Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

78. Kaset

078 (289) 64 dk.(02.01.1960)

Ahlak mevzûu üzerinde devam etmekteyiz. Mevzûu iki esasa ayırmıştık. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye etmiştik. Vazifeden doğan ahlakın menşei, membaı, mastarı, akıl. Aşktan doğan ahlakında annesi kalp. Tabi buradaki aşk romanda okunan aşk değil.

(Bu işliyor mu bu? “İşliyor efendim.” Benim sesimi bozuyor, kesin. Aşağılarda kimse var mı?)

Bu ahlakın beyan ettiği aşk, romanda okunan aşk değil. İnsan asûde kaldığı vakit, iç âlemine girdiği zaman; sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan vücûdu ile baş başa olduğu an, kendi kendisine bir sual sorar.

Acaba ben neyim, der. Kimim ben? Nereden geldim? Niye geldim? Kim getirdi? Niye getirildim? Burada ne işler yapacağım? Ben her an bir sıfattan bir sıfata geçiyorum. Kendi kendimi tutamıyorum. Bazen elem bazen emel, bazen zevk bazen sürûr, bu hâller bana nereden gelir? Acaba gelmemde ki gitmemde ki gaye nedir? Nereye gideceğim?

Bu suallerin cevabında, kendisinde aslını aramak derdi başlar. İşte bu derdin adına aşk derler. Ahlaka göre kimde bu dert başlamamıştır, henüz makam-ı insaniyete başlamamıştır. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Bunu sorduğu vakit, bunun cevabını aldığı zaman; rezalet, cinayet, ihtikâr, rüşvet, yalan, hile, hud’a, ihanet, adâvet, buğz, kibir, riyâ… Daha sayayım mı? Bu kadarı yeter. Bunların hepsi kendi kendine kalkar. E ne olur kalkar da? Beşere huzur gelir. Şurada kaç gün yaşıyoruz? Nedir yani ya?

Eğer hayat, şu dünya denilen sahnede beş on gün yaşamaktan ibaretse değer mi? Farz et ki sana, kendinde bir gaye tasavvur ettin, sûrî bir gaye, onun en ummadığın zirvesine kadar çıktın, zanneder misin ki işbâ[1] olursun, doyarsın? Hayır, bütün zevkler geçicidir. Belki içinizde tecrübe edenleriniz de vardır, tecrübe üzerinde bulunanlarınızda vardır, henüz tecrübeye yaklaşmak isteyenlerinizde vardır. Hepsi geçicidir.

Bir anahtar lazım, beşer semâ-i insanisini açabilmesi içün. Yoksa cife olaraktan geçer gider. İnsan eğer ahlak pûtesinde eriyip, bir mânâya sahip olmamışsa, bu kan ve kemik torbasından ibaret kalırsa netice itibariyle bir necaset kutusudur, kardeşim. Şu anda bir tahlil yapalım. Vücûdumuzun derinliklerine, maddi derinliklerine -manevi değil de- bir nazar edelim. Hepimizde beş on okka necaset, birçok kirler, şunlar bunlar...

Fakat bizim bir veçhemizde vardır ki, o veçhemize Allah müşteridir. Ve insanlığımızı oradan alırız. Beri tarafımız hayvanlıktır. Nasıl ki geçen konuşmamda dedim ki: İnsan; cismi, hacmi, ebadı olması dolayısıyla, meadinle[2] müşâreketi[3] vardır. Neşv ü nemâ[4], letâfet, hüsn-ü an hasebiyle nebatatla iştirakı vardır. Vurmak, kırmak, ezmek, gadap etmek, haset etmek, çekememek sıfatlarıyla hayvanla ortaktır. Bunlardan kurtulması içün ayrıca bir sıfatı vardır ki ona mânâ-i insani derler. Gayet latif, gayet rakik[5], gayet nazik, çok merhametli, çok şefekatli, kalbi bütün mevcûdât için çarpar, bu sıfatına da insan derler. Buna malik değilse henüz, işte hayvanda yer içer, tenasül eder, insanda yer içer, tenasül eder. Bir farkı yok. Acaba bir şey anlatabiliyor muyum?

Yine her hafta tekrar ettiğim cümleleri söyleyeceğim. Bunu söylemekten maksadım sofranın yemeği, ekmeği. Yemek değişir de ekmek değişmez. Yayılması içün söyleyeceğim. Hem dünyaya yaymak için söylüyorum, mevzii değil.

Görüyoruz, beşer artık fen sahasında aldı yürüdü. Değil mi göz kamaşıyor. İlmen, fikirleri durduracak kadar teâli etti. Fikren, akıllara veleh verecek şekilde yürüdü. Felsefesi o derecede, fakat hiç kimsede huzur yok. Yalnız dünyanın bu köşesinde değil, bütün dünyada. Dünya iki buçuk üç milyar insan besler, derler. Bunun heyet-i umumisinde de yok.

Kamere çıkacak. Çıkar mı çıkmaz mı? Çıkar. Yalnız kamere değil, bütün seyyarat da gezinilecek. Benim Kitabım onun haberini vermiştir. Biz görürüz görmeyiz o başka, fakat çıkılacak. Belki oraya çıkıldıktan sonra bir huzur mu olur, onu da bilmem. Çünkü orada bir ses işitecekler. İnkâr ettikleri sesi işiterek orada karşılaşacaklar. Benim Kitabım öyle der. Beşerin birleşerek; kalbiyle, ihlasıyla, gönlüyle işitin diye, Kudret’in emretmiş olduğu sedayı burada bilin diye, tavsif etmiş olduğu Zât-ı Âlâ’yı, burada inkâr edenler de orada işittikleri vakitte bilmem artık ne yaparlar? O olacak. Bu kadar yükseleceği tahakkuk ettiği hâlde, bugün huzuru yok.

İnsanlık âleminin huzuru yok. Hiç kimsede bu huzuru verelim, diye düşünmüyor. Hep dışarda arıyorlar. Kabuklanmış bir yara, hep onun üzerinde. E canım bunun karaciğerden gelen kısmı var, şunun karaciğerine bir ilaç yapalım diyen yok. Maddi misal. Şunun bir kanını tahlil edelim, bakalım tahlilde ne çıkacak diyen yok. Şöyle olsun, böyle olsun. İktisatçılar toplanır, bilmem diplomatlar toplanır, işte zeki kafalar bir araya gelir, oturur kalkar. Yok, ve olmaz da. Ona imkân yok, olmaz.

Bir yere gönül vermedikçe, bir yerden korkmadıkça… Korkmak böyle bir zalimden korkmak gibi değil. Bir kötüden korkmak gibi değil.  Tatlı korkmak. Saygı yani ya. Hayâ, bir ismi de bunun. Hayânın mânâsı da korkmaktır. Acaba anlatabiliyor muyum?

Onun içün, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle buyurmuştur: الْحَيَا ءُ مِنَ ا ْلإِيمَا نِ Hayâ imandandır. Diğer bir mânâda da: Hayâ doğrudan doğruya imandır.

Daima milletlere insanlara bela, hayâ kalktığı vakit gelir. O siper-i sâikadır. Bir millette hayâ oldu mu katiyen musibet gelmez. Yok. Hayâ başka bir şeydir. Öyle bir kuvve-i müessiredir[6] ki bütün kanunlar, o büyük kanun diye tanınmış olan bütün kanunlar, hayânın yanında zerre kadar küçülür. En büyük inzibat teşkilatı, hayânın yanında nokta kadar da kalmaz.

Alnı, damarı patlamış olan kimseye kanun ne fayda eder kardeşim. Utanmayan adama, zabıta inzibat ne faydası olabilir? Hiç! Acaba bir şey anlatabiliyor muyum? Halk, bunu tedarik etmeli. Ciltlerle kanun yap, her maddesine yüz bin tane şerh yaz; hayâ yok, fayda yok kanunun. On kişiye, beş yüz tane zabıta kuvveti koy; hayâ yok, fayda etmez, etmez.

Saygı ile sevgi ile Allah korkusu. Bir azapla filan değil, o makbul değil o. Beni insan yapmış. Kendisi öyle der Hudâ: “Ben, sana o kadar kıymet verdim ki, der. Seni ilmimde tuttum, seni ilmim de tuttum. Sen ilm-i İlâhide kaldın. Âlem-i gayba sevk ettim. (O ne demek? Bin tane konferans vermem lazım. Kelimesi üzerine söyleyip geçiyorum.) Merâtib-i erbainden geçirdim. Her mevcûdu sıfatımla halk ettim, seni zâtımla halk ettim. Her mevcûdun halk olunması içün sıfatıma emrettim,  olsun dedim, onunla oldurttum.  Seni kendi elimle yoğurdum.”

Hammertu tıynete Âdeme biyedeyye erbaîne sabâhen.

Onun lügat mânâsını herkes bilir fakat onun enfüs mânâsı o ne demektir o? Allah’ın eli olur mu? Allah, elden münezzeh. Nedir, o el ne?  Seni, Cemâl ve Celâl sıfatlarıma... (karşılaştırarak) Melekten efdalsin sen, senden efdal bir şey yok.”

Eğer bilsen senden efdal hiçbir şey yok. Eşref-i mahlûkat deniyor. Rahm-ı maderde devrelerini geçirdikten sonra o rahme memur olan manzume-i kuvvâ-i İlâhiden bulunan kuvveye: (Lisan-ı mânâda ona melek denir) “Uzaklaş bakalım, aramızda bir bağ olacak. Keyfiyeti yalnız Bana malum olan bir irtibat yapacağım, uzaklaş. O sırra kimse agâh olmayacak diye uzaklaştırıp da ruh-u menfûh ile seni tekrim ettim.” diyor.

İnsanda kaç tane ruh var? Sen yalnız ruh-u hayvanîyi öğrenmişsin. İşte efendim kan devrini yapar, şunu yapar, ondan sonra huup der biter, göçer gider. O hayvanlık vücûdun, bir de insanlık vücûdun var geçmez o. Anlatabiliyor muyum? İnsanda kaç tane ruh var? İnsan bu insan! Ruh-u hayvanîsi var, ruh-u sultanîsi var, ruh-u insanîsi var, bir de ruh-u izâfîsi var. Bunlar kelime hâlinde söyleniyor, sağ kalırsam zaman zaman açar söylerim.

Senin okuduğun, bildiğin, inkâr ettiğin ebediyeti, şurayı burayı yalnız sen bir ruh-u hayvanîyi okumuşsun. Vücudun şusu busu, kalpten şöyle olur, temizler. Tekrar şöyle devrini yapar filan, o ruh-u hayvanîye ait olan şeyler. Bir de ruh-u insanîn var. Ondan sonra ruh-u izâfîn var. Ondan sonra, ondan evvel ruh-u sultanîn var. Çok, çok varlıklı bir mahlûk.

Zor işte, insanı talim tekrim zor. Onun için zor. Gayet zor. Fakat neye benzer bu biliyor musunuz? Tapusu var, çapı[7] da var, büyük bir kâşâneye sahip anahtar da var fakat bir türlü anahtarı açıp da içeriye girmemiş. Kapının dibinde oturur. Rüzgâr gelir püüf yapar. Bir de açıkgöz gelmiş pencereyi kaldırmış,  vuup içeriye girmiş oturmuş. Tapusu da yok, çapı da yok ama içeriye girme yolunu bilmiş. Anlatabiliyor muyum acaba? Tapuda var, çapta var, anahtarda var evini açıp da ne olur şu anahtarla açsana kapıyı, içeriye girsene titriyorsun dışarıda. Sonra içerisi teşkilatlı. İstediğin her şey var. Soğukluğu sıcaklığı, bütün her şeysi var. İşte ona benzer bizim hâlimiz. Hazine mevcûd, her şey var, içine girmeden ölüp gidiyoruz. Hep içine girmeden, kapının dibinde ölüyor, yallah! Kapının dibine girmeden hep böyle gidiyoruz.

Hudâ, insana en büyük nimeti -işte o biraz evveli zikrettiğim- hayâ denilen şeydir. Hayâ merhameti meydana getirir. Ondan sonra hürmet tecellisi başlar. Merhameti görünce cibillidir, o merhamete karşı hürmet eder. Merhametle hürmet ittifak eder, muhabbet meydana gelir.

Bunu hemen her konuşmada tekrar ediyorum. İhtiyaç bu, onun için tekrar ediyorum. Bunu insanlar ilk önce evlerinden başlamalı. Kaç nüfussun evde? Hesap görmeli. Yahu gel bu hesabı görelim, demeli. Ondan sonra hariçte dostlarından başlamalı, arkadaşlarından. Sen bana merhaba diyorsun, ne dereceye kadar samimiyiz? Senin bu merhaban bana nereye kadar yol verebilir? Ben senle ne kadar yol alabilirim?

Evet, böyle hep ayak üzerindeyiz. Dışta zahiri iyi tip şey var. Eğilip bükülmek için şekilleri öğrenmişizdir. Ayağımızı yanına getiririz, elimizi şöyle bir biçimli tutarız filan. Bir şeyler yaparız. Süratli bir şapkayı çıkarırız filan. Fakat bunlar kalıba taalluk eden işler.

Gel şu işte birleşelim, bir insanlığa hizmet edelim, hiç kimse yok. Hiçbir adam bulamayız. Ne çıkar şapkanı süratli çıkardın, elini böyle tuttun! Bacağını yanına getirdin, bükülmesini bildin. Numara numara bükülme vardır sonra. Masası büyük olana başka türlü bükülür, kasası büyük olana daha başka türlü bükülür. Fukaraya karşı artık bükülür mü gerilir mi? Garibe karşı ne yapar onu da bilmem. Hepsi ayrı ayrı. Bükülmeler biçilmeler hepsi öğrenilmiş, yerinde. Ama hani insanlığa taalluk eden iş nerede? Ne gün olacak?

Hangi garibin gönlünde kaç tane gül açtırabildin? Öyle diyor. Bunu isterim, diyor Kudret. Bunu Ben isterim. Ben bunu isterim. Bir iyilik yaparsın geriye istersin, diyor. Köpeğin kustuğunu yalamasına benzer, diyor. Anlatabildim mi acaba? Köpek kusar yalar. Sen de eğer bir insana bir iyilik ettin de onun başına kakacak olursan kustuğunu yalayandansın, diyor. Köpeksin, diyor yani ya. Süt memeden çıktıktan sonra nasıl memeye iade edilmezse yapılan iyilikte insanın başına kakılmaz, diyor. Misalde kuvvetli değil mi? Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

Kaç kimsenin gönlünde, kaç garibin gönlünde bir, bir taneye de razı değil. Hehehey! Cenab-ı Fahr-i Âlemin verdiği haberde öyle cemiyetli konuşmuş. Öyle büyük. Bir garibin gönlünde kaç yüz tane gül açtırabildin, diyor. Onun tabirine bakacak olursak çok. Biz yüzleri bırakalım şimdi bir tane bulalım. Onu da bırakalım acaba bir garibe karşı nazar-ı merhametle baktığımız var mı?

Sonra soracak, herkesten sorulacak bu.  Ömrünü nasıl geçirdin? Ben bunu sorarım, diyor Hudâ. Ömrünü nasıl geçirdin? İnsana Allah’ın verdiği en büyük sermaye, sermaye-i Hak, sayılı nefestir. Üzerinde o kadar titizdir ki, o kadar arar ki, Hudâ. “Ben, sana sayılı nefes verdim, bunu nasıl geçirdin, nereden kazandın, nereye sarf ettin? Sorarım!” diyor. Nereden kazandın, nereye sarf ettin?

Sultan-ı Resul Efendimiz, bir gün su istemişler. Soğutmuşlar suyu belki isterler diyerekten, soğutarak getirmişler. İçmişler, içtikten sonra pencere-i Hak olan gözlerinde inciler dikilmiş yani gözyaşı.
Sormuşlar: “Efendim bir ıstırabınız mı var?”
“Hayır.”
“Niçün böyle mütessir bulundunuz?”
“Evet, demiş. Su büyük bir nimettir. Hakk’ın büyük bir ikramı, ihsanıdır. Onun hesabı vardır, soğukluğunun da var.” demiş.
Bir şey anlaşılıyor değil mi ya? “Soğukluğunun da var.” 

Kudret, malının hesabını sorar. Hem öyle defterin kenarında kaldı, rakamı bozuldu şöyle oldu... Sorar!

Binaenaleyh, ahlakçı der ki: O kadar çok çalış ki sorulduğu vakitte, sorulduğu zaman, önleme şekilleri de vardır, der. Önleme.

Ahlakçılardan Tayfur-ı Bestâmi, ebediyet âlemine geçmiş. O mânâya nispeti olanların nasıl şimdi böyle hani ruh celbedipde gelen ruh değildir ya o ruhun sıfatıdır. Ruh âlem-i emirdendir, mahlûk olmadığı için insanlara uşak olmaz. O uzun boylu bir iş fakat Kudret onu yaptırıyor, inkâr kapısını kapıyor.

Bugün medeniyetini taklit ettiğimiz âlemde, serveti göz kamaştırıcı olan şu Amerika’da filan, Hakk’ı inkâr kapısı kapanmıştır. İnkâr kapısı yok. Hatta inkâr kapısı olmadığı hâlde Amerika’da öyle işler var ki ona bir tarif vardır aklıma gelmedi fakat ben söyleyeyim siz anlayın. Yirmi dört saat hiç arkası kesilmeksizin orada hususi bir kilise vardır, açıktır. Resmen o kilisedeki, o işin memuru olan insanlara: “Siz yalvarın, hiç durmadan yalvarın. Ya Rabbi, insanları harptan muhafaza et.” Atomu var, ne bileyim ben parası var, her şeysi var, parasının üzerinde de Allah’a güvenin diye yazısı var. Allah, der. Öbür tarafta iki tane sahifeyi okuyan çocuk bakarsın ki bırak şu kafayı, der. Geri kafa, der. Anlatabildik mi acaba?

Celbediyor, o ayrı bir saha fakat gelen şey değildir, benim kanaatime göre. Kanaatime göre değil hakikate göre ruh, çünkü şeydir. [8] قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي   Senden soracaklar, diyor Allah. Onu sordukları vakit onlara cevap ver. O Allah’ın emridir. Âlem-i emir mahlûk değildir. Siz mahlûk, halk âlemindesiniz, orayı idrak edemezsiniz. 

Burası uzun boylu bir bahis ya, çok uzun boylu. Şimdi buraya girersek zihinler durur. E nedir o? Nasıl ruhun burada bu kalıbı varsa bu sıfatı varsa, bu sıfatı ile tecelli ediyorsa ruh da orada bir sıfatıyla bugün tecelli ediyor ve görülen hadiseler onlardan ibarettir.  Bazısı da öyle inkâr ediyor, ama taklidi de olabilir. Ama hakikati de bunun mevcûd, bugün inkâr olunmaz. Üç asır evvel gitmiş olan, musikiye ait olan şahısların yapmış olduğu eseri piyanoda dinliyorlar. Serap halinde bir şey bir vücut gözükmüyor. Fakat aynen tekrar makineyle oynuyor. Ya hep bunlar Allah’ın kudreti. İnsanın bir şeysi değil o. Yine merhameten Cenab-ı Hudâ böyle ders kaçırıyor. Bırakın dönün Bana yahu sarılın, diyor. Size iş vereceğim. Onların hepsi öyle iştir ki… 

Sırdır insan, sır. Acayip! Ölürsün, ahiret istasyonuna korlar, başında gelir birisi okur, okuduğu vakitte yanında seni boş bırakmaz Kudret. Daima insan, Kudret’in hususi memurları tarafından çerçevelidir. İşitiyor musun, der. İşitiyorum. Dinliyor musun, der. Dinliyorum. Anlıyor musun? Niye vaktiyle anlamadan geldin? Yaa! Neden vaktiyle intisap etmedin. Niye anlamadın vaktiyle? 

Daha öbür tarafını da söyleyeyim mi? Orası dursun. Ya olur mu ya hepsi birden on dakikada hepsini ver. Ne iş bu? Öyle olur mu?

Ne diyordum? Her şeyin hesabını Kudret ister. İsteyeceğim, diyor kendisi. Âdeti öyle.

Tayfur-u Bestâmi, ahlakçıların ileri gelenlerinden bir zât-ı âli. Ebediyet âlemine geçmiş. Dostları… Kelimesini bulamıyorum da onun için düşünüyorum, ne diyeyim. Misal verdim sana bugünkü maddi şeklini bir de mânâ şekli vardır. Şuhûtlarında, mânâya olan nispetlerinde ki zevklerinde veyahut buralara inanmayanlarınız varsa rüyasında diyelim. Burayı da inkâr edemez ya. Görüyorlar.

Soruyorlar “Nasılsın?”

“Valla, diyor. Geldik buraya çok huzur içerisindeyim kâm almışım, büyük bir huzurdayım. Fakat diyor, bir sözüm hoşuna gitti de Kudret’in, bana bunu verdi fakat bende bu sözü söyleyebilmeklik içün yine onun ihsanı ile epey cihad eylemiştim dünya âleminde. Tam diyor, böyle bir zevk alayım, bir mânâya sahip olayım derken bana sorulmasın mı, diyor. Ne getirdin?

Ne getirdin? Birdenbire, diyor. Ama onu, o ona layık olabilecek insan da veçhe olmalı. Birdenbire kendimi kaybetmedim. Garip fakir, Sultan kapısına eli boş gelir. Getirmez, alır.”
Şıklığını anlatabiliyor muyum acaba? Ruup, diyor.

Evet makam-ı nazda konuşanlar vardır; dârü’s-selam içün, âlem-i cennet içün mesela.
Emrah vardır, Emrah. Büyük bir adam.

 Miras-ı pederdir bize cennet. Elbette gireriz hâne bizimdir.

Gördün mü kibarlığı? Söze bak. Âdem aleyhisselamın meskeni ya. Miras-ı pederdir bize cennet. Elbette gireriz hâne bizimdir. Bunu dedi ama hayatında da zulme divan durmadı. Şimdi bunu dediği gibi başka şeysini de okuyayım size, okumuştum ya vaktiyle. Okuyayım mı ister misiniz?

İnsan, böyle makam-ı nazdan konuşabilmeklik içün Kudret’e... İlk önce insan doğduğu vakitte makam-ı hayvaniyettedir. Konuşmaya başladığın vakitte dedim ya kendisinde bir dert başlar. “Ben kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim?” Buna aslını arama derdi, derler. Bu dert başladığı vakitte âdemiyete kadem basar. Âdem olduğu vakitte eşyanın hakikatini öğrenir. Çünkü Hudâ: Ben Âdem’e bütün esmâ-i İlâhimi talim ettim, diyor. Anlatabiliyor muyum acaba? Öğrenir. Bunun zevkiyle makam-ı insaniyete kadem basar.

İnsaniyet, demek: Hak enisi olur. Yârı, nigârı, enisi Hak olur. Ondan sonra niyaz âlemine geçer. Bu merâtibi[9] ikmal ettikten sonra, böyle şekilde konuşmaklık haklarını alır. Belâyı bal yapar. Tek bir, kaşını çatmaz. Bizim şimdi ayakkabımızın bağına bassak şurada inerken boğarız birbirimizi. Burada güzel güzel dinleriz. Fakat tesadüfen yürürken bassak şöyle bir bakarız. Bak belki de üzerine hamle ederiz. Gönüllerimiz birleşmiyor. Bak ne diyor şimdi?

Ben ol bir şahsı sultanım ki âli himmetim vardır.
Hakikat ehliyim her şahs ile ünsiyetim vardır.
Veli vâlâyı pire nice yıllar hizmetim vardır.
Kitab-ı aşkı tefsir eylemeklik kudretim vardır

(Bağladı şimdi o, orada benliği kalktı.)

Veli vâlâyı pire nice yıllar hizmetim vardır. (Ordan almışım, diyor)
Kitab-ı aşkı tefsir eylemeklik kudretim vardır

Benim bin böyle sûzişli[10] müessir sohbetim vardır.
Ânın için zümre-i irfan içinde şöhretim vardır
Gedâyım suretâ lakin gönül tahtında sultanım.  

(Bana kıymet vermezsin, diyor. Gedâyım, fakirim, köleyim, garibim.)

Gedâyım suretâ lakin gönül tahtında sultanım.
Serir-ârâ-yı[11] hüsrev-i mülk-i mahviyyet de hakânım.
Ne zannettin efendim intihasız devletim vardır.
Fakirim rütbe-i vâlâda şanım şevketim vardır.
Ben ol avare vech hayran hayran cüst ü cu[12] etmem
Sözüm dâd-ı Hudâ’dır. Öz özümden güft ü gû[13] etmem (Söz Allah’ın sözüdür, diyor.)
Muhassal bir selâtin-i[14]  zamana serfürû[15] etmem. (Senin tapındığın insanlara ben kafamı değmem.)
Muhassal bir selâtin-i zamana serfürû etmem
Güzellikde şaha şuh u cihanı arzu etmem.
Gönül bağında bir gülyüzlü nazik tıynetim vardır.
Sedaret bezmigâhında ânın için rifatim vardır.

Uzun, buraya kadar anlaşılır. Eh bu hâli giyinmiş, bu hâli giyindikten sonra:

Miras-ı pederdir bize cennet, elbette gireriz hâne bizimdir, diyor.

Gene bir makam-ı nazdan konuşulmuş bir şekil. Sayılı nefesini yerli yerine tüketirsen, Kudret’in en büyük nimeti olan bu asara ihsan etmiş olduğu her şeyi yerli yerine sarf edersen, Kudret sana istediğin gibi konuşma hakkını verir. O kadar da kerimdir.

Mesela Musa Kelimullah Salavatullahe: [16] اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ  dedi.   اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُك

Ben dersem kâfir olurum. O, onun ağzına layık. Anlatabildim mi acaba?  Onu, o söyler. Ben “in hiye illâ hikmetük" diyebilirim. O, onu demek hakkını aldı ama vaktiyle Firavunun ateşiyle ağzı yandı. Yaa! 

Daha canlı bir misal vereyim size. Eshab-ı Bedir, üç yüz on üç şahıs. Bunlar hakkında Hudâ: اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ   [17]  demiş. “İstediğinizi yapın sual sormayacağım.” Allah’ın ağası mısın? “Sormayacağım.”

Zaman geldi, Mekke’nin fethinin programını Hazreti Muhammed tespit etti. Tabi onlarda dostları, onlara aşikâr etti. Mekke şu şekilde fethedilecek, dedi. Bu üç yüz on üç şahıstan Hâtıb Bin Ebu Beltea, planı Mekke’ye gönderdi. Plan yapıldı.

 Hükümet-i İlâhinin büyük sefiri, Namus-u Ekber geldi.
“Hâtıb İbn-i Ebu Beltea filan kadınla senin yapmış olduğun planı kaçırıyor, gidiyor, dedi. Gönder çevirt, al.”
Cenab-ı Ali ile bir zâtı daha yanına çağırdı.
“Gidin filan yerdeymiş kadının üzerinde alın bunu.” dedi.
Gittiler, kadını önlediler.
“Sende böyle bir mektup var, dediler bir şey var.”
“Yok, bir şey.”dedi.
İmam-ı Ali dedi ki: “Saçlarının arasında. Namahremsin elimizi sürmeyelim, çıkar ver.”
Çıkardı, verdi. Geldiler, açtılar hakikaten tamamıyla yapılacak işleri açıkça yazmış.
“Çağırın!” dedi, geldi Hâtıb.
Celali galip olan, şeriatın zaptiye nazırı olan Hazreti Ömer’in rengi kül gibi olmuştu. Böyle, zangır zangır titriyor. Yalnız tabi Sultan-ı Resul O. Gayet temkinli bir eda ile.
“Niçin yaptınız, sizin mi?” dedi.
“Evet, benim.”dedi.
“Niçün yaptınız?” dedi.
“Ben garibim dedi, Ya Resulullah. Mekke’de herkesin yakınlarının bir büyük kabilesi vardır, dayanacağı yeri var. Benim orada bulunan dostlarımın akrabamın evlâd-ı iyâlimin hiç kimsesi yoktur. Ben yalnız onlar agâh olsunlar diyerekten gönderiyorum.” dedi.
Ömer dedi ki: “Hain-i vatandır. Bak nereleri düşünmüş, Hakk’ı düşünmemiş de nerelere kadar düşüncesi gitmiş. Ben bunun kellesini alayım!” dedi.
Şöyle vurdu Peygamber. “Ömer dikkat et, dedi. Ne sen bir şey yapabilirsin, ne de ben ve ne de Allah. Fermanlıdır bu, dedi. Bunun elinde ferman var. اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ   İstediğini yap diyerekten.”

Ha, şimdi burada söylemekten maksat nedir? Bu, neden bu fermanı aldı? Nasıl aldı bunu? Dünyada ne olur ne olmasına ihtimal vardır, bir harp olmuştur. Bedir harbi. Öyle harp yoktur dünyada, hiç. Olur mu? Olmaz da.

Her vakit söylediğim gibi, kâinatı en kesif bir zulmet perdesi kapladığı zaman umulmayan bir ufuktan o zulmeti parçalayacak bir zât meydana geldi. Umulmayacak bir anda. Sebeplerin hepsi yok. Ordu yok, masa yok, kasa yok, hiçbir şey yok. Bütün medeniyette hasım. Hısımlar da hasım. Çünkü neden? Zulmü kaldırıyordu, başta. Aciz insan putuna tapılmayacak. Bu kalkıyor. Bu da o günün ileri gelen adamlarının işine gelmiyor.

Zanneder misiniz ki Ebu Cehil, Hazreti Muhammed’i kabul etmedi. Hayır, öyle bir şey yok. Benliğe kurban gitti herif. Kabul etmedi değil.
Ona sordu: “Ümit eder misin benden hilaf-ı hakikat bir kelime sadır olsun.”
“El-emin diye ilk önce ben bağırdım sana yahu! (dedi) Fakat sen öyle bir dava açtın ki benim içün şeyi mümkün değil.”
“Niçün?” dedi.
“Sen hizmetçi ile beni müsâvi tutuyorsun!”

Daha öyle medeniyet dünyaya gelmemiştir ve gelmez de. Daha en yüksek medeniyet tanınan yerlerde renk farkı vardır kardeşim. Gelmez. Uzun boylu anlattı, anlattı, anlattı, anlattı.

“Yarın gelirim, dedi. Kölemle geleceğim, içeriye girdiğim vakitte şöyle buyurun diye bana bir başköşede bir yer gösterebilecek misin? Bütün Ceziretü'l-Arabı emrine amade kılacağım. İş kolaylaşacak.”

“Öyle bir yer benim de yok, dedi. Öyle bir yerim benim de yok.” dedi.
Onun üzerine: “En-nâr velâ el-âr. Yanacağım dönmeyeceğim.” dedi.
Başka bir şey. Yani kabul etmedi mânâsına değil. Bilir fakat imanı nefsaniyet meselesi yapmıştır, Ebu Cehil gibi yanar. Yoksa hakikat gayet meydandadır.

İşte, hiç kimse yok iken. Dünyada iki hâkimiyet var, biri Zerdüşt hâkimiyeti o vakit bir de Kayser hâkimiyeti. Bunun ikisi de hasım olmuş. Sen yalnız böyle orada ufacıcık bir hiziple karşılaşıyor zannetme. Kisra yazmış Yemen valisine, Ceziretü'l-Arab’da birisi çıkmış, derhal elini bağla bana gönder. Öbür tarafta Kayser yazıyor, Suriye de ki valisine aynı şekilde. Yemen valisi geliyor, keyfiyeti anlatıyor. Ben memuren gelmişim, diyor. Anlatabiliyor muyum? Bu işin cevabını diyor yarın vereceğim, diyor. Bu işin cevabı verilecek size. Emri veren kisranın oğlu o gece babasını öldürüyor. Parça parça ediyor. Emri veren parçalanmıştır, diyor. Tetkik ediyorlar, hakikat çıkınca, onunda kısmeti var ya işte neyse.  Bize ait değil oraları, ben söyleyeceklerimi söyleyeyim. Ne oluyor sonra? O uzun boylu bir iş.

Böyle bir vaziyetteyken bu 313 kişi canlarını ortaya koyuyorlar, mallarını ortaya koyuyorlar. Akıl fikir kabul etmiyor ki dava kabul edilsin. On dört asır geçsin de on dört asra yakın bir vaziyet olsun da böyle o sohbeti o mânâyı ahlak ile birleştirerek, ahlaka misal olmak üzere biz burada konuşalım. O gün akıl kabul etmiyor onu. Aklın kabul ettiği bir şey değil. Akıl diyor ki: “Evet bir para olacak, bir ordu olacak, bir kuvvet olacak!” Bunların hepsi mefkût[18]. Öbür tarafta bütün kâinat birleşmiş.

Soruyor o vakit: “Verdin mi bana kendini?”  
“Can ile evet. Vücûd, mânâ her şey senin.”
“Dikkat et ama seni filanca yerde filanca parçalayacak.”
Sema ediyor zevkinden, “Demek ki ben şehit olacağım öyle mi?”
Anlatabiliyor muyum?

Öyle bir harp ki Peygamber’in karşısında amcası, Ebu Bekir’in karşısında oğlu, Ebu Ubeyde’nin karşısında babası, yine Peygamber’in karşısında damadı. Böyle.

Sonra öyle bir harp ki artık bütün müşrikler karar vermiş ki: “Bu harp ile biz, bu mânâyı tamamıyla kökünden kaldıracağız. Bütün mukadderatını kaldıracağız artık.”

Tam bu, karar böyle.

Hudâ isterse olur mu öyle şeyler? Ha, bunlar orada kendilerini bu şekilde verdiklerinden dolayı, Allah da diyor ki: “Bunlardan Ben hesap sormayacağım.”

Kolay bir şey mi bu? 

Şimdi sana desek ki; farz edelim ki ahlakın mânânın tekâmül ettiğini istiyor, birisi geldi karşımıza, böyle istediğin gibi, sadr-ı İslam gibi, Hazreti Muhammed’in o Bedir harbinden çıkmış olduğu an gibi, İslam’ın mukadderatı böyle parlayacak bir vaziyet olacak fakat senin şu kadar servetin var, bunun hepsini verebilir misin? Öyle bir donar. Bunu verdikten sonra da filan yerde seni filanca kimse parçalayacak. Bunu da kabul edebilir misin? Yavaş yavaş usulcacık ayrılır gider. Ne vakit ki hay hay, aynı zevki aynı semayı yapacak vakit oldu mu sana da اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ  der. Zannetme ki sana demez. Sende o fermanı alırsın. Aldıktan sonra o vakit işte böyle konuşursun.

Sana bir tane daha okuyacağım.

Farz et ki diyor, ben günahkâr bir kulum.
Farz et ki ben günahkâr bir kulum, âyâ[19] senin rızan nerede?
Farz et ki benim gönlüm kararmış, âyâ senin nurun ziyan nerede?
Eğer sen bize cenneti ibadet bedeli olarak vereceksen, bu alış veriş olur.
Ya senin lütfun, keremin nerede?

Anlatabildim mi acaba? Yaa! Yoruldunuz mu?

Beşeriyetin inleme sebeplerini söylüyorduk, ahlaken onları tahlil ediyorduk. Orada değil miydi şeyimiz, nirengi noktamız? Beşer böyle yalnız afakta, sebep arayarak, insanlık âleminin içine huzur vermek isterse çoktan aldanmıştır. Hiç faydası olmaz.

Tarihte de tatbikatlı olarak insanlık mefhûmunu yaşatan bizim dedemizdir. Bütün dünya sekenesi benim dedeme bakmakla mükelleftir bugün. Huzura kavuşmak için, çare o. Başka çaresi yok. Adli nasıl va’z etmiş, zulmü nasıl önlemiş, muhabbet neymiş, merhamet neymiş, hürmet neymiş, dünyanın neresinde görülmüş iki gözüm? Bu daha uzun bir zamana gitmez. Bundan bir asır evvel bu memlekette bu varmış.

Burada bir dükkân var Ahmet Efendi, burada bir dükkân var Veli Efendi. Bunda da o mal var onda da o mal var. Geliyor buraya diyor ki müşteri, sizde şu var mı? Bakıyor Ahmet Efendi siftah etmemiş, kendisi etmiş. “Bende var ama o kadar iyi değil, yanımdaki Efendi’den al.”

Evvela canan sonra can, anlatabildik mi? Bu yaşamış bu, söz halinde kavl-i mücerred halinde değil. Bu toprak bunu yaşatmış. Bu lacivert kubbe bu şekilde adamı taşımış. İtimat tamam. Efendim bono geldi ödeyecektim faizi birikti filan, böyle telaş yok. Öyle bir telaş yok. Hiç öyle bir telaş yok. Telaşının rengini görürse komşusu müteessir oluyor. “Bana  açmadın derdini, diyor. Demek beni sen daha kendine dost tanıyamadın. Beni kendine sen dost tanımadın!” Biz bunu yaşamışız. Beşerin buna ihtiyacı var.

Fakir, zengine düşman olduğundan dolayı huzur yoktur. Zengininde fakire karşı merhameti olmadığından dolayı Allah huzuru kaldırmıştır. Birbirine bağlı. Havas tabakası fakir tabakaya karşı: “Hiç, ne olursa olsun ben yaşayayım o gebersin!” diyor. Tabi o kokuyu duyan avam tabakası da bilirim diyor ama fırsat yok, diyor. O anı kaybetmişiz. Zengin malından in’âm[20] edecek, fakir de çalışmasından in’âm edecek. Birbirine bağlı onlar.

Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[21].

Muhtaç kıldı beşeri, Allah birbirine. Birbirine bağlanmış, zincirleme. Sen benim servetim var bana bir şey olmaz dersen, olur? Zaten olacak herkes. Olmayacak var mı?  Yer yer adamı.

[22] وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  diyor. وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ

Allah “Mirasçı benim be yahu, diyor. Ben mirasçıyım, Benden başka kimse yoktur, diyor. Ben herkesin varisiyim. Bana kalacak.” Çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır... Hadi arş! Bir de çalıştırır, çalıştırır, çalıştırır da O'nun namına çalışırsan...

Münasebet aldıkça söylüyorum ya, beşer niçün mesut değildir? Saadete niçün ermiyor? Kendi hayatına çalışıyorda onun için. Kendi hesabına çalıştığın müddetçe mesut olamazsın. Çünkü hayat senin değil. Hayatı veren El-Hayy’dır. Allah’dır yani ya. O’nun hesabına çalışıyorum dedikten, onu hâl edindikten sonra (ağzıyla değil, ağzıyla söyleriz) onu hal edindikten sonra saadet kendi kendine tecelli eder. Kaynar böyle saadet. Ve illâ felâ, hiç yok. Bu da cemiyetin tekâmül etmesiyle olur. Ferdin kendi kendine tekâmül etmesiyle olmaz ha!

İnsan kendi çocuğunu yetiştiremez, yalnız. İttifak ile yetişecek. En güzel ahlakı verirsin, en temiz şeyi verirsin, dışarıdan manevi zehirli gaz gelir boğar. Yaa, onun içün dedemiz çok korkardı. Aman en büyük sârî hastalıktır, derdi. Ne koleraya benzer, ne vebaya benzer. Ne tifüse benzer, bu ahlaksızlık öyle bir fena bir şeydir ki sardı mı kurtarmanın imkânı yok. Öbür ki bedeni yakar, beriki ruhu yakar. Titrenecek noktaydı o ve ödü patlardı.

Kendi kendine yetiştirim derseniz, yetiştiremezsin. İmkân yok ona. O hâlde insanlar birleşerek, anlaşarak her birisi vazifelenerek. Yalnız sen vazifelenmişsin, çocuğumu ben yetiştiririm. Yetiştiremezsin. Ama filanca yetiştirdi. O bir hususi iltimasa uğramış, o yetiştirmedi o. Onlar ayrı iştir. Nasıl Enbiya istisna olup da kendi kendine yetişip Allah’ın bir mevhibesi oluyorsa, veli nasıl hususi Allah’ın ayriyeten bir imtiyazına mazhar olmuşsa, onlar öyle yüzdeler bindeler, o bir taneler filan, onlar o değil, kül halinde.

Çocuğun yetişmesi için muhit yardım edecek, muhat[23] yardım edecek, zemin yardım edecek, zaman yardım edecek. Bütüün varlık yardım edecek, bu o vakit meydana gelecek. Yoksa sen istediğin kadar koy. Gözünü kapasan kulağından girer, kulağını kapasan burnundan girer, her tarafını kapasan mesamatından[24] girer. Bütün kapamış olsan ölür.

En büyük dert bu işte. Ne vakit insanlar bunu gözünün önüne getirirler biz bulalım, derler. Kötülük birdenbire kalkmaz. Herkes çıkıklığını, senede üç tanesini atmaya niyet etmiş olsa, Allah on tanesini attırır, iki üç sene içerisinde bakarsın ki tertemiz olur.

Bazı insanlara yeis yoktur. Yeise kapılmayın sakın ha. Bizim ananemiz de bizim mânâmızda yeis küfürdür. Yeis yok. Nasıl böyle adam boyu kar yağar, hiç yazı görmeyen bir kimse onun içinde bulunmuş olsa ona dense ki, bu biraz vakit sonra bundan bir eser kalmaz, inanmaz bile. Her şey de öyledir. Hudâ istediği dakikada onu değiştirir. Yalnız, bütün hükümler milletlerin istîdâdına bağlıdır. Anlatabildim mi? Her millet mahkemesinden, hâkiminden istîdâdı nispetinde hüküm alır. Öyle verdirir, Allah. Öyle diyor.

Lete'emirunne bi’l-ma’rûfi ve letenhevünne ani’l-münker evle yüsallitennellahû aleyküm şirârekûm feyed'u hıyârukûm felâ yüstecabü lehû

Bak ne akıntılıdır. Ya iyiliği yaymaklığı üzerinize alırsınız, kötülüğü önlemeklik içün hepiniz birden yekvücûd olursunuz veyahut ben Allah’ım size en edepsizlerinizi başınıza getiririm sonra hayırlılarınız dua ederse kabul etmem. Âdetim benim böyledir, diyor. Hiç şuna buna hiç kimseye kusur bulmaya hakkınız yoktur, diyor. Sizin istîdâdınıza bağlıdır. İstîdâdınıza… Kalplerinizin birleşmesine. Hem o kadar ağır ki onun kaidesi vardır Lam gelmiş, şedde gelmiş, onlarda tehdit mânâları var. Kat’iyen, kat’iyen demektir Türkçeleştirirsek.

Lete'emirunne bi’l-ma’rûfi ve letenhevünne ani’l-münker evle yüsallitennellahû aleyküm şirârekûm feyed'u hıyârukûm felâ yüstecabü lehû

Ya iyiliği yaymaklık hususunda yekvücûd olur, vazifelenirsiniz. Hepiniz iyilik yapacağız diyerekten karar verirsiniz. “Bende bu kötülük var. Arkadaş söz veriyorum kaldırıyorum, sende de varsa sende kaldır.” Nihayet haddizatında kötülüğü atmakta zor bir şey değildir. Ben size irade verdim, diyor Allah. Hayvandan ayırmaklık içün. Hayvanın iradesi yok. Sana irade verdim ki kötülüğü atasın diyerekten. Kullanamadıkça hayvansın, diyor. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Size irade verdim diyor, iradesizdir hayvan.

Konuşmak değildir insanı diğer mahlûktan ayıran. İrade; meleğe vermemiş, arşa, ferşe hiçbir şeye yok. İrade yalnız insanda. Benim en sevdiğim bir sıfatımı sana verdim, diyor. Kullanmadın sen. Tabi o sıfatı kullanırken nefis hücum edecek ya! Nefis adamı bırakır mı? Efendim iptiladır işte bırakamıyor filan, onlar yok. İradeyi kullanmıyor da onun için.  Kullanırken biraz sıkıntı çeker. İnsanın en büyük iptilası[25] anasının memesidir. Hayata artık doğunca istîdâd-ı sevkisi yapışır, memesine annesinin. Hayata onunla devam ediyor. Her şey orada onun içün, fakat bir an raap keserler. Demek ki bırakabiliyormuş. Anlatabildik mi acaba? Bırakılabiliyormuş yani ya kötülük. Bırakılıyor.

Neye muktedir olduğumuzu bildiren ilmin adına ilm-i ruh denir. Neye mecbur olduğumuzu bildiren ilmin adına da ilm-i ahlak denir. Bu ikisini de biz öğreneceğiz. Anlatabildim mi acaba? Biri neye muktediriz biz. İşte hani irade mirade sayıyor ama.  Bu muktedir olduğumuzu bildiren ilmin adına ilm-i ruh denir. Bir de neye mecburuz biz? Buraya geldik de bizim bir mecbur olduğumuz var. Hah o mecbur olduğumuz şeyi bildiren ilmin adına ahlak denir. Kısa bir tarif yaptım size. Konuşma arasında kısa bir tarif yaptım.

Bugünkü konuşma bu kadar yeter. Girmedik daha konuşmaya ama bugün birazda sıhhatim o kadar iyi değil.


[1] İşbâ: Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak.
[2] Meadin: Madenler (maden)
[3] Müşareket: Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak. Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil. Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.
[4] Neşv ü Nemâ:   Büyümek ve gelişmek.
[5] Rakik: (Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan.
[6] Müessir: Te'sir eden. İz bırakan. Te'sirli. Dokunaklı. Hükmünü yürüten. Eserin sahibi.
[7] Çap: Yapının veya arsanın boyutlarını ve sınırlarını gösteren harita.
[8] İsra Suresi 85. Ayet-i Kerime  وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلً
Meali: Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: "Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir."
[9] Merâtib: Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler.
[10] Sûzişli: Yakıcı, acıklı, dokunaklı.Tesirli
[11] Serir-ârâ (ﺳﺮﻳﺮﺁﺭﺍ)(Serir “taht”  ārā “süsleyen” ile) “Tahtı süsleyen” Pâdişah, hükümdar.
[12] Cüst ü cû(y): Arayıp sorma, araştırma, arama.
[13] Güft ü gû:  Kîl ü kal.Karşılıklı söyleşme, konuşma. Dedikodu.
[14] Selâtin:  Sultanlar, pâdişahlar.
[15] SerfürûBaş eğme, itâat etme, yüzsuyu dökme, minnet etme.
[16] A’raf Suresi 155.Ayet-i Kerime: وَاخْتَارَ مُوسٰى قَوْمَهُ سَبْع۪ينَ رَجُلًا لِم۪يقَاتِنَاۚ فَلَمَّٓا اَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ
Meali: Bir de Musa, mîkatımız için (tayin ettiğimiz vakitte tevbe için) kavminden yetmiş erkek seçti. Ne zaman ki, bunları o sarsıntı yakaladı, işte o zaman Musa: "Rabbim! Dedi, dileseydin bunları da, beni de daha önce helâk ederdin. Şimdi bizi, içimizdeki o beyinsizlerin yaptıkları yüzünden helâk mi edeceksin? O iş de senin imtihanından başka bir şey değildi. Sen bu imtihanla dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Artık bizi bağışla, merhamet et, sen bağışlayanların en hayırlısısın."
[17](Buhârî, hadis no:3007, Müslim, hadis no: 2494 ) (Hadisi, Ali b. Ebî Tâlib -Allah ondan râzı olsun- rivâyet etmiştir.)    لَعَلَّ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ اطَّلَعَ عَلَى أَهْلِ بَدْرٍ، فَقَالَ: اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ، فَقَدْ غَفَرْتُ لَكُمْ
"Belki de Allah -azze ve celle- Bedir'e katılanların durumlarına (rahmet ve mağfiret bakışıyla) bakmış ve: (Ey Bedir Ehli!) Ne yaparsanız yapın, ben sizleri bağışladım, demiştir."
[18] Mefkûd: Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud.
[19] Âyâ: Şaşırma, sorma, ümit ve istek ifâde eder, acaba.
[20] İn'âm: Nimet vermek. İhsan etmek.
[21] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
“Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif     
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.

Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, ....ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.

Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[22] Hicr Sureri 23. Ayet-i Kerime   وَاِنَّا لَنَحْنُ نُحْي۪ وَنُم۪يتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Elbette biz diriltiriz ve biz öldürürüz! Ve hepsinin varisleri de biziz.
[23] Muhat: İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan.
[24] Mesamat /Mesammât: (Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler.esamat
[25] İptilâ: (ﺍﺑﺘﻼﺀi. (Ar. belā’ “denenmek, imtihan edilmek”ten ibtilā’Bir şeye karşı gösterilen aşırı düşkünlük, kendini alamayacak kadar tutkun olma, tutku.

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017