Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

73. Kaset

073 (311) 60 dk (29.11.1959)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek aşk, vazife, kalp, ahlak; bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû daha şumûllü olarak, insan mefhûmu ile alakadar.

Hilkatte hususi bir imtiyaz almış olan insan nedir? Bittabi[1]  tarifi en güç olan da bu kısım. Zira insan; suret itibariyle nihayet altmış, yetmiş, elli, seksen kiloluk, kan ve kemik torbasından ibaret bir varlık. Zahiri görünüşü iki metre uzunluğunda bir çukur istiâp edebilir, alır. Fakat, o içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdunu, o vicdan-ı kibriyasını, bir bölü iki metrelik bir çukur -İki milyon metrelik saha da- alamaz. Bütün saha orada fındık tanesinden çok nokta kadar kalır. Onun içün, bir veçhesi âlem-i kudrete, bir yüzü âlem-i kudrete, bir yüzü de âlem-i hikmete talik edilmiş olan insan...

Nedir bu insan?

Derûnunda iki derya var. İnsanın derununda iki derya var. (Bu konuşmada değil de diğer konuşmalarda sağ kalırsam açacağım. İki derya ne?) Bu kadar büyük bir varlığa sahip olan bir varlık, hiç böyle elli-altmış sene içerisinde söner, geçer gider mi? İnsan bile eline geçirmiş olduğu ufak bir saltanatının gittiğini istemez. Ya Allah?

İnsan püüf diye geçecek gidecek mi? Mensi mühmel, bir köşeye atılacak mı zannedilir? İşte en zor yeri bu. Beşeri takatle bunun hakikati tamamıyla anlatılamaz. Fakat tamamıyla anlatılamıyor diyerekten de terk de edilemez. Onun akisleri vardır, tecellileri vardır. Oralardan bir şeyler insan öğrenebilir. Demek ki insan, kendisine sahip olduğu hâlde henüz kendisini bilemiyor öyle mi? Bilemiyor ya!  Çok defa misal getirmişim, gene o misale müracaat edelim de bir şey anlamaya, anlatmaya çalışalım.

Şurada bir ayna var. Her kim gelecek olursa bu aynanın önüne orada bir şey çıkar. Aynaya bir bakınca... Oraya çıkan kendisi midir? Şöyle bir baksa “Kendimi görüyorum.” Yakasını paçasını düzeltir,  oraya çıkan kendi midir? Efendim işte onun zılli[2], hayali, gölgesi, akisi... Koy, birçok isimler koy! Pekâlâ, bunların her birisi onun kendinin aynı mıdır? Tabi aynıdır. Ayn ta’dil[3] eder mi, bir orada bir orada? Hem burada hem orada olur mu? Peki, gayrı mıdır? Evet, gayrı olsa gerek bu tarife göre. İyi ama çekilince de orada vücûd yok. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Çekil oradan, orada yok. Sen oraya gelince var, çekilince yok. Gayrınsa ayrı olması lazım.  Peki, sen oraya çıktığın vakitte o aynanın sathı ne oldu? Seni istiâp eden yer kadar, oraya gelince o  sath-ı ayna nereye gitti?

Buralarını insan iyi öğrenecek olursa, hayatta kendisini muhasebe-i nefs ile yaşatır. Onun içün söylüyorum, böyle iki ayda bir, bir ayda bir bu mevzûu tazelerim. Bazen yabancı arkadaş görürüm söylerim, bazen aynı şahıslar üzerinde tekrar ederim. Burada insan bir parça düşünecek olursa nefsini hesaba çekerekten yaşar. Hesaba çekince öyle bir ilme sahip olur ki, bu ilmin adına ahlak derler. Bunları bilmeden pek kolay kolay ahlak sahibi olamaz insan.

O ahlak, adamı öyle bir ilme sahip kılar ki, o ilmin sahibi de, şeyi de müşterisi de Allah olur. Bir şey anlatabildim mi? O vakit hürriyet-i fikir gelir, hürriyet-i vicdan gelir, bunların kendisine Allah’ın en büyük bir atiyyesi[4] olduğunu görür, hür yaşar. Hani geçen konuşmada buradan bahsediyorduk. Bu, bu konuşmayla onu bağlıyoruz, birleştiriyoruz yani.

Hür adam kime derler, demiştik. Herkes kendine göre:

“Efendim ben hürrüm, senin dediğinle oturup kalkmam, kaydına girmem, şunu yapmam, bunu yapmam...”

Kendi kendine herkesin sahasında bir benliği vardır. Zavallı! “Hiçbir kayda girmedim!” Girmedin ama nefsinin putuna tabisin. Esir-i nefis olaraktan yaşıyorsun. Kurtardın mı ruhunu nefsinin esaretinden? Hayalinin kölesisin! “Hiçbir şey yok!” Nefsinden kurtarsan da gene bir yere düşersin. Bu sefer de hayaline düşersin. Hayalinin kölesisin. İyi bir adam olabilirsin, fakat hayalinin kölesisin. Tam hür olabilmek içün aslına kavuşmak şarttır. Anlatabiliyor muyuz acaba?

Misal vermiştik. Bizim yemişimiz nerede olacak? Kalbimizde! Bize “Şecere-i insanî” derler. İnsan ağacıyız, biz. Biz de yemiş vereceğiz. Yemişi olmaz, yalnız çalılık, çırpılık, dikenlik olursa onu yakarlar. İnsan da saadet yemişini bu âleme vermezse Allah yakar!  

Onun dünyada misalini göstermiş. Gayet güzel yemiş veriyor, gözünün içine bakarsın. “Ay filan dalı kuruyor mu, filan yerde bir şey var. Kim anlar bundan, buna ne gübresi koymalı, nasıl sulamalı?” Anlatabiliyor muyum acaba? Öyle değil, “cadılaşmış” derler. Ne olur o? Çek at, yansın. İnsan da öyledir. Eğer, yemişini veremezse, cadılaşmış. Âlem-i nâra tarh[5] olur, geçer gider. Günah değil mi?

Dikene su verilir amma gülü almak içün. Fuzûlî ne güzel söylemiştir, onu herkes okur liselerde. Su. Su...[6]
Zâyi olmaz gül temennâsıyla hâre vermek su.[i]

İnce adam, çok güzel görüyor. Zâyi olmaz. Gülü alabilmeklik içün fidanı sularsın, gülü sularsın diken de o sudan istifade eder. Fakat diken goncayı dürter. Her nâdân elini, birdenbire böyle şey koparmasın diyerekten bekçi olaraktan, Hudâ o dikenleri de yapmıştır. Sende Hak ve hakikati görmek, Cananı görmeklik içün, bu şecere-i insaninde diken olan kirpiklerini sula. Bir şey alırsın, sula ama kirpiklerini. Anlatabiliyor muyum? Sula!

Geçen konuşma verdik misali, tekrar ediyorum, aynı misali. İklim-i vücûdunda, şu görünen mazâhirin[7]de hürriyetine sahip misin değil misin? Hür müsün değil misin? Ona misal veriyoruz.

Vişne çekirdeğini dikersin fidan olur, filizlenir, büyür çiçeklenir, yapraklanır. Bir de bakarsın ki çiçeğin ucunda vişne meydana gelir. İlk dikmiş olduğun çekirdeği o vişneden alırsın. Ne oldu? İlk diktiğin çekirdek, hürriyetini ilan etti. Biz de ne vakit nazargâh-ı İlâhi olan kalbimizde, o ayinede Hakk’ı görürüz, hürriyetimizi o vakit ilan ettik. Anlatabildik mi acaba? Yoksa esir-i nefis olaraktan yaşa dur. Hiç! O kolay bir şey mi canım! Onun içün Allah der ki, Büyük Kitab’da, söyler söyler de:

 [8] لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ der.

“Benim bu söylediklerim kalbi olanlar içindür.”

Demek ki böyle iki ayağı üzerinde yürüyüp de konuşup da kalbi olmayan da var öyle mi? Var ya! Hüner kalb-i hayvanî değil, kalb-i insanîdir. Hepimiz de kalb-i hayvanî var, şu sadrın şurasında mahrûtî[9] bir şekil, dört odalı, kanı şöyle yapar, böyle yapar. Bilirsiniz hepiniz, o kalb-i hayvanî. O kalb-i hayvaniye talik edilmiş bir kalb-i insanî vardır. O da herkes de yok diyor, Hudâ. İşte ahlak, o kalbi insana verir.

 لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ söylüyor, söylüyor: “Bu söylediğim kalbi olan kimseye aittir.” diyor.

Kalpsiz gitmeyelim. E bunun acaba kalbimiz var mı yok mu, bunu biz bilebilir miyiz?

Kalp, makam-ı merhamettir. Kalp mahall-i keremdir. Kalp mahall-i muhabbettir. Kalp mahall-i ihsandır. Anlatabilmiyorum galiba! Say bu sıfatları varsa, muazzam kalbin var. Bunların hiçbirisi  yok, işte bir et parçası var. Geçer gider!

Ama o acımak, bilâ-kayd-ı şart olacak. Kısım kısım acırsan nefsinden geliyor, aldanıyorsun. Aldanma! Çünkü Hakk’ın tecellisi her zerrede mevcûttur. Buna acırım buna acımam, bunu severim bunu sevmem. Olmaz! O nefsinden gelir. Bak! Acıma hissin çok kuvvetli mi, keremin bol mu, ihsanın var mı, affın gadabına galip mi, sabrın her şeyin üstünde mi? Bunların hepsinin ölçüsü var. “Bunlara ben sahibim!” O hâlde sizin için şey yok, tehlike yok. Hiç yok.

[10] وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ  der Allah, Büyük Kitab’ında.

Hırslanmış, gadabı burnunun ucunda dumanı tüterken “Seni Hak namına, af ettim!” derse Benimdir, diyor. Soğumuş, ara yerden üç sene geçmiş, beş sene geçmiş,  on sene geçmiş. “Canım gelin etmeyin bakalım, şu ölümlü dünyada ne olacak siz birbirinizle şey, merhabalaşıverin”  Eh, hoş ama Hakk’ın istediği şekil de değil. Nefisten gelen şeyler. Anlatamıyorum galiba değil mi? Dumanı üzerinde tam, burçak burçak gadabı terliyor. Hakk’ı görüyor, ayağının altına alıyor, eziyor. “Daha hâlâ mı sana uşak olacağım ben!”

Bu sıfat hayvana ait bir sıfattır.  Bunun kullanıldığı bir yer vardır. Hak meydanında bu gadap şecâata döner. Dikkat ediyor musunuz acaba? İşin şekli değişiyor o vakit. O vakit nefsinden olmuyor o. Onların hepsi, ahlakın verdiği aşk ile olur. Zira aşk; hasisi cömert, mütekebbiri mütevâzı, çirkini güzel yapan şeyin adına derler. Yeni bir tarifini yaptım size.

Gelelim mevzuun… Yarım bırakmayalım. Dedik ki buraya baktı. Bunu söylemekten maksat, biz ihtiyârımız olmaksızın, hemen hemen her konuşma tekrar ediyorum. Sorulmaksızın bizi buraya sevk etmişler. Öyle değil mi? Sordular mı hiçbirimize: “Beyefendi bir âlem-i şuhûd vardır, dünya denilen bir sahne vardır. Teşrif eder misiniz?” Sorulmadı değil mi? Giderken? Kâtip yazısını yazarken, amir kumandasını verirken, öteki filan işini yaparken, “gel!” dediler mi? Yok! “Paydos, hayattan azl oldun!” emri geldiği vakitte hiç kimsede kıpırdanma yok. Hiç!

Ölümü öldüremiyorsun, kabrin kapısını kapayamıyorsun, beşerden aczi gideremiyorsun, niçün kafanı yukarıya kaldırıyorsun! Ölümü öldürebiliyor musun? Hayır! Kabrin kapısını kapayabiliyor musun? Paydos, bu kapıdan içeriye kimse girmeyecek. Beşerden aczi giderebiliyor musun? Onu da gideremiyorsun. Niye kafanı yukarıya kaldırıyorsun? Niçün insanlığı inletmeklik içün hazırlanıyorsun?

Sormuyorlar gelirken: “Bir dâr-ı iptila var dünya denilen.” giderken de sormuyorlar. Geliş ve gidişte herkes müsâvi, o hâlde niçün diğer insanları inletmeklik tahakkümünü kendinde görüyorsun kardeşim? Geliş ve gidişte müsâvi değil mi?

Çok eski konuşmalarda bir misal getirmiştim. Murad-ı Râbi,  4.Murat. Bağdat’ı fethetmiş, gelmiş tımarhaneyi geziyor. İşte her yeri geziyor. “Bir tımarhaneye uğrayayım bakayım.” demiş, uğramış.
Bir deli, elinde bir kalem kâğıt, bir hesaplar yapıyor,  bir şeyler.
Durmuş, böyle. “Ne yapıyorsun sen?” demiş.
Sert de bir adam. “Niye bağırıyorsun öyle, demiş. O burada geçmez! Sen, demiş. Evet, vak’a on binlerce, yüz binlerce orduya kumanda verirsin. Buna da versene bak. Ama Kudret sana çok misalini kaçırmıştır, demiş.  Şu sineğini kov bakayım, demiş. Dinlet sineğe sözünü!”
Murat şaşırmış birdenbire.
“Dinletsene sineğe sözünü, demiş. Bak sinek var şurada, demiş. O vakit ben sana selam duracağım, demiş. Dinlet şu sineğe sözünü, demiş. Beni iz’âc[11] ediyor, dinlet!”
“Peki, ne yapıyorsun?” demiş.
İndirmiş azıcık sesini. “Ne yapacağım, demiş. Murad’la aramızdaki serveti hesap ediyorum.” demiş.
(Murad) Gülmüş.
“Ne gülüyorsun?” demiş.
“Niye gülmeyeyim, demiş. Sultan Murad, şöhret afak-ı cihan bir hükümdar. Şimdi Bağdat’ı da fethetti geldi. Muzaffer. Öyle bir hükümdar. Bunla senin servetin bir olur mu?”
“Yaptım hesabı.” demiş.
“Ne çıkardın?”
“Üç akçe benden zengin.” demiş. Üç akçe.
Gene gülmüş. “E nasıl çıkardın?” demiş.
“Şimdi bir sual sorayım sana. (demiş, 4.Murad’a) Bir işin evveline mi hüküm verilir sonuna mı?”
“E tabi sonuna hüküm verilir.”
“O hâlde hesap çıktı, demiş. Mizanını yaptın, sen kendin de yaptın, doğru hesap.” demiş.
“Nasıl?” diyor.

“Düşündüm, taşındım, neticede, diyor. Sonunda Murad’ı da boyunun aldığı kadar bir çukura koyacaklar, beni de boyumun aldığı kadar bir çukura koyacaklar. Çukurlarda farkımız yok.  Yalnız, Murad hükümdar olduğu içün bunu on bin kişi, yirmi bin kişi, otuz bin kişi, cenazesini teşyi eder. Biz de hastayız diyerekten bacağımızdan üç kişi sürükler, tıkar. Fakat ne onun on bin kişisinden bir kişi çukurun içerisine beraber giriyor, ne beni getiren üç kişiden bir kişi giriyor. Hiç girmiyor, kimse içeriye girmiyor, demiş. Bir ayağı dışarda bir ayağı böyle duraraktan duruyor, demiş. Şöyle, düşerim diye de korkar, demiş. Çukura girmeyi sen bırak, oraya girmez girmiyorlar. Kapaklar kapandı mı müsâvi.” demiş.
Murad demiş ki: “Peki, bu üç akçeyi nereden buldun? Farkı.”
“O hükümdar olduğu için onun son elbisesi, o cepsiz elbise, demiş. Kefen denilen şey, Beytü’l-Muazzama’dan gelir, yol masrafı olur. Bizimki de karşıki attardan alınır.”
“Sen kalk gel bakayım benle beraber, demiş. Kalk, gel benle beraber gel bakalım!” 

Evet, gelmede gitmede hiçbirimize bir şey sormuyorlar. Giderken de sormadılar. Gelirken de sormadılar. Neden, bu kadar şey gösteririz biz sonra. Şeyde gayet basit değil mi ya, geçirilen dakikalar? Kaç yaşındasın? “Otuz.” Ortaya bir şey koy. Koy ortaya bir şey. Hiçbir şey yok! Niçün koyamaz? Koyamayacağını zaten Hudâ yemin etmiştir ya!

 [12]. وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ   وَالضُّحٰىۙ

Gece ile gündüze kasem ederim ki! Allah öyle diyor. Gece ile gündüze kasem ederim ki! Ne var o gece ile gündüz? Hani birisi böyle alıp da okuyacak olursa, bundan ne çıkar, gece ile gündüze? Ondan bütün şeyi bağlamış. Bütün varlığı bu iki cümlenin içerisine bağlamış.

“Celalim hakkı için gece ile gündüze yemin ederim ki!” diyor, Hûda. Ne demek o? “Bütün hadisatı doğruyorum. Benim kaza makasım o. Gece yaparım, gündüz yaparım, açayıp kapadıkça senin ömür kumaşını cayır cayır, kesiyorum. Hadisatı kesiyorum, kâinatı kesiyorum, varlığı kesiyorum. Parçalıyorum ya! Son makas da biraz dokunur sana, karışmam!” diyor. Acaba anlatamadım mı?

Haberin olmadan boyuna dokunur, fakat son makasta bir parça hıyt derken, gel dendiği vakitte o son makas, dokunur adama. Gel şu makası dokundurtmadan gidelim. Gece ile gündüz. Haberimiz bile yok, gece gelir, gündüz gelir, sabah kalkar akşam...

İyi amma hilkatten gaye ne?

Otuz yaşındayken bir şey yok, kırk yaşındayken bir şey yok, elli ol yine yok, altmış ol yine yok, yüz ol yine yok, beş yüz ol yine yok. Orta yerde bir şey yok! Hâlbuki bir şey olması lazım. Hakk’ın marifetinden mâadâ ne kadar zevk varsa hepsi geçicidir.  Hepsi! Kendi üzerinde görmüşündür onu ama ismini koyamamışındır.

Mektebe giden çocuk; eğer hakikaten, kendi iştiyakı zevki ile aşkı ile gidiyorsa onun o seneki gayesi “Şu sınıfı bir geçeyim!” der, geçer. Bir iki gün sürer o. Ondan sonra ağzı ile söylemez, o hesabı kendi bulamaz, fakat hâli onun onu ifade eder, konuşur. Bu değilmiş, der. “Aradığım bu değil!” Müntehi talebe olur. “Bir mezun olayım, çıkayım, hayata atılayım!” der. Sanki hayatta değilmiş gibi! Hayatta değil misin, hayata atılacan(!)  Neyse... Parlak bir netice ile tercihen çıkmışsa şöyle az çok...  

Malum ya insanlar mektepten birkaç türlü mezun olur.  Bir kısmı biliyormuş gibi görünür, muhiti de onu biliyor zanneder. Bu da ayrı bir şeydir. Öyle çıkar. Bir kısmı çok iyi bilir, bildiğini meydana koyamaz, içinde kalaraktan çıkar. Anlatamıyor muyum acaba? Öyle çıkar. Bir kısmı, hem kendi bilir hem muhiti bilir hem Hudâ bilir, öyle çıkar. Hangi türlü çıkarsa çıksın, nasıl çıkarsa çıksın. O üç beş gün, onun bir zevki vardır, fakat yine hâliyle “Aradığım bu da değil!” Örfün tabiri ile hayata atılır, binler kazanır veyahut kazanamaz, çile çeker. Onları biz bilmeyiz hikmetini. Hikmet-i meskûtun-anh.[13] Yalnız şunu bilmeli ki

[14]وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يد diyor, Allah. “Ben hiçbir vakit, tenezzül etmem ki bir kuluma zulmedeyim. Ben bundan münezzehim!” diyor. “Herkese ne layıksa onu veririm.”  Sen onu küçük görmüşsün, acaba onu sevmedin mi? Hayır. Orayı biz bilmeyiz. Onlar ayrı.

[15] فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ  يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ   “Numara kağıdını okuduğum gün anlatacağım. Numara kâğıdını okuyacağım herkesin, hep içte kalmış olan şeylerin dışını çıkaracağım ben. Hiçbir kuvvet, hiçbir yardımcı, bulunmadığı gün, senin takıntı olan yerlerini açıyorum, bak bakalım!”

 يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ  Bütün serair gizlenmiş, akılların fikirlerin halledemediği. فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا

Acaba o numara kâğıdı okunmadan evvel bilen olur mu? Yaa, bilen olur ya. O az çok dünya işine benzer. Sınıfta daima bâz’ül-eşheb[16] at oynatıyor, Allah meydanında. O da ilim üzerinde ilerlemiş. Hoca çekiniyor mesela, dersi okuturken  “Acaba bir yerinden beni yakalar mı bu talebe?” diyor. Anlatamıyor muyum? O imtihan, numara kâğıdını beklemez, çıkarken sorar hocaya. Canım sen ne soruyorsun, der o ona. Anlatamadık mı acaba? Ama her sahada geri, sorabilir mi? “Bana ne verdin?” Kaçar kenarından. Öteki sorar, “Senin sormana lüzum var mı ya? İstediğin gibi oldu.”

Böyle, Hak ile de konuşmak hakkını alan insanlar vardır. Onların gidişleri de arzuya tabidir. Hani ben gelişte gidişte ihtiyâr var mı, dedim amma onun hiçbirisi de yalnız şey etmez, Hakk’ın davetini. Biraz daha durayım, demez. Bekler çünkü o davetini.

Neyse mevzû daha uzuyor. Şu olur bu olur, hepsi üç gündür beş gündür zevki, ondan sonra siner. Vakta ki Hazreti mevt gelir. “Ahhh, seni arıyormuşum amma adını koyamadım!” der. Anlatabildim mi acaba? Ben seni arıyormuşum amma vuslat mı? Aslıma mı gidiyorum? İsmini koyamamışım.

Yoksa bizim bu mazâhirden, bu âlemde bütün zevklerin hepsi fani, geçici. Bir zevk var, o bakidir. Ona, Allah zevki derler. O zevki adama ahlak tattırır.  O zevki tadanın nazarında ferşten arşa kadar olan saha, sivrisineğin kanadı kadar gelmez. E biz bunları bu âlemde tadabilmek içün aynı istîdâtla gönderilmiş, Hakk’a naib olmuş olan insanlarız. Günah değil mi, dedikodu ile ömrümüz geçer? Nefsimize esir olmuş, geçip gidiyoruz.

İki türlü sarhoşluk vardır, biri bizim bildiğimiz içki sarhoşu. Nihayet ayılır. Herkes vücûdundaki kabiliyetine göre, bünyesine göre. Şu kadar saatte, şu kadar anda. Fakat bir de gaflet şarabı vardır ki, bu şarabı içen ancak ölürken ayılır. Öyle fena bir şaraptır. Ancak ölürken ayılır. Ondan evvel ayılamaz. O vakit de faydası yok! O vakit fayda yok! Olsaydı Firavuna olurdu.

Hak, insana kendisini ya tav’an[17] kabul ettirir veya kerhen[18] kabul ettirir. Akıllı olanlar tav’an inananlardır. Yoksa imkân mı var ki kendisini tanıtmasın. Ona imkân var mı? Firavun, hazreti mevt’i karşısında görür görmez öyle dedi. Hem o kadar kurnaz adam ki, doğrudan doğruya iman ettim demiyor da:

آمَنْتُ بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى   [19]   “Ya Rabbi Musa’nın, Harun’un iman ettiğine iman ettim!” diyor. O vakit… Malum ya:  Bir iman-ı felsefi vardır, bir de iman-ı şer’i vardır. Söyleyeyim mi ister misiniz? İman-ı felsefi, işte bazı işte iki-üç sayfa, beş-on sayfa okuyup yahut neyse bir hayvan yükü kitap okumuş filan, bir parça şey etmiş: “Evet bu âlem böyle boş değil, bir gizli kuvvet var!” Ne gizli kuvveti ya!

Hakk'tan âyan bir nesne yok, Gözsüzlere pinhân imiş, diyor. Aşikâr desene şuna, onuruna mı dokunuyor.

“Bir gizli kuvvet var. Hakk’a el vermiyoruz amma bir gizli kuvvet var!” Buna iman-ı felsefi derler. Allah böyle imanı kabul etmez. Hiç! “Efendim o Allah tanırdı ama işte şunu bilmem şuralarında dururdu.” Hiç tanımaz öyle şeyi Allah. Dinlemez! Koskoca Fahreddin[20] de dinlememiş de nihayet Necmeddin[21] imdadına yetişmiş. Dinler mi?

Ona iman-ı felsefi diyorlar. Bu asırda pek çoktur öyle insanlar. “Evet, yapmış olduğum tetebbü[22] nihayet beni bir kuvvete götürdü!” Sen onu kafanda buldun değil mi? Senin kafan da bulduğun Allah olmaz. Acaba anlatabildim mi? Senin kafan da bulduğun hadisdir. Allah hadis değildir. -En ince noktası bu- İlim ile Allah bilinmez. Allah ile ilim bilinir. Sen ne, nerende bulsan o kafanı, aklınla buldun, hadis! Fikrinle buldun, hadis. Hadis! Allah hadis değildir. Ondan münezzeh O.

Firavunun da öyle bir imanı vardı. İman-ı felsefisi, hani asrımızda konuşulan gibi bir gizli kuvvet, evet “Bir Allah” diyordu. Fakat Musa’yı kabul etmemişti. Musa’nın beyanı, Musa’yı kabul etmeyince Musa’nın beyan ettiği Allah’ı bilemedi. Son anda anladı. O kadar zeki herif ki kendim iman ettim, demiyor da “Musa’nın, Harun’un tanıttığı Allah’a iman ettim!” diyor. O vakit Hudâ diyor ki: “Sok bunun ağzına çamuru!” Bunu şey zannederler, sokak çamuru zannederler. Hayır, kesâfet mânâsınadır o. İrtikâp etmiş olduğu bütün cinayetlerin filmini çevir, gözünün önünden bütün yaptığı kötülüklerin filmini çevir. “Bundan sonra mı bana? Tepele!” Bir şey anlatamıyor muyum? Bundan sonra öyle mi? Yok tepele tepele, diyor.

O bir Fahreddin dedim, neydi o filan, belki de merak edersiniz. Ediyor musunuz, söyleyeyim mi? Beş yüz küsur eser meydana getirmiş. Her ilimde mütehassıs. Acayip! Sema ilminde ihtisası var, kimya ilminde ihtisası var, riyazette ihtisası var, yarım insan boyu Tefsir-i Kebir’i var. O vakit matbaa filan yok, elle yazıyor. İki tane kitabını okumaya ömür kâfi değil. Nasıl iş bu? Aklın durduğu yerler de buraları. Ki bunlara Ulemâ-i mütebahhirin[23] denir. Ben şöyle anlarım onları, bir denizin kenarına oturmuş, almış eline bir kova, hüüp hüüüp, boyuna. E orada su birikir tabi. Bir damlanın dibine oturmuş, tık,tık,tıkk… Ne çıkacak oradan? İşte bizim yaptığımız gibi üç satır yazı. Anlatabildik mi acaba?  Dibine oturmuş böyle. Düşünmüyor, düşünmüyor. Böyle bir adam.

Bir gün bir heyet yanına gelmiş. Müteessir ağlıyor. “Niye ağlıyorsun?” diye sormuşlar.

“Kırk senedir, demiş. İlimde bir mevzûu böyle halletmiştim, öyle iman etmiştim. Şimdi bugün bir başka delille benim bildiğimin yanlış olduğu çıktı. Onun içün ağlamıyorum, diyor. Ya, diğer bildiklerim de böyle zamanla birer delille yanlış olduğu meydana çıkarsa benim halim nece olur?”

Onlar gelmişler, geçmişler, gitmişler. Bunu ben size anlattım amma şimdi bugünkü anlattığım mevzû ile onu birleştireceğim daha iyi anlayacaksın.

Zaman gelmiş, Fahreddin seyahate çıkmış filan. Hac mevsimi yaklaşmış. Bir de hac yapayım, demiş. E tabi asrın feridi bir adam, o zamanın orada bulunan emiri kendilerinden rica etmişler, demişler ki:

“Bir ders yapın, milyonla insan var, istifade etsin.” 

Pekâlâ, demiş. Çıkmış kürsüye. Şöyle bir yoklamış kendisini, bir harf yok hafızasında, hiçbir şey yok! Bilgi namına bir şey yok. Biraz sıkılmış filan, yok. Burnunun içinde değil ki bir yerden gelir o, çekmişler. Onu herkes zannederki kendisinin, burada duruyor. Burada birşey yok, ooo durur. Çekmiş! Pili takarsın oraya cereyan gelir. Çekmiş, çekince ne gelecek? Buz gibi durur öyle. Bir şey yok. 

“Rahatsızlandım,  demiş. Başka bir zaman inşallah tekrar ederiz.” demiş, inmiş aşağıya. Gitmiş odasına kapanmış. Kapanmış odasına, hizmetçisine demiş ki: “Kim gelirse hasta der açmazsınız”, demiş. “Hiç kimseyi istemiyorum.” Kapanmış secdeye “Affet beni!” diyor. “Nedir bu hâl!” diyor yahu. Öyle gözleri olmuş şiş. Üç gün sonra bir meczub-u İlâhi, geleni sokmuyor demek ki. Gelmiş oraya:

“Ne yapıyor Fahreddin? Ben kendisini göreceğim.” demiş.
“Rahatsız!” demiş. “Şimdi müsaade edin.”
“Gir içeriye de ki: Bu gelen gidicilerden değil ve kendi içün hayır olur inşallah.”
Aynen nakletmiş. “Böyle bir tuhaf bir adam geldi.”
“Buyursunlar” demiş. İçeriye girmiş. “Ne o filan?” demiş.
“Hiç, demiş. Şöyle bir rahatsızlık var da...” demiş.

“Hâlâ mı hile yahu”! Demiş. “Hile yapan adam, Allah’a hırsızlık yapan adamdır ki, rezil olur sonra!” demiş.
Güzel bir tarif ama. Hilekâr, Allah’ın varını çalmaya kalkan adamdır, demiş. Anlatabildik mi acaba? Çok güzel bir tabir.
“Şimdi onu bırak da, demiş. Anlat bakalım ne haldesin?”
“Eh, bunları söyleyen bizim ne halde olduğumuzu bilir.” demiş.
“Sen, demiş. Beyt’ül- Muazzama’yı gezerken hiçbir kimseye kalbinden şöyle buğz ettin mi, nefretle baktın mı?”
Bir duraklamış. “Evet” demiş.
“Neden?” demiş.
“Vallahi, demiş. Beşeriyet mi her neyse bize herkes tazim eder hürmet gösterir, bütün. ( Mesela o geçer gezerken, herkes böyle açılıyor, tabi “Fahreddin geçiyor” diyorlar. Serbest serbest geziyor. Herkes kıyam ediyor, bir hürmet gösteriyor.) O Beyt’ül-Muazzama’ya girdiğim vakitte, demiş. Bir insan, murabba[24] oturmuş, şöyle bağdaş kurmuş, böyle oturmuş.  Hiç benim yüzüme bile bakmadı. Şöyle baktı,  şöyle bir baktı, yani sende adam mısın gibilerden. Bu hâl benim tuhafıma gitti, şey ettim demiş. Nefret ettim.” demiş.

“O zât, hürriyetini ilan eden zâttır.” Birleştiriyor muyum konuşmayı, anlıyor musunuz?

“O zât, kalbinde daima Hakk’ın tecellisini gören, onu gördüğü vakitte aslını gören demektir, aslını gören ise hür demektir. Binaenaleyh onda hürriyet var, adamın nesi varsa alır, demiş. Ona Muhyiddin, derler. Sen, demiş. Ömrün olsa da böyle on bin sene böyle kalsan, yine o kaybettiğini geriye alamazsın! Ama demiş. Ben biraz nazlı adamımdır, Muhyiddin beni tanımaklık mecburiyetindedir. Sana iltimas etmeye geldim, kalk da götüreyim.” demiş.

Şimdi dikkat ederseniz, mevzûda birkaç şeyler meydana çıkıyor. Biri, insan bilmez, hayatında bir kırık kalbe dokunur, yanar gider. Silsilesi de yanar. Ufak bir kıvılcımdan bir bina tutuşur, bakarsın ki, binlerce ev yanar. Anlatabildim mi? Bu manevi yangın da böyledir. Ahlak yangını da böyledir. Taa bir yerden öbür tarafa sirayet eder. Ya buradan öbür tarafa nasıl sirayet etti dersin, sirayet eder. Öyledir bu. Dikkat olunacak nokta, ahlak mevzûu. Bir garibin kalbi üzerinde oynarsın, berbat olur gider insan. O bilgiler, milgiler, hepsi söner, geçer, gider. Öyle diyor.

Düşdi yere her kim ki kıldı  bize  adâvet.

Kim derd-keşiz hû tîr-i kazâyız hû fukarayız, diyor.

Neyse almış götürmüş Mekke’ye. Onlar kerim insanlar. Görünce gülmeye başlamış.
“Daha çocuksun bak, demiş. Oyuncağını elinden aldık, ağlamaya başladın.”
Yani onun bildiği bütün bilgilere, oyuncak mânâsı veriyor. Neden?

 “Sen çünkü satırlardan bir şey öğenmişsin. Bir sadırdan, vasıtasız ilim öğrenmedin. Hep ölenlerden öğrendin, ölmeyenden almadın.” diyor. Bir şey anlatamıyor muyum?

“Senin bilgin hep ölenlerden, Ya ölmeyenden almadın. Oyuncaktır diye oyuncağını elinden aldık, ağlamaya başladın!” Ondan sonra, sana bu cilveyi yapmamın sebebini söyleyeyim, diyor.

“Ben senin birçok şeylerini okudum, takdir ettim. Tıbba ait bir şey yazmışsın. Hakikaten çok güzel. Felekiyata ait bir eserin var, okudum. Ne kadar muazzam? Çok iyi. İlm-i hendeseye ait bir şeyler vaz etmişsin, kanun gibi, gayet güzel. Fakat diyor; “Bunlar olmasın demem, güzel bunlar olması lazım, fakat lüzumundan fazlası da… Ömür bitmek üzere, diyor. Bak, salıvermişin kendini. Yarın bir âleme gideceksin, seması başka, bu kitabının neresini okutabileceksin kimseye? Sema başka türlü orada, diyor. Öyle bir âleme gideceksin Hasta yok, diyor. Kimi muayene edeceksin yahu? Lüzumu kadarını almışsın bunun sen amma orada yok hasta! Tık tık edecek yer yok. Öyle bir yere gideceksin ki, arsası senin metronla ölçülmeyecek. Bunlar lüzumu kadarı olmuş, vazifeni yapmışsın.” Sonra, diyor. “Senin yanından bir heyet geldi bana. Sen bir gün yine böyle ağlıyormuşsun ‘Kırk sene evveli bir meseleyi böyle biliyordum şimdi o aksine çıktı, ya öbürküler de öyle çıkarsa!’ diyerekten, ne kadar yerinde, demiş. Çok güzel! Sen artık, ölmeyenden bir şey öğrenmeye çalış bakalım. Bunu burada bırakalım, diyor. Mâmâfih, ben de seninle meşgul olamam, doğru Maveraünnehir’e, git o Türk Necmeddin’e.” Necmeddin-i Kübra.

Koşa koşa gitmiş. Koca Necmeddin de dostları ile toplanmış, tatlı bir sohbet âleminde. Selam vermiş, içeriye girince, şöyle bir bakmış. “Öff Muhyiddin!” demiş. “Öf, öff, nerede kıpkızıl bir kâfir var, bana gönderir. Ol biraz meşgul ol, yahu!” demiş. “Öf!” Fahreddin için söylüyor böyle. Verin buna bir oda bakalım, demiş. Vermişler işte. Daire-i terbiyesine almış, talim-i tedris ediyor. Olacak, olacak. Bir celalli zamanında Necmeddin geçerken oradan, önüne çıkmış demiş ki:

“Efendi, bütün bilgilerim bitiyor!” (Bırakamaz oyuncağını)
“İyi, demiş. O tamamen silindiği anda sen vasıtasız ilme sahip olacaksın.”
“Onlara çok emek verdim.” demiş.
“Bunu çıkarın rica ederim.” demiş. Çıkarıyorlar.

Ama onlar büyük insanlar. Yine bir gün Hazreti Necmeddin bir talim-i tedrisinde, Hak ve hakikate ait bir bahsi anlatışında birdenbire bir sükûta geçiyor. Boynunun üzerine, kalbinin üzerine boynunu büküyor. On beş dakika yarım saat-bir saat filan, ter içerisinde. Burçak burçak, mevsim soğuk, ter içerisinde. Sonra birdenbire “Ohh, elhamdülillah!” Tabi herkes merak ediyor, nezaketen de soramıyorlar.

“Tanırsınız, diyor. Şu Fahreddin var ya, şimdi Hakk’a yürüdü gitti. İyi bir makam ile gitti, temiz bir aşk ile gitti, fakat ne çekti? Son anındaydı, iblis musallat oldu! ‘Allah’ı Nasıl tanırsın. Allah’ı nasıl tanırsın?’ Nihayet, söyle ona ki: Allah’ı Hazreti Muhammed Aleyhissalat’ın tanıttığı gibi tanırım!” Anlatabildim mi?

Hani bir mevzû çıkmıştı, iman-ı felsefi, iman-ı şerri diyerekten. “Hazreti Muhammed Aleyhissalat-ı Vesselam’ın tanıttığı gibi tanırım!” dedi, aldı çekti gitti. Ve tam bir insan-ı kâmil olarak lazım olan makamına geçti.

Şimdi bize burada lazım olan, benim bu sözlerimden iman-ı zevke çıkanlar bir şey anlayabilir. Ben de sizi öyle görüyorum da konuşuyorum. Yoksa maddenin kesâfetinde olan insan bundan bir şey anlamaz. İnanmaz, o ayrı. Kitabı, parasının üzerindeki yazı olana ait değil, fakat inanmış duymuş zannı ile. Bize lazım olan yer var burada. Öbür tarafına ister zevk edilsin ister edilmesin.

İnsan, bir kalp mevzûu var, bir de bütün varlığın ariyet olduğuna ve hiç kimsenin elinde bir şeysi kalmayacağına ait olan derin bir derinlik var. Allah’ın âdeti öyle. Ne vermişse alır. Yalnız imanı almaz. Yalnız, ruhunu kurtarmışsa nefsinin esaretinden dokunmaz. Bir de makam-ı aşka çıkarmışsa indirmez. Oraya çıkıncaya kadar yükselir yükselir iner. Yükselir yükselir iner. Fakat o rütbeyi verdi mi, daha indirmez. Neden? Zaten inecek bir şey yok ki, kendi yok ki insin. Anlatabiliyor muyum inceliğini? Kendi yok. Ama bunun taklidi çoktur. O ayrı. Yoruldunuz mu?

Nereden girdik buraya? Şu aynadan, aynden. Hiçbir şeyin eksilmeyeceğine ait, misal getiriyorduk burada, eski getirdiğimiz misallerle. Şurada konuşuyorum yahut birisi konuşuyor.  Şuradan da iki kişi üç kişi geçiyor, ses kulağına gitti.

“Dur bakalım burada ne var?” dedi. Konuşmayı ya beğendi, ya tenkit etti yahut hoşuna gitmedi ama “Kimdir bakalım?”  

Oraya da iki tane nöbetçi dikmişler. “Nereye?” dedi.
 “Konuşanı göreceğim.”
 “Göremezsin!”
“Yahu bir kere!”
 “Ne yapacaksın görüp de işitmiyor musun sözünü? Anlıyor musun?  Duyuyor musun?”
 “Duyuyorum!”
“İşte o kadar, yasak!”

Bu münakaşa esnasında, gözü aynaya gitti, baktı ki ben oraya aksetmişim.  Rengimi hutûtât-ı veçhiyemi, anlatış tarzımı tamamı ile görüyor.

“Şu ayna da gördüğüm kimse mi konuşuyor?”
“Evet, o konuşuyor!”
“Gördüm öyleyse” dedi.

Beni mi gördü? Orası dursun şimdi. O zor o. Fakat benim hüviyetim hakkında bir malumat edindi. Ben daha kendim kendimi görmedim ki o benim aynadaki aksimi görsün. Zor işte. Ama içi rahat etti. Gördüm, dedi. Bir de fotoğraf makinası aldı şıp onu da çekti.

Biri geldi, bir büyük bir taş aldı, “Raaak” dedi attı, “şıır!” hepsi birden ayna gitti aşağıya şaldır. O orada kırıldığı vakit, bana bir zarar oldu mu? Bir yerimde filan bir şey oldu mu? Hayır olmadı.

Demek o benim ne aynımmış ne gayrımmış. Bir şey anlatamıyor muyum? Bende bir şey arttı mı? Arttı bende bir şey. Ne oldu? Artış nedir?

 Beni buraya çıkaran dedi ki, vaktiyle çıkarırken: “Yalnız bir tarafa bakıp konuşacaksın!” dedi. Şimdi ayna kırıldıktan sonra bana dedi ki:

Artık sen kayıttan kurtuldun! Ne olacak?

Bak her tarafına. Bak, her tarafına bak artık!  Senin her tarafın göz oldu, ayn oldun sen şimdi. Ayn!

İşte, insanların bu âlemde kalışları, aynaları kırılıncaya kadardır. Bir şey anlatamadık mı acaba? Aynaları kırıldığı vakitte kendilerinden bir şey eksik olmaz. Yalnız aynaya çirkin çıkmışlarsa, çirkinleşerekten çıkmışlarsa, o çirkinlikleri kalır, güzelleşerek çıkmışlarsa, o güzellikleri kalır.

Onun içün öyle derler ahlakçılar. Bu, bu kadar aşikâr olduğu halde, biz bir türlü insanlar, anlaşamıyoruz. Mevlana'nın dediği gibi: Tas-ı hammame in dünya-ı dûn, her dem i derd-dest… Aşağısını getiremeyeceğim, mânâsı şöyle:

Ne üzülüyorsun yahu, diyor. Neye buğz edersin, kendi hâlinle meşgul olsana, kendi hâlinle meşgul ol. Dünya denilen şey bir hamam tasına benzer, bir kirlinin elinden bir kirlinin eline geçer.

Tabi buradaki dünya bizim bildiğimiz bu mazâhir değil. İnsanı Hak ve hakikatten alakoymuş olan varlık, âharın zararına olan varlık, her ne olursa olsun, bunlar hamam tasına benzer, bir cenabetin elinden elinden, bir cenabetin eline geçer, diyor. Sen insansan bundan mükedder olma! Bir şey anlatamadık mı acaba? Biraz da bunu konuşurken şey ederim şöyle, iyi anlatabilir miyim diyerekten. Çünkü zanneder ki bu işini gücünü dünya. Hayır. azHkMhHHHH.JNSQCxhhkljcqSXM >h

 

Biz de, mânâ ilminde, Allah’ın  beyanında dünyayı Hazreti Ali  tarif etmiştir.

Küllü mâ en-Hak ân mevlâk ve hüve dünyâk. Veyahut Küllü mâ el-Hak an Mevlâk ve hüve dünyâk. Hangi şey ki seni Allah’tan alakor, hangi şey ki seni helaka sevkeder, o şeydir dünya. Yoksa bu şey değil.

Ahric an kalbike ilâ yedike lâ tedurrû meâk.

Kalbinden çıkar elinde taşı, sana zararı yok, faydası var. Bir geminin yürüyebilmesi içün denize ihtiyaç vardır. Gemi ne kadar büyük olursa denizin de o kadar büyük olması lazım gelir, değil mi ya? Ama gemi dibinden delindi mi, dibinden delindi mi içine su almaya başladığı dakikadan itibaren o gemi batar. Bir insan da maddeye tapar, kalıbından kalbine doğru girmeye başladı mı o adam da mahvoldu demektir. Faydası yok! Geçer gider.

Bugünlük bu kadar yeter.



[1] Bittabi: Tabiatıyla, tabiî olarak, elbette.
[2] Zıll: Gölge. Perde. Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
[3] Ta'dil: (Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.
[4] Atiyye: Hediye, ihsan. Hediye. Bahşiş. Lütuf ve ihsan. Verilen, nimet. İhsan
[5] Tarh:     Uzaklaştırmak. Vaz' etmek. İndirmek. Bırakmak, elinden atmak. Yerleştirmek.
[6] Su Kasidesi (Fuzûlî)
[7] Mazâhir/Mezâhir:(Mazhar, zuhur'dan) Ortaya çıkmış, zuhur etmiş şeyler, varlıklar, mevcûdât.
[8] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime   اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[9] Mahrût/Mahrûtî: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni, konik.
[10] Al-i İmran Suresi 134. Ayet-i Kerimeاَلَّذ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ۪ۚينَ  Meali: O (Allah'tan hakkıyla korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.
[11] İz'âc/İz'aç: Rahatsız etme, tedirgin edip bunaltma, can sıkma, tâciz etme.
[12] Duhâ Suresi 1 ve 2. ayetler. وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ   وَالضُّحٰىۙ Meali: Andolsun kuşluk vaktine. Ve sakinleştiği zaman geceye ki,
[13] Hikmet-i meskûtun anh: Arapça anlatılamayan hikmet demektir. Rüsûm âlimlerinin ve avam tabakasının anlayamadığı hakikat sırları.
[14] Kaf Suresi 29. Ayet-i Kerime مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ
Meali: Benim huzurumda söz değiştirilmez. Ve ben kullara asla zulmedici değilim.
[15] Tarık Suresi 9 ve 10. Ayet-i Kerimeler فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ  يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ
Meali: O gün bütün sırlar yoklanıp, meydana çıkarılır. İnsanın o gün ne bir gücü vardır, ne de bir
[16] Bâz’ül-Eşheb: Akdoğan. Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.
[17] Tav'an:İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[18] Kerhen:İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek.

[19] Şemseddin Yeşil Efendi Hazretleri  آمَنْتُ بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى okuduğu آمَنْتُ kelimesi hariç Taha suresi 70. Ayet-i Kerimesinde geçen bu ayeti kerimeyi okuyor.  فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى  Lakin Mealin de; Sonunda bütün sihirbazlar secdeye kapandılar, "Musa ile Harun'un Rabbine iman ettik" dediler. Okunduğu üzere sihirbazlardan bahsedilmektedir.  Yunus Suresi 90’ncı Ayet-i Kerime de ise وَجَاوَزْنَا بِبَن۪ٓي إِسْرَٓاء۪يلَ الْبَحْرَ فَاَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًاۜ حَتّٰٓى اِذَٓا اَدْرَكَهُ الْغَرَقُۙ قَالَ اٰمَنْتُ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا الَّذ۪ٓي اٰمَنَتْ بِه۪ بَنُٓوا اِسْرَٓاء۪يلَ وَاَنَا۬ مِنَ الْمُسْلِم۪ينَ Meali: Ve sonra İsrailoğulları'nı denizden aşırdık. Firavun, düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca "İnandım, gerçekten de İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka tanrı yoktur. Ben de ona teslim olanlardanım." dedi.  Not: Ayet-i Kerime de beyan olunduğu üzere Firavun, “İsrail oğullarının iman ettiğine iman ettim” demektedir.  Şemseddin Yeşil Efendi bir dil sürçmesi veyahut istemeden ayetleri karıştırarak da olsa bizim ufkumuzu açmaktadır.
[20] Fahreddîn-i Razi
[21] Necmeddin-i Kübra
[22] Tetebbu': Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma
[23] Ulemâ-i mütebahhirin: İlimde deniz gibi geniş, derin ve engin olan, ilimde çok ileri derecede bulunan âlimler.
[24] Murabba: Bağdaş kurarak oturma.



[i] Su Kasidesi. FUZÛLÎ

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su

Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su

Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su

Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su

Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n'ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su

Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su

İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su

Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su

Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su

Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su

Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su

Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su

İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr'a su

Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su

Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu'cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su

Mu'cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su

Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr'a su

Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su

Zikr-i na'tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su

Yâ Habîballah yâ Hayre'l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su

Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc'da
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su

Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su

Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su

Yümn-i na'tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü'lü şeh-vâra su

Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su

 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017