi?
“Men-i mukâbelenize, men-i
muvâcehe buyurmuşlar.”
O arif insanlar kalmamış.
Zahirde kaba insanlarla… İlm-i
zahirisi var da birçok bilgisi var, fakat irfanı olmayan, böyle benlikle gezen
bir kısım halkı hükümdar davet ediyor. Bir de bunları davet ediyor. Sofra
kurulmuş; bu kadar, seksen santimlik kaşık, sofrada herkesin önüne konmuş.
Şimdi yalnız satır ilmini biliyor, bunun gururunda yaşayanlardan
toplanmış olanlar, yemek yenecek başlamış kaşık birbirine vururken “Şöyle dursana yahu, böyle dursana yahu!” diyerekten
birbirine hakaret etmekliğe.
Onlar sofradan kalkmış,
kalktıktan sonra ahlak terbiyesi görmüş olan insanlar oturmuşlar. Oturduktan sonra bakmışlar
kaşıklar seksen santim. Şüphelenmişler. Hani bir hiss-i kable'l-vukû olur ya...
Acaba maddenin kesafetinde boğulanlar
bu hiss-i kable’l-vukû diye söylenilen söze ne derler, mânâsına? O hiss-i kable’l-
vukû mu nedir o? Onu ben size bir gün anlatayım. O mühim bir iş o. Mesela şöyle
durursun da “Zannedersem filanca bugün
geliyor galiba, yolda mı nedir?” dersin, tırrrt kapıyı çalar gelir. Nedir
o, nereden geldi sana o haber? Nereden geldi o haber? Onun şeyi var mı? Var ya.
Var!
Soyun, soyun. Soyunduktan
sonra Hudâ insana neler ihsan eder neler.
Bademin kabuğunu kırdıktan
sonra şekerden kabuk yaparlar. Acaba anlatabildim mi?
Bademin dışında bir tahta kabuğu vardır. Onu kırdıktan sonra ona şekerden kabuk
yaparlar. Biraz da ince yaparlar, azıcık da fazla kavururlarsa, onun yemesine
doyum olmaz. Maalesef ki Türk şekerini biz kaybettik. Şimdi Türk şekeri yoktur
orta yerde. Mevzû nereden nereye uğrattı? İçim yanaraktan söylüyorum. Türk
şekeri yoktur. O Türk şekeri, o bir harika o. Öldü o sanat!
Taklit, taklit, taklit!
Sıhhatimize en nafî olan, en
büyük ilaç olan o şekeri kaybettik biz. Yok! Nişanlarda verirler, düğünlerde
verirler, kutunun içerisinde, altı bakır, üstü teneke bilmem şu bu filan. Bu
kadar bu kadar şeker. O yenir mi o. Çakıl taşı gibi yenir mi? Dişini kırar!
Emsen lezzeti yok, üzeri boya. Şu kadar şeye kafası aramıyor da dedemin yaptığı
şeker nerede, diye arayanını bulamadım. Bu kadar da taklit olmaz ki! Hangi
şey yaldızın içerisindedir, kakaoludur onda bir şey vardır, dikkat et sen! Evet,
onun ambalajı mambalajı güzel amma karaciğerini berbat eder. Hakiki akide
şekeri de veremi tedavi eder.
Hilal-i Ahmer Reisi Ali Paşa
vardı. Üç hükümdara doktorluk etmiş bir adam, doksan yaşında, doksan iki
yaşında vefat etti. Bizzat o söylemiştir bir gün. “Ben; fakir, vereceğim
gıdaları almaklıktan aciz insan geldi mi hasta, onu gözünden hâlinden anlarım.
Ona, günde sen iki yüz gram, yüz elli gram, yirmi dört saat zarfında emerek,
peynir şekeri yahut esansı bozuk olmayan bir akide şekeri bulup da yiyebilir
misin, derim ve onu veririm. Allah’ın da şafi ismi tecelli eder, dipdiri altı
ay...”
Tabaka, nişasta ile şeker
karışmış, emsen çiğ nişasta kokar. Kırayım desen, dişin kırılır. Fakat o
dedenin yapmış olduğu, bademi kavurur öyle bir milim üzerinde şeker böyle
sarar, onu yediğin vakitte birisinin yanında konuşursan o bademin kavrulmuş
kokusundan o adamın ağzı sulanır. Nerede o sakızlı lokum? Beni ta’yib[36]
etmeyin. Mevzûnun içerisinde makam-ı ekil[37]
de konuşuyor demeyin. Türk sanatını anlatmak istiyorum. Türk değil misin? Yani
dedenin kibarlığını söylemek istiyorum. Mide rahatsızlığı yoktu. Yok ya.
Yemesini biliyor. Sabahleyin yatağından kalkar kalkmaz daha otururken, akşamdan
hazırlanmış, ufak tabağın içerisinde iki tane rahat-i hulkum[38],
yani lâti lokum dediğimiz, hilesiz şekerden yapılmış, temiz sakızdan, üzeri
sedef gibi böyle pullanmış, üüüüü içeriye bir karakulak bardağı suyuyla onu aldı
mı, midede rahatsızlık filan öyle bir
şey yok. O öldü o, kalktı. Lokum şekeri de almış olsan lastik gibidir. Çek dur
böyle, ne tadı olur onun?
Öyle demişti o, Hilal-i Ahmer reisi idi. Ondan evvel üç hükümdara doktorluk etmiş adam. “Doktorun imanı olmadıkça hasta üzerinde tesiri olmaz.” derdi. Ne mühim şey. “Şahsımda tecrübe etmişim diyor, şahsımda.”
Hâlâ nadim olurum, bir istidâ yazmıştı, onun suretini ben almadım diyerekten, hâlâ içimde bir nedamet vardır, gaflet ettim, ben. Hem hekim hem hâkim, ne bileyim ben? Hem arif hem zarif, öyle bir adam.
“Ben kırk yaşında, dedi. Verem olmuşum. Arkadaşlarımı çağırdım. Birbirimizden gizleyecek bir şeyimiz yok, dedim. Ben veremin had devrine girdim. (O vakit de daha böyle şimdiki gibi değil, şimdi nispeten verem nezle gibi, diyorlar. Kesiyorlarmış, biçiyorlarmış, bir şeyler yapıyorlarmış. Yani eski, eskiden daha korkunçmuş. Şimdi o kadar korkunç değil, deniyor. Benim saham değil, işittiğimi söylüyorum.) Günden güne gidiyorum, çağırdım arkadaşlarımı, beni bir iyi muayene edin. Bizim bildiğimiz mevzûda ben azâmi bu âlemde daha ne kadar kalabilirim? Bizim bildiğimiz mevzûda.”
“Canım işte…”
“Bırakın teselliyi, filan dedim. Kendimi biliyorum.”
“Vallahi, demişler. Azâmi dokuz ay bu ciğer seni taşıtır.
Ondan sonra kadere boyun kesmek lazım!”
“Siz iki ay benden daha fazla
tahmin ettiniz, ben yedi ay diyordum, siz dokuz ay dediniz. Ama benim dediğim
daha isabetlidir.”
Metinim, diyor. İmanlı
adamım, müteessir değilim, Allah’a gideceğim diyorum. Biraz da beşeriyetim
geldiği vakitte azıcık da bir korku geçiriyorum. Korkum, diyor. Gençliğim
bedava geçmiş o, yoksa başka bir şeyden de korktuğum da yok o kadar, diyor.
Bütün servetimi topladım, adada köşküme çekildim, dokuz ay zarfında bunu
bitireceğim, benim de işim bitecek. Kafaya baksana! Bendeki kafaya, diyor. Bende
ki kafaya bak, diyor. (Söyleyeyim mi, ister misiniz yoksa?)
Amcam, diyor. Vefa’da oturur, bir
gün adaya geldi. Dedi ki:
“Ali, ben Medine-i
Münevvere’ye gidiyorum. Huzur-u Peygamberîde bulunacağım. Senin bir arzun var
mı? Bir şey ister misin, bir arzun var mı? Arz edeyim.”
Bana, diyor. Öyle bir şeyle
söyledi ki, sanki o sözü Cibril söylüyor, amcam değil. Ööyle yatağın içerisinde
diyor, ben bir, bir hâl geldi bana. Bir tuhaf bir, bir şeyim varmış, yokmuş.
Müsaade et amca dedim, diyor. (İşte o gaflet ettiğim o) Bir kâğıt kalem istedim,
diyor.
Eskiden böyle bir nezaket
ananesi vardı, itikat, inanma mevzûu. Anlatabildim mi?
“Zât-ı Cenâb-ı Risalet‐Penâh'a[39]-[40]
bir istidâ[41]
yazdım.” diyor.
Yazmış. İstidânın içerisinde yalnız
şu cümle kırık olaraktan hafızamda kalan, gayet güzel cümleler. Cümlenin bir
tanesi bu:
“Ey Şah-ı Resul, ne istedin de olmadı? [42] لَعَمْرُكَ
misafiri. Beni kabul et.
Hayat istiyorum senden!”
Böyle içinde geçen cümleler
bunlar.
“Yazdım bunu Huzur-u Risalet Penâhi’ye verirsin, dedim. Ben
yine yatıyorum, diyor. O usul neyse o usule devam ediyoruz. On beş gün sonra
içimden bir ses: ‘Alçak!’ kendim, diyor. ‘Sıkılmaz herif, imanın vardı niye yatakta yatıyorsun? İstidâyı
gönderdin yataktasın. İmanın yoktu orası eğlence mi niye yazdın?’ Bir tekme
vurdum yorgana.”
Bana o vakit onu hikâye ettiği vakitte seksen beş
yaşındaydı. “Kırk beş sene oldu Allah
yeniden ciğer verdi bana, ciğer!” derdi. Bir şey anlatabildim mi acaba? “Allah
bana ciğer verdi yeniden ciğer!” derdi.
Demek ki insan bende-i Hudâ olursa...
Ey hâce ki biz bende-i
Merdân-ı Hudâyız.
Ma’niâ da şeyhiz gerçi ki
zâhirde gedâyız.
Bî-kayd-ı cihânız bize
gelmez, hükm eylemez âlâm.
Ahrârileriz. Bende-i Hazreti Hudâ’yız.
(Buraya nereden girdik? Hatırlatabileceğiniz mi acaba?(....) Ooo çok çok geçtik onları çok. Tamam,
kim söyledi? Ha, oradayız. O nirengi noktası, oraları da biraz geçtik ya. Asıl
kaldığımız nokta şuydu, ben size hatırlatayım. Mahsus soruyorum, iyi dinliyor
musunuz diyerekten.)
Firavun, rüyası gönlüne
çökmüştü, değil mi? Tam buradayız işte muabbirleri çağırdı. Çağırdı
muabbirleri.
…Firavun üzülmesin diyerekten
hafif yollu mânâ vermeye başladırlar, hafif böyle.
“Hayır! dedi. Bana hakikati
söyleyin, sizin dediğiniz gibi değil ve hiç mesul etmeyeceğim sizi.” dedi.
Biri dedi ki: “Ben-i
İsrail’den bir zât gelecek, senin altını üstüne getirecek.”
Firavun’da karar verdi. Ben-i
İsrail’den gelen erkek çocuk imha edilecek. Karısı Hazreti Asiye. O büyük kadın.
Ee işte böyle, Allah’ın işi. Karısı en büyük bir veliye, muazzam bir hüviyeti var,
ind-i İlahide. Kocası Firavun’da en ileri gelen bir kâfir. Önlemek istedi,
önlenmez ki, nihayet biraz tahfif[43]
etmek üzere dedi ki:
“Senin tahtın, saltanatın,
azametin, Ben-i İsrail’in omuzunda değil mi? Kim çekiyor bunları? Evet. E sen
bunların kökünü kazarsan, zaten kendi kendine yıkılacaksın. Biraz kadere tabi
ol yahu, dedi. Biraz tabi ol! Kudretle bu kadar yarışa kalkma, hiç olmazsa bir
sene geleni bırak bir sene geleni imha et!”
Bu biraz mülayim geldi. Bir
sene geleni bırakıyor, bir sene geleni imha ediyor. İşin azametine bakın ki,
Musa, imha edilen senede dünya geldi. Bir senede bırakılandan gelmedi de imha
edilen senede dünyaya geldi. Acaba neden? Ben size bunu birkaç sefer
anlatmışımdır, fakat bugün mevzûda münasebet aldı da tekrar ediyoruz. Hürr mevzûuna
getiriyorum bunu. Bu anlattığım şeyi buraya getirmekteki maksadım, bugünkü mevzûda,
insan hürriyetine sahip olmazsa, (Hürriyet demek; anlattık bidayette,
tekrar etmeyelim.) hiçbir şeye malik olamaz hayatta, ona imkân yoktur.
İki tane aslan tasavvur edin.
Biri sahrâ-i beyâban[44]
da bir kilometreden kükrese kaçacak delik ararız. Diğer bir aslan da sahnede.
Elinde değnek dürtüyor filan, yanına gidip bakıyorsun. O da aslan, o da aslan.
İyi ama sıfatları değişti. Ya nasıl değişti? Sahnedeki aslana iğne vurula
vurula, dişi söküle söküle, kafasına vurula vurula aslanlık sıfatı kalmadı. Eğer
Musa, kesilmeyecek senede dünyaya gelmiş olsaydı, Firavunun yumruğunu yiye
yiye, kafası ezile ezile, insanlık hakları tepelene tepelene, hakiki insan
hüviyeti kalıp da Firavunla boy ölçüşemezdi. Acaba anlatabildim mi?
Allah, onu Firavunun
kucağında büyütüyor, kesilecek senede getiriyor. İşte cilveler döndükten sonra
tam bir şehzade gibi, tam bir hürriyetle, ee icabı geldiği vakitte gel bakalım,
diye hesap soruyor. Acaba anlatabildik mi inceliğini? Onda muazzam incelikler
var. Sonra Allah, öyle diyor:
Hilâfından hâzer eyle Rızâ-yı Bârî'yi gözle
Mukadderde hatâ olmaz hemân yan gel safâ eyle.
"Ben, takdir ettim mi adamı düşmanının kucağında büyütürüm. Ona, onu uşak yaparım. Ben!”
Ger şeved zerrât-ı âlem hile-i peyç.
Bi kazâ-i asumâni heysendu hiç.
Hazreti Mevlana’nın sözüdür. Ger şeved zerrât-ı âlem: Bütün âlemin zerreleri ittifak etseler bir adama hile dokumaklık içün, kazâ-ı asumândan hükmü verilmedikçe hiçtir, hiçbir şey olmaz. Gene bütün zerrât-ı âlem ittifak etseler bir adama bir iyilik meydana getirmeklik içün, kazâ-i asumândan hüküm verilmedikçe, hadise tahakkuk etmez. Olmaz o, nafile satılma! Nafile seciye-i insaniyeni ayakaltına salma. Gölge avına çıkma. Değmez! Zülfe toz kondurma, ruhsara el sundurma, zulme divan durma!
(Neyse yüz sayfasını
atlayalım, konuşacağımız yerin.)
Musa, bir gün Firavunun
kucağında oturuyordu. Allah’ın gayret sıfatına ait bir bahsi anlatıyorum. Allah
çok gayyurdur. Kendisinin kendi sevdiğinin tercihine bakar. Ve bu asırda da
tercih imtihanı açmıştır. Hiç kimsenin başka bir şeysine bakmaz, kestirmesi bu.
Kim tercih edebiliyor? Ettin mi, bütün noksanınla en yüksek diye, seni kabul
eder. En ağır yeri bu. “Beni ve Benim Muhammedimi mevcûdâta kim tercih
edebiliyor?” Serbest tercih. “Efendim
ben onu içimde...” Dinlemez, O. Etmiş,
kusuru var muayyebâtı[45]
var filan. Temsil mi etmiş. Sormaz
bile. Tercih, oraya bakıyor!
Ver yekî aybî büved bâ-sad hayât
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât
Der-terâzû her-durâ yek-sân keşend
İlâ âhiri. Onu Mevlana gayet güzel derlemiş toplamış. Koca
adam.
Ver yekî aybî büved bâ-sad
hayât,
Ber-misâl-î çûb bâşed
der-nebât.
Hakk’ın kendisini sevdiğini tercih edebilmeklik aşkı ile yaşamış olan bir kimsenin seyyiatı da olsa yarın adalet mizanında o seyyiatı, Allah “Hasenat diye alırım.” diyor. Kötülükten vazgeçtik, “Hasenat” diye!
Görmez misin diyor,
şekerciden nöbet şekeri alındığı vakitte o nöbet şekeri saman çöpüne takılıdır.
Samana dizilidir. Tartarken onu samanı ile beraber tartarlar ve “Ne aldın?” dendiği vakitte nöbet şekeri ile
saman çöpü aldım, demez hiçbir o şekeri alan, doğrudan doğruya nöbet şekeri
aldım, der. Allah da o kulun o tercihini alırken o ismi verir. Tercih ama
çok zor. Öyle ağır ki onun imtihanı. Evet. Öyle ağır ki!
Misal verebilir misin?
Vereyim sana. İster misiniz? Biraz uzadı ama. Dini bir mevzûdan misal vereyim
daha çabuk anlaşılsın.
Bir gün orucunu terk etmemiş,
kendisi mükellef olduktan sonra, bir şahıs tasavvur edin. Fakat günün birinde
öyle bir topluluğa tesadüf etmiş ki, bu mefhûmda, bu mevzûda yaşayan insanlara
hakaret ediyorlar. Dünya bu ya, öyle bir yere tesadüf etmiş ki inkâru’l-Hudâ. Oruç, alay mevzûu
olacak. Bu adam öyle bir mecliste bulunmuş. Ama ömründe bir günü yok, hepsini Hudâ’nın
emri demiş, emr-i taabbüdü[46]
demiş, ifa etmiş.
"Bugün, şimdi bunlar benim öyle bir mü’min
olduğumu, Hakk’ın bu emrine gönül verdiğimi hissederlerse bana geri kafalı
derler. Ama şimdi bir kahve gelecek yahut bir limonata gelecek ben bunu bir
bahane ile diyeyim ki mazurum ben perhizim, diyeyim atlatayım.” İkram ediyorlar
bir şey. “Af buyurun, ben perhizim. Bunlar
benim sıhhatim ile alakadar onun içün teşekkür ederim.” dedi, atlattı.
Onlar da onun farkına
varmadılar. Zavallı adam yandı. Hakk’ı tercih edemedi. Anlatabiliyor muyum işin
inceliğini. Buraya bakıyor şimdi, senin tuttuğuna tutmadığına bakmıyor Hudâ.
“Ya, benim hatırımı kırk paralık, yarın leş olacak olan bir camiadan aşağı
tuttu!” İyi ama bunun bütün ömrünce kırk beş senelik şeyi var, otuzar günden
şeyi var. Hepsi yerin dibine gitti bir defa! Bir şey anlatabiliyor muyum? Bir,
bu.
Şimdi öyle de bir adam var ki,
bu hususta nefsine mağlup, hayâsı da galip. İmanı da var, tutmuyor, tutamıyor.
Fakat kimsede onun tutmadığını bilmiyor. Ömründe bir gün tutmamış, olur ya
hayatında bir gün olsun. Yok, öyle bir hesabı yok. Yine böyle bir mecliste o da
bulunuyor, ona da bir şey şey ederlerken birdenbire celâle geçiyor. “Benim
bugün büyük bir yere gönül vererek, emre itaat ettiğimi bilirsiniz. Bu bana
hakarettir, bana hakaret Allah’a hakarettir, tepelerim sizi!” diyor.
Anlatabildim mi?
Öyle bir tercih ki, bir
milyar sene ömrü olsa da hepsini her gününü de oruç tutsa, o tutandan çok
yüksek. Bir şey anlatamadık galiba. Tercih, bunu istiyor. “Kim Benim
hatırımı sayabilir?” Bu gibi insanlara ehl-i hâl der ki: “Bunlar mirasyedi
şeklinde mânâya sahip oluverenlerdir” der. Nasıl insanın hiç kimseden haberi
yokken taaaa bir cihanın bir köşesinde amcası olur, yüzünü görmez, milyonları
kalır, ararlar ararlar. “Gel burada elli milyon lira var” derler. Emeksiz ona
sahip olduğu gibi, böyle bir takım insanlar da vardır ki, böyle ufacık bir hukuk-u
müdafaadan bakarsın ki, Allah bir mânâ tacı giydirir. “Al!” Ama zordur bunlar
tabi. Bunlar zor!
Ma’hud[47]
kıptinin biz şimdi hepsini anlatmayalım uzun sürdü bu konuşma. Daha da
konuşacağımız bahse girmedik. Giremeden ineriz zararı yok. Mevzûun zevkinden
hasta çıktım, şimdi çok sağlamım. Belki farkındasınızdır. Çıktığımda hastaydım
hakikaten. Atlanmıyor ki, atlanırsa tadı kalmayacak. Nihayet bir gün… Buraya
nereden girdik? Ne diyordum?
Allah gayyurdur değil mi?
Kaybetmeyin yerlerini, gayyurdur. Çok durur üzerinde. “Beş sual sorarım.” diyor
kendisi. “Ben beş sual sorarım insana.” O sualler ne? Onlar dursun,
başka bir konuşmada söyleriz. “Ahlaksızlık çok sârî oldu mu, beşini birden
sorarım. Devr-i saadet olursa, emn-ü
eman[48] olursa,
insanlık hâkim olursa, bir tanesini sorarım, geç geç derim. Bir tanesini
sorarım geç!”
Hani vardır ya böyle yaramaz
ahlaksız talebe, imtihana girer, tesadüfen suali bilse, bildiği hoşuna gitmez.
Bir talebe bildikçe hocanın göğsü kabarır, ah bildi bildi diyerekten. Bir
tanesi de bildikçe canı sıkılır, bir daha sorar, tek bilmesin diyerekten. Allah
da öyle. “Beş tane birden sorarım!” diyor.
Musa, biraz şöyle büyümüş
kucakta bir vaziyette. Firavunun uzun sakalı var. Kucağında okşarken sallamış.
Hazreti Asiye’de böyle karşıda oturuyor.
“İşte, demiş, Çıktı!”
“Ne çıktı?”
“Benim altımı üstüme getirecek bu! Keratadaki hassasiyete
bak. Bu!”
“Masum yahu!” demiş.
Ağzı yanmış, onun için
rekaketli[49]
konuşurdu. Musa, rekaketli konuşurdu. Eli de yanmamış, bu da tuhaf bir iş. İnsan
eline alınca yanmaz mı? İlk önce eli yanar, sonra ağzı yanar. Yanmamış.
Manzume-i Kuvve-i İlâhinin Reisi
olan, kuvveye: “O eli yakma, zalimin sakalını salla!” dedi. “Ağzını yak!” İlk önce o zalime “baba”
dedi. Anlatabildim mi? İlk konuşurken Firavunun kucağında büyüyor ya, baba
demiş ona. Allah’ın gücüne gitmiş. Hani gayyur dedim ya. Bir şey anlatamadık
mı? Hâlbuki o şey değil, mükellef değil. Bir sual vaki olmaz bir şey ama gayret. Allah’ın işleri
acayip. Gayret! Sonra ufak bir şeyden Hudâ kırılır. Çok!
Bir misal vereyim de daha iyi
anlayın. Bir gün Hazreti Muhammed, Hazreti Aişe’nin odasına giriyor. Girmiş,
cariyelerden birisi namaz kılıyor. Buhari’dedir bu, Kütüb-ü Esasiye’de. Sormuş:
“Nedir bu?” Yatsı değil. Genç çünkü sinnen tekâmül etse şey etmez, müdahale
etmez. Yani mektûb[50]
olan, mefrûz[51]
olan değil. Nevâfil[52] ki
biz şimdi burada diyelim, sevap namazı diyelim, nevâfili ben nasıl
diyeyim karşılığını? Anlayıver sen benim diyeceğimi. Omuzuna vuruyor.
“Meh meh/ bırak bırak! Sen
bunu bir niyetle bir zevk ile yaptın, yapıyorsun. Buna Allah alışır. Sen sonra
yarın yapmadın mı gayretine dokunur, yıkılırsın o vakit. Ne emretmişse onu yap.”
Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? O da mühim bir inceliktir. Gayet mühim bir
yeri.
O bana gelir bazen derler ki:
“Efendim, bizim çocuk maşallah gece şunu yapıyor, bunu yapıyor.” Kaç yaşında, derim.
“İşte on beş-on altı.” O eğer hakikaten ihlası varsa, ona farz olan
kısımları yaptırın, nevâfili yaptırmayın. İşte o emirden alırım bunu da, hem
şimdi güvenilmez, yirmi beşinden sonrasına bak. Yirmi beşinden sonrasına bak. O
ilk önce bir velinin menkıbesini okumuştur, duymuştur. Ona üzenmiştir. “Ben de
öyle olayım.” demiştir. O öyle senin ben de olayım demenle değil ki! O, bir Mevhibe-i
Sübhânidir. Sonra o hâli tamamen ben alayım! Yelkenli gemi ile kayıkla, yelkenli
kayıkla Amerika’ya gidilmez. Gemi lazım. Anlatabildim mi?
Mesela insan-ı kâmilin bir
kıssasını anlatırlar. O kıssayı anlatırlarken, onun şeyini de anlatmak
lazımdır. Onun hâlini de ki, o adamın ayağı kaymasın. Bizde en
mühim nokta böyledir. Herife dersin ki: “Kırk sene kıldın da ne hayrını gördün!”
der, kâfir edersin adamı. Anlatamıyor muyum acaba? Roop, kâfir edersin adamı.
Öyle değil!
Şimdi mesela bir misal. Besmelesiz
iş sonsuz iştir. Herhangi bir işe ki besmele ile başlanır, muhakkak hayır emanet
tahakkuk eder. Muhakkak. Ama bunu söylerken, bunun oluş tarzını da anlat, o
adamın ayağı kaymasın. Şimdi mesela der ki: “Güzel, kocaman bir boy aynası,
kaldırıyorduk, bende Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek
kaldırırken ayağım takıldı şırakkadak düştü, kırıldı. Hani bizim besmelenin
faydası?” Der bunu. Ama sen bunun
hikmetini anlatırsan bunu diyemez o. O nedir o? Söyleyeyim mi orasını da. Hadi
bugün zevkim var söyleyeyim bari.
Cenâb-ı Hak Büyük Kitab’ında:
[53]
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا buyuruyor ki: “Ben Âdem’e bütün
isimlerimi talim ettim, bildirdim öğrettim.”
Âdem bütün Hakk’ın isimlerine, böyle keyfiyeti bizce meçhul, Cenâb-ı Hudâ, Allah; muallim, nasıl talim etmişse, mest-i müstağrak bir şekilde talim etmiş.
Hudâ birdenbire sormuş: “Senin adın ne?”
“Unuttum Ya Rabbi!”
“Ha, demek ki kendini unuttun, o halde Ben sende tahakkuk
ettim, seni de halife yaptım.”
Sen şimdi o besmeleyi çektiğin vakitte, Allah’ın bütün isimlerini talim edilmiş bir şekilde kendini unutabildin mi? Kendin ara yerden çıkabildin mi? Bu tamamen hâline geldi mi? Ne cam kırılır ne ev yanar, ne şu olur ne bu olur. Fakat kendinde bulunduğun müddetçe ayna da parçalanır, ev de yanar. Anlatabildik mi acaba? Bunun ikisini birden söyleyerekten anlatacaksın ki bir netice meydana gelsin.
(Buraya nereden girdik? Nereden girdik buraya? İyi dinlemiyorsunuz. Nereden girdiğimi söylemiyorsunuz.)
Onu yakmasında da bir
merhamet var. Mevlana der ki: “ Ya, Musa, Allah ile serbest konuşmak hakkını
aldı ama sen o belaya giriftar oldun mu? O’nun uğrunda ağzı yandı, der. O
azabın cinsinden Allah ona ikram eyledi.” der. Onun uğrunda o ağız yandı, yandı
ama Allah ile serbest konuşma hakkını aldı. Burasını da anlatabildik mi?
Sen eğer hayatta masum
olaraktan bir iniltiye bir sıkıntıya düşmüşsen, bil ki ebediyete inanmışsan
eğer, ikinci hayat ki asıl yaşama hayatıdır. “Ahh ne olurdu biraz daha fazla
olsaydı, biraz daha inleseydim.”
Kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmez.
Buraya geliyoruz şimdi. “Kardeşim Musa gibi” dedi. Bir gün sarayda
bahçede dolaşırken, Firavunun adamlarından birisi masum olarak Ben-i İsrail’den
birisini tokatlıyor, öldüresiye.
Gelmiş: “Niye vuruyorsun!” demiş.
“Keyfim öyle istiyor!” demiş.
Vardır öyle canavar ruhlu
adamlar. Var, zevk alır öyle. Ama Kudret, isterse değiştirir insanı da. Öyle
iken başka türlü olabilir.
Seyyid Nizam’da, otururlarken, birkaç arif zât sohbet
ederlerken birdenbire bir asker çıkagelmiş. “Selamun Aleyküm” demiş. Girmiş
içeriye. On-on beş kişi zurefadan[54]
insanlar, muhabbet sohbet esnasında. “Aleyküm Selam, demişler. Oturmuş, er.
Gayri ihtiyâri bir sükût kaplamış. Kimse konuşmuyor. Birdenbire birisi demiş ki:
“Evlat nereden gelirsin sen, demiş. Nereye gidersin?”
“Mısır’dan geliyorum, Balıkesir’e gidiyorum.”
“Vallahi hiçbir şey görmedim, demiş. Yalnız, demiş. Bir hâlimi anlatayım size, demiş. Ben, demiş. Asker olmazdan evvel Balıkesir’deyken ceketimi omzuma kordum, sabahleyin evimden çıkardım. Şöyle etrafıma bir bakardım, birisi bana şöyle yan baksa da kafasını şöyle şöyle, şöyle şöyle, şöyle… Yahut birisi bir parça dokunsa da (elleri iriymiş adamın) şöyle şırak diye bir vursam, iki gün dursa böyle. Hep bu neşe ile yaşardım, her gün böyleydim. Şimdi, demiş. Yine aynen gideceğim, sabahleyin kalkacağım. Bu sefer ceketimi giyeceğim, kollarımın üzerinde değil, böyle önümü ilikleyeceğim ve niyet edeceğim. Gördüm ki yolda birisi birisini ezmek istiyor, hırpalamak istiyor, pazılarım da çok kuvvetli, demiş. Onu tutacağım. Gel arkadaş, bu adam zayıftır, seni tatmin etmez. Sen bu işin zevkini bunu dövmekle alamazsın, bak bir geniş surat, büyük bir surat, vur elinle! Anlatabiliyor muyum acaba? İşte ben, demiş. Bunu gördüm bunu biliyorum şimdilik.”
Burada bulunan zât derdi ki:
“Hazreti İsa’nın, bir tarafına bir tokat vururlarsa, bir tarafını çevir sözünü,
o asker o hâlini anlattığı vakit anladım.” Bir şey anlatamadık galiba. Yok, lazım
gelen yerini yine söylemedik ama başka bir zaman. Onun bir hikmeti var. Nasıl
olmuş o iş?
“Zevkim içün dövüyorum”
deyince “Bir daha elini kaldırma, demiş. Tepelerim seni! E ben vurayım da sen bakalım
ne yapacaksın?” demiş.
Yine Ben-i İsrail’e vururken,
o garip adama her neyse, Musa: “Bu el senin Ya Rabbi!” demiş. Şak! Düşmüş
ölmüş. Onun içün yed-i beyzâ derler. O sözünden dolayı Cenâb-ı Hudâ diyor ki
ona: (Bir gün size o hikmeti anlatırım.)
“Elini koltuğunun altına koy da çıkar bakayım!” diyor. Biraz şöyle koy. Ondan
sonra çıkardığı vakitte eli başka türlü görünüyor. Şiirlerde filan geçer, Yed-i
Beyzâ. Yed-i Beyzâ. Neyse, bunlar ilm-i
zevk.
Firavunda rüyasında bu
hadiseyi görmüş. Musa’da o rüyada sarayda söylene söylene onu duymuş. Bu rüya
hakikat benim üzerimde tahakkuk ediyor, diyerekten taa Diyar-ı Medyen’e.
Firavuna haber gitmiş ki, yaverlerinden birisini Musa bir tokatla öldürdü.
“Hah, işte bu adam. Görüyorsunuz çıktı rüya, takip edin!”
Hududu geçmiş. Geçmiş ama
bitmiş. Karanlıklar basmış, bir su dibinde oturuyor. Aç, yorgun, yersiz,
yurtsuz, ma’hud kıptinin takibine maruz bir vaziyette. Üç tane… Herkes
hayvanlarını suluyor. Üç tane ismet, iffet numunesi… Belli olur, erkeğin de
ehl-i hâli belli olur, kadının da ehl-i hâli belli olur. Allah hususi bir hâl
verir. Anlatabiliyor muyum acaba? Erbabı bilir. Böyle, mücessem-i edeb-i
vefâ.
Herkes gelip suyunu
dolduruyor gidiyor, hayvanını yokluyor filan, onlar kenarda bekliyorlar. Çok
gücüne gitmiş Musa’nın. Hemen kalkmış, bitâp bir vaziyette ama ne de olsa Musa.
Yaklaşmış:
“Sıkılmaz mısınız, demiş. Vak’a
ben bu diyarın garibiyim, bağın
karibiyim, demiş. Bunlar sizin hemşireleriniz, kendi ırkdaşınız, kendi
vatandaşınız. Ne bileyim her şeyiniz. Hepiniz
gider, bak hava karardı, demiş. Bunlar ne vakit gidecekler?”
Bir iki kişi bir şey yani ne müdahale
ediyorsun gibi filan derken, Musa’nın Musa’ca gözlerini açmasından titremeye
başlamışlar. Kızların hayvanlarını almış, sularını sulamış.
Susuzdur ve had derecesinde
de açtır. Kemal-i hürmetle davet etmişler. Davet etmişler, aynen babalarının söylediklerini
de kendilerine söylemişler. O gelinceye kadar da Hazreti Şuayb sofrayı kurdurmuş:
“Vakit geçmeden buyurun
efendim.” demiş.
“Niçün?” demiş.
Şuayb’ın sofrası, Allah’ın Nebisi o, O’nun. Hulâsa, teminat almadıkça elini sürmemiş. Onun üzerine İmam-ı Ali diyor ki:
“Kerim olanlar, kerim olanlara
dahi yüzsuyu dökmezler. Kardeşim Musa gibi, Şuayb’ın sofrasına teminat almadan
elini sürmedi.” diyor.
Fakat bunlar ahlak mefhûmu ile
mânâ mefhûmu ile olur. O mefhûmdan soyunduktan sonra değil kerimin sofrasına,
zalimin adi sofrasına bütün insanlık hislerini satarlar!
Bugünkü konuşma bu kadar
yeter.
[1] Encüm: (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
[2] Cilm-i sağir: Küçücük cüsse
[3] Elfâz:
Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[4]
Fuzûlî
(Leylâ Vû Mecnûn)
[6] Hamûle: Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
[7] Istıfâ: En saf ve temizini seçip alma, seçkin duruma getirme,getirilme, seçilmişlik, seçkinlik. Ayıklanma, seleksiyon.
[8] İhtirâ: Daha önce benzeri olmayan bir şey îcat etme, bulma.
[9] Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[10] Müz'ic: İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[11] Muacciz: Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
[12] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp ayırmak
[13] Âlâm: (Elem) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
[14] Ekdâr: (keder’in çoğul şekli) Kederler, acılar, gamlar.[14] Ekdâr: (keder’in çoğul şekli ekdār) Kederler, acılar, gamlar.
[15] Mahûf: Korkunç, korkulu. Tehlikeli.
[16] Şura Suresi 42’nci Ayet-i kerime. وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِي الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرٌ بَص۪يرٌ
Meali: Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görür.
[17] Savlet: Bütün gücüyle saldırma, şiddetli hücum, saldırı
[18] Lâşey: (ﻻ ﺷﺊ) Çok önemsiz, çok basit ve değersiz. Bu dünyâ dedikleri lâşeydir (Eşrefoğlu Rûmî)
[19] Peymâne: Büyük kadeh. Ölçek, kile. Şarap bardağı
[20] İbtidâ/İptidâ: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
[21] İntihâ: Son, nihayet.
[22] Ser: Baş, kafa • Başkan, önder, reis •Doruk, zirve, tepe
[23] Tûmâr: Liste, defter, sicil, kayıt,kıymetli evrak defteri, kitap-sahife gibi anlamlara gelir.
[24] Nedmân/ Nüdemâ (tekili Nedim): Nedimler, yakın dostlar, samîmî arkadaşlar.Sohbet, meclis arkadaşları.
[26] Akdes: En kudsi. En mübarek
[27] İltizâm: Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma
[28] Nazirat Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali: Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[29] Kışır/kışr: Kabuk
● Kışırlaşmış/Kışrî: Kışırda (kabukta) kalan, derin olmayan, sathî.
Bir şeyin iç yüzüne inememek, gerçeğine varamamak.
[30] Adgâs-u ahlâm: Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
[31] Murad-ı rabia: Dördüncü Murad
[32] Muabbir: (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
[33] Mukâbele: Bir işin, davranışın gerektirdiği karşı davranış veya iş, karşılık. (Yazıda ki anlamı): Tarîkat mensuplarının bir araya gelip karşılıklı oturmak, ayakta durmak veya dâire teşkil etmek sûretiyle yaptıkları zikir yâhut semâ.
[34] Istılâh: Tabir, deyim. Bir kelimenin belli bir ilim dalında kazandığı anlam, terim.
[35] Muvâcehe: Karşı, ön. Yüzyüze gelme. Yüzleşmek. Huzurunda olmak.
[36] Ta’yib: Ayıplamak, kötülemek.
[37] Âkil/Ekil: (ﺁﻛﻞ) ekl “yemek”ten ākil) Yemek yiyen, yiyici
[38] Rahat-i hulkum: Boğaza hoş gelen, rahatlatan şey, Rahat-ul hulkum.
[39]Penâhi/-Penâh: Sonuna geldiği kelimelere “sığınağı, koruyucusu, hâmîsi olan” anlamı katarak Farsça usûlüyle birleşik kelimeler yapar.
[40]Risalet-Penâh: Hz. Resulullah
Hicr Suresi 72’ci Ayet-i Kerime لَعَمْرُكَ اِنَّهُمْ لَف۪ي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ
Meali: Ömrüne ant olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
[43] Tahfif: (Hıffet. den) Hafifletme, Hafifleştirme. Kolaylaştırma. Azaltma. Hafifseme.
[44] Beyâban: Çöl, sahrâ, bâdiye. İmar olunmamış arazi.Kır
[47] Ma'hud(e): Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. Mezkur, sözü geçen.
[48] Emn ü Emân: Korkusuzluk ve emniyet hâli.
[49] Rekâket: Kekeleme, dil tutukluğu.
[50] Mektûb/ Mektup: Yazılan.Yazılı, yazılmış şey.(Üzerine yazılmış, farz kılınmış mânâsına)
[51] Mefrûz: Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş.
[52] Nevâfil: Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
[53] Bakara Suresi 31’nci ayet-i Kerime وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Meali: Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
[54] Zurafâ/Zürefâ: (Zarif’in çoğulu) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.
0 yorum:
Yorum Gönder