Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

80. Kaset

080 (273 a-b) 94 dk (23.01.1960)

Mevzû, esas itibariyle ikiye ayrılmıştı. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye[1] edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın annesi akıl, aşktan doğan ahlakında mastarı kalp, membaı kalp olduğunu söylemiştik.

Gerek akıl, kalp, vazife, aşk… Tabi buradaki aşk da biliyorsunuz romanda okunan aşk mânâsına değil. Neyse tekrar tarif ederiz. Bunların hepsi mânâ-i insaniye ait birer vasıf olması hasebiyle, mevzû daha ziyade insan mefhûmu ile alakadar. 

İnsan nedir? Hemen hemen her konuşmamda tekrar ediyorum. Zahirde elli altmış kiloluk kan ve kemik torbasından ibaret gibi gözüken, nihayet iki metre uzunluğunda bir çukuru, kaplayabilecek gibi gözüken insan; mânâ-i ihtivası, vicdanı bütün kâinatı muhit. Ve elfâz[2] ile harf ile seda ile pek kolay kolay tarif edilemeyen bir şey insan. Kendinden çok kavîyi Kudret onun eline müsahhar[3] kılmış. Düşünür; düşündü mü bilir, bildi mi konuşur. Neyi düşünür?

Düşünme nedir? İç âlemine girdikten sonra o içerisindeki sesiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı nedir. Rengi nedir onun? Bedeni nedir? Biraz daha içeriye girdikten sonra gelmede gitmede ihtiyâr yok. Beşer bunları düşünmediğinden dolayı, zavallı hâle gelmiştir.

Böyle kendisiyle, iç âlemiyle baş başa kaldığı vakit: “Yahu gam, değer mi? Şurada ufak bir menfaat içün bir zalime uşak oluyorum. Değer mi? Adi bir arzum içün bir ev sönecek. Zavallı beş on insan ağlayacak. Ağlatacağım. Hâlbuki bana daima içimden hazır ol, diye bir kumanda veriyorlar ki, ölmeyen kumandan veriyor bu kumandayı. Hadi diyor, istikamet karşı ki çukura. Süratle de oraya koşuyorum.  Pek az bir zaman.”

Dedemiz bunları çok iyi anlamış da aşktan doğan ahlaka sahip olmuştur. Onların hepsi eshâb-ı kalp. Evvela kalbi tasfiye[4] etmişler, süslemişler, ondan sonra kafaya dönmüşler. İnsan yalnız kafada kalırsa, canavarları utandırtacak kadar işler yapar. Evvela kalbe sahip olmuşlar, ondan sonra kafaya geçmişler. Acaba anlatabiliyor muyum? İlk söylediğim sözdür, dikkat et. Evvela kalbe sahip olmuşlar. Niçün ondan?

Kitap öyle der de onun içün. Mesela Cenab-ı Hakk anlatır anlatır, ondan sonra:

 [5]  لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ Bu söylediklerim kalbi olanlara aittir, der.

Demek ki kalpte mühim iş var.  Tabi buradaki kalbi de anlıyorsunuz değil mi ya? Kaç tane kalbimiz var? Bir hayvanî kalbimiz var. Şu sadır denilen sol tarafta mahrûti yüz şekil, işte odalı filan kan şöyle oluyor. O vücûd-u hayvanimizin kalıbı.  Bir de o kalbe taaalluk eden... Yalnlış söyledim. Vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de o kalbe taalluk eden bir insanî kalbimiz var.  Acayip. Kaç kişilik, kaç vücûd var bizde? Üüüü, bizde çok. Ve inkâr da edemezsin. Şu anda hem konuşursun hem dinlersin. Konuşan vücûdun ayrıdır, dinleyen vücûdun gene ayrıdır. Bir yandan bir işi yaparken, “yap” dersin, öbür tarafta “alçaklık etme yapma” der. “Yapma” diyen vücûdun başkadır “yap” diyen vücûdun gene başkadır. İkisi kavga eder, hangisi galip gelirse hüküm onundur. Anlatamadık mı acaba? İnsan, zor!

Evvela kalbe sahip olmuş, ondan sonra kafaya. Kalbe sahip olmadan, kalpte bir şeyin muhabbetinin karargâhını kurmadan, yalnız kafayla hallederim dersen; o taştan o taşa, o taştan o taşa, nihayet çukura. Hiçbir şey yok orta yerde. Gelmez. Zekâna güvenirsin, fetânetine[6] güvenirsin, yaparım yaratırım filan dersin. Daima önüne hadiseler çıkar, trakkk kafayı vurur. Tekrar oradan, gene oradan, oradan… Ahh kâm[7] alacağım filan derken,  gel derler. Her şey orta yerde kalır; avare, biçare, yüzü kara, geçer göçer gider.

Hâlbuki burası pazardır, burada alış veriş yapılacak. Burada hakiki müşteri Allah’tır. Bütün kötülüklerini bana sat, diyor Allah. Ne tatlı müşteri. Kendisi öyle diyor. Kimseye verme, diyor. Ne kadar kötülüğün varsa gel bana sat, sana kendimi vereyim diyor. Fermanı da bu: 

 [8]    إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ  

Ben tenezzülât-ı sübhânimle tenezzül ettim sana. Hak ve hakikate gitmene engel olan ne kadar çirkinliğin varsa gel bunları Bana sat kurtul, diyor. Ahlak, o alış verişi kolaylaştıran müessesenin adına denir. Anlatabildim mi acaba? Ahlak, Hudâ ile o alışverişin kolaylaşma şeklini gösteren müesseseye denir. Nasıl satacaksın? Nasıl işin içinden çıkacaksın? Onları gösterir.

Dedemiz öyleydi. Aşktan doğan ahlakın salikleriydi. Dedik ya, bir vazifeden doğan var, bir de aşktan. Ha ötekini beğenmemezlik mânâsına değil, şimdi hepsi baş üzerinde yeri var. Fakat bizim dedemizin kabul ettiği ahlak daha üstün. Çünkü orada evvela can sonra canan var. Ters söyledim. Evvela canan sonra can var. Anlatabildim mi acaba? Aman tashih[9] edin yanlış konuştum.

Aşktan doğan ahlakta, evvela canan sonra can. Zor yeri de bu. Bire on dövüşür. Kısmet-i ezeliyesinden razı ve hoşnut. Kaşlarını hiçbir vakit çatmaz. Hiçbir vakit menfaati, fazilete tercih etmez. Daima fazilet hâkim. Faziletin tahtında menfaat varsa kabul eder. Faziletsiz menfaati ayağının altında ezer. Ve o sayede, bugün medeniyetini taklit ettiğimiz garp âlemini altı asır kendi medeniyeti tahtında adaletle yaşatmıştır. Öyle kendini de küçük bir adamın çocuğu zannetme. Anlatabildim mi acaba? Altı asır, altı gün değil, altı sene değil. Medeniyetini, taklit edilen sahayı; ilmen, ahlaken, fazileten, manen, böyle tutmuştur.

Evet, gelelim mevzûun an yerine. Bu söylediğim kısımları yayın, insanlık âlemine. Ekseriyet farkında değil. Sabah oluyor akşam oluyor, sabah oluyor akşam oluyor, orta yerde bir şey yok. Gönlün gıdası yok. Boş gönül. İnsanlar saman çöpü gibi. Nehir üzerinde akan saman çöpü gibi. Böyle bir yığın var. Fakat içi boş ve birbirine sarılmıyor.  Saman çöpünü birbirine sardırabilir misin?  O biçim akıyor.

Zahiri bilgisi çok üstünleşti. Semada geziyor, yerin dibinde geziyor, denizleri tasarruf ediyor. Fakat çî-faide ki, şurada oturan varlığına bir huzur veremiyor. Dert bu. Yanlış, yanlış şeyler var, düşünceler var. “Efendim işte geniş bir servet olsa, üüüü neler olmaz?” Muazzam bir servet! Servet bizâtihi nimet değildir ki. Madde bizâtihi nimet değildir. Gene Allah  “Git, filan yerde nimet ol” derse olur. Yoksa bazen bakarsın ki nikmet[10] olur. Yaa!

Hele bazı kimseye hiç yaramaz. Alnının teriyle bir parça kazanıp yerken halimdi, rahimdi, şefikti, nispeten hayra daha ziyade koşuyordu. Bakarsın ki kapkalın olur, o vakit merhameti de kalkar. Öylesi de vardır. Şimdi orada o servet, ona nimet mi olmuştur? Karısını beğenmez boşar, kocasını beğenmez atar. Yaa! Keşke züğürt kalaydı da çocuğu dipdiri yetim olmayaydı. Çocuğu, üç tane beş tane! İnan ne güzel geçiniyordu, züğürttü o vakit kardeşim. Yoktu bir şeysi. O birdenbire sonra bir saha buldu, saha bulunca bu sefer şekli değişti.

 [11] وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْ  

Allah ne demişse öyle olur. Öyle diyor, O. Onun içün ne derlerdi vaktiyle? Allah hayırlısını versin, derlerdi. Şimdi öyle değil de “Efendim, şöyle bir para olsa...” Eee güzel, yani yanlış anlayamayın, servetin aleyhinde bulunuyor zannetmeyin. Ahlak, daima zengini, iyi kullanabilen şekilde metheder. Hiç olmazsa insanlığa bar[12]ı olmaz.  Fakat ya bir de hilkaten ahlak müessesesine girmemiş, hilkaten de şaki ise yakar adamı, yakar! Onun içün öyle derler.

Belki bin defa söyledim ya, Molla Camî’nin sözüdür. Büyük adam. Bizde ne adamlar yetişmiş. Her vakit aynı kıymeti tutar. Bin defa söyledim.

Hâcegan der zaman i ma’zuli heme Şiblî yü Bâ-yezid şevend
Bâs çün ber ser âmel arend heme ya Şimrî ya Yezid şevend. [13]

Masa sahibi, kasa sahibi, onların ekserisi der, düştüğü vakit, konuşurlarken zannedersin ki ya Şiblî merhum gibi evliyaullahtan bir adam,  Allah’ın nedimi,  sevgilisi. Veyahut muazzam ehlullahtan bir insan zannedersin.

Bâs çün ber ser amel arend Fırsat geçer de yine eski hâli eline alacak olursa:

heme ya Şimrî ya Yezid şevend, Ya İmam Hüseyin’in başını kesen Şimr veya ona emir veren Yezid olur, der. Onun içün bir adamla görüştüğün vakitte, tam kıymetini verebilmek içün bir hüküm vermek istersen, dikkat et. Her şeysi muntazamken, Hazreti İnsan mı, değil mi? Bir şey anlatamıyorum galiba?

O nasıl olur? Hakkıyla nimeti yerli yerinde kullanır, şakir[14] olur. Malum ya, Allah daima verdiğinin şükrünü insandan bekler. Ama bizim bildiğimiz gibi de değil. Mesela bir nimete kavuşuruz da, “Ohh elhamdülillah çok şükür, bu oldu.”  Yoook, öyle istemez. Öyle değil, tatbikatlıdır.

Mesela, Kudret sana büyük bir masa verdi.  Muazzam, salâhiyetli bir şahıs oldun. Bu masanın şükrü adalettir. Anlatabildim mi acaba? İşlerinde adalete başladın mı? Yoksa birisi yanına geldi de “Ne istiyor o?” diyerekten, git gel yapmışsın, eziyet etmişsin. Ondan sonra da, beri tarafta ibadet yapmışsın, taat yapmışsın. İstediğin insanlarla böyle yumuşak yumuşak konuşmuşsun. Kıymeti yok. Her zerrede Hakk’ın vücûdu var. “Bana Kudret bu masayı kendi namına vermiştir, ben O'na naib[15] olmuşum, ona hizmet ediyorum.” zevkiyle, adaletle tecelli ettin mi, O nimetin şükrünü yaptın.

Geniş bir servet vermiş, şükrü infaktır. Düşmüş arıyor musun? Düşmüş. Büyük Kitab tarif eder. “Öyle insanlar vardır ki, der. Bana dahi derdini söylemekten sıkılır.” O taaffüf[16] kelimesiyle geçer o. Öyle insanlar vardır ki, diyor Allah. Benim öyle kullarım vardır ki, sıyrık değil. İnsanı iz’aç[17] eden kısmından değil. Bir de o sınıfı vardır der. Öyle değil. Bana dahi derdini söylemekten utanır. Erbâbı onu renginden anlar. Cemiyet onu gayet müsait vaziyette zanneder fakat o kıvrım kıvrım kıvranır. Servet verdiğim adam, onu arasın bulsun, der. O vakit onun şükrünü yapmış olur, der. Anlatamıyorum galiba. Servetin şükrü o.

Hüsn-ü an[18] vermiş güzel. Güzelliğin şükrü nedir? İffettir. Artık bunu her sahada insan kullanabilir. Pazuna muazzam bir kuvvet vermiş, onun şükrünü ister Hudâ. Senin değil çünkü. Hiçbirimizin bir şeysi yok. Hiç kimsenin bir şeysi yok. Hiçbirimizin bir şeysi yok. Herkes O’na mı çalışır? Hepimiz O'na çalışıyoruz. İnanan da inanmayan da, zalimde mazlumda, hâkimde mahkûmda, said de şaki de, herkes O'na çalışır. Çalıştırır çalıştır ondan sonra: “Hadi çukura, yallah!” der, gider. Hepimiz tav’an[19] kerhen[20] herkes O'na çalışır.

[21]  وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ  diyor. Mirasçı Benim, diyor. Bana kalacak. Öyle değil mi? Onu her günde biz görüyoruz. Mülkte benim, der. Siz der,  Bana çalışacaksınız. Herkes çalışıyor. Bakar istîdâda, o istîdâtta hidayete layık kabiliyet gördü mü, derhal o sayfayı çevirir, beşer o hâlde tecelli eder. Bakar istîdâda canavarlaşmışsa ona layık olan sayfayı çevirir. O şekilde yoğrulur gider.

Onun içün daima umumun ıslahı şarttır, cemiyette huzur olmak içün. Sen yalnız kendini ıslah etmişsin, fayda yok. Bazı sözler vardır, batıldır o. Mesela darb-ı meseldir[22] bizde. “Efendim her koyun kendi bacağından asılır!” Güzel ama kokunca! Her koyun kendi bacağından asıldı.  Ya kokunca ne yapacaksın? Öyle değil! Umumi o, umumi. Öyle derler. “Canım sen ona ne karışırsın? Her koyun kendi bacağından asılır!” Doğru amma kokunca ne yapacaksın? Kurtlandı, koktu.

Kötülüğü seyredip de sesini çıkarmayanlar, kötülüğü yapandan daha ziyade ceza göreceklerdir. Yaa! Kötülüğü görüyor da sesini çıkarmıyor. Bunun misali şuna benzer: Bir adam girmiş bir gemiye, yolcularda oturuyor,  o inmiş aşağıya, tık, tık, tık, tık… “Dur bakalım ne yapacak!” diyorlar. Boyuna deliyor, adam. Sana mı kaldı, bana mı kaldı derken açılır açılmaz yüüüüp! Belki o onu delen yüzme biliyorsa kurtarır kendisini de, sen boğulur kalırsın. Sonra istisnalı da muamelesi yok Allah’ın, ne bileyim O’nun şeyi acayip. Hoş bir şeydir.

Cenâb-ı Musa, Allah ile serbest konuşan bir Nebi, serbest. Enbiya içerisinde, en celalli bir şahıs. Serbest konuşur. “Biri yapar, hepsine birden çektirirsin, Ya Rabbi!” demiş. Bunu Musa söyler, ben söyleyemem. O niye söyler? O belalara göğüs vermiştir. Firavunun ateşinde ağzı yanmıştır. Söyler o.

Şöyle bir misal vereyim de belki gönüllerde bir ukde olur. İnsanların da Hak yanında ayrı ayrı dereceleri vardır. Eve bir hizmetçi alırsınız, kapıdan çıkarken size der ki: “Baksanıza” Buyur, dersin. “Akşama bana şu çorabı, şunu şunu getir.” Düşünürsünüz kendi kendinize “Acaba, bir tuhaf mı oldu bu kadıncağız?” İkinci günü yine öyle yaptı mı, bu sefer “Bununla biz yapamayacağız” dersiniz. Mübâlâtsız[23] bir hâle geldi. Hareminiz olur, o da der ki: “Şu eksiklerimiz var. Bunları getir.” der. Vaziyetiniz müsaitse, tabi getirirsiniz. Değilse, özür dilersiniz. Ee özür dilemekte var mı? Evet var. Allah’ın emrinde var, bilmem insanlarınkinde. Tabi insanlarda. Hakiki insan o emrin haricinde değildir.

Öyle der. Velev bikelimetin tayyibetin, diyor. “Hiçbir şeyin yoktu, diyor. Bir tatlı dilinde mi yoktu a nâdân!” diyor. Anlatabildim mi acaba? Ben bunların hesabını, hepsini soracağım, der. İşte şöyleydi de böyleydi. Güzel, anladık, hiçbir şeyin yoktu. Fakat ne olurdu, diyor. Dil insana can verir, can alır. Hayatı adama söz verir. Hayatı insandan söz alır. Anlatamadık mı? Bir tatlı kelimen de yok muydu?

Eee o da kadın, o da kadın? Min haysu hiye hiye[24]   Hüviyet itibariyle, hücreleri itibariyle, sıkleti itibariyle, nasıl tarif edeyim, işte aynı şeydir. Birinde hemen yol veriyorsun da, birinde özür diliyorsun. Peki yaparız ederiz, diyorsun. Hah. Allah’ın yanındaki kullarda öyledir. Bazısı serbest serbest konuşur, bazısı ağzını açarken tepelenir. Anlatamadım mı acaba? Bazısı serbest, serbest, o başka. Mevkii ayrı.

Öyle dedi: “Biri yapar, hepsine birden çektirirsin.” diyor. Bunu derken mübarek bacağı, sahrada açıktaymış, bir karınca üşüntüsü olmuş. (O azgın karıncanın bir ısırması vardır ki hiçbir şeye benzemez. Bilmem başına geldi mi?) Kuvvetli şekilde, bir ısırmış, can havliyle Musa şöyle bir yaptığı vakitte, Hudâ diyor ki: “Dikkat et! Bir tanesi ısırdı, hepsini ezdin.” diyor. Bir tanesi ısırdı, hepsini birden ezdin. Demek ki; her koyun kendi bacağından asılır neticesi, doğru değil. Evet, her koyun kendi bacağından asılır ama kokar.

Küll[25] hâlinde yetişmek lazım. Umumi bir vaziyette saadete koşmak lazım. Bu da ne ile olur? Ancak muhabbetle olur. Birbirimizi sevmekle olur.  Hemen hemen bir senedir, mevzû bu bahisle gidiyor.  Bugünki insanlığın düşüşündeki şey, en büyük sebep, birbirimizi sevmiyoruz. Galiba da sevemeyeceğiz. Ne bileyim ben? Sevmez. O tarafa doğru insanlık yürümüyor. Yürümüyor. Değil birbirimizi, evlat babayı, baba evladı sevmiyor.

İnsanda en büyük sevgi evvela Allah’a işler. Ondan sonra annesine, babasına… Ondan evvel kendisine bir şey öğretene. Çünkü annesi babası maddesinden bir şey ortaya koymuştur, bu âleme getirmiştir. Bir şey öğreten, ruhuna bir şey vermiştir, Allah’a götürmüştür. Orada ayrılıyor iş. O bana bir ilim öğretiyor, bir şey öğretiyor saygısı kalkmıştır cemiyetten.

İmam-ı Ali, öyle der.     من علمني حرفا صرت له عبدا 

Değil bir şey öğretmek, bana bir harf öğreten kimseye, ben mecburum köle olmaya der.

  من علمني حرفا   Bana bir harf öğretirse bir kimse, ben ona köle olmaklık mecburiyetindeyim, der.  Mecburum köle olmaya, der. 

Sonra annesi babası gelir.

“Siz kendi zevkiniz içün evlenmişsiniz, beni getirmeyeydin!” diyor çocuk. Cevabı bu. “Yap hesabını yap!” diyor. Meme verdim, uykusuz kaldım, diyorsun. “Yap hesabını! Şu kadar ay içtim, şu kadar gram içsem, nihayet şu kadar kilo eder. Bugün en pahalısı yüz elli kuruştur,  nihayet alacağın iki yüz lira. Al, bir daha bahsetme!” diyor. Anlatamıyor muyum? “Al hesabını al, fazla konuşma!” 

Anne baba hakkı, yedirdiğinden içirdiğinden dolayı değil. Bana baktı, yedirdi içirdi, hayır, hayır! Onlar çook sonra gelen hak. Bir daha söyleyeyim, tekrar edeyim.

Annenin babanın hakkı, “İşte bana kuş sütüne kadar getirmişti, beni şu şekilde bakmıştı, şöyle etmişti.” Bu değil.

Allah diyor ki: “Ben seni ilm-i ilâhimde tuttum; anan da yoktu, baban da yoktu. Kader nakkaşı semavatın tezyinâtını[26] da vurmamıştı. Ben, sana vücûd verdim. İlmimde tuttum, âlem-i gaybe sevk ettim. Buruc-u[27] isnâ aşerde[28] gezdirdim.  Kevâkipte[29] turlar yaptırttım, semavatta seyirler yaptırttım. Anâsır[30] âlemine döktüm. Nihayet annenle babanı Benim ilmimde tuttuğum sahada seni meydana getirmeklük içün, sûn’-ı ilâhimin tezgâhı yaptım. Oraya ait olan vazife bana aitti. Anlatabiliyor muyum acaba? Orta yerde annen baban yoktu. Ben varım, diyor Ben. Bana aitti, sen ne konuşuyorsun, ya? Yapacağın hizmet Bana aitti.” 

Onun içün öf demeyi yasak etmiştir.  Değil şu bu filan, hâl ile dahi çirkin vaziyet göstermeyin, der. Hani olur ya insan mesela kendisi biraz tekâmül eder, beş on şey bilir filan, öbürkü daha basit vaziyette kalır. Sözü senin bilgine uymaz. “Canım sen şimdi şurada dur!” dedin mi, Kudret tarafından muazzam bir tokat yer. Vardır bizde ekseriyetle; eh, sen beş on sayfa bir şey okudun, dünyayı daha iyi anlamaya başladın, onun konuşması, onun anlatmasına karşı sen güldün mü  “Bana gülüyorsun!” diyor. Yok ara yerde o. Hizmet Hakk’adır. Hizmet Hakk’a.

 [31] فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ   İçinden aaa! Hani o üff duymaz insan, değil mi ya? Canın sıkılır da şöyle kendi kendine bir “üfff” dersin. “Söyleme bunu!” diyor. Müsaade yok. Söyleme. Yalnız, Hak ve hakikate düşmansa zaten annen baban değildir. Anlatabildim mi acaba? Orada ayrılır. [32]

لا طاعة المخلوق عند معصية الخالق

Mahlûka itaat edilmez, o itaatin altında Allah’a isyan çıkıyorsa. Türkçesi bu. Ondan mâadâ tav’an[33] boyun keseceksin. Öyle bir şey ki; anne baba ki sana vermiş olduğu emirler, arzular, tamamıyla Hakk’a isyan. “Yoook der, işin şekli değişti.” İşin şekli değişti.

Mesela ekseriyetle var, her yerde her sahada var ya. Almışsın bir yetim insanı, bir garip insanı... Garip olmayanına zaten dişi geçmez. Sokmaz bile içeriye. Dişi geçmez ona. Kimsesiz, vaziyeti müsait değil. İşin şeklini beceremiyor. “Hoşuma gitmedi bu, senin aldığın karı, der. Bunu boşa!” Eee ne yapalım, annemin sözüdür, ben buna riayet edeceğim, dediğin gün, yuvarlanırsın. Niye?

Yehtezü'l arş mine't talak[34] diyor Allah. Haksız yere boşanmada ben tir tir titrerim, diyor. Allah’ı titretmek kolay bir şey değil ki. Annenin hatırı içün, o kadar değil! “Anne nedir, sebep göster bakalım. Bizim terazi var teraziye koyalım. Bunu istemiyorum ben...” Anlatıyoruz değil mi? Anlatabiliyoruz.

Öyle bir emir veriyor ki, o emir Cenâb-ı Ahmediyet’i gücendiriyor. Vardır öyle şey. Geçmez. “Bu kapı kapalı” dersin.  Olmaz. Hoş bunları, zaten bazı insanlar gelip soruyor: Ne yapalım, falan?

Bunları sormaya lüzum yok ki! Senin içinde bir müftü oturur, bir hâkim vardır, o söyler. Burada alçaklık vardır, der. Adi şeyler sorulmaz. İnsan;

اﺳﺗﻔت ﻗﻟﺑك وﻟو أﻓﺗﺎك اﻟﻣﻔﺗون    İstefti kalbek velev eftake'l-müftun[35] dedi.

Hiçbir mânâda yoktur bu kadar geniş. Herhangi bir şey hakkında sormuş olduğun yerden nefsine uygun hüküm de çıkmış olsa o sorduğu sualin bir nüshasını, bir aynını da içinde oturan hâkimden al, der. Anlatabildim mi acaba? İşine geldi, hariçte sorduğun adamların verdiği cevap, fakat içindeki dedi ki: “İyi anlatamadın, bu öyle değil. Senin hoşuna gidiyor da sen bunu yapmak istiyorsun. Sen bu işte alçaksın!” dedi mi onun dediği doğrudur, dışardan aldığın bütün hükümlerin hepsi yanlıştır. Yaaa, ne kadar sıkı usule sokmuştur.

Fakat bunların zevkini anlayabilmek içün insan, kuvve-i zâikasının[36] bozuk olmaması şarttır. Yanlış söylerler. Deminki şeyi dediğim gibi: “Her koyun kendi bacağından asılır.” O yanlış olduğu gibi ekseriyetin ağzındadır, yaa! Hakikat acıdır, derler. Hakikat acı değildir. Hakikat çok tatlıdır. Ruhî zâikamız bozuk olduğundan dolayı acı gelir. Hiç hakikat acı olur mu? Hem hakikat olsun da, hem acı olsun.

Mesela bir insanın, hasta olan kimsenin, kuvve-i zâikası bozuktur. Hasta çünkü. En güzel bir yemeği pişirin, dumanı geliyor, kokusu geliyor.  Kapıyı kapayın, der.  Kusacağım, der. Neden öyle diyor? Öbür tarafta da bekliyor “Aman ne vakit pişecek de, yiyeceğim.” diyerekten. O hasta. İnsanın da ruhî hastalığa müptela olur da zâika-ı istîdâdı bozuk olursa, iyi hisler ona doğru gelmez. Ondan dolayı “Hakikat acıdır!” der. Yoksa hakikat acı değildir.  Sana herhangi bir hakikat acı geliyor mu? Bil ki, bir maraz-ı maneviye müptelasın, tedavi ettir.Yaa!

(Çok sıcak var, bir yer açın, boğulacağım burada. İki taraftan açmayın, bir taraftan)

Hastalık ilerlemeden derhal tedavisine bak. Onun eczanesi var, sertabibi var, asistanları var, mütehassısları var. Bizde yok, hiç yok. Bade hava. Yalnız hazır ol, kabule müstaid[37] bir can tedarik et. Eczane bedava. İlaç daima hazırdır. Sertabibi var. Mütehassısları var.  Sonra hiçbir vakit de yanlış teşhis de yok orada. Hiçbir vakit eczacı iki gramı yirmi gram görmez. Hep öyle muntazam. Üç günlük hayatında o hastalığını tedavi ettir.

Öyle diyorduk, insanın bugün bilgisi çok yükseldi. Çi faide ki huzuru azaldı. Huzur yok. Her konuşma tekrar ediyorum değil mi? Cemiyetin en büyük yarası. Hani mevzii konuşmuyoruz. Yani şu kadar bir saha değil, bütün dünya. Bütün dünya! Çünkü neden? Hepsi Hakk’ın elindedir, O görür.

[38] وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ

Bana sarılmadıkça, Ben yolu açmam diyor, Allah. Ben açacağım yolu. Beşer biraz tenekecilikte ilerledi. Azıcık şöyle düğmeye basmayla milyonla canları almaklık kabiliyetini gösterdi! Bu sefer Kudretle arası açıldı, yaratırım sevdası başladı. Buyurun dedi, hadi bakalım. Yaratın, yapın. Acınacak hâl.

Deden karadan gemi yürüttü, muhâli mümkün yaptı, değil mi?  Kıtalar fethetti. Sekiz bin senelik Bizans’ın serveti Sultan Ahmet meydanında, Sultan Ahmet Camii kadar yığıldı. O kolay iş değil. Bir asır geldi, o Bizans’ın kapılarına kadar o sahada oturdu; tetkik etti, uzaktan baktı. Zahirdeki vaziyetleri, fantazi[39] hâlleri ondan çok üstündü Bizans’ın. Eğilmeler, bükülmeler, fantazi hayat tarzları, içtimai şekilleri, gayet parlak. Uzaktan seyrediyordu. Öyle bir hâl gördü ki; sefahat, rezalet ayyuka çıktı, herkes onun peşinde koşmaya başladı. Ahlak tamamıyla çekildi. Yıkım muhakkaktır, dedi. Püüüf dedi, yıkıldı gitti.  Anlatabildim mi acaba?

İşte hangi bir camia, eğer ahlaktan soyunursa, ne kadar zahirde kuvvetli gibi görünürse görünsün, nihayet ufak bir rüzgârla yıkılır gider. Derhal çöker. Onun içün bu sahnede iki büyük cenk vardır, iki büyük harp. Bu harpte, ya ruh cisme galip gelir veyahut nefis ruha galip gelir. Gelişimiz gidişimiz bundan ibarettir. Ya ruhun, cismine galip olacak bir harptesin veyahut nefsin ruhuna galip olacak bir harptesin.

Eğer dikkat et, nefsin ruhuna galebe ederek yaşamışsan bugüne kadar, akıbet fenadır. Son nefestedir karar, berbat ki çıkar. Derhal dön. Yardımcı, Kudret tarafından gelir. Niyet ettiğini görsün, vallahi yarın değişirsin. Değil işe başlamak, şöyle niyet et ki sen, tabi.

Serâir-i[40] zamâir-i[41] hafâyâ[42]ya Allah muttalidir.[43] İçinden yanarak, üzülerek, gözüne yaş gelerek, “Bugüne kadar mahvolmuşum deyip, ben artık iyi bir yol takip edeceğim, insanlığa hadim olacağım.” niyetini gördüğü dakikadan itibaren, senin şeklin değişir. Acabalı olmayacak yalnız. Nerdee!

Her işi yapan Hak’tır. On nüfuslu bir aile, onunun da kafası ayrı işliyor. Nasıl birleşecek bu? Evde birleşmeyen nüfuslar, zahirde cemiyette birleşebilir mi? Yekvücûd olmadıkça da Allah’ın eli üzerinde durur mu? Hesap aşikârdır. Beş tane nüfus var bir evde, beşinin de kafası ayrı. O kafaları birleştirmeye imkân yok. Kalp bir değil ki kafa birleşsin. Onun ki ayrı, onun ki ayrı, onun ki ayrı! Ne kadar çalışırsan çalış. Muhabbetsiz insan zalim insan demektir. Emr-i ilâhiye göre.

 [44] وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا İmkân yoktur. İyilik de yapmak istesen, hüsranla neticelenir. Mahrumsun yani ya. Mâdâmı ki zalimsin, o elden muvaffakiyet neticesi hüsrana inkılap etmeyen bir mânâ tecelli etmez. Zahirde görülen parlak muvaffakiyetler geçici şeylerdir.  Talaş alevine benzer. İnsanlığın kabul etmiş olduğu şeye muvaffakiyet denir.

Öyle olmuştur ki insanlar; hamiyet gösterirsin, merhamet edersin, elinden tutarsın, ne bileyim ne kadar yardım etmek isterse edersin. Seni sorsunlar, nasıl bir adam? Aptal, der. Saf ahmak bir adam bu. Vurursun, kırarsın, tepelersin, seni sorsun. Eshab-ı kiyâsetten[45].  O ne, ne kafa efendim, der. Anlatamıyor muyum? O, ne kafa o? Ne kafa, işte kafa. Kafa var mı? Aguş[46]unu açarsın, merhamet edersin, bütün lazım gelen insani vazifelerini yaparsın...  O hâle gelmiştir. Sorsunlar. “Nasıl adamdır?” “Boş, aptal aptal, ahmak adamın biri!” Öbür tarafta; vur, kır, tepele. Onu da sorsunlar. “Nasıl?” “O ne kafa o ne kiyâset! Ne, ne ne zekâ!” der.

Sonra dostluğumuzda acayiptir. Neden? Ahlak pûtesinde irfan müessesesinde insan yetişmedikten sonra, dostluğundan da adam zarar görür. Öyle mi? Evet! Misal vereyim de daha iyi anlayın. 

Birisi ormanda bir ayıya tesadüf etmiş, haşa huzurdan. Ayı diken batmış, şişmiş, çirkinleşmiş. İnim inim inliyor. Muztâr[47] bir vaziyette. Görmüş. Lisan-ı hâliyle dehâlet[48] ediyor. Yani ne olur bana bir çare bul, gibilerden. Yarmış, dikenini çıkartmış, çirkinliğini izale etmiş, sarmış, iyi olmuş. Hayvanlar insanlardan bazen çok hayırlı oluyor. Tekrar bunu görmüş, iyiliğini unutmuyor. Artık ne yapacağını şaşırmış. Bir kütük bal göstermiş. O da alışmış adam, balları çekiyor, yine gidiyor. Bir kütük daha buluyor ayı, götürüyor. Kazancın yolunu bulmuş. Ünsiyet peyda etmişler ayı ile. Artık emniyet gelmiş adama, ayı onu muhafaza ediyor. Hiç imkânı yok. Uyumuş bir gün temiz bir havada. Ayı başında bekçi! Gelmiş bir sinek konmuş herifin alnına. Ayı o sineği kovacak, gitmiş büyük bir taş almış. Nasıl attıysa, adamcağızın beyni ezilmiş. Anlatabildim mi? İlimsiz, irfansız, ahlaksız dostluk da ayının dostluğuna benzer. Zor, yaaa! Konuşmayı toplayalım.

… kabul ettiği vakitte yalnız aklın verdiği varidat ile kanaat etmez. “Niçün?” sualini sormaya başlar. Akıl, niçün sualinin cevabını veremez, durur orada. Ona durak mahallinden ileriye yol verilmemiştir.  Oradan öbür tarafa, âlem-i kudrete gelince iman ve aşk başlar. Aşk da,  konuşmaya başladığım vakit demiştim ki, romanda okunan aşk mânâsına değildir.

İnsan asude kaldığı vakit, kendi kendisiyle baş başa olduğu zaman, birkaç sual sorar kendisine. “Ben kimim?” der. Araştırmaya başlar. Malum ya, bazı şeyi tekrar ediyorum. Nasıl bu benim gömleğim dendiği vakitte, bu gömlek benim tenim değilse -tenimi ihata etmiş ama benim tenim değil. Bu gömlek benim tenim mi? Değil!- Bu benim bedenim dendiği vakitte de benim mânâm değil. Bu nasıl benim bundan haberi yoksa bu gömleğimin şu vücûdumdan haberi yoksa benim bu sesi çıkan vücûdumun da benim kendi vücûdumdan haberi yoktur. Onun gömleğidir. Anlatamıyoruz galiba. Haberi yoktur onun. Ondan haberdar değil.

İşte o, “kimim?” diye suali sorduğu vakit, onda bir dert başlamış demektir.  O derdin adına “Hak derdi” denir.  Allah hepimize vere. Anladın mı? İş oraya gelsin. Şöyle kalır “Yahu ben kimim? Nereden geldim? Benim gelmemde gitmemde bana bir şey sormadılar.” Sordurdular mı içinizde sorulan kimse var mı? Beyefendi bir âlem-i şuhûd vardır, bir sahne vardır, dâr-ı iptila denilen, ikbalinde[49] hud’a[50], idbârında[51] fecia gizlenmiş, zahirde tatlı görünür fakat içerisi o kadar tatlı değil ki.  Öyle bir âlem var gider misin? Sormadılar. Çekerken de sormazlar.

Semayı deler gibi bakan göz, yeri ezer gibi basan ayak, yaratırım sevdası ile yaşayan vücûd, öyle bir hâlde gider ki, kimsenin haberi olmaz.  Onun içün hayatta zalime rast gelirseniz, onun burnunu kırması için birkaç cümle vardır, söylersiniz. Ölümü öldüremiyorsun ya. Boş. Beşerden aczi de gideremiyorsun. Sen çok zavallısın.  Pek gerile gerile konuşuyorsun ama asıl senin yapacağın işler var orada, çok acizsin sen. Ben sana kıymet vermekliğim içün sen evvela şu ölümü öldür. Kabrin kapısını kapa. Beşerden aczi gider ve uyuma. Malum ya uyku her şeyi hallediyor. Hangi ilim adamı anlatabilir bana uykuyu? Haddine mi düşmüş. Kimse anlatamaz. Efendim uyku hakkında konferans verilecekmiş. Söyle, kimse anlatamaz. İstersen merak et, birkaç gece uykusuz kal. O nasıl oluyor, nasıl geliyor, nasıl gidiyor, diyerekten.

 [52] اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا

Öyle beyan eder Allah kendisini. “Evet der, zaman müsaade etmedi, zemin müsaade etmedi,  saha bulamadın, muhit imkân göstermedi yahu ben en büyük varlığı, en muazzam birliği senin kendi vücudunda gayet serbest açık bir vaziyette va’z etmiştim. Bir defa da uykuyu düşünmedin mi sen, der. Ben o uykuyu verdiğim vakitte, o hâli verdiğim vakitte, herkesin elinde nesi varsa alıyorum. Parasını alırım, kasasını alırım, rütbesini alırım, karısını alırım, kocasını alırım, çocuklarını alırım, ilmini alırım, şuurunu alırım, hissini alırım.”

 İşte onun içün bilemeyiz uykuyu. Hissini alıyor, nereden bileceksin? “Hissini alırım, bahr-ı ummanı ehadiyetime atarım. Zalimle mazlum müsâvi olur, hâkimle mahkûm müsâvi olur. Zalim bir tarafa sızmış, mazlum bir tarafa büzülmüş vaziyette. Sonra merhamet ederim, bir yakaza[53] hali veririm. Birer birer buyurunuz; işte ilmin, işte mevkiin, işte karın, işte kocan, işte çocukların. Şunu her gün alıp veriyorum, bir gün vermesem. Ha, sen niye insanları inletiyorsun, ben varım diyerekten. O kadar acizsin ki elindeki mevcûdunu dahi muhafaza edemiyorsun. Vermesene bakayım Bana!”

İkinci hayatın en büyük dersidir uyku. Söylerler: “Efendim ikinci hayatta var mıymış, kim gitmiş, gelmiş!?” Zât-ı aliniz. “Kim gitti geldi?” Siz efendim, siz. Kaç yaşındasın? Otuz. Otuz beş sene evveli var mıydın? Biliyor musun kendinin varlığını? Kendine göre var mıydın? Bana bir hüviyet gösterebilir misin? Tanıyan var mıydı zât-ı alinizi? İsminiz, resminiz, bir defterde kaydınız, şekliniz, resminiz. Şimdi varsınız değil mi ya? İşte gittiniz geldiniz. İsmin, resmin, madden, modelin, kendi kendini bilmezken var olduktan sonra ikinci varlığı inkâr edemezsin ki! İlim kaidesine girmez. İlime girmez o. Kudret dersini kaçırmış. Hem zaten bunlar şimdi artık müspet ilim mevzûuna girmiş değil mi?

Ooo, Kudret o kadar insanlara işler yaptırmıştır ki; Amerika’da oturuyor adam, üç tane adam, kocaman masanın üzerine hüüp beş metre kalkıyor. Cazibe kanunu düştü. Fotoğrafını da çekiyor. “Efendim, telkin.” Makineye mi telkin ettin? cemad[54]a mı? Bak fotoğraflara. İki asır, bir asır evvel gelmiş olan en büyük musiki heyetini getiriyor piyanonun önüne, muazzam şekilde piyano çalınıyor, şahıslar serap gibi bir vaziyette, şerit çekiyor. Orta yerde göremiyor, elle tutamıyor ama böyle bir acayip bir hâl. Yaa, beşer küçük dilini yutacak.

Kudret, bu asırda fen ismiyle zahir olmuştur. İnkâr kapısını kapamıştır. Artık birbirinize sarılın diyor, sarılın diyor. Anlaşın diyor. Eli boş gelmeyin. Hiç olmazsa gönderdiğim gibi gelin. Öyle gelmeye de razı değildir ya. Bir şeyler alıp da gel, der. En mühimi ne alıp getireceksin? Kırık kalp.

İslam büyüklerinden İmam-ı Gazali vardır. Frenkler onu yazarlar da o derler, mânâ ile madde arasında köprü kurmuş, muazzam bir adamdır, der tarif ederken.

Birçok asârı var, çok. Her sahada yazı yazmış. Kardeşi var, Ahmet Gazali. O Muhammed Gazali, Ahmet Gazali ondan daha üstün. Fakat o meydana çıkmamış. Bazı adam kendisini meydana çıkarmaz. Tuhaf. Nasıl üstün anlatayım mı ister misin?

Muhammed Gazali namaz kıldırırmış. Kardeşi Ahmet Gazali de gelirmiş bir kenarda kılarmış, onun arkasında namaz kılmazmış. Canı sıkılıyor tabi, efkâr-ı umumiyede çirkin bir şekil yani, kardeşi buna iktida[55] etmiyor. Ne biçim adam, gibilerden. Birkaç kere tekrar etmiş, bu işi yapma diyerekten, red cevabı vermiş.

“Kılmam senin arkanda!” demiş.
Annesine yalvarmış. “Benim hakkımda sûizan oluyor. Bu kardeşime söyle; seni dinler,  çok sayar, bana iktida etsin.” Söylemiş.
“Peki anne.” demiş.
O gün gelmiş, bir öğle namazı kılıyorlar, kılmış iktida etmiş. Tam kıyamdan rükûa gitmek üzereyken, böyle yapmış kendi kendine: La havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil Azîm demiş, bozmuş namazı. Gitmiş kendi kendine kılmaya başlamış. Daha fena. Kendi kendine. Selam verilmiş, daha neyse çıkılmış mabetten, demiş.
“İyi mi ne zevk alıyorsun, yani yaptığın iyi bir şey midir bu, daha fenasını yaptın, evveli kendi kendine bir kenarda kılardın şimdi, uydun yarı yarıda uydun.”
“Birader sorma, demiş. Çok fazla üzerine düşme. Başından tırnağının dibine kadar kan içerisindeydin, nasıl kılayım senin arkanda, demiş. Yolda demiş bir kadın aybaşı halini sordu, ona anlattın, şu şekilde şu şekilde olursa şöyle olur, böyle olur. Namazda da anlattığını başladın kendi kendine konuşmaya, baktım yukardan aşağıya kıpkızıl kan oldun, demiş. Kılmam ben senin arkanda!”
Öyle bir adam.

Ahirete gidiyor İmam-ı Gazali. Kendi çapında, kendi ayarında yüksek insanlar merak ediyorlar. Hani şimdi şey yapıyorlar ya, ruh çağırıyorlar filan. Orada da bir incelik vardır, gelen ruh değildir. Ruh değil ama bir mânânın varlığını insanlara ispat ediyor. Çünkü: Ruh âlem-i emirdendir, âlem-i emir insana uşak olmaz. Ruh nasıl bizi burada bu vücûduyla kullanıyorsa, orada da bir vücudu vardır, gelen o vücûdun sıfatıdır. Acaba anlatabildim mi? Uzun boylu bir iş. İşte bugün onun masalı usulü vardır, o gün onun manevi usulü vardır, her neyse...

Dostları diyorlar ki: “O mânâ itibariyle, acaba İmam-ı Gazali, ikinci hayatta, hayat-ı berzahiyesinde ne alemdedir?”

“Çok huzur içerisindeyim. Sizin bu âlemde bulunmanız hasebiyle, buranın vaziyetini size anlatmaya imkân yoktur. Çünkü buradaki hâlin orada ayni yoktur. Kâm almışım, istediğimi bulmuşum.”

“Neyle?” diyorlar.

“Vallahi, diyor. Ne ibadetimle, ne taatimle, ne yazdığım asârımla... Hepsi vazifendi dediler, yüzüme vurdular. Bunlar senin abdiyet[56] vazifendi. Meğer, diyor. Ben bir gün evimin üst katında otururken bir cündi[57] geldi kapımın önüne yığıldı. (Asker yani ya.) İshal olmuş, üstü başı berbat. Ne berbat vaziyetini düşündüm ne bitini sirkesini düşündüm. Bu bir insandır, alın içeriye ikram edin, dedim. Yalnız o günde ev hâli bu ya, benim hisseme isabet eden bir kâse çorba vardı. Ben bu akşam bunu içmem verin ona, dedim. Meğer o çorba ne işler yapmış, meğer o çorba ne işler yapmış!” diyor adam. Acaba bir şey anlatabildim mi? 

İşte onun o saati gelmiş, minnetsiz. Bazen sen, yüz bin tane çorba yaparsın da öyle o işi yapmaz. Hani belki aklına gelir de, bende yarın bir çorba alayım da şöyle iki kâse çorbayla,  o bir kâse vermiş ben iki kâse… Öyle değil o. O çorbayı verirken senin için ne kadar yandı? O ihlasın neydi? Onların hepsini Kudret şeyini çeker. 

Çok eski konuşmalarımda anlatmıştım, tekrar edeyim, daha mevzû canlansın.

Cenâb-ı Peygamber diyor ki, Âlem-i Miraç da. O miraç ne? Onu nasıl anlatayım ben size? Uzun bir iş. Yalnız meşhur bir Bîdil[58] vardır büyük bir adam. O der ki: 

“Bana miraçtan sordular, ben Bîdil kendi yaptığım miracımda katre iken derya oldum, bilmem ki o zât ne oldu”

Bir bâğiye[59]  kadın, büyük bir mevkiye sahip olmuş, muazzam. İnnem'reeten bâğîyen reet kelben fi yevmi hârin ve yutifûn bî-rin[60] Uzun boylu beyan ediyor. Ne demek bâğiye kadın? Cemiyette şunun bunun diline düşmüş, hakarete maruz kalmış. Soruyor “Bu bâğiye olduğu hâlde, çirkin sıfatlar var, bu nasıl oldu böyle?” cevap veriliyor kendisine izah ediliyor.

Evet, bu bağîye bir kadındı. Fakat günlerden bir gün, bir sahra-i beyâbanda yolculuk yaparken, bir kuyunun etrafını bir köpek susuzlukla tavaf ediyordu. Dönüyor böyle. Ve kad evle'a lisanuhu minel atş.[61]  Susuzluktan dili böyle parça parça olmuş. Bu da geçiyordu, durdu. Rikkatle kalbi çarpmaya başladı. Döndü kuyuya geldi. Baktı ne ip var ne kova var, ne etrafta bir sükna var, bir bina var. Arzullahi vâsia, sahra-i beyâban. Köpekte ayaklarına doğru onun başladı, hani ne olursun... O gün yaptırmış olduğu, çok kıymet verdiği en lüks elbisesini derhal çıkardı. O gün giydiği, hani insanlar bazen öyle olur ya. Çok kıymet verdiği iskarpinini de çıkardı; yırttı yırttı, yırttı yırttı, bağladı bir ip halinde, iskarpine bağladı. Kuyuya saldırdı. Suyu çıkardı köpeğe verdi. İskarpini ile çıkardı verdi, çıkardı verdi, nihayet köpek susuzluğunu giderdi. Ne ayakkabıdan hayır kaldı, ne sırtındaki yepyeni yaptırdığı elbiseden. Fedâ olsun dedi. Bu zevk bana elbisemin vereceği zevkten çok üstün geldi. Geçti. Nihayet öldü.

Kadın o hâlle o elbisesini parçalarken suyu çıkarırken, Kudret âlem-i arşa emretmişti, bunun filmini çekin. Öldü, ilk ifadesi alınması zamanında Cenâb-ı Hudâ: “Benim adi bir köpeğime o kadar merhametle tecelli eden bir abdimden elbette Ben erhamer-rahiminim. Daha merhametliyim. Hesabı Ben vereceğim, sormayın!” dedi. Allah’ın ağası değilsin ya!

Ama sen bunu işittikten sonra böyle bir yerde bende şu gömleği çıkarayım, parçalayayım filan. Yok ha. Olur ya, ben de şu gömleği çıkarayım da şu şeyi de filan. O kendinden doğacak, kendi ruhundan o hitap gelecek. Öyle uyanık olacaksın ve olacak. Belli olmaz.

Ahlakçılardan gayet muazzam bir adam vardı. Bak yeni vefat etti, işte birkaç sene... Nazmi bey, derlerdi kendisine tuhaf bir adam. Ona söylemişlerki filan yerde bir garip hasta var amma rikkat-engiz[62] gitmek lazım. Gittim diyor, kendi bana hikâye etti.

“Gittim baktım ki, diyor. Yangın yeri gibi. (O gözü başka türlü görüyor) Belli etmeden bu cebime attım elimi bir şey yok, öbür cebime attım yok. Kıpkızardım yok. Yok, canım hiçbir şey yok, diyor. Yeleğimin bir cebini şöyle ihtiyat yeri diyerekten kullanırım, diyor. Aklıma geldi oraya elimi attım, bir tane lira, diyor. Şöyle var ya beyaz. Altın filan değil. Bizim bildiğimiz. Belli etmeden onu çıkardım, orada bir yere koydum.  Kapıdan da gözyaşı ile çıktım, diyor. O gece âlem-i mânâmda, mahbubu'l-kulub, Mürebbi-i nüfuz ve ukûl olan zât-ı alâ yani Cenâb-ı Muhammed Aleyhisselatü vesselam, beni gayet güler bir yüz, gayet cemalli bir sözle: ‘Nazmi seni bizim eve vekil-i harc yaptım.’ 

Kendi ağlayarak, gülerek söylerdi. “Bir lira ile Peygamber’e vekil-i harc oldum.” derdi. Bir milyon lira verir de olmaz o iş, derdi. Yüz milyon da verirsin yine olmaz. Fakat işte onun, o ihlasın, o veriliş tarzı… Kudret’e kabul ettirtmek esastır. Onun içün Allah’ın rızası bahâ ile değildir. Bahane iledir.

Buraya nereden girdik. Her insan bu âleme kırık kalp almaklık vazifesi ile gelmiştir.

[63] وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْر Allah yukarısında yemin ediyor.

  وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي[64] خُسْرٍۙ  

“Sevdiğim Muhammedimin asrına yemin ederim ki!” Oradaki asr, o mânâyadır. Ona ikindi vakti filan demişler ama değil. Asr-ı pak-ı Ahmediye yemin ederim ki, bütün insanlar hüsrandadır. Ancak kalbe sürûr verenler. Kederli ağlayan bir kalbi güldürenlerden mâadâ herkes hüsrandadır, diyor.

Dersin en toptan hulâsasını yaptık zannederim. Şimdi sen bunu artık gaye ittihaz et. Ne yaparsan yap. Sure-i asırda, Büyük Kitap da Cenâb-ı Hudâ, kasem ediyor. Asr-ı Pak-ı Ahmediye kasem ederim ki, celâlim hakkı içün, bütün insanlar hüsrandadır, ancak mağmum, ağlamış, kederlenmiş olan bir kalbe, sürûr ilkâ edenler, sokabilenler... Hiç birimizde bu işle meşgul değiliz. Öyle değil mi? Meşgul değiliz.

يَا ابْنَ آدَمَ مَرضْتُ فَلَم تَعُدْني ، قال : ياربِّ كَيْفَ أعُودُكَ وأنْتَ رَبُّ العَالَمين[65] 

İkinci toplan kumandasında hepimiz toplandığımız vakit. Allah’ın şöyle bir hitabı olacak. Âdemoğlu “Hastalandım da beni ziyaret etmedin!” Şaşıracak.

 ياربِّ كَيْفَ أعُودُكَ وأنْتَ رَبُّ العَالَمين   Sen, nasıl ziyaret edilebilirsin, sen Aleminin Rabbisin? Nasıl olur?

  أمَا عَلْمتَ أنَّ عَبْدي فُلاَناًَ مَرِضَ       Bilmiyor muydun, filan yerde filan hastalanmıştı. Ama masası yoktu, rütbesi yoktu, kasası yoktu, iyi olursa belki bakışı ile beni haşlar gibi bir şeyler geçmiyordu. Cemiyetin hususi zahiri nezaketine ait bir sıfatı yoktu onun. Garipdi, fakirdi, sen ona gitseydin ziyaret etseydin. Beni onun yanında bulmayacak mıydın? Beni onun yanında bulacaktın. Gitmedin, diyor.

Hakikaten de öyle değil midir? Alakadar olmayız. Demek ki insanın en büyük vazifesi, hilkatindeki gayeyi duymak. Hilkatindeki gayeyi duyduğu vakitte sen benim, ben senin ayinen olduğunu bilmektir. Hilkatteki gaye o. Birbirimizden ayrı olmadığımızı... Cüz-ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd[66]

Kaç defa söylemişimdir, şurada birisi Hudâ nekerde, Allah muhafaza etsin, birisi bir kazaya uğrasa, bir otomobil bir tramvay çiğner gibi olsa, siz burada bir sayha atarsınız. Yerinden şöyle bir oynarsın. Sana ne onun.  Kudret diyor ki, sana ne değil, bir vücûdsunuz bir. Eğer daha tekâmül edersen o sızıyı aynen duyarsın burada. Onun ıstırabını aynen duyarsın. Fakat bir vücûd olduğunuzu anlamak o böyle yaparken sen böyle yaparsın. Ona ne oluyor, sana ne? Öyle demiyor Allah. Hepiniz kün emrinin daire-i merkezinin haricine çıkamazsınız. Böyle olduğu halde birbirimizi yiyoruz. Birbirimizi yiyoruz.

Mevcûdâta hakaret etmek. En büyük şey, hakaret nazarı ile bakmak. Medine sokağında gidiyorlarmış, bir köpek laşesi. Tefessüh[67] etmiş, kurtlanmış. Daha uzaktan gelirken yanındaki dostları, hepsi, şey etmişler, kaşlarını filan çatmışlar. Zât-ı Peygamberi geçerlerken tebessüm etmiş. Ne de güzel dişleri varmış, diyor. Ne kadar nazikhane ders vermektir. Eşyanın kemâline bakın. Ne kadar da güzel dişleri varmış. Bir şey anlatabildim mi acaba? Ne kadar da güzel dişleri varmış, diyor. Eşyanın kemaline bakmaklığı emrediyor. Fakat biz ufak bir hata oldu mu, üüüü neler demeyiz.

Afiv, af yani ya. Sabır, bunlar bütün kötülükleri kaldırmaya ait manevi ilaçlardır. Bunları kullanmıyoruz.

Kerim odur ki mücazatın affede hasmın
Zaman müsaade i intikam verdikçe[68] 

İmam-ı Ali’yi vurdular, zehirli kılıçla. O günün aklat-ı carihası öyle. Vurdular, İbn-i Mülcem namındaki melun vurdu. Hemen imam-i Ali’nin adamları yakaladılar. Dövmeye başlarlarken kendi yarasının ıstırabını tutaraktan ellerinden aldı.

“Ne yapıyorsunuz, zalim olursunuz. Ben daha hayattayım, dedi. Öldükten sonra kısas yaparsınız.” dedi.

Anlatabildim mi acaba? Biz vurmak filan değil de, ufacıcık bir menfaata acaba elimden gider mi diyen adama düşman oluruz.

Hücum ettikleri vakit, hemen elinden aldı.

Ben hayattayım daha konuşuyorum, dedi. Elinizi kaldırırsanız zalim olursunuz, dedi. Yara şiddetlendi diyor, çabuk bana bir şerbet getirin, içim yanmaya başladı. İki tane getirin, ona da verin, dedi. Şimdilik benim yanımda misafir sayılır. 

Başka işler değil mi bunlar? Bunlar acayip. Var mı böyle bir medeniyet, bulabilir misin? 
Şerbet geldi, saygıya nezakete bak! İlk önce ona verin, dedi. Misafir sayılır dedi ya. Ona verin, dedi.
Bu sefer şey etti. Durakladı, içmedi.
“Niçün içmiyorsunuz?” dedi.
“İçimi siz bilirsiniz, niçün içmediğimi, onun için içmiyorum.”
“Nedir söyle bakayım?” dedi.
“Beni zehirlerler artık geliyor aklıma.”
“Yaa, bana hıyanet izâfe ettiniz! Vallahi seni kurtaracaktım, şimdi alakamı kestim, dedi. Ben hain değilim. Yoksa ben bu haktan vazgeçip, seni yarın huzur-u ilâhide kurtaracaktım. Fakat böyle dedin, çok gücüme gitti. Vurduğun kılıçtan daha ağır geldi bana bu!”

O ayrı iş. Var mı böyle bir medeniyet? İşte buna ahlak medeniyeti denir. Vurduğun kılıçtan daha ağır geldi, diyor. 

İlk konuşmada aşktan doğan ahlaka misal getirdim. Ne demiştim? Evvela canan sonra can. Bir şey bulmadıkça bunlarda olmaz. Maddenin kesâfetinde yüzen kimseye bunlar “geç” der. Ben sizin hepinizi irfana kadem basmış, inanmış, istikbal inananların olduğuna inanmış, bir zümre diyerekten bu sahada... Yoksa maddenin kesâfetinde yüzen, kitabı parasının üzerindeki yazı olan, bu işlerden anlamaz. Onun konuşma tarzı gene ayrıdır, öyle de konuşuruz ama şimdi lüzum yok. 

İnanmış gönlüne sefa arıyor. Hak muhabbeti ile dolmak istiyor. İnsanlığa hadim olmak istiyor. İçi bu şekilde çırpınan bir muhatap zümresi var diyerekten, bu şekilde konuştum. Yoksa katil önüne çıkmışta onu bırak diyerekten ben daha yaşıyorum demiş de, o başlar kendi kendine, kendi mantığına vurmaya! E ne olur sonra? 

Evet, gamı terk etmektedir. Gam. İnananda yeis olmaz. Yeis olmayınca ahlak muntazam olur. Şarttır bu. Meyus adam, Büyük Kitab’ın tarifine göre kâfir adamdır. Hiç hayatta meyus olmayacaksın. Mahsun olabilirsin, meyus olma. Meyus ne demek? Ümidini kesmek. Kesmeyeceksin hiçbir vakit. Ümidini kesme. Birkaç sefer okumuştum size. 

Tedbîrini terk eyle takdîr Hudâ’nındır
Sen yoksun o benlikler vehm ü gümânındır

Birdenbire bul aşkı bu tuhfe bulanındır
Devrân olalı devrân erbâb‐ı safânındır

Âşıkda keder neyler gâm halk‐ı cihanındır
Koyma kadehi elden söz pîr‐i mugânındır

Tabi anlıyorsunuz buradaki kadeh, camdan bakırdan, cemaddan, madenden yapılan kadeh değil. Bu kadeh kalp kadehidir. Pir-i Mugân bizim bildiğimiz, o şey değil, lügat mânâsına değil. Allah’tır, Allah. Yani o içki, aklı nâra inkılap ettiren içki değil, aklı nura inkılap ettiren içki. Yoksa onun ne şeyi var? Onu uzun boylu söylemeye lüzum bile yok. Lâ hâlinde olanları Allah kurtarsın deriz. Onu uzun boylu bir şey değil ki!

Meyhâne, yine bir sürü insan ile dolmuş
İnsaf ile bakın renklerine kül gibi solmuş

Denmez mi ki zehrabe-i işret de bozulmuş
Bilmem ne çıkar serveti beyhude serefden

Dilhun oluyor aile! Bu hâle eseften!
Gençler siz bari koşup kurtarın, nesli teleften

Evlâd-ı iyâl zulm ile abâd edilir mi?
Ekmek parası meyhaneye irad edilir mi?

Ânın, hiçbir neşesi yoktur. Mâyesi şerdir.
Bezmin de geçen ömüre yazık çünkü hederdir.

Mani-i irefa, ervâhı cinayet.
İğrenç kokusundan tanınır, vasfa ne hacet!

Uzundur bu. Uzun boylu anlatmaya lüzum yok. On birinci batında zararı görünür çocuğunda. On birinci batına kadar fen tespit etmiştir. On birinci batına kadar. Bunlar hep beşerin aczini gösterir bu sahnede.

Mesela sigarada öyledir. Değil mi ya. Kudret’in bir ders kaçırması. İradesi diyor, kıt demektir. Nedir sigara? İlk önce sigaraya filan insanlar niçün alışırlar. O içilecek o kadar bir zevkli bir şey değil ama alışınca ilk önce o bir benlik verir kendisine ondan alışır böyle. Kendi kendine böyle çeker. Daha on üç, on iki yaşındayken. Püfff filan yapar. Yani ben oldum gibi bir hâl gelir. Anlatabiliyor muyum? Hâlbuki bunun hakikati, dumanı alıp vermek. Sen daha bir dumanı alıp vermeklikte iradeni kullanamayacak kadar acizsin, nasıl yaratırım diyerekten karşımda duruyorsun, der. Bunun dersi o. Rutubetli memleketlerde bir tanesinin faydası vardır. İki tanesi karardır, üç de zarar başlar. Anlatabildim mi acaba? Rutubetli yerlerde bir tanesinin faydası var ama insanlar ekseriyetle kendilerini idare edemez, iradesi olmadığı için, artık o bir tanesinin de iki tanesinin de bilmem. Oluyor, zararı oluyor.

Amerika doktorları, bir vakit okumuştum. Yirmi dört saat zarfında bir kalp atış tarzında bilmem üç yüz küsur fazlalık yapıyor, diyor. Ve orada da bir netice çıkarıyor. Bir fabrikanın amelesi bir fabrikanın en mühim çarkını bedava döndürürse fabrikatör görürse yolsuz eder. Kovar değil mi, diyor. İnsan denilen o büyük mânânın, o büyük fabrikanın en büyük çarkı da kalptir. Bunun bedava dönümüne elbette Kudret razı olmaz.

Sonra imparatorluk zamanında vezirlerden birisi, Fransa’da sefirlikte bulunduğu zaman, ani emir almış gelmesi içün. İşte ordayken ha bugün, ha yarın...  Orada beynelmilel bir doktor varmış, şöhret afak-ı cihan bir adammış o. Şuna kendimi bir baktırayım filan. Eli değmemiş yahut ihmal etmiş. Artık son emrini almış. Görünmeden gitmeyeyim, diyerekten gidiyor. Size bir ay sonra sıra gelir diyorlar. Aman ben. Olmaz diyor. (Kaset burada bitti.) 


[1] Tesmiye: İsimlendirme, ad koyma.
[2] Elfaz: Lafızlar. Sözler. Lügatlar.
[3] Müsahhar: Fetih ve teshir olmuş, ele geçirilmiş. Zaptedilmiş. İtaat ve hizmete alınmış.
[4] Tasfiye: Saflaştırma, saflaştırılma. Arıtma, arıtım, arıtılma,  pâk ve temiz duruma getirme,  Temizlemek.
[5] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ وَهُوَ شَهِيدٌ
Meali: Şüphesiz ki, bu söylenende kalbi olan ve şuurla kulak tutan kimse için uyandıracak bir ihtar vardır.
[6] Fatânet: Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik. Müteyakkız oluş.
[7] Kâm: İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet.
[8] Tevbe Suresi 111. Ayet-i Kerime: نَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Meali: Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet kesinlikle kendilerinin olması pahasına satın aldı. Allah yolunda çarpışacaklar da öldürecekler ve öldürülecekler. Bu Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da Allah'ın söz verdiği bir vaaddir. Allah'tan ziyade ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız bu alışverişten dolayı size müjdeler olsun! Ve işte o büyük kurtuluş budur.
[9] Tashih: Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek.
[10] Nikmet: Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat.
[11] Şura Suresi 27. Ayet-i Kerime وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ بَصِيرٌ 
Meali: Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızık seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık derlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görendir.
[12] Bar: Yük, pas
[13] Şiirin aslına erişemedik. Duyabildiğimiz, anlayabildiğimiz kadarı ile geçtik
[14] Şakir: Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren
[15] Naib(e): (Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. Şeriat hâkimi olan kadı vekili. Nöbet bekleyen.
[16] Taaffüf: İffetli olma. İffetli görünme. Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. İstemekten uzak durma.
[17] İz'ac: Rahatsız etmek. Bunaltmak. Yerinden koparıp ayırmak.
[18] Hüsn-ü an: Güzellik
[19] Tav'an:İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[20] Kerhen: İstemeyerek, istemeye istemeye, hoşlanmayarak, zorla, zoraki, gönülsüz, tiksinerek, iğrenerek.
[21] Hicr Suresi 23. Ayet-i Kerime وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ
Meali: Her halde Biz, kesinlikle hem hayat verir, hem öldürürüz. Hepsine varis de Biziz.
[22] Darb-ı Mesel: Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Atasözü.
[23] Mübâlâtsız: Saygı, ilgi ve özen göstermeyen, önem vermeyen, ilgisiz, umursamaz.
[24] Şeylerin mahiyetleri kimi zaman şeylerin dış dünyadaki varlıklarında olur -a'yânu'l-eşyâ-tasavvurda olur. 
min haysu hiye olur
[25] Küll: Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen. Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. 
[26] Tezyinât: Süsler. Ziynetler.
[27] Burc: Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. Tek hisar kule, kale çıkıntısı. Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
[28] İsnâ aşer: On iki
[29] Kevâkib: (Kevkeb. C.) Yıldızlar.
[30] Anâsır: (Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel
esaslar. Elementler.
[31] İsra Suresi 23. Ayet-i Kerime وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَآ أُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُل لَّهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا
Meali: Rabbin kesin olarak şunları emretti: «O'ndan başkasına ibadet etmeyin; ana babaya iyilik edin; onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlılık çağına ulaşırsa sakın onlara «öf!» deme ve onları azarlama; ikisine de tatlı söz söyle.
[32] Muslim, Kitabu’l İmara 40. “Allah Resulü (a.s) buyurdular ki: "Allah'a isyanda (kula) itaat yok! Ancak taat ma'ruftadır!"
[33] Tav’an: İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle.
[34] Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22, Muttakî, lX, 661
[35]  “İstefti kalbek velev eftakel müftun” Kalbine bak. Sana nasihat edecek, fetva verecek ne kadar çok insan olsa da en son kendi kalbine bak, kalbin mutmain olursa onu yap.
• Vâbısa b. Mabed adındaki sahabî diyor ki, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e gittim buyurdu ki: “İyilikten ve günahtan sormak için mi geldin?”
Evet, dedim.
Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi:
“Kalbine danış Vâbısa (“istefti kalbek”)İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.” (Sünen-i Dârimî, Büyû’, 2; Ahmed b. Hanbel, 4/228)
[36] Zâika: (Kuvve-i zâika tamlamasından kısaltma yoluyle) Tat alma hassası. Tad alma. Tad alıcı kuvvet.
[37] Müstait/Müstaid: İstîdâdı olan, kabiliyetli, uyanık, anlayışlı, akıllı. Hazır, meyyal, âmâde. Mecazen: Lâyık
[38]Âli İmran Suresi 101. Ayet-i Kerime : وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَن يَعْتَصِم بِاللّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Meali: Önünüzde Allah'ın ayetleri okunurken ve aranızda O'nun elçisi var iken sizler nasıl olur da inkâra dönersiniz? Oysa her kim Allah'a sıkıca tutunursa, o, kesinlikle bir doğru yola çıkarılmıştır.
[39] Fantazi/Fantazya: (Fr. fantasia < İsp.) Gösteriş, debdebe. • Muhayyile, hayal ve düş.
[40] Serâir: Gizli şeyler, sırlar.
[41] Zamâir: Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri.
İsim yerine kullanılan kelimeler.
[42] Hafâyâ: (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.
[43] Muttali':Haberli. Bilgisi olan. Bir yüksek yerden bakarak görüp anlayan. Vâkıf. Derk eden.
[44] İsrâ Suresi 82. Ayet-i Kerime: وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا
Meali: Biz de Kur'an'dan müminler için bir şifa ve bir rahmet olan ayetleri peyderpey indiririz. Zalimlerin ise ancak zararını artırır.
[45] Kiyâset: Zeki. Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik
[46] Aguş: 1) Kucak 2) Sığınılacak yer.
[47] Muztar: Zorlanmış. Cebr olunmuş. Mecbur kalış. Çaresiz kalıp başı sıkılan.
[48] Dehâlet: Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş.
[49] İkbal: Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah.
[50] Hud'a: Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. Bir kere aldanmak. Herkese aldanan. Safdil.
[51] İdbâr: Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik. Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibe göre gitmesine de ikbal denir.
[52] Zümer 42 اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Meali: Allah alır o canları öldükleri zaman; ölmeyenleri de uyuduklarında. Sonra haklarında ölüm kararı verdiklerini alıkoyar, diğerlerini belirlenmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır.
[53] Yakaza/Yakza:   Uyanıklık. Dikkatte olma
[54] Cemâd / جماد: Cansız varlık. 
[55] İktida: Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek.
[56] Abdiyet: Kulluk
[57] Cündi: Süvâri, sipâhi, ata iyi binen, binici.
[58] BÎDİL, Mîrzâ Abdülkādir b. Abdilhâli Arlâs (ö. 1133/1720): İran şiirinde Hint üslûbunun (sebk-i Hindî) önde gelen temsilcilerinden.
[59] Bâgî/ Bâğî: (ﺑﺎﻏﻰi. ve sıf. (Ar. baġy “haddi aşmak, azgınlık”tan bāġіDoğru ve hak olan yoldan ayrılan kimse, serkeş, âsî, şakî.
[60] Hadis-i Şerif: "Bâğîye bir kadın, sıcak bir günde, bir kuyunun etrafında dönen bir köpek gördü, susuzluktan dilini çıkarmış soluyordu. Kadıncağız mestini çıkararak (onunla su çekip köpeği suladı). Bu sebeple kadın mağfiret olundu." [Müslim, Tevbe 155, (2245)]
[61] Atş: Susuzluk. Susama.
[62] Rikkat-engiz: Acıklı
[63] Asr Suresi 3. Ayet-i Kerime  اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْر
Meali: Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır
[64] Asr Suresi 1 ve 2’nci Ayet-i kerimeler.  وَالْعَصْرِۙ ﴿١﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي.
Meali: Asra yemin olsun ki İnsanoğlu hüsrandadır.
[65] Hadis-i Şerif. Müslim, Birr 43
[66] Cüz’ü kül yekdiğerinden eyler istimdâd-ı dâd: Bütünü var eden her zerrenin selameti, diğer zerrelerin selametine yaptığı hizmete muhtaçtır.
Mü’minler bir vücudun organları gibidirler.” Hadisi Şerif     
Cenab-ı Hakk, bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yaratırken, küçüğü-büyüğe, büyüğü-küçüğe ihtiyaç halinde takdir buyurmuş. Her zerrede Cenab-ı Hakkın takdirini görüp nazar-ı hakaretle bakmamalı.
(Vücuttaki, büyük küçük her zerre, diğer zerreye yardımcı olurken, kendisine de hizmet eder. Mesela; hücrelerin karaciğeri sağlıklı çalıştırmak için gösterdikleri çaba; aslında kendi selametlerinin de gereğidir. Kendilerine de hizmettir.
Hücre dokudan, doku karaciğerden, karaciğer vücuttan, vücut insandan, insan çevreden, çevre Dünya’dan, Dünya Güneş sisteminden, .... ve nihayet Kainattan ayrılamaz. Hücre, tüm evren mekanizmasının bir parçası olarak diğerlerinden ne daha değerli ne de daha değersizdir. Büyük, küçük her parça var olabilmek için diğerine muhtaç ve mahkûm kılınmıştır.
Tam manayı veremedik. Gücümüz anlamaya da tercümeye de ancak bu kadar yetti.)
[67] Tefessüh: Çürüme, çürüyerek dağılma
[68] Şair Nafili

3 yorum:

Hani şimdi şey yapıyorlar ya, ruh çağırıyorlar filan. Orada da bir incelik vardır, gelen ruh değildir. Ruh değil ama bir mânânın varlığını insanlara ispat ediyor. Çünkü: Ruh âlem-i emirdendir, âlem-i emir insana uşak olmaz. Ruh nasıl bizi burada bu vücûduyla kullanıyorsa, orada da bir vücudu vardır, gelen o vücûdun sıfatıdır. Acaba anlatabildim mi? Uzun boylu bir iş.

İmam-ı Ali’yi vurdular, zehirli kılıçla. O günün aklat-ı carihası öyle. Vurdular, İbn-i Mülcem namındaki melun vurdu. Hemen imam-i Ali’nin adamları yakaladılar. Dövmeye başlarlarken kendi yarasının ıstırabını tutaraktan ellerinden aldı.

“Ne yapıyorsunuz, zalim olursunuz. Ben daha hayattayım, dedi. Öldükten sonra kısas yaparsınız.” dedi.

Anlatabildim mi acaba? Biz vurmak filan değil de, ufacıcık bir menfaata acaba elimden gider mi diyen adama düşman oluruz.

Hücum ettikleri vakit, hemen elinden aldı.

Ben hayattayım daha konuşuyorum, dedi. Elinizi kaldırırsanız zalim olursunuz, dedi. Yara şiddetlendi diyor, çabuk bana bir şerbet getirin, içim yanmaya başladı. İki tane getirin, ona da verin, dedi. Şimdilik benim yanımda misafir sayılır.

Başka işler değil mi bunlar? Bunlar acayip. Var mı böyle bir medeniyet, bulabilir misin?
Şerbet geldi, saygıya nezakete bak! İlk önce ona verin, dedi. Misafir sayılır dedi ya. Ona verin, dedi.
Bu sefer şey etti. Durakladı, içmedi.
“Niçün içmiyorsunuz?” dedi.
“İçimi siz bilirsiniz, niçün içmediğimi, onun için içmiyorum.”
“Nedir söyle bakayım?” dedi.
“Beni zehirlerler artık geliyor aklıma.”
“Yaa, bana hıyanet izâfe ettiniz! Vallahi seni kurtaracaktım, şimdi alakamı kestim, dedi. Ben hain değilim. Yoksa ben bu haktan vazgeçip, seni yarın huzur-u ilâhide kurtaracaktım. Fakat böyle dedin, çok gücüme gitti. Vurduğun kılıçtan daha ağır geldi bana bu!”

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017