Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

72. Kaset

 072 (310) 94dk (22.11.1959)
 …Akıl bunların hepsi, mânâ-i insaniyeye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.

İnsan nedir? Hilkatindeki gaye nedir? Bu âleme gelip gitmesinde kendisinin bir ihtiyârı var mıdır?

Bütün varlık, seması ile arzı ile encümü[1] ile bütün mevcûdât kendisine müsahhar kılınmış. Zahirde bir cilm-i sağir[2], nihayet elli-altmış, seksen-yüz kiloluk bir kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözükür ve o gözüken varlığı nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura sığabilir. Fakat içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu, o mânâ-i ihtivası, kendisini arada sırada hesaba çeken hâkimi -ki ona vicdan-ı kibriyası derler- o da kâinat-ı muhit. Bir cephesi ile çok acz içerisinde, bir veçhesi ile de bütün kudretler kendisine tevdî edilmiş bir varlık içerisinde. Ee bu varlığı hâmil bulunan insan; nedir bu? Nereden gelmiştir? Nereye gidecektir?

Kâinatta hiçbir zerrenin abes vücut bulduğu görülmüyor. Evet, belki zaman zaman, asır asır, ilimler kendini keser; cehil meydana gelir, inkâr kapıları açılır, fakat yine Hakk’ın tecellisi, o tecelliyi değiştirir. Yine netice itibariyle, ilimde hiçbir zerre abes meydana gelmemiş olduğu tahakkuk ettikten sonra, ya insan? Burada insanı tarif etmeklik, elle tutulur bir şekilde göstermeklik, beşeri takatin dâhilinde değil. Elfâz[3] yok ki, o kalıba sokasın, anlatabilesin. Bir “hâl ilmi” lazım. Anlatabiliyor muyum acaba?

İlim, birkaç kısma ayrılır. Mesela: Kâl İlmi” derler, sözle anlatılan. Çoktur ya o. Bir de “Hâl ilmi vardır. İnsan o kadar her şeyi anlatır, anlatır da icabında, bal yememiş bir adama balı anlatamaz. Rap düşer bütün ilmi, ilmi bilgisi düşer. Hiç ömründe bal yememiş birisi çıktı karşınıza; balı anlatın bakayım! Anlatamazsınız! “Bal şöyle tatlıdır.” Ama ne? E nasıl anlaşılacak? O balı yiyecek o. Hâl olacak onda. Anlatabiliyor muyum? Ondan sonra olur.

Hani insanın pek o kadar bilgisine mağrur olması da Kudret’in yanında hiçtir, hiç! Böyle birisi, iki üç satır bir şey okur da kendisini semada gezer gibi vaziyet alır da sana hakaretle bakarsa, söyleyiver: “Sen daha balı bile anlatamazsın, bal yemeyen adama!” de. Düşer kanatları.

Nem var ki laf edem özümden

Mahveyle beni benim gözümden[4]

Bu işi idrak edenler böyle konuşmuşlar.

Nem var ki laf edem özümden
Mahveyle beni benim gözümden

İnsana lazım gelen hakikati, hakikate sahip olmaklığa engel olan şeyi, kendisinin sahte benliğidir. O da öyle bir şeydir ki tuhaf bir hastalıktır ki öyle bir maraz-ı manevidir ki bir defa ona insan, iptila hâlinde ona müptela olursa yakasını pek kolay kolay kurtaramaz. Hâlbuki sayılı nefes, gayet mahdût. Tarfetü'l-ayn[5] da insan işte geliyor, bir şeyler hüüp haydi! Bu az zaman içerisinde mühim bir şey yapacak. Faniyi baki ile değişecek. Anlatabildim mi? Biten şeyi bitmeyen şeyle değişecek. Bu âleme gelmekten gaye bu! Şimdiye kadar, yani konuşmaya başladığım, ilk cümleden şuraya kadar söyleyeceğim, çıkaracağım netice bu.

Niye geldim bu âleme?

Geçici varlığımı, geçmeyecek Kudrete değişmeye geldim. Onun içün ahlak mefhûmunda ebediyete inanmak esastır. Buna inanmadı mı, ahlaka insan intisâp edemez. Ebediyet! Bilmem bir şey anlatabiliyor muyum? Ben mâdâmı ki ismim yoktu. (Bunu hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum ve yayılması da lazımdır.)

İşte görüyorsunuz, hamûle-i[6] irfaniye-i beşeriye taşmış. Zamanımızda az iş olmamıştır, şu son asır zarfında. Kudret bütün kapıları açmış. Beşere kendi eliyle neler yaptırıyor? Bunlar ufak şey değil. Öyle değil mi? Bacağını kesiyorlar adamın, içerisindekini ayıklıyor, bacağı yine işe varıyor, yürüyüp gidiyor. Bunlar ufak işler değil! Ölüyor; sıcak sıcak gözünü çıkarıyor, âmânın gözüne takıyor, herif başlıyor görmeye. O ufak iş mi bu? Bunlar neden oluyor?

Allah’ın ıstıfâ[7] kanunu ile bazı insanlar seçerek, insanları zulmetten nura çıkarmak içün ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, hiçbir şey beklemeksizin göndermiş olduğu zâtına mahsus zevât vardır. Onlara lisan-ı mânâda Enbiya denir. Onların eli ile bazı harikulade işler yaptırmıştır. Fail-i Hakiki Allah’tır. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şimdi bu meydan-ı şuhûdda onların yapmış olduğu şeylerin adına, mucize denir. Diğer bir ismine, keramet denir. Onun fen ile karşılığı olmadıkça Allah, kâinata nihayet vermeyecektir.

Bu üç cümle içine soktum, söyledim amma bu kimsenin gözleri gene bir tuhaf, iyi zevk ile dinlemediniz. En mühim şey…

Kerâmet-i diniye mukâbili, kerâmet-i fenniye zuhur etmedikçe bu kâinata nihayet vermeyecek.” dedi, Hazreti Muhammed. Bu kadar senin göğsünü kabartır. Mâdâmı ki ilm-i mânâda bu tecelli etmiş, bunun fen sahasında da… Çünkü fen, Allah’ın ism-i zahirle tecellisidir. O ihtirâlar[8]… Biz zanneder miyiz ki o ihtirâı yapan adam, yapmış olduğu ihtirâın hüviyetini bilir mi? Elektriği yapan adam elektriği anlatabilir mi? Niçün anlatamıyor? Sahib-i Hakikisi Allah da onun içün. Sana lazım gelen şeyi yaptırır, o kadar! Öbür tarafını sana anlatmaz. Bir şey anlatabiliyor muyum?

Ne varsa hepsi O’nundur. [9] وَنَحْنُ الْوَارِثُون der.

“Mirasçı benim!” diyor. “Herkesin varisi Benim!” diyor. Hiçbir şeyi vermez. Verir alır. Hemen hemen her konuşmamda sık sık tekrar ettiğim gibi: İnanan da inanmayan da hep O’na çalışır. Hepimiz O'na çalışırız. Sen kendi kendine: “Ben kendime çalışırım.” dersin. “Benim bir gayem var.” Hiçbir şeyin yok! Herkes O’na çalışır. Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır: Hadi istikamet karşıki çukura, arş!” der. Doldur çukuru!

Ama bunun farkında olup da bu fabrika-i insanisini ona teslim ederek… Kendisi öyle diyor zaten. Allah der ki: “Doğumlar, dalgasız denizden dalgalı denize düşmek demektir.” Doğumun tarifi bu. Vahdet âleminden, kesret âlemine geçmek. Bunun misalini ver, hariçten. Dalgasız denizden, dalgalı denize düşmek.  Şimdi mânâya ait kitabı okurlar da insanlar, bazı inkâr sahasında bulunanlar gülerler. “Yunus Aleyhisselam bir balığın karnına düşmüş de…” Sen düşmedin mi? Sen şimdi balığın karnında değil misin? Sen şimdi muazzam bir karanlık denizde değil misin? Bocalaman, kulaç atmak değil midir? Anlatamıyor muyum acaba?

Bu, diyor. “Bu muazzam fabrikayı sen kendi hesabına, kendim işletirim de bir şey yaparım dersen, iflas edersin!” diyor, Allah. “Bunu bana sat! Ben kendi hesabıma almayacağım, senin hesabına çalıştıracağım, nemâsını da yani getirmiş olduğu kârını da yine sana vereceğim. Sat bunu Bana sen.  Sen işletemezsin!”

Mesela, bu fabrikanın en muazzam şeysi akıldır, der. Çarkı. Fakat sen bu aklı ben kendim işletirim dersen, o akıl senin içün öyle müziç[10], öyle muacciz[11], taciz eden, iz’ac[12] eden bir şey olur ki huzur içinde yaşayamazsın. Geçirmiş olduğun ne kadar hayatında âlâm-ı[13] ekdâr[14] varsa durmadan önüne diker. “Canım geçti!” Hayır, o diker önüne! “Şunu çektin, bunu çektin, şöyle idin, böyle idin...”  Onu diker. Bu yetişmiyormuş gibi de vukû-u tahakkuk edeceği, nâmâlum olan ne kadar mahûf,[15] korkunç, hadiseler varsa onu da zihninde dokur, olmadan onu da önüne diker. Ee sen ne vakit huzur içinde yaşayacaksın!?  “Fakat bunu Bana teslim edecek olursan, Ben onu bu kâinatın bir tılsımlı anahtarı yaparım. Meçhulleri açmaya başlarsın.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Artık bütün azâ-i cevârihini bunun gibi birer birer hesaba çek, neticeyi kendin ver. Onun üzerinde vakit geçirmeyelim.

Demek oluyor ki hulâsa olarak: Beşer kendi benliğine, sahte varlığına mağrur olduğu gün, Kudret onun elinden merhamet elini kaldırıyor. O elde kalktıktan sonra ne kadar teâli ederse etsin, ne kadar terakki ederse etsin, huzursuz yaşıyor ve inleyerek gelip geçip gidiyor.

İşte mevzîi konuşmuyoruz, şurası burası demiyoruz, bütün dünya sekenesi üzerinde. Görüyorsunuz ki beşerin irfan hamûlesi çok yüksek. -Biraz evveli dediğim gibi-  Ama ıstırabı, içindeki ah sesi, huzuru, bunların hiçbirisi kalmamış. Niye buna çare bulamıyor? Bunun çaresi neden yok? Çaresi yok mu bunun, ilacı?  Çook bol! Niye kullanmıyor?

Kudret’le arası açıktır. İnsanlar biraz zahirde, ufak tefek ihtirâlarda tekâmül ettikten sonra bir benlik geliyor. O hepimizde vardır. Züğürtken yürüyüşü ile bir adamın, cebinde parası varken yürüyüşü arasında fark vardır. Parası yok, ihtiyacı çok, mecburi kafasını yukarıya kaldıramaz. Kendi kendine düşer kafa. Anlatamıyor muyum? O imkân yok, bu omuzlar durmaz böyle. O kendi kendine düşer. Yolda yürürken boyuna çarpar ayağını, takır tıkır. Fakat biraz şöyle genişlesin, derhal gerilir. Öyle der, Allah da:

[16] وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا Benim bazı insanı sıkmaklığım, ona merhametimden dolayıdır. Rahmetimden dolayıdır, rızkını böyle yayacak olursam لَبَغَوْ   ilk işi bana isyan etmek olur.

İsyan yalnız ağızla olmaz, hâli ile olur, irtikâp ettiği fiili ile olur. Anlatabiliyor muyum acaba?

Kudret’le arası açılıyor insanların. O zannediyor ki hepsi kendisinin. Hâlbuki hiçbir şey kendisinin değildir. Bu görünen fevkalâdeliklerde Fail-i Hakikinin, Fatır olduğunu idrak ederek ve “Ben, O’na bir musluk olmuşum,  bu hazineden akıyorum.” hâli ile yaşayacak olursa daha başka türlü bir hâle gelir. O vakit elem kalkar. Şimdi, elem kalkmıyor.

Bugün en büyük masaya sahip olan da huzur içinde değil, en muazzam kasanın efendisi de rahat değil, en büyük rütbeye, en büyük câha malik olan da huzur içinde değil. Neden huzur içinde değil? Çünkü cemiyetteki kaide bozulmuştur. İnsanlığa lazım olan sıfatlar kaldırılmıştır. Allah kaldırıyor. Neden? Sen benden emin değilsin, ben senden emin değilim! Huzur olur mu? En büyük rütbesi var, ama rütbesinden emin değil. En büyük câha sahip ama yarınından emin değil. Anlatamıyor muyum?

Emin değil! Neden emin değil? Muvâzene-i beşeriye yok!

O nedir o?

Havas ile avamın birbirine sarılması yok! Bunlar birbirine sarılmadıkça merhamet, hürmet yok, bu ikisi birleşmedikçe muhabbet yok, yıkım muhakkak. Beşer yıkılmış. İnsani seviyesinden düşmüş. Yıkılmaktan maksat, böyle lüübbedek elli kilosu düşmüş mânâsına değil, içi çökmüş. İçi çökük. Aşka sahip değil!

Aşk; ne ilimdedir ne fazilettedir, ne defterdedir ne kitaptadır, ne sayfadadır. Yanlış anlamayın benim burada söylemiş olduğum aşkı. Romanda okunan aşk değil! Bak yeni bir tarifini yapıyorum:

Aşk, ne fazilettedir. “A, ondan da mı üstün?” Evet!

Ne ilimdedir. “Ondan da mı üstün?” Evet!

Ya defterde mi, kitapta mı? Hayır! Onun içün hilkatte ona sahip olan insanların yolu ayrıdır.

Aşk öyle bir şecere-i nurânidir ki, dalları ezelde kökleri ebedde. Ne arşa dayanmış ne ferşe dokunmuş. Böyle bir mânâdır. Eğer içini bununla sardıracak olursan, ne elem vardır ne keder vardır. Tam bir huzur vardır. Bir şey anlatabildik mi acaba?

İnsan, hiç hür olmadıkça huzur bulabilir mi? Hür, hür!  İnsanın da hür olabilmesi içün, mesela der ki birisi:  Ya ben hür değil miyim,  kimin kölesiyim, kimin esiriyim?”  Nefsinin yahu! Uzakta değil ki. Kötü düşüncelerinin esirisin sen! İrtikâp etmiş olduğun zulmünün uşağısın! İnlettiğin masumun ahından yapılmış olan, Kudret tarafından dokunan zincirle ensenden kelepçelenen esirsin! Neyin esiri değilim(?)

Hür olmak kolay bir şey midir? Hür olduğu gün iş bitti, demektir. İnsanın bu âleme gelmesindeki gaye kendi hürriyetini ispat etmek içündür. Kendi hürriyetini ispat edecek.

 “Ooo efendim, ben hiç kimsenin kaydı altında yaşamadım. Böyle büyüdüm, böyle gidiyorum. Ahrârdanım ben!”  Yağma mı var ahrârdan? Kolay iş mi o! Hür olmak.

Bir şey okuyayım da daha iyi anla. Eski konuşmalarımda bir misal vermiştim. Gene o misali bir münasebetle verelim. Azıcık daha iyi anlaşılsın.

Bir şeftali çekirdeği alalım elimize yahut bir kayısı çekirdeği alalım, bir kiraz çekirdeği alalım. Bu çekirdek, ne vakit hürriyetini ilan eder? Aldık şeftali çekirdeğini. Bunu dikeriz. Lazım gelen hizmeti yaparız. Meydana gelir, filizlenir büyür, bir fidan olur. Nihayet biraz daha tekâmül eder, yapraklanır, çiçeklenir. Günün birinde bakarız, bir şeftali üzerinde duruyor. O şeftaliyi olduktan sonra koparırız, yararız, diktiğimiz çekirdeği içinde buluruz. Diktiğimiz çekirdeğin cinsinden bir çekirdek buluruz. Bir şey anlatamadık galiba. Acaba ilk diktiğimiz çekirdek nerede? O ağacın neresinde? O ağaç, ilk diktiğimiz çekirdekte. O ilk diktiğimiz çekirdek o ağacın her zerresini muhit. Bir şey anlatabildim mi? Her tarafını muhit. Bir de çekirdeğin aynını aldık, ne oldu? İlk diktiğimiz çekirdek kendisi gibi bir çekirdek meydana getirdiğinden dolayı hürriyetini ilan etti.

Sen de Kudret’in bir meyvasısın, çekirdeğin kalptir. Burasını söylememiştim şimdi, demliyorum. Nasıl o kalp gibi bir kalp meydana getirebilirsen, eğer kendindeki kalp; Hakk’a ayine olmuş, orada Hakk’ı müşahede etmişse hürriyetini ilan ettin! Yoksa sendeki kalp et parçası hâlinde durduğu müddetçe sen esirsin!

Ey hâce ki biz bende-i merdân-ı Hudâ’yız
Ma’nâ da şeyhiz gerçi ki zâhirde gedâyız.

(Anlaşılıyor mu acaba mânâsı? Neyse, açayım birazdan)

Bî-kayd-ı cihânız bize hükm eylemez âlâm
Ahrârlarız bende-i Hazreti Hudâ’yız.

Evsâf-ı derûn-i dili izhâra ne hâcet
Ma’lûmudur ahvâlimiz ashâb-ı safâyız

Düştü yere her kim ki kıldı bize adâvet

Kim derd-keşiz hü tîr-i kazâyız hü fukarâyız.

Şimdi uzun bu ya, şu kadar yeri bize yeter. Hürrün, hür olan kimsenin, hâlini beyan ediyor burada.

Ey hâce ki biz bende-i merdân-ı Hudâ’yız. Ey varına mağrur olan, rütbesi ile câhı ile masası ile kasası ile ilmi ile zahirdeki etrafındaki tapanları ile övünen, kendisinde varlık gören. O çalımını bize yapma! Git nefsinin esiri olanlarla böyle konuş, orada yap onu. Niye?  

Biz,  bende-i merdân-ı Hûdayız. Biz Allah bendesiyiz yahu, diyor. Bizim kendimiz namına bir şey kalmamıştır. Biz zâhirde garibiz, hâdisât bize lazım gelen hışmını yapar, salvetini[17] yapar fakat biz denizin dibinde bulunan aynen yalçın bir kaya gibiyiz. Çok serseri dalga vurur; şırap şırap, geçer gider,  biz yine dururuz. Bir şey anlatamıyoruz galiba. Vurur, şırap vurur. 

Gerçi ma'nâda şeyhiz, gerçi ki zahirde gedâyız. Surette sen bize kıymet vermezsin fakat biz, mânâ âleminin sahibiyiz yahu, diyor. Allah ile hukukumuz var. Biz insanız. Bize insan denmesindeki sebep, biz ünsten müştakız. Sen benliğinde kaldığın içün, sen nisyandan müştaksın. Tabire dikkat et! Nisyandan müştak, gaflet yani, nisyandan müştak. Bir de Hakk’ın enisi vardır; ona ünsten müştak, ona asıl insan ona denir. Biz insanız, diyor.

Bî-kayd-ı cihânız. Biz kayda gelmeyiz, cihan ile mukayyet değiliz, çünkü kayıtların hepsinin neticede cifeye inkılap ettiğini görüyoruz. Lâşey[18] olan lâşeye biz bir şey demeyiz. Gönül vermeyiz, diyor. Biz kalıbımızla kalbimizin vazifelerini ayırmışız. Kalıbımıza lazım gelen maddeyi almış, kalbimizde de Habibi tutmuşuz. Bizde misafir var. Sizinle meşgul olamayız.

Bî-kayd-ı cihânız bize hükm eylemez âlâm. Anlatabildik değil mi? Âlâm, elem yani ya. Ne arıyorsun? Ben de elem mi arıyorsun ey düşman? “Bakalım sıkıntısından bahsedecek mi?” diyorsun! Bize tesir etmez. Biz gönül evinde gezen peymâneyiz[19]. Bize el dokunmaz ki, biz müteessir olalım. Neden? Biz Allah kadehiyiz be yahu! Kalpten kalbe biz gezeriz. Ahrârileriz, hürüz yani demek o, hürlerdeniz. Hani dedik ya hani bir adam şöyle hür olabilirse tam bir istikamet verebilir.

Neden hürrüz diyor? Ahrârileriz, bende-i Hazreti Hudâ’yız. Bunu söylemesi kolaydır, tatbiki zordur. Biz Allah’a gönül vermiş, yalnız oradan isteyenlerdeniz. Binaenaleyh, hürüz biz. Hiçbir yere bağlı değiliz, yalnız Allah’tan ister, O’nun yardımından ister, yüzümüzü de ona çevirmişiz. Bu öyle bir zor bir şeydir ki, bunu şöyle bir misal getireyim daha iyi anlaşılsın. Mânâ ilmi ile din mevzûu ile getireyim burasını, daha güzel anlaşılır.

Kur’an-ı Mübin’de en zor bir ayet vardır. Tatbikatı zor. Zor ayet demek, âmeli zor. Hani mesela bazı adam der ki: “Efendim ben bu sene hamd olsun yedi tane hatim indirdim. Ramazanda iki tane hatim indirdim.”  Canım sen hele üç ayeti indir, arş senin ayağına iner!  Sen o yedi tane, bir tane işte ooo! O hatmi ancak bir zât indirebilir. Bir de varisi kimse, başkası indiremez? O, O'nun malı. Onu taa ibtidâsından[20], intihâsına[21] kadar bir zât indirir. Bir de varisi var -kimse o- o indirir. İşte o, o öyle değil ki o. Şimdi belki zihinleriniz de karıştı. Anlatayım da o karışmış olan şekli değişsin.

Kur’an’ı okumak, hatmetmek demek, okunan her ayetin mânâsını kendi hâline giydirmek demektir. Anlatabildim mi acaba? Bir ayeti okudun, onun mânâsını kendi üzerinde tatbik edersin, o tatbikatını gördün mü ikinci ayete geçersin. Onu hatmettin. Bir şey anlatamıyor muyum? O öyle kolay bir şey değildir! Alır öyle “Ben bu Ramazan iki tane indirdim, bir sabah bir akşam(!)”  Canım sen üç ayeti eğer indir, Hudâ böyle tutar. Kolay şey mi o! Misal gelecek şimdi anlaşılacak çok güzel. Şu:

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ  Eğer bunu okumuş, hâlini giyinmişsen; baş safta, ser-û[22]  tûmmar-ı[23] nedimândasın[24]-[25] Bak ne kadar kat’i kestirme konuşuyorum. Tabi söz benim değil, ben nakilim, nihayet şuradaki makine gibiyim. Ben haddimi bilirim. Ne var onda? Harici bir misal vereyim daha iyi anlaşılsın şimdi o. Bu bir misaldir, bunun daha bir misalini veriyoruz. Bir vakit de verdim bunu. Ama şimdi şumûllendi, konuşma açıldı. Onun içün şey ediyoruz, tekrar ediyoruz.

Tefsirlerden muteber bir tefsir vardır. Hemen hemen her diyarda okunur, rağbet görmüş. Kadı Beydâvi tefsiridir. “Kadı Tefsiri” denir. Bu zât, tefsirini yapmış, yaptıktan sonra hocasına götürmüş. Hocası arif bir adam, sahib-i irfan.

Demiş: “Efendim işte, huzur-u feyzinizde, sizin himmetinizde şunu meydana getirdim. Lütfen nazar-ı akdesinizden[26] bir geçsin.

“Koy oraya” demiş.

Birkaç gün sonra tekrar gitmiş. “Nasıl buldunuz?” demiş.

“Ehh, berhûdar ol, Allah niyetini karşılasın.”

Demiş:“Efendim, sormaklığımdaki cüretimi şey etmeyiniz. Eğer hoşunuza gitmişse, bir kıymet ifade ediyorsa bunu siz daima sık sık padişahla temasınız var. Padişaha arz edin de benim sıkıntım var belki bir ihsanda bulunurlar.”

(Şöyle bir bakmış) Acayip, demiş. “Sen bu tefsiri yaparken Sure-i Fatiha’da:

نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ اِيَّاكَ    ayetine mânâ vermedin mi? (Bir duraklamış) onun mânâsı: Yarabbi Seninle Sana kulluk ederim! Sen beni öyle bir hilkatte yarattın ki Senden başka hiç kimsenin kapısını çalmam! Senden başka hiçbir yere müracaat etmem. Sen yardım ettin de ben hidayet üzerinde kaldım, ya etmeseydin ben kim bilir kime tapardım?  Mânâ vermedin mi?(Bir duraklamış) Al git! Yeniden yaz, tefsiri bir daha baştan başla, ayetlere dikkat et, ondan sonra getir de okuyayım, demiş. Daha elime alıp okumadım.” demiş.

Acaba anlatabiliyor muyum? Bu kadar da bu iş, bu anlattığım mevzû bu kadar da zordur. Tatlı olmakla beraber, öyle pek de kolay değildir.

Kerim olanlar...

İmam-ı Ali Efendimize sormuşlar:
Alçak kime derler? (Diye kendilerinden sormuşlar) Ya Ali İbn-ü Ebû Talip, alçak kime derler?”

Ezellün nâs mu’tezillûn ilâ leîm. (Cevap veriyor)

“İnsanın en alçağı, alçak adama gider de ona beyân-ı iltizâ[27] da bulunur. Yüzsuyu döker, diyor. Alçak bir adama gider, ona beyan-ı iltizâ da… Hatta kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmezler, kardeşim Musa gibi.”

Öyle misal getirmiş. Kardeşim Musa gibi, diyor. Bilirsiniz ki, hepinizin bildiği şey, Firavun diye bir adam gelmiş. Vaktiyle Mısır’da yetişen hükümdarların hepsine “Firavun” derler. O bir lakaptır, fakat Musa’nın Firavunu diyelim, daha iyi anlaşılsın.

Önce o kadar zalim bir adam değilmiş. Aynı zamanda sahası da bolmuş, cömertmiş de. Onun içün Kur’an’da Nemrut gibi o kadar çok çirkin şekilde bahsedilmez. Zulmü, küfrü filan söylenir ama Nemrut gibi hem zalim, hem kâfir, hem hasis. Firavun öyle değilmiş. Fakat etrafındakiler el çırpa çırpa “Sensin efendim!” diye diye, nihayet Firavunu öyle bir zalim yapmışlar ki Allah ile azamet yarışına çıkmış, en nihayet: 

[28] اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş.  “İşte Rab mab Allah filan benim!” demiş.

Önce böyle değil, abid, zahid bir adam.

Fakat o etrafındaki toplanan insanlar: “Senden başka yok, sen yaratırsın, sen halk edersin, senin kafan gibi kafa yok!” filan derken, biraz daha seneler geçtikçe kalınlaşmış, kışırlaşmış[29] kışırlaşmış, nihayet “Sen Rabsin!” demişler. “Biz sana iman ettik!”

O da en nihayet:   اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ demiş.

Onun içün öyle der, Cenab-ı Peygamber: Firavuna iman edenler, Firavundan çoook sene evvel âlem-i nâra giderler. Firavunu onlar Firavun yapmıştır.” derler. Mesela, Nemrut öyle demiyor. Firavun Musa’ya diyor ki en nihayet: “Sana tabi olanlar sana, bana tabi olanlar bana!” Anlatabiliyor muyum inceliklerini? Yani Nemrut gibi bazı öyle zalim insanlar var ki, hiç göz açtırmıyor. “Atın ateşe İbrahim’i!” diyor.  Firavun Musa’yı ateşe atın, demiyor. “Pekâlâ, diyor. Sen mâdâmı ki bu davayı açtın, sana inanan sana bana inanan bana.” Neyse...

Görmüş olduğu rüyayı da bilirsiniz. Bir acib rüya gördü. Rüya, hayatın programıdır. Bazı insanlar “rüya yok!” Rüya hayatın programı. Yalnız rüya ile adgâs-u ahlâm[30] ikisi birbirine benzer. Size onu da anlatayım. Hani midenin şusundan busundan, buharından hâsıl olan… Ona adgâs-u ahlâm denir. O ayrı. Rüya, Levh-ü Mahfûzdan kulun kendi kaderine ait olan bir bahsin ders kaçırılmasıdır. Anlatabildim mi? Fakat onu erbabı olacak, o da ayriyeten bir ilim. O sahayı bilecek.

Ve onun için der ki, Resûl-ü Ekrem: “Rüyayı kıymetsiz görmeyin ve çok emin dostunuz olduğuna iman etmediğiniz insana da söylemeyin. Bileceksin ki bu adam, beni benden çok sever, bir. Bir de gönlünüze çöker, der, hoşunuza gitmez. İçinizden, ‘Bu rüya benim hakkımda hayırlı değil!’ böyle bir acı hissedersiniz, onu ağzınıza dahi getirmeyin, derhal kalkın, iki rekât namaz kılın, Allah’a ‘sil bunu’ deyin, siler” der. Bir şey anlatabildim mi?

Mevzûmuzun haricinde amma hayatta hepimiz yaşıyoruz, birçok hadiselerle. Gönlüm istedi ki sizi de inanmış sınıf diyerekten kabul ettiğimden, yoksa mevzûmuzun haricinde. Fakat en mühim yeridir. En doğru rüya, en doğru söyleyen adamlarınkidir, derler. Bunu da anlatabildik mi acaba? En doğru sıhhati meydana çıkacak olan rüya. Sonra kırk senelik de olurmuş. Yani kırk sene sonra  tahakkuk edeni de olur. Onun öyle ehilleri var ki.

Mesela Şeyh-i Ekber Hazretlerine biri gitmiş, bir rüya söylemiş. Rüyasında zeytine zeytinyağı doldurmaya çalışıyor. Rüya bu ya, zeytini açmış zeytinyağını dolduracağım, diyor zeytine.

Diyor: “Böyle bir rüya gördüm.”
Şimdi git, refikanı boşa, diyor. Derhal boşa!”
“Böyle iş olur mu? Hiçbir sebep yok.”
“Sorma sebebini boşa”, diyor. “Boşa ve hürmet et!”
Israr edince “Annen, demiş.  Annen!”
Nasıl olur!” diyor.

Tetkik ediyorlar. Babası bir diyarda evleniyor. O, altı aylıkken çocuğu alıyor, anasını bırakıyor, başka bir diyara gidiyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Zaman geliyor seneler geçiyor, biri şarkta biri garpta, tesadüfen bir yerde nihayet yabancı zannedilerekten nikâh yapılıyor, evleniliyor. Annesi olduğu tahakkuk ediliyor. Bak rüya, rüya da böyle!

Sonra şey de vardır, Osmanlı İmparatorluğu zamanında, tekkeler kapanmış, Mevlevi dergâhları kapanmış, zannederim Murad-ı Rabia[31] veyahut herhangisi ise hafızamdan çıktı isim. Rüyasında diyorlar ki: Hazreti Mevlana geliyor. Hemen istikbaline çıkmış. Böyle karşılaşırlarken, Mevlana şöyle yapmış. Merak ile uyanmış. O günün muabbiri[32] de bir arif bir zatmış. Çağırmışlar, o Mevlevi tekkesinde yapılan ayinin adına mukâbele[33] denir. Istılâhı[34]. O kadar kibar bir tabir yapıyor ki, bayılır insan irfanına.

“Padişahım, Pirimiz men-i mukâbelenize men-i muvâcehe[35] buyurmuşlar.”  Yani siz onun,  o adabını men etmenize karşı, onlar da yüzlerini sizden men etmişler. Bir şey anlatamadım mı? Rüya bu, rüya ama öyle rüya. Tabiri. Yoruldunuz mu, keseyim mi?

“Men-i mukâbelenize, men-i muvâcehe buyurmuşlar.”

O arif insanlar kalmamış.

Zahirde kaba insanlarla… İlm-i zahirisi var da birçok bilgisi var, fakat irfanı olmayan, böyle benlikle gezen bir kısım halkı hükümdar davet ediyor. Bir de bunları davet ediyor. Sofra kurulmuş; bu kadar, seksen santimlik kaşık, sofrada herkesin önüne konmuş. Şimdi yalnız satır ilmini biliyor, bunun gururunda yaşayanlardan toplanmış olanlar, yemek yenecek başlamış kaşık birbirine vururken “Şöyle dursana yahu, böyle dursana yahu!” diyerekten birbirine hakaret etmekliğe.

Onlar sofradan kalkmış, kalktıktan sonra ahlak terbiyesi görmüş olan insanlar oturmuşlar. Oturduktan sonra bakmışlar kaşıklar seksen santim. Şüphelenmişler. Hani bir hiss-i kable'l-vukû olur ya...

Acaba maddenin kesafetinde boğulanlar bu hiss-i kable’l-vukû diye söylenilen söze ne derler, mânâsına? O hiss-i kable’l- vukû mu nedir o? Onu ben size bir gün anlatayım. O mühim bir iş o. Mesela şöyle durursun da “Zannedersem filanca bugün geliyor galiba, yolda mı nedir?” dersin, tırrrt kapıyı çalar gelir. Nedir o, nereden geldi sana o haber? Nereden geldi o haber? Onun şeyi var mı? Var ya. Var!

Soyun, soyun. Soyunduktan sonra Hudâ insana neler ihsan eder neler.
Bademin kabuğunu kırdıktan sonra şekerden kabuk yaparlar. Acaba anlatabildim mi? Bademin dışında bir tahta kabuğu vardır. Onu kırdıktan sonra ona şekerden kabuk yaparlar. Biraz da ince yaparlar, azıcık da fazla kavururlarsa, onun yemesine doyum olmaz. Maalesef ki Türk şekerini biz kaybettik. Şimdi Türk şekeri yoktur orta yerde. Mevzû nereden nereye uğrattı? İçim yanaraktan söylüyorum. Türk şekeri yoktur. O Türk şekeri, o bir harika o. Öldü o sanat!

Taklit, taklit, taklit!

Sıhhatimize en nafî olan, en büyük ilaç olan o şekeri kaybettik biz. Yok! Nişanlarda verirler, düğünlerde verirler, kutunun içerisinde, altı bakır, üstü teneke bilmem şu bu filan. Bu kadar bu kadar şeker. O yenir mi o. Çakıl taşı gibi yenir mi? Dişini kırar! Emsen lezzeti yok, üzeri boya. Şu kadar şeye kafası aramıyor da dedemin yaptığı şeker nerede, diye arayanını bulamadım. Bu kadar da taklit olmaz ki! Hangi şey yaldızın içerisindedir, kakaoludur onda bir şey vardır, dikkat et sen! Evet, onun ambalajı mambalajı güzel amma karaciğerini berbat eder. Hakiki akide şekeri de veremi tedavi eder.

Hilal-i Ahmer Reisi Ali Paşa vardı. Üç hükümdara doktorluk etmiş bir adam, doksan yaşında, doksan iki yaşında vefat etti. Bizzat o söylemiştir bir gün. “Ben; fakir, vereceğim gıdaları almaklıktan aciz insan geldi mi hasta, onu gözünden hâlinden anlarım. Ona, günde sen iki yüz gram, yüz elli gram, yirmi dört saat zarfında emerek, peynir şekeri yahut esansı bozuk olmayan bir akide şekeri bulup da yiyebilir misin, derim ve onu veririm. Allah’ın da şafi ismi tecelli eder, dipdiri altı ay...”

Tabaka, nişasta ile şeker karışmış, emsen çiğ nişasta kokar. Kırayım desen, dişin kırılır. Fakat o dedenin yapmış olduğu, bademi kavurur öyle bir milim üzerinde şeker böyle sarar, onu yediğin vakitte birisinin yanında konuşursan o bademin kavrulmuş kokusundan o adamın ağzı sulanır. Nerede o sakızlı lokum? Beni ta’yib[36] etmeyin. Mevzûnun içerisinde makam-ı ekil[37] de konuşuyor demeyin. Türk sanatını anlatmak istiyorum. Türk değil misin? Yani dedenin kibarlığını söylemek istiyorum. Mide rahatsızlığı yoktu. Yok ya. Yemesini biliyor. Sabahleyin yatağından kalkar kalkmaz daha otururken, akşamdan hazırlanmış, ufak tabağın içerisinde iki tane rahat-i hulkum[38], yani lâti lokum dediğimiz, hilesiz şekerden yapılmış, temiz sakızdan, üzeri sedef gibi böyle pullanmış, üüüüü içeriye bir karakulak bardağı suyuyla onu aldı mı,  midede rahatsızlık filan öyle bir şey yok. O öldü o, kalktı. Lokum şekeri de almış olsan lastik gibidir. Çek dur böyle, ne tadı olur onun?

Öyle demişti o,  Hilal-i Ahmer reisi idi. Ondan evvel üç hükümdara doktorluk etmiş adam. “Doktorun imanı olmadıkça hasta üzerinde tesiri olmaz.” derdi. Ne mühim şey. “Şahsımda tecrübe etmişim diyor, şahsımda.”

Hâlâ nadim olurum, bir istidâ yazmıştı, onun suretini ben almadım diyerekten, hâlâ içimde bir nedamet vardır, gaflet ettim, ben. Hem hekim hem hâkim, ne bileyim ben? Hem arif hem zarif, öyle bir adam.

“Ben kırk yaşında, dedi. Verem olmuşum. Arkadaşlarımı çağırdım. Birbirimizden gizleyecek bir şeyimiz yok, dedim. Ben veremin had devrine girdim. (O vakit de daha böyle şimdiki gibi değil, şimdi nispeten verem nezle gibi, diyorlar. Kesiyorlarmış, biçiyorlarmış, bir şeyler yapıyorlarmış. Yani eski, eskiden daha korkunçmuş. Şimdi o kadar korkunç değil, deniyor. Benim saham değil, işittiğimi söylüyorum.) Günden güne gidiyorum, çağırdım arkadaşlarımı, beni bir iyi muayene edin. Bizim bildiğimiz mevzûda ben azâmi bu âlemde daha ne kadar kalabilirim? Bizim bildiğimiz mevzûda.”

“Canım işte…”

“Bırakın teselliyi, filan dedim. Kendimi biliyorum.”

“Vallahi, demişler. Azâmi dokuz ay bu ciğer seni taşıtır. Ondan sonra kadere boyun kesmek lazım!”

“Siz iki ay benden daha fazla tahmin ettiniz, ben yedi ay diyordum, siz dokuz ay dediniz. Ama benim dediğim daha isabetlidir.”

Metinim, diyor. İmanlı adamım, müteessir değilim, Allah’a gideceğim diyorum. Biraz da beşeriyetim geldiği vakitte azıcık da bir korku geçiriyorum. Korkum, diyor. Gençliğim bedava geçmiş o, yoksa başka bir şeyden de korktuğum da yok o kadar, diyor. Bütün servetimi topladım, adada köşküme çekildim, dokuz ay zarfında bunu bitireceğim, benim de işim bitecek. Kafaya baksana! Bendeki kafaya, diyor. Bende ki kafaya bak, diyor. (Söyleyeyim mi, ister misiniz yoksa?)

Amcam, diyor. Vefa’da oturur, bir gün adaya geldi. Dedi ki:

“Ali, ben Medine-i Münevvere’ye gidiyorum. Huzur-u Peygamberîde bulunacağım. Senin bir arzun var mı? Bir şey ister misin, bir arzun var mı? Arz edeyim.”

Bana, diyor. Öyle bir şeyle söyledi ki, sanki o sözü Cibril söylüyor, amcam değil. Ööyle yatağın içerisinde diyor, ben bir, bir hâl geldi bana. Bir tuhaf bir, bir şeyim varmış, yokmuş. Müsaade et amca dedim, diyor. (İşte o gaflet ettiğim o) Bir kâğıt kalem istedim, diyor.

Eskiden böyle bir nezaket ananesi vardı, itikat, inanma mevzûu. Anlatabildim mi?

“Zât-ı Cenâb-ı Risalet‐Penâh'a[39]-[40] bir istidâ[41] yazdım.” diyor.

Yazmış. İstidânın içerisinde yalnız şu cümle kırık olaraktan hafızamda kalan, gayet güzel cümleler. Cümlenin bir tanesi bu:

“Ey Şah-ı Resul, ne istedin de olmadı?  [42]  لَعَمْرُكَ misafiri. Beni kabul et. Hayat istiyorum senden!”

Böyle içinde geçen cümleler bunlar.

“Yazdım bunu Huzur-u Risalet Penâhi’ye verirsin, dedim. Ben yine yatıyorum, diyor. O usul neyse o usule devam ediyoruz. On beş gün sonra içimden bir ses: ‘Alçak!’ kendim, diyor. ‘Sıkılmaz herif, imanın vardı niye yatakta yatıyorsun? İstidâyı gönderdin yataktasın. İmanın yoktu orası eğlence mi niye yazdın?’ Bir tekme vurdum yorgana.”

Bana o vakit onu hikâye ettiği vakitte seksen beş yaşındaydı. “Kırk beş sene oldu Allah yeniden ciğer verdi bana, ciğer!” derdi. Bir şey anlatabildim mi acaba? “Allah bana ciğer verdi yeniden ciğer!” derdi.

Demek ki insan bende-i Hudâ olursa... 

Ey hâce ki biz bende-i Merdân-ı Hudâyız.
Ma’niâ da şeyhiz gerçi ki zâhirde gedâyız.
Bî-kayd-ı cihânız bize gelmez, hükm eylemez âlâm.
Ahrârileriz. Bende-i Hazreti Hudâ’yız.

(Buraya nereden girdik? Hatırlatabileceğiniz mi acaba?(....) Ooo çok çok geçtik onları çok. Tamam, kim söyledi? Ha, oradayız. O nirengi noktası, oraları da biraz geçtik ya. Asıl kaldığımız nokta şuydu, ben size hatırlatayım. Mahsus soruyorum, iyi dinliyor musunuz diyerekten.)

Firavun, rüyası gönlüne çökmüştü, değil mi? Tam buradayız işte muabbirleri çağırdı. Çağırdı muabbirleri.

…Firavun üzülmesin diyerekten hafif yollu mânâ vermeye başladırlar, hafif böyle.

“Hayır! dedi. Bana hakikati söyleyin, sizin dediğiniz gibi değil ve hiç mesul etmeyeceğim sizi.” dedi.

Biri dedi ki: “Ben-i İsrail’den bir zât gelecek, senin altını üstüne getirecek.”

Firavun’da karar verdi. Ben-i İsrail’den gelen erkek çocuk imha edilecek. Karısı Hazreti Asiye. O büyük kadın. Ee işte böyle, Allah’ın işi. Karısı en büyük bir veliye, muazzam bir hüviyeti var, ind-i İlahide. Kocası Firavun’da en ileri gelen bir kâfir. Önlemek istedi, önlenmez ki, nihayet biraz tahfif[43] etmek üzere dedi ki:

“Senin tahtın, saltanatın, azametin, Ben-i İsrail’in omuzunda değil mi? Kim çekiyor bunları? Evet. E sen bunların kökünü kazarsan, zaten kendi kendine yıkılacaksın. Biraz kadere tabi ol yahu, dedi. Biraz tabi ol! Kudretle bu kadar yarışa kalkma, hiç olmazsa bir sene geleni bırak bir sene geleni imha et!”

Bu biraz mülayim geldi. Bir sene geleni bırakıyor, bir sene geleni imha ediyor. İşin azametine bakın ki, Musa, imha edilen senede dünya geldi. Bir senede bırakılandan gelmedi de imha edilen senede dünyaya geldi. Acaba neden? Ben size bunu birkaç sefer anlatmışımdır, fakat bugün mevzûda münasebet aldı da tekrar ediyoruz. Hürr mevzûuna getiriyorum bunu. Bu anlattığım şeyi buraya getirmekteki maksadım, bugünkü mevzûda, insan hürriyetine sahip olmazsa, (Hürriyet demek; anlattık bidayette, tekrar etmeyelim.) hiçbir şeye malik olamaz hayatta, ona imkân yoktur.

İki tane aslan tasavvur edin. Biri sahrâ-i beyâban[44] da bir kilometreden kükrese kaçacak delik ararız. Diğer bir aslan da sahnede. Elinde değnek dürtüyor filan, yanına gidip bakıyorsun. O da aslan, o da aslan. İyi ama sıfatları değişti. Ya nasıl değişti? Sahnedeki aslana iğne vurula vurula, dişi söküle söküle, kafasına vurula vurula aslanlık sıfatı kalmadı. Eğer Musa, kesilmeyecek senede dünyaya gelmiş olsaydı, Firavunun yumruğunu yiye yiye, kafası ezile ezile, insanlık hakları tepelene tepelene, hakiki insan hüviyeti kalıp da Firavunla boy ölçüşemezdi. Acaba anlatabildim mi?

Allah, onu Firavunun kucağında büyütüyor, kesilecek senede getiriyor. İşte cilveler döndükten sonra tam bir şehzade gibi, tam bir hürriyetle, ee icabı geldiği vakitte gel bakalım, diye hesap soruyor. Acaba anlatabildik mi inceliğini? Onda muazzam incelikler var. Sonra Allah, öyle diyor:

Hilâfından hâzer eyle Rızâ-yı Bârî'yi gözle
Mukadderde hatâ olmaz hemân yan gel safâ eyle.

"Ben, takdir ettim mi adamı düşmanının kucağında büyütürüm. Ona, onu uşak yaparım. Ben!”

Ger şeved zerrât-ı âlem hile-i peyç.
Bi kazâ-i asumâni heysendu hiç.

Hazreti Mevlana’nın sözüdür. Ger şeved zerrât-ı âlem: Bütün âlemin zerreleri ittifak etseler bir adama hile dokumaklık içün, kazâ-ı asumândan hükmü verilmedikçe hiçtir, hiçbir şey olmaz. Gene bütün zerrât-ı âlem ittifak etseler bir adama bir iyilik meydana getirmeklik içün, kazâ-i asumândan hüküm verilmedikçe, hadise tahakkuk etmez. Olmaz o, nafile satılma! Nafile seciye-i insaniyeni ayakaltına salma. Gölge avına çıkma. Değmez! Zülfe toz kondurma, ruhsara el sundurma, zulme divan durma!

(Neyse yüz sayfasını atlayalım, konuşacağımız yerin.)

Musa, bir gün Firavunun kucağında oturuyordu. Allah’ın gayret sıfatına ait bir bahsi anlatıyorum. Allah çok gayyurdur. Kendisinin kendi sevdiğinin tercihine bakar. Ve bu asırda da tercih imtihanı açmıştır. Hiç kimsenin başka bir şeysine bakmaz, kestirmesi bu. Kim tercih edebiliyor? Ettin mi, bütün noksanınla en yüksek diye, seni kabul eder. En ağır yeri bu. “Beni ve Benim Muhammedimi mevcûdâta kim tercih edebiliyor? Serbest tercih. “Efendim ben onu içimde...” Dinlemez, O.  Etmiş, kusuru var muayyebâtı[45] var filan. Temsil mi etmiş. Sormaz bile. Tercih, oraya bakıyor!

Ver yekî aybî büved bâ-sad hayât
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât
Der-terâzû her-durâ yek-sân keşend

İlâ âhiri. Onu Mevlana gayet güzel derlemiş toplamış. Koca adam.

Ver yekî aybî büved bâ-sad hayât,
Ber-misâl-î çûb bâşed der-nebât.

Hakk’ın kendisini sevdiğini tercih edebilmeklik aşkı ile yaşamış olan bir kimsenin seyyiatı da olsa yarın adalet mizanında o seyyiatı, Allah  “Hasenat diye alırım.” diyor. Kötülükten vazgeçtik, “Hasenat” diye!

Görmez misin diyor, şekerciden nöbet şekeri alındığı vakitte o nöbet şekeri saman çöpüne takılıdır. Samana dizilidir. Tartarken onu samanı ile beraber tartarlar ve “Ne aldın?” dendiği vakitte nöbet şekeri ile saman çöpü aldım, demez hiçbir o şekeri alan, doğrudan doğruya nöbet şekeri aldım, der. Allah da o kulun o tercihini alırken o ismi verir. Tercih ama çok zor. Öyle ağır ki onun imtihanı. Evet. Öyle ağır ki!

Misal verebilir misin? Vereyim sana. İster misiniz? Biraz uzadı ama. Dini bir mevzûdan misal vereyim daha çabuk anlaşılsın.

Bir gün orucunu terk etmemiş, kendisi mükellef olduktan sonra, bir şahıs tasavvur edin. Fakat günün birinde öyle bir topluluğa tesadüf etmiş ki, bu mefhûmda, bu mevzûda yaşayan insanlara hakaret ediyorlar. Dünya bu ya, öyle bir yere tesadüf etmiş ki inkâru’l-Hudâ. Oruç, alay mevzûu olacak. Bu adam öyle bir mecliste bulunmuş. Ama ömründe bir günü yok, hepsini Hudâ’nın emri demiş, emr-i taabbüdü[46] demiş, ifa etmiş.

"Bugün, şimdi bunlar benim öyle bir mü’min olduğumu, Hakk’ın bu emrine gönül verdiğimi hissederlerse bana geri kafalı derler. Ama şimdi bir kahve gelecek yahut bir limonata gelecek ben bunu bir bahane ile diyeyim ki mazurum ben perhizim, diyeyim atlatayım.” İkram ediyorlar bir şey.  “Af buyurun, ben perhizim. Bunlar benim sıhhatim ile alakadar onun içün teşekkür ederim.” dedi, atlattı.

Onlar da onun farkına varmadılar. Zavallı adam yandı. Hakk’ı tercih edemedi. Anlatabiliyor muyum işin inceliğini. Buraya bakıyor şimdi, senin tuttuğuna tutmadığına bakmıyor Hudâ. “Ya, benim hatırımı kırk paralık, yarın leş olacak olan bir camiadan aşağı tuttu!” İyi ama bunun bütün ömrünce kırk beş senelik şeyi var, otuzar günden şeyi var. Hepsi yerin dibine gitti bir defa! Bir şey anlatabiliyor muyum? Bir, bu.

Şimdi öyle de bir adam var ki, bu hususta nefsine mağlup, hayâsı da galip. İmanı da var, tutmuyor, tutamıyor. Fakat kimsede onun tutmadığını bilmiyor. Ömründe bir gün tutmamış, olur ya hayatında bir gün olsun. Yok, öyle bir hesabı yok. Yine böyle bir mecliste o da bulunuyor, ona da bir şey şey ederlerken birdenbire celâle geçiyor. “Benim bugün büyük bir yere gönül vererek, emre itaat ettiğimi bilirsiniz. Bu bana hakarettir, bana hakaret Allah’a hakarettir, tepelerim sizi!” diyor. Anlatabildim mi?

Öyle bir tercih ki, bir milyar sene ömrü olsa da hepsini her gününü de oruç tutsa, o tutandan çok yüksek. Bir şey anlatamadık galiba. Tercih, bunu istiyor. “Kim Benim hatırımı sayabilir?” Bu gibi insanlara ehl-i hâl der ki: “Bunlar mirasyedi şeklinde mânâya sahip oluverenlerdir” der. Nasıl insanın hiç kimseden haberi yokken taaaa bir cihanın bir köşesinde amcası olur, yüzünü görmez, milyonları kalır, ararlar ararlar. “Gel burada elli milyon lira var” derler. Emeksiz ona sahip olduğu gibi, böyle bir takım insanlar da vardır ki, böyle ufacık bir hukuk-u müdafaadan bakarsın ki, Allah bir mânâ tacı giydirir. “Al!” Ama zordur bunlar tabi. Bunlar zor!

Ma’hud[47] kıptinin biz şimdi hepsini anlatmayalım uzun sürdü bu konuşma. Daha da konuşacağımız bahse girmedik. Giremeden ineriz zararı yok. Mevzûun zevkinden hasta çıktım, şimdi çok sağlamım. Belki farkındasınızdır. Çıktığımda hastaydım hakikaten. Atlanmıyor ki, atlanırsa tadı kalmayacak. Nihayet bir gün… Buraya nereden girdik? Ne diyordum?

Allah gayyurdur değil mi? Kaybetmeyin yerlerini, gayyurdur. Çok durur üzerinde. “Beş sual sorarım.” diyor kendisi. “Ben beş sual sorarım insana.” O sualler ne? Onlar dursun, başka bir konuşmada söyleriz. “Ahlaksızlık çok sârî oldu mu, beşini birden sorarım. Devr-i saadet olursa, emn-ü eman[48] olursa, insanlık hâkim olursa, bir tanesini sorarım, geç geç derim. Bir tanesini sorarım geç!”

Hani vardır ya böyle yaramaz ahlaksız talebe, imtihana girer, tesadüfen suali bilse, bildiği hoşuna gitmez. Bir talebe bildikçe hocanın göğsü kabarır, ah bildi bildi diyerekten. Bir tanesi de bildikçe canı sıkılır, bir daha sorar, tek bilmesin diyerekten. Allah da öyle. “Beş tane birden sorarım!” diyor.

Musa, biraz şöyle büyümüş kucakta bir vaziyette. Firavunun uzun sakalı var. Kucağında okşarken sallamış. Hazreti Asiye’de böyle karşıda oturuyor.

“İşte, demiş, Çıktı!”
“Ne çıktı?”
“Benim altımı üstüme getirecek bu! Keratadaki hassasiyete bak. Bu!”
“Masum yahu!” demiş.

“Sen bilmiyorsun, demiş. Elinin sallanış tarzındaki mânâyı. Bir sallama vardır, bir de içinde gizlenmiş mânâ vardır, bunu duyuyorum ben, demiş. Ve derhal imha edeceğim!”
Başlamış ağlamaya Hazreti Asiye, “Yapma!” demiş.
“Şimdiye kadar dinledim kırmadım fakat şimdi yapacağım!”
“Temyiz kudreti yok bunun”, demiş. “Şimdi getir bir tepsi mücevher, demiş.  Bir tepsi de ateş Göreceksin ki, elini ateşe atacak. Mücevhere atmaz, ateşe atar. Artık mücevher dururken elini ateşe atan kimse imha edilir mi, insaf eyle!” demiş.
“Tecrübe edelim, demiş. Bak elini ateşe mi atar, mücevhere mi atar. Bir tecrübe daha yapayım senin içün. Fakat elini mücevhere atacak, göreceksin, attığı vakitte de imha edeceğim!”
“Yap tecrübeni de ondan sonra ne yaparsan yap.” demiş.
Getirmişler, öyle der Hazreti Asiye: “Hayatımda bir yalvarışım vardır, içim çırpınıyordu, kalbimin çırpındığını kalıbım duyuyordu. Aman Ya Rabbi! Ne olur ateşe attır elini. Şu el ateşe atılsın, ne olur!” Böyle. Gelmiş. “Bakıyorum, diyor. Çocuğun eline, daha uzaktan gelirken eli mücevhere dönüyor, diyor. Ben de orada biteceğim, belki de bitecektim, nefesim bitecekti, diyor. Artık hangi el ona elini vurduysa, diyor. Birdenbire ateşe yapıştı, tak ateşi ağzına attı!”

Ağzı yanmış, onun için rekaketli[49] konuşurdu. Musa, rekaketli konuşurdu. Eli de yanmamış, bu da tuhaf bir iş. İnsan eline alınca yanmaz mı? İlk önce eli yanar, sonra ağzı yanar. Yanmamış.

Manzume-i Kuvve-i İlâhinin Reisi olan, kuvveye: “O eli yakma, zalimin sakalını salla!” dedi. “Ağzını yak!” İlk önce o zalime “baba” dedi. Anlatabildim mi? İlk konuşurken Firavunun kucağında büyüyor ya, baba demiş ona. Allah’ın gücüne gitmiş. Hani gayyur dedim ya. Bir şey anlatamadık mı? Hâlbuki o şey değil, mükellef değil. Bir sual vaki olmaz bir şey ama gayret. Allah’ın işleri acayip. Gayret! Sonra ufak bir şeyden Hudâ kırılır. Çok!

Bir misal vereyim de daha iyi anlayın. Bir gün Hazreti Muhammed, Hazreti Aişe’nin odasına giriyor. Girmiş, cariyelerden birisi namaz kılıyor. Buhari’dedir bu, Kütüb-ü Esasiye’de. Sormuş: “Nedir bu?” Yatsı değil. Genç çünkü sinnen tekâmül etse şey etmez, müdahale etmez. Yani mektûb[50] olan, mefrûz[51] olan değil. Nevâfil[52] ki biz şimdi burada diyelim, sevap namazı diyelim, nevâfili ben nasıl diyeyim karşılığını? Anlayıver sen benim diyeceğimi. Omuzuna vuruyor.

“Meh meh/ bırak bırak! Sen bunu bir niyetle bir zevk ile yaptın, yapıyorsun. Buna Allah alışır. Sen sonra yarın yapmadın mı gayretine dokunur, yıkılırsın o vakit. Ne emretmişse onu yap.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? O da mühim bir inceliktir. Gayet mühim bir yeri.

O bana gelir bazen derler ki: “Efendim, bizim çocuk maşallah gece şunu yapıyor, bunu yapıyor.” Kaç yaşında, derim. “İşte on beş-on altı.” O eğer hakikaten ihlası varsa, ona farz olan kısımları yaptırın, nevâfili yaptırmayın. İşte o emirden alırım bunu da, hem şimdi güvenilmez, yirmi beşinden sonrasına bak. Yirmi beşinden sonrasına bak. O ilk önce bir velinin menkıbesini okumuştur, duymuştur. Ona üzenmiştir. “Ben de öyle olayım.” demiştir. O öyle senin ben de olayım demenle değil ki! O, bir Mevhibe-i Sübhânidir. Sonra o hâli tamamen ben alayım! Yelkenli gemi ile kayıkla, yelkenli kayıkla Amerika’ya gidilmez. Gemi lazım. Anlatabildim mi?

Mesela insan-ı kâmilin bir kıssasını anlatırlar. O kıssayı anlatırlarken, onun şeyini de anlatmak lazımdır. Onun hâlini de ki, o adamın ayağı kaymasın. Bizde en mühim nokta böyledir. Herife dersin ki: “Kırk sene kıldın da ne hayrını gördün!” der, kâfir edersin adamı. Anlatamıyor muyum acaba? Roop, kâfir edersin adamı. Öyle değil!

Şimdi mesela bir misal. Besmelesiz iş sonsuz iştir. Herhangi bir işe ki besmele ile başlanır, muhakkak hayır emanet tahakkuk eder. Muhakkak. Ama bunu söylerken, bunun oluş tarzını da anlat, o adamın ayağı kaymasın. Şimdi mesela der ki: “Güzel, kocaman bir boy aynası, kaldırıyorduk, bende Bismillâhirrahmânirrahîm diyerek kaldırırken ayağım takıldı şırakkadak düştü, kırıldı. Hani bizim  besmelenin  faydası?” Der bunu. Ama sen bunun hikmetini anlatırsan bunu diyemez o. O nedir o? Söyleyeyim mi orasını da. Hadi bugün zevkim var söyleyeyim bari.

Cenâb-ı Hak Büyük Kitab’ında:

[53] وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا   buyuruyor ki: “Ben Âdem’e bütün isimlerimi talim ettim, bildirdim öğrettim.”

Âdem bütün Hakk’ın isimlerine, böyle keyfiyeti bizce meçhul, Cenâb-ı Hudâ, Allah; muallim, nasıl talim etmişse, mest-i müstağrak bir şekilde talim etmiş.

Hudâ birdenbire sormuş:  “Senin adın ne?”  

“Unuttum Ya Rabbi!”

“Ha, demek ki kendini unuttun, o halde Ben sende tahakkuk ettim, seni de halife yaptım.”

Sen şimdi o besmeleyi çektiğin vakitte, Allah’ın bütün isimlerini talim edilmiş bir şekilde kendini unutabildin mi? Kendin ara yerden çıkabildin mi? Bu tamamen hâline geldi mi? Ne cam kırılır ne ev yanar, ne şu olur ne bu olur. Fakat kendinde bulunduğun müddetçe ayna da parçalanır, ev de yanar. Anlatabildik mi acaba? Bunun ikisini birden söyleyerekten anlatacaksın ki bir netice meydana gelsin.

(Buraya nereden girdik? Nereden girdik buraya? İyi dinlemiyorsunuz. Nereden girdiğimi söylemiyorsunuz.)

Onu yakmasında da bir merhamet var. Mevlana der ki: “ Ya, Musa, Allah ile serbest konuşmak hakkını aldı ama sen o belaya giriftar oldun mu? O’nun uğrunda ağzı yandı, der. O azabın cinsinden Allah ona ikram eyledi.” der. Onun uğrunda o ağız yandı, yandı ama Allah ile serbest konuşma hakkını aldı. Burasını da anlatabildik mi?

Sen eğer hayatta masum olaraktan bir iniltiye bir sıkıntıya düşmüşsen, bil ki ebediyete inanmışsan eğer, ikinci hayat ki asıl yaşama hayatıdır. “Ahh ne olurdu biraz daha fazla olsaydı, biraz daha inleseydim.”

Kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmez. Buraya geliyoruz şimdi. “Kardeşim Musa gibi” dedi. Bir gün sarayda bahçede dolaşırken, Firavunun adamlarından birisi masum olarak Ben-i İsrail’den birisini tokatlıyor, öldüresiye.

Gelmiş: “Niye vuruyorsun!” demiş.
“Keyfim öyle istiyor!” demiş.

Vardır öyle canavar ruhlu adamlar. Var, zevk alır öyle. Ama Kudret, isterse değiştirir insanı da. Öyle iken başka türlü olabilir.

Seyyid Nizam’da, otururlarken, birkaç arif zât sohbet ederlerken birdenbire bir asker çıkagelmiş. “Selamun Aleyküm” demiş. Girmiş içeriye. On-on beş kişi zurefadan[54] insanlar, muhabbet sohbet esnasında. “Aleyküm Selam, demişler. Oturmuş, er. Gayri ihtiyâri bir sükût kaplamış. Kimse konuşmuyor. Birdenbire birisi demiş ki:

“Evlat nereden gelirsin sen, demiş. Nereye gidersin?”
“Mısır’dan geliyorum, Balıkesir’e gidiyorum.”

“Neler gördün, bu kadar uzun yolculuğunda anlat bakalım.”
“Vallahi hiçbir şey görmedim, demiş. Yalnız, demiş. Bir hâlimi anlatayım size, demiş. Ben, demiş. Asker olmazdan evvel Balıkesir’deyken ceketimi omzuma kordum, sabahleyin evimden çıkardım. Şöyle etrafıma bir bakardım, birisi bana şöyle yan baksa da kafasını şöyle şöyle, şöyle şöyle, şöyle… Yahut birisi bir parça dokunsa da (elleri iriymiş adamın) şöyle şırak diye bir vursam, iki gün dursa böyle. Hep bu neşe ile yaşardım, her gün böyleydim. Şimdi, demiş. Yine aynen gideceğim, sabahleyin kalkacağım. Bu sefer ceketimi giyeceğim, kollarımın üzerinde değil, böyle önümü ilikleyeceğim ve niyet edeceğim. Gördüm ki yolda birisi birisini ezmek istiyor, hırpalamak istiyor, pazılarım da çok kuvvetli, demiş. Onu tutacağım. Gel arkadaş, bu adam zayıftır, seni tatmin etmez. Sen bu işin zevkini bunu dövmekle alamazsın, bak bir geniş surat, büyük bir surat, vur elinle! Anlatabiliyor muyum acaba? İşte ben, demiş. Bunu gördüm bunu biliyorum şimdilik.”

Burada bulunan zât derdi ki: “Hazreti İsa’nın, bir tarafına bir tokat vururlarsa, bir tarafını çevir sözünü, o asker o hâlini anlattığı vakit anladım.” Bir şey anlatamadık galiba. Yok, lazım gelen yerini yine söylemedik ama başka bir zaman. Onun bir hikmeti var. Nasıl olmuş o iş?

“Zevkim içün dövüyorum” deyince “Bir daha elini kaldırma, demiş. Tepelerim seni! E ben vurayım da sen bakalım ne yapacaksın?”  demiş.

Yine Ben-i İsrail’e vururken, o garip adama her neyse, Musa: “Bu el senin Ya Rabbi!” demiş. Şak! Düşmüş ölmüş. Onun içün yed-i beyzâ derler. O sözünden dolayı Cenâb-ı Hudâ diyor ki ona:  (Bir gün size o hikmeti anlatırım.) “Elini koltuğunun altına koy da çıkar bakayım!” diyor. Biraz şöyle koy. Ondan sonra çıkardığı vakitte eli başka türlü görünüyor. Şiirlerde filan geçer, Yed-i Beyzâ.  Yed-i Beyzâ. Neyse, bunlar ilm-i zevk.

Firavunda rüyasında bu hadiseyi görmüş. Musa’da o rüyada sarayda söylene söylene onu duymuş. Bu rüya hakikat benim üzerimde tahakkuk ediyor, diyerekten taa Diyar-ı Medyen’e. Firavuna haber gitmiş ki, yaverlerinden birisini Musa bir tokatla öldürdü. “Hah, işte bu adam. Görüyorsunuz çıktı rüya, takip edin!”

Hududu geçmiş. Geçmiş ama bitmiş. Karanlıklar basmış, bir su dibinde oturuyor. Aç, yorgun, yersiz, yurtsuz, ma’hud kıptinin takibine maruz bir vaziyette. Üç tane… Herkes hayvanlarını suluyor. Üç tane ismet, iffet numunesi… Belli olur, erkeğin de ehl-i hâli belli olur, kadının da ehl-i hâli belli olur. Allah hususi bir hâl verir. Anlatabiliyor muyum acaba? Erbabı bilir. Böyle, mücessem-i edeb-i vefâ.

Herkes gelip suyunu dolduruyor gidiyor, hayvanını yokluyor filan, onlar kenarda bekliyorlar. Çok gücüne gitmiş Musa’nın. Hemen kalkmış, bitâp bir vaziyette ama ne de olsa Musa. Yaklaşmış:

“Sıkılmaz mısınız, demiş. Vak’a ben bu diyarın garibiyim, bağın karibiyim, demiş. Bunlar sizin hemşireleriniz, kendi ırkdaşınız, kendi vatandaşınız. Ne bileyim her şeyiniz.  Hepiniz gider, bak hava karardı, demiş. Bunlar ne vakit gidecekler?”

Bir iki kişi bir şey yani ne müdahale ediyorsun gibi filan derken, Musa’nın Musa’ca gözlerini açmasından titremeye başlamışlar. Kızların hayvanlarını almış, sularını sulamış.

Susuzdur ve had derecesinde de açtır. Kemal-i hürmetle davet etmişler. Davet etmişler, aynen babalarının söylediklerini de kendilerine söylemişler. O gelinceye kadar da Hazreti Şuayb sofrayı kurdurmuş:

“Vakit geçmeden buyurun efendim.” demiş.

Had derecesinde açmış, Hazreti Musa: “Bu sofraya elimi sürmekten Allah’ıma sığınırım!”
“Niçün?” demiş.
“Zira bu sofra zannedersem kızlarınıza yapmış olduğum hizmet mukabilinde kurulmuştur. O göz önüne getirilerek bu hazırlanmıştır. Ben hizmeti Allah’a  yapmışımdır.”
“İşte ödüyor, o sofra da Allah’ın sofrasıdır!”
Şuayb’ın sofrası, Allah’ın Nebisi o, O’nun. Hulâsa, teminat almadıkça elini sürmemiş. Onun üzerine İmam-ı Ali diyor ki:

“Kerim olanlar, kerim olanlara dahi yüzsuyu dökmezler. Kardeşim Musa gibi, Şuayb’ın sofrasına teminat almadan elini sürmedi.” diyor.

Fakat bunlar ahlak mefhûmu ile mânâ mefhûmu ile olur. O mefhûmdan soyunduktan sonra değil kerimin sofrasına, zalimin adi sofrasına bütün insanlık hislerini satarlar!
Bugünkü konuşma bu kadar yeter.

 


[1] Encüm: (Necm. C.) Yıldızlar. Necmler.
[2] Cilm-i sağir: Küçücük cüsse
[3] Elfâz: Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[4] Fuzûlî (Leylâ Vû Mecnûn)

[5] Tarfet-ül Ayn: Göz kapağının bir kere açılıp kapanması kadar geçen kısa ân.
[6] Hamûle: Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü.
[7] Istıfâ:  En saf ve temizini seçip alma, seçkin duruma getirme,getirilme, seçilmişlik, seçkinlik. Ayıklanma, seleksiyon.
[8] İhtirâ: Daha önce benzeri olmayan bir şey îcat etme, bulma.
[9] Hicr Suresi 23’ncü Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[10] Müz'ic: İz'ac edici. Usandıran, rahatsız eden, bunaltan.
[11] Muacciz: Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık.
[12] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp ayırmak
[13] Âlâm: (Elem) Elemler. Kederler. Üzüntüler.
[14] Ekdâr: (keder’in çoğul şekli) Kederler, acılar, gamlar.[14] Ekdâr: (keder’in çoğul şekli ekdārKederler, acılar, gamlar.
[15] Mahûf: Korkunç, korkulu. Tehlikeli.
[16] Şura Suresi 42’nci Ayet-i kerime. وَلَوْ بَسَطَ اللّٰهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِه۪ لَبَغَوْا فِي الْاَرْضِ وَلٰكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَٓاءُۜ اِنَّهُ بِعِبَادِه۪ خَب۪يرٌ بَص۪يرٌ
Meali: Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görür.
[17] Savlet: Bütün gücüyle saldırma, şiddetli hücum, saldırı
[18] Lâşey: (ﻻ ﺷﺊ) Çok önemsiz, çok basit ve değersiz. Bu dünyâ dedikleri lâşeydir (Eşrefoğlu Rûmî)
[19] Peymâne: Büyük kadeh. Ölçek, kile. Şarap bardağı
[20] İbtidâ/İptidâ: Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta.
[21] İntihâ: Son, nihayet.
[22] Ser: Baş, kafa Başkan, önder, reis Doruk, zirve, tepe
[23] Tûmâr: Liste, defter, sicil, kayıt,kıymetli evrak defteri, kitap-sahife gibi anlamlara gelir.
[24] Nedmân/ Nüdemâ (tekili Nedim): Nedimler, yakın dostlar, samîmî arkadaşlar.Sohbet, meclis arkadaşları.
[25] Ser-û-tûmâr-u nedimân, Allah'ın yakın hizmetinde olanların başyaveri mânâsına (Fuad Durgun)
[26] Akdes: En kudsi. En mübarek
[27] İltizâm: Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma
[28] Nazirat Suresi 24’ncü Ayet-i Kerime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ
Meali: Ben sizin en yüce Rabbinizim" dedi.
[29] Kışır/kışr:  Kabuk
  Kışırlaşmış/Kışrî: Kışırda (kabukta) kalan, derin olmayan, sathî.
Bir şeyin iç yüzüne inememek, gerçeğine varamamak.
[30] Adgâs-u ahlâm: Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar.
[31] Murad-ı rabia: Dördüncü Murad
[32] Muabbir: (İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran.
[33] Mukâbele: Bir işin, davranışın gerektirdiği karşı davranış veya iş, karşılık. (Yazıda ki anlamı): Tarîkat mensuplarının bir araya gelip karşılıklı oturmak, ayakta durmak veya dâire teşkil etmek sûretiyle yaptıkları zikir yâhut semâ
[34] Istılâh: Tabir, deyim. Bir kelimenin belli bir ilim dalında kazandığı anlam, terim.
[35] Muvâcehe: Karşı, ön. Yüzyüze gelme. Yüzleşmek. Huzurunda olmak.
[36] Ta’yib: Ayıplamak, kötülemek.
[37] Âkil/Ekil: (ﺁﻛﻞ) ekl “yemek”ten ākil) Yemek yiyen, yiyici
[38] Rahat-i hulkum: Boğaza hoş gelen, rahatlatan şey, Rahat-ul hulkum.
[39]Penâhi/-Penâh: Sonuna geldiği kelimelere “sığınağı, koruyucusu, hâmîsi olan” anlamı katarak Farsça usûlüyle birleşik kelimeler yapar.
[40]Risalet-Penâh: Hz. Resulullah
[41]İstidâ/İstid'â: Dilekçe, arzuhal, istidânâme. Yalvararak isteme, ricâ ve talep etme.
[42]لَعَمْرُكَ     Ömrüne andolsun ki, ömrün hakkı için (Resulullah'a hitaben)
Hicr Suresi 72’ci Ayet-i Kerime لَعَمْرُكَ اِنَّهُمْ لَف۪ي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ
Meali: Ömrüne ant olsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı.
[43] Tahfif:  (Hıffet. den) Hafifletme, Hafifleştirme. Kolaylaştırma. Azaltma. Hafifseme.
[44] Beyâban: Çöl, sahrâ, bâdiye. İmar olunmamış arazi.Kır
[45] Muayyeb/Muayyebât: (Ar. ta‘yіb “kusurlu, ayıplı kılmak”tan) Bir ayıbı olan, ayıplı, ayıplanmış, kınanmış.
[46] Taabbüd: İbadet etmek. Kulluk etmek.
[47] Ma'hud(e): Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. Mezkur, sözü geçen.
[48] Emn ü Emân: Korkusuzluk ve emniyet hâli.
[49] Rekâket: Kekeleme, dil tutukluğu.
[50] Mektûb/ Mektup: Yazılan.Yazılı, yazılmış şey.(Üzerine yazılmış, farz kılınmış mânâsına)
[51] Mefrûz: Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş.
[52] Nevâfil: Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar.
[53] Bakara Suresi 31’nci ayet-i Kerime وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ
Meali: Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
[54] Zurafâ/Zürefâ: (Zarif’in çoğulu) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017