Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

79. Kaset

079 (290) 66 dk (09.01.1960)              

… Hasebiyle, mevzû doğrudan doğruya insan mefhûmu ile naib-i Hak olan mevcûd ile alakadar. Binaenaleyh insan nedir?

Geçen hafta yaptığım tarifte; insanın cismi var, hacmi var, ebadı var. Bu veçhesine, bu cephesine bakılacak olursa meadinle[1] müşâreketi[2] var. Diğer bir yüzüne bakıldığı vakitte neşv ü nemâ[3] bulur. Büyür, letafetleşir, fersudeleşir[4] hüsn-ü an[5]a sahip olur. Birçok çehreleri var. Bu yüzüyle de nebatat[6] ile müşâreketi var. Diğer bir veçhesini tetkik edersek; vurur, kırar, ezer, yakar, tepeler, gazap eder... Bununlada hayvan ile müşâreketi var.

Bir de insanın rikkati var, gönlü var, fuâdı var, merhameti var, meveddeti var, fazileti var, kerameti var, keremi var, içinde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşanı var. Bunun yüzüne de bakılacak olursa Kudret’le hususi bir irtibatı var. İşte o sahası insan. Ki bugünki beşeriyette bu saha solmuş. Bu saha solunca inlemek çok alır. İtimat kalkar.  

Merhamet, hürmet, muhabbet bunlar kalktıktan sonra insanlık namına bir şey kalmaz ki. Diğer tarafta saydığımız müşâreketler kalır. İnsanlığın bu cephesi solmuş. Veçh-i dilârâ-i iman ne vakit ki solar beşeriyette, Hak feyzini keser. Açık tabirle. İnsanların imanı solmuş. Anlatabiliyor muyum bir şey acaba? Mevzii değil bütüün mevcûdât üzerinde konuşuyoruz.

Beşer, biraz tenekecilikte ilerledi, böyle. Kudret’le azamet yarışına kalktı. İman da hiç istiskal[7] kabul etmez, bu kadar nazlı bir şeydir. Soluverdi. Solunca Allah da insanlığına nihayet veriverdi. Dünya sekenesinde insan denilen sınıfta huzur kalmadı. Masası olanın da yok, kasası olanın da yok, rütbesi olanın da yok, câh[8]ı olanın da yok, fakirin de yok, zenginin de yok. Öyle bir zavallılık çöktü bütün dünya sekenesine.

Amerika’nın reis-i cumhuru da öyle diyor ya; servet diyor, bizâtihi nimet değilmiş, diyor. Biz, senelerden beri söylüyoruz bunu. İnsanlar anlaşsınlar da diyor, beşer saadete kavuşsun. Başka türlü imkânı yok, diyor. Yoksa paraylan servetlen, şunlan bunlan, saadet değilmiş bunlar diyor. Daha bu hafta içerisinde söyledi, yazdı gazeteler. Okumadın mı?

Evet! Servet bizâtihi nimet değildir. Vasıta-i nimettir. Ona Allah diyecek ki: “Git, filan yerde nimet ol!” Bizâtihi nimet değil. Bazen nikmet[9] de olabilir. Bakarsın ki, bir adam züğürtken evliya zannedersin. Serveti olduktan sonra eşkıya olur. Yaa! Keşke olmasaydı. Bakarsın ki züğürtken mülayim mülayim konuşur, hafif hafif davranır, evliya zannedersin. Çirkindir amma… Dedemizin her sözü çirkinliği olmaz, bize çirkin gelir. Hani biti kanlandı, derler. Bunlar hep tahlil edilmiş, büyük adam onlar. Hepsini yerli yerine koymuşlardır.

Servet bizâtihi nimet değil, vasıta-i nimet. Onun içün bak bizim şey ne kadar muazzamdır, mânâmız. Onu biz böyle bir kitapta da okusak şöyle “hıh” der, geçeriz. Geçme!

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Muhammed der ki: “Bir kimse malını hayra bağlamak isterse yani servetini kendisine bizâtihi nimet yapmak isterse, servetiyle düşmüşü kaldırmaya çalışsın.” Bir şey anlatabiliyor muyum acaba?

Bak ne esas va’z[10] etmiş. Esasen bir defa servet bizâtihi nimet değil. Bunu kafamıza koyalım. Vasıta-i nimet. Allah Hazretleri: “Ey servet, git filanca insanda sen nimet ol.” derse olur. Ve illa olmaz. Bunun öyle olabilmesi içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi diyor ki: “Bir kimse malını bağlamak isterse, yani onu bizâtihi nimet yapmak isterse ilk önce etrafını düşünsün. Düşeni kaldırsın.” diyor. Bununla havas ile avam muvâzenesi[11] yapılıyor.

Niçün insanlık inliyor? Havas ile avamın muvâzenesi olmadığından dolayı inliyor. Vaziyeti müsait tabakada “Sen çalış, ben yiyeyim!” kafası var. Yahut “Ben yaşayayım, sen geber!” Vaziyeti müsait olmayan tabakada “Fırsat senin eline geçmiş fakat günün birinde ben sana gösteririm!” diyor. Eee bu iki kafaylan cemiyet yürümüyor dünyada işte.

Onun içün mânâ medeniyeti bizim mânâmızdadır. Fakat kullanmıyoruz. Allah kullandırtsın. Kullanmıyoruz biz. Sen dedenin mânâsını ortaya koyacak olursan sergi halinde. “Bak böyle bir şey vardır, beğenir misiniz?” derseniz, bütün kâinat üzerine üşer. Fakat biz ne yapalım ki? Öyle dedi Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi.

Âdem, mevcûd ile doludur, mevcûd. Sen zannetme ki elini hayra atacak olursan, insanlığa elini uzatacak olursan, bu elin kurur. Şeytandan gelir adama o iş.

Her insan niyet etse ki: “Ben iki insan yetiştireceğim.” Hiç olmazsa bir tanesini yetiştirir. Vazife, bununla mükelleftir. Bu âleme gelmekten gaye odur. Öbürküler fer’idir.[12] Rütbeler de fer’i, masalar da fer’i, kasalar da fer’i, câhlar da fer’i…

İnsanı Allah bu âleme getirmiştir. Hiç olmazsa iki adam yetiştir, olamazsa bir tane. Bazısı bundan mağrurlanır. “Efendim ben beş kişiyi okuttum, on kişiyi yazdırdım, şöyle ettim, Avrupa’ya gönderdim, mükemmel geldi, işte ben vafizemi…” O, o manaya demiyorum ben. Gönülde gül açtıracak.

On sayfa okumuş da, kaskatı olmuş gelmiş. İnsanlığı inletiyor. Keşke okutmasaydın. Geldi de dedesini beğenmedi. Keşke okumasaydı. Geldi de anasına geri kafalı, dedi. Keşke okumasaydı. Günah değil mi, göğsünü sana aylarca saky[13] etti, kucağını köşk yaptı. Babasının evinde oturup da “Pencereyi buradan niye açtın?” diye küfretmeye benzer bu. Daha yeni ev almadık biz. Yeni ev almadık. Onun aldığı evde oturuyorum. Onun parasını da yiyorum. Daha yerin dibinden bir kuruş çıkarıp meydana getirmedim. Üç kıtada hükümdar idi. “Otur!” derdi, zalime oturturdu.

Allah, bizi ism-i Azize mazhar kılmıştı, yerin üstünde gezdiriyordu. Herkes sıkıntıdan yerin dibine atılmıştı. Senin o görmüş olduğun medeniyet filan, nihayet seksen senelik, yüz senelik bir şeydir. Sen yüz senelik adam mısın? O mânâda insan yetiştirmek değil. İnsana sarılacak insan. İnsan derdiyle yanacak insan. Yoksa dedesini beğenmeyecek, vaziyet-i haricisi, çulu düzgün olmayana karşı böyle bakacak, böyle değil.  O mânâda değil.

Sabahleyin evinden çıkarken: Ya Rabbi! Benimle kaç adamı güldürteceksin? niyetiyle çıkacak adam bilip yetiştirecek. Anlatabildim mi? Daha nasıl tarif edeyim? Sabahleyin kapısından çıkarken, gönlü yanaraktan Ya Rabbi! Benimle kaç insanın gönlüne sürûr ilkâ[14] edeceksin?” Bu zevk ile bu aşk ile yanabilecek insan.

Kötülük kötülüktür, cezası var. Kötü değil, iyi yapmak elinden geliyor da yapmıyor, yine aynı cezaya müstehak. Anlatabildim mi acaba? Çünkü ahlakta “bana ne” yok. Kötülük kötülük, bunun cezası var. Kötü değil kendi iyi. Fakat iyilik yapmak elinden var da, müracaat ediliyor, aldırış etmiyor. Aynen kötüdür, diyor. Size buna dair büyük Kitap’tan, mânâdan bir misal getireyim de daha takviye edilsin, daha iyi anlaşılsın.

 [15] لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا

Bu, doğrudan doğruya Allah’ın sözü. Âlimin, müçtehidin, profesörün bilmem şunun bunun değil. Doğrudan doğruya Allah’ın sözü. Üzerinde kimsenin konuşma hakkı yok.

لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا

Nedir o diyor, Allah? Birçoğunuz toplanmış, yalvarır yakarır dua eder, münâcat[16] eder, nedir o? Hiçbirisinin hayrı yok! Haydi defolun. Çok çok, bol bol münâcat ile yalvarmak ile size bir hayır teneddüm[17] ederseniz. Hayır! Benim âdet-i İlâhiyemde öyle bir şey yoktur, yok. Benim kapımı çalmaklık içün şartlar var, der. Benden bir şey istedin mi ilk önce bu şartlara riayet et bakalım.

اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ Evvela hayatında gücün yettiği kadar; ilmen, aklen, fikren, serveten, kuvveten kime yardım ettin? İlminden mi tasadduk ettin? Servetinden mi tasadduk ettin? Fikrinden mi yardım ettin? Kuvvetinden mi verdin? Hiçbir şey yok. Niye elini açıyorsun Bana?  Bir şey anlatabiliyor muyum? Bana niye elini açıyorsun? Bir.

Hayatının hangi anını kâinatta iyiliği yaymaklık üzerinde vakfettin. İyilik. İyilik hususunda, iyiliği yaymak hususunda, cemiyette iyiliğin moda olması hususunda, hangi tabirle söyleyeyim? Ne gibi saatlerini ayırdın. Nerelerde ne sarf ettin?  Yok mu? Niye geldin, diyor ya. Ne açarsın elini bana karşı!

Bitmedi.  اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ

Kaç kişinin arasını buldun? Nerede bir sulh-u selamet içün fikir yordun, iki adım ayak attın? Nerede bir sulh-u selamet… Biz ara bozarız. Eşeler böyle. Yaptın mı böyle bir şey? Yok! Niye geldin? Niçün geldin? Bitti mi bu?

Bitmedi daha.  وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ

Bu saydıklarımı yaparsın, bunu yaptığın vakitte de içinden kendin çıkarsın. “Bunu ben yaptım” gibi bir hâl sana tecelli etmez, “Yaptırdın da, yaptım” diyerekten boynunu bükersin. Hah, o vakit Ben sana lazım geleni veririm. Sen istemesini de bilmezsin. O istediğinin kıymeti yoktur. Senin hatırına gelmeyen, hayaline gelmeyen, kalbine uğramayan Allahlık şanıma ne yakışırsa sana öyle ikram ederim. Ama şartlar böyle sıralanacak. 

Öyle diyor, Kudret. “Kaç mütevâzı adamın ayağının altında gezinmekten zevk aldın, hangi mütekebbirin başında gezindin?” Bir şey anlatabiliyor muyum? 

Ben, temenniyât-ı zelilâne[18] istemem, der Allah, Teşebbüsât-ı merdâne[19] isterim. Sen mütevâzı insanın beyninde gezindin, mütekebbirin ayağında uşak oldun yaşadın. Tersine yapacaktın. Sen kaç tane mütevâzı kimsenin ayağının altında gezinmekten zevk aldın? Kaç mütekebbirin başında gezindin? Ver bakayım bir tane, diyor. Açayım sonra sana kapıyı.” 

Evet, yine konuşmamızın başına dönelim. Mevzû, doğrudan doğruya insan mefhûmu ile alakadar. İnsan nedir? Bunu her konuşmada tekrar ediyorum, yayasınız diyerekten. Dağılsın. 

Terbiye tezgâhları işliyor. Muazzam, ne kitaplar yazılıyor, terbiye tezgâhları. Tasariyeler, inzibat teşkilatı olanca kuvvetiyle çalışıyor. Elinden geleni yapıyor. Kanunlar şerh ediliyor, maddeler va’z ediliyor. İnsanlığın mânâsında teâli terakki yok. Neden? 

Her şey insanın burasına kadar gelebilir. Buradan içeriye girmez ki. Gelir kanun senin cebini arar; muzur bir şey var mı yok mu, der. Cebini arar her tarafına bakar. Kaldır ellerini yukarıya, der. Öyle bir el lazım ki; şu sadırdan içeriye girsin. Öyle bir el lazım ki, şuraya dokunduğu vakitte düşünceyi görsün. Değil mi? Öyle bir el. 

Asiyi korkutacak şey vahşettir, faydası yok. Arifi korkutacak şey dehşettir[20] faydası var. Hayrettir. Bunu tedarik etmenin çaresine bak. Neden heybet? Müebbet istikbalden. Neden heybet? Abes yaratılmamışsın. Konuşan, konuşturan bir gün benimle konuşacak. Onu düşünmeden hâsıl olan bir heybet. Neden heybet? Asude kaldığı vakitte: Ömr-ü dünya bir dakika, ömr-ü âdem bir nefes. Boşuna gitti benim sermayem diyerekten, içerden gelecek olan bir şey vardır. Kelimeleri yok onun ki lügatten sana söyleyeyim. Hâlimden anla, sende duyuyorsun ya.

Gel mevzûa, iman soldu. Soldu. Veçh-i dilârâ-i iman soluverdi. Solunca, Hudâ’da insanları necz[21] ediverdi.  

İnsanın bir cephesi yok iki gözüm, iki cephesi var. Beşeriyet bunu yalnız bir cepheye indirmiş. Onun içün çare bulamıyor. Yalnız bu mezâhir[22]i görüyor. Havası ile idrak edebildiği sahadan başka bir yer kabul etmiyor. Kan ve kemik torbasının muhit olan sahasından başka bir yeri göremiyor. Göremediği için inliyor. 

Firavunda Allah’ı gören gözü kördü, göremediğinden dolayı dokuz yüz bin masumu imha etti. İblis de kördü, ona kör demekten maksadımız, bu gözü görmüyor mânâsına değil ki, görüleceği görmeyen adama kör derler. O ne kadar incedir o, Büyük Kitap’ta Yakup’un gözleri, Yusuf’u kaybettikten sonra görmedi, dedi. Kör oldu mânâsına değil ki o. Öyle değil o.

Sordular kendisine...
“Ben, kâinata Yusuf’u görmeye gelmiştim. Gittikten sonra neyi göreceğim!” dedi.
“Benim tecellim öyle. Ben o aşk ile yanıyordum!” dedi.
“Ben yalnız onu... Bana Kudret o gözü, onun için vermişti. Binaenaleyh görülecek orta yerden kalktıktan sonra başka bir şey görmüyorum!” dedi.
Bizim bildiğimiz gibi böyle kafa gözü böyle kapalı kör yahut bir tuhaf kör, o mânâya değil.

Her insan, bu âleme bir şeyi görmeye gelmiştir.  Göremediyse ona da kör derler. Sonra Kudret, ne kadar incelemiştir; hayatın, vaziyetin, şeklin, şemâil[23]in, maddesinin üzerinde de izleyecek olursak, nur-ı rü’yet[24] simsiyah bir maddenin üzerine taalluk etmiştir. “Ben zulmetle neler yapıyorum.” diyor. Anlatabildim mi?

Rü’yet dediğin gözün beyazında değil, siyahında. Neyse o rü’yeti de kimse bilmez ya. “Bir dirhem yağ parçasına taalluk eden nur-u rü’yet nedir?” dediğimiz vakitte, fen durur. “İki gazın içtima[25]ından su meydana gelir.” Doğrudur ama “Üçüncü istihale[26] nasıl oldu?” dersek cevap veremez kimya. Boynunu büker. Yaa!

Bu kadar meçhuller içerisinde yaratırım diye gez, insanlığı inlet!

Ahlak, mânâ; ilim de, defter de, kitap sayfalarında değildir. Aşktadır. Aşk da öyle bir şecere-i nurânidir ki, kökleri ezelde ve ebedde. Ne arşa ittikâ[27]sı var ne de süreyyâ’ya[28]

Herkes vazifeli. Hiç olmazsa her insan, bir insanı yetiştirmekle mükellef. Üç tane olması lazım ya hiç olmazsa bir tane lazım. Sorar. Kudret soracak. Ve o, o dert düşmedikçe de insanlara huzur gelmeyecektir. Gelmez huzur insana. Semaya çıkacaklar. Evet, çıkacaklar. Taa şimdi ayda… Ne ayda? Üüü! Âdede, hesaba girmeyen manzume var. Bunların hepsinde biz yaşayıp görmeyiz başka. Bizim görmemiz, biz bu elbiseyle görmeyiz de öbür elbiseyle görürüz. Anlatabildim mi? Öbür elbiseyle mi? Evet ya! Doğdun bir defa. Her şeyi görecen. Ama bu elbiseyle görmeyiz. Bu kalıptaki elbisemizle görmeyiz. Yine göreceğiz. Gezer eder filan, fakat huzur yok.

Bizim ayağımıza benlik dikeni batmıştır, yol alamıyoruz. Anlatabildim mi?
Dilimize yalan dikeni batmıştır, iyi konuşamıyoruz. Ayağımıza benlik dikeni batmıştır, teâli[29] terakki[30] edemiyoruz.

Birbirimizi aldatmayalım. Samimi bir şekilde kalplerimizi birleştirelim. Birleştirdiğimiz dakikada yolu veren biz değilizdir, Allah verir. Nasıl uyuduğun vakitte uykun elinde değil, uyanmaklığında. Haddizatında, O uyandırır.

Uykuyu bilen var mı içinizde, kimse bilir mi uykuyu? Bunu yüz bin defa söyledim. Uzun boylu büyük büyük derslere, büyük büyük şeylere ihtiyaç yok, Kudret’i mütalaa içün.  Hayatımızda va’z etmiş Hudâ. Kim bilir uykunun ne olduğunu? Var mı içimizde bilen ilim adamı, felsefe adamı, fen adamı? Uyku nedir?

Bilmez, kimse bilmez. Neden bilmez? Her şeyi alıyor da ondan sonra geliyor, onun için bilmez. İlk önce havas[31]ı alıyor, ilmi alıyor, şuuru alıyor, cehli alıyor, karıyı, kocayı, çocuğu, masayı filan her şeyi hepsini alıyor. Bahr-u ummân-ı ehâdiyet[32]e hoop atar. Hem de karışmaz. Ne benim cehlim sizin ilminize, ne sizin ilminiz benim cehlime. Nüfus kâğıdı kayboldu, istîdânın[33] numarası kayboldu, bulun arayalım, filan öyle şey yok. Karıştırmak yok. Karışmaz. Ne senin ki bana ne benim ki sana. Tekrar yakaza[34] hâli verir. “Buyurun der, işte malın mülkün filan. Fakat bir gün bunu ben vermem. Şunu, senden ben her gün alıyorum ya, bir gün vermezsem ne yapabilirsin?”

Bundan daha büyük insanı irşâd edebilecek bir şey var mıdır, iki gözüm? Bir adamın semayı deler gibi (bakan) gözünü, tokatlayacak bundan büyük tokat var mıdır? Eyyy diyor, zalimle mazlumu bir yapıyorum. İşte odur o. İyi okusak Büyük Kitabı anlarız.

[35] للّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ  Mânâsı benim söylediğim bu hâl işte. Gecenin siyah çadırını çeker; zalim de bir tarafa sızmış, mazlum da bir tarafa büzülmüş, hâkim de bir tarafta büzülmüş, mahkûm da bir tarafta büzülmüş. Uyumayan uyuklamayan ancak O. Buyurun, diyor. Hadi bakalım. Kabrin kapısını kapa. Beşerden aczi gider.

Bir an gelir evet, hastalıklar tedavi edilir. Tedavisini de veren O’dur. Tabibini de yapan O’dur, ilacını da yapan O’dur. Fakat bir de tedavisizlik şekli vardır. Soğukluk yapacak ilacı verir doktor, sıcaklık yapar. Sıcaklık yapacak ilacı verir doktor haddizatında, soğukluk yapar. Eşya bizâtihi müessir değil ki, müessir-i hakiki Allah. Olanca kuvvetiyle verir, “Yahu şuna biraz daha fazla korum de”  Yoook! O vermiş olduğu ilacı bir leğen suyun içerisine atsan damlasını, buz kesilecek, fakat sana verir ki rahatlayasın. Yok, bir tesiri yok.

Onun içün Cenab-ı Ali öyle der, Sure-i Tekâsür’ün tefsirinde. Bu bahsi uzun boylu söyler de, şimdi vakit yok anlatırdım size ama… Ağlamamanın imkânı yoktur. Tabi o kendi tefsir ediyor.

اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُحَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ[36]  Allah’ın istihzâ[37] muamelesi. “Teşrif etmez misiniz?” Efendim, diyor. “Buyurmaz mısınız? İnletenler, ah alanlar... Benimle azamet yarışına kalkanlar, insanlığı ezenler, ihtirasat-ı nefsaniyesi içün bir milleti, bir camiayı bir tekmeyle yuvarlayanlar, kalplerden mânâyı çalanlar, buyurmaz mısınız, teşrif etmez misiniz?”

Ondan sonra açar, Hazreti Ali. Bu söylediklerimin, hani o sıcaklık verirsin, soğukluk verir, soğukluk verisin sıcaklık verir, o kendi lisanıyla bir beyan eder.  İnsan böyle hüngür hüngüür ağlar.

Bu böyle olduğu hâlde yine biz birbirimizi yakarız. Hileler düşünürüz, şöyle olursa böyle olacak, böyle olursa böyle olacak.  Ne olacak? Hiçbir şey olacağı yok! Allah, kullanır kullanır atar. Bugün kâinatın dörtte üçüne hükmeden İskender de bir harabe içinde yatıyor. El verir ki biz harabeye giderken, mânâmız, Refik-i A’lâ[38]ya uruc[39] etsin. Bunun çaresine bakmanın zamanı gelmiş geçmiş, gidiyor.

Biz, öyle üredi türedi bir kavmin çocuğu da değiliz. Hepimiz şehit çocuklarıyızdır. Muhakkak ya amcan vardır ya deden vardır ya baban vardır ya amcanın oğlu vardır ya dedenin kardeşi vardır. Şecereni tetkik edersen meydan-ı mücâhede de ya orada can vermiştir ya meydan-ı mücâhede-i riyazatta nefsiyle harp ederekten insan-ı kâmil olaraktan gelip geçmiştir. Kazık gibi insanların yavruları değiliz biz. Öyle değil.

Merhametle, hürmetle, muhabbetle yaşamış, aşk mahsulü olan insanlarız biz. Hudâ bize iltimas etmiş. Evet, dünyaya son asırda bir manevi zehirli gaz sıkıldı. Her tarafta bir, her güzelin üzerine bir toz geldi. Bazısı yüzde yüz kabul etti, bazısı yüzde elli kabul etti, bazısı yüzde bir. Fakat silkelenirse altındaki nakış yine meydana çıkar. Silkelendiğin an...

Ayağa batan benlik dikenini çıkarmalı, bir. Atmalı. Dile batan yalan dikenini de çıkarmalı. İkisi çıktı mı, üüüü yol açık. Çok açık yol. İnsanın vakıa cesedi bir viranedir. Değil mi ya? Bak ihtiyarlar fersûdeleşir[40] şöyle olur, böyle olur, kıymeti yok. O viranenin içerisinde bir hazine vardır. İşte biz o hazineyi kaybettik. Bütün insanlık o hazineyi kaybetti. Bunu bulmanın çaresi… Kaldık dış tarafında. O da şöyle.

Gönül boş. Şöyle beş kişi on kişi bir araya geldiği vakitte, mânâsını düşünmek, insanlığı düşünmeklik zevki kalmadı. Bu yok, olmayınca olmuyor. Hâlbuki o düşünülecek. Canını feda edecek bir yere. Bak size bir şey okuyayım da hoşunuza gitsin. Belki gönlünüz, ruhunuz sıkıldı sözlerden. Acı ama böyle, hakikat böyle. İspat eden varsa çıksın. Acı, hakikat böyle.

Bülbülün aşkı eder bülbülü gülizâra fedâ

Nice pervaneleri zevki kılar nâra fedâ

Anlatabildim mi?

Nice pervaneleri zevki kılar nâra fedâ

Kâinat olsa sezâ Ahmed-i Muhtar’a fedâ

Cânımın cevheri ol lâl-ı şekerpare fedâ

Ömrümün hâsılı ol şive-i reftâra fedâ

Acaba anlatabildim mi bir şey? Bir daha okuyayım.

Bülbülün aşkı eder bülbülü gülizâra fedâ
Nice pervaneleri zevki kılar nâra fedâ
Kâinat olsa sezâ Ahmed-i Muhtar’a fedâ
Cânımın cevheri ol lâl-ı şekerpare fedâ

Ömrümüm hâsılı ol şive-i reftâra fedâ

Kameri hüsnü nev’inin nice meh hayranı
İns ü cin arz u semâ bir nice şeh nâlânı
Devr-i eflâk-ı nücûmun sebeb-i devrânı
Derd çekmiş serim ol hâl-i siyeh kurbânı

Tâb görmüş tenim ol turra-i tarrâra fedâ

Cân ü dil kaydını çekmekten özüm kurtardım
Cânı cânâneye ettim dil i dil-dâra fedâ

Bu hâl gelinceye kadar çalışmak lazım. Evvela cân sonra cânan diye yaşıyoruz. Netice alamıyoruz. Yoruldunuz mu?

Bezm-i uşşâka duhûle aşk ile suzân gerek  (biraz yan)
Gam beyâban[41]ında gamsız gezmeye aslan gerek
Arifin her bir sözü bin bir rumuzun metnidir.
Fehm-i idrâki gönülde âdem-i irfân gerek Yanlış okudum bir daha okuyayım.
Bezm-i uşşâka duhûle aşk ile suzân gerek.
Gam beyâbanında gamsız gezmeye aslan gerek

Arifin her bir sözü bin bir rumuzun metnidir.
Fehm-i idrâke gönülde âdem-i irfân gerek

Seksen hayvan yükü kitap okur da yine irfanı olmaz. İrfan başka iş. Arif kime derler? Bir şeyi olmadan evvel bilene, derler. Bu millet tamamıyla böyle irfana sahip idi. Çok kuvvetli irfanı vardı. Kuvvetli irfanı olmasa…

Vakfiyelerine baksanıza vakfiyelere. Kaç defa söyledim size, vakfiyelere bakacak olursanız. Garp, medeniyetini taklit ettiğimiz şimdiki saha, delileri cin çarpmış diye yakıyorlardı.  Delirdi mi bir adam cin çarpmış, diyor. Yakıyor, cayır cayır. Dedende: “Ruhun bu vücut üzerindeki bir değişikliğinin tesirinden ileri gelmiştir cinnet. Ruhun gıdası da musikidir.  Musiki ile tedavi olmak imkânları vardır. Hiç olmazsa yarısını kurtarırız.” diyerek, tımarhanelere musiki heyetleri va’z etmişlerdir. Vakfiyeye bak vakfiyeye!

Sarf. Bu irfanla olur bu, sarf. Nerdeee, şimdi annesinin nafakasını vermiyor. Öyle değil mi? Baba evladından nafaka davası açar mı ya? Kediye köpeğe bakan milletin çocuğu, babasına nasıl bakmaz oldu? Kim, ne geldi de, nesini çaldı? Yaaa, işte insanların kalbi, Allah’ın iki parmağı arasında. Görüyor musun bir kediye köpeğe bakan dedenin çocuğu anasının nafakasını vermez! Komşunun büyük insanından yüzü kızaran çocuk, babası cebine para koyduğu halde haydut gibi suratına bakar.

Sizi inanmış zannıyla konuşuyorum. İnkâr sahasında bulunanla da Kudret’in izniyle konuşmak kabiliyetim var, fakat sizin hepinizi inanmış zannıyla konuşuyorum. Eğer ebediyete inanmışsanız, biliniz ki:  Allah  “İlk önce Ben, kendi hakkımı soracağım.” diyor. Hani bazıları der ki: “Efendim, kul hakkı olmasın.” O ne neymiş, ne alaka soktun araya? Yani Allah kendi hakkı… “Yoo! Ben kendi hakkımı soracağım ilk önce.”

[42]  اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ   Ben seni cevher-i insanî denilen bir cevherden, şuurdan, temyizden[43], ihatadan, fehmden[44] aciz olan bir damla meniden meydana getirdim. Sonra kendi öz elimle seni tesviye[45] ettim, ruh-u menfuhumla seni tekrim[46] ettim. Sen bana karşı ilk önce düşman oldun. 

 فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ   ilk muhâsım-u aşikâr[47] sen oldun bana, diyor. Kabahat mi ettim seni insan yaptım da? Ne kötülük ettim Ben sana! İnsan ettim, insan oldun. İnsan yaptım da sana ne kötülüğüm oldu, diyor. Soracağım. İlk önce kendi hakkımı sorarım! 

Kendi hakkını sorduğu vakitte ne olacak?  Ne çıkıyor biliyor musun, kendi hakkını sorduğu vakit? Allah elle tutulmaz, havas ile idrak edilmez. Akıl mahlûktur, yalnız bilebilmeklik için bir kabiliyettir. Akılla da tasavvurat hadisattan da münezzehtir. 

Soruyor, ebediyetteYahu, diyor hastalandım da bir defa gelmedin, Bana! Yebne Âdem! meridtü felem te'udnîBak ne kadar şumullu bir mânâya sahibiz biz.

Kâle Ya Rabbi keyfe e'udek ve ente rabbül âlemin. İlâhi! Sen âlemlerin Rabbisisin, biz seni nasıl yâd edebilirdik? Sen Allah’sın.

Femâ alimte enne abdihî fülanen kad maride. Biliyorsun diyor, arka sokakta garip bir kimse hastalanmıştı, bir abd-ı mattı[48]. Gitseydin, Beni onun yanında bulmayacak mıydın? Ama onun masası yoktu, kasası yoktu, rütbesi yoktu, zayıftı, penceresi kırıktı, ışığı yoktu. Rüzgâr vurur dedin, bir şeysi bulaşır dedin, alakadar bile olmadın, değil mi? Eee ne istiyorsun o zaman? Kime tapıyorsanız oraya gidin. Senin yokladığın kimseleri Ben biliyorum. Beni inkâr edenler vardı, insanlığa düşman olanlar vardı, insanlığı inletenler vardı. Fakat sen onu gayet güzel gittin ziyaret ettin, hatırını sordun. Buyurun o filan yerdedir, işinizi halledin.”

Bir şey anlatabiliyorum değil mi? “Buyurun. Benden ne istiyorsun sen? Ben yakın adresimi bildirmiştim sana. Sen gelmedin, tenezzül etmedin. Kime gönlünü bağlamışsan buyurun!” 

Olur ya zevk edinmiş gitmiş. Her gün böyle başını koymuş, sabahtan akşama kadar kaldırmamış, alnı secdede çürümüş. Güzel. Hilal kadar incelmiş, hilal kadar, ip ince. Her gün oruç tutmuş. Kendi kendine diyor ki: “Eh ben lazım gelen şöyle şöyle hallerim var.” Fakat babası ve anası memnun değil. “Kendi hakkımı sorduktan sonra” hani lâ-teşbih dünyada da vardır ya insana bir yere girmek için imtihan yaparlar da, ilk önce şu derslerden olacak, sonra onlardan. Onlardan olmadı mı “Öbürküler… Canım bize lazım gelen bu. Bunu bilmedin!” derler. Öbür derslere sokmazlar adamı. Anlatamadım mı acaba? Mesela bir yere girilecekte sekiz dersten imtihan olacak fakat başta riyaziyi verirse diyor, ondan sonra öbür imtihanlara girecek. Bir de oradan muvaffakat… “Efendim, onları çok iyi biliyorum.” “Lazım değil” derler. 

Allah’da öyle diyor: “Benim hakkımı ver, ananın babanın hakkını da hesabını ver. Ondan sonra öbürkülere bakarız.” Orada düşmüş. Heyet-i umumisi birden, Ya Allah geçti gitti. Hepsi birden. Meğerki annen şaki ola, meğerki baban şaki ola. Meğerki annenin teklifi Hakk’a uygun olmaya, babanın teklifi Hakk’a uygun olmaya. Anlatabildim mi? Kaide bu.

Çünkü لا طاعة لمخلوق لا طاعة المخلوق عند معصية الخالق    ibareyi iyi okuyamadım. 
لا طاعة المخلوق عند معصية الخالق  Mahlûka itaat edilmez o itaatten Allah’a isyan çıkarsa.

Allah’ın emrine uymadı mı annen de olsa baban da olsa yok dersin. Uymadı bu. Uymadı der, bırakırsın. O ayrı. Fakat Halık’a isyan çıkmıyor, Halık’a isyan çıkmıyor. Fakat sen yeni yetişmişsin, baban biraz daha eski devri idrak etmiş. Ben bunlara hep tesadüf ettim de onun için söylüyorum. Ve yahut annen… Cibaba bir cemiyete gideceksin. Beni de götür, diyor. “Otur sen!” Yandın, seksen senelik ibadetin hepsi geçti gitti. Gönlünden geçse de gitti. Yaaa, aslan gerek dedik ya, onun içün okudum size ilk önce. Şimdi tahlilini yapıyorum. Anlatabildim mi? Onu siz belki şöyle böyle bir dinlediniz, ben şimdi bu şeyin tahlilini yapıyorum.

Bezm-i uşşâka duhûle aşk ile suzân gerek.
Gam beyâbanında gamsız gezmeye aslan gerek

Biçimi onuruna dokunuyor, konuşması onuruna dokunuyor, şekli onuruna dokunuyor! Anlatabiliyor muyum acaba? Onlar dokunuyor! Mahall-i tekvindir, orada büyüttü seni Allah. Ne onuruna dokunuyor!? Bir vakit babanın zahr[49]ındaydın. Her şeyden aciz, ondan sonra annenin rahminde, ondan sonra çık, beğenme! Ne hakkın var? Annenin babanın hatırı, iki paralık frengin taklidinden de mi aşağı? Ey Türk çocuğu, ondan da mı aşağı!? Bunların hepsinin filmini Kudret çekiyor. Böyle hazır.

[50]   اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ  Hepsi hazır. Buyurun, diyor. Aç sayfanın numarasını. Numarayı kendin ver, der Hudâ. Zaten hesabı, O kendine yaptırttıracak. Herkes kendisi yapacak, kendi hesabını. 

Sonra neticede. İşte bir aciz tahakkuk eder, nihayet boyunun aldığı kadar bir çukura. Bir tahtanın üzerinde, eğer inanmışsan, kabul ederlerse… Orası zaten insana en büyük ibrettir. O ellerinin ikisini yan yana getirirler, o yeleğin burasına takılan el böyle yana gelmiş. Ee buraya takılmıştı bu, böyle böyle duruyordu bu öyle. Ceket böyle geniş yapılmış, şöyle atılmış, buraya takılmış, böyle konuşuyordun. Kâinatı küçük görerekten. Niye buraya takıp tutmuyorsun daima öyle. O dimdik sert bakan kafa. Ondan sonra tekrar bu tarafa. Ya, o hayatta iken öyle olsa da Kudret onu idare etse, bambaşka bir şey olur değil mi? O kâfidir insana. O hali temâşa kâfi. En büyük bir ibret. 

Zalim karşına gelirse, nispet ver. Bizim mânâmız o kadar zalimlik üzerinde durmuştur ki! Çok durur. Hep bunun üzerinde durur. Fakat biz asırlarca bunun üzerinde durmadık, zavallı olduk. Çok durmuştur. 

Biraz evveli iyilik dedim ya. Hayır yapmak, tasadduk. Biz tasadduk deyince ne anlıyoruz biliyor musunuz? Birisi geldi bir kuruş ver çıkar ver. Onlar, onlar, değil tasadduk. O elbisem kirlenmesin, fazla beni meşgul etmesin, kapının zili bozulmasın diyerekten verilen bir şey. Hani gelir de birisiyle konuşurken konuşmana mani olmasın Alsın gitsin,  o tasadduk değil, onlar yazılmaz. Taaffüf[51] kelimesiyle onu kitap zikreder.  Öyle insanlar vardır diyor ki Hudâ, cemiyet onu zengin zanneder, eshâb-ı yesâr[52]dan zanneder. Hiçbir şeye ihtiyacı bildirmemiştir. 

Söylemez ehl-i dil derdini Hazreti Allah’a bile.

“Onu bulacaksın. Hah onun eline düşen şey, Benim elime düşmeden ona düşmez. O Benim elime düştü de, ondan sonra onun eline düştü.” diyor. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Yaa! 

Bir yere getirecektim mevzûu, hatırlatır mısınız? Nirengi noktası o. Zalime nispet. Ne muazzam bir mânâmız var, dedim. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi, bu iyilik mevzûunu, hayır mevzûunu ve bunun karşısında büyük mükâfatı bahsederken dostlarının bir kısmı garipdi ve fakirdi. E mükâfat-ı İlâhi bahsediliyor, kendilerinde hiçbir şey yok.

Geldiler dediler ki: “Biz bu ecirden, Kudret’in bu büyük ihsanından mahrum mu kalacağız? Bizim yok bir şeyimiz.” dediler.
Siz de tasadduk edebilirsiniz.” dedi.
Bizim bir şeyimiz yok.”
Gidin zalime nispet verin. Ona karşı kibirli olun. El-kibrü ale'l-mütekebbiri sadakatün.”  

İnsanlığa düşman olan kimselere karşı, mevcûdâta hakaretle bakan, semayı deler gibi yaşayan insanlara karşı kıymet vermezseniz en büyük sadakadır. O çünkü size karşı vazî’ini[53]  yapacak, sizde kıymet vermediniz ya onun burnu kendi kendine kırılacak. Anlatabiliyor muyum acaba? Burun kendi kendine kırılacak.

El-kibrü ale'l-mütekebbiri sadakatün. Maalesef bizler bunu yapamayız. Onun içün her vakit söylerim ya zalimi yetiştiren mazlumdur. O yetiştirir. Ve onun içinde Kudret onu ziyadesiyle inletir. Zalimi yetiştirdin sen, der. Zulüm bahsinde, zalim bahsinde bizim mânâmız çok üzerinde durmuştur, çok. Hatta bunu size daha bir açık, daha bir iyi anlaşılması için mânâdan bir misal vereyim yine. Bakın şimdi ne kadar insanı düşünceye sahip, zevk eder.

لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْ[54]

Yine Allah’ın resmen kendi lisanı, kendi fermanı.

 لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ  Hiçbir camia, hiçbir kavim, hiçbir insan bulunmaz ki, hem bana iman etse –mazhar-ı aşk beyan edilir-

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ  Ebediyete, ikinci bir hayatta bana geleceğine inansın. Sonra da Benim sevdiğime düşman olsun. Yanlış söyledim. “Hiçbir kavim, hiçbir kimse bulunmaz ki nasıl olur, diyor. Yok, kabul etmiyorum. Böyle bir şey olmaz, yoktur. Bana inansın, Bana geleceğine inansın, sonra Benim sevdiğime düşman olana, dost olsun.” Anlatabildim mi acaba? Öyle iman Ben kabul etmem, diyor Allah.

 وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ   İsterse babası olsun. Ver şimdi nerde o yazı? Bunun tefsiri bu. 

Bezm-i uşşâka duhûle aşk ile suzân gerek.

Gam beyâbanında gamsız gezmeye aslan gerek  İnsan aslanı.

 اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ  Babası olsun, isterse çocukları olsun. اَوْ اِخْوَانَهُمْ İsterse kardeşi olsun. İsterse kanından olsun, kavmiyetinden olsun. Ben böyle iman kabul etmem, böyle bir şey bulunmaz, yoktur. Demek ki, insanda nesep Allah’a gidiyor.

 [55] فَاِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ   “Ben bir kumanda vereceğim nesepler mülgâ[56]. Kimin nesebi Bana bağlanırsa ona vereceğim hakkı, diyor. Anlatabildim mi acaba? Benim öyle bir günüm var, Ben öyle bir günde bir kumanda vereceğim. ‘Bana filanca derlerdi, benim soyadım buydu!’ öteki filan yok, hepsi mülgâ, diyor. Silinsin! Bana gelenleri ayırın bakalım, diyor. Bana gelenleri, nesebi Bana dayananı. Hakperest miydi, nefis-perest miydi? Hakperest olanların nesebi Bana gelir. Benden gayrısına tapanların ki zaten silinecek, gidecek, haydi!”

Şöyle bir hulâsa yapayım, konuşmayı keseyim. Bugünkü konuşmanın hulâsası. Bir netice almak lazım değil mi ya? Bu kadar konuştuk. Dinledik de. Evvela kendi kendimizi aldatmayalım. Sahte benliği atalım. Dedemizin satvet[57]ini meydana getirmeklik içün düştüğümüz zamanlar var, kalktığımız zamanlar var, durduğumuz zamanlar var, teâli ettiğimiz anlar var. Uzun boylu fikir edinmeye lüzum yok. Açalım sayfa sayfa, an ve an takip edelim. Bir defa mânâ cihetinden gerilemişiz.

Mânâda gerileyince merhamet, hürmet, muhabbet kalkar. İlk önce evlerde geçinme kalkar. O geçinme kalktıktan sonra zaten insanın teâli terakki içün düşüncesi olmaz. Anlatabiliyor muyum acaba?

Yok geçinme, ne teâli ne terakki edecek. Çocuk isyan etmiş sözü dinlemiyor. Sen haddizatında sahte benliğine mağrur olmuşsun, gelmişsin evini inletiyorsun. Kasvet başladı mı evin içerisinde teâli terakki yok. O imkân yok. Musluk Allah’da, akıtmaz. Evlerden.

Niyet edin, hiç olmazsa üç kişi; kafanız, fikriniz, kalbiniz bir olaraktan iyilik sahasında çalışmaklık için söz verin. Ama böyle âdet halinde değil, yanarak. Nesebin ne olacak biliyor musun? Ekmek parasına muhtaçsın, acıkmışsın, her sahada hiçbir şeyin kalmamış. Diyorlar ki, filan yerde, git saat birde yetişirsen sana oraya lazım gelecek para veya ihtiyaç iş var. Nasıl saatinden evvel koşarsan, bu iş için de öyle hazırlanıp koşmak lazım. Yapalım bakalım. Görüşmeli bakalım. Fena olmaz bakalım. Hiçbir şey olmaz. Yerinde durur böyle. Birbirimizi tanıyalım bir defa.

Bizim en büyük kabahatimiz; birbirimizi tanımıyoruz. Tanıdıktan sonra sevelim. Sevgi insanın her şeysini yener. Sevmedikçe olmaz. Anlatabiliyor muyum? Sevgi, sevgi yok mu ya? Aşk. Orada bütün vücûd-u mecâzi, bütün kötülükler, bütün şunlar bunlar, hepsi erir gider. Sevecek ki olsun. 

Onun içün Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle diyor: “İman etmedikçe dârü's-selama giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de sakın iman etmiş zannetmeyiniz.” diyor.

Sen namaz kılmanla oruç tutmanla şunu yapmanla iman ettim zannedersen, aldanırsın.

Emir açık. “İman etmedikçe dârü’s-selama giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de katiyen iman etmiş sayılmazsınız.” Var mı sevdiğin hakikaten yahut seni seven var mı böyle ivazsız garazsız, masana tapmadan, kasana tapmadan, güzelliğine bakmadan, senden bir şey ummadan, Allah namına sevmiş bir âdemin var mı? Yok. O hâlde henüz daha iman yok. Zor değil mi?

Gam bayâbanında gezmeye aslan gerek.

Bunlar gayet kolaydır. Aramadık ki! Bir karanlık hanın beş numaralı elektrikle aydınlanan koridorunda kara borsa diye aranan bir mal kadar, bir dost aradın mı hayatta? Vallahi aramadın! Dört tane kahve içeceğim diyerekten bir buçuk saat bir sıraya dizilip de o kahveyi alacağın durduğun kadar, bir insan hüviyeti hakkında bir durman var mı hayat-ı ömründe? Vallahi yok! Neyi verecek Allah sana!

Bugünki konuşma bu kadar yeter. 



[1] Meadin: Madenler.
[2] Müşâreket: Birbirine ortak olmak, ortaklık. Beraber olup bir iş yapmak. Gr: İkili tarafın da isteğini bildiren fiil. Karşılıklı anlaşma, birbirini anlama.
[3] Neşv ü nemâ:  Serpilme, gelişme, büyüme. 
[4] Fersude: (Frs) Solmuş, yıpranmış.
[5] Hüsn-ü an: Serpilme, gelişme, büyüme. 
[6] Nebatat: (Nebât. C.) Nebâtlar, bitkiler.
[7] İstiskal: Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek.
[8] Câh: (Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar.
[9] Nikmet: Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
[10] Va’z: Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma.
[11] Muvazene: 1) Denge, denklik, uygunluk.  2) Ölçmek. Denk olup olmadığını bilmek için tartmak, ölçmek. 3)Düşünmek.
[12] Fer'î (Fer'iyye): Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik.
[13] Saky etmek: Su vermek, su dağıtmak, susuzluk gidermek, sulamak.
[14] İlkâ: Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak.
[15] Nisa Suresi 114’ncü Ayet-i kerime لَا خَيْرَ ف۪ي كَث۪يرٍ مِنْ نَجْوٰيهُمْ اِلَّا مَنْ اَمَرَ بِصَدَقَةٍ اَوْ مَعْرُوفٍ اَوْ اِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِۜ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِ فَسَوْفَ نُؤْت۪يهِ اَجْرًا عَظ۪يمًا
Meali: Onların gizli görüşmelerinin çoğunda hayır yoktur; sadakayı, iyiliği veya halkın arasını düzeltmeyi savunmaları başka. Kim ALLAH'ın rızasını arayarak bunları yaparsa ona büyük bir ödül vereceğiz.

[16] Münâcat: Allah'a yalvarmak. Duâ. Allah'tan necat için dua.
[17] Teneddüm:  (Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme.
[18] Temenniyat-ı zelilane: Ezik, alçalmış, hor hakir, zillet içinde bir yalvarış
[19] Teşebbüsat-ı Merdane: Erkekçesine, merdcesine. Er'e yakışır surette bir işe girişmek. 
[20] Dehşet: Hakk’ın heybet, azamet ve celâl tecellileriyle ansızın karşılaşan sâlikin şaşırıp kalma halini ifade eden tasavvuf terimi.
[21] Necz: Bitip tükenmek. İhtiyaç bitirmek. Vâdeyi yerine getirmek.
[22] Mezâhir: Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar.
[23] Şemâil: (Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar.
[24] Rü’yet: Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek.
Nur’u Rüyet: Görme nuru
[25] İçtima: Toplanma, bir araya gelme.
[26] İstihâle: Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak.
[27] İttikâ: Dayanmak. Yaslanmak.
[28]Süreyya: Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta "Ikd-ı Süreyya" tabir edilir.
[29] Teâli: Yücelme, Yükselme.
[30] Terakki: İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. Bilgi ve uygarlıkça yükseliş
[31] Havas: 1) Duyular, hisler 2) Seçkinler, şerefliler.
[32] Ehâdiyet: Allah'ın bütün esması ile her bir varlıkta isimlerinin yansıması. Allahın isimlerinin ve birliğinin, herbir şeyde, o şeyi de benzersiz kılarak görünmesi.
[33] İstida/İstîdâ: Dilekçe.
[34] Yakaza: (Yakza) Uyanıklık, dikkatli olma, uyku ile uyanıklık arasındaki hal.
[35] Bakara Suresi 255. Ayet-i Kerime: اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ اَلْحَيُّ الْقَيُّومُۚ لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۜ مَنْ ذَا الَّذ۪ي يَشْفَعُ عِنْدَهُٓ اِلَّا بِاِذْنِه۪ۜ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْد۪يهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْۚ وَلَا يُح۪يطُونَ بِشَيْءٍ مِنْ عِلْمِه۪ٓ اِلَّا بِمَا شَٓاءَۚ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَۚ وَلَا يَؤُ۫دُهُ حِفْظُهُمَاۚ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظ۪يمُ
Meali: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O daima diridir (hayydır), bütün varlığın idaresini yürüten (kayyum)dir. O'nu ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği kadarından başka ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir ağırlık vermez. O çok yücedir, çok büyüktür.
[36] Tekasür Suresi 1 ve 2. Ayet-i Kerimeler.  اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُحَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ[36]
Meali: Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı.
[37] İstihzâ: Alay etmek,  söz ve davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla alaya alıp küçük düşürmek.
[38] Refik-i A’lâ: En iyi, en yüksek refik, arkadaş, yoldaş, yardımcı. Cenab-ı Hak (C.C.)
[39] Uruc: Yukarı çıkmak. Yükselmek.
[40] Fersûde: Eskimiş, yıpranmış. Eski, yırtık.
[41] Beyâban: Çöl. Sahra.
[42] Yasin suresi 77. Ayet-i Kerime. اَوَلَمْ يَرَ الْاِنْسَانُ اَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَ خَص۪يمٌ مُب۪ينٌ
Meali: İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?
[43] Temyiz: Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak.
[44] Fehim: (Fehm)  Anlayış; iyiyi kötüden ayıran anlama kuvveti.
[45] Tesviye:  Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme. Dengeleme.
[46] Tekrim: Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak.
[47] Muhâsım: Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan.
Muhâsım-ı Aşikâr: Apaçık düşman.
[48] Matte: Vesile, sebep
[49] Zahr: Arka, sırt.
[50] İsra Suresi 14. Ayet-i Kerime اِقْرَأْ كِتَابَكَۜ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَس۪يبًاۜ
Meali: "Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz.
[51] Taaffüf: İffetli olmaktan zevk almak. Ar-hayâsı-mahcubiyeti, her sıkıntının fevkinde olma isteği
[52] Yesâr: Zenginlik, varlık
[53] Vazî'(Vazîa): Alçak, bayağı, âdi, denî
[54] Mücadele Suresi 22. Ayet-i Kerime       لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ يُوَٓادُّونَ مَنْ حَٓادَّ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُٓوا اٰبَٓاءَهُمْ اَوْ اَبْنَٓاءَهُمْ اَوْ اِخْوَانَهُمْ اَوْ عَش۪يرَتَهُمْۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَتَبَ ف۪ي قُلُوبِهِمُ الْا۪يمَانَ وَاَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُۜ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِد۪ينَ ف۪يهَاۜ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُۜ اُو۬لٰٓئِكَ حِزْبُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Meali: Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.
[55] Mü’minûn Suresi 101. Ayet-i Kerime  فَاِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَٓا اَنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَٓاءَلُونَ
Meali: Sûr'a üflendiği zaman aralarında artık ne soysop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır.
[56] Mülgâ: İlga edilmiş. Kaldırılmış. Metruk ve lağvedilmiş şey. Terkedilmiş.
[57] Satvet: Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek

0 yorum:

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017