073 (311) 60 dk (29.11.1959)
Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı, birine vazifeden doğan
ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan
ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın da membaı kalp. Gerek aşk, vazife,
kalp, ahlak; bunlar mânâ-i insaniye ait birer vasıf olmaları hasebiyle, mevzû
daha şumûllü olarak, insan mefhûmu ile alakadar.
Hilkatte hususi bir imtiyaz
almış olan insan nedir? Bittabi[1] tarifi en güç olan da bu kısım. Zira insan;
suret itibariyle nihayet altmış, yetmiş, elli, seksen kiloluk, kan ve kemik
torbasından ibaret bir varlık. Zahiri görünüşü iki metre uzunluğunda bir çukur
istiâp edebilir, alır. Fakat, o içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdunu,
o vicdan-ı kibriyasını, bir bölü iki metrelik bir çukur -İki milyon metrelik saha
da- alamaz. Bütün saha orada fındık tanesinden çok nokta kadar kalır. Onun
içün, bir veçhesi âlem-i kudrete, bir yüzü âlem-i kudrete, bir yüzü de âlem-i hikmete
talik edilmiş olan insan...
Nedir bu insan?
Derûnunda iki derya var.
İnsanın derununda iki derya var. (Bu konuşmada değil de diğer konuşmalarda sağ
kalırsam açacağım. İki derya ne?) Bu kadar büyük bir varlığa sahip olan bir
varlık, hiç böyle elli-altmış sene içerisinde söner, geçer gider mi? İnsan bile
eline geçirmiş olduğu ufak bir saltanatının gittiğini istemez. Ya Allah?
İnsan püüf diye geçecek
gidecek mi? Mensi mühmel, bir köşeye atılacak mı zannedilir? İşte en zor yeri
bu. Beşeri takatle bunun hakikati tamamıyla anlatılamaz. Fakat tamamıyla
anlatılamıyor diyerekten de terk de edilemez. Onun akisleri vardır, tecellileri
vardır. Oralardan bir şeyler insan öğrenebilir. Demek ki insan, kendisine sahip
olduğu hâlde henüz kendisini bilemiyor öyle mi? Bilemiyor ya! Çok defa misal getirmişim, gene o misale
müracaat edelim de bir şey anlamaya, anlatmaya çalışalım.
Şurada bir ayna var. Her kim
gelecek olursa bu aynanın önüne orada bir şey çıkar. Aynaya bir bakınca...
Oraya çıkan kendisi midir? Şöyle bir baksa “Kendimi görüyorum.” Yakasını
paçasını düzeltir, oraya çıkan kendi
midir? Efendim işte onun zılli[2], hayali, gölgesi, akisi...
Koy, birçok isimler koy! Pekâlâ, bunların her birisi onun kendinin aynı mıdır?
Tabi aynıdır. Ayn ta’dil[3] eder mi, bir orada bir
orada? Hem burada hem orada olur mu? Peki, gayrı mıdır? Evet, gayrı olsa gerek
bu tarife göre. İyi ama çekilince de orada vücûd yok. Bir şey anlatabiliyor
muyum acaba? Çekil oradan, orada yok. Sen oraya gelince var, çekilince yok.
Gayrınsa ayrı olması lazım. Peki, sen
oraya çıktığın vakitte o aynanın sathı ne oldu? Seni istiâp eden yer kadar, oraya
gelince o sath-ı ayna nereye gitti?
Buralarını insan iyi
öğrenecek olursa, hayatta kendisini muhasebe-i nefs ile yaşatır. Onun içün
söylüyorum, böyle iki ayda bir, bir ayda bir bu mevzûu tazelerim. Bazen yabancı
arkadaş görürüm söylerim, bazen aynı şahıslar üzerinde tekrar ederim. Burada
insan bir parça düşünecek olursa nefsini hesaba çekerekten yaşar. Hesaba
çekince öyle bir ilme sahip olur ki, bu ilmin adına ahlak derler. Bunları bilmeden pek kolay kolay ahlak
sahibi olamaz insan.
O ahlak, adamı öyle bir ilme
sahip kılar ki, o ilmin sahibi de, şeyi de müşterisi de Allah olur. Bir
şey anlatabildim mi? O vakit hürriyet-i fikir gelir, hürriyet-i vicdan gelir,
bunların kendisine Allah’ın en büyük bir atiyyesi[4] olduğunu görür, hür yaşar.
Hani geçen konuşmada buradan bahsediyorduk. Bu, bu konuşmayla onu bağlıyoruz, birleştiriyoruz
yani.
Hür
adam kime derler, demiştik. Herkes kendine göre:
“Efendim ben hürrüm, senin
dediğinle oturup kalkmam, kaydına girmem, şunu yapmam, bunu yapmam...”
Kendi kendine herkesin
sahasında bir benliği vardır. Zavallı! “Hiçbir kayda girmedim!” Girmedin
ama nefsinin putuna tabisin. Esir-i nefis olaraktan yaşıyorsun. Kurtardın mı
ruhunu nefsinin esaretinden? Hayalinin kölesisin! “Hiçbir şey yok!” Nefsinden
kurtarsan da gene bir yere düşersin. Bu sefer de hayaline düşersin. Hayalinin
kölesisin. İyi bir adam olabilirsin, fakat hayalinin kölesisin. Tam hür
olabilmek içün aslına kavuşmak şarttır. Anlatabiliyor muyuz acaba?
Misal vermiştik. Bizim
yemişimiz nerede olacak? Kalbimizde! Bize “Şecere-i insanî” derler. İnsan
ağacıyız, biz. Biz de yemiş vereceğiz. Yemişi olmaz, yalnız çalılık,
çırpılık, dikenlik olursa onu yakarlar. İnsan da saadet yemişini bu âleme
vermezse Allah yakar!
Onun dünyada misalini
göstermiş. Gayet güzel yemiş veriyor, gözünün içine bakarsın. “Ay filan dalı
kuruyor mu, filan yerde bir şey var. Kim anlar bundan, buna ne gübresi koymalı,
nasıl sulamalı?” Anlatabiliyor muyum acaba? Öyle değil, “cadılaşmış” derler. Ne
olur o? Çek at, yansın. İnsan da öyledir. Eğer, yemişini veremezse, cadılaşmış.
Âlem-i nâra tarh[5]
olur, geçer gider. Günah değil mi?
Dikene su verilir amma gülü
almak içün. Fuzûlî ne güzel söylemiştir, onu herkes okur
liselerde. Su. Su...[6]
Zâyi olmaz gül temennâsıyla hâre vermek su.[i]
İnce adam, çok güzel görüyor.
Zâyi olmaz. Gülü alabilmeklik içün fidanı sularsın, gülü sularsın diken de o
sudan istifade eder. Fakat diken goncayı dürter. Her nâdân elini, birdenbire
böyle şey koparmasın diyerekten bekçi olaraktan, Hudâ o dikenleri de yapmıştır.
Sende Hak ve hakikati görmek, Cananı görmeklik içün, bu şecere-i insaninde
diken olan kirpiklerini sula. Bir şey alırsın, sula ama kirpiklerini.
Anlatabiliyor muyum? Sula!
Geçen konuşma verdik misali,
tekrar ediyorum, aynı misali. İklim-i vücûdunda, şu görünen mazâhirin[7]de
hürriyetine sahip misin değil misin? Hür müsün değil misin? Ona misal
veriyoruz.
Vişne çekirdeğini dikersin
fidan olur, filizlenir, büyür çiçeklenir, yapraklanır. Bir de bakarsın ki
çiçeğin ucunda vişne meydana gelir. İlk dikmiş olduğun çekirdeği o vişneden
alırsın. Ne oldu? İlk diktiğin çekirdek, hürriyetini ilan etti. Biz de ne
vakit nazargâh-ı İlâhi olan kalbimizde, o ayinede Hakk’ı görürüz, hürriyetimizi
o vakit ilan ettik. Anlatabildik mi acaba? Yoksa esir-i nefis olaraktan
yaşa dur. Hiç! O kolay bir şey mi canım! Onun içün Allah der ki, Büyük Kitab’da,
söyler söyler de:
[8] لِمَنْ
كَانَ لَهُ قَلْبٌ der.
“Benim bu söylediklerim kalbi
olanlar içindür.”
Demek ki böyle iki ayağı
üzerinde yürüyüp de konuşup da kalbi olmayan da var öyle mi? Var ya! Hüner
kalb-i hayvanî değil, kalb-i insanîdir. Hepimiz de kalb-i hayvanî var, şu
sadrın şurasında mahrûtî[9] bir şekil, dört odalı, kanı
şöyle yapar, böyle yapar. Bilirsiniz hepiniz, o kalb-i hayvanî. O kalb-i
hayvaniye talik edilmiş bir kalb-i insanî vardır. O da herkes de yok diyor, Hudâ.
İşte ahlak, o kalbi insana verir.
لِمَنْ كَانَ لَهُ
قَلْبٌ söylüyor, söylüyor: “Bu söylediğim kalbi olan kimseye aittir.”
diyor.
Kalpsiz gitmeyelim. E bunun
acaba kalbimiz var mı yok mu, bunu biz bilebilir miyiz?
Kalp, makam-ı merhamettir.
Kalp mahall-i keremdir. Kalp mahall-i muhabbettir. Kalp mahall-i ihsandır.
Anlatabilmiyorum galiba! Say bu sıfatları varsa, muazzam kalbin var. Bunların
hiçbirisi yok, işte bir et parçası var. Geçer
gider!
Ama o acımak, bilâ-kayd-ı
şart olacak. Kısım
kısım acırsan nefsinden geliyor, aldanıyorsun. Aldanma! Çünkü Hakk’ın tecellisi
her zerrede mevcûttur. Buna acırım buna acımam, bunu severim bunu sevmem. Olmaz!
O nefsinden gelir. Bak! Acıma hissin çok kuvvetli mi, keremin bol mu,
ihsanın var mı, affın gadabına galip mi, sabrın her şeyin üstünde mi? Bunların
hepsinin ölçüsü var. “Bunlara ben sahibim!” O hâlde sizin için şey
yok, tehlike yok. Hiç yok.
[10] وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ der Allah, Büyük Kitab’ında.
Hırslanmış, gadabı burnunun
ucunda dumanı tüterken “Seni Hak namına, af ettim!” derse Benimdir,
diyor. Soğumuş, ara yerden üç sene geçmiş, beş sene geçmiş, on sene geçmiş. “Canım gelin etmeyin bakalım,
şu ölümlü dünyada ne olacak siz birbirinizle şey, merhabalaşıverin” Eh, hoş ama Hakk’ın istediği şekil de değil.
Nefisten gelen şeyler. Anlatamıyorum galiba değil mi? Dumanı üzerinde tam,
burçak burçak gadabı terliyor. Hakk’ı görüyor, ayağının altına alıyor, eziyor.
“Daha hâlâ mı sana uşak olacağım ben!”
Bu sıfat hayvana ait bir sıfattır. Bunun kullanıldığı bir yer vardır. Hak meydanında bu gadap şecâata döner. Dikkat ediyor
musunuz acaba? İşin şekli değişiyor o vakit. O vakit nefsinden olmuyor o.
Onların hepsi, ahlakın verdiği aşk ile olur. Zira aşk; hasisi cömert,
mütekebbiri mütevâzı, çirkini güzel yapan şeyin adına derler. Yeni bir
tarifini yaptım size.
Gelelim mevzuun… Yarım
bırakmayalım. Dedik ki buraya baktı. Bunu söylemekten maksat, biz ihtiyârımız
olmaksızın, hemen hemen her konuşma tekrar ediyorum. Sorulmaksızın bizi buraya
sevk etmişler. Öyle değil mi? Sordular mı hiçbirimize: “Beyefendi bir âlem-i şuhûd
vardır, dünya denilen bir sahne vardır. Teşrif eder misiniz?” Sorulmadı değil mi?
Giderken? Kâtip yazısını yazarken, amir kumandasını verirken, öteki filan işini
yaparken, “gel!” dediler mi? Yok! “Paydos, hayattan azl oldun!” emri geldiği
vakitte hiç kimsede kıpırdanma yok. Hiç!
Ölümü öldüremiyorsun, kabrin
kapısını kapayamıyorsun, beşerden aczi gideremiyorsun, niçün kafanı yukarıya
kaldırıyorsun! Ölümü öldürebiliyor musun? Hayır! Kabrin
kapısını kapayabiliyor musun? Paydos, bu kapıdan içeriye kimse girmeyecek.
Beşerden aczi giderebiliyor musun? Onu da gideremiyorsun. Niye kafanı yukarıya
kaldırıyorsun? Niçün insanlığı inletmeklik içün hazırlanıyorsun?
Sormuyorlar gelirken: “Bir dâr-ı
iptila var dünya denilen.” giderken de sormuyorlar. Geliş ve gidişte herkes müsâvi,
o hâlde niçün diğer insanları inletmeklik tahakkümünü kendinde görüyorsun
kardeşim? Geliş ve gidişte müsâvi değil mi?
Çok
eski konuşmalarda bir misal getirmiştim. Murad-ı Râbi, 4.Murat. Bağdat’ı fethetmiş, gelmiş tımarhaneyi
geziyor. İşte her yeri geziyor. “Bir tımarhaneye uğrayayım bakayım.” demiş, uğramış.
Bir
deli, elinde bir kalem kâğıt, bir hesaplar yapıyor, bir şeyler.
Durmuş,
böyle. “Ne yapıyorsun sen?” demiş.
Sert
de bir adam. “Niye bağırıyorsun öyle, demiş. O burada geçmez! Sen, demiş. Evet,
vak’a on binlerce, yüz binlerce orduya kumanda verirsin. Buna da versene bak. Ama
Kudret sana çok misalini kaçırmıştır, demiş. Şu sineğini kov bakayım, demiş. Dinlet sineğe
sözünü!”
Murat
şaşırmış birdenbire.
“Dinletsene
sineğe sözünü, demiş. Bak sinek var şurada, demiş. O vakit ben sana selam
duracağım, demiş. Dinlet şu sineğe sözünü, demiş. Beni iz’âc[11] ediyor, dinlet!”
“Peki,
ne yapıyorsun?” demiş.
İndirmiş
azıcık sesini. “Ne yapacağım, demiş. Murad’la aramızdaki serveti hesap ediyorum.”
demiş.
(Murad)
Gülmüş.
“Ne
gülüyorsun?” demiş.
“Niye
gülmeyeyim, demiş. Sultan Murad, şöhret afak-ı cihan bir hükümdar. Şimdi
Bağdat’ı da fethetti geldi. Muzaffer. Öyle bir hükümdar. Bunla senin servetin
bir olur mu?”
“Yaptım
hesabı.” demiş.
“Ne
çıkardın?”
“Üç
akçe benden zengin.” demiş. Üç akçe.
Gene
gülmüş. “E nasıl çıkardın?” demiş.
“Şimdi
bir sual sorayım sana. (demiş, 4.Murad’a) Bir işin evveline mi hüküm verilir
sonuna mı?”
“E
tabi sonuna hüküm verilir.”
“O
hâlde hesap çıktı, demiş. Mizanını yaptın, sen kendin de yaptın, doğru hesap.”
demiş.
“Nasıl?”
diyor.
“O hükümdar olduğu için onun son elbisesi, o cepsiz elbise, demiş. Kefen denilen şey, Beytü’l-Muazzama’dan gelir, yol masrafı olur. Bizimki de karşıki attardan alınır.”
Evet, gelmede gitmede
hiçbirimize bir şey sormuyorlar. Giderken de sormadılar. Gelirken de sormadılar.
Neden, bu kadar şey gösteririz biz sonra. Şeyde gayet basit değil mi ya,
geçirilen dakikalar? Kaç yaşındasın? “Otuz.” Ortaya bir şey koy. Koy ortaya bir
şey. Hiçbir şey yok! Niçün koyamaz? Koyamayacağını zaten Hudâ yemin etmiştir ya!
[12].
وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحٰىۙ
Gece ile gündüze kasem ederim
ki!
Allah öyle diyor. Gece ile gündüze kasem ederim ki! Ne var o gece ile gündüz? Hani
birisi böyle alıp da okuyacak olursa, bundan ne çıkar, gece ile gündüze? Ondan
bütün şeyi bağlamış. Bütün varlığı bu iki cümlenin içerisine bağlamış.
“Celalim hakkı için gece ile
gündüze yemin ederim ki!” diyor, Hûda. Ne demek o? “Bütün hadisatı
doğruyorum. Benim kaza makasım o. Gece yaparım, gündüz yaparım, açayıp
kapadıkça senin ömür kumaşını cayır cayır, kesiyorum. Hadisatı kesiyorum,
kâinatı kesiyorum, varlığı kesiyorum. Parçalıyorum ya! Son makas da biraz
dokunur sana, karışmam!” diyor. Acaba anlatamadım mı?
Haberin olmadan boyuna
dokunur, fakat son makasta bir parça hıyt derken, gel dendiği vakitte o son
makas, dokunur adama. Gel şu makası dokundurtmadan gidelim. Gece ile
gündüz. Haberimiz bile yok, gece gelir, gündüz gelir, sabah kalkar akşam...
İyi amma hilkatten gaye ne?
Otuz yaşındayken bir şey yok,
kırk yaşındayken bir şey yok, elli ol yine yok, altmış ol yine yok, yüz ol yine
yok, beş yüz ol yine yok. Orta yerde bir şey yok! Hâlbuki bir şey olması lazım.
Hakk’ın marifetinden mâadâ ne kadar zevk varsa hepsi geçicidir. Hepsi! Kendi üzerinde görmüşündür onu ama
ismini koyamamışındır.
Mektebe giden çocuk; eğer
hakikaten, kendi iştiyakı zevki ile aşkı ile gidiyorsa onun o seneki gayesi “Şu
sınıfı bir geçeyim!” der, geçer. Bir iki gün sürer o. Ondan sonra ağzı ile
söylemez, o hesabı kendi bulamaz, fakat hâli onun onu ifade eder, konuşur. Bu
değilmiş, der. “Aradığım bu değil!” Müntehi talebe olur. “Bir mezun olayım,
çıkayım, hayata atılayım!” der. Sanki hayatta değilmiş gibi! Hayatta değil misin,
hayata atılacan(!) Neyse... Parlak bir
netice ile tercihen çıkmışsa şöyle az çok...
Malum ya insanlar mektepten
birkaç türlü mezun olur. Bir kısmı
biliyormuş gibi görünür, muhiti de onu biliyor zanneder. Bu da ayrı bir şeydir.
Öyle çıkar. Bir kısmı çok iyi bilir, bildiğini meydana koyamaz, içinde kalaraktan
çıkar. Anlatamıyor muyum acaba? Öyle çıkar. Bir kısmı, hem kendi bilir hem
muhiti bilir hem Hudâ bilir, öyle çıkar. Hangi türlü çıkarsa çıksın, nasıl
çıkarsa çıksın. O üç beş gün, onun bir zevki vardır, fakat yine hâliyle
“Aradığım bu da değil!” Örfün tabiri ile hayata atılır, binler kazanır veyahut
kazanamaz, çile çeker. Onları biz bilmeyiz hikmetini. Hikmet-i meskûtun-anh.[13] Yalnız şunu bilmeli ki
[14]وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يد diyor, Allah. “Ben hiçbir vakit, tenezzül etmem ki bir kuluma zulmedeyim. Ben bundan münezzehim!” diyor. “Herkese ne layıksa onu veririm.” Sen onu küçük görmüşsün, acaba onu sevmedin mi? Hayır. Orayı biz bilmeyiz. Onlar ayrı.
[15] فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ “Numara kağıdını okuduğum gün anlatacağım. Numara kâğıdını okuyacağım herkesin, hep içte kalmış olan şeylerin dışını çıkaracağım ben. Hiçbir kuvvet, hiçbir yardımcı, bulunmadığı gün, senin takıntı olan yerlerini açıyorum, bak bakalım!”
يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ Bütün serair gizlenmiş, akılların fikirlerin halledemediği. فَمَا لَهُ مِنْ قُوَّةٍ وَلَا
Acaba o numara kâğıdı
okunmadan evvel bilen olur mu? Yaa, bilen olur ya. O az çok dünya işine benzer.
Sınıfta daima bâz’ül-eşheb[16] at oynatıyor,
Allah meydanında. O da ilim üzerinde ilerlemiş. Hoca çekiniyor mesela, dersi
okuturken “Acaba bir yerinden beni
yakalar mı bu talebe?” diyor. Anlatamıyor muyum? O imtihan, numara kâğıdını
beklemez, çıkarken sorar hocaya. Canım sen ne soruyorsun, der o ona.
Anlatamadık mı acaba? Ama her sahada geri, sorabilir mi? “Bana ne verdin?”
Kaçar kenarından. Öteki sorar, “Senin sormana lüzum var mı ya? İstediğin gibi
oldu.”
Böyle, Hak ile de konuşmak
hakkını alan insanlar vardır. Onların gidişleri de arzuya tabidir. Hani ben
gelişte gidişte ihtiyâr var mı, dedim amma onun hiçbirisi de yalnız şey etmez,
Hakk’ın davetini. Biraz daha durayım, demez. Bekler çünkü o davetini.
Neyse mevzû daha uzuyor. Şu
olur bu olur, hepsi üç gündür beş gündür zevki, ondan sonra siner. Vakta ki
Hazreti mevt gelir. “Ahhh, seni arıyormuşum amma adını koyamadım!” der. Anlatabildim
mi acaba? Ben seni arıyormuşum amma vuslat mı? Aslıma mı gidiyorum? İsmini
koyamamışım.
Yoksa bizim bu mazâhirden, bu
âlemde bütün zevklerin hepsi fani, geçici. Bir zevk var, o bakidir. Ona, Allah
zevki derler. O zevki adama ahlak tattırır.
O zevki tadanın nazarında ferşten arşa kadar olan saha, sivrisineğin
kanadı kadar gelmez. E biz bunları bu âlemde tadabilmek içün aynı istîdâtla gönderilmiş,
Hakk’a naib olmuş olan insanlarız. Günah değil mi, dedikodu ile ömrümüz geçer?
Nefsimize esir olmuş, geçip gidiyoruz.
İki türlü sarhoşluk vardır,
biri bizim bildiğimiz içki sarhoşu. Nihayet ayılır.
Herkes vücûdundaki kabiliyetine göre, bünyesine göre. Şu kadar saatte, şu kadar
anda. Fakat bir de gaflet şarabı vardır ki, bu şarabı içen ancak ölürken
ayılır. Öyle fena bir şaraptır. Ancak ölürken ayılır. Ondan evvel ayılamaz.
O vakit de faydası yok! O vakit fayda yok! Olsaydı Firavuna olurdu.
Hak, insana kendisini ya
tav’an[17]
kabul ettirir veya kerhen[18]
kabul ettirir. Akıllı olanlar tav’an inananlardır.
Yoksa imkân mı var ki kendisini tanıtmasın. Ona imkân var mı? Firavun, hazreti mevt’i
karşısında görür görmez öyle dedi. Hem o kadar kurnaz adam ki, doğrudan doğruya
iman ettim demiyor da:
آمَنْتُ بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى [19] “Ya Rabbi Musa’nın, Harun’un iman ettiğine iman ettim!” diyor. O vakit… Malum ya: Bir iman-ı felsefi vardır, bir de iman-ı şer’i vardır. Söyleyeyim mi ister misiniz? İman-ı felsefi, işte bazı işte iki-üç sayfa, beş-on sayfa okuyup yahut neyse bir hayvan yükü kitap okumuş filan, bir parça şey etmiş: “Evet bu âlem böyle boş değil, bir gizli kuvvet var!” Ne gizli kuvveti ya!
Hakk'tan âyan bir nesne yok,
Gözsüzlere pinhân imiş, diyor. Aşikâr desene şuna, onuruna mı
dokunuyor.
“Bir gizli kuvvet var. Hakk’a el vermiyoruz amma bir gizli kuvvet var!” Buna iman-ı felsefi
derler. Allah böyle imanı kabul etmez. Hiç! “Efendim o Allah tanırdı ama işte şunu
bilmem şuralarında dururdu.” Hiç tanımaz öyle şeyi Allah. Dinlemez! Koskoca
Fahreddin[20]
de dinlememiş de nihayet Necmeddin[21] imdadına yetişmiş. Dinler
mi?
Ona iman-ı felsefi diyorlar.
Bu asırda pek çoktur öyle insanlar. “Evet, yapmış olduğum tetebbü[22] nihayet beni bir kuvvete
götürdü!” Sen onu kafanda buldun değil mi? Senin kafan da bulduğun Allah olmaz.
Acaba anlatabildim mi? Senin kafan da bulduğun hadisdir. Allah hadis
değildir. -En ince noktası bu- İlim ile Allah bilinmez. Allah ile
ilim bilinir. Sen ne, nerende bulsan o kafanı, aklınla buldun,
hadis! Fikrinle buldun, hadis. Hadis! Allah hadis değildir. Ondan münezzeh O.
Firavunun da öyle bir imanı
vardı. İman-ı felsefisi, hani asrımızda konuşulan gibi bir gizli kuvvet, evet “Bir
Allah” diyordu. Fakat Musa’yı kabul etmemişti. Musa’nın beyanı, Musa’yı kabul
etmeyince Musa’nın beyan ettiği Allah’ı bilemedi. Son anda anladı. O kadar zeki
herif ki kendim iman ettim, demiyor da “Musa’nın, Harun’un tanıttığı Allah’a
iman ettim!” diyor. O vakit Hudâ diyor ki: “Sok bunun ağzına çamuru!” Bunu şey
zannederler, sokak çamuru zannederler. Hayır, kesâfet mânâsınadır o. İrtikâp
etmiş olduğu bütün cinayetlerin filmini çevir, gözünün önünden bütün yaptığı
kötülüklerin filmini çevir. “Bundan sonra mı bana? Tepele!” Bir şey anlatamıyor
muyum? Bundan sonra öyle mi? Yok tepele tepele, diyor.
O bir Fahreddin dedim, neydi
o filan, belki de merak edersiniz. Ediyor musunuz, söyleyeyim mi? Beş yüz küsur
eser meydana getirmiş. Her ilimde mütehassıs. Acayip! Sema ilminde ihtisası
var, kimya ilminde ihtisası var, riyazette ihtisası var, yarım insan boyu Tefsir-i
Kebir’i var. O vakit matbaa filan yok, elle yazıyor. İki tane kitabını
okumaya ömür kâfi değil. Nasıl iş bu? Aklın durduğu yerler de buraları. Ki bunlara
Ulemâ-i mütebahhirin[23] denir. Ben şöyle anlarım
onları, bir denizin kenarına oturmuş, almış eline bir kova, hüüp hüüüp, boyuna.
E orada su birikir tabi. Bir damlanın dibine oturmuş, tık,tık,tıkk… Ne çıkacak
oradan? İşte bizim yaptığımız gibi üç satır yazı. Anlatabildik mi acaba? Dibine
oturmuş böyle. Düşünmüyor, düşünmüyor. Böyle bir adam.
Bir
gün bir heyet yanına gelmiş. Müteessir ağlıyor. “Niye ağlıyorsun?” diye
sormuşlar.
“Kırk senedir, demiş. İlimde
bir mevzûu böyle halletmiştim, öyle iman etmiştim. Şimdi bugün bir başka
delille benim bildiğimin yanlış olduğu çıktı. Onun içün ağlamıyorum, diyor. Ya,
diğer bildiklerim de böyle zamanla birer delille yanlış olduğu meydana çıkarsa
benim halim nece olur?”
Onlar gelmişler, geçmişler,
gitmişler. Bunu ben size anlattım amma şimdi bugünkü anlattığım mevzû ile onu birleştireceğim
daha iyi anlayacaksın.
Zaman
gelmiş, Fahreddin seyahate çıkmış filan. Hac mevsimi yaklaşmış. Bir de hac
yapayım, demiş. E tabi asrın feridi bir adam, o zamanın orada bulunan emiri
kendilerinden rica etmişler, demişler ki:
“Bir ders yapın, milyonla insan var, istifade etsin.”
Pekâlâ, demiş. Çıkmış kürsüye. Şöyle bir yoklamış kendisini, bir harf yok hafızasında, hiçbir şey yok! Bilgi namına bir şey yok. Biraz sıkılmış filan, yok. Burnunun içinde değil ki bir yerden gelir o, çekmişler. Onu herkes zannederki kendisinin, burada duruyor. Burada birşey yok, ooo durur. Çekmiş! Pili takarsın oraya cereyan gelir. Çekmiş, çekince ne gelecek? Buz gibi durur öyle. Bir şey yok.
“Rahatsızlandım,
demiş. Başka bir zaman inşallah tekrar
ederiz.” demiş, inmiş aşağıya. Gitmiş odasına kapanmış. Kapanmış odasına,
hizmetçisine demiş ki: “Kim gelirse hasta der açmazsınız”, demiş. “Hiç kimseyi
istemiyorum.” Kapanmış secdeye “Affet beni!” diyor. “Nedir bu hâl!”
diyor yahu. Öyle gözleri olmuş şiş. Üç gün sonra bir meczub-u İlâhi, geleni
sokmuyor demek ki. Gelmiş oraya:
“Ne
yapıyor Fahreddin? Ben kendisini göreceğim.” demiş.
“Rahatsız!”
demiş. “Şimdi müsaade edin.”
“Gir
içeriye de ki: Bu gelen gidicilerden değil ve kendi içün hayır olur inşallah.”
Aynen
nakletmiş. “Böyle bir tuhaf bir adam geldi.”
“Buyursunlar”
demiş. İçeriye girmiş. “Ne o filan?” demiş.
“Hiç,
demiş. Şöyle bir rahatsızlık var da...” demiş.
Güzel bir tarif ama. Hilekâr, Allah’ın varını çalmaya kalkan adamdır, demiş. Anlatabildik mi acaba? Çok güzel bir tabir.
“Eh, bunları söyleyen bizim ne halde olduğumuzu bilir.” demiş.
“Sen, demiş. Beyt’ül- Muazzama’yı gezerken hiçbir kimseye kalbinden şöyle buğz ettin mi, nefretle baktın mı?”
Bir duraklamış. “Evet” demiş.
“Vallahi, demiş. Beşeriyet mi her neyse bize herkes tazim eder hürmet gösterir, bütün. ( Mesela o geçer gezerken, herkes böyle açılıyor, tabi “Fahreddin geçiyor” diyorlar. Serbest serbest geziyor. Herkes kıyam ediyor, bir hürmet gösteriyor.) O Beyt’ül-Muazzama’ya girdiğim vakitte, demiş. Bir insan, murabba[24] oturmuş, şöyle bağdaş kurmuş, böyle oturmuş. Hiç benim yüzüme bile bakmadı. Şöyle baktı, şöyle bir baktı, yani sende adam mısın gibilerden. Bu hâl benim tuhafıma gitti, şey ettim demiş. Nefret ettim.” demiş.
“O zât, hürriyetini ilan eden
zâttır.” Birleştiriyor muyum konuşmayı, anlıyor musunuz?
“O zât, kalbinde daima
Hakk’ın tecellisini gören, onu gördüğü vakitte aslını gören demektir, aslını
gören ise hür demektir. Binaenaleyh onda hürriyet var, adamın nesi varsa alır,
demiş. Ona Muhyiddin, derler. Sen, demiş. Ömrün olsa da böyle on bin sene böyle
kalsan, yine o kaybettiğini geriye alamazsın! Ama demiş. Ben biraz nazlı
adamımdır, Muhyiddin beni tanımaklık mecburiyetindedir. Sana iltimas etmeye
geldim, kalk da götüreyim.” demiş.
Şimdi dikkat ederseniz, mevzûda
birkaç şeyler meydana çıkıyor. Biri, insan bilmez, hayatında bir kırık kalbe
dokunur, yanar gider. Silsilesi de yanar. Ufak bir kıvılcımdan bir bina
tutuşur, bakarsın ki, binlerce ev yanar. Anlatabildim mi? Bu manevi yangın da
böyledir. Ahlak yangını da böyledir. Taa bir yerden öbür tarafa sirayet eder.
Ya buradan öbür tarafa nasıl sirayet etti dersin, sirayet eder. Öyledir bu. Dikkat
olunacak nokta, ahlak mevzûu. Bir garibin kalbi üzerinde oynarsın, berbat olur
gider insan. O bilgiler, milgiler, hepsi söner, geçer, gider. Öyle diyor.
Düşdi
yere her kim ki kıldı bize adâvet.
Neyse
almış götürmüş Mekke’ye. Onlar kerim insanlar. Görünce gülmeye başlamış.
“Daha
çocuksun bak, demiş. Oyuncağını elinden aldık, ağlamaya başladın.”
Yani
onun bildiği bütün bilgilere, oyuncak mânâsı veriyor. Neden?
“Senin bilgin hep ölenlerden,
Ya ölmeyenden almadın. Oyuncaktır diye oyuncağını elinden aldık, ağlamaya
başladın!” Ondan sonra, sana bu cilveyi yapmamın sebebini söyleyeyim, diyor.
“Ben senin birçok şeylerini
okudum, takdir ettim. Tıbba ait bir şey yazmışsın. Hakikaten çok güzel. Felekiyata
ait bir eserin var, okudum. Ne kadar muazzam? Çok iyi. İlm-i hendeseye ait bir
şeyler vaz etmişsin, kanun gibi, gayet güzel. Fakat diyor; “Bunlar olmasın
demem, güzel bunlar olması lazım, fakat lüzumundan fazlası da… Ömür bitmek
üzere, diyor. Bak, salıvermişin kendini. Yarın bir âleme gideceksin, seması
başka, bu kitabının neresini okutabileceksin kimseye? Sema başka türlü orada,
diyor. Öyle bir âleme gideceksin Hasta yok, diyor. Kimi muayene edeceksin yahu?
Lüzumu kadarını almışsın bunun sen amma orada yok hasta! Tık tık edecek yer yok.
Öyle bir yere gideceksin ki, arsası senin metronla ölçülmeyecek. Bunlar lüzumu
kadarı olmuş, vazifeni yapmışsın.” Sonra, diyor. “Senin yanından bir heyet
geldi bana. Sen bir gün yine böyle ağlıyormuşsun ‘Kırk sene evveli bir
meseleyi böyle biliyordum şimdi o aksine çıktı, ya öbürküler de öyle çıkarsa!’
diyerekten, ne kadar yerinde, demiş. Çok güzel! Sen artık, ölmeyenden bir şey
öğrenmeye çalış bakalım. Bunu burada bırakalım, diyor. Mâmâfih, ben de seninle
meşgul olamam, doğru Maveraünnehir’e, git o Türk Necmeddin’e.” Necmeddin-i
Kübra.
Koşa koşa gitmiş. Koca
Necmeddin de dostları ile toplanmış, tatlı bir sohbet âleminde. Selam vermiş,
içeriye girince, şöyle bir bakmış. “Öff Muhyiddin!” demiş. “Öf, öff, nerede
kıpkızıl bir kâfir var, bana gönderir. Ol biraz meşgul ol, yahu!” demiş. “Öf!”
Fahreddin için söylüyor böyle. Verin buna bir oda bakalım, demiş. Vermişler
işte. Daire-i terbiyesine almış, talim-i tedris ediyor. Olacak, olacak. Bir
celalli zamanında Necmeddin geçerken oradan, önüne çıkmış demiş ki:
“Efendi,
bütün bilgilerim bitiyor!” (Bırakamaz oyuncağını)
“İyi,
demiş. O tamamen silindiği anda sen vasıtasız ilme sahip olacaksın.”
“Onlara
çok emek verdim.” demiş.
“Bunu
çıkarın rica ederim.” demiş. Çıkarıyorlar.
Ama onlar büyük insanlar. Yine bir gün Hazreti Necmeddin bir talim-i tedrisinde, Hak ve hakikate ait bir bahsi anlatışında birdenbire bir sükûta geçiyor. Boynunun üzerine, kalbinin üzerine boynunu büküyor. On beş dakika yarım saat-bir saat filan, ter içerisinde. Burçak burçak, mevsim soğuk, ter içerisinde. Sonra birdenbire “Ohh, elhamdülillah!” Tabi herkes merak ediyor, nezaketen de soramıyorlar.
“Tanırsınız, diyor. Şu Fahreddin var ya, şimdi Hakk’a yürüdü gitti. İyi bir makam ile gitti, temiz bir aşk ile gitti, fakat ne çekti? Son anındaydı, iblis musallat oldu! ‘Allah’ı Nasıl tanırsın. Allah’ı nasıl tanırsın?’ Nihayet, söyle ona ki: Allah’ı Hazreti Muhammed Aleyhissalat’ın tanıttığı gibi tanırım!” Anlatabildim mi?
Hani bir mevzû çıkmıştı, iman-ı
felsefi, iman-ı şerri diyerekten. “Hazreti Muhammed Aleyhissalat-ı Vesselam’ın
tanıttığı gibi tanırım!” dedi, aldı çekti gitti. Ve tam bir insan-ı kâmil
olarak lazım olan makamına geçti.
Şimdi bize burada lazım olan,
benim bu sözlerimden iman-ı zevke çıkanlar bir şey anlayabilir. Ben de sizi
öyle görüyorum da konuşuyorum. Yoksa maddenin kesâfetinde olan insan bundan bir
şey anlamaz. İnanmaz, o ayrı. Kitabı, parasının üzerindeki yazı olana ait değil,
fakat inanmış duymuş zannı ile. Bize lazım olan yer var burada. Öbür tarafına
ister zevk edilsin ister edilmesin.
İnsan, bir kalp mevzûu var,
bir de bütün varlığın ariyet olduğuna ve hiç kimsenin elinde bir şeysi
kalmayacağına ait olan derin bir derinlik var. Allah’ın âdeti öyle. Ne
vermişse alır. Yalnız imanı almaz. Yalnız, ruhunu kurtarmışsa nefsinin
esaretinden dokunmaz. Bir de makam-ı aşka çıkarmışsa indirmez. Oraya
çıkıncaya kadar yükselir yükselir iner. Yükselir yükselir iner. Fakat o rütbeyi
verdi mi, daha indirmez. Neden? Zaten inecek bir şey yok ki, kendi yok ki
insin. Anlatabiliyor muyum inceliğini? Kendi yok. Ama bunun taklidi çoktur. O
ayrı. Yoruldunuz mu?
Nereden
girdik buraya? Şu aynadan, aynden. Hiçbir şeyin eksilmeyeceğine ait, misal
getiriyorduk burada, eski getirdiğimiz misallerle. Şurada konuşuyorum yahut
birisi konuşuyor. Şuradan da iki kişi üç
kişi geçiyor, ses kulağına gitti.
“Dur
bakalım burada ne var?” dedi. Konuşmayı ya beğendi, ya tenkit etti yahut hoşuna
gitmedi ama “Kimdir bakalım?”
Oraya
da iki tane nöbetçi dikmişler. “Nereye?” dedi.
“Konuşanı göreceğim.”
“Göremezsin!”
“Yahu
bir kere!”
“Ne yapacaksın görüp de işitmiyor musun
sözünü? Anlıyor musun? Duyuyor musun?”
“Duyuyorum!”
“İşte
o kadar, yasak!”
Bu münakaşa esnasında, gözü aynaya gitti, baktı ki ben oraya aksetmişim. Rengimi hutûtât-ı veçhiyemi, anlatış tarzımı tamamı ile görüyor.
“Şu
ayna da gördüğüm kimse mi konuşuyor?”
“Evet,
o konuşuyor!”
“Gördüm
öyleyse” dedi.
Beni
mi gördü? Orası dursun şimdi. O zor o. Fakat benim hüviyetim hakkında bir
malumat edindi. Ben daha kendim kendimi görmedim ki o benim aynadaki aksimi
görsün. Zor işte. Ama içi rahat etti. Gördüm, dedi. Bir de fotoğraf
makinası aldı şıp onu da çekti.
Biri geldi, bir büyük bir taş aldı, “Raaak” dedi attı, “şıır!” hepsi birden ayna gitti aşağıya şaldır. O orada kırıldığı vakit, bana bir zarar oldu mu? Bir yerimde filan bir şey oldu mu? Hayır olmadı.
Demek
o benim ne aynımmış ne gayrımmış. Bir şey anlatamıyor muyum? Bende bir şey
arttı mı? Arttı bende bir şey. Ne oldu? Artış nedir?
Artık
sen kayıttan kurtuldun! Ne olacak?
İşte, insanların bu âlemde
kalışları, aynaları kırılıncaya kadardır. Bir şey anlatamadık mı acaba?
Aynaları kırıldığı vakitte kendilerinden bir şey eksik olmaz. Yalnız aynaya
çirkin çıkmışlarsa, çirkinleşerekten çıkmışlarsa, o çirkinlikleri kalır,
güzelleşerek çıkmışlarsa, o güzellikleri kalır.
Onun içün öyle derler
ahlakçılar. Bu, bu kadar aşikâr olduğu halde, biz bir türlü insanlar,
anlaşamıyoruz. Mevlana'nın dediği gibi: Tas-ı hammame in dünya-ı dûn, her
dem i derd-dest… Aşağısını getiremeyeceğim, mânâsı şöyle:
Ne üzülüyorsun yahu, diyor. Neye
buğz edersin, kendi hâlinle meşgul olsana, kendi hâlinle meşgul ol. Dünya
denilen şey bir hamam tasına benzer, bir kirlinin elinden bir kirlinin eline
geçer.
Tabi buradaki dünya bizim
bildiğimiz bu mazâhir değil. İnsanı Hak ve hakikatten alakoymuş olan varlık, âharın
zararına olan varlık, her ne olursa olsun, bunlar hamam tasına benzer, bir
cenabetin elinden elinden, bir cenabetin eline geçer, diyor. Sen insansan
bundan mükedder olma! Bir şey anlatamadık mı acaba? Biraz da bunu konuşurken
şey ederim şöyle, iyi anlatabilir miyim diyerekten. Çünkü zanneder ki bu işini
gücünü dünya. Hayır.
Biz de, mânâ ilminde,
Allah’ın beyanında dünyayı Hazreti
Ali tarif etmiştir.
Küllü mâ en-Hak ân mevlâk ve
hüve
dünyâk. Veyahut Küllü mâ el-Hak an Mevlâk ve hüve dünyâk. Hangi
şey ki seni Allah’tan alakor, hangi şey ki seni helaka sevkeder, o şeydir dünya.
Yoksa bu şey değil.
Ahric an kalbike ilâ yedike lâ
tedurrû meâk.
Kalbinden çıkar elinde taşı,
sana zararı yok, faydası var. Bir geminin yürüyebilmesi içün denize ihtiyaç
vardır. Gemi ne kadar büyük olursa denizin de o kadar büyük olması lazım gelir,
değil mi ya? Ama gemi dibinden delindi mi, dibinden delindi mi içine su almaya
başladığı dakikadan itibaren o gemi batar. Bir insan da maddeye tapar,
kalıbından kalbine doğru girmeye başladı mı o adam da mahvoldu demektir.
Faydası yok! Geçer gider.
Bugünlük bu kadar yeter.
[1]
Bittabi: Tabiatıyla, tabiî olarak, elbette.
[2]
Zıll: Gölge. Perde. Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme.
[3]
Ta'dil: (Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.
[4]
Atiyye: Hediye, ihsan. Hediye. Bahşiş. Lütuf ve ihsan. Verilen,
nimet. İhsan
[5]
Tarh: Uzaklaştırmak. Vaz'
etmek. İndirmek. Bırakmak, elinden atmak. Yerleştirmek.
[6]
Su Kasidesi (Fuzûlî)
[7]
Mazâhir/Mezâhir:(Mazhar, zuhur'dan) Ortaya çıkmış,
zuhur etmiş şeyler, varlıklar, mevcûdât.
[8]
Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَذِكْرٰى لِمَنْ
كَانَ لَهُ قَلْبٌ اَوْ اَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَه۪يدٌ
Meali: Şüphesiz ki bunda kalbi olan ve
hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır.
[9]
Mahrût/Mahrûtî: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil,
koni, konik.
[10]
Al-i İmran Suresi 134. Ayet-i Kerimeاَلَّذ يُنْفِقُونَ
فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ
الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ
الْمُحْسِن۪ينَ۪ۚينَ Meali: O (Allah'tan hakkıyla korka)nlar,
bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini
yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever.
[11]
İz'âc/İz'aç: Rahatsız etme, tedirgin edip bunaltma, can
sıkma, tâciz etme.
[12]
Duhâ Suresi 1 ve 2. ayetler. وَالَّيْلِ اِذَا سَجٰىۙ وَالضُّحٰىۙ
Meali: Andolsun kuşluk vaktine. Ve sakinleştiği zaman geceye ki,
[13]
Hikmet-i meskûtun anh: Arapça anlatılamayan hikmet demektir. Rüsûm
âlimlerinin ve avam tabakasının anlayamadığı hakikat sırları.
[14]
Kaf Suresi 29. Ayet-i Kerime مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ
لَدَيَّ وَمَٓا اَنَا۬ بِظَلَّامٍ لِلْعَب۪يدِۚ
Meali: Benim huzurumda söz
değiştirilmez. Ve ben kullara asla zulmedici değilim.
[15]
Tarık Suresi 9 ve 10. Ayet-i Kerimeler فَمَا لَهُ مِنْ
قُوَّةٍ وَلَا نَاصِرٍ يَوْمَ تُبْلَى السَّرَٓائِرُۙ
Meali: O gün bütün sırlar yoklanıp,
meydana çıkarılır. İnsanın o gün ne bir gücü vardır, ne de bir
[16]
Bâz’ül-Eşheb: Akdoğan. Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.
[17]
Tav'an:İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[18]
Kerhen:İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki,
gönülsüz, tiksinerek.
[20] Fahreddîn-i Razi
[21] Necmeddin-i Kübra
[22] Tetebbu': Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma
[23] Ulemâ-i mütebahhirin: İlimde deniz gibi geniş, derin ve engin olan, ilimde çok ileri derecede bulunan âlimler.
[24] Murabba: Bağdaş kurarak oturma.
[i] Su Kasidesi. FUZÛLÎ
Saçma ey göz eşkden
gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan
odlara kılmaz çâre su
Âb-gûndur günbed-i
devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden
günbed-i devvâra su
Zevk-ı tîğundan aceb yoh
olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur
rahneler dîvâra su
Vehm ilen söyler dil-i
mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her
kimde olsa yara su
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı
zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün
tek virse min gül-zâra su
Ohşadabilmez gubârını
muharrir hattuna
Hâme tek bahmahdan inse
gözlerine kara su
Ârızun yâdıyla nem-nâk
olsa müjgânum n'ola
Zayi olmaz gül
temennâsıyla virmek hâra su
Gam güni itme dil-i
bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu
gicede bîmâra su
İste peykânın gönül
hecrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu
sahrâda menüm-çün ara su
Men lebün müştâkıyam
zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek
hoş gelür hûş-yâra su
Ravza-i kûyuna her dem
durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol
serv-i hoş-reftâra su
Su yolın ol kûydan
toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol
kûya koyman vara su
Dest-bûsı ârzûsıyla ger
ölsem dostlar
Kûze eylen toprağum
sunun anunla yâra su
Serv ser-keşlük kılur
kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına
düşe yalvara su
İçmek ister bülbülün
kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına
gire kurtara su
Tıynet-i pâkini rûşen
kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i
Ahmed-i Muhtâr'a su
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı
dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı
âteş-i eşrâra su
Kılmağ içün tâze
gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu'cizinden eylemiş
izhâr seng-i hâra su
Mu'cizi bir bahr-ı
bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min
âteş-hâne-i küffara su
Hayret ilen barmağın dişler
kim itse istimâ
Barmağından virdügin
şiddet günü Ensâr'a su
Dostı ger zehr-i mâr
içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner
elbette zehr-i mâra su
Eylemiş her katreden min
bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün
gül-i ruhsâra su
Hâk-i pâyine yetem dir
ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup
gezer âvâre su
Zerre zerre hâk-i
dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger
olsa pâre pâre su
Zikr-i na'tün virdini
dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr
içün içer mey-hâra su
Yâ Habîballah yâ Hayre'l
beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler
yanup diler hemvâra su
Sensen ol bahr-ı kerâmet
kim şeb-i Mi'râc'da
Şebnem-i feyzün yetürmiş
sâbit ü seyyâra su
Çeşme-i hurşîdden her
dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün
tecdîd iden mimâra su
Bîm-i dûzah nâr-ı gam
salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun
sepe ol nâra su
Yümn-i na'tünden güher
olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek
lü'lü şeh-vâra su
Hâb-ı gafletden olan
bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende
dîde-i bîdâra su
Umduğum oldur ki rûz-ı
haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men
teşne-i dîdâra su
0 yorum:
Yorum Gönder