074 (309) 60dk.(06.12.1959)
Menşei, memba-ı kalp. Gerek akıl,
kalp, vazife, aşk. Tabi, ahlak mevzûundaki aşk, romanda okunan aşk olmadığını,
birçok defa anlatmıştım. Yine ana hatlarını kurduktan sonra tekrar edeceğim o
tarifi. İşte vazife olsun aşk olsun; akıl, kalp, bunlar mânâ-i insaniyeye ait
birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar.
İnsan. Suret itibariyle elli-altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken ve bu suretini nihayet iki metre uzunluğunda bir çukura istîâb edeceği bilinen, fakat o mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan vücûdu bütün kâinatı muhit. Zor olan kısmı da burası…
Gelişde gidişde ihtiyârı yok. Kendisine
bütün varlık müsahhar[1]
kılınmış. Denizlerin dibinde gider, artık semaya kadar elini uzatır. Kudret,
müsahhar kılmış. Bu geniş varlık acaba nedir? Bu âleme gelmesindeki gaye nedir?
Hilkatindeki hikmet nedir?
Bir yüzü âlem-i hikmete taalluk
etmiş. Âlem-i hikmet ki, işte dünya dediğimiz bu dâr-ı iptila. Elemle emel
arasında yoğrulmuş olduğu, yoğrulacağı tahakkuk eden bir sahne. Şimdi düşün; ya
elemin var ya emelin var, veyahut ikisi de var. Öyle değil mi? Bir yüzü de
âlem-i kudrete raptedilmiş. Bir cihetinden çok kavî. Kendisinden çok kuvvetli
gözüken şey elinde tesvir edilmiş durur. Bir cihetten de, gözüyle göremediği en
ufak bir varlıkla çöker, geçer, gider. Nedir bu?
Kendimizi kendimiz mi yaptık?
İnsan kendisine asûde kaldığı
vakit birkaç sual sorar. Evvela, der. Şu
içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, bir konuşan vücûdumuz vardır. Mesela, şimdi
beni dinlerken de bir yandan konuşuyorsunuz. Kaç vücûda malikiz? Bunun iç
tarafına doğru yürümeye başladığı vakit, kendi kendine birkaç sual sorar. “Ben
kimim?” der. “Nereden geldim?”
Getirirlerken sordular mı: “Dünya denilen bir sahne var, gider misiniz
beyefendi?” Sormazlar. Gelirken sormuyorlar, giderken de sormuyorlar öyle değil
mi? Semayı deler gibi bakan kafalar birdenbire düşer. Yeri ezer gibi basan ayaklar
tir tir titrer. Bir acip şey. Bütün güvendiği elinden alınır. Sonra bu saha da
gayet ufak...
Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem
bir nefes.
Kaç yaşındasın? Elli. Koy ortaya
bir şey yok! Kaç yaşındasın? Otuz. Koy ortaya bir şey. Yok! Dün bugün için
rüya bugün de yarın için rüya. Soralım kırk yaşında bir zâta. Ortaya bu
kadar sene geçmiş, koyun bir şey? Koyamaz!
Yoktur ortada.
Ee, hesap bu kadar aşikârken
niçün birbirimizi sevmiyoruz? Neden birbirimizden emin olarak yaşamıyoruz? Sen
benden emin değilsin, ben senden emin değilim!
Görüyorsunuz ki, ilim gözleri
kamaştıracak kadar yükseldi. Fen, akıllara veleh verecek kadar terakki etti.
Beşerin felsefesi fikirleri durduracak kadar ilerledi. Fakat çî-faide ki “Ahh” sesini dindiremedi. Dünyanın her
tarafında terbiye tezgâhları çalışıyor. İnzibat teşkilatı muntazam bir vaziyette bütün
kuvvetini sarf ediyor. En yüksek kafalar
derleniyor toplanıyor, konuşuyor. Beşerin
derdine çare bulalım diyerekten bir türlü çaresi bulunmuyor.
Aya çıkacak, Büyük Kitap haber
vermiştir. Bütün seyyaratta bir gün -biz görmeyiz, fakat- gezilecek,
görüşülecek, irtibatlar yapılacak. Bu kadar yükseldiği hâlde, kendine kendinden
daha yakın olan kalbinde henüz bir şey yapamadı. Bir şey anlatamıyor muyum?
Kendi eline teslim edilmiş olan, o kalbine henüz bir şey yapamadı. En yüksek
zekâlar toplanıyor, muazzam kafalar birleşiyor, fakat ah sesi dinmiyor. Mevzii konuşmuyoruz.
Bütün dünya sekenesi üzerinde bir huzur-u tam yok. Masası olanda da yok, kasası
olanda da yok, rütbesi olanda da yok! Herkes böyle, bütün dünya üç milyardan
fazla insan besler fakat huzuru yok. Sonra değer mi? Neden huzuru olmasın? Karar
son bir nefese bağlı. O kadar uzun boylu bir şey değil ki.
Beşer, istinat[2]
ettiği aslını kaybetti. İstinat ettiği aslını kaybetti. O aslı
kaybettiği vakitte cemiyet içerisinden merhamet hürmet kalktı. Kalkınca
muhabbet tabiatıyla kalkar. Çünkü muhabbet, merhametle hürmetin çocuğudur.
Kâinatta nikâhsız hiçbir zerre
yok. Kudret onu öyle bağlamış. Elektrik; müspet kutup menfi kutup birleşir,
elektrik meydana gelir. Hüviyeti belli
olmayan bir varlık meydana gelir, tarif edemeyiz hüviyetini. Su, iki gaz birleşir
meydana gelir. Fakat kimyagere sorsak ki, “Bu
üçüncü istihaleyi[3]
nasıl yaptı?” tıkanır kalır. Cevap veremez. Böyle yerlerini mahsustan Kudret
bağlamıştır. Bir şey anlatabiliyor muyum? Üçüncü şekli nasıl yaptı, onu
bulamaz. Yalnız bize lazım olan, madde mânâ birbirine nikâhlandı.
Madden var mânân var, ruhun
var kalıbın var, ikisi birleştikten sonra insan olursun. Böyle bu şekilde
tecelli eder. Bunun ikisini aynı suretlerle yürütmezse beşer yıkılır. Maddede
teâli eder, terakki eder mânâyı bırakırsa, arka üstü düşer. Mânâda terakki eder,
teâli eder maddeyi bırakırsa, yüzükoyun kapanır. İkisini beraber götürmesi
lazım… Beşer bu hâli götüremedi. Zannetti ki huzur-u kalp kisbidir. Yani kalbe
huzur vermeklik benim elimdedir. Hayır, senin elinde değil! Şöyle oturursun
birdenbire: “Bugün çok canım sıkılıyor.”
dersin. Nereden geldi sıkıntı? Durup dururken “Neşem var.” dersin. Neşe nereden geldi? Hepsi misafir.
Anlatabiliyor muyum acaba? Hepsi misafir.
Bilip yapmamakla bilmemek
arasında fark yoktur. Bir insan bir şeyi bilir, yapmaz, şunun niye olduğunu
bilir fakat yapmaz, duruyor öyle. Biri bilmiyor o da yapmıyor, bunun arasında
fark var mı? Yok. Birçokları böyle yıkıldı.
Bir daha tarif edeyim. Bilip de
yapmamak, bilmeyip de yapmamak, bunların ikisinin arasında hiçbir fark yoktur.
Bunu böyle ortaya bir cümle koyduk, sonra etrafında işleyeceğiz, daha iyi
anlatmaya gayret edeceğiz. Gelelim biz yine ilk konuştuğumuz yere.
Beşer neden huzura
kavuşamıyor?
Hilkatteki gayesini unuttuğundan
dolayı. Bir gaye var, yaradılışında bir gaye var. Hayvan da yer içer tenasül
eder, insan da yer içer tenasül eder. Burada bir farkımız yok. Bizi ondan ayıran
bir sıfat-ı mümeyyize var. Bu kalp, ne vakit ki bütün mevcûdâta karşı rikkatle
çarpmaya başlar, o sıfat-ı temyiz kendisine verilmeye başlanmış demektir. Ne
vakit ki kalp, bilâ-kayd ü şart, mevcûdât üzerinde rikkatle çarpıyor, hilkatteki
gayeyi duymaya başladı, taatın sıcaklığını, masiyetin soğukluğunu anlamaya
başladı. O vakit hürmet, merhamet, muvâzene-i[4] âlem
olur.
Bugün beşerin inlemesindeki âmil,
havas ile avamın muvâzenesi yapılmadığından dolayıdır. Ufak tabaka ile yüksek
tabakanın, fakir ile zenginin, -her sahada tatbik et- âlim ile cahilin, fazıl
ile arifin, düşkün ile yükseğin muvâzenesi yapılmadığından dolayı, beşer
inlemekten kendini kurtaramıyor. Muvâzene olmayınca muhalefet nefisten
doğuyor, ruhtan doğmuyor. Anlatabildim mi acaba?
Büyük bir varlık meydana
gelmesi içün ihtilaf esastır, fakat nefisten olmayacak. “Benim dediğim
olacak, senin dediğin olmayacak!” Batıl
Hak suretinde müdafaaya başlanır. Anlatabildim mi? Fakat ruhtan çıkacak olursa
muhalefet yani insanların ihtilafları, “Haa, gayemiz birdir.” der.
Nedir gaye?
Yüksek tabakada merhameti, ufak
tabakada hürmeti meydana getirmek için çalışıyoruz dendi mi, eh o vakit, işin
şekli başkalaşır. E ne olur başkalaşırsa? Allah elini koymadıkça iş olmaz.
Anlatabildim mi? O vakit: “Bunlar Hakk’a taliptir, der. İnsan hakkını
arıyor, der. Mevcûdâta kalbi rikkatle çarpıyor, der. Ben lazım
gelen kolaylığı göstereyim.” der. Bir şey anlatamadık galiba. O muvâzene
olmayınca benlik geliyor. Çocuk orta mektebe köyden geliyor, orta mektebi
okuduktan sonra babasını beğenmiyor. Neden? Hilkatteki gayeyi bilmiyor da
ondan. Satır adama bir şey vermez ki!
Ahlaka göre cahil demek, okuması yazması yok demek
değildir. Ahlak o kadar güzel tarif etmiştir ki cahili. Doğru
histen mahrum olan adama, cahil der. Yüz hayvan yükü kitap okur da gine
doğru hissi yok, cahildir ahlaka göre. Anlatabildim mi acaba? Ahlaka göre
cahildir!
İstinâd-ı aslisini kaybettiği
dakikadan itibaren, rağbetle rehbet[5]
başlar. Açacağım size bu kelimeleri. Şöyle açalım; mânâya göre nokta-i istinat
başkadır, maddeye göre nokta-i istinat başkadır. Şimdi maddeye göre nokta-i istinat,
kuvvettir. Ben size bunun çok tarifini yaptım, ama bugün daha başka türlü, daha
anlatabilecek şekilde tarifini yapmaya niyet eyledim.
Şimdi biz, bütün dünya sekenesi,
maddeye göre nokta-i istinat üzerinde duruyoruz. Mesela herhangimiz bir iş
yapacağımız vakitte “Azizim hangi kuvvete güveniyorsun!” der. Allah bu
cümleyi tahlil eder. “Haa! Beşeriyet
nokta-i istinâdı kuvvet olaraktan kabul etmiştir. Kuvvetin şe’ninin[6]
neticesi de boğuşmaktır, boğuşsunlar bakalım!” der. Anlatabildim mi acaba?
Kuvveti müstakil olaraktan, bizâtihi
varlık olaraktan kabul ettiğinden dolayı Kudret’in gücüne gider. Kudret, o mânânın
bir sıfatı olarak kabul etse, yine işte bir şey yoktur fakat kuvveti doğrudan
doğruya bir müstakil varlık olaraktan kabul eder. “Pekâlâ, der. Siz mâdâmı ki dayanmak noktasını kuvvet
olarak kabul ettiniz, o hâlde bıraktık sizi bakalım. Boğuşun!”
Kuvvetin daima şe’ninin neticesi
boğuşmaktır. Kudret başka kuvvet başka. İş yalnız kuvvette değildir. Ona
hâkim olan bir mânâ vardır. Öküz benden çok kuvvetlidir, fakat benim
yaptığımı yapabilir mi? Maddi bir misal vereyim sana. Yahut senin yaptığını
yapabilir mi?
Mânâya göre nokta-i istinat, Hak’tır.
Yaradılışındaki gayeyi kendisine
şiar edinen kimse, aslını aramak zaruretine düşer. “Kimim?” der. “Nereden
geldim?” der. “Ne olacağım?” der. Kendimi kendim yapmak imkânım
yok, der. O hâlde ben varım, der. Ben şimdi kırk yaşındayım amma kırk bir sene evveli kendimi bilmiyordum, der. Muhit de beni bilmiyordu, der. Benim maddem, modelim, müddetim yoktu,
der. İsmim, resmim, cismim, hiçbir yerde
tanınmıyordu, hiçbir defterde benim kaydım yoktu, fakat şimdi ben varım. O hâlde
beni ketm-i[7]
âdemden[8] sahra-i
vücûda, yokluk pazarından varlık vücûdu pazarına nasıl getirildim, der.
Aslına, mebdeine, maâdına
doğru bir heyecan başlar, o heyecanın adına aşk derler. Anlatabildik mi
acaba? O şeydeki aşk değil. O vakit aslını bulmak sevdası ile yalnız kuvvette
kalmaz. Kuvvet bir sıfattır,
onun bir aslı vardır, der. Hayatını muhasebe ile geçirmeye başlar. O
vakit hedef menfaat olmaz.
Şimdi hedef insanlarda yalnız menfaattir.
Sorarız birbirimize “Şu işi
yapacağız. Ne menfaati var?”
dersin. Öyle değil mi? Ne menfaati var? Hep, yekten bunu soruyoruz. Ne menfaati
var? İyi ama menfaati ne? Menfaatin şe’ninin neticesi de yine boğuşmaktır.
Çünkü ihtirasat-ı nefsaniye hiçbir vakit tatmin olmaz.
Kendimizden tecrübe edelim.
Birdenbire düşsek veyahut aciz maddi bir zarurete müptela olsak, ufak bir yekûne
razı oluruz. “Ahh! Şu anda benim
bir on bin liram olsa, şu iş şöyle şöyle kendime bir istikamet vereceğim.” diye
mütevâzı bir eda ile konuşuruz. On bin olur, yüz bin deriz, yüz bin olur milyon
deriz, milyon olur milyar deriz, milyar olur nüvilyon deriz. Bu cibilli bizde
bu. Anlatamıyor muyum?
Züğürtlük insanı maneviyata
sevk eder.
Maddesi, sahası elinden alınmış olan
kimsenin konuşması ile maddesi dolgun olan kimsenin konuşması arasında -aynı
adam, şahıs değişmeyecek aynı adam- farklar vardır. O öyle. Demek ki
ihtirasat-ı nefsaniye tatmin olmuyor. O hâlde hedef menfaat olunca, gine
boğuşmak başlıyor. Fakat mânâ ile maddeyi birleştirecek olursak, hedef menfaat
olmaz, hedef fazilet olur. Anlatabildim mi? Rapor veriyorum ve bunu yay! İnsanın
üzerine vazife...
Faziletin, faziletin şe’ninin
neticesi nedir?
İçinde sana daima nezaret eden bir
vicdan-ı kibriya vardır. İnsan herhangi bir şeyi, dünya âlemi bu ya, şekil
vererek bir çirkinliği kapatabilir. Mahkemeye düşersin, iki tane kendine uygun
şahit bulursun, şekil bulursun, haksız olduğun yerde haklı olabilirsin.
Olabilirsin, fakat içinde, içinde bir hâkim vardır. “Sen alçaksın!” der. “Seni ben
çok iyi biliyorum!” der. “Sen
hainsin, sen can yaktın!” der. Ondan kurtaramazsın. O ne rüşvet kabul eder,
ne iltimas kabul eder, ne şunun bunun haksız hatırını kabul eder. Etmez. “Sen alçaksın!” der.
İşte fazilet insana, o
içerisindeki oturan hâkime daima “Sen insansın!” dedirttirir. Anlatabildim
mi? İnsanın da bu âleme gelmesindeki gaye insanlığını kaybetmemesidir. Çünkü
Allah öyle diyor: “Ben mahlûkat içerisinde var ettiğim varlık içerisinde, seni
kendime muhatap tuttum.”
Bugün kim konuşmayı anlatabilir?
Hangi ilim adamı konuşmayı tarif edebilir? Nedir konuşmak?
Bilen düşünür, düşünen
konuşur. Konuşturan da bir gün konuşacak! Bak kendi elimizde bulunan
sıfatları biz tahlil edemiyoruz. Konuşmayı bugün hiçbir ilim adamı söyleyemez.
Doğdun hiç konuşmuyordun da nasıl konuşmaya başladın? Nasıl oldu bu konuşma? Hangi
fen adamı anlatabilir? Sahası değil ki! Konuşamaz, söyleyemez. Değil konuşmayı,
rüyeti bile tarif edemez. Rüyet, rüyet. Gözü anlatır doktor bana, ama görmeyi
anlatamaz. Evet, onun şu tabakaları vardır, hadeka-i[9]
ayniyesi[10] vardır,
şu vardır, budur, böyledir, şöyledir filan, onu çıkaralım ortaya bir dirhem yağ
parçasıdır.
Nur-u rüyet neresine taalluk
etmiştir? Nedir o görmek? Sonra fennen ilimle biliyorsunuz ki irtisam[11]
oluyor. İrtisam olduğuna göre bizim ters görmemiz lazım gelir. Bir resmi
yaparsın, üzerine bir daha bir resim yaparsın, bir daha yaparsın, bir daha
yaparsın. O resmin altından kalkamazsın, karmakarışık olur. Nâmütenâhi çekeriz
de bir tanesi karışmaz. Rengini bile bozmayız. Burada oturursun memleketin
resmini çekersin. Burada oturursun benim, şunun yüzlerce insanın hepsini
alırsın fakat hepsi de ayrı ayrık olur, bir nokta da, bir an-ı gayr-ı münkasim
gibi bir anda.
Hedef menfaat olunca;
ihtirasat-ı nefsaniye tatmin olmuyor, ihtirasat-ı nefsaniye tatmin edilmeyince
beşerde huzur bulunmuyor. Mânâya göre birleştirdik mi madde ile mânâyı,
hedef fazilet oluyor. Fazilet olduğu vakitte içinde hani var ya, içinde bir
sessiz sözsüz konuşan bir hâkimin, o senin insanlığını tasdik ediyor. O insanlığını
tasdik etti mi daha korku yok. Tasdik ediyor. O seni kabul ediyor. “İnsansın!”
diyor.
Biz tarihte böyle yaşamışız.
Senin deden kadar nâzım-ı dünya olan tarihte hiçbir kavim yok. Kendini öyle
küçük görme! Yaa, aşktan doğan ahlaka salik. Evvela canan sonra can diye
yaşıyor. Öyle yaşamış, bire on döğüşmüş. Cibillidir, bizim kanımızda o
vardır. Biz başka camiaya benzemeyiz, cibilli. Cepheye gitmiş ekmeği
yetiştirilememiş. “Allah” demiş, doymuş. “Arkamdan vurulursam imansız,
ahlaksız giderim!” demiş. Ayakkabısı yetiştirilememiş, hasbel icap
nasırından çarık yapmış.
Saatsiz döğüşmüş. Çünkü
vazifede saat vardır, aşkta saat yoktur. Anlatabiliyor muyum acaba?
Vazifeli işte saat vardır; sekizde başlar onda biter, dörtte başlar üçte biter,
o vazife o. E ondan yüksek bir şey var mı? Var. Aşk, orada saat yok. Beş,
on, sekiz, yüz saat… Kendi yok ki saati olsun. Anlatabildim mi acaba? Kendi
yok ki saati olsun. Kendi yok. Yaa, sen o dedenin çocuğusun. Kudret gene
dünya üzerine bir nizam verirse senin elinle verdirecektir.
Deden, hayatı cidal diye kabul
ettirmedi söylemedi, tarif etmedi. Şimdi beşerin yıkımlarından bir sebep
de, hepimiz öyle diyoruz. “Efendim hayat
mücadeleden ibarettir!” Böyle oldu.
Neden hayat mücadeleden ibaret?
Nedir bu?
“İşte ekmek kavgası!” O kavga
köpeklerde olur! Deden o zihniyetle yaşamadı. Ekmek kavgası köpeklerde olur,
insanlarda olmaz. Sen ekmeği kavga olaraktan kabul ettin mi seciyeni
bırakırsın.
Ahlaka göre hayatın tarifi nedir?
Düşeni kaldırmak! Müteaddit vücûdlarda bir ruh olarak
yaşamaklık neşesine hayat, derler. Yeni yaptığım tarif, dikkatle belle. Müteaddit kalıplarda
bir ruh olarak yaşamadın mı, yaşamıyorsun, hayatın yok! Neden? Huzurun yok.
Huzur olmayan yerde hayat olmaz. Vücûdlar müteaddit, mânâ bir.
Deden öyle yaşamıyor muydu?
Öyleydi ya. Daha hayat şeydir, hepimiz idrak ederiz. İncir ağacını bahçede
komşu görmüştür, inciri oldu. Topla oraya da ver, bize de ver. Böyle de verir Allah.
Şimdi bakarsın dört tane var, sabahleyin kalktın sarardı düştü. “Ne oldu ya
kocaman ağaç!” Yok!
Bereket bir feyz-i manevidir,
gözle gözükmez âsârından anlaşılır. Anlatabildim mi? Bereket bir feyzi
manevidir, gözle gözükmez o, âsârından
anlaşılır. Köpek, senede on tane doğurur, sekiz tane doğurur. Koyun, bir tane
doğurur, ender iki tane doğurur. Her gün binlerce koyun kesilir, köpek bakarsın
bugün bir sayım yapılsın koyunun adedi köpekten daima fazladır. Anlatamadık mı
acaba? Ama dersin ki: “Efendim onlar şimdi muzır olduğu için zehirleniyor da
ondan.” Köyde zehirlenmiyor kardeşim. Anlatamadık mı? Bir sır!
O ruhlar müteaddit kalıpta bir varlık olarak, biz onu tarihte
yaşatmışız. Sabahleyin deden dükkânını açardı, kendi alışverişini ettikten
sonra yanındaki etmemişse o mal sorulduğu vakit. Daha iyisi komşumda var, çünkü
o etmedi, diyor. Neden? “Eğer o düşerse yalnız ben kalkarsam, binaenaleyh bu
huzur olmaz.” Bir aile gibi. Şimdi
aile içinde de yok ya. O zevki kaybettik biz.
On tane nüfus bir aile tasavvur edin. Onunun kafası ayrı
işler. Kafalar ayrı işleyince huzur olmaz. Anlatamıyor muyum? Kafalar birleşecek. Bu zahirde birleşecek,
bir de vicdanlar birleşecek. Bak yıkım var mı? Bu eve bir milyon lira giriyor
diyelim, tasavvur edelim ayda. Fakat zevc ile zevce birbirini sevmiyor, faydası
yok onun. Fayda yok onun. Çocuklar çirkin doğar. Cemiyete hayırsız olur.
Anlatabildik mi? Bunun manevi tarifleri de vardır, hikmetleri var, felsefesi
var.
Çocuk ne vakit cemiyete hayırlı olur? Bir aile kavgalıyken
çocuğu olursa, muhakkak surette cemiyete zararı olur çocuğun. Fen orta yerde aç
bak. Çok fazla iptila halinde sekre[12]
müptela olan çocuğun on birinci nesilde muhakkak bir sarsıntısı vardır. Değil
bir de on birinci çocuğun dedesinin dedesinin… Söyleyemedim oraya kadar. Mânâsında
olduğu gibi maddesiyle de ispat edebiliriz. Fazla sarhoş olanın çocuğunun
idrarı fazla kokar. Anlatamıyor muyum yahu? Bu maddi sarhoşluğun bu kadar
zararı olursa ya bir de manevi sarhoşluk vardır ki asıl bela odur. Nihayet maddi
sarhoşluk altı saat, on saat, on iki saat sonra ayılır. Ya gaflet şarabıyla
mest olmuşsa? Ya gaflet şarabıyla mest olmuşsa? Şeyin dediği gibi.
“Ahhh, her haram olan şey, şarap gibi insanı mest etseydi, acaba yolda
geçerken kimi ayık görecektik?”
Onun sekri meydanda oluyor da
belli oluyor. Yetimin hakkını yemiş, belli değil. İrtikâp[13]
yapmış belli değil. İrtişâ[14]
yapmış belli değil. Ahh almış belli değil. Yalnız böyle eğiliyor bükülüyor. Haddizatında “Aman ne nazik adam!” dedirtiyor,
tanımayanlara karşı onun sarhoşluğu belli olmuyor, diyor. Fakat şunun da bir
sekri olsaydı bakalım yolda giderken ayık kimi görecektik, der.
Hayatı cidal olaraktan değil. Hiç
olur mu hayat cidal? Biz de Emanet-i Hak var. Allah bizi insan yapmış. Sen,
diyor. Niye yük taşırsın yahu, diyor. Kudret öyle der, hepimizin sırrına
hitap eder. Yükü ver mânâna, inandığına ver yükü, o taşısın. Sen serbest gel
bana.
“Birbirinizi sevmedikçe benim yanımda yeriniz yoktur!” der, Allah. Artık cemiyetin ne diyeceğini bilmem ben.
Anlatabildim mi? Birbirinizi sevmedikçe hiçbirinizin yüzüne bakmam.
Dünya ne olursa olsun, mâdâmı ki
biz vaktiyle tarihin efendisi; zulmü gördüğümüz yere adli, cehli gördüğümüz
yere ilmi, inkârı gördüğümüz yere inâncı koyan bir dedenin çocuğuyuz. Medeniyetini
taklit ettiğimiz âlemi efendi, altı asır hâkimiyetimizde tuttuk. Küçük görme kendini sen. Laf değil o! Hem adl
ile tuttuk. Aç tarihi oku bak. Yar-ı ağyar da tasdik eder. Evet der, harice
çıkmaz. İlimlere mevzû verdik, sanatlara model verdik, muhâli mümkün yaptık,
karadan gemi yürüttük, devre kapadık devre açtık, bir kütüphane meydana
getirdik. Bu lafla olur şey mi?
İşte Mevlana. Koca Türk. Amerika’da
kürsüsü var. Otuz küsur sene evveli İngiltere’den Mesnevi’sinin tashih olunmuşu
geldi. Bu senede günü yapılırken, “Âlem-i Hristiyaniyet namına hürmetle karşısında
eğiliyorum.” dedi Papa. Göğsün kabarmaz
mı? Yaa!
Cidal değil hayat, cihat.
Arasında fark var onun. Öyle cidal diye kabul ettin mi, onun faydası yok.
Neden? Hayatı cidal diye beşeriyet kabul ettiği andan itibaren ve cidalin
şe’ninin neticesi paylaşmaktır, paylaşmak! O vakit zayıf kavîden hakkını
alamaz. Korkunç olur.
İstinâd-ı asli olan mânâ, o mânânın vermiş olduğu ilim, ruha hitap
ettiğinden dolayı nefsinin esiri olarak yaşayan insanlar hoşuna gitmez. Ona da
bir misal vereyim size.
Kafası gayet kalın arba[15]
bir adama verelim bir nefsini okşayıcı bir roman, bin sayfalık. Açar, yemek
vakti gelir yemez, sofra orada durur. “İlle bitireceğim!” der, bitirir.
Okuduğunu anlat deyin, o bin sayfanın bir sayfasını sakatlamadan size anlatır.
İçindeki meali. En zeki kıvırcık kafalı bir adama verelim bir ilim kitabı,
yirmi sayfa okuduktan sonra saçlarını çekmeye başlar. Çeker saçını. Şöyle arada
bir gerilir şööyle “İmdat!!” diyor hâline. Kuvvet istiyor, nereden istediğini
bilir mi bilmez mi bilmez. Belki gelir! Öteki hiç, ne kafasının saçını çeker,
yalnız gözünü açar böyle. Şıp, şıp, şıp,şıp, okur böyle gözünü açar. Neden? O
romandaki nefs-i emmaresine taalluk eden cümleler doğrudan doğruya hitabı,
nefse yapmıştır, nefsin hoşuna gider, o bin sayfayı da okur. Öbür ki ruhadır,
ruha ait olan ilim çünkü. Ruha ait olan hitaplar ağır gelir durur. Anlatabildik
mi acaba?
Beşer kötülüğü pek çabuk yapar
fakat iyiliği pek ağır yapar. Kötülüğü pek çabuk yapar. İyiliği o pek ağır
yapar o. Öyledir o. Mânâ da insanın aslına, ruhuna hitap ettiğinden dolayı,
oradan gelen emirler nefsin hoşuna gitmez. Nefisperest olanlar yalnız kendisine
tapan kimseler demektir, o aslı kaybetmek isterler. Anlatabildim mi?
Onu, dikkat ederseniz tarihen,
o aslı kaybederken kelimeler başlar. “Hak, Hak içün yapıldığı kelimesi” ağırına
gelir de o kelimeyi kullanmak istemez. “Vefa efendim!” der. “Tabi, vefa
hâkim olursa böyle olur.” der. Anlatabildim mi? “Vefakâr
adam tabi böyle iyilik yapacak, şöyle yapacak.” Hak tanıyan adam demeklik,
onuruna dokunur onun orada vefa kelimesi ile oynar. Bir şey anlatamıyorum
galiba!
Vefa. Orada da insaniyet çok
büyük hizmetler görür. Orada da yine bir yığın neticeler alınır. Birçok
iyilikler meydana gelir. Fakat beşer devresinde o vefanın da modası geçer. Bu
sefer yerine mürüvvet kelimesi gelir. Yine Hak kelimesini kullanmak istemiyor.
Anlatamadık galiba!
Bir iyilik meydana geldiği
vakitte, elbette Hakk’ı tanıyan adam bunu yapar. “Yok, mürüvvetin icabı budur!”
diyor. Mürüvvet kelimesi ile iş yapıyor. Zaman gelir o da geçer. Bu sefer hayâ
kaim olur. Hayâ. Onda da cemiyet birçok hayırlar görür. Fakat aslı
kaybettiğinden dolayı, bir de hayânın modası geçerse, anlatabildim mi? Bir de
hayânın modası geçerse ne gelir?
Terhib[16]
ve tergib[17] gelir.
Ne demek bu? Bir insan, bir hakkı kabul edebilmek içün, hakkı yerine
getirebilmek için, ya bir zalimden korkacak getirecek ona “terhib” denir
veyahut birisinden bir ümit besleyecek, şu menfaati alacağın diyerekten yapacak.
Ki, Hakkı Hak içün yapmıyor. Ne vakit ki
başlar, yıkım başlar. Anlatamıyorum galiba. Başlar, derhal başlar. İşte deden
terhib ile tergib ile değil de yalnız Hak ile. Burası en mühim en ince bir iş.
Zannedersem iyi anlatamadım.
Terhib de, tergib de nihayet
insan ona bağlanacak olursa kanun adamın gelir. Ne yapsın kanun, zavallı
çalışır bütün... Kanun bir kötülük meydana geldikten sonra önlemeye çalışır.
Fakat Hak saygısı olduğu vakit, kötülük kuvveden fiile çıkmadan önlenir. Anlatabildim
mi acaba, inceliğini? Gelir insanın üzerini arar, yenini arar her tarafını arar
fakat bu kalbinden içeriye giremez ki. Sahası dar. Ne yapsın zavallı!
Anlatamıyor muyum? Fakat öbür tarafta öyle değil.
Ahlaka girdin mi ahlakın
kuvveti hiçbir şeyin kuvvetine benzemez, kalbinin içerisinde de dolaşır. Hallaç
pamuğu gibi atar, şurası çirkin burası güzel diyerekten. Anlatabiliyor muyuz
acaba? Ahlakın kudreti kalbe girer, sırra girer, sefaya girer, zemaire[18]
girer, mânâya girer, maddeye girer, her sahaya girer.
Pes, kayd-ı cihan ile olsa
gönül mükedder,
Bî-faidedir eldeki tesbih-i
mücevher.
Ölmeyen, emekli olmayan, ihtiyarlamayan Kudret, cûşe-i[19] külhana[20] gelir mi? Zulüm ile kararmış, âharın zararına yapılmış olan sevda ile çökmüş, inilti isleri ile simsiyah olmuş olan o külhan-ı kalbe gelir mi? Evet diyor, senin taatın var elinde de tesbihin var, şu var bu var. Kimi aldatıyorsun?
Sermenzil-i dilber mi olur olmasa dil pak. Gönlünü
temizlemedikçe oraya gelen olur mu?
Pes, kayd-ı cihan ile olsa
gönül mükedder.
Sen şununla, bununla, âlemin dedikodusu ile…
İnsan yalnız kendi kusurunu, kendi hatasını tashihe kalksa zaten ömrü
kâfi değildir. Bırak âlemi. Anlatabildik
mi acaba? Bizim en büyük kabahatimiz de budur. Birbirimizi yeriz. Neden oluyor o? İlmen geri kaldı mı bir
insan, cehil sevk eder oraya.
Pes, kayd-ı cihan ile olsa gönül mükedder
Bî-faidedir eldeki tesbih-i mücevher.
Pırlanttan tesbihin olsa da
çevirsen, onun faydası yok.
Birkaç düstur verdik.
Yoruldunuz mu keseyim mi konuşmayı? Neydi? Ana hattı neydi?
İlimlere nasıl mevzû verebiliriz? Vaktiyle verdik.
Sanatlara nasıl model verebiliriz?
Çirkin bir insan, ahlaken. Bunu nasıl düzeltebiliriz?
İnsandır düzelir. Düzelir mi? Düzelir. İnsandır muhakkak düzelir. Düzelmemenin imkânı yok. Bıkmayacaksın, çok
çalışacaksın. Terbiyenin çok
tesiri vardır. Olmaz derler, olur.
Üzerinde çok duracaksın. İlaç verme usulünü bilecek. Biz bıkarız.
Bak misal vereyim size. Av köpeği hilkati itibariyle avladığı şeyi
yemeklik içün bir istîdât vardır onda. Köpek nihayetinde. Fakat terbiye
görürken, kendisine yapılan terbiyeyi hatırlar. Avı yakalar sahibine götürürken
içi titrer yiyeyim diye, fakat görmüş olduğu vaktiyle gördüğü terbiye aklında
durur, götürür teslim eder. Bir köpek bir insan kadar teâli ediyor da ya insan
etmez mi? Bıkmayacak.
Yapacağı şeyler ilk önce kendisinde bulunmayacak. Herhangi muzır bir şeyi men etmek istiyorsun;
kendin yapıyorsun, güler tabi olmaz. Anlatabildim mi? Senin birkaç defa yalan
söylediğini duyarsa evladın, sana itimadı olur mu? Seni kaç yerde yakalamış,
yalan söylediğini. Sen onu terbiye edebilir misin, imkân var mı ona? Olmaz. Yakaladı
bir defa. Sonra Kudret vermez ona.
Eski konuşmalarımda söylemiştim, dikkat edin tekrar edeceğim, daha ziyade
canlansın. Birisinin bir oğlu varmış. Bu âlem, âlem-i iptila. Çocuk da bala
müptela olmuş. Bal yemeden sofrada yemek yemiyor. İlle bal olacak. Kendisinde
bir rahatsızlık hâsıl olmuş. Doktor demiş ki: “Buna bal yedirirseniz hayatı
tehlikede!” İki zaruret meydana gelmiş. Bal olmasa yemek yemiyor zafiyet
geliyor, balı yerse hastalanıyor. Ne yapalım çaresi? Zıt bir vaziyet.
Bazı insanların sözünde bir tesir olur. O tesirin olduğunu insan, nereden
olduğunu da farkına varmaz. Fakat Kudret, çok misalini getirmiştir. Canım
nasıl olur filan o da tesir olur mu? Olur ya. Bakarsın ki kocaman yüz bin
kişilik bir ordu, bir kumandan geçer oraya “Arşş!” der. O harflerin içerisine neresine gizlendi,
binlerce asker rap rap yürümeye başlar. Fakat bir sahası gelir, yine aynı
şahıs, yüz bin defa “arş” desin kimse bakmaz. Anlatabildim mi? Yaa, hepsi
Kudret’in. Yani Allah’ın. Şimdi bunun mânâsı da böyledir. Bu maddede olduğu
gibi, mânâda da böyle. Sözünün eşya üzerinde tesiri olan insanlar vardır.
Demişler ki: “Şu zâtın sözü müessirdir bu çocuğa dese ki,
‘şunu yapma’ dese zannederim bu çocuk bu sözü dinler.”
Götürmüş baba da, anlatmış çocuğunun derdini.
Demiş: “Kırk
gün sonra getirin çocuğu.”
“Peki!” demişler.
Kırk gün daha çocuk balı yemiş, biraz daha kötüleşmiş
sıhhati. İple çekiyorlar günleri. Kırk birinci günü getirmişler. Biraz oturup
konuştuktan sonra çocuk yanından ayrılırken, elini öpüyor, okşamış başını.
“Oğlum benim hatırım için bal yemezsin artık değil mi?” demiş.
“Yeme, demiş. Beni seversen yeme.”
“Peki” demiş. Yüzü kızarmış.
Babası ümidini kesmiş. “Hiç böyle yemesin demekle, bu yemez
olur mu? Nezaketen öyle dedi.”
Sofra hazırlanmış, adet daima çocuğun balı getiriliyor,
balı görünce başlamış çocuk kusmaya. Afedersiniz.
“Acayip!” demiş. “Aman görmeyeyim!” diyor. “Kokusunu,
kendisini de görmek istemiyorum!”
Adamcağız merak ile gitmiş, demiş ki: “A efendi, ne olur
bunu o gün söylemiş olsaydın, bu çocuk bu işten vazgeçmiş olsaydı!”
Gülmüş. “O gün tesiri olmazdı” demiş.
“Niçün?”
“Senin dediğin gün ben kendim bal yedim, vücudumda kırk
gün zarfında onun istihalesi olur. Onu tamamıyla ben def ederim, kırk gün
zarfında. Kendim de hapsederim, çocuk
kurtulsun diye yemem birkaç gün. (Anlatamıyor muyum acaba?) O vakit bal yeme dersen
tesiri olur. Ben kendim amel edeyim,
çocuğa onu söyleyeyim, onun tesiri olmaz. Onun hiç tesiri olmaz.”
Birbirimizle iyi anlaşalım. Cemiyet içerisinde hürmet merhamet,
muhabbet mefhûmlarının mânâsını yaşatalım. Sahte eğilme bükülmeler, birbirimizi aldatabilecek vaziyetlerle
yaşamayalım. Yekvücût olaraktan. İlme irfana sarılaraktan, marifete gönül
vererekten, cehilden iğrenerekten, kibirden kaçaraktan, hasedi ataraktan, aklı
hakem tayin ederek, insafı da onun yanına bir arkadaş yaparaktan yaşama yollarını
arayalım. O vakit herhangi bir müşkül olursa o müşkülü Allah çözer. Evet, evet,
Allah çözer.
Sen bilir misin o büyük ihtirâları yapan mütefenniler, en nihayet kim
veriyor onlara? Hepsinin tercüme-i hâlini oku. Bak Edison’u oku. Daha büyük
büyük fen icatlarını yapan adamları oku. Bütün varlığını oraya veriyor. O işi
meydana getirmeklik, onun kafasında ne sen varsın, ne ben varım, ne dedikodu
var, ne masa var, ne kasa var, ne câh var, ne rütbe var. Yalnız o Hakk’ın fen
isminin zuhuruna ait olan o eşya var. Ona kendisini veriyor. Sahib-i hakiki de
Allah’tır. Bu, bu kadar yoruldu, diyor. Hepsi der ki: “Rüyada bize hâllettirdi!”
der. İçinizde fenne intisabı olan adamlar varsa bunu tasdik ederler.
Anlatamadık mı acaba? Öyledir bu. Ya O'dur!
Âdem Safiyullah der ki: “Dâr-ı mânâdaydım, bir heyet beni ziyarete
geldi. Sizin bildiğiniz cismani bir vaziyette değildi, gayet latif. Arkasında
bir heyet daha vardı, onları gözüm tutmuyordu, geldiler.”
Allah kuvve-i mücerredeyi[22] temsilen varlık verdirir.
Allah bu ya. Sen düşün kendi hilkatini bir defa. Hilkatini düşün. Bidâyet-i
hilkatini düşün, şimdiki hüsn-ü anını düşün. Onun Kudret dersini kaçırmıştır ki
hiç kimse inkâra doğru yürümesin diyerekten.
"Üç tane varlık sağ tarafımda işgal etti, üç varlık da sol tarafımı işgal
etti.”
Canım nasıl olur filan, belki aklınızdan birisinin geçer. Hiç rüya
görmez misin? Rüyada taşlar konuşur, ağaçlar konuşur. “Ayy, rüya değil mi?”
dersin. Ağaç bana şunu söyledi, dersin. Kendin konuşursun, kendin. Kaç tanesin
sen? Acaba onlar ne? Anlatayım mı şimdi? Yook, öyle hepsi, hepsi bir anda olur
mu o. Ama en tatlı yeri. Bir gün anlatırım, inşallah. Sağ kalırsam.
"Güzelliğine doyamadığım o heyete sordum. Siz kimsiniz, dedim baştan
birincisine. Ben akılım, dedi.”
Demek ki Kudret, o kuvve-i mücerrediye bir vücûd-u temsili vermiş. Cihanda
her şeyin vücûdu var ya. Nasıl var? Taa dünyanın bir köşesinde konuşuyorsun
burada dinliyorsun, vücûdu olmasa dinleyebilir misin? Onda bir varlık olmasa
burada anlayabilir misin? Neler kaçırdı Kudret, neler neler?
“Daima zikredilir, gayet güzel bir mahlûk diye. Siz
misiniz?” diyor.
“Fakat her vücûdun bir yeri vardır, sizin yeriniz
neresidir?”
“İyiliği şiar edinmiş, istikbal inananların olduğuna
inanmış olan kafaların içerisindeyim.”
Ondan sonra ikinciye soruyor. Sonra üçüncü, sonra çirkin gördüklerini soruyor. Onları da sağ kalırsam haftaya konuşacağım.
Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Müsahhar/Musahhar: Fetih ve teshir olmuş. Ele geçirilmiş. Zapt
edilmiş. Boyun eğdirilmiş, emir ve itâat altına alınmış.
[2] İstinad/İstinat: Dayanma. Güvenme. Senet veya
delil söylemek, göstermek.
[3] İstihale: 1) Bir şeyin terkip ve asıl şeklinin
başka hâle değişmesi. Başkalaşmak.
2) Mümkün olmayış,
imkânsızlık.
[4] Muvâzene(t): Ölçmek.
Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. Düşünmek. İki şeyin vezince birbirine
denk olması, uygunluk.
[5] Rehbet: Fazla korku, yılmak, çekinmek.
[6] Şe'n: İş, yeni olan hal. Şan. Tavır. Hâdise.
Vâkıa. Kasdetmek. Emr ü hal.
[7] Ketm: Saklamak.
Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek.
[8] Ketm-i âdem: Hilkat
ve zuhurdan evvelki izâfî yokluk. Allah'ın
ruh ve cisim âlemlerini yaratmayı istediği zaman bütün mahlûkların ilki olan
cevher-i ahzar'ın çıktığı yer.
[9] Hadeka: Gözbebeği, gözün siyahlığı
[10] Hadeka-i ayn: Göz
güllesi, göz hadakası
[11] İrtisam: İzdüşüm. Resmi çıkma, düz bir yüzey
üzerinde şekli görünme, şekillenmek
[12] Sekre: Sarhoşluk. Şuursuzluk, kendinde olmama hâli Şaşkınlık. Şiddet.
[13] İrtikâb: Bir işe girişmek. Kötü bir iş
işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. Bir makamı âlet ederek, hakkı
olmayan para veya malı hile ile almak.
[14] İrtişâ: Rüşvetçilik. Rüşvet almak.
[15] Arba: Dengesiz , ayarsız.
[16] Terhib: Korkutmak. Fazla korkutmak.
[17] Tergib: Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet
verdirme. İsteklendirme.
[18] Zamair: Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. İsim
yerine kullanılan kelimeler.
[19] Cûş: Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek
[20] Külhan: Kor hâlinde yanan ateş
[21] İktifâ: Olduğu
kadarını yeterli bulma, kâfi görme, fazlasını istememe, yetinme
[22] Mücerred: (C:Mücerredât) Yalnız, tek. Hâlis,
saf, katışıksız, karışık olmayan. Tek başına. Çıplak, soyulmuş.
0 yorum:
Yorum Gönder