Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

75. Kaset (a,b)

 075 a-b (215 a-b) 80 dk (13.12.1959)

... Diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei akıl, aşktan doğan ahlakın menşei kalp. Gerek akıl, kalp, aşk, vazife, bunlar mânâ-i insaninin birer vasıfları olması hasebiyle,  mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. Ve tarifi güç, anlatılması zor. Çünkü hakikati beşerin takatıyle anlatılması imkânı olmayan kısım da burası.

Evet, insan dendiği vakitte, suret itibariyle elli altmış kiloluk, bir kan ve kemik torbasından ibaret bir yığın göz önüne gelir. Fakat onun mânâ-i ihtivası, vicdan-ı kibriyası, öyle elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret değil. Belki bütün kâinatı muhit. Zahirde sureti iki metrelik bir çukuru kaplayabilirse de mânâsı -orada durmak lazım- sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir vücûdu var. Mesela şu anda hem dinliyorsunuz hem konuşuyorsunuz. Birçok hâtırât hutur[1] ediyor. Bunlar hangi vücuttan geliyor, nereden gidiyor?

Sık sık söylediğim gibi, bir dirhem yağ parçasına taalluk eden o nûr-u rüyet nedir? Konuşma nedir? Bunu henüz daha insanların kendi elinde olduğu hâlde kendisi de bilmiyor değil mi ya? Kim bana tarif edebilir konuşmanın ne olduğunu?

Rüyet nedir kim tarif eder? Evet, o sahanın mütehassısı gözü anlatmaya başlar, ben gözü sormuyorum. Fiil-i rüyet ne? İrtisam[2] kaidesiyle olduğuna göre, biz tersine görmemiz icap eder. Niçün tersine görmüyoruz? Yoksa tersine görüyoruz da öyle mi zannediyoruz? Bundan evvelki konuşmada söylediğim gibi; bir fotoğraf çekersin, üzerine bir daha bir daha üç beş filan yaptıktan sonra tersim[3] edilmiş olan şekillerde, şeklin aslını bulamazsın, karmakarışık olur. Fakat biz neler çekiyoruz da hiçbirisi karışmaz. Hepsi yerli yerine bu nasıl oluyor bu?

Konuşmaya başladığım vakitte demiştim ki, iki türlü ahlak var. Biri vazifeden doğan ahlak biri aşktan doğan ahlak. ... (Konuşmanın devamındaki 2,5 dakikalık kısım kayıtta çıkmamış.)

Üüü sema. Kendin içün ağladığın vakitte makam-ı aşka çıktığın anlaşılır. Makam-ı aşka çıkmayan kimse ahlakta henüz -ne bileyim ben- hayatta değil gibidir. Aşksız geçen ömrü hayattan sayma demişlerdir. Anlatabildik mi acaba? Yaa. Şu kadarcık bir zaman desek daha kısa. Ölçüye de gelmez. Gelmede gitmede ihtiyârımız yok. Bunlar sofranın ekmeği olduğu içün her konuşmada tekrar ediyorum. Burayı bildikten sonra beşerin ah sesi biraz dinmeye başlar. Yoksa dinmiyor işte.

Daha ötesi var mı? Seyyarata çıkıyoruz. Demek ki ilim epeyce ilerlemiş. Fen, gözleri kamaştıracak kadar şey etmiş. Asude kaldığınız vakit daima bu mevzuları konuşalım, dedikoduyu bırakalım. Şöyleydi böyleydi. Neydi?   Ne öyleydi ne böyleydi. Hiçbir şey değildi. O vaktiyle masallarda bir başlangıç vardı. Onu masal diye dinleme. O bir hakikatmiş. Bir varmış, bir yokmuş. Hakikatten bir varmış bir yokmuş. Hep O var. İşte onu masal diye dinleme.

Dinmiyor, ah sesi. Dinmez mi? Bir sofra vardır, onda oturup diz dize çökmedikçe dinmez. Dinmez. En büyük kafalar toplanıyor. İnzibat teşkilatı çalışıyor. Terbiye tezgâhları uğraşıyor, Ne bileyim, iktisatçılar çare arıyor.  Huzur-u kalp yok. Mevzii konuşmuyorum böyle ufak bir saha büyük bir saha değil, bütüüün. Küre, üç milyar insan besler derler, heyet-i umumisinde huzur yok. Ne masası olanın, ne kasası olanın, ne rütbesi olanın, ne şusu ne busu yok. Neden yok?

Hilkatteki gayeyi insanlık âlemi kaybetti. Ne içün gelmiş ne içün gidiyor, onu bilmiyor. Hayvanda yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Ara yerde sıfat-ı temyiz nedir? Öyle değil mi. Nihayet hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder, ayırıcı bir sıfatı yok mu?

İnsan, Hakk’a muhatap olaraktan meydana gelmiş can demektir. Bütün eşya kendisine müsahhar kılınmış. Çok kavî onun elinde zebun edilmiş. Naib-i Hak. O kadar kendini küçük zannetme. Aslını bulmak aşkı kendisine verilmiş. İmtiyazı bu.

Asude kaldığı zaman “Kimim, nereden geldim, ne olacağım?” diye bir sualler soracaktır. Bu suallerin cevabını ahlak verir. Onun mevzûu dâhilinde, onun çerçevesi dâhilindedir. Bir veçhesi âlem-i hikmete bağlanmış, yani dünya denilen dâr-ı iptilaya. Bir veçhesi âlem-i kudrete bağlanmış. Bu iki veçhe arasında kendisine bir istikamet vermek mecburiyetinde. Bir muvâzene yapacak.

Kolay iş değil bu insan. Ayağına benlik dikeni batmışsa yol alamaz. Kaldı orta yerde. Ahlak, insanın benlik dikenini çıkaran müessesenin adına denir. Anlatabildik mi acaba? Ahlakın tarifi bu. Benlik dikeni. O herkes de var, hepimizde vardır. Fakat nispet dâhilinde. Cehli çok olanlarda daha çoktur. Kudret’le azamet yarışına kalkar, semayı deler gibi bakar, yeri ezer gibi basar.

Yer, ona güler. Bana geleceksin, der. Seni hiç kimse kabul etmez, der. El pençe divan duranlar dahi sana nihayet sana bir tekme vurur, der. O, evet efendim diye bükülenler eğilenler, karşında biçimli biçimli şekiller alanlar, hiiç kimse hiç. Bana geleceksin, der. Yer, adamı yer. Nice hiss-i tefahurla kabarmış olan sadırlar, yerin sadrında böyle basar böyle. Nihayet yer adamı.

Onun içün ahlak der ki, sizi tabi ben burada inanmış bir sınıf diyerekten konuşuyorum. Yoksa “İnsan tekâmül etmiş bir hayvandır, bir tesadüfün neticesi olaraktan zahir olmuştur. Ne ezel ne ebed biz öyle bir şeyi bilmeyiz!” itikadında bulunana ait değildir bu cümleler.

Bu, her zerrede Hakk’ın kudretini müşâhede etmiş, “Benim gibi akıllı, iz’ânlı, vicdanlı bir varlığı, iz’ânsız vicdansız kör bir varlık meydana getiremez.” diye reddetmiş. Nihayet hiç kimse adi bir saltanatının dahi geçici olacağına razı olmaz. Bu âlem sahipsiz değildir, bu azamet mütenâhi değildir. Ben daimi enfüsümden işittiğim ebed sedasına meftunum, diye yaşayan insanlar diye mevzûu o şekilde idare ediyorum. Yoksa inkâr eden saha olsa onunla da konuşmasını biliriz. Onun konuşması başka türlü olur. Sizi inanmış… Yanlış mı anlıyorum acaba? Haa, öyle duruyorsunuz bir tuhaf.

Yoksa kitabı parasının üzerindeki yazı, ona ait değil. Vardır öyle insanlar. Bırak, der. Zavallı tabi, neden zavallı? E düşünecek olursa kendi kendisini, en acınacak insan. Niçün? Bedbaht. Öyle değil mi? Sen bir defa düşün kendi kendine, her gün takvim-i insaninden bir yaprak koparıyorsun. Yok oluyorum. Çıldırır adam. Kolay iş değil ki o. Her gün insani takviminin yaprağını koparıyorsun, âdem. Yok oluyorum, yok oluyorum! Görüyorsun, kabrin kapısını kapayamıyorsun, ölümü öldüremiyorsun, aczi gideremiyorsun, bir de kendim yok oluyorum diye yaşıyorsun! Nasıl yaşar adam?

Benim halledemediğin bir şey de inkâr sahasında bulunanlar samimi mi değil mi? Bunda daha henüz bir kanaatim yok. İnkâr sahasında bulunan insan acaba samimi midir değil midir? Buna benim kanaatim yok. İşitirim görürüm, rast gelirim ama acaba samimi mi bilmiyorum orasını? Düşünürüm kendi kendime samimi olsa çıldırması lazım gelir. Çıldırır. O kolay bir iş değil ki! Hele biraz da varlığı varsa. Şekiller vermiş, teşkilat yapmış. Hayatına veçheler vermiş. Hadi istikamet karşıki çukura, arşş! Ölmeyenin kumandası, emekli de olmaz. Hiç emekli filan değil. Ölmeyen uyuklamayan. Emeklisi, emekli yok. Arşş, karşıki çukura!

Biz dostumuzu annemizi babamızı, herhangi bir yakınımızı, o ahiret istasyonuna teşyii ederken, orasıda bizi istikbal eder. Hazırlanıyor musun, der. Acaba anlatabildik mi? Biz onu teşyii ederken o da lisan-ı hâli ile: “Siz de teşrif edeceksiniz değil mi? Hazır mısınız?”  Öyle ah vah demeye lüzum yok. Böyle.

İnananlar içün hayat, ölüm denilen doğumdan sonra başlar. Asıl hayat. Nasıl anne karnında cenin, yavru, harekete geldiği vakit, Kudret onun havasını bahşeder. Görmek içün gözünü, işitmek içün kulağını, tatmak içün ağzını, tutmak içün elini, koklamak içün burnunu, kuvvâlarını kendisine verir.

Cenin anne karnında hareket etti mi bir devresi vardır, o dakikada ona havas verilir. Fakat kendine verilen o havastan, o cenin haberdar değildir. Haberi yok. Neden haberi yok? Anne karnı o havası kullanmaya salâhiyetli bir iklim değil. Fakat harekete geldi ya, harekete gelince hazırlanıyor. Ona Kudret o hislerini veriyor. “Al gözünü diyor, bununla gördüreceğim. Al ağzını, bununla tattıracağım. Al kulağını, bununla işittireceğim.” Bunları veriyor. Fakat haberi yok ve kullanmıyor.

Şimdi bizim asıl anne karnımız, bu sahne-i şuhûddur. Eğer biz bu anne karnında, dünya denilen bu dâr-ı iptila da mânâya doğru bir hareket gösterebilirsek, Allah bir havas verir. Göstermedik mi ölü doğarız, ölü! Nasıl anne karnında ölü doğan çocuk vardır, bu anne karnında da ölü doğan vardır. Anlatamadık mı acaba? Ölü doğarız.

Cenin anne karnında harekete geçip havasını aldığı gibi ikinci anne karnı denilen bu dâr-ı iptilada, dünya denilen ikbalinde hud’a idbarında fecia gizlenen bu bu sahne-i şuhûdda, biraz mânâya doğru hareket göstermezsek, havas verilmez. Burada bize havas verilir. Ee niye kullanmıyoruz? O havası kullanmaya bu muhit salâhiyetdâr değil. Anlatamadık değil mi?

Nasıl anne karnında verilen havası, gözün olduğu hâlde göremiyordun, bu rüyeti yapamıyordun. Kulağın olduğu hâlde bu işitmeyi meydana getiremiyordun. Çünkü anne karnı onu yapmaklığa müsait değildi. Aldın hazırlandın, bu âleme geldin kullanmaya başladın. Şimdi burada da Allah bize havas verdi, doğduktan sonra kullanacağız. Doğum ne vakit, ölüm denilen hâl. Anlatabildik mi acaba? E zindan-ı beşeriyette biraz harekete gelelim ki, şu havası alalım da ölü gitmeyelim. Duyulacağı duyalım, görüleceği görelim. Burada görüleceği görmezsek, akıbet iyi olmaz.

[4]  وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى  . 

[5] قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا   .

Büyük Kitap da:

[6] قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى

Allah diyor ki: Kim ki Benimle azamet yarışına kalkar, sahte benliğine mağrur olur, mevcûdâta nazar-ı  hakaretle  nazar eder, kendisini her şeyin fevkinde görür, ben varım, diye yaşar...

Öyledir ya. Öyle insanlara tesadüf ediyor ki anasını beğenmiyor, babasını beğenmiyor. Bırak şimdi onu. Babasının zahrında, annesinin rahminde yaşamış taşımış, orada devre ikmal etmiş de sonra şöyle bakıyor. Nasıl bakarsın yahu? Öyle bakmayı bir defa insansan kendine bir onur yap. Ne kadar beğenmesen onun zahrında yaşadın. Anlatamıyor muyuz? İnsan ne vakit anasını babasını beğenmez? Ne vakit ki anası babası Hak ve hakikate düşman olursa. O vakit ayrılıyor.  

075-b (215-b) 80 dk (13.12.1959)

Mesela Ebu Ubeyde:  Bedir Harbi’nde, dünya da Bedir Harbi gibi bir harp olmamıştır ve olmaz. Olamaz. Neden öyle yok? Öyle olmamış, olamaz diyoruz. Zamanla olur mu? Hayır olmaz. O sahne kapanmış. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi; ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, insanlığı kurtarmaya... Hakiki kurtarıcı. Orta yerde hiçbir şey yok. Zor sonra o.

Frenkler bile, insafı olanlar öyle der. Davenport[7] öyle der.  Kolay iş değil kardeşim bu, der. Tek başına açmış olduğu Lâ ilâhe illallah davasından yüz kırk bin kişi ile döndüğü vakit, aynı mütevâzı evine girip, aynı anı muhafaza etmek, her insanın kârı değildir, der. Bizim üç kuruşumuz yokken hâlimiz başkadır, üç kuruşumuz olduktan sonra konuşmamız başkadır. Masa biraz büyürse, vaziyetimiz başkadır, masanın üzerinde şekil değişirse yine vaziyet başkadır. Böyle huzuruna gelip de eğilmeler başladığı vakitte:

“Meh meh, ene emetün  te’kulu lehme'l-kadîd.
Yapmayın yapmayın, ben çömlek içinde et yiyen kadının oğluyum.”

Sana yapmasalar bir parça büyüdükten sonra, bu adam bana kıymet vermedi diyerekten dişlerini bilersin. Öyle değil mi? Gücün yetmezse içinden buğz edersin, gücün yeterse hakaret edersin. Bu şey, kolay bir iş değil ki!

Hira dağından bir dava açmış, ne ordu var ne masa var ne kasa var, hiç kimse yok. Bir avuç insan. İlk önce tek başına açmış, zevcesi Hazreti Hatice, kölesi Zeyd, Amcazâdesi Ali İbn-i Ebu Talip, işte bu kadar.

Öbür tarafta, zannetme ki Ceziretü'l-Arap da bir vilayetin, bir yerin adamları cephe almış. Hayır, bütün dünya sekenesi, bütün medeniyetler. İki hâkimiyet var, daima dünya iki hâkimiyetle idare olunur, Allah’ın tecellisi öyledir. Cemâl, Celâl. Her vakit öyledir o. O vakitte Kisra hâkimiyeti Kayser hâkimiyeti, iki taraf da “Orada bir adam türemiş, ensesinden kelepçeleyin bana getirin!” diyorlar.

Medeniyet, o günkü medeniyetin işine gelmiyor. Neden? Putperestlik mülga, diyor. Kilisedeki puta bir şey demiyor, insan putu olmayacak. Aciz insana tapılmayacak. Mâfevkine karşı köpek, mâdûnuna karşı kurt olarak yaşamayacaksın, diyor. Düstur bu. Kendinden yukarına karşı köpek değil. Kendinden aşağına da karşı kurt değil, insan olaraktan. Mâdâmı ki sende bir emanet-i İlâhi vardır, bunu meydana çıkar, insanlık meydana çıkacaktır, diyor. Bu, esas bu. O günkü zalemenin işine geliyor mu ya?  Tabi gelmiyor. Zalimin işine gelmez.

Zanneder misin ki Ebu Cehil Hazreti Muhammed’i tanımazdı? Öyle mi zannedersin? Öyle mi zannedersin? Yoo, pekâlâ tanırdı. Pek muazzam tanırdı. Fakat nefsinin putunu bir türlü atamadı. Çok akıllıyım diyenler de o puta taparlar. Ondan pek insan kendisini kolay kolay kurtaramaz. Pek akıllıyım diye geçinen de kendi içindeki gizli puta tapar. İşte ahlak onu siler. Anlatamıyor muyuz? Çok akıllıyım diyen de tapar.

Pek güzel tanımıştı. Sordu ona bir gizli yerde. “Bana inanmıyor musun?” dedi.

“İnanıyorum, dedi. Sen düşün, ben ilk önce sana El-Emin diyen adamım, dedi. Fakat sen öyle bir dava açtın ki, onun peşinden benim gitmeme imkân yok. Sen, dedi.  Nasıl olur da bir, benim gibi bir adamı hizmetçisi ile yan yana oturtmaya kalkarsın?”

Nereden yıkılıyor beşer! Onun asıl ismi İbn-i Hişam’dı. Akıl babasıydı. Akıl oğluydu yani ya. Anlatabildim mi? Sonra onun tersine olarak Peygamber, Ebu Cehil koydu.

Aklı olsaydı benliğinin putunda yanmazdı, dedi. O ismi alın da Ebu Cehil deyin.” dedi. Dünya işlerini çok iyi bilir, nüfuzu var, tahakkümü var, serveti var. Öyle dedi.

 “Niçün inat edersin? İnanmıyor musun bana?”

 “Nasıl inanmam, inanırım ama davayı sen acayip açtın, dedi. Bir teklifim var, dedi. Yarın ben kölemle gelirsem meclisine, kölemi şöyle beni de şöyle oturtabilir misin?”

 “Öyle bir yerim yok benim, dedi. Kendimin de yok.” dedi.  Ya, duydun mu?

Onun meclisinde daima halkavi otururlardı. Öyle halka halinde, daire. Öyle tertip etmişler. Ne kadar nazikâne. Daha öyle medeniyet yok şimdi. Sormuşlar kendilerine. “Bir kırık kalpli adam gelir, beni kapı dibine düşürdü, derler. Ben bunu istemem. Dairenin neresinden başlarsanız baş orasıdır.” Anlatamadım galiba.

Ya, ondan sonra diyor ki: Men ekreme ganiyyen lî ginâihî fekâd zehebe sulûsa dînihî.

Bir kimse bir kimseye masası var diye, kasası var diye, rütbesi var diye, cemiyette mevkii var diye hususi bir ikram yapacak olursa, dininin üçte ikisini kaybetmiştir. İkram o adama yapılır ki herkesten fazla mahlûkata kalbi rikkatle çarpar. Ona imtiyaz verilir, diyor. Ondan mâadâ hiç başka bir şekilde imtiyaz yoktur kimsenin. Bilirsin ki bu adamın kalbi, mahlûkata çok fazla çarpıyor. Onda Rahman sıfatı çok galip. Buyurun denir,  Hak namına ayrı bir yer verilir.” Anlatabildik mi acaba?

Neler yaptılar, boykotlar yaptılar, suikastler hazırladılar, üüü!  Ben, beş yüz, bin sayfasını atlayaraktan şöyle bir yerinden bahsedeyim de mevzûa girelim gene. Ana vatanından hicret etti. Kızının birini şehid ettiler, hamile iken. Katil geldi sonra, size çok anlatmıştım ama yabancı arkadaş olduğu için tekrar ediyorum. Şöyle bir kıyas-ı nefis yap, bakalım yapabilir misin?

Gece yarısı, babasının aşkı ile şevki ile deveye bindi. Geceleyin yol aldı gidiyor, müşrikler haber aldılar. Rencide etmek isterseniz bir şekil çıktı, dediler. Muhammed’in kızını öldürelim. Büyük bir para mukabilinde bir katil buldular. Yolda arkasından yetişti, bir mızrak attı. Deveden düştü, hamileydi ıskat-ı cenin oldu ve o yüzden ahirete, âlem-i cemâle teşrif etti. Çok müteessir oldu, Peygamber. Bir defa hilkaten rahmet, elbette müteessir olur.

Zaman geldi, mânâ şevketi güneşi kâinatı istilaya başladı. Bir gün bir adam geldi. Ağlıyor, hüngür hüngür ağlıyor. Girdi huzura.
“Benim size olan irtibatımı, imanımı, her şeyimi teslim ettiğime siz şehadet edin ve beni imha edin.” dedi.
Birçok büyük zevat, hepsi hazır. Şaşırdı herkes, bakıyor böyle.
Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi: “Biz imhaya değil ihyaya geldik. Yok etmeye değil varlığı öğretmeye vermeye geldik. Faniyi baki ile değişmek yollarını izaha geldik. Allah’ı size beyan, sizi Allah’a takdime gelmiş bir adamım, nasıl imha ederim sizi!” dedi. Anlatamıyor muyum acaba?
“Ben öyle kimse değilim, benim imham bana elzemdir. Beni mahvedin siz.” Israr ediyor.
“Senin suçun ne peki?”
  “Söylemem, dedi. Benim suçum söylenecek suç değil ki. Ferşten arşa kadar olan sahada benden alçak kimse yok.”
“Nedir suçun söyle?”
“O, sizin kerim rahim kızınızın katili benim, dedi. Yapın bana kısas.” dedi.

“El İslam yecubbu ma kablehû[8]  diyor. İnandıktan sonra bu fiili yapsaydın kısas yapılırdı. İnanmadan yaptın, bundan evveline şümûlü yoktur.” Anlatamıyor muyum acaba? İnandıktan sonra değil.

Döndü dostlarına karşı dedi ki: “Evlâdımdır, yanarım. Ciğerimdir acırım, fakat bunun hâline evlâdımdan fazla acıyorum. Şahit olun yalvarıyorum Allah’a, bunu bana bağışla Ya Rabbi!” Yapabilir misin? Nasıl? Yaa! Neler neler neler oldu.

Bu âlem darılma pazarı değil dayanma pazarı.

Anlatabildik mi acaba? Hiiç, sakın Kudret’e karşı kaşını çatma. Sütünü kan yaparsın. Annesine kızıp, annesine kızıp memesini ısıran çocuk sütünü kan yapar. Zenci çocuğu gibi ol. Siyahi çocuğun siyah memeden pervası[9] yoktur. Hadisat ne kadar karanlık eserse essin, senin kalbinde eserini bırakmasın. Anlatamadık mı? Siyahi çocuk, zenci kadın çıkarır memesini, simsiyah hop der yapışır. Beyaz bir çocuğu versen o memeyi şey etmez. Zenci çocuğu gibi ol. Hadisatta çook siyah darbeler gelir, dayan.

Nihayet o mânâyı kökünden kaldırmak kararı verildi. O karar ile hücum edildi. Tedâfüî[10] vaziyette Bedir harbi tecelli etti. Üç yüz on üç insan. Onlar imtiyazlı. İ’melû mâ şi’tüm demiş, Allah. Sual sormayacağım istediklerini yapsın, diyor. Allah’ın ağası mısın? Anlatabildim mi acaba? Sormayacağım diyor, imtiyaz vermiş.

Şimdi böyle harp olmamıştır ve olmaz, dedim. Neden biliyor musun? Harp öyle bir acip ki, sema bile titriyor o harpde. Sema ebkem[11]  arş hâmûş[12] öyle bir vaziyet. Senin gönlünün ziyneti olan mânânın, yıkımına karar verilmiş olduğu bir tecelli günü. Ne olacak netice?

Sonra öyle bir vaziyet ki, Peygamber’in karşısında cephe alan amcası. Ebu Bekir’in karşısında oğlu, Huzayfe’nin karşısında babası. Bütün böyle, baba amca oğul. Anlatabildim mi? Tam Ebu Bekir’in karşısına oğlu gelmiş, Ebu Bekir kılıncı indirirken peygamber görmüş, kılınca şöyle bir vurmuş. “Biraz sonra iman edecek.” Rikkatli bir hâl. Dokunur bir hâl yani.

Ebu Ubeyde’nin karşısında babası. Üüü, hakaret ediyor mânâya. Çünkü usul-ü harp de yakın yakına karşı çıkıyor. O gün öyle.
Ebu Ubeyde diyor ki: “Karşında oğlum vardır, bana bir şey yapmaz şekli ile bu kadar ileri gidiyorsan dikkat et. Nesebim benim Allah’a bağlıdır. Hakikatte nesep ruhun intisabına bağlıdır, bedenle alakamız kalmamıştır, ikinci bir defa söylersen kelleni alırım!” diyor.
“Ben söyleyeyim de al bakalım!” diyor. Söylüyor ve kellesini alıyor. Götürüyor da babamın kellesi demiyor.
Huzur-u Ahmediyete götürdüğü vakitte: “Size dil uzatan adamın kellesi!”diyor.
O vakit “Haza Ebu Ubeyde eminü'l-ümme.”
İşte bu Ebu Ubeyde yok mu, o Ebu Ubeyde eminü’l-ümmedir. Ümmetin en emin adamıdır.
Hatta şey de öyle dermiş, Hazreti Ömer. Vefatı zamanında halife namzeti göster diyorlar da “Ebu Ubeyde olaydı kimseyi göstermezdim. Onu gösterirdim, diyor. Ebu Ubeyde olsaydı.” Böyle bir insan.
“Kendi oğlunu göster” diyorlar.
“Bir evden bir kurban kâfidir.” diyor.
Demek ki ondan sonrası da şehit olacak. Anlatamıyor muyum acaba? “Bir evden bir kurban kâfidir.” Anlatabildik değil mi yani ya.

 لا طاعة لمخلوق  عِنْدَ معصية الخالق   

Düsturdur, bizde bu. Mahlûka itaat olunmaz o itaatten Allah’a isyan çıkarsa.

Buraya nereden girdik kim hatırlatabilecek? Azamet yarışına kalkıştınız, Buradan başladık değil mi? Fayda yok, beni dinlemiyorsunuz ki!

“Benimle azamet yarışına kalkıştınız. Sahte benliğinize mağrur oldunuz. Mevcûdâta nazar-ı hakaretle” buradan girdik dedim de annesini beğenmiyor, babasını beğenmiyor dedim. Sonra bu tafsilatı verdik, değil mi? Topladık mı şimdi hepsini? Toplandı mı?

“Benim zikrimden gafil oldunuz. Sizi ücretsiz külfetsiz, Beni beyan eden zâta alakanızı kestiniz. Ben de sizi huzursuz yaşattım. Huzursuz. İkinci hayatta da (Hani anlattık ya ikinci hayata gelir, şöyle olursa böyle olursa onun içün bu şeyi kurduktan sonra söylüyorum.) sizi kör olarak haşr edeceğim. Kör. O vakit o dik dik sözlerin hepsi kalkacaktır.”

Öyledir hakikaten, dünyada da öyle değil mi ya? Çook, insanlara kıymet vermeyip de insanlığı inleten adamlardan insanlar vardır ki düşer. Bu sefer hizmetçisi dinlesin diyerekten karşısında onun böyle tatlı tatlı ona... Hâlbuki yanına sokmazdı, odası ayrıydı, haddine mi düşmüş yan geçerken baksaydı. Fakat düştü şimdi artık anlatmak ister. İnsanda bu hâl var. Anlatabildim mi acaba? Şu beni dinlesin, derdimi dökeyim. Yaa! Acze düşünce, öyledir. İşte eshab-ı hakikat düşmeden evvel. Bütün mevcûdâtta, nazar-ı hakikatte meşhûd olan Hak’tır, der. Kendi ara yerden çıkar, rahat eder.

Hâcegân der zaman i ma’zuli hemen Şiblî yü Bâ-yezid şevend

Masa sahibi, kasa sahibi, şu sahibi, bu sahibi, düştü mü diyor. Onunla konuşurken ya Bâyezid-i Bestâmi zannedersin evliyaullahtan, ya Şiblî merhum zannedersin. Anlatamadım mı acaba?

Bâs çün ber ser amel arend Tekrar fırsat eline geçer de işe sahip olacak olursa o vaziyetine hâkim olacak olursa Hemen ya Şimrî ya Yezid şevend. İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şimr veya ona emir veren Yezid olur, der. O şeyi değilken görüş onunla. Her zaman aynı şandaysa Hazreti insan. Müstesna. Yaa! Mesela asıl insanın, mütezellilâne[13] mütevâzıâne konuşması ikinci hayatta başlar. Başlar.

 [14] قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرً

O Allah’a aittir, sen tasarruf edemezsin, o istîdâdı görsün, iş düzelir. Öyle bin tane iktisat kitabı yaptı, bin tane şey yaptı, Hiç faydası yok onun. Dinmiyor işte ah sesi dinmiyor beşeriyetten. Yazık günah değil mi? Ölenin gözünü taze taze köre takıyorlar görüyor. Fenni bu kadar ilerlediği halde niçün kalp gözünde bir

Havas ile avamın muvâzenesi, fakir ile zengin birbirine sarılacak. İki maden meydana çıktı, pis maden. İki tane maden. İhtilâlât-ı[15] beşeriyenin, iflas-ı beşeriyenin iki büyük madeni var. Bugün o maden işliyor. Ne vakite kadar işleyecek bilmem ki! O işlediği müddetçe, insanlara huzur yok. Nedir o maden? Söyleyeyim mi? Her vakit söylüyorum, niçün soruyorsun? İki maden. “Sen çalış ben yiyeyim!” Madenin biri bu. Bu işliyor. “Ben yaşayayım sen geber!” İkincisi de bu. Kâinatta hüküm ferma olan şey bu.

Müteaddit vücûdda bir ruh olarak yaşamaklık sevdası gelmedi. Hâlbuki hilkat, daima müteaddit vücûdda bir ruh olarak bizi meydana getirmiştir. Bunun misali de çok açıktır. Şurada birisi trenin altında kalsa sen “Hayy!” dersin belki de bayılırsın veya bir üzüntü geçirirsin. Ona oluyor, sana ne! Kudret diyor ki: “Bir vücûdsunuz, bir!” Anlatamıyor muyum? Eğer tekâmül ederse o ıstırabı da aynen görür. O muvâzene olduğu dakikadan itibaren, huzur başlar. İtimat yok. Senin bana emniyetin yok benim de sana emniyetim yok. İstersen semaya çık, istersen arşa çık. Faydası yok. Neden?

Cüz-ü küll yek diğerinden eyler istimdâd-ı dâd[16]

Medeniyet demek, bir düğmeye basıpta bir milyon adamı, bir anda öldürmek demek değildir, yahu! Medeniyet demek, kalp ayinesinde görüleceği gösterebilecek bir hâl demektir. Anlatabildik mi acaba? Yoksa bas düğmeye iki milyon birden ölsün. On milyon birden ölsün. Medeniyet mi!? Ama o Büyük Kitab’ın azameti saltanatı devam edecek.  Neden?

 وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا   

Ne kadar çirkinlik varsa, sana güzellik diyerekten kabul ettirir o. Yaa! Ne kadar çirkinlik varsa, güzel diye kabul edersin. Ve mecbursun o şekilde de mücehhez olmaya. Ama neticesini düşün. Şöyle bir düşün. Muvâzene oldu mu, havasta merhamet avamda hürmet, o merhametle hürmet evlenir, muhabbet namında bir çocuğu olur. İşte beşer bunu kaybetmiştir. Anlatabildik mi?

Yüksek tabaka merhametle dolar, o merhameti gören aşağı tabaka hürmetle karşılaşır, o merhametle hürmet nikâhlanır evlenir, muhabbet namında bir veled-i necibi meydana gelir. O vakit, onu gördü mü, çünkü Allah’ın insanlara vermiş olduğu en büyük sermaye muhabbettir.

“Ben kâinatı muhabbetle yaptım, sanada o sıfatımdan o tecellimden tecelli vereceğim ve bununla devam edersen huzur içinde yaşarsın.” demiş. “Hubb-u Sübhânimle meydana getirdim. Kendimden kendime vaki olan tecellimdeki sevgimle seni meydana getirdim. Ve bunu da bir sermaye olaraktan size verdim.” Öyle değil mi?

İki tane ortak tasavvur edin. On milyon lira sermaye, fakat birbirini sevmiyor. İşlemez iş, iflas muhakkak. İflas da etmese ayrılacaklar, iş işlemez. On kuruş sermayeleri var fakat birbirinin yüzüne baktıkları vakit de doyuyorlar, ibadet. İşler o. Muhakkak işleyecek. Anlatamadık mı acaba? Onu artık sen bütüün teşmil et, mevcûdât üzerinde, kâinat üzerinde. Havas ile avamın muvâzenesi yapılmadıkça beşere huzur gelmez. Huzura kavuşamaz.

Evvela insanlar, üç kişi bir hakiki kardeş olmalılar. O azdan, çok üç yüz kişi olur. Hayır üçer üçer. Bütün dertlerine elemlerine sürûrlarına ittifak ile ittihad ile duymak şartı ile üç kişi, üç kişi kardeş olmalı. Neden üç kişi üç kişi dedin? Biri düşerse biri bir koltuğundan biri bir koltuğundan kaldırır dik olur. Anlatamadık değil mi?

Ama o böyle hani vardır. Acayip acayip işte bir takım “Biz onunla ahiret kardeşiyiz.” işte. Ne ahiret kardeşi? Ne ahiret kardeşi? Ne ahiret kardeşi!? Yine dili bu kadar, ahiret kardeşi bu kadar konuşur aleyhinde. Hani varmış ya vaktiyle birisi, görücülüğe gitmiş. Kızı beğenmiş, komşusundan soracak, o kapıdan çıkmış o kapıya girecek. Soracak komşuda. Ehh, ince bir iş bu. 

Bu evlilik, kolay iş değil bu. İnce bir iş. Bir evlenmek vardır, bir de eylenmek vardır. Merak ediyor işte o kızın annesi, kız filan acaba ne netice alınır? Rikkatli bir iş bunlar.
“Nasıl bilirsiniz hanım.” demiş. O kapıdan açmışlar da yanındaki komşunun kapısını.
“Aaaa Hanım, ne güzel kızdır ne güzel kızdır. Dedi bilmez kodu bilmez, işte kadınım böyle. Yol bilmez sokak bilmez, iz bilmez işte kadınım böyle.”
Yani her gün sokakta yürüyor. İftira mı ediyor ne yapıyorsa. Böyle değil, o biçim kardeşlik.
Can beraber birader. Anlatabildim mi acaba? Can beraber birader. Bak o vakit yıkım olur mu? Ne kadar tatlı olur. Öyleydi.

İki kişi, Mekke’deyken hicret etmezden evvel iki kişi yaptı. Herkesi ayırdı. Ali’yi de kendisine ayırdı. Hicretten sonra üç kişiyi kardeş yaptı. Bu usulü bozmazsınız inşallah, dedi. Ama yaa! Üçü birbirinde fani. Üçünün hüviyeti bir, öyle olacak. Üçü birbirine bağlı. İkinci gün bozuluyor. Benim dediğim olacak, senin dediğin olacak. Kardeşim ne senin dediğin olur ne benim. O’nun dediği olur. Benim dediğim olmaz. Kibir yok mu ya kibir, o kibir yıkıyor. Toplayamıyor. Bak ne güzel söylemişler.

[i] Söyleyelim ey püser
Dinle bu pend-i peder

Anla neder kim haber
Böyle diyüp râh-ı ber

Var bu yolda çok hatar
Kibirden eyle hazer (Anlamadık mı?)

Kendini gör bî-basar
Eyleme 'ayba nazar,

Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil

Ne demek? Hani mânâda bir emir vardır ya, Kadir gecesinde bir an vardır, muhakkak Hudâ senin yüzüne bakar. Binaenaleyh niye mağmum geçiriyorsun, niye âlemin dedikodusuyla vaktini geçiriyorsun. Her geceyi Kadir gecesi bil, elbette senin yüzüne bakan olur. Bilmez. Niye şuna buna hakaret eder küçük görürsün, belki Hızır olabilir. Anlatabildim mi? Doğramacı dükkânında yetişmez ki bu, insandan yetişir. Allah’ın öyle insanları vardır ki acayip. Bir defa daha söylemiştim birkaç kere, yine tekrar edeyim.

Marûf-u Kerhî[17] vardır meşhur. Evliyaullah-ı İz’ândan. Muazzam zât-ı alî Marûf-u Kerhî. Mâverâünnehir'de ders yapıyormuş. Bugün ki tabirle konferans veriyor. Buyurun, daha iyi anlaşılsın. Binlerce halk dinliyor. Cenab-ı Hızır’da gelmiş. Dinliyor. Dinleyenlerden birisi uyuklamaya başlamış.

Hızır dürtmüş omuzuna demiş ki:“Bu zât asırlarda pek ender yetişir ve bugün de tenezzülen burada konuşuyor dinlesene.” demiş.
Şöyle bir bakmış, dönmüş gene. Biraz sonra gene uyuklamaya başlamış.
Gene biraz hızlıca vurmuş Hızır.
“Dinlesene demiş yahu bak!”
Yine başını bükmüş, yine duruyor. Ondan sonra başlamış artık sesli hırrr hırrr sesli uyumaya.
Hızır’ın canı sıkılmış, fazlaca dürtmüş. “Dinle dedim.” demiş.
“Eee demiş, Hızır olan kişi insana rahatsızlık vermez. Şimdi söylersem senin Hızır olduğunu yakanı zor kurtarırsın, güç kurtarırsın. Yapayım mı bir ilan burada, tutayım da seni?”
Cenab-ı Hızır şaşırmış, afallamış, secdeye kapanmış.
“Ya Rabbi! Sen, sana ait olan insanların bana listesini verdin. Bu şekilde bu isimde bu resimde kimse yok.”
Onun sırrına hitaben Cenab-ı Hudâ diyor ki: “Benim sana verdiğim, Beni sevenlerin isimleridir. Benim sevdiklerimi kendimde tutarım.”
Anlatamadım mı acaba?
“Benim sana verdiğim, Beni sevenlerinkiydi, kendi sevdiklerimi kendimde tutarım. Gayretim onu vermez.”

Yoruldunuz mu?

Havas ile avamın muvâzenesi yapıldığı vakitte, muhabbet kaîm oluyor ya muhabbet kaîm olunca işleri, Allah bizzat yapar. Kaidesi bu.

[18]  وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا   Bir adam zalim mi? Zalim mi? İyilik de yapmak istese -tabire dikkat edin- muhakkak hüsran ile neticelenir. İmkân yok.

 وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا  Evet zalim fakat şu iş iyi olsun diye meydana getirmeklik için niyet etti, olmaz. Olmaz o.

İnsan ilk önce kendisini muhasebe-i nefis ile muameleye tabi kılacak. Şimdi bir insan çıkıklığını bir anda gideremez hepsini birden. Eğer bütün kötülük, bütün şeyler, bir anda düzelmiş olsaydı yirmi üç sene Peygamber Vazife-i Nübüvvet de bulunmazdı. Değil mi ya? Bir günde onu şey ederdi olur biterdi. Yok. Nübüvvet kuvvetiyle bir salâhın yirmi üç seneye ihtiyacı olursa, düşün bak, sen yalnız niyet et, yoluna gir.  Bütün ömrünle salâha çalış.

Bizde öyle tabiatlar vardır. Bakarsın ki kendisi gençliğinde türlü rezalet yapmıştır. Türlü can yakmıştır. Ondan sonra birdenbire düşmüştür, düştükten sonra züğürtlük adamı maneviyata sevk eder. İşte Allah demeye başlamıştır. Ondan sonra ufak bir adamın hatasını gördü mü şöylesin, böylesin. Ya sen neler yaptın sen. Ha, sen neler yaptın, sen! Öyle değil. Öyle olmaz. Sonra öyle insan da kazanılmaz.

Hüsn-ü makam, hüsn-ü hâl ikisi bir araya gelecek, bir hâl meydana gelecek. Nefsini darbeleyecek birdenbire bir şeyle yürümeyin, der Hazreti Muhammed. Nefis öyle bir puttur ki, meğerki sen büyük bir insan olasın da nefsini karşına alasın, onunla eylenesin. Aa, öyle de mi var? Öyle de var ya. Onu da söyleyeyim mi hadi biraz zevkim geldi söyleyeyim bari.

Evliyaullahdan bir zât. Yalnız böyle şeyleri de söylerken çok korkuyorum, gene söylemeyeyim. Sahtesi olur da her şeyin sahtekârı vardır, sahtesi olmasın. Her işin. Kuyumcu dükkânında bir pırlant vardır. Sokakta satılan bir cam vardır. Ayna üzerindedir. O sokakta satılan cam parçası, o pırlanttan daha parlaktır. Köylü daha ziyade ona rağbet eder. O işin ayarını karatını, bilmem şusunu busunu bilmeyen bir kimse, o daha parlak der, onu almaya kalkar. Bu her sahanın taklidi olduğu gibi, bununda taklitleri olur da ondan çekinirim söylemeye ama neyse ben size bir terazi veririm, kapılmazsınız. Terazi.

Evliyaullahtan bir zât; sağ tarafında güzel bir varlık, sol tarafında güzel bir varlık. Bir talebesi varmış.
Demişler ki: “Sen bu zâta çook meyledersin, muhabbet edersin, fakat bu zenadıkadan[19] bir adamdır.”
“Benim muhabbetimi çalamazsın.” demiş.
“Ee kendisini, hâlini sana rüyet ettirirsek yine devam eder misin? Yine böyle ısrar eder misin?”
“Çalamazsın dedik ya!” demiş.
Şimdi ne demişler. “Şu saatte kapıyı çal, sen ne dersen içeriye sokmaz.”
“Ehh, sokmazsa kendi bilir, sokarsa ne olacak karışmam ki!” demiş.
“E sokmayınca da bir şey anlamaz mısın?”
“Hayır, bir şey anlamam.”
Çalmış. “Buyurun” demiş.
Girmiş içeriye. Sağ tarafında hasna müstesna birisi, sol tarafında da birisi...
Demiş: “Ey sultan-ı tevhid, ben Hızır’la Musa’nın kıssasını çok iyi bilen bir kimseyim.”
Dikkat et şimdi. Hızır'ın malum ya Musa dayanamadı. Neden dayanamadı? Musa bir gün durdu, sordular kendisine.
“Senden daha ziyade vakıf-ı ilim olan var mı?”
“Hayır, dedi. Allah bana talim etti.” dedi.
Benlikle söylemedi ama benlikle söylese şey eder.
Allah dedi ki, Musa’ya: “Öyle deme, git filan yerde seni öğretecek birisi vardır.”
Adamı ile beraber gitti. Herkesin bildiği şey.
Nihayet Hızır dedi ki: “Sen benimle arkadaşlık yapamazsın. Sen itiraz edersin.”
Yapamazsın, yaparsın. Söz verdi.
“Bir şey demeyeceğim.” dedi.
Giderken bir, daha mini mini çocuk, kafasını kopardı Hızır.
Musa celalli bir adam. “Hangi hakeme istinaden masum bir yavruyu şey ettin!”
“Ben sana demedim mi!” dedi.
Hatırladı. “Affet bir daha yapmayacağım.” dedi.
Gemiyi tuttu, almıyordu kimse, bir gemi aldı bunları, gemiyi deldi.
“Kimse almıyordu, gemiyi deldin boğacaktın adamları!”
“Ben sana konuşma demedim mi?”
Çıktılar, hep bunların mânâları var, şimdi bunların hepsini söylemeyeceğiz amma neyse bir defa girdik buraya.
“Bir lokma ekmek verin aç kaldık.” dediler.
Hiç kimse bir lokma bir şey vermedi. Bir duvar yıkılıyordu o duvarı düzeltti. Lazım gelen varlık meydana çıkardı.
Musa kızdı. “Parayla yapsaydın da karnımızı doyursaydık!” dedi.
“Ee artık iş üçlendi. Onun üzerine sana bak anlatayım gel buraya.” dedi.
Ben şimdi anlatmayacağım. Bir çocuk. “Şu şu şu sebebe göre ama siz yaparsanız katil olursunuz. Bize ezel mefhûmunda bunun mukadderatı gösterildi.  Beşeriyeti kurtarıyorum bunun elinden.” dedi. Anlatabildim mi acaba?
Gemi mevzûunda yine öyle. Öbür mevzûda öyle. Şimdi, o diyor ki: “Bu hâl zahirde çok çirkin.” İşte onun için korkuyorum bunun taklidi olur diyerekten de. Onun için söylemek istemedim amma şimdi ben, sana örnek senedi vereceğim, senedi vereceğim.
Hiç sarsılmadan diyor ki: “Ey sultan-ı tevhid, sen bana izah et, Hızır mevzûunu bilenlerdenim.”
“Ey imanı sarsılmayan yavru, diyor. Nefsim beni sürüklemek istiyor. Nefsime dedim ki, beni âleme sürükleyeceğine sen çık meydana. Çık. (Anlatabiliyor muyum?) Çık meydana. Beni âlemle eğlendirteceğine kendinle eğlendirtsene. (Bir şey anlatamıyor muyum?) O solda oturan o nefsimdir. Bu sağdaki de canım kadar sevdiğim aklımdır. O nefsim bana bu işleri şey ederken aklım daima, böyle diyor sende çık meydana bakalım. İkinizi karşı karşıya oturtacağım.”
Kudret, hazreti insana öyle tasarruf veriyor ki, o vücûdunda olan varlığın hariçte bir kuvve-i mücerrede olaraktan meydana getirmeklik iktidarını veriyor.
“Şimdi bak diyor, seni de bu vereceğim tarifte bu. Seni diyor, bu kadar teslimiyetinden sonra da ben mahrum etmeyeceğim. O iki tane varlığı şöyle bir aguş etmiş. Bak bakayım bir şey var mı, demiş. Bir şey yok. Benden zahir oldu yine bende batına girdi.” demiş.

Hani böyle bir şey görürsen hayatta, elinde bu da bulunsun. Aptalcasına kanma. Her şeyin sahtesi var öyle. Hele bu zamanda, üüüü, arar mısın? Kâinat evliya, hele kadınlarda ühh(!) Mübarek imanını kurtarıp göçmenin çaresine baksana.  Kurtar imanını gel buraya. Buna bir bu tecelliye ait bana bir kuvvetli misal verebilir misin, diye bir sual soran olsa da bir misal vereyim. Hadi siz soruyormuş olun. Öyle ya.  Demek, nasıl anlatayım yahu!

Cibril Aleyhisselam, cenab-ı Fahr-i Âleme; eshabın en melih nezihesi olan, en güzeli olan, melahatte en ileri giden Hazreti Dıhye şeklinde gelirmiş. Anlatabildim değil mi şimdiki söylediğime. Dıhye şeklinde gelirmiş. Nasıl ki Hazreti Meryem’e Beşer-i Seniyye[20] olaraktan geldiği gibi. Ona, o almış olan o hakikati taşıyan insanda kendi vücûdunda olan herhangi bir varlığa vücûd ver der, o vücûd meydana gelir. Anlatamıyor muyum acaba? O öyle olur ki, kâinat onun tefâsili olur. Gene eski okuduklarımdan bir şiir okuyayım. Konuşmaya nihayet vereyim.

 Kâinat olmuş tefâsilim benim, ben taneyim
Ruh-u ekvânım zevâle ta ebed bigâneyim
Ta ezelden mest-i canımdır ki bedr eyler felek

Feyz-i safâsı haramidir bir meyhaneyim.

Tabi bu meyhaneyi insanın aklını nâra inkılap ettiren bir meyhane olmadığını anlıyorsunuz değil mi? Nura inkılap ettiren.

Meyde teşvîr-i harâret ateşimdendir benim.
Mâye-yi cûş-u hurûş-u meclis-i rindâneyim
Sende iflak-ı müsellem, bende kayd-ı mahftır

Mâyedâr-ı gayet-ı efkârı serbestaneyim

Gözlerim bigâneyi hâb oldu aylardan beri.

Mah ile encüm ile her şeb söyleşir divâneyim
Ben de mâdem can evinde devreden pervaneyim.
Nâr ı aşkın benden öğren tab ı est i suzunu.

Ben ana pervaneden evvel yanan pervaneyim  Anlatabildik değil mi bir şey.

Matlâ ı nur safâ-ı meşreb i rindâneyim.

Aşina i aşka mahrem gayriye bigâneyim

Hepsinin izahı lazım. Vakit yok.

Neşe i feyzi ezelden mâye i esti bana.

Bâdesi birden tükenmek bilmeyen bir meyhaneyim.
Hem yanar hem neşr-i envâr eylerem etrafıma.
Şem i bezm i aşıkân bihişt i ferzâneyim.

Kıblegâhım her zaman her yerde yâr ebrusudur.
Nûr-u mihrâb-ı cemâle taa ebed pervâneyim.

Cezb-i ednâ  çâv-ferimdir ettiğin miraçta.
Kays’e ilham-ı cünûn-u aşk eyleyen divâneyim

Kibriya ı aşk her mesulumü is’af eder.

Ben anın fahr-i nedimânı değil de ya neyim.

Şimdi, bugünki konuşma bu kadar yeter.


[1] Hutur: (Hatıra) Gelme (zihne, fikre) doğma.
[2] İrtisam: İzdüşüm. Resmi çıkma, düz bir yüzey üzerinde şekli görünme, şekillenmek.
[3] Tersim: Resmini yapma, şeklini çıkarma, çizme.
[4] Taha Suresi 124. Ayet-i Kerime   وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى Meali: Her kim de benim zikrimden (Kur'ân'dan) yüz çevirirse, (bilsin ki) ona dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz
[5] Taha Suresi 125. Ayet-i Kerime قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا
Meali: (O zaman Kur’an’dan yüz çeviren kimse) "Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim" der.
[6] Taha Suresi 126. Ayet-i Kerime قَالَ كَذٰلِكَ اَتَتْكَ اٰيَاتُنَا فَنَس۪يتَهَاۚ وَكَذٰلِكَ الْيَوْمَ تُنْسٰى Meali: Allah: "Böyledir, sana âyetlerimiz gelmişti de onları sen unutmuştun, bugün de öylece unutulursun" der.
[7] Lord John Davenport Şarkiyat (Doğu Bilimleri) ile meşgul olmuş İngiliz ilim adamıdır. Meşhur kitabında Kur'an'a, İslam'a ve Hz. Muhammed'e (SAV) atılan iftiralara cevap verir ve bu mukaddesatın ulviyetini anlatır.
[8] İslam yecubbu ma kablehu  (İslam, önceki günahlarını siler hükümsüz kılar.)
[9] Perva: Çekinme korkma

[10] Tedâfüî: Savunma, kendini koruma ile ilgili. 
[11] Ebkem: (Ar. bekem – bekāme“dilsiz olmak”tan) Dilsiz. Lâl. Konuşmayan, sessiz duran. Epsem.
[12] Hâmûş/ Hamuş: Susmuş, sessiz.
[13] Mütezelilâne: Zelil olarak, alçalarak, zilletini bilip göstererek. Zelil olarak, alçaklara yakışır surette, alçakçasına. Kendi hiçliğini bilir surette, kusur ve aczini anlamakla
[14] Taha Suresi 125. Ayet-i Kerime قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَن۪ٓي اَعْمٰى وَقَدْ كُنْتُ بَص۪يرًا
Meali: (O zaman Kur'ândan yüz çeviren kimse) "Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim" der.
[15] İhtilâlât:(İhtilâl) Ayaklanmalar, isyan etmeler, İhtilâller, karışıklıklar, iç çalkantılar. Bozukluklar
[16] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif    
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden... Ve nihayet Kâinattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
[17] MA‘RÛF-i KERHÎ: معروف الكرخي  : Iraklı zâhid ve sûfî.
Ebü’l-Mahfûz Ma‘rûf b. Fîrûzân el-Kerhî (ö. 200/815-16 [?])
[18] İsra Suresi 82. Ayet-i Kerime  وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَٓاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِن۪ينَۙ وَلَا يَز۪يدُ الظَّالِم۪ينَ اِلَّا خَسَارًا
Meali: Biz Kur'ân'dan, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz. Zalimlerin de ancak zararını artırır.
[19] Zenadıka: Zındık dinsiz
[20] Seniyye/Seniye: Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan. Temiz, yüce, ulu.


[i] NASÎHAT

Fakrı dilâ fahr bil
Fahrı derin fakr bil
"İnne me'al 'usr" bil
Çekme elem yüsr bil
Kendini bâ-kesr bil
Nefsini bî-kadr bil
Tâ'atını vizr bil
Bu sözü bî-özr bil
Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil
Söyleyelim ey püser
Dinle bu pend-i peder
Anla nedir kim haber
Böyle diyüp râhıber
Var bu yolda çok hatar
Kibirden eyle hazer
Kendini gör bî-basar
Eyleme 'ayba nazar
Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil
Her ne direm kıl 'amel
Eylemegil der-bagal
Eyleme tûl-i emel
Kendini gör der-halel
Gayra nazar et güzel
Pend bu durur bî-bedel
İmdi değil tâ ezel
Böyledir ey dil mesel
Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil
Ey dil-i şîrîn-zebân
Söyleme hergiz yamân
Bed diyene söyle cân
Kimseye virme ziyân
Eyleyelim hoş beyân
Tâ'atın eyle nihân
Olma ebed bed-gümân
Pendim işit el-amân
Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil
Ey dil-i şîrîn-makâl
Eylemegil kıyl ü kâl
'Aşk ile ol zevk al
Gör ki nedir keyf ü hâl
Vârına virgil zevâl
Yüz vire tâ kim visâl
Söyleyelim bir misâl
Eyle 'amel bul kemâl
Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil
Ey dil-i şîrîn-dehân
Zevk gerekdir ân be ân
Keşf ola sırr u nihân
Tâ bilesin bî-nişân
Sendedir ol bî-gümân
Ammâ diyem bir beyân
Eyle 'amel el-amân
Çünki dimiş 'ârifân
Her geçeni Hızır bil
Her geceni Kadir bil 

(Seyyid Hamza Nigârî)

 

1 yorum:

Gelmede gitmede ihtiyârımız yok. Bunlar sofranın ekmeği olduğu içün her konuşmada tekrar ediyorum. Burayı bildikten sonra beşerin ah sesi biraz dinmeye başlar.

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017