082 (291) 69dk (14.02.1960)
Huzur
içinde yaşamak.
En
büyük alîl,[1]
bu tarifin doğurmuş olduğu gayenin haricinde yaşadığından dolayıdır. Hilkatindeki
gayeyi idrak etmiyor, masası olanın da huzuru yoktur, kasası olanın da yok, ilmi
olanın da cehli olanın da. Hep bir huzursuzluk. Mevzii konuşmuyorum, bütün
dünya sekenesinde.
(Fısıltı kesilsin, öksürmeler)
Mevzûun en güç kısmı, insan tarifi olan kısmı. Beşeri takatle insan tarif edilemiyor. Geniş bir varlığa sahip; bir veçhesi çok kuvvetli, bir veçhesi de gözüyle göremeyeceği bir varlığın pençe-i kahriyesinde mahkûm olacak kadar da zayıf. Suret itibariyle bir çukura istiâp edecek kadar, boyunun uzunluğunda iki metre uzunluğunda bir yeri kaplayacak kadar bir vücûdu var. O vücûdunu bırakıp da diğer vücûdunu ele alacak olursak bütün kâinat içerisinde bu mühim muamma, bu geliş gidiş... Şöyle otururuz, bir akıntı var. Kaç vücûd içeride mevcut? Mühim bir mesele. Bir yandan konuşuruz, bir yandan başka bir yerle temas ederiz. İç âleminde oradan oraya telefonlar gider gelir, cevaplar, evetler, hayırlar… Bunları hangisi yapıyor?
İnsan, nereyle ünsiyeti var? Sonra bu kadar büyük hadiseler arasında bir günde bakıyorsunuz ki ne gelmiş, ne gitmiş. Hiçbir şey yok orta yerde. Acaba bir yere atılıp mensi ve mühmel mi bırakılıyor. Adi okuyanlar bile kâinatta hiçbir şey artmaz eksilmez, diye okuyor. Artmayıp eksilmeyince ne oluyor? Ufak, satır ilminde bile böyle buraya kadar gelmiş. Onun bir de sadır ilmi var. Dünyanın bir köşesinde konuşuyor; burada dinliyor, konuşanı görüyor. Kudret ders kaçırıyor. Gelin faniyi baki ile değişin, diyor. Bu büyük hitabın karşısında herkes kulağını tıkıyor. Hırs ateşi haset nârı içerisinde yanıp, çöküp gidiyor. Acaba anlatabildim mi?Bugün beşeriyetin hali; hırs ateşiyle haset nârında o nazenin, nazdar, niyazdar olan vücûdunu eritip bitmekten ibaret kalıyor. Orta yerde bir şey yok. Ne ilmi var ne irfanı var? Hiçbir şeyi yok. Yok, canım! Düğmeye basıp da on milyon adamı öldürmekliğe ilim mi denir(?)
İlim, insanın gönül rahatsızlığını gideren şeye denir. İç âlemine ferahlık veren, sürûr veren şeye denir. Onun için ilmi tek kelimeyle tarif etmişlerdir. Ne kadar güzeldir? İlim, müsâvi: Allah’ı bilmek. Sen ne kadar söylersen söyle netice bu. İlim, müsâvi: Allah’ı bilmek. Kim iyi bilir, en büyük âlim odur. Bilince bilinen şeyle amil olmak da şart. Mesela ben bilirim, der de faydasız o.
Esaslar
koymuştur Kudret. En-nâs iyâlullah[2].
“İnsanlar Benim iyâlimdir. Bana hizmet, onlara hizmettir.”
O gaye insanda yüz gösterdiği günden itibaren huzura kavuşulur. Sen bende Hak var diyerekten, benim gönlümü kırmaklığa çalışmazsın, ben sen de Hak var diyerekten sana hizmet etmeye alışırım. Ne olur, nihayet bir ünsiyet olur. Ünsiyet olunca o işin içerisinde Hak olur. Hak kuvvetin üstündedir. Sen kuvveti hakkın üstünde tanıyorsun, yanılıyorsun. Bir şey anlatabiliyor muyum acaba? Dert bu.
Kuvvet Hakk’ın üstünde değil, Hak kuvvetin üstünde. Görüşmeler sahte, iltifatlar sahte, sohbetler sahte. İhlas yok, emniyet yok… Onun içün ilmi tarif etmişler, İlim Allah’ı bilmek. Allah’ı bilen doğru histen mahrum olmaz. Cahilin tarifi ilimsiz demek değildir. Cahil, doğru histen mahrum adam demektir. Anlatamıyorum galiba. Seksen hayvan yükü kitap okumuş ama hiçbir hissi doğru değil. O, cehl-i müka’abdır[3] o. Fakat hiçbir kâğıdı eline almamış ama bütün ef’al-i harekâtı doğru his dairesinde, en büyük âlim. Hislerini tetkik et, hislerin doğruysa ilim de yerin var. Hislerin doğru değilse, hiçbir hissin doğru yola gitmiyorsa, senden daha cahili yok. Cehilde insanı en büyük felakete sevk eden bir şey ki geçen konuşmada tarifini yapmıştık. Nedendir o biliyor musunuz?
Allah’ı bilen insan; benim bizâtihi hürriyetim yok, der. Bizatihi iradem yok. Binaenaleyh benim iradem büyük yere ait bağdır, o kayıtla ben mukayyedim[4], işimi daima orayla yaparsam kendimi nihayet ona kabul ettireceğim, der. İnsanlık âlemine hâdim olur. Anlatabildim mi acaba? İş burada. O vakit mahsul olan kâra nail olur. İnsanlarda bir kâr hissi vardır ya. Ona sahip olur.
Hile içün hud’a için tuzak kuran adama karşı Kudret tuzak kurmuştur, yakalanırsın. Allah’ın tuzağı insanın tuzağına benzemez. Her kim ki kendi kendine zekâsını hile ve hud’a uğrunda sarf edipte; ben şöyle yaparım, şöyle tuzak yaparım, böyle yaparım, diyor. Muhakkak Kudret ona büyük bir tuzak kurmuştur, oraya düşecektir o. Ona imkân yok.
Demek oluyor ki insanın iki
cephesi var, iki veçhesi var, iki yüzü var. Biri âlem-i hikmete, biri de âlem-i
kudrete. Âlem-i hikmet dediğimiz işte bu âlem. Bu mazâhir. Dünya denilen bu
sahne-i şuhûd. Hezar aşina bir acuzeye benzer. Sana yüz gösterirken, gülerken
arkadan başkasına işaret eder. Böyledir, kapılma, aldanma. Dünyayı tarif et
derlerse, dünyanın tarifi bu. Hezar aşina bir acuze. Çok fennenmiş[5]
bir acuze. Zahir de bal gibi tatlı. Dil-firib[6].
Gönlü avlar. Aşinalık yaparken arkadan başkasına işaret eder. Kimseye yar
olmaz. Dirliği az, ikbali kısa. Az dirliği; bir gün güldürür, bir gün ağlatır.
İkbalinde hud’a idbarında fecia gizlidir.
Bu âleme ait olan bir bağ
var. Bir de âlem-i kudrete ait olan bağ var. Bu âleme ait olan, dünya denilen
bu sahneye ait olan varlığında kendisine yol gösteren, rehber olan akıl. Hissin
galatlarını tashih eden kuvve, meçhulden malumu çıkaran. Bazı insanlar Kudret
ile nispetini kesmek isterler. “Akıl amirimdir, vicdan da hâkimimdir.”
diyerekten kendi kendine gerilirler. Başını hiç aşağıya eğmez, gerilir. Kudret
giydirir. Yer, adamı yer.
Bu kâinatta hangi sakf-ı âli
vardır ki yere düşmemiş? Hangi hüsn-ü an vardır ki solmamış? Hangi renk vardır
ki rengini atmamış? İmandan başka, hepsi atar rengini. Hepsi atar. Sonra insan
kendisi de tecrübe eder. Kendi kendine der ki: Ah bugünkü aklım olsaydı, der.
Ben bu işi böyle mi tutardım, bugünkü aklım olsaydı, der. Ne malum yarında bugünkü
aklın için de dövünmeyecek? Var mı elinde bir hücceti. Hepimiz deriz, bugünkü
aklım olsaydı….
(Konuşmayın, rica ederim, ben rahatsızım, mevzûu
kaybettiriyorsunuz. Konuştu mu dinlemiyor, dinlemeyince dışarıda insanlar var.
Yazık günah değil mi, içeriye girerler.)
Dâr-ı teklif, bizâtihi
hayrı, şerri bilmez. İyiliği kötülüğü, öğrettirildikten sonra kabul eder. Anlatabildim
mi acaba? Öyle olmuş olsa bilse demezsin. Bugünkü aklım olsaydı. Belki yarında bugünkü
aklına dövüneceksin. Akıl ahlak pûtesinde ziynetlendikten sonra insana büyük
yardımı olur. Orayla alakasını keserse daima kötülük üzerinde kendisini
kullandırttırır. Bir şey anlatabildim mi? Buraya dikkat edin. Onun içün dünyada
en büyük fenalığı yapan insanlar çok akıllı insanlardır, o akıllarını ahlak pûtesinden[7]
hariç tutmuşlardır.
Çünkü aklı yerli yerine
kullanılmaz mânâdan soyunursa, bir insan gönlünü Hakk’a vermezse, inkâr
sahasında dolaştığı müddetçe; o akıl, daima o kimsenin fenalıkların çıkmasına
engel olan şeyleri ayıklamakla meşgul olur. Fenalığı men etmekle değil de
fenalık neden çıkacaktı, hangi şey o fenalığın çıkmasına mani oluyor. Onu izâleye
kalkar. Anlatabildim mi? Onu izâle eder.
Yoksa görülüyor: Kudret
bu şuunat-ı[8] kevniyyede[9]
nâmütenâhi tahavülât-ı[10]
azime meydana getiriyor. Bu
tahavvülat-ı azimede akıl ve vicdana mevcûdiyete dikkatle bak, deniliyor. Fakat
gören kim? Sonra aşikâre. Dünya nev-i beşerin bir elinden diğer eline geçiyor.
Bundan daha büyük ders olur mu? İbret alan nerede? Sahne açık, pazar meydanda.
Daima bir elden diğer ele geçiyor. O halde hırs ateşi, haset nârıyla güzelim
vücudunu yakmaya ne lüzum var? Elde değil desene.
İhtirasat-ı nefsaniye ile
kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile yıkılıyor. İşte
dünya. Yarına bakma, bugün önündedir. İhtirasat-ı nefsaniye ile
kurulmuş olan medeniyetler, yine ihtirasat-ı nefsaniye ile cayır cayır
yıkılıyor. Bak sahne-i şuhûda.
Onun içün ahlakın
tarifinde; insanın kuvveti der, kuvvet-i aslisi, Allah’ın nurudur,
der. Gıda-i ruhaniye malik olmaksızın yalnız gıdayı hayvani ile kendisini
besleyenler, hayvanlardan daha fena işler irtikâp eder, der. Nihayet canavar,
kurt denilen mahlûk; yazın ormanda gezdiğin vakitte, seni görünce kafasını
çevirir, gider. Çok aç kalınca parçalar. Ama insan kurtlaşırsa, açken de
parçalar, tokken de parçalar, hangi sahadaysa parçalar. Demek ki canavarları
utandırtacak kadar şekle iner. Ne vakit yakasını kurtarır?
Mevzûa girmezden evvel
demiştim ki: Cenâb-ı Hak mevcûdât içerisinde yaratmış olduğu bütün bildiğimiz,
bilmediğimiz ne kadar varlık varsa, hissimizin idrakine, aklımızın, izânımızın
çerçevesine giren, bilinen varlığın haricinde ne kadar daha varlık varsa bütün mevcûdât
içerisinde; insanı pek severek, seçerek ayırmış. Kendi emanetini vermiş, esrâr-ı
zâtiyesine agâh kılmış, o kabiliyette yaratmış. Tabir caizse bütün mevcûdatı,
tabir caizse değil, şey konuştum garip konuştum.
Hakikat nazarıyla bakılırsa;
bütün mevcûdatı esması ile sıfatı ile meydana getirmiş, insanı da zâtıyla
meydana getirmiştir. Ama bunları şimdi izah etmek yüz konferans ister.
Ne demek şimdi esmasıyla meydana getirmiştir, ne demek sıfatıyla? Uzun, fakat
biz züpde[11]
olarak, kulaklarda bir mânâ olarak kalsın içün söyledik. İç âleminiz bir zevk
alır, bu sahada bulunan belki tarifini yapabilir, tarifini yapamayacak
sahasında kalan bir zevk alabilir. Allah bütün hilkati, esması ile sıfatı ile
meydana getirmiş, insana gelince zâtı ile meydana getirmiş. Şu misal size daha
iyi bunu anlatabilir.
İnsanda ruh-u izâfî vardır. Kaç
ruha maliksin, bilir misin? Ruh-u hayvanî var, ruh-u insanî var, ruh-u
sultanî var, ruh-u nurânî var, ruh-u izâfî var. Bunların her birisini ayrı
ayrı izah etmeklük içün gene biraz evveli söylediğim gibi birçok konferansa
ihtiyaç vardır. Öyle on dakika içerisinde anlatamayız.
Maddecilerin inkâr sahasında:
“Bu kâinat kör bir tesadüfün neticesidir, insan tekâmül etmiş bir hayvandan
ibarettir. Ne ebediyet, ne ararsın işte! Fırsat eline geçti ihtirasât-ı
nefsaniyeyi tatmin edebilecek sahayı buldun; vur, kır, yak! İşte senin içün
saadet budur.” der o. Orada menfaat hâkimdir. “Fazilet filan onlar dırıltı, der.
Acımak, sen der asabın zayıflamış senin. Hastalık. Acımak neymiş!” der. Öyle
bir şey kabul etmez. “Sen hasta adamsın, zafiyet içerisindesin!” Ee geberirken
sende tabii ol. Bir doğurtucu ebe geliyor. Gel, emri verildiği vakitte o sert
sert konuşan adam, boynunu filan büker; acı der hâliyle. Ama “Bende hastalık
yok, der. Bende öyle zafiyet mafiyet sinir zaafı filan hastalık bu yok. Senin
kabul etmediğin adamım ben!” der. Varlığım, der yani.
Öldürsene ölümü. Ya, öldür
ölümü bakalım! Kabrin kapısını kapa! Beşerden aczi gider. Neyse biz şimdi o
sahada konuşmuyoruz da. Çünkü onunda ehli kalmadı artık. O inkâr kapısı
medeniyetini taklit ettiğimiz âlemde bile yok. Ekseriyetle Durkheim’ın
nazariyesini okuturlar, onun yarım talebesi vardır. Onu berbat etmişlerdir. O
çünkü bir şey tutturmuştur. Mesela “namus” dedi mi kıymet hükmüdür, der. “Dünkü
cemiyet böyle kabul etmiştir, bugünkü cemiyet böyle kabul eder. Doğruluk kıymet
hükmüdür.” Ehl-i nefsin de hoşuna gidiyor. “Allah denilen bir şey yok, cemiyet
onu doğurmuştur!” Anlatabiliyor muyum? Fakat onu...
(Konuşmayın hanımlar, yapmayın. Kestireceksiniz
bana yazık olacak, iyi dinleyenlere sebep olacaksınız.)
... Saliki kalmamış. Zira Kudret, bu asırda ism-i zahiri
ile tecelli etmiş. Bütün ilimleri o isimle meydana getirttiğinden dolayı
erbab-ı ilim mütâlaa ettiği vakitte kitab-ı kâinatı… Malum ya kitab ikidir. Birine
kitab-ı kainât denir, birine kitab-ı hitab denir. Bir de kitab-ı natık vardır.
Kitab-ı kâinat ne demek? İşte gördüğümüz, seyrettiğimiz, avalim, şems
manzumesi, şara denilen seyyarenin
kendine mahsus bir manzumesi.
Hazreti Muhammed, öyle der. Bir
gün elini şöyle çevirmiş, şöyle bir hareket-i devriye yapmış, yanındaki
dostlarına diyor ki: “Elimin şu hareket-i devriyesi hesabın nihayetine kadar
yazsanız hesaba girmeyecek hesap manzumesinin ihata edemeyeceği kadar cana
çarpmıştır.” Yaa, öyle diyor. Şöyle yapıyor. “Bu elimin şöyle bir hareketi var
ya, diyor. Bu hareket-i devriyede hesap manzumesinin, hisap manzumesinin ihata
edemeyeceği kadar cana çarpmıştır.” O
canları şimdi artık görmek zamanları gelmiş. Geliyor, başlıyor.
O saha kapanmıştır. İnkâr
sahası, yok! Bu büyük gördüğünüz şems diyor, güneş, her şeye güzellik oradan
gelir. Öyle mi? Öyle ya. Onun için der, Allah öyle der. Semavata bakın
bakalım. Bakın demekten böyle bak demek değil ki. Hâlâ mı inanmayacaksın
der, bak. Hararet verir, lazım gelen madde meydana gelir, yenilir. O hararet
kanı harekete getirir, kan vücudunda renk yapar, o renk ile güzelleşirsin.
Anlatamıyor muyum yoksa?
Zahirdeki bu güneş, etten
kandan kemikten yapılan, neticede taaffün[12]
edecek olan cife olacak vücûduna güzellik verir de ya o Şemsi Hakikat-i Muhammediye
senin nereni güzelleştirtmez? Ama penceren kapalı. Ziya içeriye girmeyince
beşeriyet kıvrım kıvrım kıvranır. Onun kokusu asilere ilaçtır, ilaç. Onun
kokusu asilere ilaç. Öyle diyor, öyle!
Şimdi bir parça bir şey okuyoruz, eskiden ne varmış, diyoruz. Dur bakalım daha ne var şimdi sen de ne var? Kaşınmayı sorsan tarifini yapamazsın kardeşim. Ne o kadar önünde durursun. Kaşınma nedir, desem tarifini yapamazsın. Var mı içinizde bilen kaşınmayı? Dünyada bilen var mı? Kaşınma ne? Sonra öyle diyorlar ki, Cenab-ı Risalet Penah[13] “Bu kürenizden çok büyük olan güneşi öyle zannetmeyin, o feyzini daha büyük bir seyyareden alır.”
Amerikalılar yeni keşfettiler, şara denilen... Keşfetmişler. Oranın heyet-i mütehassısları. Oradan alır, diyor. Sonra bu şems manzumesini, o şara denilen yıldızın, o seyyarenin içine atarsanız bir kapı halkası kadar kalır. O şaranın da kendine mahsus bir muhiti vardır. Eğer onu da imkânı olur da el’an mevcûd, semanın fevkinde arşın tahtında hâlen varlığı mevcut olan tathirhaneyi zulme, zulmün, zalimin temizleneceği sahaya atacak olursanız, bir kadın bileziği kadar kalır, diyor.
Durur adamın aklı. Bu varlığın sahibine karşı. Ondan sonra biri kalkar da der ki: “ben, ben, yaratırım ben!” Yarat bakalım! Bunlar hepsi seyredilecek amma o vakit fayda etmez ki. Büyük Kitap da şöyle beyan eder Allah.
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى
قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ [14]
Ben hesap üzerinde gayet
titizim. Bir defa bütün emirlerimi yerli yerine toplarım. Âdeti
öyle Hudâ’nın. Hangi emri yapmışım, emretmişim onu yerli yerine alırım.
Geçen konuşmamda dediğim gibi, kendisi içün zaman mekân vakit yok ki. Yok! Kendisi
içün öyle bir zaman yok. Hani anlatmıştım ya geçen konuşmada.
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ
بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمُ الْمَثُلَاتُۜ
وَاِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلٰى ظُلْمِهِمْۚ وَاِنَّ رَبَّكَ
لَشَد۪يدُ الْعِقَابِ[15]
Akıntısı bile başka
türlüdür. Öyle insanda bir hâl yapar. Mahbubu'l-Kulub olan, Mürebbi-i Vicdan
olan zâtı alî, Ey Benim Muhammedim, eğleniyorlar değil mi, diyor. İstihza
ediyorlar, diyorlar ki sana, diyor.
وَيَسْتَعْجِلُونَكَ
بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ
“Senin tanıtmış olduğun
Kudret, Hak, şunları şunları kabul etmeyenlere azap yapacak diyordu. Şunları da
kabul edene karşı bir hasene bir güzellik meydana getirecek. Biz güzelliği
istemiyoruz, seyyie gelsin. İstemiyoruz onu, hadi getirt!”
وَقَدْ خَلَتْ مِنْ
قَبْلِهِمُ الْمَثُلَاتُۜ Onlar gibiler vardı. Sen bundan mahsun
oluyorsun, bunların alay tarzlarından. Öyle çok geçirdi bu kâinat. Bunlar
gibiler geldi gitti. Bunlardan da daha üstündüler onlar; zahirde daha kavî idiler,
daha servet sahibiydiler, daha geniş malikâneleri vardı, sesleri geliyor mu
bakalım. Var mı sesleri filan var mı, sedası işitilebiliyor mu?
Konuşabiliyorlar mı? O rububiyet davasında bulunanlar, acele istiyorlar.
Onların acele istediklerini istediği dakikada olabilecek şeklindeki rabler
yalancı rablerdir. Ben Rabb’im Benim içün zaman yok ki. Ben emir eri değilim.
Âlemin keyfine göre hareket edecek. Ben Allah’ım yahu, diyor. Allahım Ben, sonra
benim içün yarın, öbürküsü gün, böyle bir şey yok. O size ait olan şeylerdir. Bende
Zaman yok. Sonra Ben ufacıcık bir zerrenin hatırı içün nâmütenâhi saadet
meydana getiririm, ufacık bir zerrenin hatırı içün büyük bir azap da meydana
getiririm. Anlat beni, diyor.
31 وَاِنَّ رَبَّكَ لَذُو
مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلٰى
ظُلْمِهِمْۚ
Onların içerisinden zalime
bilmeden kapılmış. Zalim mevkiine düşmüş, beklerim, döner de onu örtbas edeyim
diye. O büyük mağfiretin sahibiyim. Temerrüz eder, inat eder, zaman yok mekân
yok.
وَاِنَّ رَبَّكَ
لَشَد۪يدُ الْعِقَابِ Ondanda hesap alacak zamanı Ben bilirim. Bu
âlem o âlem filan yok.
Buraya nereden girdik?
Buraya giriş tarzımız, O ne emretmişse, onların hepsini birer birer toplar.
Emir ahkâm kat’iyen tatile uğramaz. Size şöyle bir misal vereyim, daha iyi
anlayın. Önce bir misal veriyordum, onu, durun onun üzerinde. Sorun bana
geçersem, hani nerede deyin? Başka bir yere doğru gidiyoruz, oraya döneceğim.
Vereyim mi misal, istiyor musunuz?
Bir
insan, birisi muktezâ-i beşeriyet-i gaflet sadr-ı İslam da bir zina irtikâp[16]
etmiş. Fakat imanı var, iman ile kendi kendisini recm etmeye başlamış. Ağlıyor,
dövünüyor. Huzur-u Muhammediye gelmiş.
“Ya
Rasulullah beni recim ediniz.”
“Hayır
ola!” demiş.
“Ben
böyle bir fenalığın sahibiyim. Bana Hakk’ın benim hakkımda vermiş olduğu cezayı
tatbik ediniz.” Çok ağlıyor.
“Sana
vehim hastalığı gelmiş, evham, öyle zannediyorsun. Senden öyle şey sadır olmaz.”
Nezakete
bak. Bir şey anlatamıyor muyum? Nezakete bak. “Senden öyle şey sadır olmaz.”
Zira Cenâb-ı Peygamber hiç kimsenin yüzünün kızardığını istemiyor.
“Git”
demiş.
Gitmiş
duramamış, yine gelmiş. Peygamber başka bir yerde oturuyor.
“Hayır!
Ya Rasulullah, bana ceza-i ilâhiyi verin. Ben cezamı göreyim. Recim edin beni!”
“Uykuda
bir hâl oldu da sen bunu yakaza da zannediyorsun. Rüyayı yakaza hali
zannediyorsun. Senden öyle şey sadır olmaz.”
Gitmiş.
Üçüncü sefer yine gelmiş.
“Değil,
Ya Rasulullah!”
“Eh üçlediniz!” demiş.
Kur’an
ahkâmında üçleyince, ikrar edince, ceza tatbik edilecek. “Üçlediniz pekâlâ,
yeriniz hazırlansın, cezayı tatbik edelim.”
Hicabı
var, ârı var, imanı var, ağlıyor, insanlar arasında durmuyor, çıkmış, cebele
çıkmış. Başını yerden yere vuruyor. Hudâ Sefir-i Kebir’i göndermiş. “Affettim
kendisini, davet edin.” Kendisine haber gitmiş. Emir tebliğ edilmiş, davette
söylenmiş, gelsin diyor, Peygamber diyor. Akşam namazı vakti tebliğ ediliyor.
Akşam namazına durulmuş. Resul-ü Kibriya namazı kıldırıyor, o da koşarak gelmiş.
Mescid-i Saadetin en gerisinde, insanların en arkasında, kapı dibinde bir
yerde, Peygamberin kıldırdığı namaza iktida[17]
etmiş. Hem kılıyor, hem ağlıyor. Birinci rekâtın ikinci rekât, üçüncü rekâtın
ikinci secdesinden kalkmamış. Secdede kalmış. Yani bu âlemden gitmiş.
Ölmüş
tabirini kullanmıyorum. İnsan ölmez,
elbise değiştirir, ölen zalimdir. Ölen insan haklarını ezendir. Ölen insanlığı
inletendir. Ölen Hak ile azamet yarışına kalkandır. Yoksa hakiki insan ölmez.
Mevlana’nın dediği gibi: İki kanadı sağlam olan kuş, iki kanadı kırık ve yaralı olan kuş, der. İki kanadı yaralı ve kırık olan kuş kafesin kırıldığını istemez. Kafes kırılırsa ağyâr onu telef eder, parçalar. İki kanadı sağlam olan kuş da kafesin durduğunu istemez. Bir an evvel ben seyrimi yapayım, der. İnsanın da iki kanadı vardır. Birine Tevhid-i Sermedi, birine Tasdik-i Ahmedi derler. O iki kanadı sağlam olan insanda bu ten kafesinde pek durmak istemez. Acaba anlatabildim mi? Durmak istemez.
Burada
kalmış. Vefat etmiş yani. Şimdi herkes bakıyor. Bu sahnede açık bir hâl. Ender
görülen bir tecelli. Netice ne olacak? Bizzat Cenâb-ı Peygamber teçhizinde[18],
tekfininde[19],
teşyiinde[20]
bulunuyor, namazını kıldırıyor. Ve yürürken topukları üzerine basmıyor. Mübarek
kadem-i saadetinin ucuna
basa basa...
Soruyorlar:
“Efendim bir reca[21]
mı var, niçün basmıyorsunuz?”
“Hayır,
diyor. Bu zât acip bir mazhariyete nail oldu. Bütün melâike-i kerrubîn âlin
teşyide. İncitirim diyerekten böyle yürüyorum.”
Ondan
sonra sevdiklerinin birinin gönlünden geçiyor.
“Acaba
niçün bu namazda öldü?” Yani, bu kadar büyük bir zât böyle bir şeye mazhar
olmuş.
Cevap veriyor diyor ki: “Şimdi bu en büyük bir rütbeye nail oldu, Cenâb-ı Hakk’ın sizlere malum olmayan sevdiği birçok varlık tarafından kendisi teşyi edildi, istikbal edildi, bu ayrı bir mesele. Eğer namazda hayatına nihayet vermeseydi, Allah’ın emri tatile uğramaz, yine cezayı yapacaktık.” diyor. İnceliğini anlatabildim mi acaba? Bir şey anlatamadım galiba! “Bu böyle, böyle, böyle, büyük bir zât oldu fakat eğer hayatı orada nihayet ermeseydi, biz yine cezayı tatbik edecektik, çünkü emir tatile uğramaz.”
İnsanı tarif ediyordum da
ruhları tasnif ettik değil mi? Burada kaldık. Hatırlayabildiniz mi acaba?
Ruh-u hayvanî. Maddeye
inananların inkârları yalnız ruh-u hayvaniyi gördüklerinden dolayıdır. İşte
Bu cesedin içerisinde kalp denilen o deveran filan onlar nihayet bulduktan
sonra işte odur, diyor. Ama o ruh-u hayvanî güzelim. Kaç tane ruhun var senin? Üüü!
Bir gün anlatayım sağ kalırsam. Lazım, hepimize lazım.
Burayı, nereye ait misal
getiriyordum acaba, hatırlatır mısınız bana? Kaybettim ben. Şeye misal
getiriyorduk biz bunu, gene ben söyleyeyim.
Dedim ki: Kudret bütün varlığı esmasıyla yaratır meydana getirir,
sıfatıyla. İnsanı zâtıyla, dedim. Hatırladınız mı şimdi? İyi dinlemiyorsunuz.
Hem kendimi idare ediyorum, hem sizi. Olur mu böyle ikisi bir? Ona misal
verecektim.
İnsan merâtib-i erbainden
geçer. Ne demek? Kırk mertebeden geçer. Evvela ilm-i ilâhide
bulunur, lâ teşbih. İlm-i ilâhide bulunur dendiği vakitte insana bir tuhaf
gelir. Size bir misal vereyim ama öyle zannetmeyin. Anlaşılsın diyerekten. Bir
mimar bir mühendis, bir binayı yapacağı vakit ilk önce kafasında tutar. Öyle
değil mi? Buradan şimdi sen bir parça bir şey hisset. Ama öyle O'na benzetme. Hâşâ
Allah’ın böyle bir kafası var da bu kafasında tuttu mânâsına değil. Fakat
birdenbire bir ilm-i ilâhide durduğu dendiği vakitte ne anlaşılır? Kaba bir
misal olsun içün bunu verdik. İyi dinle!
Gayb-ı külliye sevk edilir.
İşte onun içün insanın bizâtihi vücûdu yoktur. İntihar edenler niçün
mezmumdurlar[22]?
İntihar eden kimse, kendisinin mi zannediyor?
Hudâ diyor ki: Yahu sana ne emek verdim! Ben seni ilmimde de taşıdım.
Senin miydi o? Senin miydi? Onun içün ahlak der ki: Hiçbir zerreye nazar-ı
hakaretle bakma. Gördün kötü bir şeyi, beni yapsaydın olmaz mıydım, de.
Yalvar, onun da kurtulmasına yalvar.
Oradan heyûlâ-î [23]
külle[24]
gider. Buruc-u isnâ aşerde[25]
seyir yapar. Kevâkib[26]
âlemini dolaşır. Seyyarat âleminde turlar yapar. Nihayet anâsıra gelir.
Babasının zahrında durur, annesinin rahminde durur. Tesviye edilir. O
tesviyeler daima Hakk’ın sıfatıyla, esmasıyla yapılır. Manzume-i kuvvâ-i ilâhiden
bir kuvve olan kimse, o işin memuru bulunan o mânâ, onun tesviyesini yapar. Tesviye
yapıldıktan sonra, yani biçimi, biçimi anlatamıyor muyum? Ondan sonra Hudâ der
ki: “Uzaklaş bakalım.” İşte buradan başlıyor. “Uzaklaş bakalım. (Keyfiyeti
bizce meçhul) Bununla aramızda bir rabıta olacak. Bir rabıta-i rububiyyet, bir rabıta-i
ubudiyyet olacak. Ben bunun içün mevcûdâtı yaptım. Bu insandır, ruhumdan ruh
vereceğim. Bu sırra da kimse agâh olmayacak. Çekil bakayım!” der.
….. Yok ol da tüket git. Üç
günlük ihtirasât-ı nefsaniyene alet ol da bunu berbat et, geç göç. İşte ahlak, Cenâb-ı
Hakk’ın bu şekilde ikram etmiş olduğu insan denilen mânâya yine O'nun öz eliyle
dokumuş olduğu manevi bir elbisedir. Onu giyenlerde ar olur. Anlatabildim mi
acaba?
İlk önce hayâ yani ya haya. El
hayâ u katretün izâ kutire kutile. İmam-ı Ali efendimiz öyle demiştir. Hayâ
bir damladır, düştü mü ölür. Düşünce ölüverir. O hayâ insana çok büyük
işler yaptırır. Ne yaptırır? Daima topraktan çıkanı yeme, der. Gönülden çıkan
bir şeye sahip ol onu ye, der. Evvela kendinden utan, der.
Ahlakta ilk ders, insanlara kendinden
utanma bahsi gelir. Bunu
verirler. Ahlakta insana ilk alıştırılacak, ilk yapacağı başlangıç: “Sen
kendinden utanma çarelerine bak” der. Kendisinden utanmayan kimseden utanmaz.
Efendim filandan utanıyorum filan...
Kendinden utanmayan Allah’tan
da utanmaz. Kendinden utanmayan insanlardan da utanmaz. Hiç kimseden utanmaz. Kendinden
utanmaklık sıfatı sende başladı mı, Hudâ seni böyle tutmaya başladı. Tabi bunu da
herkesin kendisi bileceği bir mevzû. Kendi kendini bilir herkes.
Kendinden utandı mı hile
yapamaz. Kendinden utandı mı yalan söyleyemez. Kendinden utandı mı hain olamaz.
Kendinden utandı mı daimi surette düşmüşü arar. Neden?
Yahu beni Kudret bu âleme başıboş göndermedi. Beni insanlığa hadim olaraktan
gönderdi, ben hiçbir gün bir kimsenin elini tutmadım. Demek ki bendeki emanet
zayi olmuş gitmiştir.
Ama cemiyet öyle hâle
gelmiştir ki; elinden tutarsın üç konuşma evveli söylediğim gibi yardım
edersin, aczini giderirsin. Sorsunlar
nasıl adam bu? Aptal, der. Bön adam, aptal ahmak, saf zavallı, der. Vurursun, kırarsın, getir dersin, ezersin. Sorsunlar
seni nasıl adam? “Üüü, o ne eshab-ı kiyasetten adam, ne zekâ, ne akıl.
Yetiştirmesi zor.”
Ama
her insan kendisine vazife edinirse, tabi ittahat güçtür, birleşmek güçtür,
ayrılmak gayet kolaydır. Sonra insan bir adama merhaba diyeceği vakitte: Muahat
yani kardeşlik, merhabanın hakkı, yalnız bu üç günlük dünya içün olmamalıdır.
Ta Allah’ın yanına gidinceye kadar. Böyle dost ittihaz et.
O belli oluyor, ne kadar belli oluyor biliyor musun?
Şöyle bir cenaze merasimine git, artık merasim diyeyim ne diyeyim? Musalla taşında yatarsın, öldüğün vakitte daha iyi görürsün ya insan çünkü görür o vakit. Hep bütüün kayıttan kurtulur adam, sen zannetme ki görmezsin filan. Yok, asıl hayat o vakit başladı. Sen oraya giderken sana yeni bir vücûd verilmiştir. Zannetme ki çukurun içerisindesin, eğer insansan. Başka tabi, insansan. Derhal bir vücûda verdirmiştir. Kayıtsız bir vücûda maliksin. Hayat-ı berzâhiyede. O hayat öyle bir hayattır ki her yerde ispatı vücûd eder.
Mesela
Kudret elektriği bedava mı icat ettirtmiştir? Bunlar ulul-elbâba. Kim bilir
sevdiği hangi adam vardır ki? …...
Mânâda bir müşkülü
halledemedi koca bir adamın kafasını yorar yorar, o ufak sevdiğine anlatmak içün.
Canım her yerde isbat-ı vücûd edebilir mi filan? İşte burada düğmeyi sıkarsın bin
tane lamba istersen binini birden uyandırırsın. Her yere aynı dakikada o
tecelli eder. Sende hele öl, öldükten sonra eğer insan olarak gitmişsen o
verilen vücûd ile her yerdesin, hayat-ı berzahiyede. Kudret onun dersini
kaçırmıştır.
Dört kişi bir araya gelmiş,
güler, oynar, bir şey anlatır. İşte artık gelmiş adam, gelmedi demesinler,
diyerekten. Beş kişi bir tarafa çekilmiş bir sohbette, on kişi bir tarafa
çekilmiş. Dedenin ahlak mefhûmunda öyle değildi, kül halinde onun mânâsı
üzerinde bir huşû bir huzur vardı. Acaba anlatabiliyor muyum? Bir sarılma, bir
samimiyet. Bu tarife gelmez. Görmek lazım. Gözünle göreceksin. Gözünle
göreceksin.
Vallahi insan vasiyet
etmeli. Kimseye yük olmamalı. İçinden sırası mıydı, yağmurlu günde gitti, şimdi
gitmesek bir dedikodu olur bir şey, derler. Onun iyisi serbest bir şekilde…
Sonra o kadar hayır müesseseleri var, o kadar garip insanlar var, o kadar ne
bileyim ben memlekette sarf edilecek yerler var. Bakarsın ki yüz tane çelenk. Onun
üç yüz liralığı, beş yüz liralığı, bin yüz liralığı, elli liralığı, yirmi yüz
liralığı, bir kocaman yekûn kabarır.
Onun çelengi vaktiyle yapmış olduğu insanlara ait olan hizmetidir. Eğer varsa
onu melekler böyle götürür. Senin çelenk sabahleyin solar orada bir şey kalmaz.
Hayvan otlar.
İstemem
cenazemde çeleng ü ahenk
Debdebeyle gidilecek
yer değildir makber
Orası medhâlidir
bârigâh-u Hudâ’nın
Kapısından
acz ile girmek ister [i]
Vefakârsan
beraber gir çukurun içerisine. Bir ayağın dışarda durur korken bile. Tek ayağın
dışarda durur. Eğer vefakârsan, beraber dursana! Duran var mı? Var ya.
Bir misal vereyim sana. Bir Hacı Mehmet Baba varmış, ister misin misali, dinler misin? Tuhaf bir adam. Vefaya misal. Bir hikâye diye dinleme. Olmuş olan bir vaka bir de insanda vefaya misal. Bizim yapacağımız işler değil ama üzenmek, takdir etmek de mesele ya.
Hastalanmış
bir mezarlıkta, bir kenarda kalmış. Gece yarısı inliyor. İhtiyar bir inilti
sesi Ahmet çavuş namında ele avuca sığmaz, Türk güzeli, insan denilen bir
acayip, tam delikanlı. Öyle şimdiki delikanlı, öyle değil.
Delikanlı… Bu tabirde hiçbir kimsede yoktur. Hiçbir lisanda bulamazsınız delikanlı tabirini. Düşünün bakın lisan bilenler, hiçbir lisanda yoktur delikanlı. Bizim dedemiz bulmuş bunu. Delikanlı, ne kadar şık. Zevk veriyor insana. Gözünde böyle bir can meydana geliyor. Kelimeyi bulmak hüner değildir, canını taşıtmak hünerdir. Acaba anlatabildim mi?
Böyle,
delikanlı. Dinlemiş.
“Yahu bu nıfsü'l-leyl de nereden gelir bu
inilti filan.”
O
servi ağaçlarının arasında bakmış ki bir ihtiyar adam.
“Ne
o demiş, baba hasta mısın?”
“Çûn[27] eder evladım,
hastalandım.” Tabiri de böyle.
“Ben
demiş, soğuk bir mevsim, şimdi sana bir yerden çorba bulur getiririm.”
Koşmuş
oraya buraya, işte delikanlıya. Bir tas çorba tedarik etmiş, getirmiş, eli ile
içirmiş.
“Sen
nerede bulunursun filan?” Yerine
götürmüş. Yerine götürdükten sonra, “Ben seni gene yoklarım.” Ertesi günü gene
gelmiş, ben yine gelirim demiş. Üçüncü günü yine gelmiş.
Mehmet
baba, demiş ki: “Çûn eder evladım. Sen ne vefakâr adamsın?”
O çorba nihayet o günün parasıyla on paralık
bir şey. Çıkarmış bir Mahmudiye altını. Karşılığa bak.
Demiş:
“Yok, ben hizmeti Hak için yaptım. Öyle para mara filan istemem!”
“Zaten
demiş, sen o hizmeti yaparken para falan aklına gelmez ki, ne umacaksın sen, demiş.
Bu para da Hakk’ın parasıdır benim değil, demiş.
Bu
para Hakk’ın parası. Israr etmiş almış.
“Beni
iyi oldu diyerekten gelmemezlik yapma!” demiş.
Gelmiş,
bir hukuk başlamış. Hukuk tedarik etmişler. E hukuk başlamış Delikanlı ele
avuca sığmıyor, parada yetmiyor. Artık kuvvetli bir irtibatı olunca evveli hiç
istemem diyen, “Mehmet Baba paraya ihtiyacım var.”
“Çûn
eder evlat, peki al.” diyor veriyor.
Ama
o parayı nereden buluyor o da ayrı bir iş. Âlemin parasını nerden bulduğu bana
ait değil ya. Arada sırada böyle geliyor, para ver bana, diyor.
“Ahmet al fakat sakın edepsizlik yapmayasın.
Sakın parayı kötü yolda harcamayasın. Edepsizlik etmeyesin bak.”
O
da biliyor orayı, oraya harcasa bilecek onu.
“Yok
baba! Çerçeve dâhilinde.”
“Bak
edepsizlik etmeyesin.”
Bir
gün gelmiş demiş ki: “Eh Allahaısmarladık, teskeremi aldım ben gidiyorum.”
“Nereye?”
“E
gideceğim yerime işte.”
“Ahmet
nerede, Mehmet orada. Bende geliyorum!” demiş.
Biraz
yaramazca insan, ele avuca sığmıyor. İşte o, onun peşinde onu idare ediyor. Onu
bir Hak ve Hakikate doğru sevk ediyor. Tabi mesela nasıl Hak ve Hakikate doğru
sevk edebilir? Mesela Ahmet kafasına koymuş, “Biz bugün filan yerde bir içki
âlemi yapacağız!” Koymuş kafasına hazırlanmış, tam oraya giderken, oraya
gitmeye yirmi adım kalmış Hacı Mehmet Baba karşısında.
“Çün
eder, Ahmet beni filan yere götür.”
Belli
etmeden alıkoyuyor. Anlatabildim mi? Sözüyle yapma etme filan yok. Belli
etmeden. Herhangi bir çirkin hadise olacak, ramak kalmış, Mehmet Baba
karşısında. “Al beni filan yere götür.”
Artık
Ahmed’e de öyle bir kanaat gelmiş ki kıpırdanma imkânı yok. Kıpırdanma öyle
imkânı yok. Tayyareyle mi gidiyor karşısına, otomobille mi onu da kimse
bilmiyor. Ne otomobil var ne tayyare. Bir tuhaf bir şey! Vefa işte bu!
Genç
Ahmet çavuş, emri Hak vaki olmuş, gençliğine doyamadan vefat etmiş. Onu ağlaya
koklaya defnetmiş. O gün içinde olmaz ya defnettikten sonra. Ne o demişler.
Gitmiş keresteciden bir kereste kabrine …. Bir tarafa filan.
“Ne
o?” demişler.
“Ahmet
işini temize çıkardı, artık beklemeye lüzum yok.”
Ya,
böyle bir çelenk yapabilir misin kardeşim? Çelenk işte çelenk.
İstemem
cenazemde çeleng ü ahenk
Debdebeyle gidilecek
yer değildir makber
Medhalidir orası
bârigâh-u Hudâ’nın
Kapısından
içeri acz ile girmek ister
Samimiyet
olur, ihlas olur, o çelengin parasıyla bir dul kadının, iki tane yetim
çocuğunun kışlık odunu kömürü alınır da o mini mini el böyle ısınırken Hudâ…
Peygamber,
öyle diyor.
Bir
yetimin elini ısıtırsa benim elim ısınıyor, diyor. Bak ne, ne, ne kokulu çiçek
olur orada o. Üf ne kokulu çiçek ama. Solmaz rengini atmaz, ilâ mâşallah devam
eder. Ne kokulu çiçek o? Yoruldunuz mu?
Öyle der Hudâ.
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَMalum ya insan düşünce acib olur. Molla Cami’nin dediği gibi. Bin defa bunu söyledim ya münasebet aldıkça daima şey ederim. Hoşuma gider de onun içün. Büyük adam öyle diyor.
Hacegân der
zeman-î mazûlî. Heme Şiblî yü Bayezîd şevend.
Bas çûn ber ser
amel arend. Heme ya Şimr û ya Yezîd şevend
Masa sahibi, kasa sahibi, câh sahibi, varlık sahibi, vaziyetinden düştü mü onunla konuşursan ya Beyâzıd-i Bestâmi gibi evliya zannedersin ya Şibli merhum gibi ehlullahtan zannedersin. Öyle mülâyim.
Bas
çûn ser amel arend. Fırsat
eline geçerde yine eski hâline intisab edecek olursa Heme ya Şimr û ya Yezîd
şevend. Ya İmam-ı Hüseyin’in başını kesen Şimr veya ona emir veren Yezid
olur der.
Onun içün hukuk tedarik ettiğin adam varlığında da yokluğunda da aynı sahada olsun. Zor ama tatlı. Zalim nefis ihtiyarlayınca mazlum olur. Dişleri dökülen kurt koyunlara çobanlık eder.
Sağlamken diri iken, onun içün gençliğinde taat da bulunanlar, gençliğinde insanlığa hizmet edenler, hiç korkmasınlar. Taabbüd içerisinde yaşayan kimselerin, ihtiyarladığı vakitte kalemi kaldırırım, diyor. “Gençliğinde, Beni sayan adamı, Ben ihtiyarlığında suale tabi tutmaktan Allahlığımdan utanırım.” diyor.
O ayrı bir imtiyaz gençliğinde. Sonra dünya maddi şekle de benzer, yani insan ihtiyarladığı vakitte o yemeği yiyemez, bu yemeği yiyemez. Şunu yeme perhizsin, derler. Bunu yapamayacaksın, derler. Şu olamayacak, derler. İhtiyarlığında ki taat da öyledir. Yapamaz, o gıdayı alamaz. Lazım gelen şeyi şey edemez. Maksuduna geç erer. Zor olur.
Ne demiştik? Aciz zamanında insanlar daima Hakperest olurlar. Olmak isterler. Fakat Kudret kabul eder, etmez onu bilmem. Âhara taaddi[28] etmiş olan zulümden olursa zordur. Kendi nefsinde kalan zulüm olursa nisbeten yalvarırsa silinir. Öbürkü biraz zor mesele. Onun içün öyle diyor Hudâ:
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَTabi ikinci hayatta toplan kumandası verildiği vakitte, en azılı en kötü adam dahi boynu bükük. Dünyada bile öyle değil mi ya! Derhal değişiverir. Boynu bükük. Ve inkâra başlar. “İşte öyle değil, böyle değil.” İnkâr çünkü beşerin cibilliyetinde var. O inkâr ederken Allah cevap veriyor.
كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى
قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Çünkü mahkeme açık olacak. Hafî celse yok. İkinci hayatta âdeti değil Allah’ın. Hafî celse yok. Yalnız bir şeyi var, eğer severse, kendisini kabul ettirirse insan, “Yapmış olduğun çirkinliği senin kendine de unutturacağım, ki vicdan azabı çekmeyesin.”
Af
olmak başka bir şeydir fakat kendin biliyorsun değil mi ya? İnsan ne kadar bir
mahkemede yalancı şahitle şununla bununla beraat etse dahi içinde sessiz sözsüz
konuşan hâkim: “Sen alçaksın!” der. Sen şu fiilin failisin, der. Onu daima recm
eder. İkinci hayatta da öyledir.
“Bütün bilenlere unutturduğum gibi kendine de
unutturacağım.”
Üzüntü
olmasın diyerekten. Anlatabiliyor muyum acaba?
O
ayrı. O unutturulmak şekli ayrı. Fakat hafî celse yok. Hepsi aşikâr.
[29] فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْۚ فَسُحْقًا لِاَصْحَابِ السَّع۪يرِ En sonunda böyle der. Gördünüz ya, her zerre işitti ya, itiraf etmiştir, perde kapansın, gözüm görmesin. Hükmü kendi verdi. Benim hükmüme ihtiyaç kalmadı, der.
O
inkâr ile yaptımdı, ettimdi, şöyleydi, böyleydi diyenlere, Hudâ kendi cevap
veriyor. كَلَّا Hayır,
hayır, anlattığı gibi değil. Onun anlattığı gibi, dedikleri gibi değildir. İrtikâp
ettikleri rezalet kalplerinden imanın çıkmasına sebeb oldu. Zira iman çok nazlı
bir varlıktı, sizin alçaklığınızla ben o kalpte beraber oturamam, dedi.
Anlatabildim mi acaba?
Sizin zulmünüzle, sizin rezaletinizle, sizin irtikâp ettiğiniz seyyiat ile ben oturamam çünkü artık burası pas tuttu der, diyor Allah.
كَلَّا بَلْ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
Mâmâfih mevzûun tam an yerine girmeden vakitte geldi, sizde yoruldunuz. Bugünlük bu kadar yeter.
[1] Alîl: İlletli. Hasta,
hastalıklı, mariz. Sakat.
[2] İyâullah: İslam yönetim felsefesinde halk, “iyâullah”tır.
Yani “Allah'ın ailesi”dir
[3] Cehl-i Müka'ab: Cehalet küpü.
[4] Mukayyed: Kayıtlanmış, bağlanmış; mutlak
olmayan, bir sıfat, hâl, gâye veya şarta bağlı olan lafız
[5] Fenn: Hüner.
Mârifet. San'at. Tecrübe. İlim. Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. Türlü.
[6] Dil-firib: (Farsça)
Gönlü aldatan, câzibeli.
[7] Pûte: “İçinde
mâden eritilen kap” anlamındaki pota kelimesinin eski metinlerde rastlanan asıl
şekli.
[8] Şuunat: Şuunlar. Keyfiyetler, haller. Emirler.
Kasıtlar. Talepler.
[9] Kevniyye: (Ar. kevnі > kevniyye “kâinatla ilgili şey”den kevniyyāt) Kâinat kānunlarını inceleyen ilim, evren bilimi, kozmoloji.
[10] Tahavvülât: (Tahavvül) Tahavvüller.
Değişmeler.
[11] Zübde: (Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. Bir
şeyin en mühim kısmı. Kaymak. Her nesnenin iyisi ve hâlisi.
[12] Taaffün: (Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş
kokusu. Fena ve pis kokular.
[13] Penah: sığınılacak yer.
[14] Mütaffifin Suresi 14. Ayet-i kerime كَلَّا بَلْ۔ رَانَ عَلٰى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا
يَكْسِبُونَ
Meali: Hayır hayır,
öyle değil. Aksine onların kazandığı günahlar kalplerinin üzerine pas olmuştur.
[15] Rad Suresi 6. Ayet-i Kerime وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ
قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمُ الْمَثُلَاتُۜ وَاِنَّ رَبَّكَ
لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلٰى ظُلْمِهِمْۚ وَاِنَّ رَبَّكَ لَشَد۪يدُ
الْعِقَابِ
Meali:
Ayrıca senden iyilikten önce hemen kötülüğü getirmeni isterler. Oysa daha önce onlara misal olacak
cezalar gelip geçmiştir.
Ve gerçekten Rabbin, zulümlerine karşılık insanlara mağfiret sahibidir. Bununla beraber Rabbinin azabı da cidden
çok çetindir.
[16] İrtikâb: Bir
işe girişmek. Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. Bir
makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak.
[17] İktida:Uymak,
tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba
etmek
[18] Techiz: Donatma. Gereken şeyleri tamamlama.
Cihazlanma. Fık: Cenazenin yıkanmasından defnetmeğe kadar yapılması lâzım gelen
şeyler ve bunları tedarik etme.
[19] Tekfin: Kefenlenmek veya kefenlemek
[20] Teşyi': Uğurlamak. Gideni selâmetlemek. Yolcu
etmek. Cesaretlendirmek.
[21] Reca: Emel,
ümit, yalvarmak. Cânib, taraf. İstek, arzu, dilek.
[22] Mezmum: Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak
ayıplanmış. K
[23] Heyûlâ: Kendisinden her şeyin var edildiği, kendisinde
varlıkların sûretleri zâhir olan ilk prensip, ilk cevher, ilk madde.
[24] Kül: Bir şeyin tamâmı, bütünü, hepsi, bütün, tamam.
Karşıtı: CÜZ
[25] İsnâ Aşer: On iki
[26] Kevakib: (Kevkeb) Yıldızlar
[27] Çûn/ Çün: “Gitmek, gidiş. Varış” ve “Çünkü,
mâdemki” anlamında Kürtçe ve Farsçada
kullanılan bir kelime.Mecazen ölmek (ahirete gitmek), veya iyi bir şeye varmak
isabet etmek, makbule geçmek gibi anlamlarda da kullanılır.
[28] Taaddi: Saldırma. Düşmanlık. Ezme. Şeriattan
ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme.
Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması.
[29] Mülk Suresi 11. Ayet-i Kerime: فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْۚ فَسُحْقًا لِاَصْحَابِ السَّع۪يرِ
Meali: Böylece
günahlarını itiraf ederler. (Artık) o çılgın ateş halkı (Allah'ın rahmetinden)
uzak olsunlar!
[i] Tahir
Olgun (Tahirül Mevlevî)
İstemem nakl-i cenazemde çeleng ü ahenk
Debdebeyle gidilen saha değildir makber
Orası medhalidir bârigeh-i Mevlâ’nın
Kapısından içeri acz ile girmek
ister (Bazı
yerlerde bu şekilde geçmektedir.)
3 yorum:
O rububiyet davasında bulunanlar, acele istiyorlar. Onların acele istediklerini istediği dakikada olabilecek şeklindeki rabler yalancı rablerdir. Ben Rabb’im Benim içün zaman yok ki. Ben emir eri değilim. Âlemin keyfine göre hareket edecek. Ben Allah’ım yahu, diyor. Allahım Ben, sonra benim içün yarın, öbürküsü gün, böyle bir şey yok. O size ait olan şeylerdir. Bende Zaman yok. Sonra Ben ufacıcık bir zerrenin hatırı içün nâmütenâhi saadet meydana getiririm, ufacık bir zerrenin hatırı içün büyük bir azap da meydana getiririm. Anlat beni, diyor.
Mevlana’nın dediği gibi: İki kanadı sağlam olan kuş, iki kanadı kırık ve yaralı olan kuş, der. İki kanadı yaralı ve kırık olan kuş kafesin kırıldığını istemez. Kafes kırılırsa ağyâr onu telef eder, parçalar. İki kanadı sağlam olan kuş da kafesin durduğunu istemez. Bir an evvel ben seyrimi yapayım, der. İnsanın da iki kanadı vardır. Birine Tevhid-i Sermedi, birine Tasdik-i Ahmedi derler. O iki kanadı sağlam olan insanda bu ten kafesinde pek durmak istemez. Acaba anlatabildim mi? Durmak istemez.
Ahlakta ilk ders, insanlara kendinden utanma bahsi gelir. Bunu verirler. Ahlakta insana ilk alıştırılacak, ilk yapacağı başlangıç: “Sen kendinden utanma çarelerine bak” der. Kendisinden utanmayan kimseden utanmaz. Efendim filandan utanıyorum filan...
Yorum Gönder