081 (274) 91 dk (30.01.1960)
Mevzû başlıca iki esasa ayrılır. Birine vazifeden doğan ahlak, diğerine de aşktan doğan ahlak tesmiye edilmişti. Vazifeden doğan ahlakın menşei annesi akıl, aşktan doğan ahlakın da mastarı kalp olduğunu söylemiştik. Gerek kalp, aşk, tabi buradaki aşk, romanda okunan aşk mânâsına değil.
İnsan
asûde kaldığı zaman, bir an içün alâik-i[1]
kevniyeden[2], dünya
hadiselerinden, eleminden, emelinden bir an üçün ayrılıp da, kendi içindeki
sessiz sözsüz, bizsiz sizsiz konuşan varlığı ile baş başa kalıp, bu anâsır
torbasına gizlenmiş olan benim bir vücûdum var. Ben bunu ne vakit tutacağım?
Benim bir hakikatim var. Bu anâsır[3]dan bir
don[4] yapmış,
içine girmiş. Ben bunu ne vakit çıkaracağım? Kimim ben? Yirmi yaşındayım, otuz
yaşındayım, kırk yaşındayım, her neyse, hangi çağda ise. Ondan bir sene
evveline atf-ı nazar ederek -yirmi yaşındaysa- yirmi bir sene evveli kendim
kendimi müdrik[5] değildim. Beni tanıyan da yoktu. Hiçbir defterde ismim
yoktu. Elliyse, elli bir sene evveli beni hiç kimse tanımazdı. Ben şimdi varım.
Bu varlık bana nereden geldi?
Düşünüyorum,
düşünmekliğim içün bilmem şart. Biliyorum, bilmem içün konuşmam esas, konuşuyorum
da. Bunların geliş yerleri nedir? Acaba
ben ne vakite kadar bu âlemde kalırım? Buradaki gelmemdeki gaye nedir? Kendimi,
kendim mi yaptın? Muktedir olsam her şeyi yaparım. Kendisini yapan her şeyi
yapar. Bir cephem çok kuvvetli, bir cephem çok acz içerisinde kıvranır.
Sonra
hilkatte bir şey zayi olmuyor. O hâlde müspet ilmin dahi ikrarı[6] ile
hiçbir şey zayi olmadığına göre, her şeye sahip olabilecek istîdâtta yaratılmış
olan bir mânâ, hiç olur da geçer gider mi? İnsanlar acayiptir. Üç sayfa okur;
hiçbir şey zayi olmaz, der. Beş sayfa okur; kendim zayi olurum, der. Tuhaf bir şey!
Bu
sualler içerisinde kıvranırken, eğer tam bir ihlas tedarik ederse, merak ile
içerisinde bir yanma başlarsa, bunun
adına -açık Türkçe- “Allah derdi” denir. Bu derdin mânâsına da aşk
denir. Anlatabildik mi acaba? Ahlakın bahsettiği aşk, bu aşktır. Romanda okunan aşk değil. Böyle bir dert
kimde tecelli etmişse, o insanın makam-ı aşka çıkabilmesi içün Kudret yol
açmıştır. Oraya da çıkmadıkça zavallı, herkes mahrumdur. Çok parası olsa... üüüfff
daha ziyade mahrum. Ya büyük bir masa, şöyle kocaman rütbeler, câhlar filan… Onlar
gölge avı. Av, gölge avı! Bir şey ki neticesi hiçtir, ona ne denir?
Hemen
hemen her konuşmamda tekrar ettiğim gibi kâinatta hangi sakf[7]-ı ali
vardır ki, yere düşmemiş? Gösterebilir misiniz? Allah da öyle der. “Ehl-i
batıl” der. Yani kara ruhlu insanlar. Yarasa kuşu güneşten hoşlanmaz,
zulmeti ister. Düşmandır güneşe. Zahirdeki güneşe yarasanın düşman olduğu gibi,
Hak ve hakikat güneşine de düşman olan kimseler vardır. Sevmez. Bu
sevmeyenlerde de ekseriyetle benlik olur.
Benlik.
Belâ da orada zaten ya. Kimin ki benliği fazladır, o kadar zavallıdır. O
benlikten pek az insan kurtulabilir. Hiçbirimiz öyle hemencecik
kurtulamıyoruz. Kurtulmuş gibi gelir, putumuza dokundukları dakikada, derhal
gözümüz değişir.
Kıyası
olmayan, ölçüye girmeyen, mânâ ilminde, ahlak ilminde, Allah yanında en büyük
suç, bu benlik. Bu insan zahiri acizden bir parça şöyle ayrılır gibi
şekiller başladı mı, o da beraber büyümeye başlar. Tuhaf bir şeydir o. Azcık
şöyle bir parça… Mesela züğürt; züğürtlüğü gitmeye başladı, benliği kabarmaya
başlar. Mesela marifeti kısa. (Tabi buradaki marifet sûrî cemiyetin kullandığı
marifet tabiri, bir de ahlakta marifet var, o ayrı. Onu konuşmuyoruz.) Ötekini
berikini beğenmemeye başlar. Beğenmez. Bunun annesi nedir? Nereden doğar bu?
Bunun mastarı ne? Bu öyle bir hastalık ki, bununla yol almanın imkânı yok.
Hangi
cemiyet benliğe kapılmıştır, yıkılır. Hangi millet benlikle yaşamaya
başlamıştır, izmihlâli[8] muhakkak.
Hangi patron, benlikle işimi idare ederim diye kendisine varlık vermiştir; çocuğunda
kalmaz, kendinde kalsa da. Sonu yok. Yürümez iş. Neden acaba? “Pek gücüme gider!”
der, Allah. “Müşrikten daha fazla kızarım!” der. Tuhaf değil mi? Kâfir de
benliği yok. “Benim için çok makul insandır.” der Allah. Benliği var da kendi
kendine “Mü’minim!” diyor. “Kâfirden çok aşağıdır.” der. Sonra “Neticede
zalimdir o!” der. Benlik adamı zulme götürür. Çok fena bir şey. Bu da
ekseriyetle işte bir parça şöyle bir şey oldu mu, insanda oluyor o. Artıyor.
Mesela
Firavun’u, biz tenkit ederiz. Firavun’un suçu ne? Benliktir. Ebu Cehil’in suçu
ne? Benliktir. Ama Firavun’un sahasını bize verseler, belki Firavun’dan daha
büyük Firavun olabiliriz. İnsanın benliğini insanın üzerinde tecelli ettiren,
etrafındaki adamlardır. Benliğinde gezen insana selam verme. Kendi kendine
kalsın, aranır “Ne oldu bana?” der. Derhal düşer. Anlatabildim mi acaba? Sen
onun karşısında el pençe divan durdukça; onun zulmü artar da artar, Firavun
gibi.
Nihayetنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى[9] der.
Ahlakta burası en zorlu yerdir. Anlatılması da zor, talimi de zor. Firavun ilk
önce öyle değildi. Etrafında toplananlar başladılar el pençe divan durmaya.
Sensin, dediler. Senden başka yok, dediler. Sen yaratırsın, dediler. İnsan bu hâllere
o kadar şımarıktır ki, o kadar çabuk intibak eder ki ve kendi de öyle iman
eder. Tuhaf bir şey! Allah’ın mekri. Bazen öyle bir hal olurmuş ki, o dediklerini
kendi kabul edermiş ve kendi de iman edermiş. Anlatamıyor muyum acaba? Kendi de
iman ediyor.
Bu öyle bir hastalık ki, Evliyaullah
makamına çıkıyor da; bir benlik geliyor, tekrar Allah bir tekme vuruyor,
yuvarlıyor. Yaa, güvenmeye gelmez. Vilayet mertebesinde dahi düşenler oluyor.
Allah’ın düşürdüğünü de kimse
kaldırabilir mi ya? Acaba anlatabildim mi? Mevlâ’nın yere serdiğini de bir
kimse kaldırabilir mi ya? Kalkmaz. Kaldıran olmaz. Kimsenin gücü yetmez.
İnsandaki benlik denilen
kötülüğü kaldıran müessesenin adına ahlak denir. Her konuşmada bir yeni tarif
yapıyoruz ya. Bugün ki, konuşmada da ahlakın tarifi bu. Çünkü en kötü sıfat,
en kötü mazhariyet, kişinin benlik kötülüğüne müptela kalmasıdır. Kurtulmadı
mı, maddeye tapıyorsa, zavallı gider. Mânâya inanmışsa, imansız gider. Hiç
imkân yoktur. Benlikle yaşayan bir adam; bin defa hacca gitse, milyarla lira
tasadduk etse, nüvilyon lira zekât verse, alnı secdede çürüse, vallahi billahi
tallahi imansız ölür. Alamaz. Onların hepsi birer yorgunluk olaraktan kalır.
Teâli[10] terakki[11] de benlikle olmaz. Ne maddi ne manevi ikisinde de olamaz.
Mesela Büyük Kitap’ta der ki, Allah. (Mânâdaki misallerini vereyim de maddesi
daha iyi anlaşılsın)
[12] خُذُواْ
زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِد İlâ
âhirihî[13] Mabede giderken, camiye giderken, mescide
giderken, en güzel elbiseni giy. Bütün ziynetini tak takıştır öyle gel, der.
Bizde aksini yaparız. Kirli bir adam yanıma tesadüf eder, deriz. Koy, Allah
içün kirlensin. Yok mu o aşk? Bunlar birer bahanedir. “İyi ama diz verecek
pantolon, deriz. Şimdi şunun bir tane eskisini ver de onu...” Keşke aklına
gelmeseydi, gitmeseydin. Kendi kendine kalırdın, sana onu ikinci hayatta
yaptırırdı. Şimdi ikinci hayatta yaptırtmaz. Bak bunlar ne ince yerlerdir.
Yoksa emirler tamamiyle yerine gelecektir.
Allah için zaman yok, mekân
yok, bu âlem yok, öbür âlem yok. Öyle bir şey yok, o bize göredir. O bir şey
emretmiş, değil mi ya, onu muhakkak yaptıracak. Onu herkes yapacak. Hiç tatile
uğramaz. Mürûr-u zamanla[14]
hukuk zayi olmaz. Büyük Kitab’ın emrinde öyledir. Onu zayi etmeyen, kendi
hakkını da zayi etmez. İster O, ama.
Öyle diyor. خُذُواْ زِينَتَكُمْ
عِندَ كُلِّ مَسْجِد
Ha, şöyle bir kayıtta var.
Sorarlar bunu ekseriyetle. Münasebet aldı da buraya uğradık, söyleyeceğim mevzûa.
“Ben herhangi bir şekilde elbisemle ibadet yapabilir miyim?” Bir sual sorar
mesela birisi. Eğer, kendince yüksek tanıdığın cemiyette herhangi bir şahsın
karşısına çıkabilirsen, Allah müsaade eder. Anlatabildim mi acaba? Anlamadınız,
anlatamadım. Öyle bir elbise ki; kim gelirse gelsin, cemiyette kim olursa
olsun, kâinatın serir-i[15]
saltanatına sahip olmuş bir adam geliyor, senin umurunda değil, gene o biçim
çıkabiliyorsun değil mi ya. Benim huzuruma da çıkarsın, der. Fakat ona
çıkamazsan bana çıkarsan, benim gücüme gider, der. Ben ondan aşağı değilim, der.
Anlaşıldı değil mi? Yaa!
Bu malum olan bir ziynet.
Malum ya, her emrin bir içi vardır, bir dışı vardır. Her emrin bir… İnsan
dendiği vakitte bir içimiz var, bir dışımız var; bir ruhumuz var, bir kalıbımız
var; bir mânâmız var, bir bedenimiz var. Emrin de öyle, bir bedeni vardır, bir mânâsı
vardır. Zahirde alınacak olan mânâda bildiğimiz şekildeki vaziyet-i
hariciyemizin süsü.
Enfüs mânâsı alınacak olursa,
herkesin ziyneti ayrıdır. En ufak makamda bulunan adam, ziynetlensin gelsin
diyor. Mabede geliyor, tevâzuyla gelsin. Bir şey anlatabildim mi acaba? “Tevâzu
elbisesini giysin, o elbiseyle gelsin. Benim yanıma gelirken artık yaratırım
sevdasıyla kafasını dik dik, adımını sert sert ataraktan, etrafına kötü kötü
bakaraktan değil, ben yokum O var, diyerekten gelsin. Tevâzuyla.
Eğer makam-ı kalpteyse,
vakar-ı sekinet elbisesini giysin. Onunla gelsin. Malum ya herkesin dünyada
elbisesi ayrı, maddi elbisesi. Manevi elbiseler de öyledir. Bazısına göre en
iyi elbise; güzel bir keten ceket keten pantolon, bazısına göre işte tiftik
palto bilmem şu, bazısına göre filan filan. Mânâda da öyle.
Eğer abdiyet[16] makamında ise elbisesi tevâzudur,
eğer makam-ı kalbe çıkmışsa elbisesi sekine-i vakardır, eğer makam-ı aşktaysa
elbisesi vecd-i [17]
galebattır.[18]
Ooo, birçok elbise var. Makam-ı imandaysa elbisesi celâldir. Sayalım mı
elbiselerin hepsini. Bu kadar yeter. Onun hepsini nereden alacağız, hangi yere
koyacağız?
Evet, böyle asûde kaldığı
zaman nihayet, kendisinin iç âlemiyle konuşmaya başlar. Bu konuşmada kendisine “Aslını
bul!” emri verilir. Aslını bulmak, emrini alan insan, artık ne dedikodu kalır,
ne kâinat kalır. Çünkü öyle bir derde müptela olmuş ki, senin lüzumsuz konuşunu
nereden dinleyecek? Saati yok, dakikası yok, kendini arıyor. Kendini arayan
adam, öyle itilmiş bir malını aramaya benzemez ki. O kadar heyecanla arıyor ki,
yok gözünde başka bir şey yok. Neden? Bitiyor çünkü. Kendini ararken kendisinin
de ufûl[19]
ettiği gösteriliyor.
Muvahhidin[20] elbisesi, ziynet elbisesi;
keşf-i şuhûddur. O hâl tecelli etmiş muvahhit adam, açılmış perde “gidiyorum”
diyor. “Aslım nerede?” diyor, koşuyor. Sen ona ne anlatsan, önüne milyar koymuş
olsan, “Bırak kardeşim sen, diyor. O iş ile meşgul değilim ben, kayboluyorum.”
Cenâb-ı Hak her birimize bir
hicap yapmıştır da, bu kâinat devam eder. O perde olmasa ne olur kâinat? Durur. Sana deseler ki: “Yarın
değil öbürsü gün, çukurun içerisine gireceksin.” Ne yaparsın? Bütün işleri
başlarsın bırakmaya. Söylenmediği içün çalışırsın. Acaba anlatabiliyor muyum?
Deseler ki: “Yarın değil öbürsü gün, buyurun çukurun içerisindesiniz.” deseler,
böööyle durursun. Onu işte, Cenâb-ı Hudâ, merhametiyle bize istikbali
örtmüştür.
Allah’ın en büyük ikramı nedir?
Bazı insan merak eder. “Efendim, ne olur şunu da bilsem!”
Ne olur, ne demek? O iyi bir şey mi? Onu bazı insanlara Hudâ bildirir de, ne
kadar rahatsız olurlar “Ah ahh bildirtmese ne olur, bunlarla meşgul etmese bizi!”
diyerekten. Hatta seyrini almış olan büyük insan, Hudâ’ya şöyle der: İstemem
onu, der. Kendini göstermiyorsun, bunu bahane ettin, der. Benim gayem o değil,
der. Yarın ne olacakmış, öbür gün ne olacakmış, filanca adam şunu konuşuyormuş,
bunlardan bize ne fayda var? Bir şey yok ki onlarda. Bunların hepsi mekirdir[21].
En büyük nimeti, istikbali kendi Settar ismiyle setretmesidir.
Tarifleri yapıyorum. Bu kendi
aslını bulmak aşkıyla bir adam mücehhez olursa; ahlak mefhûmunda bu adam, makam-ı
insaniyete kadem basmıştır. İnsan nazarıyla bakılır. İnsan demek enisten
müştaktır. Ünsiyeti var demek. Kiminle? Hak ile ünsiyeti var. Enisi, munisi,
yârı, nigârı Allah’tır. Ne aldanır, ne aldatır. Dünyayı çok iyi bilir, çünkü
oyuncak ederekten vermiştir ona. Anlatabiliyor muyum? Kapılmaz satılmaz, elinde
oynatır. Dedelerimizin oynattığı gibi.
Renan[22]
öyle der. “Acayiptir der, bu camia. Bu büyük millet çok tuhaf bir millettir.
Bunların geniş tarihine bakılacak olursa dünyaya hiç kıymet vermez gibi
davranırlar ve öyle gözükürler fakat dünya da ellerinde oyuncak olmuş.”
Evet, ben cevap vereyim, öyledir. Mânâya gönül veren
adamın elinde dünya, oyuncaktır. Ve istediği gibi oynatır onu o. O mânâdan
soyunduğun vakitte, dünya seni oynatır. Sen gel mânâya sahip ol da, dünyayı
sen oynat, dünya seni oynatmasın. Deden nasıl oynatıyordu? Neden?
Hakiki insan âdemdeki esrarı bilir. Âdemdeki esrar ve
bedaiyi[23]
bilmek içün yine âdem olmak şarttır. Şimdi biz bunlardan mahrum yaşıyoruz.
Bütün dünya. Mevzii konuşmuyoruz. Hemen hemen her hafta konuştuğum gibi.
Hilkatteki gayeyi insanlar
unutmuşlardır. Onu idrak edinceye kadar bulamazlar. Daima vahşet zamanında öyle
oluyor. İnkâr başlıyor. İnkâr başladıktan sonra yıkım başlıyor. Sarılırsa
tekrardan Hudâ bir kapı açıyor. Mesela, o benlikler geliyor işte. Sonra
maalesef benlik üç beş sayfa okumakla da geçmiyor. O ayrı bir iş. Onun annesi cehil. Cehilden
doğuyor ya. Fakat o cehil bizim bildiğimiz malumatın karşısında olan cehil
değil.
Cahil kime derler?
Kaç defa söyledim. Doğru histen mahrum olan adama denir. Ve bundan bütün Enbiya tir tir titriyor. Bırak şimdi sen ötekini berikini. Mesela Nuh neciyullah[24]. Enbiya içerisinde büyük bir azameti var. Ve en celâlli Peygamber. Sonra Musa gelir. Yani Hudâ’ya kendini kabul ettirtmiş, böyle sarâhaten[25] konuşan bir adam. Fakat cehle taalluk eden yere gelince Hudâ itâp[26] etmiştir. O büyük tufanda oğlu Kenan gark olurken, muktezâ-yı[27] merhamet, babalık hissi var.
Allah’a dedi ki: “Sen bana söz verdin. Benim ehlimi
boğmayacaktın.” Öyle bir Peygamber o. “Sen benim ehlimi boğmayacaktın, dedi. Tufanzede-i gark oluyor evladım.”
“Sus!” dedi, Allah: “Senin ehlin değil. Nesep mânâya,
ahlaka, Hakk’a gönül verenle tespit edilir. Benden ayrı yaşıyor, izmârında[28]
küfür vardır, boğacağım. Ve cehilden kendini kurtar, sen de gidersin.”
Acaba anlatabildim mi acaba?
“Senin ehlin değil, dedi. Bedeninden, teninden, kanından, belinden gelmekle oğlun olmaz yalnız, yolundan gelmeli. Bundan mahrum, niye kendine izafe ediyorsun?”
Ağır bir imtihan, Allah tabi kılmasın. Çok ağır. Çok ağır.
Anlatılması gibi kolay değil.
Niçün büyükler korkarlar? Aman
cemiyette ahlaksızlık ilerlemesin, çünkü herkese sirâyet eder. Kolera gibi de değil,
veba gibi değil, taun[29]
gibi değil. O adamın bedenini alır götürür, o on beş, yirmi senelik hayatını. Bu
nâmütenâhi hayatı alıp götürüyor. Öyle bir maraz ki, nihayet hadi en sârî bir
hastalık geldi, iki saat üç saatte götürdü. Ne kadar yaşayacaktı? Altmış
yetmiş. Kaçtı? Otuz. Otuz seneyi götürdü. Kırk seneyi, yüz seneyi götürdü. Fakat
o, seneye hesaba gelmeyen ömrü götürüyor. O ağır o.
Değil, dedi. Köpeğe insanın
huyu geçerde çoban olur koyunu besler. İnsan yarattım senin huyun niye geçmedi
ona? Nasıl kendine izâfe ediyorsun, diyor. Bu izâfe cehilden ileri gelir,
yakarım seni, dedi. O da yalvardı. Beni cehilden muhafaza et, dedi. Öyle bir
beladır o cehalet.
Musa’nın yalvarışı var. “Ya
Rabbi, beni cahilinden yapma!” Şöhreti afak-ı cihan, hüsn-ü anına meftun-u
Zeliha olan Yusuf’un bir
münâcatı var, insanı ağlatır. “Rabbim bende beşerim, muktezâ-yı beşeriyet-i
gaflet, onların mekri hilelerine ben inhimâk[30]
eder de cahilinden olursam ne yaparım? Beni sen muhafaza et!” der. Anlatamadık
mı acaba?
Muazzam Kitap’ta üç büyük zâtın
ismini zikrederekten hadiseyi beyan eyledim. Cehlin ne muazzam bir bela olduğu
beşeriyete… Bunlar en büyük burhandır. Ki bunlar istifa kanununa tabi olmuş,
hususi insanlar. İstifa kanununa tabi onlar. Yine öyleyken titriyor. İnkâra
götürüyor çünkü. Öyle bir büyüklenirler ki... Geldiler dediler ki:
[31]
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ
خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ
عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
Hazreti Muhammed
Aleyhisselam’a dediler: “Beyan ediyorsun, bu kötülüklerin cezasını
çekeceksiniz. Şöyle azap olacak, böyle azap olacak, şöyle olacak… İyiliklerin de
karşılığında şöyle hasene olacak, şöyle güzellik olacak, diyorsunuz. Biz iyilik
istemiyoruz, çabuk kötülüğü üzerimize getir!" Benlik dedirtiyor öyle.
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ
بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ Haseneden
evvel biz kötülüğü istiyoruz, getir. Öyle dedi. “Acele ediyorlar, böyle
diyorlar sana, ey ehadiyetimi ahmediyetine fethettiğim zât, sana böyle
diyorlar. وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ
ki her vakit
derler böyle. Onlar diyorlar, her vakit derler. Fakat ne vakit hayattan azl
oldun emri gelir, o vakit de:
[32]
لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ
der. Allah’ın âdeti
bizim gibi değil ki. Biz ufacık bir şeye kızdık mı, derhal hemen üzerine
yürürüz. Hiç. Hiiiç! O vakit Allah olmaz. Hiç.
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ
قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ
Bunların çok böyle, şeyleri
geldi, benzerleri geldi, onlar da böyle dediler. Derler bunlar. Bunlara söyle
sen, diyor: وَإِنَّ رَبَّكَ
لَذُو مَغْفِرَةٍ Bizim işimize yarar burası,
onun içün söylüyorum.
لِّلنَّاسِ
عَلَى ظُلْمِهِمْ Allah’ın ağası yok. Acele
eder, tehir eder, hemen yapar, sonra yapar. Yalnız Allah’ın bir şeysi var. Çok
örtbas sahibidir. Örteyim, der. İnsanların çirkinliklerini, o zulümlerini, “Rücû
ederler dönerler de, affederim.” diye bekler. Siz yine inat edin, fakat onun
âdeti öyle. Bir şey anlatamıyorum galiba değil mi? Siz inat edin, ısrar edin,
inkâr edin, insan haklarını ezin, inletin, sizin istediğiniz dakikada size ceza
vermez. Adeti, daima bekler.
لَذُو
مَغْفِرَةٍ Anlat beni diyor: إِنَّ رَبَّكَ
Senin Rabbin öyle bir Rab ki, Firavun
gibi değil. Hâşâ. Onların kendilerinden yaptıkları Rablar vardır. Onlar kendi
içlerinden sivrilenlere taparlar. Zalime uşak olurlar. Küfre eşek olurlar.
Nifaka eş olurlar. Onlar, onların dedikleri kimseler, böyle ufacıcık masasının
çivisine birisinin dokunacağını bilse, öldürür, imha eder. Kasasının bir
tarafına dokunacağını bilse, boğar. “Ben öyle değilim ki! Ben Rabb-ı Hakikiyim.”
Anlatamıyorum galiba? “Ben Yalancı Rabb değilim ki Ben. Onların istediklerini
yalancı Rablar yapar. Ben Rabbim, Rabb. Ben öyle yalancı Rabb değilim, der. Ben
Rabbim. Ben beklerim.”
لَذُو
مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ O nâssın zulümlerine, dönsünler de şöyle bir
örteyim onları. Dönmediler. Aciz de
değilim. Onlarınkinin vakti yok. Onlar geberecekler, çabuk yaparlar. Benim
vaktim var. Yaaaa!
وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
İkab[33]
ikinci hayata başlar. Bırakırım şimdi. O vakit, acele nasıl olurmuş, seyyie önce
nasıl gelirmiş, hasene nasıl gidermiş, bunların hepsini anlatırız. Bizim
zamanımız var, onların yok ama bizim var. Öyle diyor.
Sonra rububiyetime de mevcudâtı
terbiye ettiğime de keyfimle idare ettiğime de birçok zahirde işaretlerde
vermişim. Yaa! Kendi arzum dâhilinde istediğim gibi idare ettiğime de
gözlerinin önünde birçok da işaret vermişim.
[34]
وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ أَعْنَابٍ
Söyler söyler, söyler. Ne
istiyorlar, der. İki tane kıtayı yan yana yaptım. İkisi de yan yana aynı
huduttu. Aynı sudan sular, aynı toprakta eker; birini tatlı, birini mavi,
birini sarı, birini kırmızı ben yaparım, der. Onların kanunları gibi olmuş
olsaydı hepsinin tatlı olması lazım gelirdi. Hepsinin acı olması lazım gelirdi,
hepsinin aynı renkte olması lazım gelirdi. Benim dediğim gibi olacak, diyor.
Bir şey anlaşılmıyor mu? “Benim dediğim gibi olacak!”
Buyursun der, en zengin bir
adam, en fatin[35]
bir kadınla evlensin, istediği şekilde bir çocuk meydana getirsin. Kaşı böyle
gözü şöyle, müktesebat-ı ilmiyesi bu kadar olacak, şu kadar sene yaşayacak,
şunları bilecek, bunları edecek…
[36]
هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء
Ben kendim dokuyacağım. Seni, sun'-ı
ilâhi fabrikama tezgâh yaptımsa da Allah yapmadım ya. Benim istediğim şekilde,
o boyadan çıkacak. O boyada çıkacak.
Haaa, bazı istifa kanununa
sahip olan insanlar vardır ki, onların kendilerinde vücûd yoktur, onlar
Kudret’in arzusu ile kendileri değildir onlar, o ayrı. Hani bazı insan hayatta birçok
şeylere tesadüf eder. Eee nasıl oldu? O Kendi yok ki oldu. Şimdi burayı iman-ı
zevkiye çıkanlar, ahlakın mânâsının üzerinde duranlara ait. Biz de sizi öyle
görüyoruz da öyle konuşuyoruz. Bir hadise söyleyeyim mi? Dinler misin? Yaa, inkârda
bulunan bir şey anlamaz. Ama ne lüzumu var? Neyse…
Geliş ve gidişteki gayeyi
duymak, aslını bulmak, kendisini aramak, aşkıyla bir insan mücehhez olursa,
ahlak ona “bu kimse insan oldu” der ve gayesini bitirmeklik içün çalışıyor,
der. Ahlakta bunları insana talim eder. Aşktan doğan ahlak da bu.
Vazifeden doğan ahlaka gelince,
orada henüz benlik bitmez. Ama yanlış anlaşılmasın biz onu tenkit etmiyoruz
haa. Şimdi hepsi baş üzerinde yeri vardır. Orada evvela can, sonra canandır. Saatli
yaşar. Güzel. İntizamı vardır. Şu saatte şu iyiliği yapacağım, bu saatte şunu
yapacağım, ötekini şöyle edeceğim. Yine beşer içün en büyük rehberdir. Çünkü
akıldır şeyi, nurunu veren.
Akıl da bir Nur-u Rabbanidir.
Yalnız âlem-i hikmette geçer. İnsan tekâmül edince, her sahada devrelerini ikmal
ettikten sonra, yalnız âlem-i hikmetin malumatı insana kâfi gelmiyor. Esrar-ı
kadere agâh olmak istiyor. Âdem’in cennetteki ağaca yaklaşması gibi. Anlatabildim
mi acaba?
Bir marifet zevki almak
istiyor. Hususi bir zevk bekliyor. O vakitte ona aklı terk et, deniyor. Akıl
yürümüyor çünkü. İman ve aşka intizâr[37]
ediyor. Refrefine[38]
bin, denir. Anlatabildim mi acaba? “Refrefine bin. Aşkından hâsıl olan vücûduna
gir, işi öğren.” denir. Varsa. Ama nefs-i emmarenin karanlığında kalmışsa; işte
bu çamur âleminde yoğrulur yoğrulur,
senindi benimdi, onundu şunundu, nihayet gel denir. Bir tahta üzerinde ekilir
bükülür filan, geçer gider. Öbürkü de gidiyor ama öyle öbürkü gibi değil. Öbürkü
başka türlü gidiyor: Gelin oluyor o. Başka, değil mi ya?
Hep bunların hepsi, şöyle az bir zaman içinde olacak
şeyler. Pek zor da değil amma insana zor geliyor işte. Ne bileyim, biraz
nefsini dizginlese, azcık dizginlese, bir parçada fedakârlık yapsa; kendisinde
bir marifetullah zevki hâsıl olur, bütün eşyada Hakk’ı görmeye başlar, hiç
haksızlık yapmaz. Evvela yalanı terk eder. Değmez, der. İnsan yapmış beni, der.
Niçün doğru konuşmayayım, der. Anlatabiliyor muyum acaba?
Doğru konuşmadıkça kendisine katiyen bir kapı açılmaz.
Hiç, imkân yoktur. Başta o. Evvela yalanı terk edecek. Cebr-i nefs ile olursa biraz zordur fakat zevk ile olursa
“Değmez yahu ben insanım.” der. Bu bizim şanımızken, ağyâr bunu almaya başladı.
Bu bizim şanımızdı, bize yakışan bir sıfattı fakat -ne bileyim insan söylemeye
utanıyor- ağyâr almaya başladı. Biz yalan söylemeye başladık, onlar doğru
söylemeye başladılar.
Bir adam doğru söyledi mi, cihat etmeye başlar. Hak
uğrunda yaşamaya başlar. Cihadın mânâsı bu. Doğruluk onu icap ettirir. Onun
üzerine de Allah diyor ki:
[39]
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا
Ben göreyim, bir adam ki, benim uğrumda çırpınmaya başladı, o kendi çıkamaz diyor. Fakat benim şanım onun elinden tutarım, götürürüm. Yolu ben tıpış tıpış yürüttürürüm, diyor.
Hırsında fani olursa, bela burada şimdi. Haris olursa... O yaşla başla değil. O ölüm çekişmesi başladı da ölmüyor mu? Nerede kendisini fani etmişse “sen olacaksın” de ona. Derhal gözünü kapar. Zorluk çektirtme. Hani söylerlerdi eskiden, efendim parasını getirdiler, göğsüne koyar koymaz öldü. Çünkü o parasında fani olmuş, oradan başka bir şey düşünmüyor. Kudret de istihza[40] muamelesi etmiş. Biraz daha dursun, diyor. Azap içinde zavallı! Anlatamıyor muyum yahu? Azap içerisinde. Getirirler çıkınını, ayağının ucuna koyarlar, gözü ilişir, kapar gider.
Câh hırsında bir adam farz edelim. Şu câha ben sahip olacağım, diyor. Çok zor ölür. Ölüm anındayken, o halet-i ihtizâr[41]da o gider gelir, gider gelir, o daima ordadır. O, Allah ile meşgul değil, o câh ile meşgul. Zaten öyle gidecektir. Ona sen netice itibariyle “Sen oldun, o câh senin” dedin mi? Hüüp kapar gider.
Masa hırsı, kasa hırsı, câh hırsı her neyse. Herkesin bir emeli, vardır. Onda ifrata gidip de fani oldu mu, çabuk ölmez. Söyleyeceksin ki, ölsün. Son anında insan, ne kötü bir şey değil mi? O bir karar. Tam kapar kapamaz bir perde açılır; yaaa hayat, denir ona bak. Hayatı “cidal” diye tarif eden “varım” diye yaşayan, bak bakalım varlığın nerededir? Öyle bir fenadır ki o azizim, o hiçbir şeye benzemez.
… Evet yedi şey, bir adamı hem bu âlemde hem o âlemde
yaşattırır, diyor Hazreti Muhammed. Yedi şey. Hepsini söylemeye bugün
rahatım yok. Bir tanesini söyleyeyim. Yedi madde bir adamın bu âlemde
yaşıyormuş ve ikinci hayatta da onun lazım gelen varlığının tecellisini görmüş
gibi yaşattırır, diyor.
Bir adam; övünmek yok, bunu ben biliyorum da yayıyorum, diye
bir his yok. Zor. Güzel bir elbise diktirirsin, bir balık yağı fıçısının içerisine
düşer. İstediğin kadar bilmem neden olursa olsun, giyebilirsen aşk olsun. Balık
yağı fıçısına düştü. Beş yüz lira terziye verdin, bin lira kumaşına verdin,
neyse bilmem şunu da yaptın bunu da yaptın amma giy bakalım. Düştü balık yağı
fıçısına, buyur. Herhangi bir hasene, her hangi bir iyilik ufacıcık içinden bir
şey geçti, balık yağı fıçısına düştü o iyilik. Menni[42] eza[43] olmayacak.
Bunu bak ben biliyorum, benden daha başka bunu güzel bilen yokmuş gibi bir his
gelmeksizin…
İlim Allah’ın sıfatıdır.
Beni insan yapmış. Öyle ya, hiçbir insan bütün ömrünü ortaya koymuş olsa Kudret’in
kendisine yapmış olduğu ufak bir ikramın nihayetine kadar şükrünü ifaa… Söyleyemedim.
Yapamaz yani. Karşılayamaz. Nedir o?
İnsan yapmasından. “Bir kanalizasyon faresi yapsaydı!” ne yapardın, olmam mı
diyecektin? İlm-i ilâhi O’nda muhit. “Kün” emrinin dairesinde senin hissene o
çıksaydı. Efendim şöyle oldu da, böyle oldu da öff gelmeseydim de… Ya, ne
istiyorsun kardeşim? Niye öfff diyorsun?
Neden kaşlarını çatıyorsun? Yapsaydı en süfli bir mâhluk, olmam mı
diyecektin. Dinleyen mi olurdu?
İnsan yapmış, ruh-u menfûh ile tekrim etmiş, yüzünü benden
başkasına çevirme, bütün mevcûdâta kalbin merhametle çarpsın, kendimi de
vereceğim, demiş. Yalnız buradaki konuşanınla (dilinle) buradaki
konuşanını
(kalbini)
birleştir. Bir defa şart o.
Çok zor bir iş. İçeride bir konuşanın var, bir de iki dudaklarının arasından
çıkan bir konuşanın var. Bunun ikisi birleşti mi ben seninim, diyor.
Birleştiririz!
[44] يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ Önce Allah sever, senin sevdiğini görsün,
seven O’dur yine. Çok sever. Bize kalsa çok geri… İnsan yapmasının hakkını
ödeyemeyiz, hulâsa bu. O kadar çok sevin ki. Fuzûlî öyle der.
Ger
çekmese kazâ ne olurdu hâlim.
Bazı insanlara cevaptır o. Ya beni çekmeseydi kazâ-i
subhâni beni ilminde tuttu. Üüü! Ne itibarlar bana insan diyerekten… Sonra eğer
şöyle bir parça tanınmış bir insansan... Tanınmış deyince yani ters anlama.
Hakk’ın yanında Hakk’ın nedimleri tarafından, bir parça tutulmuş kimseysen...
Öyle diyor Cibril’e: “Filanı sevdim, sev. Filanı sevdim, Ben
sevdim, sev. Baş üstüne. Ehl-i semaya da söyle, sevsinler. Yer üzerinde beni
sevenlere de söyle, sevsinler.” Bunlar az şeyler midir? Bunlar ufak şeyler
midir? Mesela senin haberin yok, böyle bir iltifata uğramışsın. İşin en tatlı
tarafı da bu. Eh bu âlemdeki müfredat programın bitmiş, defterin kapanmış, “gel
bakalım” denmiş. İmtiyazın, fermanın, menşur[45]un
eline verilmiş. Üüüü! Birçokları da böyle olacakmış. Böyle olan da var.
Güler güz, güler yüz, sahte değil ama. Şimdi de var. Bu
asrın güler yüzü çok kuvvetli, herkes gülüyor. Buraya kadar dişleri gözükür
şöyle(!) Hututat-ı veçhiyeye,
gözünün içerisine baktığım içün, güler yüzün içerisinde, gözün içinde de bir
yüz vardır, o da güler. Buraya kadar oldu mu, gözün içindeki yüz gözükmüyor. O
gözün içerisinde bir yüz var ayriyeten. O gözükmüyor. Öyle değil. Güler yüz. O
ışıldar şöyle göz; şıkır, şıkır, şıkır, şıkır, şöyle… Anlatamıyorum galiba.
Öyle şıkırdar güler yüz.
Öyle, der. Garibin yüzüne tebessüm et ki... (Biz de garibi
daima tepeleriz!) Garibin yüzüne tebessüm et ki sana, ben tebessüm edeyim. Garibin
yüzüne tebessüm et. Garip daima hakaretlenir. Garibin yüzüne tebessüm et ki... Geçen
konuşmamda dediğim gibi:
[46] إنَّ الْإِنسَانَ
لَفِي خُسْرٍ ﴿٢﴾ ﴿١﴾
وَالْعَصْرِ
Koca, muazzam bir suredir. وَالْعَصْرِ Asr-ı
saadeti Muhammediyene kasem ederim ki,
-Cenâb-ı Peygamber’in zamanına. Hep
zaman O'nun, O'nun zamanı- Bütün insanlar hüsrandadır. لَفِي خُسْر Mağbundurlar[47]. Ancak ve ancak kalbe sürûr ilkâ edenler. Ölmüş kalbi
diriltmeklik hususunda sayılı nefeslerini tüketmekliği vakfedenler...
İş edinmiş bunu. Sabahleyin kalkıyor. İlk işim diyor, bir
kırık kalp bulayım ben onu ihyaya çalışayım. Onun içerisinde neler gelir senin
başına? O gayet kolay bir şey değil. Nâdânı gelir, aldatanı gelir, hile yapanı
gelir, eğleneni gelir, ahmak diye arkandan dilini çıkaranı gelir.
Yaa, öyle senin bildiğin gibi höppedek aktardan alır gibi
gitsen alsan, ver elli kuruş, yüz kuruş, bir parça da güler yüz olur(!) Öyle
değil ki o. Hadisat bu cemiyet içerisinde yaşarken neler gelir. Bunların
hepsine. Balıkçı denize oltayı atar, her vakit barbunya balığı çıkmaz. Neler
çıkar, neler çıkar. Fakat onu çıkaracağım diyerekten, o daima onu atar. İnsan
da bu kesret[48]
denizinde oltasını daima atacak bir insanın gönlüne sürûr ilkâ etmeklik içün.
Suyu çıkaran kazma bir kazmadır, kuyuyu kazarken kaç bin
kazma vurursun, fakat en son kazmadır o suyu çıkaran. O en son kazmayı
vuruncaya kadar, binlerce on binlerce kazma vurdun, toprağı izale ettin. Hayatta da o insanı
buluncaya kadar on binlerce hadiseyle çarpışacaksın. Çarpışa çarpışa öyle höppedek
pazardan portakal alır gibi öyle yok. Öyle değil, çok zor o.
O bütün sana gelen çirkinliklerin karşısında hakikaten
ahlakın mânâsında kendi kendine bir varlık meydana getirmişsen dersin ki: İtlak-ı[49] zâtide her şey müstehlektir[50]Ben
hizmeti Allah’a yapıyorum. Bu eğlenen de oraya gidecek. Bu tasdik eden de
orada gidecek. Anlatabildim mi? Gözünde hiçbir şey pürüz kalmaz. İtlak-ı zâtide
her şey müstehlek olduğunu bilir, öyle görür, öyle yaşar. Öyle bilince ne olur?
Bütün mecmua-i şuuna[51] Orası
bana ait artık, der. Yaşa öyle yaşa.
Mevlana’nın dediği gibi: Yahu diyor, ne gam çekiyorsun,
diyor. Niçün müteessir yaşıyorsun, diyor. Sizin memlekette hiç gece yarısı
olmaz mı? Gece yarısı, nısfü’l-leyli olmayan bir yerde mi yaşarsın sen? Nerede
yaşarsın? Yok mudur, sizin yerde? Eğer gece yarısı olan bir muhitin varsa, bir
ah anahtarın yok mu senin yahu? Nısfü’l-leyl de kalk, bir “ah” de bütün kapılar
açılsın.
Ah’ın anahtarı vardır ama madeni bozuk, açılırken kırılır.
İhlâs madeninden olacak. Niyaz darphanesinde dövülecek, üzerinde Hakk sikkesi
bulunacak, aşkın ayn’ının içine girecek, şın testeresiyle kesilecek, kaf
teknesinde pişecek, sırr-ı aşka erecek. Var... (Yoruldunuz mu?)
Vazife… Arada
sırada tarifini yaparız bunun. Bilinmesi lazımdır. İki kelime vardır ki,
insanlar arasında sû-i istîmâle uğramıştır. Biri vazife, biri de vicdan.
Vazife mukaddestir deriz, güzel. Doğru tabi, mukaddes. Mukaddes olan şey
kutsiyattan doğar, kutsiyat ahlakiyattan doğar, ahlakiyat Zât-ı Bârî'ye[52] iman
ile olur. Zât-ı Bârî'ye iman da mânâya, mânânın aslı olan varlığa imanla olur. Demek
oluyor ki, bir işin vazife olabilmesi için bu kanallardan geçmesi şart. Kaideli
bir şekilde, böyle. Keyiften doğmaması, beşerin nefsinin mahsulü olmaması, Hakk
yoluyla gelmesi...
Gelelim vicdana... Vicdan, akılla ruhun izdivacından
doğan bir varlıktır. Herkeste pek bulunmaz. Bunun lügat mânâsı bulmak mânâsınadır.
Vicdan. Arapça bir kelime, bulmak. Milyonda bir insanda bulunur, zor iş o.
Bazen bakarsın ki: “Efendim sen o işi benim vicdanıma bırak kardeşim!” Öyle bir
nazik noktadan konuşuyorsun ki, var mı (vicdan)? Bu
biraz ağır gider bu cümleyle, bu hitap da ağır. Anlatırsam siz de hak
verirsiniz.
Bulmak mânâsında. Neyi bulmak? Allah’ı bulmak. Allah’ı
bilende bile yoktur. Bilecek, bulacak, olacak. Kolay iş mi o! Anlatabildim mi acaba? Bilecek… Bilmek ile bulmak arasında
fark vardır. Bilmek de ikiye ayrılır; bir Allah’ı bilmek vardır, bir de Allah’ın
varlığını bilmek vardır. Allah’ın varlığını bilmek başka, Allah’ı bilmek yine
başka. Ekseriyet, inananlar yani iman edenler, Allah’ın varlığını bilenlerdir.
Allah’ı bilen, yine ayrı bir iş. Bildikten sonra bulan, bulduktan sonra olan.
Zaten bu âleme üç şey içün gelmişizdir. Bilmek, bulmak,
olmak. Taalluk[53] edecek, tahalluk[54] edecek,
tahakkuk[55]
edecek. Biraz evveli saymış olduğum devreleri ikmal ettikten sonra,
aslını arama derdinde, bilmek maddesine girer; sev emri verilir, taalluk eder
yani ya Kudret’e. Sevdi mi, sevdiğinin dediğiyle oturup kalkması şarttır. Ne
demişse öyle oturacak, kalkacak. Taalluk ediyor. Kendinde hesap kalmadı. Ondan
sonra, Hakk onda tahakkuk eder. O vakit vicdan denilen mefhûm[56] o
mânâ-i kibriya meydana gelir. Bunlar ne ile olur?
Toptan bir tek kelime, aslına kavuşmak aşkıyla olur. Mebdeini[57], maadanı[58],
mevlidini[59]
bilmek zevkiyle olur. Yoksa “İnsan tekâmül etmiş
bir hayvandır. Bu kâinatta, kör bir tesadüfün neticesidir. Eline fırsat geçti,
ihtirasat-ı nefsaniyeni içün vurdun, kırdın, ne yaptınsa yaptın. Lazım gelen nefsanî
arzularını meydana getirdin. İşte senin içün saadet budur. Bunlardan mahrum
yaşadın, işte senin içün de zavallılık budur!” dendi mi onun şekli ayrılır.
Onun şekli ayrılır.
Fakat biz kan itibariyle, tarihin en eski efendisinin
çocuklarıyız. Dünyada manevi bir zehirli gaz sıkıldı, bu her tarafa sirayet
etti. Hiç şüphe yok, bize de sirayet etti. Bizim aslımız Allah’ın merhametine, -tabiri
caizse- hususi iltimasına mazhar olmuştur. Bize ümmet-i vasat derler. Ve
benim kanaatime göre, -görürüm görmem başka- dünyada, muhakkak surette dünya
bir durulacak. Öyle ya, sekinet, vakar meydana gelecek.
Beşer nihayet tenekecilikte biraz ilerledi, yaratırım
sevdası geldi. Düğmeye basıp milyonla
adamı öldürmeklik medeniyet değildir. Bunu anlayacak. Vahşetten daha büyük
vahşettir. Taa vahşet devrine gidersek bin senelik harpler görürüz, fakat bin
senelik harpte bin kişi ölmez. Bir adam çıkar bir adamın karşısına bir ay, iki
ay, bir sene dövüşür. Ondan sonra diğer adam çıkar. Anlatamıyor muyum?
Şimdi böyle otur, böyle bas düğmeye, bir milyon, üç
milyon, on milyon, hastanedeki ihtiyar kadın, beşikteki mini mini yavru, mazlum,
zalim hepsi birden… O medeniyet midir o! O da gene Hakk’ın bir cezasıdır ama Allah
merhamet ede. Yoksa hindistan cevizi kadar muhafazanın içerisindeki o varidatın
cereyanı yine oradan gelir.
Siz hayatı “cidal” diyerekten tarif ettiniz. Cidalin
neticesi paylaşmaktır. Paylaşın bakalım, Boğuşun! diyor. Beşer bir düşünecek,
taşınacak, bir gün gelecek; nokta-i istinat kuvvet değil, nokta-i istinat Allah,
diyecek. Hah! Diyecek Hudâ: “Gel bakalım!” diyecek.
İşin şekli böyle, hepsinde böyle. Hangi kuvvete
dayanırsın? Efendim avamı başka türlü yaşar, havası başka türlü yaşar. Ekmek
kavgası, der. Ekmek kavgası olur mu? Bir gün oldu mu, Sultanı Resul’ün yanında:
“Ya! Çok müteessir oldum, dedi. Ben sizi insan yaptım farklı bir, biliyorum
insan oldunuz. Ekmek kavgası köpeklerde olur.” dedi. Anlatamıyor muyum acaba?
Ekmek kavgası köpeklerde olur. İnsanda ekmek kavgası
olmaz. Ufacık bir menfaat, binleri
tepeliyor. Uyanacak, uyandığı vakitte de, uyandığı vakitte de mânânın verdiği
bilgiye göre, yine sen rehber olacaksın. Rehber olacaksın. Seni o hâle Allah
getirecek, olacaksın. Hudâ, çok kavîyi çok zayıf ile tepeler. Verecek.
Âdem Aleyhisselam’a irtikâp[60]
ettiği zelle[61]
dolayısıyla, daha doğrusu bu neşenin tafsilinin iktizâsı tecelliyat-ı ilâhiyede
bulunması ile buradan çık emri verdiler. O işe memur olan, o mânânın varlığı
her birisi bir lisanla “çık” dedi. Âdem aldırış etmedi. Nihayet Türkçe konuşan
kuvve çıkacaksınız, dedi. Tak, dedi çıktı.
Türk’ün Muhyiddin’i olan İsmail Hakkı, o büyük adam, temiz Türk, bunu
böyle izah eder. Uzun boylu izahı vardır da… Öyle söyler söyler, söyler söyler,
anlatır.
Hulâsa, insan hakikat âleminde ahlak mevzûunda ilerleyecek
olursa sıfatları başlar. Arif olur, kalbini Mevlâ’sına verir, ruhunu belvâsına[62]
verir, cismini de insaniyete vakfeder. Ne vakit ki bizde bu hâl başlar, ahlakta
tamamıyla yol almaya başladık demektir. Anlatabildik mi acaba? Konuşmayı
kesiyorum yani ya. Bitirmek üzereyim.
Ruhunu, evvela kalbini Mevla’sına verir. Kalbiyle
kalıbının vazifesini ayırır. Bunları konuşmakla dünyayı terk et mânâsı, yok.
Dünya elinde oyuncak olacak. Ahlaksız ahlaklıyı madde ile satın alıyor da
ahlaklı ahlaksızı madde ile niçün satın almıyor? Bunların hepsini soracak Hudâ.
Niye sen almadın? Ahlaksız ahlaklıyı yendi maddesiyle, beşerdir, çarpılır. Sen
niye almadın? İşte eksik tarafları bizim bunlar. İmansız, imanlıyı satın
alıyor. İmanlı, imansızı niye satın almıyor? Alsana, yapsana uşak. Böyle olursa
olur. Kalbi Mevlâ’sına, ruhu belvâsına… Kalıpla kalp ayrılacak. Kalıbın
çalışsın, bütün dünyayı fethet. Kalbin, “orası ayrı” dersin. Misafiri var.
Nazargâh-ı ilâhidir.
Kun ğaniyyel kalbi vagna’ bil kalil
Mut ve la tatlub meaşen min leiym
La tekun lil ayşı mecruhel fuadi
İnnemel rızgu alellahil keriym [i]
İmam-ı Ali’nin kurmuş olduğu bir düsturdur, her an şanını muhafaza etmektedir. “Adam ol, adam!” diyor. Adam değil miyim? Buradan nerden çıkıyor, biliyor musun? Yeni mânâ veriyorum.
لِمَن كَانَ لَهُ
قَلْبٌ [63]
Konuşur, konuşur da
“Bu söylediklerim kalbi olan içündür.”
Cenab-ı Haydar’da burada kalbi zikrediyor: Kun ğaniyyel kalbi. Adam ol adam! Adam olunca zengin kalpli olursun, satılmazsın. Zengin kalpli ol. Vagna’ bil kalil. Aza kanaat et!
Buradaki
azdan; az çalış, az kazan, o mânâya değil. Bunu ekseriyet yanlış anlar.
Kanaatin mânâsı nedir, biliyor musunuz? O ziynet elbiselerini saysaydım burada geçecekti. Orada aşağıda der ki, Allah. “Benim kullarıma çıkarmış olduğum ziyneti, kimin salâhiyeti var da haram kılmaya başlar. Kimin haddine düşmüş. Kim?” Resmen böyle ilan ediyor.
Buradan şimdi birkaç sual çıkar. Mevzûun harici gibi
gözükür ama harici değil. Mevzûyla alakadar. Mesela derler ki: “Efendim, dinen
erkeğe ziynet haramdır.” Bu tabirler vardır. İpek kullanmak, altın kullanmak, süslü
olmak. Hep de zıddına, nereden çıkarmışlarsa?
Şimdi Allah’ın bu emrinin karşısında evet Cenâb-ı Muhammed aleyhisselamın
da altının aleyhinde, erkekte ipeğin aleyhinde bulunduğu zaman var. İki günlük
üç günlük çocuk, emzikli çocuğa meme emiyor, pirzolayı ağzına tıkarsan görürse
birisi “Allah belanı verecek geberteceksin, der. Bu daha bir saat oldu doğalı,
anasının memesini versene ne yapıyorsun sen?” “Ama bu kuvvetli bunda vitamin
var, baksana...”
Şu ince yerini anlatayım ister misiniz? Mühim bir yerdir
burası. Dünyayı en kesif bir zulmet perdesi kaplamıştı. Fikren on dört asır
evveline seyahate çıkarsak. Zulüm her tarafı sarmış. Her milleti idare eden
insan, o milletin başını kemirici bir canavar kesilmiş. Acayip bir devir.
Kadınlar pazarda hayvan gibi satılır. Kocası öldü mü, tel dolabı gibi, masa gibi
satılır. Mirasçısı alır, götürür satar. Medeniyeti deden de bulursun. Başka
yerde yok medeniyet, hakiki medeniyet. Diri diri çocuklar gömülür. Zulüm
memduh,[64]
fuhuş memduh… Öyle şeref meref öyle bir şey yok.
Nihayet Hudâ ikram etti, Beşeriyetin Fahr-i Ebedisini
gönderdi. Tek başına bir dava açıldı, Hira dağından. Erbâb-ı akil, eshâb-ı
felah bekliyor, bir yerden çok bunaldık, bir şey çıkacak amma bir nur bir
yerden parlayacak. Hiç ümit edilmedik, insan pişirici bir iklimden çıktı.
Çıktı. Aciz insana tapılmayacak, dendi. Zulme divan
durulmayacak, dendi. Evetle hayırın kullanma yerleri belli olacak, dendi. Niçünsüz
yaşanılmayacak, dendi. Anlatabiliyor muyum acaba? Program bu. Derhal insanlar
uyanmaya başladı.
İnsan gelişi itibariyle, herhangi sahanın adamı olursa olsun
aynı “Kün” emrinin tecellisinde aynı şeyle gelir. İmtiyaz kalbinin atış
tarzına bağlıdır. Mâhlukata karşı, kimin ki fazla merhametle çarpıyor,
ayrıl denir. Öbürkülerde bir fark yoktur, şah olsun, geda olsun. Fakat esbâb
yoktur. Yani sebep yok, sebepler. Bu davanın kabul olması içün imkân aranıyor.
Malum ya, insan bir işi yapabilmek içün bazı sebeplere bakar. Toprağı kazacağım
kazma lazımdır, der. Kürekle atmak lazımdır, der. Kazma yok, kürek yok. Aynen
onun gibi.
Fakat irade-i ilâhiye, sebeplere muhtaç değil, sebepler
irade-i ilâhiye muhtaç. Onun içün davanın tahakkuk edeceği üzerine iman
ediyordu. Bunlarda az. Ordu yok, masa yok, kasa yok, muhit yok… Tabi aciz
insana tapılmayacak dendi mi, o güne kadar baş üzerinde taşıyan insanlar derhal
ayrıldılar. Niye? Dedik ya bir benlik hani “Sen diyor beni kölemle bir yaptın yahu!”
diyor. O olmaz, diyor.
Zannediyorlar ki bu dava açıldığı vakitte yalnız o Ceziretü'l-Arab’da,
şu kadarcık bir muhitte... Hayır! Bütün dünya başladı. İki büyük hâkimiyet var,
Kisra, Bizans hâkimiyeti. Kayser, Suriye valisine emir verdi. Kisra, Yemen Valisine
emir verdi. “Orada birisi türemiş. Derhal ensesinden kelepçeleyin, bana
gönderin!” dendi. Hısımlarda hasım mevkiine geçti. Mesela, Bazan[65] geldi
dedi ki: “Ben emir almışım sizi şey ediceğim, tevkif[66] edeceğim. Ben tevkif edeceğim.” Yemen valisi
Bazan.
Demek
ki bu büyüklükler, mânâya ait varlık öyle kolay kolay meydana gelmiyor. Biraz
zor ama tatlı.
Cenab-ı Fahr-i Âlem dedi ki: “Siz yarına kadar müsaade
edin de, yarın dedi bu işi görüşürüz.” Bu iş yarın görüşülecek.
Ertesi günü “Sizin şahınızı oğlu bu akşam tepeledi,
dedi. Bu akşam parçaladı.”
“Ee ben bu işi tahkik edeyim, eğer öyleyse ben sana ilk
iman edenlerden olurum.”
“Yap tahkikini” dedi.
Tahkiki tahakkuk etti. “Beni, beni teslim al” dedi.
Anlatabiliyor muyum incelikleri? Bunlar mühim işler. O
bir nazara uğradı.
Ey şah-ı Resul, nazar-ı akdesi lütfun
Mücrimleri Cibril kadar muhterem eder.
Bir an evvel şöyle yapacağım, diyen adam, bir nazar-ı iltifata uğruyor, en büyük şakiyken bir Cibril oluyor. O böyle.
Neyse, öyle oldu ki, bütün hısımlar hasım oldu. Muhit
alakasını kesti, Şa’b-i Ebû Talib[67]’te
üç sene kaldılar. Tamamen müşrikler, ne alışveriş, ne iş, ne güç hiçbir şey
vermiyorlar. Çocuklar vardı, ondan sonra her birisi büyük büyük zat oldu. Açız
diyorlardı. “Allah deyin, doyarsınız.” deniyordu. Setr-i avret edecek yerleri açılmaya başladı.
Bir parça bez bulamadılar, yamamak için. “Ön safta namaz kılanlar ayağa kalkmadıkça,
arka saftakiler kalkmasın.” emri verildi. Çünkü açık yerleri gözükecek. Eee bu
vaziyetteyken biri, altınını takmış, takıştırmış ipeklilerini. Münafıklar böyle
giyinip, geliyorlar. Tabi o vakit hoş görülmez. Anlatabildim mi acaba? O vakit,
hoş görülür mü? İnsanın ciğerine sızı girer.
Bir azap, alay mevzûu gibi. Vakta ki, kâinatın mukadderatı, o davanın
sahibine inanların eline geçince, kendileri de giydiler, bedayi’in[68]de
aleyhinde bulunmadılar, giyeni de tahsin[69]
ettiler. Anlatabiliyoruz değil mi?
Ama biraz evveli konuştuğumuz vakitte bir ziynet mevzûunu
konuştuk. Şimdi bu ziynetin içerisinde
كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ[70] diyor, Allah. Ziynetleri benim sevdiğim
insanlara çıkarmış olduğum ziynetin aleyhinde kim bulunabilir? Onlara
çıkardığım tüm rızıklar, güzel rızıklar.
Biz de tersini yaparız. Gelecek şeyin en iyisini ağyâr yer,
bize bir meskenet[71]
gelmiştir, en iyisini o yer. Çürüğünü alırız, “Nimete hakaret etmeyelim.” diye.
Öyle bir şey yok! Bunu nereden çıkardın sen? Bir de uydururuz: “Hazreti Fatıma
küle bandı da ekmeği, öyle yedi.” Niye küle bansın yahu? Hadi bulunmadı bir şey
ama küle niye bansın? Onun karşısındaki insanlar da başlar ağlamaya.
Acınacak hâllerimiz çok, her sahada. Öyle bir hâle geldik
ki inanmayanlar “geri kafalı” bile dediler, inananlara. Diyende mi kabahat,
dedirtende mi? Dedirtende. Biz o mânânın azametini meydana getiremedik ki.
Gösteremedik ki o mânânın azametini. Kızdık, nefsimizden kızdık. Kızmamız öyle
bir haklı olaraktan değil. Onu bir gaye edinmedik. Ekseriyetle mânâya inanan
çocuk sınıfta geridedir. İkmale kalır; döner, az numara alır. İnkâr eden çocuk,
ilerdedir. Niye onu gaye edinmiyorsun kardeşim, eğer inanmışsan? Anlatamıyorum
değil mi?
Şuralarını söylemek istiyordum. Bizim bildiğimiz, yenecek
içilecek şeylerin en iyisini sevdiğim insanlara Allah yarattım, diyor. Bir defa
ona dikkat etmek lazım gelir. Sevdiği insanın kuvvetli olması lazım. Miskinliği
bırakmak. Lüzumsuz şeyler onlar.
Haaa, enfüs mânâsındaki olan rızka gelince: “Ben onlara
öyle rızıklar meydana getirmişim ki; tevekkül yerler, rıza lokmasını yerler,
sabır gıdasıyla gıdalanırlar.” Anlatamıyor muyuz acaba? Sabır gıdasıyla…
Bunlarla gıdalandığı dakikadan itibaren, kanaat bâbı gelir.
Kanaat, tevekkülün meydana getirdiği bir varlıktır. Kanaat şudur: Kudretin sana vermiş olduğu bütün sıfatlarını
kullanırsın. Akıl vermiş, kullanırsın. Servet vermiş, kullanırsın yerli yerine vâzedersin. Ondan sonra onun
meydana getireceği şeye razı olursun. Anlatamadık galiba! O hâsıl olacak şeye
rıza gösterirsin, şu kadar yaptım da, şu kadar olacaktı. Senin elinde değil o.
O O'nun elinde. Orada yıpranmamaklığın adına kanaat denir. Âhar[72]a
zararı olmamaklık şekliyle yapılan kazancın adına kanaat gelir. Başkasına zarar
başladı mı, kanaatten çıktı. Daha iyi anlattım şimdi.
İşte onu öyle diyor İmam-ı Ali. Kalp sahibi ol, zengin kalpli ol. Aza kanaat et, yani ihtirasat-ı nefsaniyende boğulma. Seciye-i insaniyeni ayakaltına salma.
Mut ve la tatlub meaşen min leiym… Geber
de geçineceğini alçak adamdan bekleme. Dökme kimseye yüzsuyu. Yüzsuyu, altın
suyuna benzemez. Altın suyu tabloları tezyin[73]
eder, yüzsuyunun nakkaşı Allah’dır, bozuldu mu, tekrar yapanı olmaz. Götürüp
onu kimseye verme. Altın suyu levhaları şunları bunları tezyin eder fakat yüzsuyu
Hazreti insanı tezyin eder. Sonra altın suyunun sen ben yaparım nakşını. Onun
nakkaşı Allah’tır. Bir defa bozuldu mu, kimse yapamaz ki, geçti o. Hüner,
geçineceğini alçak insandan isteme.
La tekun lil ayşı mecruhel fuâd Kalbinle kalıbının vazifesini ayır. Ayır. Nazargâh-ı ilâhi olan,
ayine-i Hak olan, seni sana buldurtmaklık içün bir vatan-ı asli bulunan
kalbini, umûr-u maişet hususunda yaralama. Kalıbın didinsin, kalbin onunla
kalsın.
İnnemel
rızgu alellahil keriym Nahnu
kasemna[74] matbahından
sana ayrılmış olan bir şeyi, önleyecek, arttıracak, azaltacak hiç kimse yoktur.
Onun mütekevvini Allah’dır.
Bir bu sözlerini birde şu sözüyle amel edersek çabuk yol
alırız, çabuk. Bir defa alçağa yüzsuyu dökmedin mi, alçak kalkar. Alçak
kalkınca insanlar rahat eder. Bak ne kadar kolay demiş. Alçak daima yüzsuyu
dökmedin mi, kimse yüzüne bakmadın mı alçağın, öyle güzel adam olur ki o. Öyle
güzel adam olur ki! Kıymet vermedin mi zalime, mazlum olur. Derhal mazlum olur.
Kıymet verdikçe ezer adamı!
Diğer sözü de şudur:
Veledetke ummuka yebne âdeme bâkiyen.
Vennâsû havleke yadhakûne mesrûrâ.
Feched linefsike en tekûne izâ bekev.
Fi yevmi mevtike ve ente
sürûrâ.[75]
Manası: Yadın da mı ey Âdemoğlu doğduğun günler, ağlar idin sen, gülerdi
âlem.
Öyle
bir ömür geçir ki olsun mevtin sana hande, halka matem.
Açalım şimdi. Nazman tercüme etmişler ama ben bir yerini
bozdum. Hafızamdan kaymış. Anlaşıldı mânâ ya, lazım gelen bize mânâyı anlatmak.
Ey Âdemoğlu doğduğun günleri hatırla, annenden bu âleme geldiğin zamanı
hatırla. Niçün? İnsan doğarken ağlaya ağlaya doğar. Geldiği âlemden memnundur.
Hâlbuki gelmiş olduğu anne karnı, o tecellisi iyi bir şey midir? Rahm-ı mader[76]de,
zindanda, fakat memnun. Çıkarmayın, diyor. Ağlaması o. Gitmem. Şimdi bir anne
karnında da yine öyle ağlarız, gitmeyiz diyerekten. Buraya geldikten sonra “dön
bakalım” desen “aman istemem” der. Şimdi
ikinci hayata gittikten sonra, “hadi dünyaya” desek, “yoook!” der. Bir şey
anlatamadık galiba. İstemem der, gitmem. Getirirler. Etrafındakiler de, o ağlar
illâ gitmeyeceğim diyerekten, etrafındakilerde güler. Sevinir, annesi, babası,
hısım, akraba, dost… “Yavru meydana geldi” diyerekten, herkes neşe
içerisindedir, bir telaş.
Gider… O kadar çok çalış ki; sakın gidişin, gelişin gibi
olmasın. Sen gelirken, sen ağladın. Etrafındakiler güldü. Şimdi o kadar çalış
ki, sen giderken Refik-i Alâ’ya git gül, etrafındakiler de kaybettik diyerekten
yansınlar, ağlasınlar. Ohhh kurtulduk şu
zalimden, dedirtme! Gidersek böyle rızkımızı Hakk verir, böyle yaşarsak. Öyle
diyor, kendisi.
Bir şey söylüyordum, neredeydi hatırlatabilir misiniz
bana? ...Ne kadar söylemiştim, talim dedim, ilim Allah’ın sıfatı olduğunu, buna
bize layık kıldığını, mal onun olduğunu, buralardan yürüdük. Ya bir mahlûk-u
süfli olsaydık filan diyerekten… Hatırlata bildik mi acaba? Bak daha nerelerden
getirdim ama iyi dinlemiyorsunuz
işte.
Bize, bir ilmi kendi içinde olmaksızın. Bunu bak ben iyi
biliyorum, ne iyi şey ediyorum, övünmeksizin, bulunmaksınız, bu Allah’ın
malıdır. Hem bunu siz kendiniz de kullanın. Bazı adamlar size gelir, çok övünür
filan... Nedir şunu bilir, bunu bilir! Sahibini ver bakalım, kendininkini
göster, de. O pek az adamda kendininki çıkar.
[1] Alâik /Alâyık: Alâkalar, ilgiler, bağlar. Tasavvuf: İnsanı meşgul eden, Hakk’a erişmekten alıkoyan
ilişkiler, bağlar.
[2] Kevniye: Yaratılanlarla
ilgili olan
[3] Anâsır: (Unsur. C.)
Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler.
[4] Don: Kılık, giyisi
[5] Müdrik: Aklı eren.
Anlayan. Kavrayan, akıllı. Büluğ çağına, erginlik yaşına gelmiş olan.
[6] İkrar: Açıktan
söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer
kılmak.
Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını
haber vermek.
[7] Sakf:/ سقف / سَقْفْ:
Yüksek çatı, dam, tavan
[8] İzmihlâl: Bozulup
gitmek. Perişan olmak, mahvolma, bitme, yıkılma,
çökme. Görünmez hale gelmek.
[9] Nazirat
Suresi 24. Ayet-i Kerime:فَقَالَ
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
Meali: Benim en büyük Rabbiniz! dedi.
[10] Teali / teâlî / تعالى /
تَعَال۪ي : Yükselme, yücelme
[11]Terakki / terakkî / ترقى /
ترقي / تَرَقّ۪ي : Bilgi
ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet
3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye)
[12]A’raf Suresi 31. Ayet-i
kerime: يَا بَنِي آدَمَ خُذُواْ
زِينَتَكُمْ عِندَ كُلِّ مَسْجِدٍ وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ
إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ
Meali: Ey Âdemoğulları, her mescide
gittiğinizde süsünüzü tutunun, yiyin, için; ancak israf etmeyin, çünkü
O, israf edenleri sevmez.
[13] İla ahirihi/ilâ âhirihî:
"Aynı şekilde devam eder" mânâsına gelen bir ifade; sonuna kadar.
[14] Mürûr-u zaman: Zaman
aşımı, süre aşımı
[15] Serir: Taht
[16] Abdiyet: Kulluk.
Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak.
[17] Vecd: Heyecan,
hayranlık, sevgi vb. bir duygu ile coşarak kendinden geçmek.• tasavvuf. Kasıt ve zorlama olmadan Allah’tan bir lütuf
şeklinde kalbe gelen coşkunluk ve istiğrak hâli, ilâhî aşka dalıp kendinden
geçme.
[18] Galebat: Üstünlükler, yenme, galebeler,
yengiler, çokluklar
[19] Ufûl: Gurub,
batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. Mc: Ölmek.
[20] Muvahhid: Allah'ın
birliğine inanan. Tevhid eden. Birleştirici olan.
[21] Mekir/Mekr:Hile.
Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe
sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.)
[22] Renan, Ernest (1823-1892)
Fransız şarkiyatçısı, dil âlimi, tarihçi ve edip.
[23] Bedâyi': (Bedi'-Bedia.)
Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar.
[24] Neciyullah: Allah’ın
kurtuluş verdiği anlamında Hz Nuh’a (as) verilen isim.
[25] Sarâhaten: Açık ve
sarih olarak. Açıktan açığa.
[26] İtâb/İtâp: Tekdir
etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak.
[27] Muktezâ: İktiza
etmiş, lâzım gelmiş. Bir şeyin gereği olan,
gereken, lâzım gelen şey, gerek, îcap.
[28] Izmar/İzmâr: Kalbde
gizlemek, saklamak. Belli etmemek.
[29] Taun: Vebâ denen
dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan
yumruların herbiri.
[30] İnhimâk: [k ince] (ﺍﻧﻬﻤﺎﻙ) i. (Ar. hemk “gayret ettirmek”ten inhimāk) Bir şeyin üzerine büyük bir istekle düşme, fazla düşkünlük.
[31] Rad Suresi 6. Ayet-i
Kerime : وَيَسْتَعْجِلُونَكَ
بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِمُ الْمَثُلاَتُ
وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِّلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ
لَشَدِيدُ الْعِقَابِ
Meali: Bir de senden iyilikten önce kötülüğün
gelmesini istiyorlar. Oysa önlerinde örnek olarak cezalar gelip geçti. Ve
gerçekten Rabbin, zulümlerine rağmen bağışlayıcıdır! Bununla beraber Rabbinin
azabı çok şiddetlidir.
[32] Münafikun Suresi 10.
Ayet-i Kerime وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ
أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا
أَخَّرْتَنِي إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ
الصَّالِحِينَ
Meali: Her birinize ölüm gelip de: «Rabbim beni kısa bir
süre için tehir etsen de sadaka versem ve iyilerden olsam!» demesinden önce
size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) harcayın!
[33] İkâb/İkap: Şiddetli
azab, eziyet, ceza.
[34] Rad suresi 4. Ayet-i Kerime
وَفِي الأَرْضِ قِطَعٌ
مُّتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِّنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ
وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاء وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ
بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ
يَعْقِلُونَ
Meali: Arzda mütecavir kıt'alar, üzüm bağları, ekinler,
hurmalıklar, çatallı çatalsız hepsi, bir su ile sulanır, halbuki yemişlerinde
ba'zısını ba'zısına tafdıl ediyoruz, her halde bunda aklı olan bir kavm için
âyetler var
[35] Fatin: (Ar. fiṭnat – feṭānet “anlamak, bilmek”ten faṭіn) Zihni açık, çabuk kavrayan, fetânet sâhibi zeki.
[36] Âli İmran Suresi 6. Ayet-i Kerime هُوَ الَّذِي
يُصَوِّرُكُمْ فِي الأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاء لاَ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Meali: Rahimlerde sizlere dilediği şekli veren O'dur. Başka
tanrı yok, ancak O vardır. Güçlü O'dur, hikmet sahibi O'dur.
[37] İntizâr: (Nazar. dan) Gözlemek. Ümid ederek
beklemek.
[38] Refref: 1) Mânevi bir binek. 2)Dalları salkım
salkım olan ağaç. 3) Kenar saçağı. 4)Yeşil elbise. İnce yumuşak kumaş. 4)Döşek.
Cennet.
[39] Ankebut Suresi 69. Ayet-i Kerime
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا
فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
Meali: Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette Biz
onlara (Bize ulaştıran) yollarımızı gösteririz. Şüphesiz ki Allah, her
zaman iyi davrananlarla beraberdir
[40] İstihza: Alay etmek, birisi ile eğlenmek.
Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek.
[41] İhtizâr: 1) Can
çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması 2)Huzura çıkmak. Hâzır olmak.
[42] Menni: Başa kakmak
[43] Eza: Eziyet etmek
[44] Maide Suresi
54. Ayet-i Kerime يَا
أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَن يَرْتَدَّ مِنكُمْ عَن دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي
اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ
أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي
سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لآئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ
مَن يَشَاء وَاللّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Meali: Ey iman edenler,
içinizden kim dininden dönerse, duysun: Allah onların yerine, kendisinin sevdiği, onların da kendisini seveceği,
mü'minlere karşı boyunları aşağıda, kâfirlere karşı başları yukarıda, Allah
yolunda savaşan, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte o,
Allah'ın bir lütfudur ki, onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol, her şeyi
bilendir.
[45] Menşur: (Neşr.
den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş.
[46] Asr Suresi 1. ve 2. Ayet-i kerimeler إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ ﴿٢﴾ ﴿١﴾ وَالْعَصْرِ
Meali: 1. Andolsun
Asr'a ki, 2. İnsan mutlaka bir ziyandadır.
[47] Mağbun: (Gabn. dan) Aldanmış, kanmış olan.
Şaşkın. Şaşırmış.
[48] Kesret: Bir şeyin
ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)
[49] İtlak: Salıvermek.
Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak.
Cezadan kurtarmak.
[50] Müstehlek: Tüketilmiş, İstihlâk edilmiş, yiyip
içilerek bitirilmiş.
[51] Şuun: (Şe'n.) İşler, fiiller. Havadis
[52] Zât-ı Bârî: Her şeye bir kalıp ve bir şekil
veren ve güzelce yaratan Zât, Allah.
[53] Taalluk: Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş.
Ait olma. Dünya alâkası. Sevme.
[54] Tahalluk: Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek
İslâmi ahlâkla ahlâklanmak
[55] Tahakkuk: Bir şeyin doğruluğunun meydana
çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr
olmak.
[56] Mefhûm: Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden
çıkarılan mânâ.
[57] Mebde': Baş taraf. Başlangıç. Başlama. Kaynak.
Kök. Temel. Esas.
[58] Maâd: (Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp
gidilecek yer. Dönüş. Ahiret işleri. Uhrevi işler.
[59] Mevlid: Doğma. Dünyaya gelme. Doğulan yer veya
zaman.
[60] İrtikâb/İrtikâp: Kötü
bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak veya başlamak.
[61] Zelle: 1)Yanlışlık
yapma, yanılma. 2)Ayağı sürçme, kayma.
[62] Belvâ: Bela. Dert, çile. Musibet. Zahmet.
İmtihan, tecrübe.
[63] Kaf Suresi 37. Ayet-i Kerime : إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِمَن كَانَ لَهُ قَلْبٌ أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ
وَهُوَ شَهِيدٌ
Meali: Şüphesiz ki, bu
söylenende kalbi olan ve şuurla kulak tutan kimse için uyandıracak bir
ihtar vardır
[64] Memduh: Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş.
[65] Bazan https://islamansiklopedisi.org.tr/bazan
İran'ın mağrur Şah'ı, Peygamberimiz (S.A.V)'in kendisine gönderdiği mektupta
kendi adının önce zikr edilmeyişine son derece kızdı. Yazıyı yırttı.
Yemen Valisi Bazan'a da, Peygamberimiz (S.A.V)'i
bağlayıp İran'a göndermesi için emir verdi. Bunun üzerine Bazan, Medine'ye iki
adam saldı. Bunlar, Peygamberimiz (S.A.V)'e maksatlarını anlattılar, kendileri
ile birlikte gelmediği takdirde İran ordusunun bütün Hicaz'ı istila edeceğini
söylediler.
Peygamberimiz (S.A.V), onlara, hükümdarlarının öldürülmüş
olduğunu bildirdi ve "Benim dinim ve hâkimiyetim, Kisra'nın mülk'ü
saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak
basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!" buyurdu.
Elçiler, bu müthiş cevapla yurtlarına döndükleri zaman,
haber verilen gecede Kisra'nın kendi oğlu tarafından öldürülmüş olduğunu
öğrendiler.
Bu ihbar, Yemen Valisi Bazan'ın da, Müslüman olmasına
sebep oldu.
[66] Tevkif: Alıkoyma,
tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme.
[67] Şa’b-i Ebû Talip: (
Şib-i Ebû Talib) Ebu Talip’in kabilesi, cemaati.
[68] Bedayi' /
bedâyi' / بدایع : 1) Sermaye, ana mal. 2) Yeni ve incelikli güzel şeyler. 3) Sanat eserleri.
[69] Tahsin: Beğenmek
ve alkışlamak. Tezyin eylemek, güzelleştirmek. İyi ve güzel bulmak.
[70] Bakara Suresi 172. Ayet-i
Kerime يَا أَيُّهَا
الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا
رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Meali: Ey iman edenler! Size
kısmet ettiğimiz rızıkların hoş ve temiz olanlarından yiyin ve Allah'a
şükredin, eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız.
[71] Meskenet: Miskinlik.
Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk.
[72] Âhar: (Aher) Gayrı,
başkası. Diğeri. Yabancı.
[73] Tezyin: Bezeme,
süsleme.
[74] Zuhruf Suresi 32. Ayet:
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ
فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ
لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا
يَجْمَعُونَ
Meali: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik
ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından
derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha
iyidir.
[75] Hafızı Şirazi’nin
beyitleri.
[76] Mader: Ana, Çocuğu
doğuran.
Aza kanaat et de gönlün
zengin olsun
Öl de dûn olan
kimseden isteme yardım
Maişet uğruna gönlün
yaralı olmasın
Hem bil ki rızık
kerim olan Hak’tadır
Ahmet Nebi UYSAL
Beyefendi’nin açıklaması:
Gönlün zengin olsun, aza kanaat et
Öl fakat alçaktan umma medet
Mâişet uğruna olma gönlü yaralı
Rızık, çünkü Kerim Allah’a bağlı
3 yorum:
Mesela Firavun’u, biz tenkit ederiz. Firavun’un suçu ne? Benliktir. Ebu Cehil’in suçu ne? Benliktir. Ama Firavun’un sahasını bize verseler, belki Firavun’dan daha büyük Firavun olabiliriz. İnsanın benliğini insanın üzerinde tecelli ettiren, etrafındaki adamlardır. Benliğinde gezen insana selam verme. Kendi kendine kalsın, aranır “Ne oldu bana?” der. Derhal düşer. Anlatabildim mi acaba? Sen onun karşısında el pençe divan durdukça; onun zulmü artar da artar, Firavun gibi.
Allah için zaman yok, mekân yok, bu âlem yok, öbür âlem yok. Öyle bir şey yok, o bize göredir. O bir şey emretmiş, değil mi ya, onu muhakkak yaptıracak. Onu herkes yapacak. Hiç tatile uğramaz. Mürûr-u zamanla[14] hukuk zayi olmaz.
Hırsında fani olursa, bela burada şimdi. Haris olursa... O yaşla başla değil. O ölüm çekişmesi başladı da ölmüyor mu? Nerede kendisini fani etmişse “sen olacaksın” de ona. Derhal gözünü kapar. Zorluk çektirtme. Hani söylerlerdi eskiden, efendim parasını getirdiler, göğsüne koyar koymaz öldü. Çünkü o parasında fani olmuş, oradan başka bir şey düşünmüyor. Kudret de istihza[40] muamelesi etmiş. Biraz daha dursun, diyor. Azap içinde zavallı! Anlatamıyor muyum yahu? Azap içerisinde. Getirirler çıkınını, ayağının ucuna koyarlar, gözü ilişir, kapar gider.
Yorum Gönder