Eni ü nale seher-hize ney nevası verir
Bükadan Arif i billaha mey safası gelir
Sühanverin eseri bir hayat ı sânidir
Giderse dâr ı fenâdan yine sedası gelir.




Saniye sonra Kapanacaktır

86. Kaset

086 (314) 85dk (13.03.1960)

Kalp membaından, tecellisini söylememiz, insanın da iki âlemle alakası olduğuna binâendir. İnsan, sureti itibariyle; et, kan ve kemik torbasındaki veçhesi itibariyle âlem-i hikmete bağlıdır. Mânâsı itibariyle ki, o mânâsının merkezi de kalptir... Tabi kalp dendiği vakitte, ahlakın tarifindeki kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi değil. Yani sadrımızın sol tarafında mahruti yüz şekil, dört gözlü, işte kanın şusunu busunu yapan o kalp, vücûd-u hayvanimizin kalbi. Bir de içimizde sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz, konuşan bir mânâ-i vücûdumuz var. Onun kalbi de o kalbe taalluk etmiş. Burada zikrettiğimiz kalp, bu kalp. İşte o kalbimiz de âlem-i kudrete bağlı.

Âlem-i hikmette, dünya denilen bu dâr-ı iptilada, bu kesâfet âleminde, akıl insana rehberlik yapabiliyor. Fakat bizâtihi hayır ve şerri müdrik[1] değildir. Hayır ve şer, yani iyilik ve kötülük kendisine tarif edildikten sonra: “Evet bu iyidir, bu kötüdür.” temyiz kudretini, Kudret o sıfatı ona vermiş. Fakat insan, Kudret’e naib olan can, yalnız aklın ihâtası dâhilinde tam bir huzura kavuşamıyor.

Zira akıl, meçhulden malumu çıkarıyor. Hadiseler arasındaki münâsebâtı araştırıyor. “Neden?” ve “Nasıl?” sualine belki cevap verebiliyor fakat “Niçün?” deyince tıkanıp kalıyor. “Niçün” âlem-i mânâya taalluk ettiğinden dolayı, aklada durak mahallinden ileriye yol verilmediğinden bu sefer iman ve aşk baş gösteriyor. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Tıkanır.

Misal verelim. Görürüz ki bu sahnede; fazileti yok, ilmi yok, irfanı yok, belki insanları utandırtacak, canavarları utandırtacak kadar da cinayeti var, rezaleti var fakat sahne-i şuhûdda dünya âleminde görürüz ki böyle birçok insanlar nân içinde müstağrak. Öbür tarafta; ilmi var, ahlakı var, fazl-ı kemâli var, mücessem-i edeb-i vefa, rikkatle kalbi bütün zerre üzerine çarpar, evvela canan sonra can diye yaşar, kıyas-ı nefsi esas tutmuş, hubb-u gayr ile kendisini terbiye etmiş, bu adam da bugün ekmek parasına muhtaç. Aklen bunu halledin, tıkandı işte, akıl durur burada. Çıkaramaz neticesini. E bu meçhul mü kalacak? Hayır, bu meçhul değildir. 

Ne vakit ki aşka intisap eder, tabi buradaki aşk adeli[2] aşk değil, yani romanda okunan aşk değil. Asude kaldığı vakitte, kendisi ile baş başa kaldığı vakitte: “Ben kimim? Nereden geldim? Ne olacağım? Nereye götürüleceğim? Benim bidâyetim nedir? Mevlidim neresidir? Mebdeim, maâdım, zimmet-i Hak nedir? Aslıma nasıl rücu edeceğim? Geliş ve gidişimde ihtiyarım yok, nereden geldim, nereye götürülüyorum ve götürüldükten sonra ne olacağım?” İçinden -öğretilmek şekliyle değil de-  kendi kendine duymak hassası ile bu sualleri sormaya başladığı vakitte ve bu sualler içerisinde almış olduğu zevkin adına aşk derler. Acaba anlatabildim mi? Ahlakın bahsetmiş olduğu aşk bu aşk.

Kendi kendine kalır, iç âlemine doğru yürür, gider, bakar ki: “Ben böyle bir, evet benim zahirdeki vücûdum nihayet bir çukur istiâp edecek fakat benim bir mânâm var, bir vicdan-ı kibriyam var, bir mânâ-i ihtivam var, bütün kâinatı ihâta etmiş. Her şey benim elime verilmiş, kâinatı muhit bulunuyorum.”

Mesela içinizden biriniz; farz edelim ki Konyalı, şu dakikada hem beni dinler, hem Konya’nın her sokağında gezer. İçinizde biriniz Şarklı; Şark’ın her tarafını gezer, hem beni dinler hem cevap verir, hem onların içerisinde de dolaşır. Bu nasıl bir vücûttur? Garplı; Garb’ın her tarafını gezer, bulunduğu hâlleri tamamıyla tekrar tekrar, rengiyle, boyasıyla, sedasıyla, edası ile onu muhit olaraktan yaşar. Bu yaşayışının içerisinde de beni dinler, bana içinden cevap verir, bazısını kabul eder, bazısını reddeder. Bu vücût hangi vücûttur?

İçeride bir mücadele: “Yap, yapma!” Yap, diyen kim?  Yapma, diyen kim? Hiç farkına vardın mı acaba? Düşündün mü? Ufak bir hadise, gayet basit bir şey. İçerde dehşetli bir kavga var. Biri der ki: “Yap!” Nereden gelir? İçinde, içinde. Biri: “Yapma!” “Yapalım!” İkisinin ortasını bul.

Nâmütenâhiyi insan, hemen hemen o kadar kuvvetli ünsiyeti var, mânâsını tahsil edilebilir. Cümleyi iyi söyleyemedim ama siz anlarsınız. Onun içün, mevzûun an yerini teşkil eden, esasını teşkil eden insan mefhûmu, fakat bu mefhûmu da layıkı ile tarif ederek, tutulabilir, görülebilir şekilde size takdim etmeme imkân yok. Gayet zor. Duyacaksın fakat elinle tutabilecek bir hâle getirebilmeklik içün hususi şekiller var.

Bizi harekete getiren bir muharrik[3] vardır. Adına ruh derler. Değil mi? Uzun boylu ruhu tarif etmeye lüzum yok. Kitaplar yazılmış, şunu etmiş, hiçbir şey çıkmaz. Bir alay dedikodu. Cicili, bicili kelimeler. Netice efendi netice, dendiği vakitte bir şey yok. Neden? Onu gayet kısa söyledi, Allah. Sordular Hazreti Muhammed’den Âlem-i kül olan Zât-ı Alâ’dan sordular. Sormazdan evvel Allah haber verdi. “Ey İnsan-ı Hak” dedi. “Ey ehadiyyetimi, Cenâb-ı Ahmediyetine fethetmiş olduğum Zât-ı Alâ; sana soracaklar, ruh hakkında soracaklar, tek bir kelime ile cevap ver.”

 [4] قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي Ruh benim Rabbimin emrindendir.

Allah’ın emri mahlûk değildir, sen ise mahlûksun, gayr-ı mahlûk olan, gayr-ı mahlûk olan o emri layığı ile elinde tutabilmeklik kabiliyeti yoktur. Onun üzerine ne kadar yazarsan yaz, faydası yok onun. Acaba anlatabiliyor muyum? Hiç mi bilinmez? Bilinir. Hiç mi bilen yok? Bilen var. Fakat halk âleminden çekilmek şartıyla. Sen kendi vücûdunda kendini ispat ettiğin müddetçe bilemezsin. Sen kendi vücûdunu kendi elinle ispat ettiğin an itibariyle bilemezsin. Neden?

Çünkü âlem-i emirden, diyor. Âlem-i halktan, demiyor. Fakat bunu şöyle hepimizin anlayabileceği bir şekle getirecek olursak, bizde muharriktir. Size anlatabileyim diye kelimesini buluyorum. Muharrik. Bizi harekete getiriyor. Onun muharrik olduğunu biliyoruz fakat tutabiliyor muyuz? İhâta edebiliyor muyuz? Gözümüzle görüp gösterebiliyor muyuz? Fakat yakinen biliyoruz.

Allah’ın azametine bak ki, bize teslim ettiği hâlde bizim elimize vermiyor. Bizi onun içine koymuş, bize o kadar yaklaştırmış fakat bize göstermiyor. “Biliyorsun ya, diyor. Nasıl ruhun seni müteharrikse, senin müteharrikinse, Ben de kâinatın müteharrikiyim.” Bir şey anlaşılıyor mu acaba? Biraz zorca ama herhalde anlaşılır. Hak ile ünsiyeti olmayan insanlar vardır da ahlak mevzûuna da bu şey gayet zaruri. Çünkü Hak ve hakikati tanımayan, ebediyet âlemini kabul etmeyen kimseye ahlaktan bahsetmek çok abestir. Gayet abes. Güler o. Kabul etmeyi bırak, güler.

Demek ki mevzûun esas noktası insan, tarifi güç olan şey de insan. Çünkü size hemen hemen her konuşmamda tekrar etmişimdir. Bir kimsenin enisi Hak olursa ona insan denir, ahlakta. İki ayağı üzerinde yürüyüp konuşana değil. Enisi, munisi, yârı, nigârı Hak. İnsan ünsten müştaktır. Kiminle ünsiyeti var? Allah ile. Şimdi herkes kendisini yoklasın, ünsiyeti ne nispette kuvvetliyse insanlığı da o nispette kuvvetlidir. Hakk’ın emirlerine ne şekilde itaat etmişse o kadar ünsiyeti vardır. Bırak şimdi onu, dedi mi ahlaka göre henüz makam-ı insaniyete çıkmamıştır, belki makam-ı âdemiyete de çıkmamıştır. E netice ne olur?

Netice, işte görüyoruz: Dün bugün içün rüya, bugün de yarın içün rüya. Ömr-ü beşer böyle süratle göçüp geçip, gidiyor. Ee, bu âleme bir şey içün gelmiş. Bilecek, bulacak, olacak. Vazifeli değil mi? Hayvan da yer içer tenasül eder, insan da yer içer tenasül eder. Binaenaleyh insanın hayvandan ayırıcı bir sıfatı yok mudur? Size şurada bir misal daha vereyim, eski konuşmalardan bir misal getireceğim.

Mevlana isminde, Türklerin büyüklerinden bir zât var. Artık herkes bilir değil mi ya? Şöhret afak-ı cihan. Amerika’da kürsüsü var. Kâinata kendini kabul ettirmiş. Kolay iş değil o. Cebr ile kabul ettirtmemiş, hilm ile kabul ettirtmiş; mânâ ile kabul ettirtmiş. Gönüller fethetmiş. Bütün insanlık âlemine aguşunu açmış. Öldüğü vakit Hristiyanlar: Bize ait adam, demişler. Museviler: Bize ait adam, demişler. Biz de hizmet edeceğiz, demişler. Muhammediler: Nasıl olur bizimdir, demişler. Bütün insanlık âlemine kendisini kabul ettirmek öyle kolay bir şey değildir. … Demek ki Hakk’ın tamamıyla sıfatlarını almış. Hakk’ın sıfatlarını aldığından dolayı bütün insanlar netice itibariyle, sıfatlarında bazı hata ettikleri olur, fakat netice itibariyle gene müracaat münacaat oraya müncer[5] olur. Öyle bir adam.

O, Mesnevi’sinin başında der ki: “İşit, işit, bak ney, ne söylüyor?” Dünyaya ilmen kendisini kabul ettiren bir insanın böyle zahirde gayet basit gibi gözüken bir kamışla nida etmesinde elbette bir hikmet vardır değil mi ya? Onda bir incelik var. Ney güzel bir seda çıkarır amma ne kadar devreler geçirir. Ney. Hayvanı yürütür. Cemâd[6] üzerinde bile tesiri olur. 

“Kamış diyor, müracaat etti. Ben de bir Hazreti İnsanın dudağına mülâki olayım. Lebbeleb[7] kalayım.”

Ona dediler ki: “Yook, sen sahrada rüzgârın tecellisi ile sallanıp duruyorsun. Bir defa o rüzgârdan kesil. Kes oradan alakanı.”

“Peki, kesin!” dedi. Kestik. “Haydi!”

“Olmaz! O uğurda sararman lazım.”

Durdu sarardı. “Verin beni bir insanın dudağına...”

“Yook! İçin senin liflerle dolu, kılçık dolu içinde. Onları iyice temizle, boşalsın o.”

“Boşaltın!” Boşalttılar.

“Peki gene verin.”

“Olmaz, o uğurda delik delik olacaksın!”

Oldu, nihayet bir insanın dudağına mülâki oldu. Oradan çeşit çeşit perdelerle nagâmat[8] ile ruha tesir edici bir eda çıktı, bir seda çıktı. 

Bununla Mevlana diyor ki: “Mânâ âleminde, maâliyat da yüksek bir rütbe, Hak ve Hakikatle bir ünsiyet tedarik etmek istiyorsun, bu suratla mı?” diyor. Anlatabildim mi acaba? Sen hevâ-i hevesâtının rüzgârında sallandığın müddetçe, seni Kudret’in huzuruna çıkarabilecek, onunla lebbeleb kalabilecek, ne şekilde sıkılmadan müracaat etmek istersin? İlk önce hevâ-i hevesâtından ayrıl bakalım. Kesil oradan. Nefs-i emmarenden boyuna manevi zehirli gaz esiyor, onunla sallanıp duruyorsun. Burnun tıkanıyor, şişiyor, kısılıyor, gözlerin büyüyor, küçülüyor, soluk tarzın değişiyor, bunların hepsinden kesil.

E kesildi. Oldu mu?

Hayır, daha olmadı, diyor. O uğurda biraz sarar.

Cihatta, sararmaktan maksat; Hak yolunda yürüyen adam, aşk yolu belalıdır, onun içün öyle demişlerdir. 

Dikeninden çekinen ellere gül vermezler. O belalı bir yoldur. Sen buna talip oldun amma, sarar ondan sonra içini boşalt. İçinde ne var? Hırs var. Bir defa tepele! Daha ne var? Haset var. Ez! Daha ne var? Buğz var, adâvet var. Buğz, gizli kin. Adâvet, aşikâre kin. Zahirde tatlı gibi gözüküyorsun amma fırsat bekliyorsun. Buğzun var, dişini gıcırdatıyorsun iç âleminde. Daha, riya var. İçin başka dışın başka. Bu lifleri birer birer çıkart, hepsini yol. Çıkar mı, çıkmaz mı? Budaklı kamış olursa zor çıkar. Şey lazım böyle, yuvarlak yuvarlak, ismini getiremedim. Onun bir ismi var onun böyle. Kabak içi değil ki bu çabuk çıksın. Kabağı bıçakla da çıkarırsın. Patlıcan içi değil. Kamışın içindeki yapışık lifi çıkarmak zor. Kabak içi gibi değil. İnsandan... Çıkar onların hepsini. Hırs! Bak kendi kendine. 

Onlar çıktıktan sonra Allah der. “Lebbeyk” der. “Emret kulum, emrine muntazırım. Sevdim de seni meydana getirdim.” Orada bir kılçık kalsın, hiçbir şey alamazsın. Haset lifini kopar at. Kıskançlık lifini kopart, patlat götür. Kendinle meşgul ol. Allah ile meşgul olan başkasını görür mü?

Rabia öyle dedi: “Hem Hakk’a muhabbetim var dersin, hem başkasına muhabbet ettim, dersin. Nasıl muhabbet bu!” der. Çıkar hepsini. Hırs, haset, buğz, adâvet, riya, şehvet, hepsini birer birer kopar at. Bak o gece kiminle yatarsın? Acaba anlatabiliyor muyum? Bunları boşalt bak o gece kiminle yatacaksın? 

Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi Hazreti Zeyd’e sordu: “Keyfe esbahte ya Zeyd. Bu geceyi nasıl geceledin? Kiminle yattın?” Bak kiminle yatarsın o vakit? Neyle dolarsın? Derya gibi nasıl cûş edersin? Bak inatçılığı nasıl bırakırsın? Boşaldıktan sonra, Hak ile senin gıdan lebbeleb kalır. O vakit güzel seda çıkar. İşte ahlakçıların, marifetullah zevkine sahip olan, lisan-ı mânâda veli denilen insanların konuşmaları, neden insan üzerinde tesir eder? Onunla yattıklarından dolayı. Orada konuşan, O.

Düşmanın ateşi o vakit sana güllük olur, güllük. Düşman der ki: “Vururum, kırarım, imha ederim!” fakat Kudret’in de kocaman bir ayeti vardır, der ki:

 [9] يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ

Hazreti İbrahim... Hak ve hakikati beyan kastı ile bütün büyük insanlar bu vazifeyle bu âleme gelmişlerdir. Ücretsiz, külfetsiz, minnetsiz, para, şu, bu, filan, hiçbir şey yok. Ne ücret var, ne külfet var, ne minnet var. Biz öyle değilizdir. Fakat daima bu sahne; celal ve cemal ile tecelli ettiğinden dolayı, bir inananın karşısında bir yığında inkâr eden bulunur. Münkir, inkâr eden, inanandan çoktur. İnkâr eden çabuk yetişir, yaban otu gibi. Lüzumsuz. Yabani ot, ne su verirsin, ne altını kazırsın, ne haddizatında ilaç yaparsın, o kendi kendine yetişir, etrafı sarar fakat bir gül yetiştir bakayım. Budayacaksın, makas elinde, etrafında toprağını değiştireceksin, şeklini yapacaksın, işte böyledir. Hakiki insan da öyle, zor yetişiyor. O canavarları utandırtacak kadar, insan şeklinde gözüken hayvan pek çoktur. O bol. Fakat insan?

[10] بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ diyor, Büyük Kitap. Ekseriyet iman etmemiştir, diyor.

[11] مَا قَل۪يلًا تَذَكَّرُونَ diyor. Bu incelikleri arayanlar; azdan azdır, diyor. Tam Türkçesi böyle çıkar.

 تَذَكَّرُونَ قَل۪يلًا  Kalil; az demek, bir de  tenvin var üzerinde, o kaideyi bilenler daha iyi anlar. Azdan az. İşte ahlak bu azdan az sınıfa adamı sokar. Anlatabildik mi acaba? Ahlak, azdan az olan sınıfa sokar.

Hazreti İbrahim de insan yetiştirmeklik hususunda; ücretsiz, külfetsiz, bir mânâ davasının peşinde koşarken, Nemrut nihayet ateşe atmaya karar verdi. Ateşe. Meydanlığa yığdılar odun ateşi, Nemrut’ta hazırlandı, ateşe atılırken Hazreti İbrahim hıllet[12] makamında idi. İbrahim Halilullah, deriz. Halil, hıllet muhabbette şirketi olmamak demek. Anlatabildim mi acaba? Hılletin mânâsı, muhabbette şirketi olmamak. Biraz daha Türkçeleştir. Gönlünü nereye bağlamışsa o bağladığının yanında bir tane daha ortak yok. Muhabbette şirketi yok. Onu sahne-i şuhûtta Allah ispat ettiriyor.

Ateşe atılırken manzume-i kuvvâ-i İlâhiden olan Cibril, memuren geldi. Hükümet-i İlâhinin büyük sefiri. Bir ismi de Namus-u Ekberdir, Cibril’in. Niye acaba o ismi? Allah ile Enbiya arasındaki muameleyi hiçbir zerreye ifşa etmemiş. Onun içün, Allah ismini “Namus” koymuş. Bundan da bir “namus” anlıyorsunuz değil mi ya? Bunu söylemekten, “namus” mefhûmunun ne olduğunu anlatmak istiyorum.

“Memurum, dedi. Rabbim tarafından geliyorum. Emrine amâdeyim, emrine amâdeyim.”

“Ne olacak?” dedi İbrahim.

“Ne istersen o olacak?”

“Benim buraya atıldığımı biliyor mu?”  “Bilir.”

“Görüyor mu?” “Görür.”

“Seni niye gönderdi? Ben kimseyi istemem aramda! Ben yalnız gönlümü O’na verdim.”

Bir şey anlatabiliyor muyum?

Ya, seni niye gönderdi? Kendi gelsin.”  Onun üzerine, işte deminki söylediğim:

 يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَ

“Ey ateş, ey ateş, ateşliğini kaldır.” Arkadan bir selam kelimesi getiriyor. Soğuk olursa soğuklukta birdenbire imha eder. “Selametli bir soğuk ol. Salim bir soğuklukla tecelli et!” O ateş gülistan oldu. 

Nemrut ölmüş müdür, zannedersiniz? Her asrın Nemrudu vardır. Nefsin de bir Nemrut’tur. Hak ve hakikat düşmanı da başta büyük bir Nemrut’tur.  Allah düşmanı Nemrut’tur, insanlığın düşmanı Nemruttur. Nemrut kalkmaz, İbrahim de kalkmaz. Acaba anlatabiliyor muyum? Bu pazar öyle. Ne İbrahim’sizdir ne Nemrut’suzdur, ikisi beraber mevcûttur. Fakat muhabbette hıllet makamına çıkacak olursan, o ateş sana gülistan olur, o düşmanın düşmanlığı da haddizatında Nemrut’un ateşi gibi ateş olur ki o ateşten asım[13] kalırsın. 

Niçün İbrahim yanmamıştı? Yanmazdı, çünkü vaktiyle aşk ateşiyle yanmıştı. Yanan bir daha yanar mı? Yanmış kömür tekrar yanar mı? Yanıyor ateş halinde, yanmış. Yanarken tekrar nasıl yanacak? Zaten yanmıştı. Aşk ateşiyle yanmıştı, Nemrud’un ateşi onu yakamazdı. Yanmadı. İşte ahlak, insanı bu kadar zevke kadar teâli ettirir. Çifte gaye ile yol almanın imkânı olmadığını anlattırır. Hayatta zulme divan durma, der. Hayatta zulme divan durma! 

Mânâ üzerindeki tecellisini anlatırken, hem ahlaktaki tekâmüle ait bahisleri söylüyoruz, hem de bugün bayram olması dolayısı ile onu yâd etmek istiyoruz. Hepimizin bu büyük mânâ bayramı mübarek olsun. Bahsedeyim mi size ondan?

İnsan… Makam-ı hayvaniyetten, makam-ı âdemiyete kadem bastı mı -kelimeler ıstılâhidir sakın bir şey mânâsı, küçüklük mânâsı anlamayın- Makam-ı hayvaniyet deyince yani bir hakaret mânâsına değil, duygusuz bir yaşayıştan, duygulu bir yaşayışa doğru yürüdü demek, Türkçede. Hayvan demek, yaşayan demek. Hayatta, yaşayan. Yaşamanın birçok şekilleri var. Bir böyle gelir, üüüü. Gel derler, gider. Boş avare, biçare, bipare, yüzü kare… Bir de dolar gider.

Malum ya dünya denilen yer, bir mezraa[14] bir kal’a[15]. Ahiret harman, darü's-selamı var, dârü'l-cezası var. İki tarafa da erzak dolacak. Bak hesabına, ne almışsın, ne götürüyorsun? Onun içün İmam-ı Ali öyle der, Hasaneyn Hazretlerine. Cenâb-ı İmam Hasan ile Cenâb-ı İmam Hüseyin’e son şehadetinin son anlarında: “Size birkaç cümlem var.” dedi. Vasiyetinde vardır bu.

“Nur-u aynım, Hasaneynim, siz benim timsal-i zî-şerefimsiniz. Nur-u aynım, Hasaneynim, siz benim timsal-i zî-şerefimsiniz. Hacet mess[16]etmedikçe bir işin peşinden koşmayın.” Ne kadar mühim bir söz. İnsanların yüzde sekseni bundan yıkılır.  Hacet messetmedikçe bir işin peşinden koşmayın. Kavval olmaktan ziyade faal olun. Söz adamı olmaktansa iş adamı olun.” Vardır öyle bazı insanlar, üüüü. Orta yerde bir şey yok. Kabuklu cevizin sesi çok çıkar. Çuvaldan boşalt kabuklu cevizi, şıkır şıkır, şıkır şıkır… İç cevizin hiç sesi çıkmaz. Ufak su, kapının önünden akarken sabaha kadar şıkırtısı olur, nehir akar, hiç sesi çıkmaz.

Hacet messetmedikçe bir işin peşinden koşmayın. Kavval olmaktan ziyade faal olun. Dünya hezar aşina bir acuzeye benzer. Yüzlerce insanla düşüp kalkan bir fahişeye benzer, diyor. Türkçesi bu. Dünya, yüzlerce insanla düşüp kalkan, bugün sana güler yüz gösterir, sana güler yüz gösterirken gözünün ucuyla diğerine bir yüz gösterir, kaşının bir tarafıyla birisine yüz gösterir. Dünya öyle, diyor.

Hezar aşina bir acuzeye benzer. İkbalinde hud’a idbarında fecia gizlenmiştir. Bakarsın ki büyük bir masa ikbal, büyük bir kasa ikbal filan. Hile vardır içerisinde. Hile, hile! Neticede iki gözüm, ne kadar olursa olsun, arı kovanını doldurduktan sonra tütsü yaparlar da kovarlar. Anlatabildim mi? Arı kovanını balla doldurdu mu yedirmezler ona. Bir tütsü yaparlar, yallah! Adamın elinden balını alırlar. Allah çalıştırır, çalıştırır, neye sahip olsan yine alır. Yalnız almadığı bir şey varsa imandır. Ondan mâadâ tütsü yaparlar arıyı… Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Hezar aşina bir acuzeye benzer. İkbalinde hud’a idbarında fecia gizlenmiştir. İdbarında.

İbn-i  Esed namında bir emir var, gayet de irticalen[17] konuşan. Yerini birisi almış. Bin sene evveli gelen hükümdarlardan biri. İzini kaybetmiş, yakalanırsa imha edilecek, sahra-i beyâbanda gezer durur. Bir gün uyumuş bir çayırda, bir yerde işte o bir sahrada. Kudret’in işleri acayip, gelmiş hâşâ huzurdan bir eşek işiyor, uykuda ama o. Yüzüne şakır şakır, işiyor. Birdenbire açmış, derhal diyor ki:

Lev ekbelet ba’del hamâmi ala’l-vetedi
Lev edberet ba’l el-himâri ale-ibn-il Esedi 

“Ey ibn-i Esed, gücüne mi gidiyor, gitmesin. İkbal zamanında süslü sütunlar üzerinde güvercin civcivi çıkarmaklıktan zevk alırdın. Şimdi de idbarındır, geldi eşek yüzüne işiyor. İşe, işe!” diyor. Anlatabildim mi acaba?
Lev ekbelet ba’del hamâmi ala’l-vetedi
Lev edberet ba’l el-himâri ale-ibn-il Esedi 

Öyle, dünya böyle. Bir zevki alamamışsan bir şey yok orta yerde. Bir yerden bir zevk alacağız. Hezar aşina bir acuzeye benzer. İkbalinde hud’a idbarında fecia gizlenmiştir. Binaenaleyh perde-i gaflet açılmadan, kudret elden gitmeden, zamanı fırsat bil, ferda-i maâdın içün zat-ı zahire topla. Deminki söylediğim şeyi açıklıyorum şimdi. Ferda-i maâd ikinci hayattır. Yarın ikinci bir hayata gideceğiz ya biz, gene böyle buluşuruz inşallah. Değil mi böyle böyle gelip gidiyoruz

“O kadar çok çalış ki! (Öyle buyuruyor) Ne benim Aliyyü Haydar olduğuma güven, ne ceddinizin Habib-ü Hudâ olduğuna güvenin. Sizden istediğim o huzura gittiğiniz vakitte: Ya Rabbi, verdiğini yerli yerine kullanmaklık içün olanca takatimizi sarf ettik, diye alın akıyla çıkın. O vakit biz iftihar ederiz.” Bir şey anlaşılıyor değil mi buradan. Ne kadar rikkatli. Hâlbuki o zevatın, vasiyet etmiş olduğu o büyük insanların hakkında Kur’an’da sarahat-i nas vardır. “Tertemiz ettim” der Allah. Öyle olduğu hâlde, elinde fermanı olduğu hâlde, fakat mâdâmı ki bizi sevmiş, sevdiğimize karşı lazım gelen vus’atımızdaki şeyleri sarf edelim. 

Buraya nereden girdik? Bir kimse makam-ı hayvaniyetten, makam-ı âdemiyete kadem bastı mı… O ne demek? Şuursuz yaşarken yalnız yiyip içip, yatar kalkarken, birdenbire: “İyi ama gelmede gitmede ihtiyârım yok.” Eski konuşmalarımda tekrar ettiğim gibi: İnsanı, Kudret bu sahnede herkesi bir caddede yürütür. Herkes, şah da geda da emir de reis de hadim de hizmetçi de, herkes. Bir sokakta yürütüyor, şimdi Allah... Herkes yürür mü? Evet. O kadar süratli yürütür ki, süratından duruyor mu yürüyor mu farkında değildir.

Sürat adamı başka türlü gösterir. Misal vereyim mi size? Vereyim. Bir ateşi bir ipin ucuna bağlayın. Süratli bir hareket-i devriye yapın, daire halinde gözükür ateş. Hâlbuki o bir noktadır. O bir noktamızı, koca bir daire gibi görüyoruz. Bir şey anladınız değil mi? Ateşi şöyle bağla bir ipin ucuna, ona bir süratli hareket-i devriye yap, bu kadar küre halinde bir ateş görürsün. O senin galat-ı rüyetindir.

Yaşayış tarzında da senin yaparım ederim demen, galat-ı rü’yetindir. Hiçbir şey yapamazsın kardeşim! Her şeyi yapan Allah’tır. Gönlünü O'na bağlamadıkça, O sende tecelli etmedikçe, seni sende kendisi kullanmadıkça, sen bizâtihi hiçbir şey yapamazsın. Mâdâmı ki ölümü öldüremiyorsun, daha ne konuşuyorsun! Uykuyu daha önleyemiyorsun sen. Gece gelince bak uyuyorsun değil mi? Uykudan ders almayan, hiçbir yerden ders anlayamaz. Uykudan ibret alamayan hiçbir şeyden ibret alamaz. Uyku. Kitab’ında Allah, öyle der.

[18] اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Mânâsı nedir, biliyor musun? “İyi düşünenlerinizle tenezzül ediyorum Ben, biraz konuşayım.” diyor Allah. İyi düşünenleriniz. Size çok sefer söyledim ya bunu, münasebet aldı da tekrar ediyorum. “Size ben uyku denilen bir hâl verdim.”

 اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ.

İlâ âhirihi. “Bir hâl verdim. O hâli verdiğim vakitte sizin neyiniz varsa alıyorum.”

Öyle değil mi? “Uyku” Onun içün her anı insan ibret bilmeli. Geceleyin bir sahra-ı beyâbanda yahut bir zirvede nısfül-leyl de şöyle durursanız; Allah, siyah çadırını hilkatin üzerine çekmiş, zalim bir tarafa sızmış, mazlum bir tarafa büzülmüş. Uyumayan, uyuklamayan yalnız kendisi. Hâkim de mahkûm da bir vaziyette. Kalkmış ara yerden fark. O ne mühim iş o. 

“Onu verdiğim vakitte senin elinde neyin varsa alıyorum. İlmini alıyorum, şuurunu alıyorum, aklını alıyorum, masanı alıyorum, kasanı alıyorum, kuvvetini alıyorum, bilgini alıyorum, bütün mesleğini alıyorum, bütün sıfatlarını alıyorum.” Hiç kimse var mıdır uykunun ne olduğunu bilen? Nereden bilecek? Neden bilmez? Havasını alıyor da onun içün bilmiyor. Onu bildirecek havastır, onu da alıyor. “Bahr-ı umman-ı ehadiyetime atıyorum. Fakat öyle bir atışla atıyorum ki...”   

Ne senin cehlini benim ilmime yahut benim cehlimi senin ilmine, ne senin ilmini benim cehlimle karıştırmıyor. Bizim toplamamız gibi değil. Biz nüfus kâğıtları kayboldu deriz; dur bakalım yarın bulur, şunun arasında bunun arasında, öyle aramak falan yok. Yakaza hali geldiği vakitte; buyurun ilminiz, buyurun masanız, işte karınız, işte kocanız, işte çocuklarınız, diyerek de veriyor.

“Bir gün vermezsem. Vermediğim zamanın adına ecel-i müsammâ diyorum. Verdiğim zamanların adına da uyku diyorum.” Acaba anlatabildik mi?

“Bir gün vermezsem.” Eee ne diye sen haddizatında insanlığı inletirsin? Neden ben yaparım diyerekten ortaya kalkarsın?
Evet, ahlakın son rütbesine girer, mânânı orada itmâm[19] ettiğin vakitte Kudret; Firavun’un kafasındaki [20] اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ davasını -o büyük zalim ki dokuz yüz bin küsur masumu haddizatında birden zebh[21] etmişti- o büyük davayı, o büyük kuvveti, zahirdeki kuvveti, Musa’sının elindeki çobandeğneği ile yıktı. Fakat değneği kim kullanıyordu? Kendi (mi) kullanıyordu? Acaba anlatabildim mi? 

Cenâb-ı Muhammed aleyhissalatı vesselam, Hira dağından لا اله الا الله davasını tek başına açmıştı. Bütün hısımlar hasım olmuştu. Hazreti Muhammed’in düşmanı mevzii değildi. Bunu, tarih burasını iyi anlatmıyor. Peygamber’in zanneder misiniz ki düşmanı mevzii idi? Yani böyle bir ufak. Hayır!

Dünya da iki büyük kuvvet vardır. Bugün de öyledir. Daima dünya öyle idare olunur. Biri celâl, biri cemâl. Allah’ın idaresi öyle. Zahirde şu bu yapıyor fakat işin içerisinde Kudretullah öyle yapmıştır. En büyük varlık o vakit Bizans, bir de Kisra var, şey Kayser, Kayserle Kisra işte. Zerdüşt hâkimiyeti, Bizans hâkimiyeti.

Kisra, Yemen Valisi Bâzân'a mektup yazmıştı. “Orada birisi çıkmış, derhal ensesinden kelepçele bana gönder.” Buradan Kayser, Suriye’ye emir vermişti, “Orada birisi türemiş onu şey et!” diyerekten. Hısımlar da hasım olmuş, bütün dünya sekenesi bir şahsa. On binlere, yüz binlere değil. Acaba anlatabiliyor muyum? Yirmi üç kişisi vardı o vakit Hazreti Muhammed’in. Dünya da iki buçuk milyar insan besler. İki buçuk milyar insan başlarındaki amiri ile beraber bir şahsa ilan-ı harp etmişlerdirdi. Evinde tamamıyla suikast hazırlanıp, şeyi çevrildiği vakitte: “Çık buradan filan yere gideceksin.” dedi. Çıkarken hepsi böyle uyanık duruyorlardı. Fakat elinde bir avuç şeyle sed[22] oldu kimse farkında değil. Onun üzerine Allah haber gönderdi:

 [23]  وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ

O elde atan el, Benim elimdi.” diyor. Anlatabildim mi? “O elde atan el, Benim elimdi.”

Binaenaleyh, gaye-i mutlak olan bir nâmütenâhi etrafında toplanmadıkça, bütün sözler hiçtir.  Bu inceliklerin farkına varıp, geliş ve gidişteki gayeyi duyanlar, duyan insan, konuşmaya başladığım vakitte söylediğim cümleleri tekrar eder. “Kimim ben?” der. “Ben nasıl zahir oldum bu âleme? Kimim? Kendim mi kendimi yaptım?”

Kendisini yapan her şeyi yapar. Kaideyi külliye. Böyle çok azamet satan insan karşına gelirse, bir zalim filan bir cabbar. “Ne zorluyorsun, de. Kendini kendin mi yaptın? Muhitin mi yaptı?” Düşünür: “Muhitim benden aciz, icabında.” Bu işlerle bocalarken içinden bir seda duyar. “Ebed, ebed” sedasını duyar ve “İnan!” derler. Anlatabiliyor muyum acaba? İşte o inanmanın adına da iman denir.

Bazı böyle iman kelimesi her yerde konuşulur. Üç-dört kelime sû-i istimâle uğramıştır. Her vakit söylüyorum, biri iman kelimesi. Efendim o imana bak. Ne, acaba nedir imandan maksadın? (O dördün) biri. Vicdan kelimesi, iki. Biri vazife kelimesi, üç. Bir de münevver kelimesi, dört. Oldu, dört. Bu dört kelime insanlar arasında sû-i istimâle uğramıştır.

İnan, aslına inan, der. İnanır, inanmak kâfi değildir. İnandığına teslim ol, derler. Anlatabildim mi acaba? O inanmasıyla iman çıkar. Teslim olduktan sonra İslam çıkar. Teslimiyetten sonra, inandı bak iman makamı, ondan sonra teslim oldu. İman ettiği dakikadan itibaren hile kalkar. İmanın ölçüsü bu. Yalan kalkar, çünkü bir yere inanmışsın bir yere hesap vereceksin. Yalan söyleyebilir misin? Yalan söyledi mi iman yoktur. Sapır sapır dökülüyor bak.

Ama nasıl yok efendim? O yedi defa hacca gitti, bin defa gitsin, faydası yok! İman yok. Ne güzel söylemiş dedemiz;  Eşek, Kâbe’ye taş taşımakla hacı olur mu? demişlerdir. Ya. Bizim darb-ı meseldendir[24] o. Ecdadımız her şeyi bilir de. Öyle öyle. Eşşek Kâbe’ye taş taşımakla hiç hacı olur mu? İnsan da yalan söylerse hiç imana girer mi? Yalan yok. Zordur zor.

Bizim bu mânâmız bu, zevklidir amma biraz da zordur. Aynı zamanda zorluğun içerisinde tatlıdır da. Yalan yok. Hile olmaz ki iman kusar. Ya yalan gidecek, ya iman gidecek, ikisi bir kapta olmaz, diyor. Beşeriyetin Fahr-i Ebedisi öyle dedi: “Ya yalan gider yahut iman gider.” İman biraz çabuk gidermiş, istifa, istihza, öyle istiskal, katiyen tahammülü yok. Derhal gidiyor.

[25] كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ  Nazm-ı celilde öyle gelir.

 كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Hepimiz bir huzurda toplanacağız ya. O toplandığı vakitte herkesin efali önüne dökülecek. Vücûd bulacak böyle. Mesela öyle der. Güzel konuşmalar, iyi sohbetteki konuşmalar, insanın ruhundan doğan çocuklardır, onları huzura getirecekler. Kötü cümleler de insanın piçleridir, onları da getirecekler. Çocuk veled-i sahih de olur, veledi gayr-i sahih de olur. Acaba anlatabiliyor muyum? Hileli sözlerden meydana…

Onları Kudret hepsini muhafaza ediyor, hepsine can verecek onların, hepsine. Zaten ölürken hepsini görür. Çok fena şeymiş. Gözü unutturuyor da Hudâ, kulağın işittiğini unutturmazmış. Ne kadar zor iş, tam vuslat anındasın, ne kadar çirkin işitmiş olduğun şeyler varsa hepsini vücut buluyor. “Önüne dikerim” diyor. Bir yandan zaten hayattan çekiliyorsun. Azl oldun, emri gelmiş. Biri de bütün çirkinlikleri işitmişsin vücûd bulmuş, karşında duruyor. Onlara: “Çekilin de ben Hakk’a gideceğim!” diyecekken, o kolay bir iş değil ki o!

Onun için öyle der. “En son tatile uğrayan aza kulak.” İşitmeklik yani ya. Çünkü vahiy sem’a bağlı olduğundan dolayı; göz gidiyor, eller gidiyor, her şey gidiyor, yalnız kulak tetikte. Dikkat ederseniz, ölenin de kulağı böyle durur daima. Anlatabiliyor muyum bir şey? Yaa, onun içün dinleme!

Bizde de o âdet var. Nasıl dinlemezsin, ufacıcık bir şey ortaya atıldı mı, çirkin bir şey gıdıklar, etrafında gezinir. Safsa da biri “Eşeledim onu der, ben onu söylettim.” E ne oldu? Elli kilo geliyordun, elli bire mi çıktın? Yüz liran vardı yüz bir liran mı oldu? Kötü bir şey öğrendin de ne oldu kardeşim? Kilon mu arttı? Paran mı arttı? Var mı böyle bir şey? Gıdıklar, tecessüs[26] eder. Zanlar yürüttürür. Büyük Kitap öyle diyor. “Zan olduğu müddetçe Benimle yakınlığınız yoktur.” diyor. Sen niye âlemi zannın altına alıyorsun sen?

Cenâb-ı Peygamber’in âdet-i seniyesindendir. Hiç o sünnetleri biz yapmayız. Hiçç, bizde öyle sünnetler yoktur. Hep böyle acayip, acayip sünnet diyerekten, sünnet olmayan şeyleri yaparız. Birisini yanında şikâyet etmişler, kaşlarını çatmış: “Ben onu çok severdim.” demiş. Zem ediyorlar yani, şikâyet değil de aleyhinde bulunuyorlar. “Çok severdim ve benim sevdiğimi de sizin bilmenizi isterdim.” demiş. Bak sözü nasıl kesiyor. Birisini daha şikâyet etmişler. “Öyle bir sıfatı vardır ki yalnız Allah’a yakışan bir sıfattır, gayet cömerttir, yarın yüzünüz kara kalır.” demiş. Anlatabildim mi?

Onun çirkin bir sıfatını söylerken, onun diğer bir güzel sıfatını ortaya koyaraktan o çirkinliği yıkıyor.  Fakat biz daima gönüller birbirine buğz içerisinde güler yüzler sahte, içten hiç kimsenin kimseye itimadı yok. Acaba şöyle mi, böyle mi? Daima tetik üzerine, hani diken üzerinde diyoruz ya hepimiz de diken üzerinde yaşıyoruz. Niye? Birbiri ile uğraşan camia hiçbir vakit kendi üzerinde yaşayamaz ki. Diken üzerinde yaşar.

Dedikoduyu cehil meydana getirir. Cahiliz, onu itiraf etmeli. Dedemiz dünyaya ilim vermiş, ilimlere mevzûu, sanatlara model vermiş. Biraz evvel söylemiş olduğum Mevlana, muafiyet serumunu keşfetmiş. Şey, Mevlana. Dedeni sen biliyor musun? Dünyayı fethetmiş. Deden dünyayı fethetmiş. Az bir zaman içerisinde az.

E cahil kalınca insanın ne olur işi? Elinde işi olmayan adam ne yapabilir? Dedikodu yapar. Elinde işi olmayan adam iyiyse uyur, kötüyse dedikodu kapısı arar. Dedikodu yapmıyor, iyi o da uyur. İşi yok çünkü. Geceleyin hilkat uykusuyla, gündüzün de gaflet uykusuyla, uyur. Ne vakit uyanacaksın? Onun içün sarhoşluk, gece ile gündüz arasında ayılan sarhoşluk bir beladır fakat en büyük bela da gaflet şarabıyla mest olup da ölürken uyanmaktır, ayılmaktır. Evet, sarhoşluk bir beladır, sekir[27], nihayet yirmi dört saat sonra ayılırsın fakat bir de gaflet şarabı vardır ki, onu içtin mi yalnız ölürken ayılırsın. O vakitte faydası yok, zaman yok artık. Onun içün öyle diyor.

 كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Toplandığı vakitte: Ver, Benim hakkımı, der Allah. Ben sana sayılı nefes vermiştim ver, nerede tükettin, söyle? Şu nimeti vermiştim, kime infak ettin söylesene? Şu kuvveti vermiştim, hangi zalime karşı kolunu siper yaptın anlatsana?” Bunların karşısında başlar, diyor. “İnkâr etmekliğe.” Malum ya insanın aczi daima inkâra götürür. Beşerde bir hasletlik.

 كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Dinliyor çünkü bütün âmme[28]. Allah’ın mahkemesinde hafî[29] celse yoktur, hep aşikâre. Hiç yapmıyor hafî celse. Yoook, diyor. Hafî celse yok. Aşikâr.

 كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Hiç dedikleri gibi değildir, diyor. İrtikâp ettiler, irtikâp ettiler, nihayet benim öz elimle yapmış olduğun çerağ-ı iman, ‘Aman beni çıkar!’ dedi çıktı. Hepsi yalan.”

Ahlakın da en mezmum tuttuğu şey nedir? Yalandır değil mi ya? Çünkü yalan oldu mu temel yıkılıyor. Yalan bütün yapılan işin temelini yıkar. Temel yıkıldıktan sonra üst kat altı üstüne gelir. Anlatabildim mi acaba? Yalan bütün hadisedeki temelleri yıkar. Temel yıkıldı mı istediğin kadar katı yükselt. Ruup, altı üstüne gelir. Tutmaz. Ve ahlak ilk önce -her vakit söylediğim gibi- insana, bu sıfatından başla kendini ıslah etmeye, der. Bunu ıslaha çalış, der. Çünkü bütün fenalıkları insan, yalan dokumakla meydana getirir. Değil mi? Herhangi bir çirkinlik yapılacağı vakitte; şöyle olursa böyle derim, şöyle olursa böyle karşılarım, şunu şöyle önlerim, bunu böyle önlerim.

Yalan tezgâhında dokudu, ondan sonra o fenalığı yaptı. O kalktıktan sonra neyi dokuyacaksın? O kalktı mı Allah’ın istediği gibi adam olur. Allah’ın istediği gibi adam, insanlığı kuşatır. İnandı, teslim oldu. İnanmak başka, inanma bahsinde bir defa bu sıfatlar gidiyor. Bunlar gittikten sonra teslim oluyor. Kime? O’na. Kaza-i İlâhi. Teslim olmak demek; Allah’ın kaza-i İlâhisinden razı ve hoşnut olmak, demektir. Kendi hakkında ne yapmışsa ona “Ben bilmiyorum” der. “Teslim oluyorum.”

Bunun misalleri vardır. Çocuk, mini mini bir yaşında, bak eline verdiniz bir çikolata; emerken, yalarken, yerken, neyse yolda düşürdü, yanında da -hâşâ huzurdan- koca bir balgam var. O, onu hiç görmez o. Onu almaya çalışır. Çekersin böyle çocuğu. Ona karşı merhametin yok da mı çekiyorsun? Merhametinden dolayı çekiyorsun. Şefkatinden dolayı. O dinlemez, birdenbire atılır. Aldı mı eline bir tane vurursun, şak! Çikolata gider, canı yanar, başlar ağlamaya. Sevmediğinden dolayı mı? İstemediğinden dolayı mı? Sevdiğinden, bağrına bastığından dolayı da vurursun

Allah bu âlemde insanları inletir, inletmesinde illet, hikmet vardır. Onu biz bilmeyiz. Hiç kimse bilmez mi? Bileni de söylemez, söylerse adamı atıverirler. Hükümet-i İlâhinin sırrı meydana çıkar mı? İnsan dünya hükümetinden bile bir sırrı meydana çıkarsa derhal idam ederler. Yaa, hükümet-i subhaninin sırrını ifşa etti mi adamın derhal… Sonra ind-i İlâhide kulların mevkileri de acayiptir. Hasenatûl ebrar seyyiâtûl mukarrebin, diyor. Ebrarın iyiliği hasenesi, güzelliği, mukarrebinin yanında seyyie olur, Allah yanında. Tuhaf tuhaf işler var. Sınıf sınıftır. Ebrar kim? Onun da tarifini yapmıştır.

 [30]    لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ

“Sevdiğini Benim hesabıma vermedikçe sen ehl-i birr’den olmazsın.” der. “Sevdiğini Benim hesabıma vermedikçe…” Neyi seviyorsun? Canını da seversin, onu da vereceksin. Acaba anlatabildim mi acaba? O ebrar büyük bir sınıf. Onun üstünde bir sınıf daha var. Mesela bir ceket yahut bir kat elbise, birini giymişsin filan. Ee İyi ama diyorsun,  vereyim diyorsun. Bir tane yepyeni yaptırmışsın. İcabında onu ona tercih ederekten ver.

“Sevdiğini vermedin!” diyor. Yaa, ağır, sevdiğini vermedin ki! İmtihan ağır? Yedi yüz liraya bir palto yaptırmışsın, biri gelmiş "Şey'en lillah, şu benim şu eski paltoyu çıkarsana ona, ver ona.” Evet, onun bir ecri var, bir mükâfatı var ama ebrar defterinde değilsin. Ebrarda değilsin. “Sevdiğini vermedikçe, benim hesabıma” can da dâhil buna. Böyle olmakla beraber, mukarrebinin. Bir dostun olur azizim, bu insanlık âleminde bile var. Bir şöyle böyle görüştüğün bir ahbabın olur, bir de hususi bir dostun olur. O ahbabın birçok şeyler yapar hiç nazar-ı dikkatini celb etmez, fakat onun yaptığından değil, bir söz üzerinde ufak bir titreme olur, hukukunu kesersin. Niçün? Onu dost ittihaz etmiştim, bana bunu yapmamalıydı, dersin.

Seyyid Nesimi’yi Hak ve hakikat uğrunda idamına karar verip taşladıkları vakitte, cebr etmişler, mecburi kılmış o günün kadısı melun. “İlla recm olacak, taşlanacak bu!” demiş. Herkes bir şey atacak. İmkânı yok. Bir dostu da gelmiş; mecburiyet var, adamı götürüyorlar, hücum etmeyeni. Bir gül demeti getirmiş, atmış. Başlamış Nesimi ağlamaya. “Onların taşından ağır geldi!” demiş. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Onların taşından çok ağır geldi, demiş. Böyledir o. İnsanlık âlemi acayiptir. İnsanların taşından bu gül demeti daha ağır geldi! Yoruldunuz mu? Daha mevzûa bile girmedik. Ne acayip vakit geçmiş.

Teslimiyet; kaza-i İlâhiden razı ve hoşnut. Naz makamında kendisini kendisine şikâyet edebilir. Naz makamında. Şimdi insanlar, evde buzdolabı bozuldu ne yapacağız diyerekten, üüü büyük hastalık geçiriyormuş. Buzdolabı bozulmuş! Mükeyyifâta[31] taalluk eden bir iş demektir.  Buzdolabı, hastalık gibi bahsedilir mi? Terkos’un[32] suyu çıktı çamaşırımı yıkayamadım, der. Ama hikâye hâlinde bir de bir gaye hâlinde. Hikâye ile gayeyi ayırmalı. Bir hikâye hâlinde bir de gaye olacaktı, bu gaye. Haart duruyor, e canım yarın yıkarsın.

Kudret, o teslimiyeti insanda gördüğü vakitte diyor ki: “Hem bana inandın hem de teslim oldun. Gel seninle ünsiyet peyda edelim, seni insan yapayım Ben.” İnsan işte o vakit oluyor. İnsan olunca:

[33] اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَة Seni yer üzerinde kendi yerime kaîm kıldım. Seni esrâr-ı zâtiyeme agâh ve sıfat-ı İlâhime layık can yaptım.

İşte Hazreti İbrahim’de teslimiyette bu şekilde Hudâ’ya. Beyanatta bulundu, teslim oldu. Teslim olunca hıllet rütbesi verildi kendisine. Ve bu teslimiyeti de beyanı, ilanı ve neticesi Kurban Bayramını meydana getirdi. Anlatabildim mi acaba? Bunu söylemek istiyordum. Kurban, yakınlık demektir, lugatta. Tesniye[34], iki yakınlık. İbrahim, hem sureti ile yaklaştı, yakın oldu hem sireti ile yakın oldu. Nasıl oldu?

“Ya Rabbi, senden başka bende gaye yok ben tamamıyla teslim olmuşum.” deyince, Allah’ın imtihanları vardır. İmtihan eder insanı. Kim içün? Kendi bilmez mi? Hayır, bütün mevcûdâta: “Bak benim böyle bir insanım var.” Bir de O’nun insanlara karşı: “Ben teslim olmuş, Hakk’a yaşıyorum deme, dikkat et İbrahim gibi misin?” Yoksa kendisi Âlim-u Habîr. Beni bana anlatmaklık içün, beni kâinata göstermek içün imtihan eder.

Mesela Hazreti Yusuf’un kıssası; sabrın, affın, iffetin, ne olduğunu gösteren bir kıssadır. Bir adam sabırlıyım, derse: “Yusuf gibi misin? Bak, söz istemem, ben” der Allah. Ölç kendini afif, namuslu adamım, bak Yusuf gibi misin?

Zeliha on sekiz yaşındaydı, Yusuf da on dokuz yaşındaydı, Zeliha bütün kâinatın hükümdarının tek bir kızıydı, kisranın kızıydı. O vakit yalnız o galip gelmişti bütün dünyaya. Bir tek, dünya onun mukadderatı bir tek adamın elinde olan kimsenin kızıydı. Mısır’ın azizinde bulunuyordu.

Kapıyı kilitledi. “Bana rağbet edeceksin!” dedi. Yusuf’a dedi ki: “Neden çekiniyorsun kimse yok. Sonra ben esasen kâinatın sahibiyim yahu, kimse de olsa, dedi. Benim dediğimle oturup kalkacak dünya, bilmiyor musun?”

Hakikaten de öyle. Babasının yed-i[35] idaresinde, zahirde.

Yusuf cevap verdi: “Sizin dediğinizle oturup kalkmaz, bütün kâinat değil mevcûdât yed-i kudretinde olan ve aramızda bulunan birisi var, O’ndan gizleyemezsin!” dedi.

“Kim?” “Allah!”

“Hah, böyle olur musun?” diyor bak. “Görüyor musun?” diyor. 

Afüvv, kaza-i İlâhiyeye teslim. Tabi biz bunları yapamasak dahi üzenmek de bir nimettir. Kardeşleri resmen sattılar. Kuyuya attılar, çıkardılar, sattılar. Tav’an önüne geçtiler. Çıkardıktan sonra kuyudan:

“Bizim kölemizdi. Bize bunu, ya ver ya parasını ver.”

Çünkü kardeşleri dedi ki: “Yusuf’un veçhinde bir nur var, kendisinde bir kabiliyet var. Bunu katiyen vermez, bunu götürürler satarlar. Biz bundan para alalım bari!” dediler. Büyük bir para aldılar.

Alan kafile de: “Bir kâğıt verin, dedi. Ya belki birisi yakalar, gene birisi çıkar sizin gibi...”

Evet, verdiler kâğıdı, o kâğıdı verdiler.

Biraz durakladı Yusuf.

Kafilenin reisi dedi ki: “Niye durakladın?”

“Müsaade ederseniz, dedi. Eski efendilerimdir, bir helallik alayım.”

“Git!” dediler.  Koştu, geldi, çağırdı kardeşlerini.

“Sizde kabahat yok. Bu esrâr-ı kaderden kimse agâh olmamıştı. Sırr-ı kader, beni buraya getirdi. Pederin dediği olmadı, kaderin dediği oldu. Bir zahırda yattık, baba zahrında, o hak vardır. Elinizi öpeyim de ayrılayım, göremeyeceğiz.” dedi. Ellerini öptü. 

Nasıl diyor, Allah. Yapabilir misin? Ha, yapabilir misin? İşte afüvv bu. Yoksa birisi ile hukukunu kesmişsin de ara yerden zaman geçmiş, şu geçmiş filan. “Canım yapmayın, etmeyin, affedin birbirinizi!” diye, onlar da iyi şey ama afüvv bu. Afüvv bu. O nasıl oluyor? Lifler söküldükten sonra. Hani lif var ya hepimizin içinde. Onların hepsi çıtır çıtır koptuktan sonra öyle oluyor insan. Bizde lif dolaştı, sökülmez. Tek değil ki tek, karıştığı için böyle birbirine... 

Ondan sonra kıtlık oldu, kıtlıktan sonra babası gönderdi, Yakup. Öbür kardeşlerine:

(şöyle uzatmayayım ben de)

“Tanımadınız mı beni!” dedi. Tanımadılar. Onların verdikleri, köle diyerekten sattıkları...

“Bu imzaları tanır mısınız?” dedi. Hepsi önüne baktılar. Onların o bakışından çok müteessir olmuş. Ve onun üzere diyor ki:

 [36] لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ     “Allah’ıma yalvaracağım, size ahiret âleminde bu yapmış olduğunuz şeyi, sizin yüzünüz kızarmayacak bir şekilde de size de yaptığınızı unutturtacağım. Hiç kimse bilmeyecek size de bu yapılan şeyi unutturtacağım.” diye sarılıyor.

Zor iş bunlar. Fakat bu kubbe böyle şey yetiştirmiş. Hudâ’da misal olaraktan gösteriyor.

“Böyle olabilir misin?” Numara bu, olur musun böyle? 

Yalnız, hukuk küfürde kesilir. Allah’a azamet yarışına çıkmış, orada keser. Nasıl kesti? Nuh Aleyhisselam’da olduğu gibi. Nuh kocaman Peygamber. Neciyullah. Enbiya içerisinde iki celalli Nebi vardır; birincisi Nuh, ikincisi Musa. Allah’a böyle câbecâ[37] konuşan, sert. Azıcık da hakkı var; dokuz yüz sene insanı davet ediyor, altı kişi inanıyor. Kolay iş değil ki bu! Kolay iş mi?

İsa, öyle dedi: “Adam diriltmek hiç, dedi. Bir ahmak inatçıyı yola getirmek, ondan kadar zor bir şey yoktur.” dedi. Yoksa adam diriltmek izn-i İlâhiyle gayet kolay. Fakat öbürkü çok zor olur.

“Kılıç, dedi Allah’a. Ben artık bunlarla cihat edeceğim.”

“Pekâlâ, dalgaları kılıç yaptım.” dedi, başladı her taraf kabarmaya.

Karısı kâfir, boğuldu. Oğlunun biri de kâfir.

“Evladım, gel gitme, o senin bildiğin bir sel değil. Bu taraf-ı İlâhiden haber verilmiştir, vahy ile yapmış olduğum bu sefineye sen gel.”

“Ben daha yüksek yere çıkarım.”

“Evlâdım!” dediği dakikada, Hudâ dedi ki: 

[38] لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ ** لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَ   Sen evladım diyorsun. Bu tabiri duymayayım, seni de imha ederim. Aranız yoktur. Ruhî nispetiniz yok. Vicdanlarınız ayrılmış.” Anlatabiliyor muyum acaba? Çünkü bizde mânâda nesep Allah’a dayanır. Yok, o ayrı.

Kurbanı anlatıyorduk, Hazreti İbrahim’in o teslimiyetini Hudâ beyan edecek.

“Tam mı teslimsin?” “Evet” “Kes oğlunu bakalım, dedi. Kes, zebh et!” 

Kelime de acayip, boğazla! Zebhin mânâsı: Oğlunu boğazla! Bir, bir dehşet var tabirde. Emir rüyasında geldi, uykuda geldi. Çağırdı oğlunu. On iki yaşında, istikbalin Peygamberi; güzel, fatin, aşk, bir mânâ-i külliye. Elbette Habib-i Hudâ’nın ceddi olacak. Güzel olmaz mı?

Şimdi o kesilmek filan ürküntüsü gelmiyor da “Sevdiğimi gördüm oğlum senin zebh olunmanı istiyor.” deyince:

“Babacığım sevdiğini nerede gördün?” dedi.

“Uykuda”  “İnsan sevdiğinin yanında uyur mu ya?”

Neyse vakit epey geçti, ondan sonra ne şekilde tecelliler oldu. Tekrar Cenâb-ı Hak ne şekilde emretti, orayı geçelim, şöyle bir beş yüz sayfa geçelim. Ayıralım bu tarafa. 

Nihayet Hazreti İbrahim doksan yaşındaydı. Malum ya insanın sinni ilerledikçe rikkati, merhameti, dikkati artar. Gençliğinde evlâdına karşı muamelesi başkadır, ihtiyarlayınca… Her vakit söylerim ya dün de söylemiştim torun sevilir derler, torunumu daha çok seviyorum evladımdan, der. Hayır, torunun sevilmesinden değildir o. Evladında gençtin, yirmi otuz yaşındaydın. O vakit, pazına güvenirdin, câhına güvenirdin yahut herhangi bir şey böyle, celalli bir hâlindi. Hiss-i rikkatin merhametin azdı. İlerledikçe sinn; merhametin artar, rikkat artar. Sen zannedersin ki onu daha fazla seviyorum. Hayır, rikkatin arttı, şefkatin arttı da ondan. Anlatabildik mi acaba? Olur o. 

Doksan yaşında, tam şefkat, merhamet, rikkatin köpürdüğü bir zaman. Hazreti İsmail’i, o mahall-i mahsusa... (O gün bugün gibi mamur değil, sahra-ı beyâban, korkunç bir yer)

 “Kaza-i İlâhiye tamamıyla razıyım.” dedi İsmail. Bak teslimiyete misal veriyorum.

 “Ezel âleminde, elestü bezminde, nasıl mânâ-i gerdanımı kendisine teslim etmişsem, şimdi elindeki ve emrettiği o bıçağa da öyle teslim edeceğim. Yalnız annem (dedi) kadındır, ne de olsa ben onun mahall-i sadrından halk olunmuşum. Çok bana karşı müteessir olmasın. Bilsin ki her işte hikmeti olan Allah’ın, bunda ne hikmet gizlemiştir. Buna teslim olsun, sabretsin.

[39] سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّابِر۪ينَ     Sen beni, (sen de üzülüyorsun, üzülme baba) yatırdığın vakitte sabredenlerin en başında bulacaksın.” Teselli ediyor.

سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّابِر۪ين İnşallah sen beni bulacaksın, o sabredenlerin en üstünde bulacaksın. Yalnız belki beşeriyet iktizâsı, gözümü kırpar şey ederim, feza onun fotoğrafını çekmesin, temessül etmesin fezaya, o günkü tabirle. Bugünkü tabirle fotoğrafını çekmesin. Gözümün üzerine bir bez ört.

Yatırılmış. Şeyhin elindeki bıçak, eli titrer, o el titrerken sema da titrer. Arş inler. Melekût müracaat eder. Cibril: “Ya Rabbi emir yerine geldi. Masumun teslimiyetine, Şeyhin elinin titremesine bağışla! Emrin yerine geldi.” Allah’ın emri var ama razı değil. Dün söylediğim gibi, Allah bazen emir verir ama o emrine razı değil. İşte bir tanesi de budur, kesilmesine emretti ama razı mı? Razı olsa kesilir, razı değil. Niye? Onu sahneye gösteriyor. Bak, diyor, teslimiyeti gördünüz mü? Aşka çıkmayan bundan bir şey anlamaz. Maddenin kesafetinde sizi tanımıyorum da onun için konuşuyorum. Vaka bu işten çıkmayan bundan bir şey anlamaz. Kitabı paranın üzerindeki yazı olarak kabul eden insanlara ait değil bu? Bu iman-ı zevkiye, ahlakın samimi kısmına sahip olanlara ait bir bahis. Oraya girdik.

Hiiiç bir tecelli yok; semavat, arş, ceberrut, melekût, nihayet mânâ-i Muhammedi, o nefs-i natıkâ-i kâinatın kalbi olan Zât-ı Alâ, suretimde, anasırımda ceddim olacak İsmail’e bedel isterim bedel, dedi. Hudâ, o vakit bir kurban. Bizim bildiğimiz, dünyada gördüğümüz, bu koç bu koyun cinsinden değil. Fakat temessül ederse, bu âlemin anâsırına bu şekle girerse, bu koyun biçiminde olur. Miraçtaki burak gibi, böyle olur. Bu âleme ait değil. Neden? Artık bu yenecek, yendikten sonra bir cevher-i insaniyi suret olacak, Peygamber’in anâsırı bu âleme mensup eşyadan olmayacak. Anlatabildim mi?

Hazret-i İsmail’den naklen an naklin, peder-i alî-i şanı olan Hazreti Abdullah Aleyhisselam’a kadar öyle nakil olundu, sonra Hazreti Âmine’de o anâsır tekevvün etti. Onun içün Peygamber’in cildi başka türlü kokardı, elini tuttuğu yer... Mesela Resulü Ekrem, bir yerden, birisine elini temas etti mi “Seni Peygamber  okşamış” derlerdi. Koku başka. Elin şekli başka. Hatta, aksırmak…

Buraya, dini bir mevzûa gireyim. Esnemek mezmumdur[40]. Haaa, sevmiyormuş Allah. Esnemek makbul, şey ters söyledim, esnemek mezmum, aksırmak, aksırmak. Aksırmak biliyorsunuz değil mi? O neden makbul? Üüü daha birkaç saat söylemek lazım. Taa, bidâyet-i hilkate gideceksin. Tekevvüne gideceksin. Uzun iş, dursun. Bir gün münasip olursa söylerim.

O kadar ehemmiyeti var ki aksırmanın. Birisi aksırdığı vakitte dua kabilinde muhakkak iyi bir cümle ile temennide bulunacaksınız, der. İyi bir cümle ile temenni. Onun hakkında güzel bir cümle sarf edilecek. Temenni edilecektir. Mesela “Allah size merhamet etsin. Siz rahmet-i İlâhide kalın.” Ekseriyetle bunu söylerlermiş. “Siz hidayet-i Sübhânide bulunun.”

Bir gün gidiyorlarmış, beş altı tane dostu, ihvân-ı bâsafâ, eshâb-ı bâsafâ beraberlerinde, Cenâb-ı Peygamber’in kendisinde tecelli etmiş, aksırmışlar. Şimdi aksırmışlar, herkes birbirine bakıyor. “Siz rahmet-i İlâhide bulunun!” Zaten rahmetin kendisi. “Siz hidayette olun!” Ee hidayetin maliki. O bizi hidayete götürecek.

Mini mini bir çocuk varmış. Rahimnâ bike ya Rasulallah. Sizin saye-i risaletinizde biz merhamet olunduk. Anlatabiliyor muyum acaba? Şimdi acaba nasıl cevap verelim diye düşünülürken, o mini mini çocuk, birdenbire önüne geçmiş, şöyle ridadan sarılmış, Rahimnâ bike ya Rasulallah. Sizin sayenizde biz merhamet olunduk.

Mübarek elini tutmuşlar böyle “Ah yavrum ah!” demişler, şöyle.

O zat doksan küsur sene yaşamış, arada sırada Mübarek başlarını açarmış, buralar bembeyaz, o perçe-i saadet tamamıyla simsiyah. “Bak” dermiş, “Görmek ister misiniz bu başı?” 

Bugünlük konuşma bu kadar yeter.


[1] Müdrik: Aklı eren. Anlayan. Kavrayan, akıllı.
[2] Adeli: Alelade, rastgele (Beşerin beşere duyduğu alaka veya aşk)
[3] Muharrik: Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran.
[4] İsra Suresi 85. Ayet-i Kerime وَيَسْـَٔلُونَكَ عَنِ الرُّوحِۜ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبّ۪ي وَمَٓا اُو۫ت۪يتُمْ مِنَ الْعِلْمِ اِلَّا قَل۪يلًا  Meali: Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: "Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir."
[5] Müncer: Bir yana doğru sürüklenen.
[6] Cemâd: Cansız ve kurumuş olmak.
[7] Lebbeleb(Leb-beleb):  f. Dudak dudağa.
[8] Nagamât: Nağmeler, âhenkler, güzel sesler.
[9] Enbiya Suresi 69. Ayet-i Kerime: قُلْنَا يَا نَارُ كُون۪ي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلٰٓى اِبْرٰه۪يمَۙ
Meali: Biz: "Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol" dedik.
[10] Bakara suresi 100.Ayet-i Kerime اَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا نَبَذَهُ فَر۪يقٌ مِنْهُمْۜ بَلْ اَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ
Meali: O fasıklar hem bunları tanımıyacaklar, hem de ne zaman bir ahd üzerine antlaşma yapsalar, her defasında mutlaka içlerinden bir güruh çıkıp onu bozacak ve atıverecek öyle mi? Hatta az bir güruh değil, onların çoğu ahit tanımaz imansızlardır.
[11] Hakka Suresi 42. Ayet-i Kerime وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍۜ قَل۪يلًا مَا تَذَكَّرُونَۜ
Meali: Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!
[12] Hıllet-Hillet-Hullet: Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. Halîl (dost) olmak, dostluk. Halîlullah İbrâhim aleyhisselâma mahsûs bir makâm.
[13] Asım: Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden.
[14] Mezra-Mezraa:  (Ar. zer‘ “ekin ekmek”ten mezra‘ – mezra‘aTarıma elverişli, ekilip dikilecek toprak, geniş tarım arâzisi.
[15] Kal’a:                Kale kelimesinin eski metinlerde geçen asıl şekli.
[16] Mess- Messetmek:(İhtiyaç, hâcet, lüzum vb. kelimelerle) Duyulmak, gerekmek, ortaya çıkmak, meydana gelme, vakî olma, vukū bulma: “Mess-i hâcet: Bir ihtiyâcın ortaya çıkması.”
[17] İrticalen: Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek
[18] Zümer Suresi 42.Ayet-i Kerime اَللّٰهُ يَتَوَفَّى الْاَنْفُسَ ح۪ينَ مَوْتِهَا وَالَّت۪ي لَمْ تَمُتْ ف۪ي مَنَامِهَاۚ فَيُمْسِكُ الَّت۪ي قَضٰى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْاُخْرٰٓى اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّىۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ Meali:
[19] İtmâm: Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek
[20] Nazi’at Suresi 24. Ayet-i Keime فَقَالَ اَنَا۬ رَبُّكُمُ الْاَعْلٰىۘ Meali:
[21] Zebh:               Kesme, boğazlama. Kurban kesme.
[22] Sed-Set-Sedd: Önleyici sebep, engel, mâni, hâil
[23] Enfal Suresi 17. Ayet-i Kerime: فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَٓاءً حَسَنًاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ
Meali: Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.
[24] Darb-ı Mesel: Misâl olarak söylenen meşhur söz. Bir hâdiseye binaen söylenen hikmetli söz. Atasözü.
[25] Mütaffilin Suresi 14.  Ayet-i Kerime Meali: Hayır hayır, öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.
[26] Tecessüs: Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. İç yüzünü araştırmak. İç yüzünü araştırma merakı.
[27] Sekr/Sekir: Sarhoşluk.
[28] Âmme: Umumi. Herkese ait.
[29] Hafî: Gizli. Açıkta olmayan. Saklı.
[30] Âli İmran Suresi 92. Ayet-i Kerime  لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَۜ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِه۪ عَل۪يمٌ
Meali: Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.
[31] Mükeyyifât:  Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler.
[32] Terkos:İstanbul’a su veren gölün adı olup teşmil yoluyle “İstanbul şehrinde kullanılan su” mânâsına gelmiştir.
[33] Bakara Suresi 30. Ayet-i Kerime وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةًۜ قَالُٓوا اَتَجْعَلُ ف۪يهَا مَنْ يُفْسِدُ ف۪يهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَٓاءَۚ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَۜ قَالَ اِنّ۪ٓي اَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ
Meali: Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
[34] Tesniye: Vasıflandırma. İkilenen, ikil kelime. Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna "elif-nun" veya "ye-nun" getirilerek yapılır. Meselâ: Recul: Adam. İki adam demek için: Reculân () veya Reculeyn () denir.
[35] Yed: El, kuvvet, kudret, güç, vasıta
[36] Yusuf Suresi 92.Ayet-i Kerime  قَالَ لَا تَثْر۪يبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَۜ يَغْفِرُ اللّٰهُ لَكُمْۘ وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ
Meali: Yusuf dedi: "Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah, sizi, mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir."
[37] Câbecâ: Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde.
[38] Hud Suresi 46. Ayet-i Kerime قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَۚ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍۗ فَلَا تَسْـَٔلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنّ۪ٓي اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِل۪ينَ
Meali: Allah: "Ey Nuh! O kesinlikle senin ehlin (âilen)'den değildir. Çünkü o salih olmayan bir amelin sahibidir. Hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben, seni, cahillerden olmaktan sakındırırım."
[39] Saffat Suresi 102.Ayet-i Kerime فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ اِنّ۪ٓي اَرٰى فِي الْمَنَامِ اَنّ۪ٓي اَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرٰىۜ قَالَ يَٓا اَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُۘ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ مِنَ الصَّابِر۪ينَ
Meali: Oğlu, yanında koşacak çağa gelince: "Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak, ne düşünürsün?" dedi. Çocuk da: "Babacığım sana ne emrediliyorsa yap, inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.
[40] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü.

1 yorum:

Seyyid Nesimi’yi Hak ve hakikat uğrunda idamına karar verip taşladıkları vakitte, cebr etmişler, mecburi kılmış o günün kadısı melun. “İlla recm olacak, taşlanacak bu!” demiş. Herkes bir şey atacak. İmkânı yok. Bir dostu da gelmiş; mecburiyet var, adamı götürüyorlar, hücum etmeyeni. Bir gül demeti getirmiş, atmış. Başlamış Nesimi ağlamaya. “Onların taşından ağır geldi!” demiş. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Onların taşından çok ağır geldi, demiş. Böyledir o. İnsanlık âlemi acayiptir. İnsanların taşından bu gül demeti daha ağır geldi!

Yorum Gönder

 
Şemseddin Yeşil - Tüm Hakları Saklıdır..
Designed by CruelKeSh | 2017