Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

76. Kaset

 076 (240) 93 dk (20.12.1959)

Mevzû başlıca iki esasa ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmiştir. Vazifeden doğan ahlakın menşeinin akıl olduğunu,  aşktan doğan ahlakın da mastarı menşei, annesi kalp olduğunu söylemiştik. Tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.

İnsan, hilkatine nazar edecek olursa kendini aramaklık, aslını bulmaklık heyecanını kendinde görürse yani asûde kaldığı zaman, şu elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasının içerisinde gizlenmiş büyük bir mânâ var. İçinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan bir vücûd var. Durmadan akan bir derya var. Bidâyetine elimi atıyorum bulamıyorum. Nihâyetine uzanıyorum göremiyorum.

Bir an sürûr içerisinde kalıyorum, bir an gam içerisinde yoğruluyorum. Bu elemler, bu kederler, bu sürûrlar; nereden gelir, nerede durur, nereye gider? Ben kimim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Bu sualleri sorduğu vakit, içinden bir ebed sedâsı gelir.  O gelen sedâyı duyan adama âşık denir. Anlatabildim mi acaba? O sedâyı duyamayana da zavallı denir.(Hiç kıpırdanmak, fısıldanmak, mukabele etmek, hep içinizde kalsın. Ufak bir ses gelirse bendeki mevzû elimden alınır.)

Bu hâle sahip olanlar, o hâle sahip olmayanların daima hakaretine, tecavüzüne, hâl ile kâl ile -ne bileyim ben- maruz kalırlar. Fakat o tecavüzün, o hadisatın çarpmasından zevk alırlar. Ne vakit ki kendileri böyle asûde kalır, hiçbir tecavüze uğramazlarsa ağlarlar. Biz iflas etmişiz, bizde hiçbir şey kalmamış, derler. Anlatabildim mi acaba? Kaşlarını çatmazlar. Bilirler ki belâ bir saadetin başlangıcıdır. Kurulmuş bu böyle. Yaa, bir saadetin başlangıcı. Giyinmesi tatbik etmesi tabi zor, söylemesi gibi değil. Onun içün: Gönlünde birisine yer bulamayan kimse, daima sıkıntı ile ömrünü geçirir. Gönlünde aslına bir yer bulmak lazım.  Üzüntü sıkıntı gam ve keder.

Gerek vazife gerek iptila, kalp, akıl, ışk, bunlar insana ait birer vasıf olması dolayısı ile her hafta tekrar ettiğimiz gibi mevzûun en mühim kısmını insan mefhûmu teşkil ediyor. İnsan. Acaba insan nedir? İşte bu. En zor, anlatılması en güç bir yer. Zira insan kadar, hayrını az bilen (En az bilir, mahlûkat içerisinde insan) hiçbir mahlûk yoktur.

Düşmanı kendisine tarif edilir, bildirilir. Yine onun sözü ile oturur kalkar. Hayvana düşmanı öğretilmeden sevk-i tabiisiyle ondan kaçar. Koyun kurttan kaçar, kuzu kurttan kaçar, o senin düşmanındır denmemiştir. Fakat insana gösterilir işte, bu senin müebbet istikbalini çalacaktır. Senin gönlündeki varlığını alacaktır. Mânâ itibariyle seni soyacaktır. Birer birer anlatılır, yine peşinden koşar. Hayvan öyle değildir. Onun içün insan kadar terbiyesi zor, hayrını az bilen hiçbir mahlûk yoktur. Anlatamadık mı acaba? Söylersin insana şu senin içün fenadır. Kendisinde meknûz olan aklı da evet, der. İçerisindeki vicdanı da öyledir, der. Fakat nereye saplanırsa, ne elinden ayağından tutup çekiyorsa onu gene götürür, o kötülüğe sevk eder. Onun içün zor insan.

İnsan kadar terbiyesi güç, hayrını az bilen hiçbir mahlûk yok. Vak’a insanın kül halinde mânâ-i hüviyeti ile beraber tarif etmeklik beşeri takata bahşedilmemiştir. Neden? Onun bir cephesi âlem-i kudrete bağlıdır. Âlem-i kudret, kelime ile harf ile sedâ ile elfâz ile anlatılmaz. Bir veçhesi de âlem-i hikmete bağlıdır. Âlem-i tabiata bağlıdır. Kevn-i şuhûd âlemiyle ilişiği vardır. Sahne-i belvâ olan, zahirde bal gibi tatlı fakat içinde neler neler bulunan, dünya denilen bir sahneye bağladı, buradaki vücûdu. O bağlı olan kısmı, nispeten anlatılabilir, birazcık. Yine kemâli ile değil de... İnsan bir defa kendisini tarif edemez. Kendisi kendisine yakın olduğu hâlde ondan acizdir. Hariçte nasıl tarif edilebilir? İşte efendim, ben değil miyim insan? Yok efendim. O senin kalıbın.

Bunu hemen hemen her konuşmada tekrar ediyoruz. Sofranın ekmeği yerine geldiğinden dolayı. Yemek değişir de ekmek değişmez. İnsanlar burayı bildikten sonra dünya üzerinde biraz ah sesi durur. Buraları bilinmeden seksen hayvan yükü kitap okusa, doksan tane kürsü önünde dursa dinlese yine bir şey alamaz, bir şey olmaz.

İşte görüyorsunuz, hamûle-i irfaniye-i beşeriye bugün gönüllere büyük bir ferahlık verebilecek şekilde teâli terakki etmiş. Teâlisi güzel, semaya kadar çıkıyor. Yerin dibinde geziyor. Dünyanın bir köşesinde oturuyor, bir köşesinde rahatça dinliyor. Bunlar ufak şeyler değildir. Kudret, Hindistan cevizi kadar muhafazasının içerisinde, cevher-i akıl denilen bir varlığına… Yine mal onundur, hiçbirisi bizim değildir. Kendi verir, alır.

Beşer bu sahasında çok ilerledi. Fakat çî-faide ki, gönül âleminde, kalp âleminde, huzura kavuşamadı. Ve huzursuzluğu da gittikçe artıyor. Tabii mevzii konuşmuyoruz, bütün dünya üzerinde ki hâl. İnsanlar her saha da tekamül ettikleri hâlde, maalesef iç âleminde gayet aşağıya doğru düşmüşler. Öyle bir sükût ki, sükûtun düşüşün süratinden, oturuyor muyum yükseliyor muyum, alçalıyor muyum diye farkında değil. En son an farkına varıyor o da dank dediği vakitte gel deniyor, ölüyor geçiyor gidiyor. Fayda yok ki o vakit. O vakit anlıyor ama ondan sonra da zaman yok. Ondan sonra da zaman yok.

Kudret, öyle hâle gelmiştir güleni mânâsız güldürüyor. Ağlayana lüzumsuz yere ağlatıyor. Ağlaması lazım gelirse ilk önce insan, kendine insan kendisine ağlayacak. Hepimiz başkasına ağlarız. Ağladığımız insan değildir yani, başkasına dendiği vakitte evet evvela canan, başkasına ağlayacaksın amma öyle değil. Neticesi müzahrafât-ı[1] faniye inkılap edecek olan gölge avına ağlarız. Bir kalp içün, bir gözyaşı döken hiç kimsemiz yoktur. Anlatabildim mi acaba? Fakat bir kalıp içün, bir bina içün, ne bileyim adi bir matah içün intihar edenler vardır.

Alâ merâtibihim[2] gelir. Tedbiri, tedrici. Hâlbuki insan ağlaması lazım gelirse, kendi hesabına ağlayacak. Neden? Hayatımda hiçbir vakit, mânâyı kendime mesnet ittihaz etmedim, hiçbir vakit Hazreti İnsan ile meşvereti[3] kendime kefil yapmadım, hiçbir vakit marifeti kendime bir ziynet olaraktan kabul etmedim. Evet, belki ilm-i irfan tahsil ettim ama onu da adi mataha dünyaya sattım. Gönlümün kalbimin varlığına bak, buna maliksin diyemedim.

Hâlbuki sorar hemcinsinden adama soruyor. “Bugün kendin içün ne yaptın? Hesabını ver.” diyor. Bir. “Evlâd-ı ayâlin içün ne yaptın?” Hiçbir şey yapamadın, hiç olmazsa güler bir yüzle güler bir veçhe ile tatlı bir sözle gönlünü de mi alamadın?

Sonra, iman edenlerde Allah fakr-ı iktisadiyi kabul etmez. Yeni söylediğim sözdür, tabire dikkat et. “Bir insan Bana inansın ve inandığı ile de hariç de vücûdunu vakfetsin.  Ben onda fakr-ı iktisadiyi kabul etmem.” diyor, Allah. “Bol sermaye vermişim kâinata, nasıl olur müşkül?” Acaba anlatamıyor muyuz? Biraz zor yerleri buraları.

“Dedikodudan çalışamadı ki, diyor. Evet, fakra müptelâ oldu ama dedikodudan çalışamadı. Kuvvet verdim kuvveti yerinde kullanamadı. Karşısına kocaman bir benlik geldi. Büyük bir sahte onur geldi. O kuvveti kullanma sahasında kendisinde küçüklük gördü kullanamadı. Ben böyle şeyleri kabul eder miyim?” diyor, Allah. “Etmem!”  

Sorar. “Bugün ne yaptın, bakalım!” der. Evet, ahlakın aslında tekâmül-ü tedricidir. Esas. Def’aten tekâmülü tabiatla cidaldir diye tabir eder ve makbul değildir. (Burada da bir şey anlatamadık, nazarlar başka türlü duruyor.) Ahlak esas olaraktan tedrici tekâmülü kabul eder. Birdenbiresini kabul etmez. Anlatabildim mi acaba? Şimdi anlaşılmıyor mu? Yavaş yavaş tekâmülü kabul eder. Birdenbire o der şeyle cidaldir, der. Tabiatla mücadele ettirir ve makbul değildir, der. Hilkate mütenazırdır. Hilkat.

Mesela bugün ekiyorsun; yavaş yavaş filizleniyor, büyüyor, çiçekleniyor, yapraklanıyor, meyvalanıyor, ekmiş olduğun şey meydana geliyor. Burada Allah’ın büyük bir ders kaçırması var. Onu diktiğin dakikada verirdi. Acaba anlatamadık mı onu. Rap dikerdin yarım saat sonra yemişi alırdın, öyle değil.

İnsanların da kemalleşmesi hilkate mütenazır. O niyeti görecek, o esasa sen sarılacaksın, senin haberin olmadan seni sana yetiştirtecek. Haberin olmadan. Ama ne niyet var, ne sarılmak var. Öyle der, ahlak. Kuvveti ağzından koluna getir bakalım, der. Ağzın çok güzel konuşuyor, kolunda göreyim kuvveti der, elinde göreyim. Yıkıma mahkûm olan camia, daima tarih göstermiştir. Kuvveti ağzına alır, elinden bırakır. Kuvvet elinden ağzına geçti mi kolundan ağzına geçti mi yıkım başladı demektir. Kuvveti ağzından koluna al. Göster diyor Hudâ, göster.

Görülüyor ki insan kadar tarifi güç, bir mevzû yok. Evet, çok güç. Gelişimizde gidişimizde bir ihtiyârımız yok. Bunu söylüyorum ki tatlı bir şekilde yayasın insanlık âlemine diye. Beşer gayesini kaybettiğinden dolayı, hilkatteki gayeyi kaybettiğinden dolayı, bir türlü toplanamıyor.

Bir defa herkes, üzerine bir insan yetiştirmesini; bir emr-i ahlaki, -ne bileyim- eğer dine imanı varsa bir emr-i dini, mânâya imanı varsa, bir emr-i manevi, akla imanı varsa, bir emr-i akli, vicdana imanı varsa bir emr-i vicdani, servete imanı varsa, bu servetin karşılığı olarak ben bir insan yetiştireceğim, bir iman-ı maddi. Hani kurtulamaz bundan.

İnsaniyetin insana emanet olduğunu anlatarak, mevcûdâta rikkatle kalbi çarpabilecek, kendisinden üstün, kendisi daima O’na muhtaç, mâfevk bir kudrete muhabbetini verdi. Kudret’in muhabbetini verdirerek, elinden dilinden selamet meydana getirebilecek bir insan yetiştiren kimse; gerek ahlak da gerek din de gerek mânâ da en büyük rütbeye, en büyük şana, Allah’ın verdiği en büyük nişana maliktir. Fakat bilmem ki böyle bir şey var mı? Niyetimiz var mı?

 [4]  كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّت  Emir böyle. “Her biriniz çobansınız. Her çoban, kendisine teslim edilen matâhından, malından mesuldür.”

Benim hiç kimsem yok! “Kendin varsın, diyor. Sen elinin, kolunun, gözünün, kulağının, ayağının, hissinin, beş dış hissinin, beş iç hissinin çobanıydın. Neden fena fikirler besleyebildin? Niye onları tashih etmedin? Sen niye hasedçi olarak Benim karşıma çıktın? Mal Benimdi niye hased ediyorsun? Benim icraatım o değil mi ya. Beğenmedin sen. Öyle der, O. Taksimat-ı ezeliyem senin işine gelmiyor. Şuna niye bu kadar verdin, buna niye o kadar verdin? Benim kâhyam mısın? Verdim. Sen, Bana Benim varlığıma kanaat ettin mi? Ettikten sonra Benim icraatımın da adaletle tecelli ettiğine iman edecektin değil mi?”

Bunun en büyük şeyi, dini mevzûda daha iyi anlaşılır. Allah, der ki:

[5] يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ  *    اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ   ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚ ف۪يهِۚ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  الٓمٓ

Bunu ekseriyet yanlış anlamıştır. O felaha kavuşanların, hidayete nail olanların, kendini kurtaranların, kurtarma sebeplerinden bir tanesi de gayba iman ederler. Ona yanlış mânâ verirler. Allah gaybdır da O’na iman eder de görünmez de! Yok efendim Allah gayb olur mu!? Sen meydanda olduktan sonra Allah gayb olur mu? Senin bu varlığın kendinden mi? Kendin kendini yaptın mı? Bilmem anlatabiliyor muyum? Kendin yaptın mı kendini? Kendini yapan her şeyi yapar. Yook. Muhitin? Muhitin senden aciz. O hâlde sen varsın değil mi? E aşikâr oldu Kudret. Gayb olmadı. Hakk gayip değil. Ne güzel söylemişlerdir, bazı yerleri kaymış ama lazım gelen yerleri hafızamda.

Sağım solum gözler idim dost yüzün görsem deyu
Ben taşra arar idim meğer ol cân içinde cânân imiş

Sanma zâhid savm-u salât u hac u zekât ile biter işin
İnsan-ı kâmil olmağa lâzım olan irfân imiş

Kande gelirsin yakında varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş 

İşit Niyâzî’nin sözün hiçbir nesne örtmez Hak yüzün

Hak’tan âyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş

Bundan aşikâre bir şey yok. Bazı yerleri hafızamdan kaymış, bozuk söyledim amma lazım olan mânâ içerisinde size yetişir. Büyük adam.

İşit Niyâzî’nin sözün, hiçbir nesne yok. (Gizlenmiş yani Hakk’ı örtebilsin)
Hak’tan âyân bir nesne yok, gözsüzlere pinhân imiş.

Ne büyük adam. Bir gün... (Burada bir ahlaki bir şey çıktı. Kudret’in işleri birdenbire aklıma geldi, şimdi bir mevzû çıktı.) Çarşıdan geçiyormuş, acele bir iş içün birisine dokunmuş, olur ya, çarpmış.
“Afedersiniz ya!” Çarpmış.
“Çüşş!” demiş, o.
“Afedersiniz bilerek olmadı, demiş. Özür dilerim.”
“Ayıya bak hala konuşuyor!”
Onun üzerine hiç kızmak hiddetlenmek yok, mütebessim bir eda ile:
“Yook, ayı değil! Halk içre bir âyineyim.”

Yook ayı değil! Halk içre bir âyineyim. Her kim bakar kendin görür, ger yahşi ger yaman görür.

Güzel mi? Öyle bir âyineyim ki, kim bakarsa kendisini görür. Güzelse güzel görür, kötü ise kötü görür, insansa insan görür, ayı ise ayı görür, eşekse eşek görür. Öyle ya, siyah gözlük takarsan kâinatı siyah görürsün. Gözlüğün camına bak. Yeşil takarsan yeşil görürsün, mavi takarsan mavi görürsün, sarı takarsan sarı görürsün kâinatı. Gözlüğünün camının rengini düzelt.

Her kim bakar kendin görür, ger yahşi ger yaman görür. Nereden girdik buraya? Hatırlatabilir misiniz?

 يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ   Gayba inanırlar. Gayba iman eder.

Hani Hak, gayb da O'na mı!? Öyle bir şey yok. Sen varsın ya. Kendin mi yaptın kendini? Muhitin mi yaptı? Hepsi senden aciz. Sen de kendinden aciz. E buradaki gayb ne? Allah’ın saltanatı sence gaybdır. Ufacıcık aklınla onu ihâta edemezsin. O’na olduğu gibi inanın. Kendine inandıktan sonra, O'nun efâline, esmasına, âsârına, bütün mevcûdâttaki  tecelliyât-ı kudretine, olduğu gibi o yerindedir, der inanır. Anlatabildik mi acaba? İşte “O, gayb da görmedim ben ama inandım!” öyle şey yok. O ince bir mesele ya, üzerinde mevzûun münasebet almışken söyleyeyim, geçenlerde tekrar söylemiştim.

Bir or.profesör vardı, hakikata meftun. İsmini vermiyorum. Ahirete gitti. Beş altı sene evveli. Ara sıra Avrupa’ya gider, orada kürsüsü var. Senin dedenin büyüklerini anlat, derler. Ama sen belki kıymet vermezsin başka. Frenk kıymet verir.

Bir gidişimde de diyor, bana dediler ki, işte herkes bir şey anlatıyor, diyor. O hakikat peşinde koşup, ilmin ledünyâtına vakıf olmaklık içün vücudunu vakfeden insanlar, büyük insanların uğradığı tecelliyatı anlamak istiyorlar. Lezzetyâb oluyor.

Öyle ya. Seyyidü'l-âlemdir âdem, gayrıdan sevdayı kes. İnsan.

“Bana da dediler ki: Sen de Türk’ün Muhyiddin’ini anlat. Bir sıkıldım, diyor. Acaba kimi kastederler? Terlemeye başladım diyor. Anladılar diyor, benim üzüntülü olduğumdan. Canım şu Bursalı İsmail Hakkı’yı anlatsana, demişler. Rûhu’l Beyân sahibi.”

İşte o adam, merak ediyor çok. Demişler ki, o şimdi beynelmilel bir adam. Malum ya şimdi bir garb şekli var, meyli var. Orada ilm-i irfan yüksek deniyor. Her saha yüksek deniyor. Ee o adam o yüksek tanınan yerde, orada bir kürsüye malik. İşte memleketin ilm-i irfan yuvasıda üniversite, orada da or.profesör. Bunlar insana bir varlık verir, kolay değildir böyle şeyler. İnsan çabucak da pek çabukça varlığından vazgeçmez. O meğerki büyük bir nazar-ı merhamete nazar-ı atıfete uğraya da o kesâfet birdenbire eriye. Değil mi? Daima söyleriz ya insanın, rütbesi varken, câhı varken, parası varken, kasası dolu iken konuşması başka, bir de düştükten sonra konuşması başka olur. Hilkat, bunu böyle yaptı. Ee onun içün de bunu mahsus da dünyada yapmıştır ki: “Sen asıl, Benim yanıma geldiğin vakitte düşeceksin, düşün bak Benim huzurumdaki düşkünlük başka şeye benzemez.” der.

Hulâsa ediyor. “Nasıl gölge gölgenin sahibine rücû eder, nasıl ziya güneşe rücû eder, bunların hepsi de gelir Bana rücû eder.”

  [6]  هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُون  Var edici, yok edici, yok ettikten sonra var edip, önüme çekici olan Allah. Böyle cayır cayır söyler. Var edici, yok edici, yok ettikten sonra var edici, ondan sonra önüme çekici olan Benim, der. [7] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  Bana bırakacaksınız. Benim miras, bütün mirasa sahip Benim. Seni çalıştırırım çalıştırırım. İster inan çalış, ister inanma çalış. Benim, yurt da Benim, sahte benliğin de Benim.” Seni kullanır kullanır, ondan sonra bir tekme çukura, gel bakalım, der. Hepsi de O'nun.

İnanmadan gidenin hâli çok acıdır. Kolay bir şey değil o biliyor musun? Altmış yetmiş sene güzel bir teşkilat kurmuş, muazzam bir tapınma sahası kendisine hazırlamış, kâinat karşısında el pençe divan durmuş, göz kamaştırıcı sahalara malik olmuş. Ondan sonra sen onu düşün, bir çukurun içerisinde. Pek zor bir şey. Pek kolay bir şey değil yani ya. İnanan için öyle değil. İnanan o diyor.

Ey sahte benliğine güvenen eshâb-ı nefis, sizin hâlleriniz, mahalle köpeklerinin garibin üzerine koşmasına benzer. İnanan erbab-ı aşk öyle diyor. Ey, semayı deler gibi bakan, yeri ezer gibi basan ehl-i gurur. Sizin hâliniz, eshâb-ı nefis neye benzer? Mahalle köpeklerinin, oradan bir garip gittiği vakitte, etrafına toplanıp da havlamalarına, eteğine saldırmalarına benzer. Merak etmeyin biz sizin bir şeyinize ilişmeyiz. Biz vatan-ı asliye sefer eden yolculardanız. Buyurun buyurun? Anlatabildik mi acaba?

Benim burası hoşuma gitti, tekrar edeyim cümleyi. Çalıştırır, çalıştırır, vermez.  وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  Biz varisiz, diyor.

Hayattan azl oldun, emri geldiği vakit, eli boş olanlar çok fenadırlar. İnsanın… Kudret o kadar ders kaçırmıştır ki, nasıl dünyanın bir köşesinde konuşulunca şurada da işitiliyor. Demek ki konuşmuş olan şeye Allah vücut veriyor ki, burada işitiyoruz. Onun bir vücudu var. E büyük bir ibretle bir ders kaçırılıyor ki nasıl sözün böyle bu âlemde, bu fezada mahfuzsa; ef’âlinde, hâlinde, hatta kalbinden geçirdiğin niyetinde muhafaza edilmektedir. İnkâr kapısı kapanmış. Bundan bir asır evvel, iki asır evvel, saha-i inkârda dolaşan birisine, bu mânâ ilminde olmuştur.

Mesela Zerdüşt ordusu, İslam ordusunu İran’da arkadan kuşatırken, muhasara ederken Ömer İbn-i Hattab Medine de hutbe okuyordu. Birdenbire baktı. “Ya Sâriye’l-cebel cebel!” diyerekten bir kumanda verdi. Herkes şaşırdı. İran nerede, Ceziretü’l-Arab nerede! Oradaki kumandanın yüzünü gören kim, ordu nerede filan. Fakat şöyle birdenbire döndü, kan ter içerisinde “Dağın üstüne muhasara oluyorsunuz çek askeri!” diyor. Müdakkik[8] olan insanlar not ettiler, zaman geldi ordu galip geldi, Zerdüşt’ün altını üstüne getirdi. Kisranın büyük saltanatı ile muazzam servetini oluk halinde getirdi koydu. Sordular, filan günü filan saatte şu zamanda?  “Evet, gördüm, işittim ve dediği ile hareket ettim de muzaffer olup Allah’ın izni ile geldim.”

O bir hadise idi. Fakat buna inananlar inanırdı. İnanmayanlar dudağını büker. “Öyle şey olur mu, nereden görecek, nereden işitecek(?)” İşte taa, dünyanın bir köşesinde konuşur, suratını da görürsün değil mi? Konuşanın sesini de işitirsin. Biri keramât-ı maneviyedir, biri keramât-ı fenniyedir.

Keramât-ı maneviye mukabili keramât-ı fenniye zuhur etmedikçe Allah bu kâinata nihayet vermeyecek, dedi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi. Bize lazım olan burada, sesimiz nasıl mahfûz ise, ef’âlimiz harekâtımız, yaptıklarımız hututat-ı veçhiyedeki hâlen karışıklarımız, ağzından çıkmaz da hâlinle yaparsın. Hâl daha fenadır.

Mesela adama gelirler; canım ben şuna şu kadar bir kelime söyledim, şunu söyledim, der. Bundan ne çıkar, der. Bu benden büyük bir gururet hâsıl oldu. Nihayet işte yıkım oluyor, der. Şu oluyor ama bana bunu anlatma, sen söylediğin vakitte suratının fotoğrafını da getir. Sen onu söylerken veçhen nasıldı? Sonra o sesin tonunu getir. Ton ne biçim çıkmıştı. Eda malum ya o eda nasıldı. O hep onlar birbirine bağlı. Evet. Senin bu sözünde o kadar bir şey yok. İyi ama ne biçim söyledin sen onu. Şeklin nasıldı? Ton nasıldı? Eda nasıldı?

Mahfûz, her şey mahfûz insanın. Yalnız, Allah kerem ediyor da hadi, diyor. Niyette olan şeylerin iyisinin karşılığını vereyim de, keremi büyük. Kötü olanı da sileyim atayım. Beraat-ı zimmet asıldır. Kuvveden fiile çıkmayan suçlar tecziye[9] edilmez. Allah’ın âdetinden alınmıştır. Anlatabildim mi? Niyetinde kötülük var amma meydana getirmedin, diyor Allah. Sormayayım bari hadi. Niyetinde iyilik var amma yapamadın, onun karşılığını vereyim, al. Karşılığını al.

Size bir misal getirecektim, unutturuldum. Konuşmanın bir yerinde başladık ki insan yetiştirmek. O misal gelirse hatırıma söylerim. Cilveli. Buna yine bir misal verelim. Eski verdiğim misallerden, mevzû ile alakalı da tekrar ediyorum.

Bizde ne büyük kadınlar yetişmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde yok. Mânâya gönül vermiş, o pûtede erimiş, ne büyük kadınlar. Onlardan bir tanesi de Rabiâ-i Adeviye’dir. Amerikalılar bundan on beş yirmi sene evvel, tercüme-i hâlini sordular, cevap veremedik. Ekserimiz ismini bile bilmiyoruz. İsmini öğrenmiş, birçok malumat edinmiş, birçok malumat edinmiş, daha derinliğine agâh olayım diyerekten, daha derinliğine agâh olayım diyerekten… Biz bilmiyoruz kendi kıymetimizi, bilsek çok iyi olur.

Ne büyük ibret gizlenmiştir, Amerika reis-i cumhurunun son söylediği sözlerde, senin memleketinde.  Ne muazzam. Neydi o söz?

 “Biz insanlık âlemine Kur’an’ın ve İncil’in arz-ı tahtında sulh getireceğiz.” diyor.

Başa senin dedenin inanmış olduğu Kitabı getiriyor. “Biz dünya üzerine Kur'an’ın ve İncil’in, arzu ettiği şekilde sulhu getireceğiz.”

Evet, Tabi mucizedir. Yâr-ı ağyâr tasdik edecek. Yâr-ı ağyâr boyun kesecek, çare yok. Zaten o sofrada oturmadan yol almanın da imkânı kalmamıştır, yok.

Yüz üç yaşında öldü Bernard Shaw. İngiliz içtimaiyatçılarından en muazzam bir adam... Resmen İngiltere hükümetine bir beyanname vermiştir. “Sen, nâzım-ı dünya olmak istersen, şekli bak değiş, diyor. Öyle iman ediyorum ki yirminci asrın sonlarına doğru, bütün dünya Kur’an sofrasında toplanacaktır. Ondan başka beşerin bozuk nazariyesini orta yerden kaldıracak, hiçbir yer yoktur.” Ya.. Göğsün kabarsın diye söylüyorum. Adres bu, adres. Mucizedir o.

Bütün manevi kitapları, Kütüb-i Mukaddese’yi, şu Ahd-i Atîk’i, Ahd-i Cedîd’i heyeti umumisini tetkik edin, Kuran’ın yalnız Fatiha’dan sonuna kadar olan şeysi tetkik edilecek olursa, üslup ve tarzı beyanı değil de en mühim mucizesi, bütün fenlerin içerisinde bulunmasıdır. Bulamazsın Kitab-ı Mukaddese’de tıbba ait bir ayet. Bulamazsın Ahd-i Atîk’de ilm-i heyete ait bir ayet, bulamazsın Ahd-i Cedîd’de kimyaya ait bir ayet, anlatabildim mi acaba?

Muazzam şeyler bunlar. Üslubu da öyle. Zaman-ı cahiliyetteki, muhadramun zamanındaki konuşulan Arapça üzerine gelmiştir Kur’an. En fasih insanlar olduğu hâlde, nispet veriyordu. “Ben bu davadan vazgeçip gideceğim. Benim bir mislimi getirin, getiremediniz, getiremezsiniz, getiremeyeceksiniz.”

Bu Allah’ın sözüdür böyle. Böyle konuşuyor. Neşter vuruyor, damarlarına. Bütün füsehâ-i[10] Arap, o gün toplanmış.

 “Hadi peki en akıllılarınızı toplayın da getirin. Yalnız kalmayın, müsaade ediyorum size. Getirin ben davadan vazgeçip gideceğim. Getiremediniz, getiremezsiniz, getiremeyeceksiniz. (Yine böyle der.) Zararı yok, ufak bir cümlesine getirin. Mini mini bir cümlesine, getirin.”

Toplanıyorlar. Yapıyorlar, yapıyorlar, yapıyorlar. Ondan sonra kendi kendilerini ortaya koyuyorlar. Koyunca, olmadı diyorlar, tutmadı bu. Kendileri söylüyor. Onun üzerine geliyor tekrardan. “Getiremediniz, getiremezsiniz, getiremeyeceksiniz.” Zaman geliyor, İmruu'l-Kays’ın hemşiresi, Beytül- Muazzama’ya giriyor.  Biraderinin... O vakit, bir adam babamdan şöyle bir rütbe bana yahut şöyle bir mal miras kaldı övünmesi yok. Babanın cemiyet içerisinde yahut kerdeşinin cemiyet içerisinde şu cümlesi revaçtadır. Milyarlar, kâinat. Kıymet orada tecelli etmiş, anlatabiliyor muyum acaba? Ondan sonra “İndirin bunları indirin, diyor. Bunların artık kıymeti kalmamıştır.”

Râbia dedik, Râbia-i Adeviye. Sizi ben burada şimdi, inanmış bir zümre olarak kabul ederek konuşuyorum. Yaradılışındaki gayeyi duymuş. Mevcûdâtta abes bir zerre yok, her zerrede meşhud-u hakiki Hak. Benim gibi akıllı bir kimseyi iz’ansız vicdansız kör bir kuvvet meydana getiremez. Ben bir cüz’üm, bende olan sıfatları elbet mükemmili[11], mükemmeli, en kâmili bir kül olan varlıkta vardır, diye inanmış olan zümre diye konuşuyorum. Yoksa inkâr sahasında onunla da konuşuruz başka türlü. İlhama, mânâ ilhamına sahip.

Ne demek ilham? Bir ilham-ı kalbi vardır, bir de ilham-ı fikri vardır. Anlatayım mı, istiyor musunuz? Mesela doktor bir hastayı muayene eder. … (Boşluk var)

İlham denir. Anlatamadık mı? Nasıl ilham? İlham-ı fikri. Bende yoktur o ilham. Kudret herkeste başka türlü tecelli eder. Sen ondaki o reçeteyi yaptırdıktan sonra iyi olduğun vakitte ondaki gelen ilhamı kabul ettin de doktorun çizdiğini de, mânâ üzerindeki ilhamı niye kabul etmiyorsun kardeşim. Ondaki sende varsa müracaat etmeyecektin. Doğramacı vurur rendeyi şöyle bir bakar, ilerde iki yonga daha var der. O bakış tarzındaki iki yonganın vuruluş tarzına gelen bilginin adına ne derler? İlham. Neden? Onu ben aldığım vakitte vurursam yapamıyorum. Tutmuyor bende o. Ya beş santim fazla derin gidiyor, ya iki santim yüksek gidiyor.

Şöyle bir misal daha vereyim size. Kalp sözü ile dimağ sözü, adi misal veriyoruz. Beyinlerinde fark vardır. Bir söz dimağdan çıkar dinlersin, hoşuna gider. Dimağ mahsulü bir adam aklın vergisi. Bir dinlersin, iki, üçüncüsünde söylendi mi onu ben biliyorum dersin. Nezaketin varsa artık bel bel bakarsın. Göz ona bakıyor ama içeriden başka yere bakıyor. Anlatamıyor muyum?

Kalp mahsulü oldu mu bir dinlersin... Kalp mahsulünde, kalpde mutasarrıf Allah. Kalp mahsulünde… Onun modası yok amiyane tabirle. Geçmiyor onun. Onun her tekerrüründe ayrı bedia vardır, daima. Mesela şairlerde de vardır, kalpten doğmuş olanlar. Fuzûlî’nin ki ekseriyetle kalptendir. Onun içün asırlar geçer, daima o şanını muhafaza eder. Sen onu bin defa dinlemişindir, yine dinlediğin vakitte ayriyeten bir zevk alırsın. Kalp! Anlatabildik mi? Mesela hiçbir vakit geçmez.

Cânımın cevheri ol lâl-ı şekerpâre fedâ.
Ömrümüm hâsılı ol şive-i reftâra fedâ

(Söyler söyler de böyle söyledikten sonra)

Gözlerimden dökülen katre-i eşkim güheri
Leblerinden saçılan lü’lü’-i şeh-vâra fidâ.

Fahr-i Âlem, için söylüyor. Ondan sonra bir edep yapıyor.

Yani benim kendime ait bir varlığım varmış da sanki ona layıkmış da? Bir de fedâ ettim diyerekten böyle konuştum, ne ayıp ne ayıp ne ayıp! Aman aman öyle değil!

Pâre pâre dil-i mecrûh-i perişânımdan.
Ser-i kûyunda gezen her ite bir pâre fidâ

Hata ettim, diyor. Size değil, diyor. Sizin köyünüzde dolaşan köpeğe aittir, diyor.

Düşmez kıymetten hiçbir vakit düşmez.
Gözümde mesken et hâr-i müjemden ihtirâz etme.
Gül-i handâna her dem hâr yâr olmak zarar vermez

İşittim ki, bir ev yaptıracak, bir hane yaptıracakmışsın.  Arsa arıyormuşsun. Ne olur şu benim gözümün olduğu arsayı almaz mısın? Oraya bir şey yaptırmaz mısın? Diyeceksin ki kirpiklerin var batar. Hayır, batmaz.

Handân olan güle sordum, hâre yâr olmak zarar vermez, diyor. Ona komşu olmak neden? Her nâdân birdenbire beni koparamaz, diyor. Beni koparacak el, bir parça ellerini tutacak, diyor. Anlatamadık mı acaba incelikleri. Mısır koçanı ayırır gibi beni ayıramaz, diyor. Neden? Diken var benim, diyor. Bekçim var. Mısır koçanını şuradan tut hop der ayırırsın, pırasayı rabbadak çekersin, hadi bakalım, bir gülü çek. Yook. Yaa, böyle gider  elinle böyle elinle tutar şöyle.

Gözümde mesken et hâr-ı müjemden ihtirâz etme.
Gül-i handâna sordum hâre yâr olmak zarar vermez

Râbia-i Adeviye de kalbe vaki olan ilhama sahip olan büyük bir anne. Muazzam bir kadın. Bire on dövüşen evlat yetiştirmiş bizim nenelerimiz. Yok, çocuğu kilitleyip sinemaya gitmek değil. Onu düşün bir defa. Mini mini çocuk. Çocuğunda bûy-u Rahman vardır. Henüz o hâlindeyken o kokuyu duyamayıp ondan zevk almayıp, kâinat sinema olmuş, eğlendiremiyor mu seni? Evladını kilitliyor, işitiyoruz işte gazeteler yazıyor. Geldi yandı çocuk, bilmem şöyle oldu çocuk, hava gazı açık kalmıştı ölmüş çocuk. Kimisi öyle yapar, kimisi övünür. Bizler çocuğu Frenk mürebbiyesinde büyüttük. Bir imtiyaz veriyor.

Ne, ne! Bir Türk kadını, bir Türk annesi bir evladını büyütemeyecek kadar küçüldü mü yahu! Tarihte nâzım olmuş, tarihin en eski efendisinin annesi. Sen biliyor musun tarihini? Senin tarihin kadar muazzam tarihe sahip hiçbir millet var mıdır? İnsan hangi kucakta büyürse o kokuyu alır.

El ahlâk-û sarîyetün ve’t-tabiat-û sarîkâtün. Ahlak sarîdir, tabiat hırsızdır. 
Yani büyütemeyecek kadar küçüldü mü Türk annesi.

Gönülün içerisine rikkat koymak hünerdir. Beyaz kolalanmış kukuleta giymekte bir şey yok.

Buraya bir şey sokabiliyor musun azizim! Beyaz kukuletayı yaptın şöyle, şöyle kukuleta, lacivert göğüslük, önünde beyaz ketenden bir şey. Güzel ama içine bir şey verebiliyor musun? İçine içine! O çocuk büyüdüğü vakitte insan dendiği vakitte; burada Allah’ın imzası vardır, aman hakkına riayet edeyim diyerek titrete biliyor musun? Titrer mi böyle. Elini değil ayağını öpeyim.

Bu, insandır. Allah imzasını, -bu kâinat onun bir fabrikasıdır- etiketini insana va'z etmiştir, yapıştırmıştır. Bunda etiket-i İlâhi var. Buna karşı ben nasıl davranacağım diye kalbi rikkatle çarptırabiliyor musun? Ya, esas o. Düşmüşü kaldırabilecek bir vazife verebiliyor musun? Vazife. Konuşmaya başlarken öyle demiştik.

 كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤول عَنْ رَعِيَّت   Soracağım, diyor Allah. Seni Ben mensi ve mühmel bırakmam. Fakat Benim içün zaman saat mekân olmadığı içün, eh kıymeti yok. Fakat soracağım. Sayılı nefesinden soracağım. Milletin içün ne yaptın, vatanın içün ne yaptın, mânân içün ne yaptın, milliyetin içün ne yaptın, evlâd-ı iyâlın içün ne yaptın, vicdan terazisinde yaptığın işleri tarttın mı? Samimi bir muvâzenesini yapabildin mi? Bunların hesabını, böyle birer birer soracağım diyor. Makul olan, vicdana uygun olan, meşru olan kazancında hesap, inlettiğin hesapta da azap vereceğim, diyor. Hadi hesapsız da değil, öbürkü de hesaplı. 

Bir gün oturuyormuş Fahr-i Âlem. Su istemiş, soğutmuşlar suyu getirmişler. Soğutulmuş, buzlu su gibi. Çok sıcak bir mevsimde. İçtikten sonra gözleri yaşarmış. Tabi orada müdakkik insanlar var. Âşık insanlar.

Demişler: “Efendim, bir ezânız mı var, bir yerinizde rahatsızlık mı var?”

“Hayır, demiş. Suyun soğukluğu aklıma geldi. Su bir nimettir bunun hesabını vereceğim, bir de soğukluğunun hesabını vereceğim. Su bir nimet.” 

Râbia, ilhama tabi böyle. Hasan-ı Basri asrında. Hasan-ı Basri’de o çapta. O erkeklerden, o da kadınlardan. Fakat Hasan-ı Basri’ye elini öptürmüş. Hasan-ı Basri, İmam-ı Ali’nin talebesidir Hasan-ı Basri. Yaa, büyük adam. Râbia, elini öptürmüş.

Bir Dicle kenarında tesadüf etmişler. Bir cemile olsun. Başka bir gören olursa, mânâca edebe mugayirdir. Caiz değil, fakat kimse yok. Kimse olmayınca birbirlerine bir cemile olsun diyerekten Hasan-ı Basri postu atmış Dicle’nin üzerine, sanki pupa yelken gidiyor gibi gidiyor. Râbia’nın canı sıkılmış, bir mukabele yapayım mı yapmayayım mı acaba, demiş. İçinden bir ses: “Yap yap da adam olsun. Sen daha adam olmadın mı yahu?” Biter mi? Kudrete karşı iş biter mi? O da üstünde sinek gibi fezanın yükselmiş bir kısmında gidiyor. O aşağıda o da üstünde. Bir hayli gidildikten sonra Hasan-ı Basri kenara çıkmış. O da yanına inmiş. 

Demiş: “Hasan, hüner mi yaptığın! Dikkat ediyor muydun, demiş. Sen onunla giderken, balıkta postun altında suda gidiyordu. Hem seni geçti. Sinekte beni geçti, demiş. Mahlûkâtın en ufağının yapmış olduğundan geri olan bir işle meşgul olup da demiş, niye kendini üzersin? Bana demiş, yemişini göstersene sen!” 

Şaşırmış şimdi Hasan-ı Basri, başlamış titremeye. Celalli de konuşuyor, o kalbine de bir yerden bir şey getirttiriyor, hitabı yaptıkça titriyor. “Göster yemişini, hayatta kaç insan yetiştirdin? Yemişini görelim, hüner insan yetiştirmektir.”

“Fazla söyleme, yakacaksın” demiş, elini öpmüş.

Anlatamadık mı acaba?

İnsan, insan! Kaç insan yetiştirdin? 

Büyük bir kadın... Ayetle hırsız yakalıyor, ayetle. Bir dostu bir çörek pişirmiş, hani çörek var ya. Râbia’yı seviyor dostu. On tane çörek sarmış hizmetçisine vermiş bunu götür. Mis gibi pişmiş, böyle kokuyor. Yolda dayanamamış hizmetçi.
“Şunun birini yiyeyim, bunun sayısını vermedi ya.” demiş, yemiş.
Götürmüş, açmış bakmış. Kız, Allaha ısmarladık derken,
“Evlâdım demiş, bu kadar mı gönderdi?”
“Evet, ben bu kadar...”
“Yanlışlık olmasın.” demiş.
“Bu kadar efendim.”
“Sen bana hakikati söyle, demiş. Bu ya on olacak, ya ondan fazla olacak. Ehemmiyeti yok yalnız hakikati söyle.” demiş.
“Efendim mis gibi koktu, affedersiniz bir tanesini ben yedim yolda.” demiş.
“Al üç tanesini daha yiye yiye git.” demiş.
Hizmetçi de akıllı. “Nereden anladınız, bunun haberini göndermedi.”
“Yok, demiş, dün ben bu çöreğin cinsinden, ivazsız garazsız Allah namına bir garibe bir tane ikram ettim. O buyurur ki: Ben, en aşağı bire on veririm. Bir de ondan yukarısı Bana bağlı artık. Ondan aşağı vermem; on, yüz, bin, milyon, nüvilyon, ya bu on olacak, ya ondan ziyade olacak, dokuz olmaz.” demiş. Anlatabildim mi?

Büyük Kitap böyle anlaşılmalı. Dediydi, diyecekti, olduydu, olacaktı, öyle değil.

İmam-ı Ali de öyle anlardı. Bir vakit Irak’ta bir hadise oluyor. Söyledim bunları ya tekrar ediyorum. Bir adamın bir cariyesi var, bir de haremi var. Kendi karısı daima kız çocuk doğuruyor, hilkaten öyle. Kız dünyaya getiriyor. Karısına demiş ki… Nâdân bir adam, sanki Kudret mi kadın! Allah ne verirse o olacak.

[12]  هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُ     Ben, seni sun’-ı İlâhi  fabrikama tezgah yaptımsa, sana da o kadar salâhiyet vermedim ki, istediğim boyada çıkaracağım, diyor.

Ve ehl-i inkâra en büyük bir tokattır o. Hadi bakalım istediğin şekilde fatin, zeki, keyfine muvafık, bir kadınla evlen istediğin şekilde bir çocuk yap. Bu kadar müktesebat-ı ilmiyesi olacak, şu kadar sene yaşayacak, şu bilgilere malik olacak, gözü böyle olacak, kaşı şöyle olacak! Yoook, diyor. Hayız kanı, Kudret fırçası ile kendim boyayacağım, diyor. Rengi ben vereceğim. Öyle bir şey yok.

 هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُ   “Yine sen demiş, eğer kız çocuk dünyaya getirirsen, ben seni boşayacağım!”

Zenginlerin şımarığından bir adam, vardır ya öyle. Şımarık, zengin, köksüz. Tesadüf cariye ile zevce ikisi bir anda vaz’-ı haml[13] ediyorlar. Olur ya Allah’ın işi.

E hanım evin hanımı olduğu içün, daha biraz salâhiyetli. Cariyedeki çocuğu alıyor, oğlan çocuğu, boşayacak diyerekten kız çocuğu cariyeye veriyor. Bir vaveyla kopuyor.
Cariye diyor ki: “Oğlan benim!”
Kadın diyor ki: “Hayır oğlan benim!”
İş kadıya aksediyor. Basit gözüküyor ama mesele hâllolmuyor. Yemin teklif edilmez, ikisi de iddia makamında. O ahkâma göre,  işte iddiada olursa yemin teklif edemezsin. O da benim diyor, o da benim diyor. Bugün yarın filan, nihayet örf-ü belde de söz ayağa düşüyor.
“Yahu, ne günlere kaldık. Kadı ufak bir çocuk meselesini halledemedi!”
Bir aralık yazıyor. Hazreti Ömer’in zamanı hilafeti, öyle bir hadise var diyerekten. Oradan da cevap biraz gecikmiş. Söz herkesin ağzından dolaşınca canı sıkılıyor. Doğru gidiyor.
Diyor: “Efendim, size böyle bir mektup yazdım. Böyle bir hadise var. Ben onun üzerinde duruyorum fakat hâlledemedim, diyor. Mâmâfih bizim âlemimiz olan meseleyi bir defa o zâttan soralım.”
“Kime?” diyor.
“İmam-ı Ali’ye gideceğiz.” diyor.
Mübarek zât hurmalıklarını suluyormuş. Bahçede. Buyurun, demiş. Anlatıyor. Ben mevzûu uzatmayayım.
“Böyle bir hadise var, halledemedik.”
Şöyle eğilmiş, yerden bir çöp almış. “Bu meselenin hâlli yerden çöp almaktan daha basit. Bunun için böyle şey, külfet ihtiyâr edilir mi buraya kadar?” demiş.
“Ama nasıl hâlledelim?”
“Mesele demiş,  Büyük Kitap da vardır. Orada var.” demiş.
Ha, öyle demiyor ilk önce de.
“İki tane inâ[14] alırsınız, diyor. Kap, fincan, hâl-i istiâbisi[15]  içine almış olduğu şeyi müsâvi olan, iki tane fincan alırsınız, iki kadınında sütünü sağarsınız. Doldu mu, kaplar aynı vaziyette, tartarsınız. Hangi kaptaki süt ağır gelirse erkek çocuk onundur.”
Sevinmişler, fakat kader malum ya.
Demiş: “Sizin sözünüz bizim başımızın gözümüzün tacıdır. Nurumuzdur. Fakat ilan vereceğiz. Bu, büyük bir varlığın ilâmıdır. Mesnet göstermeniz lazım. Ya Hazreti Muhammed’in sözüne, ya Allah’ın sözüne.”
“E var bu mesele demiş, Kur’an da.”
“Nerede?”

 [16] لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِ   “İslam ahkâmında erkek çocuk iki hisse alır verasette, kız çocuk bir hisse. Hakk-ı verasette kendisine iki hisse ayrılan yavrunun sütünde fark vermiştir, Allah. Anlatabildim mi acaba. Vermiştir. O vakit… Dalgın okuyorsunuz, dalgın! (Tembih yapıyor) Dalgın okuyorsunuz. Kendinizden soyunarak, okuyun. Dalgın okuyorsunuz.”
Ve aynen yapılıyor. Çocuk tamamıyla tahakkuk ediyor, kimin olduğu. Soruyorlar. “Niçün yaptın?” “Boşayacak diye korktum da böyle yaptım!” diyor. Ama zor iş.

İnsan, insan olması hasebiyle, konuşmayı bitiriyoruz artık yoruldunuz değil mi? Saat kaç. İyi. İnsanın tarifini yapmadık, aklın yapmadık, vazifenin yapmadık, sağ kalırsak haftaya inşallah yaparız. Mâmâfih eski yaptıklarımız da var ya. Şu cümleleri söyleyelim inelim.

Yani yaradılışındaki gayeyi duyarsa, mensi ve mühmel bırakılmayacağını, içinden bir kanaat gelirse ki o kanaatin gelmesi zaruridir, insan olduktan sonra. Artık bu iş fen mevzûuna kadar gitmiştir. Değil mi ya?

Ne kadar terakki teâli edilmiş. Ervâh topluyoruz, diyorlar. İki asır evvel gelmiş olan, fasıl yapmış olan musiki cemiyetlerini Amerika’da çağırıyorlar. Piyanolar bütün vesait-i musiki orta yerde duruyor. Şahıslar gözükmüyor, yalnız serap gibi böyle bir duman şeklinde bir şey alabiliyorlar, iki asır evvel yapılmış olan musiki faslını dinliyorlar. “Efendim telkinle dönüyor, şeritle çekiyor.” Buna da mı telkin yapacaksın. Yaa. Acaba gelen ruh mudur? Hayır, ruh değil. Nasıl ruh beni bu âlemde bu kalıbıyla kullanıyorsa ruhun öbür âlemde de kullanacağı kalıpları vardır, o kalıp latiftir o kalıbı gönderip kullanıyor. O Allah’ın emridir uşak olmaz. Anlatabildik mi acaba? Daha henüz orasında değiller. Fakat Kudret, şöyle kapıyı aralamış “İnkâr etme sakın ha!” diyor. Herif oturuyor masanın üzerine üç tane adam doksanar kiloluk, masa dört metre yukarıya kalkıyor. Hani cazibe kanunu.

O kimya muâdeleleri de bir gün altı üstüne gelecek. Sen ne zannediyorsun? Bâb-ı Kudret çok açılmıştır insanlara. Yaklaşsınlar diyerekten. Ama ne yapalım bu bir kısmet meselesi. Kısmet meselesi. Öyle, öyle şeydir ki bu iman, Kudret, insanı öyle bir bağlar ki.  Bak size şimdi ben mânâ ilmiyle, mânâ imanıyla bir misal vereyim.

Hazreti Muhammed, öyle der. “İnanmadıkça dârü's-selâma giremezsiniz. Cennete, dârü's-selâma giremezsiniz. Birbirinizi de sevmedikçe iman etmiş olamazsınız.”

Biz, kimi seviyoruz yahu! Sen istersen alnını secde de çürüt. İstersen her gün oruç tutmaktan kıl kadar incel. İstersen paran varsa bir milyon lira zekât ver. Sıhhatin, paran, bedenin yerindeyse istersen her sene hacca git. Fakat hayatta iki insanı Hak namına sevmemişsen, imanın yok. Bu iş öyle ulu orta bir iş değil ki! Açık bu.

İman etmedikçe, dârü's-selâma giremezsiniz. [17] سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ   Selâm-ı İlâhisini alamazsınız. Yok, birbirinizi de sevmedikçe, iman etmiş olamazsınız.

Birbirimizi seviyorduk, dünya bizimdi. Otur diyorduk zalime, oturuyordu. Birbirimizi sevmemezlik hastalığına tutulduk, ne bileyim öbür tarafını?

Nasıl insan birbirini sever. Fazilet, menfaate tercih edildiği vakitte. Hayâ, hâkim olduğu zaman. Çünkü hayâ muhabbetin bir sıfatıdır. Belki çok misal getirmişimdir. Hepimizde herkes de bir emel vardır. Şu işte bir, ya elem ya emel işte. Bir şey var değil mi? Sana deseler ki: Bütün kâinatı vereceğiz, arşıyla semasıyla, fakat insan denilen sınıfı kaldıracağız. Yalnız sen olacaksın. İster misin? Bir saat yaşayamazsın, çıldırırsın. Buyur sema da senin arz da senin, bütüüün hilkat senin… Fakat insan namına bir şey bırakmayacağım, dedi Allah. Yalnız sen kalacaksın. İster misin? İsteyemezsin ki! Neden? Âyine lazım sana kendini göreceksin. Demek oluyor ki biz birbirimize lazımız, fakat böyle olduğu hâlde neden nefret ederiz, niye birbirimizi yeriz? Hesabı meydanda. İşte ahlak insanlarda bu hâli tashih eder.

Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[18] der. Hep birbirimize bağlıyız. Geçen konuşmada söylediğim gibi, efendim benim beş ton tartar kantarım vardır. İyi ama bir gramlık yok mu? Yok. O lazım sana hasta olduğun vakitte beş ton ilaç vermezler adama yarım gram, der. Koy oraya, onu bir parça arttırırsan ölürsün. Demek ki en küçüğüne sen muhtaçsın.

Öyle yapmış Allah. Bağlamış birbirimize. En yüksek rütbedeki adam, en alçak rütbedeki adama muhtaç. En alçak tabakadaki adam, en yüksek rütbedeki adama muhtaç. Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd. Yaa!

İşte yaradılışındaki gayeyi duyduktan sonra her insanın ef’al-i harekâtı hususunda iyiliğe doğru duyan insanlarda, bir arzu-i fıtri vardır. Fıtri bir arzu vardır, anlatamıyor muyum? O arzuya hayâ denir. Onun içün hayâ bir cemiyetin muhafazası hususunda, en büyük hasletlerin üstünde bir varlıktır. Ondan bir şey yok.

Hayâ, hulâsa yüzlerce kavânin[19] binlerce inzibat teşkilatından daha üstün bir kuvvettir. Anlatamadık mı? Onun için ahlakta ilk ders hayâ ile başlar. Kendinden utanan, hiçbir vakit fenalık yapmaz. Kimden utanacaksın? İlk önce kendinden. Kendinden utanmayan, kimseden utanmaz. Kendi varlığını ortaya koyacaksın, bana yakışır mı diyeceksin, kendinden utanacaksın. Kendinden utanmadın mı ona hayâ demez. O Sahte şey o. İlk önce insan kendisinden utanacak. Kendinden utanan, başkasından... Kendinden utanmadı mı, olmaz. Yaa!

El hayâ u katretün izâ kutire kutile kutile.  Hazreti Ali de öyle dedi: Hayâ, insanın alnında bir damla, yüzsuyudur. Damladı mı ölür.

O öldükten sonra ne anne tanınır ne baba tanınır, ne evlat tanınır ne ıyâl tanınır, ne Hak tanınır ne hukuk tanınır. Meğerki vurucu kırıcı bir kuvvet gelsin. Sen onun karşısında o vakit, boynunu bükersin. Geçen konuşmamda dediğim gibi. Ya terhibten[20] dolayıdır, ya şey talebeden dolayıdır. Hiçbirisi de rağbetten. Makbul değil. Böyle asûde kaldığın vakit. Kendi kendine bu bana yakışmaz.

Nedâmet, dinde buna tövbe denir.

Et-tâibu minezzembi kemel-lâ zembeleh. Öyle diyor, Peygamber. Tövbe eden o fenalığı yapmayan gibidir. Yapmayandır demiyor, ama. Bir incelik daha var, burada. Yapmayan gibidir, diyor. Tövbe etti, yapmayan gibidir. Allah sormaz başka. Fakat mevkii olmaz. Size eski konuşmalarda buna misal getirmiştim.

En güzel kumaş, alırsın iki yüz liraya metresini, en büyük lüks terziye diktirirsin. Birisini giyersin birisi durur. İlk giydiğin gün muazzam bir leke olur. Lekeciye verirsin sildirirsin, yıkatırsın, tertemiz. Leke gözükmüyor. Zaruret hâsıl olur, yahut herhangi bir sebeple, ikisini de satılığa çıkarırsın, bakar. Onu hiç sırtına giymemişsin, buna iki yüz lira verirse, buna elli lira verir. Canım aynı kumaş aynı terzi, bir yerinde bir şey yok. Ama kullanılmış, der. Sende kullanılmış kul olursun. Anlatabildim mi? Sen o lekeli temizlenmiş elbise ile cemiyetin herhangi bir tarafında oturabilirsin. En kıymetli bir yere de gidersin, kendince. Kıymet verdiğin bir yere de şuraya da buraya da. Kimse bir şey demiyor ama satıya çıkardığın vakitte erbâbı diyor ki, bunu elliye alırım bunu iki yüze. Bu aynı terzi dikti, aynı kumaştandı. Ama bu kullanılmış lekelenmiş, temizlenmiş.

Binaenaleyh, tövbe eden adam da kötülükten, lekelenmiş, temizlenmiş, adam ama kullanılmamış gibi değil. Anlatamadık mı? Neyse razı olalım buna biz. Leke temizlensin, oturacağız ya onunla herkesin yanında. Bize lazım olan o, satmayıver sende. Satma, bize lazım olan o. Satma tamam mı?

Bazı insanlar giderler, bazı kimselere derler ki: “Efendim, bize tövbe ettirsene, bi!” Tövbe ettirici misin ya? Tövbe ettirmek için insanın diğer bir şahsa ihtiyacı var mı? Kocaman muazzam Kudret dururken. Bükersin Allah’a boynunu, o alçak benim dersin. Senden başka bir kapı yok ki gideyim. Onu ben bir daha yapmayacağım. O Yapmak arzusu üzerinde varken. Dikkat edin buna.

İki kısımdır tövbe edilecek şeyler. Bir, nefsinde kalır. O nefsinde kalan suç, taaddi[21] etmemişse, başkasına uğramamışsa gargara halinde de af olur. Gargara ne demek? Hani bir hâlet-i ihtizâr[22] gelir, hırr... Herkes senin etrafından çekilir. Senin gözlerin bir tarafa döner. İşte artık gel emri gelmiş, hazırlanıp gidiyorsun. O vakitte boynunu büksen kendi hâlinlen, siler. Âhara taaddi etmişse, ahlı bir şeyse, nasıl anlatayım yahu? Öyle iş bittikten sonra amanın faydası yok. Yaa, bu yumruğunla böyle daima vuruyorsun. Sözünle efendim, her gün bir adamın ciğerini kesip eline veriyorsun.

Şimdi insanlar ekseriyetle nâdân oldu,  nâdân.  Gönül nazargâh-ı İlâhidir. Bilmezsin, o dakikada büyük bir iş yaparsın yedi silsilen çeker. Bunlar öyle zor işlerdir ki, ruh üzerinde büyük tesirleri var. Böyle vurdun daima kırdın. Ondan sonra sağ tarafına felç isabet etti. Sol tarafına.  Tutmuyor elini açmışın. Ben şimdiden sonra kimseye bir şey yapmayacağım. Ne yapacaksın yahu! Püf deseler yıkılacaksın, geçti o. Bir defa vurdun da ikinci defa vurmaklık zevki gene sende hâsıl ama Allah var dedin, durdun. İlk seferini sildirebilirsin. Anlatabildik mi? Bir kötülük yaptın ama kendinden utandın, yalvardın. İkinci bir sefer de nefis arzu ediyor, yap diyor. Ona bir tokat vuruyorsun, edepsiz. Çekmişsin dizginlerini. Nefsin istediği hâlde, Hak namına yapmadın mı, önce yaptığını sildirebilirsin. Anlatabildik mi acaba? Biri bu. Yoksa hepsi gitmiş, faydası yok.

Hulâsa, silsile-i intizâm hayâya bağlıdır. Ahidler, akitler, himayeler, bunların hepsi hayâ ile olan şeylerdir. Ve insanın en ziyade dikkat edeceği nokta da budur. İnkisârlar öyle oluyor büyük insanlarda. “Allah hayâsını kaldırsın!” dedin mi en büyük fena, inkisâr ediyor. Büyük insan o. “Allah hayâsını kaldırsın!” Ne fena inkisâr, irtibatını kesiyor.

Sormuşlar erbâb-ı hakikate, Hazreti Muhammed’in en ağır sözü hangisidir. Hiç ağır konuşmadı. En ağırı hangisidir? İttifak ile bunu söylemişlerdir.  [23] إِذَا لَمْ تَسْتَحْىِ فَافْعَلْ مَا شِئْتَ      Utanmadıktan sonra istediğini yap.”
“Bunda ne ağırlık var?” diyorlar.
“Alakasını kesti.” diyor.
E nefs-i natıkâ-i kâinatın kalbi ile insanın alakası kesildikten sonra ona ne denebilir, hiçbir şey yok. Alakasını kesiyor. En ağırı buymuş.
“Utanmadıktan sonra istediğini yap.”

Alaka kesiliyor. Çünkü o yüzsuyu. Yüzsuyu, sahâyif[24] suyuna benzemez. Levhaları altın yaldızla yaparsın, tezyinatını edersin, bu ona benzemez. O bozulursa onun nakkaşı vardır. Yapanı bulunur. Fakat Allah’ın yapmış olduğu nakış bozulduktan sonra yok nakkaş. Yaptıramaz. Yok. Ee bu da üç günlük hayat-ı dünyada olacak, değil mi?

İşte geldik gidiyoruz. “Muhasebe-i nefisle yaşayın.” diye emir verilmiştir. İnsan her gün kazancını kontrol edecek, kardeşim.

Ben bugün sabahtan sokağa çıktım, ne iyilik ettim ne kötülük ettim. Hiçbir şey yapmadım, yine zarar. Birisine bir şey rica edildi. Rica edilmiş olduğu şeyi yapmaklık kudreti varken yapmadıysa, Allah’tan ne isterse vermez, diyor.

Nerelere bağlıdır bizim işler bilir misiniz? Senin, birisi geldi, bir garip bir şey rica etti. Şöyle bir baktın sen, uğraşsan bu iş olur ama kim uğraşacak, dedin. Dedin mi? Dedin. Kapandı gitti. Ne kadar istesen vermez, Allah. Hiç imkânı yok alamazsın alacağını. Anlatabildim mi? “O kapıyı sen kapadın, Ben de kapadım, ne istiyorsun seni kerata!” diyor.

Kötülük yapmak bir kabahattir. İyilik yapmak kudreti varken yapmamak, o da büyük bir kabahattir. Hani der ki: Ben kimseye bir şey yapmadım ama iyilik yapmak hakkım şeyim var mı? Var. Yapmadın, ama.

Bunları ekseriyet yanlış anlamıştır. Oturur mesela adam, bir kenarda.
“Ya Latif, Ya Latif, Ya Latif...” zikreder.
Ama konuştuğun vakitte de bütün...  Latif demek letafet, anlatabiliyoruz değil mi Latif artık anlaşılır, lüzumu yok. Sen insanlara lütf ile hiçbir defa muamele etmedikçe, elli senelik ömründe bir odaya kapansan da, sabahlardan akşamlara, akşamlardan sabahlara kadar Ya Latif desen sana faydası var mı? Hiçbir fayda var mı?

Açsın. “Ya ekmek, ya ekmek, ya ekmek, ya ekmek, ya ekmek…”  Hiç ekmek geldiği yok, yemiyorsun sen onu. Açlığına faydası var mı? Yok. Onun tatbikatını yapmadıkça, o yemeği yemedikçe senin karnın doymaz. O tatbikatı yapmadıkça da Hak’tan bir şey alamazsın. İstersen otur bakalım, sabahtan akşama kadar “Ya ekmek!” de. Onun içün bizdeki mânâ daima tatbikatını ister hariçte.

Hiç ağzın söylemedi, ömründe bir defa demedi. Fakat sabahleyin kapıdan çıkarken “Ne olur iki kişinin rızkını benim üzerimden ihsan et.” diye çıktın, o niyetle. Hiçbirimizin aklından bile geçmez. Hoop, ya evden kavga eder küfür ederekten çıkar, ya ters bir muamele ile çıkar, geçer gider.

Bir defa emr-i  Peygamberî açıktır. “Evinde hüsn-ü muâşeret olmayan yerde rızık genişlemesinin imkânı yoktur.” der.
Gelmişler Peygamber’e şikâyet etmişler.
“Karın var mı? Demiş. Çolun, çocuğun var mı?”
“Var.”
“Senden memnun mu?”
“Hayır.”
“Olmaz!” demiş, git. Açık konuşuyor. Olmaz!
Bununla da mesela, kadın da şımarmamalı. O tabi karşılıklı. Kadın da şımarmayacak.

Hazreti Ali’ye Hazreti Fatıma’yı verirken şöyle verdi, Peygamber. “Kızım Fatıma’yı sana veriyorum, bâ-emri İlâhi, cariye olarak. Senin cariyendir. Fakat aynı şartım sende ona köle olacaksın.” Anlatamadık mı meseleyi. Mevzûu. “Şu şartıdır ki sende ona köle olacaksın.”

Bizde bu usuller çoktan bozulmuş, neden? “Getir bakalım şu kaşık düşmanını, kaşık düşmanına bu lazım gelir.” Darb-ı mesel halinde kaşık düşmanı. Ne kadar çirkin tabir. Kaşık düşmanı, deme.

Bir dostum vardı, bir cümlesi ile zalim bir damadını adam etti. Bir tek cümle ile. O söylediği cümleyi bana anlattığı vakitte, bende ağladım, kendi de ağladı. Zulmediyor kızına, kocaman rütbeli bir adam. Öyle Çoluk çocuk da değil, kocaman bir adam. Bir tek cümle ile damadının ismini veriyor, (Ben vermiyorum tabi burada) kızının da ismini veriyor. “Kızımın kaşığı sofradan daha kalkmamıştır.” diyor. Anlatabildim mi? O cümleyi nasıl söylemişse o. Şimdi bu kadar. “Filan bey şunu bil ki, ben kızımın kaşığını daha sofradan kaldırmadım.” Anlatamadık mı bir şey acaba? İşte o cümle ile ertesi gününden sonra adam, işte saati gelmiş, zalimken mazlum olmuş.

Muhabbetli ailenin çocuğu muhabbetli olur, dedi. İlk önce ahlaka evin içinden başlamak lazım gelir. Muhabbetli ailenin çocuğu muhabbetli olur. Cemiyete faydalı olur. Kavgalı iken bilmem şöyle iken böyle iken, çocuk tekevvün[25] etmeye başlarsa, hayrı olmaz. Ne sıhhatinde hayrı olur, ne selametinde hayrı olur, olmaz diyor. Ne yapalım öyle demiş, Allah öyle kurmuş, öyle diyor. Yaa!

Söylemeyiz nâ-hâlefe Böylece erdik şerefe
Birbirini sevmeyenin kendi özün bilmeyenin
Âdeme baş eğmeyenin İsmini şeytân okuruz [26]

Mevzû bu. Bugünkü konuşma bu kadar yeter.



[1] Müzahrafât: Atıklar. Çerçöp, pislik, süprüntü 
[2] Âlâ Merâtibihim: Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla.
[3] Meşveret: Danışma
[4] Hadis-i Şerif (D.İ.B.Y. Sahihi Buhari; 3/40
[5] Bakara Suresi 1, 2, 3. Ayet-i Kerimeler  اَلَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُق۪يمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ      ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚ ف۪يهِۚ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَۙ  الٓمٓۚ
Meali: Elif-lâm-mîm İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir. Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.
[6] Yunus Suresi 56.Ayet-i Kerime هُوَ يُحْي۪ وَيُم۪يتُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Meali: O, hem can veren, hem can alandır. Ve hepiniz O'na döndürülüp götürüleceksiniz.
[7] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[8] Müdakkik: Dikkatli inceleyen.
[9] Tecziye: Cezalandırma, ceza verme
[10] Füsehâ: Fasih olanlar, güzel, açık ve düzgün söz söyleyenler
[11] Mükemmil: Tamamlayan, tamamlayıcı
[12] Ali İmran Suresi 6. Ayet-i Kerime هُوَ الَّذ۪ي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَٓاءُۜ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Meali: Sizi, rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O'dur. Kendisinden başka tanrı olmayan, şan, şeref ve hikmet sahibi olan O'dur.
[13] Vaz’-ı haml: Doğurma, doğum.
[14] İnâ: Kap kacak.
[15] İstîâb: İçine alma, içine sığma, içine sığdırma. Kaplama, yayılma İstîâben: İçine alabileceği miktâra göre
[16] Nisa Suresi 11. Ayet-i Kerime يُوص۪يكُمُ اللّٰهُ ف۪ٓي اَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْاُنْثَيَيْنِۚ فَاِنْ كُنَّ نِسَٓاءً فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَۚ وَاِنْ كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُۜ وَلِاَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ اِنْ كَانَ لَهُ وَلَدٌۚ فَاِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُٓ اَبَوَاهُ فَلِاُمِّهِ الثُّلُثُۚ فَاِنْ كَانَ لَهُٓ اِخْوَةٌ فَلِاُمِّهِ السُّدُسُ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوص۪ي بِهَٓا اَوْ دَيْنٍۜ اٰبَٓاؤُ۬كُمْ وَاَبْنَٓاؤُ۬كُمْۚ لَا تَدْرُونَ اَيُّهُمْ اَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعًاۚ فَر۪يضَةً مِنَ اللّٰهِۜ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَل۪يمًا حَك۪يمًا  meali: Allah size evlatlarınızın miras taksimini şöyle emrediyor: Çocuklarınızda, erkeğe iki kadın payı kadar, eğer hepsi kadın olmak üzere ikiden de fazla iseler, bunlara mirasın üçte ikisi ve eğer bir tek kadın ise o zaman ona malın yarısı vardır. Eğer ölen, ana ve baba ile birlikte çocuklar da bırakmışsa ana babanın her birine ölenin terekesinden altıda bir; şâyet ölenin çocuğu yok da, mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı üçte birdir. Eğer ölenin kardeşleri varsa terekenin altıda biriananındır. Bu paylar, ölenin borçları ödenip, vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Baba ve çocuklardan, hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu, siz bilmezsiniz. Bütün bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah alîmdir, hakîmdir.
[17] Yasin Suresi 58. Ayet-i Kerime سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ 
Meali: (Onlara) Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.
[18] [18] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif   
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden... Ve nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
[19] Kavânin: Kanunlar.
[20] Terhib: Korkutmak. Fazla korkutmak. Korkutma. Korkutma.
[21] Taaddi: Saldırma.  Düşmanlık.  Ezme.  Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme.
[22] Hâlet-i ihtizâr: Can çekişme hali, sakınılacak hâl.
[23]  (İbn-i Mâce, Zühd, 17)
[24] Sahâyif/Sahâif: Sahifeler, sayfalar. Levhalar
[25] Tekevvün: Vücut bulma, vücûda gelme, var olma, oluş, oluşum
[26]

Söylemeyiz nâ-halefe     

Böylece erdik şerefe

Vâkıf olup men arefe

Nükte-i pinhân okuruz.

Her güzelin hengine biz 
Boyanırız rengine biz

Düşmanının cengine biz
Tiğ ile çevgân okuruz.

 

Âdem’e baş eğmeyenin
İsmini şeytân okuruz

Vehbi yâ mestiz ezeli
Biz severiz her güzeli

Anda görüp Lem-yezel'i
İsmin Canân okuruz.

 

Rufai Şeyhi Ahmed Vehbi el-Antaki (k.s.)



 

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017